Quantcast
Channel: ZAMAN-PAZAR
Viewing all 3284 articles
Browse latest View live

Türkülerin üstüne titriyorum

$
0
0
Türk halk müziğinin sevilen seslerinden Hüseyin Turan, yeni albümü Süveyda’yı müzikseverlerle buluşturdu. Anadolu’nun farklı yerlerinden seçtiği türküleri dünya müzikleriyle harmanlayan sanatçı, küçük kızı sayesinde kekemeliği epey yenmiş.Yeni albümünüz için neden ‘Süveyda’ ismini seçtiniz?Albümlerime genelde içinde olan bir türkünün ismini vermemeye çalışıyorum. Tamamını anlatacak bir kelime üzerine kafa yoruyorum. Hem Anadolu’da hem de tasavvufta kullanılır bu kelime. Ufak bir kan pıhtısından oluşan kalbin içindeki siyah noktaya Süveyda denir. Bu aslında bizim özümüzdür, sevdadır. Oraya ulaşmak ve ona dokunabilmek ancak gerçek âşıkların ulaşabileceği bir şeydir. Albüme seçtiğim türkülerin içinde de hakikaten böyle bir şey bulunuyor.Albümde hemen her yöreden türkü var...Bir Ege yok. Aslında o da olacaktı. Albüm bitmek üzereyken bir türkü bulmuştum. Ancak on esere odaklandığım için ona bir sonraki albümde yer vermek istedim. Her rengi, her motifi dile getirmek ve insanlara ulaştırmak istedim. Genelde duyulmamış türkülerin olmasını arzu ettim. Mesela Mahzuni Şerif’ten böyle bir türkü var.Müzikal altyapılara baktığımızda dünyanın farklı yerlerinden etnik motifler var. Bu, türküler için riskli değil mi?İki şarkıda Hint müziğinin altyapıları var. İki türküde de Flamenko altyapılarını kullandım. Türkülerin özüne sadık kalarak çeşitli dünya müzikleriyle farklı birliktelikler oluşturmaya gayret ettim. Bunun dışında tamamen otantik çalışma da var. Mesela bir Urfa türküsü var. O türküde kendinizi sıra gecesinde gibi hissedebilirsiniz.Neden olduğu gibi söyleyip geçmediniz?Önce yaptığımdan ben zevk almalıyım ki insanlarla onu paylaşabileyim. Özel bir türküyü yakalayınca heyecandan duramıyorum. Bunu insanlarla zevk aldığım ve farklı bir şekilde paylaşmam lazım. Türküleri isteyerek, araştırarak ve hissederek söylüyorum.Türkü furyası bittikten sonra çok az insan bu kulvarda yolunu devam ettirebildi. Siz kendinizi bu durumdan nasıl uzak tutabildiniz?Bunun için bir duruş gerek. Söylediklerimiz halkın türküleri, kültürü… İçinde yüzyılların birikimi var. Bu ciddi bir sorumluluk. Bunu her şeye meze etmeden iyi bir şekilde sunmak benim derdim. Aslında türküler bütün güzelliğiyle tertemiz, olduğu yerde duruyor. Zaman zaman önüne kötü şeyler gelip gidiyor. Bunu yapanlar da bizim içimizden arkadaşlar. Her ağacın kurdu, özünden olur.Sizin de ağacı kurtlardan temizlemek gibi bir gayretiniz var sanırım…Tüm derdim bu. Barda da sahneye çıktım ama türküleri hiç meze yaptırmadım. En ufak saygısızlık edeni kovdurmuşumdur. Eğer benimle o anda türkü frekansında değilsen ve saygı göstermiyorsan orada olmana gerek yok. Kendimi bildim bileli türkülerin üstüne titriyorum.Genelde her albümünüzde hayvanlı bir türkü oluyor. Bu çalışmanızda da var. Özellikle mi yapıyorsunuz?Bir şekilde denk geliyor. Bir anlamda da iyi oluyor. Biz dünyayı onlarla birlikte yaşıyoruz. İçinde hayvan geçen türkülerimiz genellikle bir durumu ya da toplumsal bir olayı hicvedenler. Nihayetinde normal hayvanlar, iki ayaklı olanlardan daha iyidir.Sosyal medyada zaman zaman gündemle ilgili eleştirilerinizi dile getiriyorsunuz. Sizi en çok neler rahatsız ediyor?En çok üzüldüğüm nokta ayrışma. Siz-biz olduk. Ben kimseye siz demek istemiyorum. Çünkü bizi birleştiren kocaman bir kültür var. Herkesin bir ideolojisi ve hayat duruşu vardır, olmayan adam değildir zaten. O kimseyi bağlamaz. Ama herkes fikrini özgürce söyleyebilmeli. Şöyle bir gerçek de var. Tarihin hiçbir döneminde kötüler kazanmadı. Mesela albümde sözleri Kaygusuz Abdal’a ait bir türkü var. Aslında 1200’lü yıllarda yazılmış ancak hâlâ güncel sözler. İçinde birçok toplumsal gönderme var.Özellikle Gezi’den sonra birçok sanatçı tepkisizliği yüzünden eleştirildi. Bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz?Gezi, ne hükümeti yıkmaya yönelik bir darbe ne de dış güçlerin oyunuydu. İnsanların tamamen masum istekleri ve duyarlılıklarını dile getirmesiydi. Bir ağacı, o ağacın güzelliğini anlamayan insana değişmem. Ağaç ondan daha değerli. Zaten kutuplaşmalar bu süreçten sonra gelişti. Üzücü şeyler oldu. Benim duruşum net. Birileri ya da benim çocuğum ileride ‘Sen o zaman ne yaptın?’ diye sorduğunda verecek cevabım olmalı. Tek isteğim insanların birbirine sadece insan olarak bakmaları. Maalesef farklı bakılıyor ve bu da rant ve çıkar uğruna oluyor.Kekemelik, benim promosyonumSiz kekemeydiniz aslında... Tedavi mi oldunuz?Bir dönem daha çok zorlanıyordum. Eskiden üzerime bir kamera ışığı yandığında kilitleniyordum. Son dönemde çok rahatladım. Bir kızım var. O doğduktan sonra daha da rahatladım. Ben de anlam veremedim. Hatta bazıları düzelmişsin artık diyor ama yok öyle bir şey. Hâlâ kekemeyim. Sadece daha hızlı ve akıcı hale geldi konuşmam. Bunun sebebi kızımın etkisi mi yoksa benden etkilenmesin diye benim kendimi düzeltmeye çalışmam mı, bilemiyorum. Siz kekemeliğinizle barışık, hatta tiye alabilen bir insansınız. Hiç kafaya takmıyorsunuz…Ben takmadım, hep başkaları taktı. Bu benim promosyonum diyorum, kimse anlamıyor. Bak kardeşim diyorum, ben hoşsohbet biriyim. Geveze biri olabilirdim ama arada bir takılıyorsam kendimi durdurmuş oluyorum, bu da sana promosyon. Yaptığımız meslek itibarıyla herkes bir imaj peşinde. Benim ise doğuştan bir imajım var. Böyle de promosyon. Bunu bir hediye olarak kabul ettim. Bu benim bir parçam. Bunu seversen, seni rahatsız etmez.Dudak altı sakalınız çok konuşulmuştu. Bir hayli küçülmüş…Yaş kırkı aşınca jiletin gittiği yeri göremiyorsun. (Gülüyor) Şu an varla yok arasında. Zaman zaman büyüyor, zaman zaman küçülüyor. Bu sakalı İzmir’de bıraktım. 1996’da İstanbul’a ilk geldiğimde herkes bana garip garip bakıyordu. O zaman daha büyüktü. Sonra herkes bırakmaya başladı. Bu işin öncülerindenim.Aile hayatınız nasıl gidiyor? Çok mutlu bir ailesiniz sanırım…Evet. Aile, insanı düzenleyen, ayar veren ve hayatını daha anlamlı kılan bir kurum. Öncelikle sorumluluk duygusunu getiriyor. Aile çok önemli bir kurum ama hakkını verebilecek insanlar evlensin. Son dönemde insanlar ‘yürümezse boşanırım’ düşüncesiyle evlenmeye başladı. Bu şekilde evliliğe girişmemek lazım. Evlilik kurumu yıpranıyor.Özellikle sanat dünyasında evliliğin başarıyı azaltacağı yönünde bir inanış var. Siz bunu nasıl değerlendiriyorsunuz?Tam tersini düşünüyorum. Aile, başarıyı daha da fazlalaştırıyor. Bir defa çevrenizdeki ayrık otlarını ayıklıyorsunuz. Evlenince daha düzgün insanlar size yaklaşıyor. Çıkarı olan insanlar gelemiyor. Düzgün aile yaşantısı olanlara daha fazla saygı gösteriyor insanlar. Ayrıca popüler olmak için ille de hayatınızda sansasyon olmasına gerek yok. Bir de hitap ettiğiniz kitle önemli.

Allah ağlatmasın ama… - [Bizim Köy]

$
0
0
Karnı tok, sırtı pek, altı temiz bebeğin ağlama krizleri çekilir dert değil. Lakin ‘Buna da şükür’ dedirtecek bir haberimiz var. İngiltere’de ses telleri felçli olan üç aylık Leya Raper ağlayamıyor.Annesi Casey ve babası Dan, bebeğin nefes alırken güçlük çektiğini anlasalar da doğumdan sonraki ilk zamanlarda ses çıkarabildiği için sorunu fark edemediklerini söylüyor. Felcin, bebeğin ses tellerinin aşağı bölgesine inmesi sonucu ağlayamadığını açıklayan doktorlara göre bebek ileride konuşabilir.Hayat değil, telefon yoruyorKonuşmaya başladıklarında dünyanın en bezgin, derbeder zatı olduklarını ispatlama çabasına giren ‘hayat yorgunları’ndan bıktınız mı? Amerikalı bilim adamları da yılmış olacak ki, çalışanların gece teknoloji kullanımı alışkanlıkları, uyku kalitesi, enerji ve işyerinde aktiflikleri üzerine çalışma gerçekleştirdi. Yatmadan önce telefon kullanımı arttıkça yorgunluk ve halsizliğin de arttığı açıklandı. “Hayat beni neden yoruyorsun?” diyeceğinize, telefonu kapsama alanınızdan çıkarmakta fayda var.GDO’lu bebek mi geliyor?Genetiğiyle oynanmamış nimet bırakmayan bilim insanları, taş olmaktan korkmuş olacak ki hedef değiştirip insana yöneldi. Amaç ulvi olsa da yöntem hayli tartışmalı. Cambrian Genomics şirketi, embriyonun gen dizilimiyle oynayarak, gen düzensizliğinden kaynaklanan hastalıkları bebek doğmadan ortadan kaldırmanın peşinde. Ebeveynlerin çocuklarının genlerini değiştirme hakkının olup olmadığı düşünülse de CEO Austen Heinz, insanların gelecekte bebeklerini dijital olarak dizayn etmek isteyeceği iddiasında.

Rekorlar çileye uçurmasın!

$
0
0
Havalimanlarındaki yoğunluk her geçen gün artıyor. Ancak bazı eksiklik ve yanlış uygulamalar nedeniyle yolcular mağdur oluyor.Okulların kapanması nedeniyle yaz sezonunda beklenen yoğunluk haziranda kendini iyiden iyiye hissettirdi. Havayolu şirketlerinin düzenlediği ek seferlerin de etkisiyle başta İstanbul Atatürk Havalimanı olmak üzere Sabiha Gökçen Havalimanı ve Antalya Havalimanı’nda yolcu ve uçak trafiğinde rekorlar kırılmaya başlandı. Yaşanan artıştan başta Devlet Hava Meydanları İşletmesi (DHMİ) Genel Müdürlüğü olmak üzere havayolu şirketleri ve havalimanı işletmeleri oldukça memnun. Ancak yoğunluk nedeniyle bir yandan uçak ve yolcu sayısında rekorlar kırılırken, bir yandan da havalimanlarındaki bazı eksiklikler ve yanlış uygulamalar nedeniyle seyahatler büyük çileye dönüştü. Bu yüzden terminal girişi ve pasaport kontrol noktalarıyla bilet ve bagaj işlemlerinin gerçekleştirildiği kontuar önlerindeki uzun kuyruklar, yolcuları perişan etmeye başladı. Alınan tedbirlerin yetersizliği bir yana bazı yolcuların uçuş öncesi gerekli hazırlıkları yapmadan havalimanına gelmesi ise yaşanan kaosu daha da artırdı.Üç havalimanı rekor kırdıDHMİ verilerine göre, 26 Haziran Çarşamba günü bin 305 uçak kalkış ve inişinin yaşandığı İstanbul Atatürk Havalimanı’nda yeni rekor kırıldı. 66 saniyede bir uçak iniş-kalkışının gerçekleştiği havalimanı, yeni uçak trafiği verileriyle Türk havacılık tarihine geçti. İstanbul Sabiha Gökçen Havalimanı da, arka arkaya günlük yolcu rekoru kırdı. 22 Haziran Pazar günü 80 bin 817 yolcunun giriş-çıkış yaptığı havalimanında, bu sayı 23 Haziran Pazartesi günü 82 bin 747’ye ulaştı ve yeni rekor kayıtlara geçti. Antalya Havalimanı ise 21 Haziran Cumartesi günü yolcu ve uçak sayısında en yoğun gününü yaşadı. Havalimanı, 971 uçak ve 169 bin 122 yolcuya sorunsuz hizmet sunarak tarihî rekorunu kırdı. DHMİ verilerine göre, havalimanına rekor günü en çok yolcu Moskova, İstanbul, Manchester, Londra ve St. Petersburg’dan geldi.Pasaporta takviye geldiGelen şikayetler üzerine yolcu ve uçak trafiğinin en yoğun yaşandığı Atatürk Havalimanı’nda bazı tedbirler alındı. Özellikle pasaport kontrol bankosu önündeki bekleme ve yolcu yoğunluğuyla dikkat çeken havalimanında, ilk etapta pasaport kabinlerinde görevli polis sayısı artırıldı. Yolcu alımıyla ilgili fizikî düzenlemelere de giden Emniyet Müdürlüğü, tahsisli personel uygulamasıyla sıralar oluşmadan yolcunun pasaport kontrolüne alınmasını sağlamaya çalıştı. Böylece daha önce yaşanan yolcu yoğunluğu da azaldı. Kontroller, pasaportta görevli polis sayısının 350’den 450’ye çıkarılmasıyla daha hızlı gerçekleşmeye başladı. Ayrıca sık sık arızalanması nedeniyle havalimanlarında büyük kaos oluşturan Genel Bilgi Toplama (GBT), pasaport ve trafik ile ilgili her türlü kişisel bilginin depolandığı Pol-Net’in (Polis Bilgi Sistemi), sorunsuz çalışmasıyla, yoğunluğun ciddi anlamda önüne geçildi. Aynı şekilde diğer havalimanlarında da, benzer uygulamalar hayata geçirildi. Böylece yolcuların, en yoğun dönemlerde de en konforlu şekilde hizmet almasına çalışıldı. Ancak yoğunluğun her geçen gün daha da artış gösterdiği havalimanlarında, yeni tedbirler alınmadığı takdirde yolcu mağduriyetlerinin artarak devam edeceğini söylemek gerekiyor.Tedbirler yetersiz kalıyor DHMİ, SHGM, havayolu şirketleri, havalimanı işletmecileri, Emniyet, Gümrük ve özel güvenlik gibi birimlerin aldığı tedbirlere rağmen havalimanlarındaki seyahat çilesinin önüne geçilemiyor. Bazı havalimanlarındaki pist ve uçak park yeri gibi altyapı yetersizliği rötarlara, personel azlığı da, yolcu hizmetleri konusundaki hizmetlerin aksamasına neden oluyor. Bu yüzden uçak trafiğindeki artış rötarlara, yolcu sayısındaki yükseliş ise terminalde sunulan hizmetlerin yetersiz kalmasına yol açıyor. Bunun yanında eksik evrakla gelen veya işlemlerini zamanında yaptırmayan yolcuların görevlileri meşgul etmesi ise terminaldeki birçok noktada uzun kuyruklar oluşmasına neden oluyor.Terminal girişindeki x-ray’ler sorun olduTerminal girişindeki x-ray cihazlı güvenlik noktalarının kaldırılmasıyla ilgili yürütülen çalışmalarda sorun yaşanıyor. Milli Sivil Havacılık Genel Kurulu’nun aldığı karar doğrultusunda oluşturulan özel ekip, Ankara Esenboğa ve İzmir Adnan Menderes Havalimanı’nda bir süre önce inceleme yapmış ve rapor hazırlamıştı. Sunulan olumlu rapor üzerine güvenlik uygulamasının da, en geç haziranda kaldırılması planlandı. Ancak Emniyet kanadından gelen yeni talepler nedeniyle projenin bir süre askıya alındığı öğrenildi. Eğer sorun kısa sürede çözülemezse, terminal girişindeki güvenlik kontrollerinin kaldırılması uygulaması tamamen rafa kaldırılacak. Böylece ilk etapta Ankara Esenboğa ve İzmir Adnan Menderes Havalimanı’nda kaldırılması düşünülen uygulama, İstanbul Atatürk ve Sabiha Gökçen, Antalya, Trabzon, Dalaman, Bodrum, Gaziantep, Erzurum ve Zafer Havalimanı’nda da başlatılamayacak. Terminal girişindeki güvenlik denetimi çilesi de devam edecek.Pegasus kışın 19,99 TL’ye uçuracakPegasus Havayolları, kış döneminde cazip fiyatlarla uçuracak yeni kampanya düzenledi. Şirketin kış kampanyası kapsamında, biletlerini 6 Temmuz’a kadar alan yolcular, 1 Kasım 2014-28 Mart 2015 arasında yurtiçi uçuşlarında 19,99 TL, Kıbrıs uçuşlarında 59,99 TL’den başlayan fiyatlarla seyahat edebilecek.Atlasjet 20 TL iade edecekAtlasjet Havayolları’ndan, BKM Express ödeme seçeneğiyle 70 TL ve üzeri değerinde bilet alanlar, harcamalarının 20 TL’sini iade alıyor. 17 Temmuz 2014’e kadar, şirketin internet ve mobil sitesinden veya iOS ile Android uygulamaları üzerinden BKM Express’e dahil 15 bankanın bireysel veya ticarî kredi kartıyla tek harcamada 70 TL ve üzeri bilet alan yolcular 20 TL iade alacak.

Burası Afrika’nın İsviçre’si

$
0
0
Swaziland, dünyanın ve Afrika’nın en küçük ülkelerinden biri. Yüzölçümü 17 bin 364 km², nüfusu 1 milyon 300 bin. Buna rağmen Afrika’nın İsviçre’si olarak adlandırılıyor. Ülke, ziyaretçilerine ovalarıyla, tropikal bitkileriyle ve ormanlarıyla yemyeşil bir görünüm sunuyor.İstanbul’dan yola çıkarak yaklaşık 10 saat süren uzun bir uçak yolculuğundan sonra Güney Afrika’nın Johannesburg şehrine iniyoruz. İniyoruz inmesine de yolculuğumuz sona ermiyor. Seyahatimize bu kez de kara yolculuğu ile devam etmek zorundayız. 5 saat sonra ismini neredeyse hiç duymadığımız bir ülkede, Swaziland’deyiz. Afrika kıtasının güneyinde bir ülke Swaziland. Dünyanın ve Afrika’nın en küçük ülkelerinden biri. Ama Afrika’nın İsviçre’si olarak adlandırılıyor. Yüzölçümü 17 bin 364 km². Nüfusu 1 milyon 300 bin. Başkenti Mbabane. Eski bir İngiliz sömürgesi Swaziland, bağımsızlığına 1968 yılında kavuşmuş. 2 komşusu var: Mozambik ve Güney Afrika Cumhuriyeti. Denize kıyısı ise yok.Yemyeşil bir Afrika ülkesiSwaziland, mutlak krallıkla yönetiliyor. Geleneklere göre Dlamini ailesinden olması gereken kralları III. Mswati, 1986 yılından beri ülkenin başında.Swaziland, dağlık ve tepelik bir arazi yapısına sahip. Ülkenin en yüksek noktası 1862 m. Bu ülkeye gelenlerin en çok ilgisini çekense her tarafın yemyeşil olması. Çok güzel ormanlar var. Ülke ziyaretçilerine ovalarıyla, tropikal bitkileriyle ve ormanlarıyla yemyeşil bir görünüm sunuyor. Swaziland halkına Swazi deniliyor, dillerine ise SiSiwati... İngilizce de bu topraklarda yaygın olarak konuşuluyor.Yerel dilde birkaç kelime öğreniyoruz. Uncani, ‘Nasılsınız?’ demek. Niyapila ise ‘Ben iyiyim’ anlamına geliyor. Selamlaşma halk arasında çok yaygın. Swazilandlılar genelde mütebessim çehreliler. Sürekli gülümsüyorlar. Bu küçük ülkede 25 bin civarında devlet memuru olduğu ifade ediliyor. İnsanlar bir şekilde devlet dairesinde bir iş bularak hayatlarını garanti altına almaya çalışıyorlar. Ülkede 50 bin civarında beyaz bulunuyor. Swazi kültüründe bir erkek eğer bakabilecek zenginliğe sahipse istediği kadar kadınla evlenebiliyor. Ülkenin kralı da her sene yapılan meşhur kamış festivalinde 30 bin kız arasından bir eş seçiyor ve onunla evleniyor.Ülkenin başkenti 1902 yılında kurulmuş, 75 bin nüfuslu Mbabane şehri. Ülke nüfusunun çoğunluğunu Hıristiyanlar oluşturuyor. Ama başkentin en güzel yerlerinden birisinde yükselen cami, şehrin silüetinde çoktan yerini almış. Hintli Müslümanlar tarafından yaptırılan camiler var ülkede. Swaziland Müslümanları daha çok ticaretle uğraşıyor.Swaziland’de bize eğitim gönüllüleri Aydın ve Yavuz Bey yardımcı oluyor. Onlar bu topraklarda güzel dostluklar kurmuş ve kurmaya da devam ediyorlar. Ülkede gittiğimiz her yerde irili ufaklı çok sayıda şeker kamışı tarlası gördük. Şeker kamışının Swaziland ekonomisinde önemli bir yeri var. Ülkenin en önemli ihraç kalemi. Bu yüzden şekerkamışına “Swazi altını” da diyorlar. Swazi kültüründe bir ailenin ne kadar çok ineği varsa o kadar zengin kabul ediliyor. İneği olmayanlar fakir olarak değerlendiriliyor.Swaziland’de çok güzel ananas tarlaları var. İnsanın ağzının suyunu akıtan, yedikçe yedirten sulu ve şekerli ananas meyvesi geniş tarlalarda yetişiyor. Ananasın da Swaziland ekonomisinde önemli katkısı var. Şeker kamışından sonra dev ananas tarlaları da çok yaygın ülkede. Swaziland’in para birimi lilangeli. Tekil olduğunda paraya lilangeli diyorlar. 2 lilangeli ve üzerindekilere ise emelangali diyorlar. Bazı paraların üzerinde krallarının resimleri var. 10 emalangali yaklaşık olarak 1 dolara denk geliyor. Türk Lirası’na çevirirsek 10 emalangali 2 Türk Lirası. Swaziland’in para birimi lilangeli, Güney Afrika’nın para birimi rente eşitlenmiş. Yani 1 lilangeli 1 Güney Afrika Rendi yapıyor. Güney Afrika parası da buralarda çok rahat şekilde kullanılıyor. Ama Swaziland’in parası lilangeli Güney Afrika’da geçmiyor.

Almanya 2006’da evimizde gibiydik

$
0
0
Deniz Gökçe hocamla birlikte izlediğimiz 2006 Dünya Kupası’nda çok eğlenceli olaylar yaşadık. Erman Toroğlu ve Altan Tanrıkulu arkadaşlarımızın tuttukları evi bize bırakmaları olağanüstü bir şanstı.“Bu Dünya Kupasını Deniz Gökçe hocamızla birlikte izliyoruz. Tutacağı bir araba ile bütün Almanya’yı dolaşacağını, istersem yanına yoldaş olarak beni alabileceğini söylemişti. Bu ‘körün istediği bir göz, Allah verdi iki göz’ türünden bir durumdu. Elbette ki hemen kabul ettim. Şu dakikaya kadar da en küçük bir aksaklık yaşamadık. Tam tersine, üniversite hocası bir şoför ve çevirmene sahip olmak gibi fani dünyada pek az kulun erişebileceği bir mazhariyet durumu sözkonusu (Deniz hocam, öteki niteliklerinin yanında bu tür şakalardan alınmayacak biri). Bu kadar da değil, ufak bir sağlık sorunum da olduğundan, adeta üzerime titriyor.Tabii Deniz hocanın tek derdi ben değilim. Bir yandan yanında getirdiği işleri yetiştirip Türkiye’ye göndermeye çalışıyor, öte yandan Erman Toroğlu hocamıza laf yetiştiriyor, Mülkiye’den okul arkadaşı Hasan Cemal’le de çekişmekten geri kalmıyor. Belli ki siyaset yazmaktan sıkılan Cemal bu Dünya Kupasını izlemeye karar verdi. Şimdilik bunun meşakkatli bir iş olduğunu görmenin sarsıntısı içinde. Fakat işi çabuk öğreniyor. Örneğin, akredite olmadığı İngiltere-Paraguay maçında pek çok deneyimli spor yazarını geride bırakıp bileti kaptı. Ayrıca, Almanca bilmesi sayesinde farklı bilgilere ulaşabiliyor. Fakat Hasan Cemal’in en çok dikkatini çeken nokta, Deniz Gökçe’nin akreditasyon kartında ‘Prof.’ yazması oldu. Hasan Cemal, “Ne o, sen futbol profesörü müsün?” diye takılmaktan kendini alamadı. Gökçe de öfkelendi. Çünkü, bu unvanı kullanılması gereken yerde bile umursamayan Deniz hocanın burada böyle birşey yapması sözkonusu değildi. Türkiye’den akredite olurken, ilgili arkadaşımız hocamızın adının önüne bu unvanı da koymuş, sonrasında da sildirebilmek olanaksız hale gelmişti.Toroğlu ve Tanrıkulu’nun kıyağıO günlerde gazeteye yazdığım bu satırlar 2006 Dünya Kupasında yaşadıklarımı çok iyi anlatıyor diyebilirim. Elbette ki daha eklenecek çok şey var. Bunların başında da ilk adımda yakaladığımız bir büyük balık geliyor… Tabii bir önceki kupada fırtınalar estiren takımımızın orada olmayışı büyük bir üzüntü kaynağıydı. Ancak İsviçre ile oynadığımız play off maçında yaşananların utancı ve sonrasında FIFA’dan gelen ceza, çektiğimiz acıyı daha da artırmıştı. Herhangi bir nedenle Almanya’ya Frankfurt’tan girmenin makul olduğunu bu işi yapanlar bilir. Biz de öyle yapmıştık. Aynı kentte Dünya Kupası için ev tutmuş bulunan Hürriyet’ten Erman Toroğlu ve Altan Tanrıkulu arkadaşlarımız kuzeydeki maçlar için akredite olmuşlardı. Yani evi bize bırakıp gittiler. Biz de bu evde yaklaşık 10 gün yaşadık. Sonrasında otel bulma konusunda çekeceklerimizi düşündüğümüzde bunun ne büyük devlet olduğunu defalarca tekrarlamak zorunda kalacaktık.Kupa sırasında ikinci büyük keşfimiz Offenbach’taki Zaman tesisleri oldu. O dönemde aramızda olan Seyfi Alp kardeşimizin de desteğiyle neredeyse İstanbul’daki çalışma koşullarımıza kavuştuk. Açıkçası araba tutmuş olmak hiç de akıllıca bir iş gibi görünmüyordu. Çünkü trenle her yere kolaylıkla ulaşmak mümkündü. Buna karşılık arabamız için park yeri bulmak önemli bir sorun olabiliyordu. Daha kötüsü Deniz hocanın hiperaktif biri oluşundan doğan sorunlardı. Örneğin, herhangi bir Alman’dan yol tarifi alıyor fakat adam ‘500 metre sonra sağa sapın’ demişse Deniz hoca 100 metreden sonra ‘kurtlanmaya’ başlıyor ve en çok 300 metre sonra dönüyordu. Bir keresinde bu gereksiz dönüşler yüzünden Köln’deki maçı kaçırmıştık.Yine araba yüzünden Dortmund’da çok eğlenceli bir olay geçti başımızdan. Bugünkü adı Signal İduna Park olan statta Brezilya maçını izlemiştik. Hemen ardından da Fransa’nın maçı vardı ama ne yapacağımıza karar vermemiştik. Ertesi sabah Frankfurt’ta Samanyolu televizyonunun programına katılacaktık. Onun için dönmemiz daha iyi olacaktı. Fakat otoparka geldiğimizde bizde olsa normal karşılayacağımız ama Almanya’da imkansız diyebileceğimiz bir durumla karşılaştık. Dortmund’a ayrı ayrı gelmiştik ve Deniz hoca arabayı küçük bir otoparka bırakmıştı. Otopark bekçisi de kilitleyip gitmişti. Otoparkın yanındaki dükkan Gaziantepli bir kuruyemişçiydi ve cep telefonu numarasını da yazmıştı vitrinine. Ancak ona da ulaşamadık. Sonunda Uşaklı Ertan Akcan adındaki bir kardeşimiz bizi alıp evine götürdü. Ailesi memlekete gitmişti. Bizi rahat rahat ağırlayabilirdi. Fransa maçını seyrettikten sonra arabayı otoparktan çıkarmanın bir yolunu bulurduk. Söylediği gibi de oldu. Bir yandan maçı izlerken öte yandan Ertan kardeşimizin ikramlarıyla keyif yaptık. O arada kuruyemişciye de ulaştık. Arabayla ilgili eğlenceli bir durum da birkaç kez gittiğimiz yerlerde otel bulmakta zorlanıp station tipli arabamızda yatmak zorunda kalmış olmamızdı. Tabii Frankfurt’ta oteli olan Türk Hüseyin Adalı’yı biraz geç tanımış olmamız da talihsizlikti. Arabayla ilgili son bir not: Bir akşam Münih’ten dönüyoruz. Kupayı da ortalamışız. Deniz hoca bana “Yahu sen araba kullanmayı bilmiyor musun?” dedi. O ana kadar böyle birşey hiç aklına gelmemişti. Onun gökgürültüsü ve şimşek çakması tonundaki horlamaları arasında Münih’ten Frankfurt’a ben sürdüm.Otel konusu düşündüğümüzden çok daha büyük sorun olurken bazı eğlenceli durumlar da yaşanıyordu. Aynı günlerde Deniz hocaya bir davet gelmişti. Önemli bir kuruluşun toplantısına ekonomi yazarı olarak katılacak ve gece de otelde kalacaktı. Beni bırakmadı, birlikte gittik. Otel elbette ki 5 yıldızlı ama oda çok küçüktü. Yatakta ben yattım, o sabaha kadar yazı yazdı. Sonrasında da “belime iyi geliyor” diye yerdeki halının üzerine uzandı. Kısacası, aramızda sadace 10 yaş fark var ama bana tam anlamıyla babalık yaptı. Bunun ayrıntılarından öteki serüvenlere ve Zidane finalde Materazzi’ye kafayı vururken ne yaptığımıza ilişkin daha bir yığın anekdot da haftaya kalsın...Erman Toroğlu Beckenbauer’e karşı!Bize yaptığı güzelliğe karşın Erman Toroğlu’nu gazetecilik yoluyla ‘tırmalama’ olarak adlandırılabilecek bir işten de geri duramadım. Toroğlu’nun o dönemde memleketteki en önemli futbol otoritesi sayılıyordu. Örneğin, maçta penaltı yapan ya da kendisine yapılan oyuncular bile ‘Penaltı mıydı tam bilmiyorum, akşam Erman abi bunu değerlendirir.’ gibisinden sözler ederdi. Sanıyorum o noktalara çıkmak bazı kaçınılmaz sorunlara yol açabiliyor. Toroğlu kupayı izlerken daha sağlam kaynaklara başvurmak yerine örneğin bir Türk dönercinin anlattıklarına kulak verirdi. Buna bağlı olarak bir yazısında Almanların İmparatoru ve kupanın organizasyon komitesi başkanı Franz Beckenbauer’in birtakım yamru yumru işlerin içinde olduğunu ileri sürdü. O kadar ki kupanın bu ülkeye alınması sırasında bile birtakım fırıldaklar dönmüştü. Bununla da kalmıyordu kanıtlanması kolay olmayan türden iddialar, örneğin bizim Berlin’deki dönercinin dükkanının karşısındaki apartmanın üçüncü katında bulunan FIFA’nın gayrıresmi bir bürosunda (?) düpedüz bilet karaborsası yapılıyordu… Bunun gibi aslında iyi araştırılması gereken yoksa insanın başına dert açabilecek birtakım durumları yazmaktan kaçınmıyordu Toroğlu. Memleketteki muhteşem ününün burada da kendisine dokunulmazlık sağlayacağını düşünüyor olabilirdi. Ben de bunların başına dert açabileceğini “Almanya’nın ortasında büyük çarşı/Bizim Toroğlu Beckenbauer’e karşı” başlıklı mizahi bir yazıyla anlatmaya çalışmıştım… (Allahı var, bu ve benzeri giydirmelerle ilgili en küçük bir serzenişte bulunmuş değildir.)

Spor mahkemeleri kurulmadan kavga bitmez!

$
0
0
Türk basketboluna yarım asrını vermiş İsmet Badem. Basketbol haberciliği denince akla gelen ilk isimlerden… Bugüne kadar bin 330 konferans/seminer vererek Türkiye rekoru kırmış. 68 yaşındaki yorumcu, “Basketboldaki şiddetin bitmesi için bakanlığın devreye girmesi gerekiyor” diyor.Kavgalı bir finalin ardından lig bitti. Beko Basketbol Ligi’ni genel olarak nasıl görüyorsunuz?Avrupa’daki ülkelerin yaşadığı ekonomik kriz nedeniyle İspanya dışında Avrupa’da basketbolun en iyi organize edildiği yer bence Türkiye. Her ne kadar insanlar federasyon hakkında konuşsa da Türkiye Beko Basketbol Ligi’ni organize eden ve basketbolun sahibi olan Türkiye Basketbol Federasyonu bana göre Türkiye’yi çok iyi yerlere taşımıştır. Hem kadın hem erkek basketbolu Avrupa’da iyi yere gelmiştir. Bunun aksini kimse ispat edemez. İspanya liginde Barcelona, Real Madrid gibi birkaç takım daha var. Bunların dışındaki takımların bütçeleri son derece düşük. İtalya’da Milano dışında bütün takımların bütçeleri 1,2 milyon dolar. Bizim küme düşen Aliağa Gençlik, Mersin BŞB’nin bile bundan çok daha yüksek. Dolayısıyla Beko Basketbol Ligi hem bütçe olarak hem kapasite olarak hem de heyecan ve birbiriyle olan rekabeti en üst düzeyde olan bir ligdir...Fenerbahçe Ülker Avrupa’nın en iyi koçunu getiriyor takımın başına. Avrupa’nın en iyi salonuna sahipler. Galatasaray da keza öyle. Ancak, çeyrek finalden sonra rüzgâr tersine esiyor...Türkiye Ligi çok ağır. Maccabi Electra Tel Aviv yedeklerle oynuyor lig maçlarını. CSK Moskova, Real Madrid, Barcelona öyle. Dolayısıyla, Eurocup’ta ve Euroleauge’de sonuç kaçınılmaz oluyor. Büyük kulüp, seyircisiyle büyüktür. İdareciyle, yöneticiyle, başkanıyla değil. Büyük takım ise oyuncusuyla büyüktür. Antrenör de onun mütemmim cüzüdür. Yani ayrılmaz parçasıdır. Dolayısıyla iyi ve güçlü bir kadro yapmak lazım. Basketbol manav dükkânı değildir. Gidersin parayı bastırırsın en iyi kirazı, elmayı veya eriği alırsın. Ama basketbolda öyle değil. Basketbolda oyuncu yok, seni kurtaracak. 10 milyon dolarla da yola çıksan oyuncu yok piyasada.Bu saydıklarınız bizim takımlarımızda yer alıyor. Seyircisi, basketbolcusu… Mesela Fenerbahçe Klezia’ya 3,3 milyon dolar verdi bu sene için. Bu rakam basketbol için çok büyük bir rakam. Ancak Klezia verim bakımından bu rakamın çok altında kaldı.Klezia, Türkiye’ye gelen en kariyerli basketbolculardan biri. Bunlar işin doğasında var. Futbolda da var. Beşiktaş’a Quaresma geldi gitti. Binlerce futbolcu mahkemelik olmadı mı? Sporcu da bir insan neticede. Herkes aynı randımanı verecek diye bir kural yok. Rüştü, Barcelona’ya gitti, 1-2 maç oynadı geri döndü. Para almadı mı, aldı.Peki, Euroleauge şampiyonlarının bizim takımlarımızdan ne farkları var? Oyuncu kalitesi olarak değerlendirdiğimizde çok büyük bir fark yok aslında...Maccabi Electra Tel Aviv takımında ne var biliyor musun? Balkan ülkesinin oyuncuları yok kadrolarında. Aynı zamanda da son zamanda NBA dışında kalan oyuncuların seçiminin iyi yapılması. İyi malzeme bulursan iyi yemek yaparsın.Final Four’da gördüğümüz takımların ortak noktası neler acaba?Kadrolarının çok iyi olması ve tercihlerinin pozitif yönde etki etmesi. Fenerbahçe Ülker, Anadolu Efes bu yolda. Galatasaray sponsor sorununu hallederse aynı şekilde. Sorunun tek cevabı, sponsor eksikliği. Bir örnek vereyim; Uşak’ta 120 fabrika var ama 1 lira vermiyorlar.Anadolu Efes hayranı olarak biliniyorsunuz? Nereden geliyor bu sevgi?Her zaman. Nedenine gelince onunla birlikte parladım, onunla birlikte İsmet Badem oldum. Anadolu Efes’in Türk basketboluna çok büyük katkısı var.Peki, 3 büyüklerden kim dersek…Hiçbiri favorim değil. Tam tersine bu ayrıştırmanın tamamen karşındayım. Ben bir an evvel Gençlik ve Spor Bakanı’nın 3 büyükleri bir masaya getirip bu kavgaya son vermelerini bekliyorum. Sayın Bakan gerekirse racon kesecek. Oturtacak üçünü de masaya. ‘Bundan sonra hiçbir kavga istemiyorum.’ diyecek. Türkiye’de de Yunanistan’daki gibi spor mahkemelerinin kurulması gerek. Yunanistan’daki olayların bitmesinin tek sebebi, spor mahkemelerinin kurulması. Çünkü spor mahkemelerinin verdiği karar temyiz bile edilmiyor.30 Ağustos’ta başlayacak olan Dünya Basketbol Şampiyonası’yla ilgili düşünceleriniz neler?Yepyeni bir çehre ile, yepyeni bir yapılanmayla ve yeni bir zihniyetle Basketbol Federasyonu yeni bir takım oluşturacaktır. Bu takım, dünya şampiyonasında mutlaka başarılı olacak.Ergin Ataman’ı nasıl buluyorsunuz A Milli Takım için?Gayet iyi buluyorum. Başarılı olacağından hiç şüphem yok. Hele genç jenerasyon ile bir bütün olacaklar.Yeni jenerasyonla ilgili düşünceleriniz neler? Cedi Osman, Metecan Birsen, Doğuş Balbay gibi…Bu durum zeytin ağacı gibi, üzüm bağı gibidir. Her sene aynı ürünü vermez. Basketbol da öyle. Her sene aynı ürünü alamıyoruz. Zaman zaman basketbolda çok iyi jenerasyonlar yakalıyoruz. O jenerasyonlardan biri de bu takım.15 yaşından beri motor tutkunu olan İsmet Badem, bu tutkusunu Harley Grubu Başkanı Emrah Soyuer’e borçlu.Euroleague organizasyonunun yapıldığı binanın adı ‘Obradoviç’Fenerbahçe Ülker:Galatasaray, Beşiktaş kulüpleri bundan birkaç sene önce basketbolu bırakıyorlardı. Beni çağırarak fikrimi sordular. ‘Basketbol şubesini bırakacağız.’ dediler. Ben de bu işin püf noktası sponsor dedim; iyi bir sponsor olursa. iyi bir salon yaparsanız... Fenerbahçe bunu çok iyi yaptı mesela. Ülker gibi dünya devi sponsoru var arkasında. Bu sezonun da şampiyonu oldu. Avrupa’nın en iyi salonu Fenerbahçe’de. NBA’de bile benzeri yok. Obradovic gibi dünya çapında yıldız koçları var. Bir de Maurizio Gherardini gibi dünya çapında bir menajeri kadrosuna kattılar. NBA’den Avrupa’ya gelen tek idareci o. Fenerbahçe, onun kıymetini bilirse gelecek sezonlara muhteşem bakabilir. Euroleague organizasyonunun yapıldığı binanın adı bile Obrodoviç. Bu örnek herhalde Fenarbahçe’nin yaptığı yatırımların göstergesidir.Anadolu Efes:Elinde çekirdek bir kadrosu var zaten Anadolu Efes’in. Belki bu sezon istedikleri gibi geçmedi ancak Anadolu Efes her zaman Türk basketbolunun favorileri arasında yer alır. Gelecek sezona büyük yatırımlarla başladılar bile. Başa usta antrenör Dusan İvkoviç’i getirdiler. Nenad Krstic’i almak istiyorlar. Büyük ihtimalle onu da alacaklar. Dario Sariç diye bir oyuncu aldılar, tam 4 numara aday. İvkoviç’in kötü bir kadro kurması mümkün değil. Çünkü kariyerini tehlikeye atmak istemez herhalde. Obradoviç’le büyük bir rekabet başlayacak. Bu, ligimiz için çok heyecan verici. Stephane Lasme, Stratos Perperoglu nokta başarılı transferler Efes adına.Galatasaray Liv Hospital:Galatasaray sezonu daha iyi yerde bitirebilirdi. Ardından play-off’ta finale kadar çıktı. Ezeli rakibi Fenerbahçe’ye kaybetti şampiyonluğu. Bence, Galatasaray büyük bir sponsor bulmalı. Son günlerde ‘Galatasaray küçülmeye gidiyor’ diye haberler çıkıyor. Buna kesinlikle katılmıyorum. Asla öyle bir şey olmaz. Tam tersine Galatasaray’ın Abdi İpekçi gibi salonu var. Güçlü bir sponsoru da arkasına alırsa her şeyin daha farklı olacağına inanıyorum. Çünkü iyi bir antrenörleri var. Teknik ve idari ekibini çok beğeniyorum. Galatasaray’ın hem erkek takımına hem de bayan takımına güçlü bir desteğe ihtiyacı var. Tek eksikleri bu.Beşiktaş İntegral Forex: Beşiktaş’ın durumunun da Galatasaray’dan farkı yok. Sezonda dahi iyi yerlerde olması gerekirdi. Play off sezonunda Galatasaray ile eşleşti ve 2-1 kaybetti. Belki son maçı kazansalardı finale kadar çıkabilirlerdi. Ancak dediğim gibi sponsor olmazsa basketbolun olması mümkün değil. Beşiktaş Kulübü de bir an önce sağlam bir sponsor anlaşması yapması gerekir. Birkaç tane de nokta transferle sezona sağlam bir şekilde girebilirler. Böylece hem Türkiye’de hem de Eurocup’ta başarı kaçınılmaz olur.Banvit: Banvit Beko Basketbol Ligi’ni lider bitirdi bitirmesine ancak Play-off sezonunda pek bir varlık gösteremedi. Türkiye Kupası’ndan elendi. Bu bir hayal kırıklığıdır. Banvit seyircisiyle, oyuncusuyla ve patronuyla Türkiye’deki bütün spor kulüplerine örnek olacak şekildedir. Dilerim Türkiye’de herkes böyle kolektif hareket edebilir. Seyircileri inanılmaz. Ancak bir eksikleri var. O da Avrupa. Banvit’in patronları Türkiye’deki başarı kadar Avrupa’da da başarı istiyor...Trabzonspor: Yakın zamanda çok büyük bir patlama bekliyorum Trabzonspor’dan. Euro Challenge Kupası’nı alabilirler bu sene. Hatta finalde Royal Halı Gaziantep ile oynayabilirler.‘Kimse haklı değil’Beko Basketbol Ligi’nin play-off sezonu finalini nasıl değerlendiriyorsunuz?Final için söyleyecek bir sözüm yok. Hayatım boyunca ‘Türkiye’de Fenerbahçe-Galatasaray final oynasın, Türkiye basketbolu konuşsun’ dedim. Türkiye’de basketbolun konuşulmadığı dönemi yaşadık. Basketbol konuşulmayan yerde ben hiç konuşmam.Yaşanan olayların gelecek adına olumsuz bir etkisi oldu herhalde…Kavgaların içinde sponsorlar olmaz. Sponsor olsan kavganın içinde olmak ister misin?Peki kim haklı sizce?Hiç kimse haklı değil aslında…‘Fanatikler yüzünden 10 yıllık programı bitirdik’“Radyospor’da yaptığımız programı bıraktık. Ben de Murat Murathanoğlu da bıraktı. Nedeni ise tarafgirlik. Fenerbahçe-Galatasaray serisi nedeniyle basketbol acayip meşhur oldu. Ama ben kavgalı meşhurluk istemiyorum. Galatasaraylılar hâlâ diyor ki ‘Sahamız kapatılmamalıydı’, Fenerbahçeliler ise, ‘Ele vurulmaları görmediniz.’ Biz de dedik alın hepsi sizin olsun. Program sonunda Murat ile ağladık. İnsanlar hüngür hüngür ağlıyor. Bizle birlikte yola çıkmış insanlar var, bırakmak istemiyorlar ancak kararımız net. İstifa ettik.”İsmet Badem’e göre ‘yılın en’leri:

İki kurşun, milyonlarca hayat

$
0
0
Osmanlı ve Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun sonunu hazırlayan, milyonlarca insanın hayatını kaybettiği 1. Dünya Savaşı’nın fitili, Avusturya tahtının veliahtı Arşidük Franz Ferdinand ve eşinin 28 Haziran 1914’te Gavrilo Princip adında bir Sırp milliyetçisi tarafından Saraybosna’da öldürülmesiyle ateşlenmişti.17 milyon insanın hayatına mal olan, 70 milyon insanı etkileyen, şehirleri harabeye çeviren 1. Dünya Savaşı, geçmişin en kanlı savaşlarından biri olarak tarihin kanlı sayfaları arasında yerini aldı. Sanayileşme sonucu elde edilen askeri ve mali güç, yayılmacı politikalar izleyen ve yeni sahalar kazanmak için fırsat kollayan Avrupalı dev güçleri yeni bir savaşın eşiğine getirmişti. Avusturya-Macaristan ve Osmanlı gibi iki çok millletli hanedan devleti ve Rusya ise Balkan coğrafyasında kozlarını paylaşıyordu. 1878 yılında başlayan Bosna olayları sonrası bölgenin Avusturya tarafından ilhakı, Rusya’nın Sırbistan üzerinden bölgedeki gücünü devam ettirmek istemesi ve ‘Avrupa’nın hasta adamı’ Osmanlı’nın topraklarına göz dikilmesi, üç kıtada sürecek bir savaşın sinyallerini veriyordu.Sina ve Filistin Cephesi’ni teftişe giden Harbiye Nazırı Enver Paşa, cephe komutanı Cemal Paşa’yı ziyaret ediyor. Das interessante Blatt gazetesi, 4 Mayıs 19165 Ekim 1908 yılında Bosna’nın 2. Meşrutiyet’in sancılarını yaşayan Osmanlı’nın iç karışıklığından yararlanan Avusturya-Macaristan tarafından resmen ilhakı sonrasında tansiyon iyice yükseldi. Panslavist politikalar güden Rusya’nın desteklediği Sırbistan’da bu ilhaka karşı ciddi tepkiler yükseliyordu.Alman Kayzeri Wilhelm, Doğu Galiçya’da savaşa katılan Türk askerlerini ziyaret ediyor.Das interessante Blatt gazetesi, 16 Ağustos 1917Balkan Savaşları sonrası iyiden iyiye karışan bölgede savaşa giden süreç, 28 Haziran 1914’de Avusturya Arşidükü Veliahd Franz Ferdinand’ın Bosna’daki kolorduları teftiş için geldiği Saraybosna’da öldürülmesiyle sonuna geliyordu. Mlada Bosna (Genç Bosna) isimli örgüt üyesi gençlerinden biri olan Sırp lise öğrencisi Gavrilo Princip tarafından Veliaht Franz Ferdinand’a yapılan saldırının ardından savaşın yaklaştığı hissedilmektedir. 23 Temmuz 1914’de Sırbistan’a ultimatom veren Avusturya-Macaristan, 28 Temmuz 1914’de Sırbistan Krallığı’na savaş ilan eder.Osmanlı, Avusturya-Macaristan, Bulgaristan ve Almanya askerleri Bükreş’te bir sinemanın önünde bekliyor.Sport und Salon gazetesi, 14 Nisan 191828 Temmuz’da çatışmalar Avusturya-Macaristan’ın Sırbistan’ı işgal etmesiyle başlamış, bunu Almanya’nın Belçika, Lüksemburg ve Fransa’yı işgaliyle, Rusya’nın Almanya’ya saldırması takip etmiştir. Osmanlı İmparatorluğu savaşa İttihat ve Terakki Hükümeti’nin Almanlarla işbirliği sonucu girmiştir. Osmanlıya sığınan iki Alman gemisiyle birlikte Rusya kıyılarının hedef alınması sonucunda 30 Ekim 1914’de Rusya ile resmen savaşa girilir.Savaşı başlatan suikastın faili Gavrilo Princip, saldırıdan hemen sonra yakalanır. Avusturya veliahtını öldüren Princip, hapishanede kaldığı dört yılın sonunda yakalandığı verem hastalığından hayatını kaybeder. Das interessante Blatt gazetesi, 2 Temmuz 1914Osmanlı’nın 1914’te, İtalya ve Bulgaristan’ın 1915’te, ve Romanya’nın 1916’da savaşa girmesiyle ilave cepheler açıldı. Rusya İmparatorluğu 1917’de Ekim Devrimi ile yıkılınca savaştan da çekildi. Almanya, daha sonra Ateşkes Günü olarak tarihe geçecek olan 11 Kasım 1918’de ateşkesi kabul etti. Savaş böylece İngiltere, Fransa, İtalya’nın başını çektiği Müttefikler’in zaferiyle sona erip, Osmanlı Devleti ise müttefikleri Almanya, Avusturya-Macaristan ve Bulgaristan ile birlikte yenik sayıldı.Avusturya-Macaristan İmparatoru Karl, savaşın son yılı olan 1918‘de gerçekleştirdiği İstanbul ziyaretinde, eşiyle birlikte Boğaz’da tekne turu yaparken. Sport und Salon Gazetesi, 2 Haziran 1918Kafkasya, Sina, Filistin, Irak, Hicaz, Yemen, Çanakkale Galiçya, Balkanlar ve İran’da savaşan Devlet-i Ali Osmani, savaştan büyük yara almış ve bir Kurtuluş Savaşı vermek zorunda kaldı. Toprakları itilaf devletleri tarafından paylaşılan imparatorluk, 1922 yılında saltanatın kaldırılmasıyla son buldu. 4 Mart 1924 tarihinde çıkarılan bir başka kanunla Halifelik makamı da kaldırıldı ve Osmanlı hanedanına mensup bütün fertlerin vatandaşlıklarının düşürülüp, sınır dışına çıkarılmasına karar verildi. Savaş iki büyük hanedan devletinin tarihe karışmasıyla sonuçlandı, hem Habsburg hem de Osmanlı Hanedanı ülkesini terketmek zorunda kaldı.Son Padişah Vahdettin’in veliaht prens olarak katıldığı Viyana Stephan Katedrali önündeki Kral Franz Joseph’in cenaze töreni. Das interessante Blatt gazetesi, 7 Aralık 19161. Dünya Savaşı’nda Avusturya basınında OsmanlıSultan Süleyman ve Kara Mustafa Paşa gibi iki önemli devlet adamının hayallerini süsleyen Viyana’nın başkentliğini yaptığı Avusturya-Macaristan İmparatorluğu, Balkanlarda sürekli savaştığımız bir ülke oldu. Kader, iki hanedanı 1. Dünya Savaşı’nda müttefik yaparken, ordularımız Galiçya cephesinde birlikte savaştı.Kendisine yapılan silahlı saldırıdan sadece birkaç dakika öncesinde Saraybosna Belediye Sarayı’nı terk eden Veliaht Franz Ferdinand ve eşi. Das interessante Blatt gazetesi, 2 Temmuz 1914Avusturya’da 331 yıl önce yapılan Viyana kuşatmalarının yıldönümleri kutlanırken, 100 yıl önceki savaşlardan neredeyse hiç bahsedilmez. Avusturya Milli Kütüphanesi’nde yer alan gazete arşivlerinde savaş döneminde Osmanlı konulu fotoğraf ve haberleri sizler için araştırdık.Avusturya-Macaristan ve Osmanlı orduları, Galiçya cephesinde savaşırken. Sport und Salon gazetesiSavaşta müttefik olmanın getirdiği duygusallık haberlere yansımış ve Türk askeri için sürekli övücü ifadelere yer verilmiş. Osmanlı’daki her gelişmenin dikkatle takip edildiğini gördüğümüz Avusturya’da, defalarca ‘Das interessante Blatt’ ve ‘Sport und Salon’ gibi fotoğraf kullanan gazetelerin manşetlerinde padişahlar boy göstermiş. Manşetleri süsleyen bir diğer isim ise dönemin Harbiye Nazırı Enver Paşa. Viyana’yı defalarca ziyaret eden Enver Paşa, en üst seviyede ilgi görmüş, savaş sırasında açılan resim sergileri, karşılıklı resmi ziyaretler haftalık olarak yayımlanmış.Savaş sırasında Galiçya cephesinden kaçan mültecilerin sığındığı Moravya bölgesindeki bir hastanede doğum sonrası. Das interessante Blatt gazetesi, 29 Nisan 1915Sultan Vahdettin’in veliahtken Avusturya İmparatoru’nun cenazesine katıldığında objektiflere takılması, cepheler, hastanelerdeki yaralı askerlerin hatıraları, ünlü şair ve yazar Recaizade Mahmut Ekrem’in cenaze töreni Osmanlı’nın Viyana’da ne kadar yakından takip edildiğinin küçük bir göstergesi. Savaş, objektiflerin diliyle çok iyi anlatılıyor. Bugün 300 bin Türkiye kökenli insanın yaşadığı Avusturya’da savaş tarihimizi Almanca rahatça okuyabilirken, kendi ülkemizde o dönemin gazetelerini anlayamamak altı çizilmesi gereken bir diğer nokta. Günlük haber akışının yanı sıra aylar süren bu çalışma, Osmanlı’nın son yıllarına Avrupa’dan bir bakış imkanı sağlayacak.Türk ordusu tarafından Halep yakınlarında düşürülen bir Fransız uçağı. Das interessante Blatt gazetesi, 29 Nisan 191510 Şubat 1918 tarihinde vefat eden Sultan Abdülhamid Han’ın cenaze töreni. Das interessante Blatt gazetesi, 28 Şubat 1918Savaştan çarpıcı bir kare.Das interessante Blatt, 3 Mayıs 1917

Bana bir mekân yeter

$
0
0
Bir yol hikâyesi anlatan Locke gösterimde. Sinema dünyasında onun gibi tek mekânda geçen başka filmler de var. Minimum bütçeye sahip, tiyatro kokan, yükü senaristin, oyuncunun omuzunda, diyaloğu ve gerilimi bol filmler...Dünya sinemasında hatırı sayılır sayıda tek mekân filmi var. Tüm hikâyesi dört duvar arasında, tabutta, asansörde veya arabada geçen filmler… Ortak özellikleri bir hayli fazla: Minimum bütçeye sahipler. Tiyatro oyunundan uyarlanmış hissi uyandıran hikâye, genellikle tek karakter üzerinden ilerler; aynı günde, belirli bir zaman aralığında geçer. Psikolojik ağırlıklı, diyaloğu ve gerilimi bol, sıklıkla klostrofobik… Bütün yükü senaryo ve oyuncunun sırtındadır. Sınırlı mekân içindeki karakterlerin yüzleşmesi veyahut bir şekilde (telefon, yardım isteme vb.) dış dünyayla kurdukları irtibat üzerinden hikâye gelişir, sonlanır. Mekânlar sınırlı ama yönetmenlerin kurguladıkları dünyalar, anlatılan hikâyeler farklı farklı.Locke hesaplaşma yolundaHalihazırda gösterimde olan filmden başlayalım. Steven Knight’ın yönettiği Locke, baştan sona bir arabanın içerisinde geçiyor. Direksiyondaki isim saygın bir yapı şirketinde yönetici Ivan Locke. İki çocuğu ve karısıyla sorunsuz bir hayat süren Locke, yasak aşk yaşadığı kadının hamile kaldığını hatta doğum yapmak üzere olduğunu öğrenir. Haberi alır almaz yollara düşer, bu yolculuk onu hayatıyla çetin bir hesaplaşmaya götürür. Film, Locke’ın eşine itirafları, yasak aşkıyla konuşması ve kariyerinin zirve işini yarıda bıraktığı için kendini kapının önüne koymaya niyetli patronuyla çatışması üzerinden ilerliyor. Hikâye telefon görüşmesi üzerinden dallanıp budaklanıyor, seyirciyi yan koltuğa oturtup dertleşmeyi başarıyor. Filmin seyir keyfini yükselten Tom Hardy. Karakterin sıkışmışlığını, çatışmalarını başarıyla yansıtıyor. Ödüllere layık bir performans.Ölüme yolculuk vaktiMekânını araba olarak seçen bir diğer film, Kirazın Tadı (1997). Seyahat edilen yol bu kez İngiltere değil, İran. Direksiyonda ölüme yolculuk eden bir adam var. Arabasına aldığı kişilere intihar edeceğini söylüyor, kendisini gömmeleri için onlara yüklü bir para teklif ediyor. Bazen bir asker arabasına biniyor, bazen bir öğretmen, yaralı bir baba… Bütün yolculuk ikna süreciyle geçip gidiyor. Kirazın Tadı inançlı birinin ölümle yüzleşmesi üzerine çetin bir kara mizah. Minimalist sinemanın en özgün örneklerinden. Cannes’da Altın Palmiye alan, Abbas Kiyarüstemi’nin sinemasında bambaşka bir yerde duran bir yapım. Ustanın diğer filmlerinde sık sık yaptığı gibi tek ve hareketli bir kamerayla yaşananlar kayda alınıyor, seyirciyi derin felsefi tartışmalara götürüyor.Yer altında 90 dakikaBu kez mekânımız yer altı. Küçük bir tabut. ABD’li bir şoför, Irak Savaşı’nda, Iraklılar tarafından rehin alınıyor, tabuta konup gömülüyor. Gerisi, ölüm kalım mücadelesi. 90 dakika kutunun içinde geçen hikâyede başrolde Ryan Reynolds var, yan rollerde ise çakmak, bıçak ve cep telefonu... Işığın söndüğü tabutta seyirci ana karakterle mücadele veriyor, acı çekiyor, nefes nefese kalıyor. Deyim yerindeyse devasa bir kaya parçası göğsüne oturuyor. Varın siz hayal edin gerisini. Toprağın altında, zifiri karanlıkta, hareketsiz, yalnız… Daralmak için klostrofobik olmaya gerek yok. Hitchcock’un dünyasından esinlenerek kurgulanan Yer Altında (2010), her gün 25-30 çekim yaparak 17 günde çekildi. Ne diyor yönetmen: “Bir öykünün büyüklüğü, kaç metrekare içinde geçtiğiyle ölçülmez; sadece tek bir şeyle ölçülür: Öykünün kendisiyle.” Sabrınız öykü kadar kuvvetliyse, buyurun…Okyanusun ortasında bir sandalMadem Hitchcock’tan bahsettik, onun dünyasına gidelim. Korku ve gerilim türünün babası, tek mekân filmlerinde eline su dökülmeyecek bir yönetmeni ne de olsa. Hitchcock’un sınırlı mekandaki ilk denemesi Tahlisiye Sandalı (1944). II. Dünya Savaşı döneminde batan bir gemiden kendini sandala atan değişik sosyal sınıflardan insanların ölüm kalım mücadelesini anlatan filmi. Gemiyi batıran Alman askerlerini sandala dâhil edip sandala yolculardan daha ağır bir gerilim yüklediği tatlı, sert hikayesi... Üç dalda Akademi ödülüne aday olan filmden sonra yine sınırlı mekânlarda geçen Ölüm Kararı (1948), Arka Pencere (1954), Cinayet Var (1954) ile dehasını konuşturdu. Birinde ayağı kırık bir foto muhabirinin yanına oturtup karşı pencerelere seyre dalıp cinayet çözdürdü, birinde ölüm kokusuyla dolu bir partiye davet edip felsefi tartışmalara ortak etti. Psikolojik gerilim, parmak ısırtan tek planlar, teatral ortam, oyunculuklarla (kimi senaryolar oyunlardan uyarlama) adından söz ettirdi, ettirmeye devam ediyor.12 adam öfkelendiSidney Lumet’in 12 Öfkeli Adam’ı (1957) sinema tarihine damga vuran filmlerden. Sınırlı bir konuyu, sınırlı bir zaman-mekânda işleyen siyah beyaz bir yapım. Latin Amerikalı bir genç, babasını öldürdüğü gerekçesiyle cinayetle suçlanıyor. 12 jüri üyesi bir araya gelip gencin cezasını belirlemeye çalışıyor. 1 kişi, suçlu olduğunu düşünen 11 kişiyi ikna etmeye çalışıyor. Seyirciyi bu sürece tanıklık ettiren film, mahkeme içinde ve dışında küçük sahneleri olsa da olayların tamamı odanın içinde geçiyor. Evvelinde televizyon için çekilen hikâye, sonradan perdeye aktarıldı. Hâlâ dizilerde, filmlerde dikdörtgen masa çevresindeki çetin tartışmalara selam verilmesi tesadüf değil. En son 2007’de Rus yönetmen Nikita Mikhalkov 12 adamı yeniden öfkelendirdi, 64. Venedik Film Festivali jürisinden özel ödül aldı.Alo, seri katil mi?Gelelim, Telefon Kulübesi’ne (2003). Telefonun bir ucunda meşhur sayılabilecek reklamcı Stu Shepard var, diğer ucunda kulübeyi gören bir apartmana yerleşen bir seri katil. Rutin görüşmesini yapmak için kulübeye giren reklamcı, görüşmesini yaptıktan sonra çalan telefona cevap veriyor, gerilim başlıyor. Silahının kırmızı ışığını reklamcının alnına düşüren katil, neler yapıyor neler. Zamanla siren sesleri, kan, basın ordusunun gürültüsü, gözyaşı birbirine karışıyor. Joel Schumacher’in yönettiği filmde bütün hikâye telefon konuşmaları üzerinden ilerliyor, zamanla kirli çamaşırları (evli ama genç bir sevgilisi var) ortaya dökülünce iş daha da renkleniyor. Tıpkı acemi çapkın Locke’ta olduğu gibi… Telefon Kulübesi’nin gerilimi Locke’a göre biraz daha yüksek, çünkü insanların hayatı tehlikede. Dört cam çerçevenin arasında geçse de ölümler başlayınca seyri keyifli bir aksiyon, gerilim filmi ortaya çıkıyor.İki bin oyuncu, tek çekimListedeki en ilginç çekim öyküsüne sahip film, Rus Hazine Sandığı (2002). Bu kez mekân büyük bir müze. Rusların usta yönetmeni Aleksandr Sokurov, seyirciyi bir yabancıyla kol kola sokup Petersburg’daki Hermitage Müzesi’nin 33 odasında tarihi bir yolculuğa çıkarıyor. Bir tarafta asırlık tarihi eserler, bir yanda ihtişamlı kostümlü kadınlar, adamlar… Film, salt tek mekân değil, aynı zamanda tek plan, 90 dakikalık tek çekim. Türünün nadide örneklerinden olan Rusların bu hazine sandığı öyle kolay hazırlanmamış. Aylarca müzede provalar alınmış, üç başarısız denemenin ardından gerçekleştirilmiş hayal. İki bin oyuncu oynamış dile kolay. Tek çekim bir yana, yönetmenler iki oyuncuyu yönetemezken Sokurov’un iki bini yönetmesi takdire şayan. Yurtdışındaki film listesi böyle uzayıp gidiyor. Üzerinde konuşulabilecek onlarca film var: Her filmiyle tartışmalara sebep olan Lars Von Trier’in Dogville’i, Manderlay’i, Joseph L. Mankiewicz’in ölmeden önce yönettiği son filmi Sleuth, Testere serisinin ilki, bizi bir dağcıyla köşeye sıkıştıran Danny Boyle’nin 127 Saat’i… Birinde Brechtiyen bir üslupla tiyatro sahnesinde yeni bir dünya kurguluyor, seyirci dedektif yapılıyor, dağın tepesinde mahsur bırakılıyor.Bizim de mekânımız sınırlıTürkiye’de de bu çerçevede filmler çok olmasa da azımsanmayacak kadar var. İlk akla gelen isim, Ümit Ünal. 2002’de çektiği 9 ile senarist gömleğinin üzerine yönetmen ceketini giyen Ünal, minimal filmlerle tanınıyor. Ara’da (2009) bir apartman dairesi sete çevriliyor; birbirine düşman ve dost dört kişinin hikâyesi anlatılıyor; Nar’da (2011) ise farklı inanıştaki dört kişinin adalet çevresinde yüzleşmesi… İkisi de bütçe kaygıları nedeniyle dört duvar arasına sıkıştırılan (iki haftada çekildi), öyküye, oyunculuğa ağırlık veren derli toplu filmler. İyi sayılabilecek kara mizah örnekleri… Çok değil, daha iki yıl önce Reis Çelik, Lal Gece ile bizi küçük bir odaya misafir etti. Bu kez hikâyenin başrollerinde ergenlik çağında bir kız ile kendisinden 50 küsur yaş büyük bir damat vardı. Gelin ile babası yaşındaki eşinin gerdek gecesinde, gerçeklerle yüzleşmesini konu alıyordu. Lal Gece, festival festival dolaştı, özellikle yurtdışında bir hayli ödül topladı. Diğer örnekler, İstanbul Kanatlarımın Altında, Ağır Roman gibi büyük prodüksiyonlu filmlere imza atan Mustafa Altıoklar’ın Asansör’ü (1999), Ömer Vargı’nın şeyhliğe soyunan iki kişinin hikâyesini anlatan İnşaat’ı (2003)...

Devlete itaat etmeyi erdem sayanlar artık dik durmalı

$
0
0
Birikim Dergisi Genel Yayın Yönetmeni ve yazar Ömer Laçiner, bir Sivaslı olarak, 21. yıldönümü yaklaşan Madımak ve Başbağlar katliamını anlattı. Laçiner, yaşanan olaylardan toplumun da sorumlu olduğunu düşünüyor ve “Devleti toplum terbiye eder.” diyor.Ne travması bitti ne de bin bir komploya rağmen aydınlatılabildi Sivas katliamı. Bir Sivaslı olarak o günleri nasıl anımsıyorsunuz?Sivas’ta doğdum, küçük yaşta okumak için İstanbul’a geldim. Ama bir yanım hep Sivas’tır, taşradır. Memleketçilikten değil de Sivas’ı severdim. Aydın bir şehirdi. Sıkı Müslüman bir ailede büyüdüm. Oradaki ilişkilerin, kendinden olmayana bile dostane tavrı beni hep etkilemiştir. Ta ki, Sivas katliamına kadar. O günden sonra gözümden düştü.Neden?..Tekbir getirerek insanları yakanları, yananları seyredenleri görmem yetti. Sivas’a o günden sonra çok gitmek istemedim. İçim soğudu. Birkaç kez gittiğimde oradakilere de ilettim. Sivas, insanları diri diri yakmış bir şehir olarak tarihe geçecek. Bu, onulmaz bir lekedir. Mesele üç-beş kişinin gizlice gidip otel yakması değil. Daha vahim bir hadise var ortada. Türkiye toplumunun da kendini sorgulaması gereken feci, toplu bir linç vakası. Üstelik Alevi-Sünni çatışması gibi gösterilmeye çalışılan bir olay. Ama kimse hesaplaşamadı bu olayla, o ayrı. Sadece bununla değil, Türkiye’de daha önce yaşanan olaylar hep bir Alevi-Sünni meselesiymiş gibi gösterildi.Sizce Sivas devletin de içinde olduğu bir senaryo muydu yoksa devletin güvenlik zafiyeti miydi?Sadece Sivas’ın değil, hemen ardından gelişen Başbağlar olayının da bir tertip olduğunu düşünüyorum. Mesela sonrasında tanık ifadelerine baktım. İfadelerden PKK’lı bir grup gelmiş ve Sivas da bu olayı çıkarmış gibi bir manzara edinemedim. Sanki köyün planı, insanları çok iyi biliniyormuş gibiydi. Bir kadının ifadesine göre bir PKK’lı geliyor ve kadına ‘Sen Karagümrük’ten geliyorsun, altınları ver?’ diyor. Bir PKK’lı bu kadının Karagümrük’ten geldiğini ve altınları olduğunu nerden biliyor? Bu bilgi PKK’lı bir gerillada olamaz. Başbağlar’daki insanlar da kendi halinde yaşayıp giden Anadolu insanı. Orayı katledip bir de üstüne ‘Alevilerin intikamı alındı?’ notu niye bırakılıyor? Bu insanlar intikam alınacak ne yaptı? Bunlar ne o dönem ne de şimdi sorgulanmadı.Madımak ve Başbağlar’da, halk aynı kişiler tarafından mı kışkırtıldı yani?Birileri kışkırtmış olabilir ama halk uyanık olacaktı arkadaş. Sonrasında Sivas’a gidip konuştuklarım ‘Biz sadece yürüyüşe katıldık, bir şey yapmadık?’ vs. dediler. Bakıyorum, o kadar insan yanarak can vermiş, kimsenin suçu yok öyle mi? Yahu oraya gidip pencereden etrafa ateş açan bile masum olduğunu söylüyor. İnsanlar da ‘O yapmadı?’ diye ifade veriyor. Allah’tan fotoğraflar, televizyon görüntüleri var da ne olduğu görülüyor.Fotoğrafın, görüntünün olması bir şeyi değiştirdi mi peki? Mesela hâlâ devlet arşivlerine ulaşılamıyor olması sizce de ilginç değil mi?Türkiye Cumhuriyeti Devleti pis bir devlet. Yaptığı alçaklıkların haddi hesabı yok. Bu iki olayın bir devlet komplosu olduğunu az çok herkes biliyor. Ama bunun kanıtlanması için devlet arşivlerine girilmesi gerekiyor. Buna da imkân verilmiyor, dolayısıyla sorun da ortada duruyor. Sorun sadece devletin de değil bu arada. Türkiye halkı da devlet kadar suçlu. Oyuyla iktidara getirdiklerinin dışarıdan denetlenmesinin yolunu kapatıyor. Çünkü kendileri de en az o devlet kadar kirli. Madımak’tan, Başbağlar’dan, Uludere’den, Soma’dan sonra Türkiye toplumu hâlâ şerefli bir toplum olduğunu söyleyemez. Bu cinayetlerin failleri çıkarılmadığı sürece kimse hikâye okumasın. En basitinden birinci derecede gözlerin çevrildiği insanlar hakikati anlatmak için hiçbir teşebbüste bulunmadı. Devlet aynı devlet. Olay üzerinde çeşitli iktidarlar geldi, bir tanesi incelemedi.Madımak neyse Başbağlar da o, ayrı tutulamaz1993’ün sabıkalarından yalnızca ikisi Madımak ve Başbağlar. Bunun dışında Uğur Mumcu, Eşref Bitlis, Turgut Özal’ın ölümleri ve diğer derin vakıalarla mevcut irtibatın kesinleşmesi istenmiyor olabilir mi?Elbette ki. Bir irtibat sağlanacağı düşüncesiyle üzeri kapatıldı ve zamanaşımına uğradı ya. Eğer bu olaylar olduysa, bu büyük bir toplumsal onayla yapılmış demektir. Bütün bu işler yapılırken, birtakım insanlar rol alıyor ve birileri de görüyor. Bunlar bilinmez görünmez kuvvetler tarafından icra edilmiyor. ‘Kalkın yürüyün?’ diyen birileri var ama bunlar neden ortaya çıkarılmıyor, sorgulanmıyor, aklım almıyor. Demek ki bu toplumun da gizli bir suç ortaklığı var. Türkiye halkı kalkıp da ‘Derin devlet şunu yaptı, bunu yaptı?’ diye sızlanmasın. Bu ülkenin toprakları üzerinde yapılmış bütün kanlı katliamlarda bu toplumun payı var.Nasıl bir suç ortaklığı bu?Mesela Dersim’de 1 milyon kişi bombalandı. Kimdi bu bombalayanlar? Bir ordu asker gitti. Kimdi o asker, çavuş, binbaşı? Orada bir sürü insan getirildi, sevk edildi, nüfus memuru sağlık memuru vardı. General X tek başına yapmadı yani. Neden onlarca yıl sustular? Şu sıralar bunlar üzerine çalışıyorum. İnanın okudukça midem bulanıyor. Biz de bu olayların sadece mağduriyeti edebiyatı yapılıyor, biri de çıkıp araştırmıyor. Bırakın araştırmayı bu iki olayda taraf tutmaya kalkıyorlar. Madımak neyse, Başbağlar da o. Birbirinden ayrı tutulamaz.Bu sözlerinizi duyanlar ‘Biz ne desek de, devlet yine bildiğini yapacaktı?’ diyebilir…Bakın içinde olamadığımız olaylarda kendimizi aciz hissedebiliriz. Ama mesela ben dahil olduğum olaylara bakıyorum, hep sorguluyorum ‘Ben 1 Mayıs katliamında ne yaptım?’ Acaba daha iyi olması için uğraşabilir miydim, neden daha farklı düşünüp, hareket etmedik?’ diye soruyorum. Ve şu an yaşanan olaylarda da ona göre yer alıyorum. Bence sürekli olarak bu toplumlarda yaşanan olaylardan bir nebze de olsa kendimizi de sorumlu tutmalıyız. Bizi olaylardan sıyıracak, ayrı tutacak söylemlere de kanmamalıyız. Devlet tarafından bu kadar boynu eğilmiş, devlete itaat etme haltını erdem sayanlar artık otorite karşısında dik durmalı. Bu ülkenin ve toplumun geleceği için lazım. Devleti terbiye edecek toplumdur. Devlet bir güç organı. Oraya giden adam, eline gücü alınca ne hale geliyor görüyoruz bugün işte.Yaşın yanında kuru da çıktı12 Eylül 2010 referandumuna başta askeri vesayetin yıkılması ve yeni anayasa için ‘evet’ demiştiniz. Ergenekon ve Balyoz davalarını desteklemiştiniz. Bugünkü tahliyeleri nasıl yorumluyorsunuz?Bu hükümete çok yakıştı. O dönem verdiğim destek için pişman değilim. Bu davaları hep destekledim. Ancak bu davaların sınırını bir siyasi irade bir de mahkeme çizer. Böylesi bir darbe girişiminde, girişimde bulunan komutanlığın erlerine kadar sorgulayabilirsin, sınırlı bir yerde de tutabilirsin. Siyasi irade bu sınırı çizmedi. Önlerinde milyonlarca delil vardı. İddianameyi okuduğumda çok kızdım, bu kadar mantıklı delil ve kanıt ancak bu kadar çürütecek şekilde hazırlanabilirdi. Diliyle mantığıyla kötüydü. Kurunun yanında yaş da yandı dendi ya, şimdi yaşın yanında kuru da çıktı, kurtuldu. Bir daha bunları kimse yargılayamaz. Burada hükümetin milli orduya kumpas gibi en sefil yorumları kadar, Cemaat’in de kabahati var. Cemaat daha itidalli durabilir, yayınlarıyla daha adaletli bir tutum sergileyebilirdi.Hükümet kendi bir şey kazanmadığı sürece hiçbir şey vermezKafa yorduğunuz konulardan biri Kürt sorunu. 7 maddelik çözüm paketi için ne düşünüyorsunuz?Somut olarak ne var, ben bir şey göremedim. Bu işle uğraşan adamların kanuni hükmü yok. Niye olsun ki? Sen zaten görüşüyorsun. Çözüm sürecinin dışında ne yapacaksın ki? Adam öldürmeyeceksen, dava konusu olacak ne olabilir ki? Siyasi dava konusu olabilir bu. Siyaseti belirleyenlerin dışındakiler yargılanamaz. Başbakan’dan emir alıp temas kuranlar neden yargılansın? Bunları zaten yapıyordunuz, kimse de sesini çıkarmıyordu. Bizim merak ettiğimiz Kürtçenin anadil olup olmayacağı. Cadde, sokak isimlerine Kürtçe isim verilip verilmeyeceği.Çözüm paketi Kürtlere yeni bir şey getirmiyor o halde...Valla artık AKP hükümetinin, kendi bir şey kazanmadığı sürece hiçbir şey vermediğini biliyoruz. Evrensel hukuk, özgürlük, adalet onlar için önemli değil. Siyasi çıkarı varsa yapıyor. Hadi bir yerde siyaset, bunu da anlarım. Ama Kürt meselesi ezeli bir sorun. İktidara geldiklerinden beri 12 sene geçti. Artık Kürtçe seçmeli ders, TRT Şeş hikâyesini okuyorlar, başka ne yaptılar hiç. Milli irade diye tutturuyorlar. Bu milli irade kendi ülkesinin çocuğunu anadilinden mahrum edip, diğerlerinden 1-0 geride başlamasına sebep olan bir milli irade. Mesela bu sorunu önce kendi kitlesine anlatması lazım. Öyle nobran bir politikaları var ki, kimseyi kucaklayamadılar.Cumhurbaşkanlığı seçimleri arefesine girildi. Türkiye’nin yakın geleceğini nasıl görüyorsunuz?Doğrusu çok umutlu değilim, Ama CHP-MHP’nin birleşip Ekmeleddin İhsanoğlu gibi bir aydını, bilim adamını aday göstermesi ciddi bir siyasi basiret. Ama bu kadar hırsızlık, yolsuzluk iddiası ortada olduğu halde, insanlar Erdoğan’ı cumhurbaşkanı seçecek. Ülkede zaten normal yollardan bir şey yapılamıyor. İşte o zaman, başka yollar bulmak zorunda kalacağız, daha gerilere gideceğiz. Dört tane bakanın adının karıştığı yolsuzluk ortada. Yemişler bal gibi de. Montaj falan yok. Ağzımızı açamıyoruz. 100’e yakın vatandaş IŞİD’in elinde rehine, konuşamıyoruz, yayın yasağı getirdiği için. Ama böyle devam ederse bu hükümetin sonu hiç de iyi olmayacak. Bir dönem zarları hep iyi geliyordu. Artık ferasetli olmadıkları, krizler karşısında nasıl yalpaladıkları ortada.

Alevî oylarını gözden çıkaran iktidar, açılımdan vazgeçti

$
0
0
Demokratikleşmeye yönelik açılım ve paketler devam ediyor. Yüzleşme Derneği ise yayınladığı raporda çözüm için yeni anayasaya vurgu yapıyor. İktidarın Alevi oylarından vazgeçtiğini düşünen Dernek Başkanı Cafer Solgun, “Alevi meselesini kaşıyarak halkı kutuplaştırıyorlar.” diyor.Bugüne kadar Romanlardan Kürt sorununa kadar çeşitli açılımlar ve demokrasi paketleri gündeme geldi. Varılan noktayı nasıl değerlendiriyorsunuz?Hükümetin ikinci iktidar döneminde ortalık açılımdan geçilmiyordu. Kürt, Roman, Alevi gibi açılımlar oldu. Fakat bunların hepsi açıldığı yerde kaldı. Örneğin Roman açılımı dediler. İstanbul’da büyükçe bir spor salonunda Roman yurttaşlarımızı topladılar, çaldılar, söylediler, oynadılar ve bitti. Roman açılımı bu mudur yani? Müfredatta Romanlara yönelik ayrımcılığı bitiren değişiklikler mi yaptınız, yasalarda yeni düzenlemeler mi getirdiniz? Alevi açılımında bir buçuk senede 7 tane çalıştay düzenlendi. Konuyla ilgili ilgisiz yüzlerce insanı dinlediler. Taleplerin ne olduğunu bilmiyorduysalar eğer, öğrendiler. Alevilerin kendi içinde parça parça olduğu söylenir ama bazı taleplerin arkasında hepsinin birlikte durduğu görüldü. Sonra kendi başlattıkları açılımı sokağa terk ettiler. Kürt sorununda ise bir süreç var ama bununla amaçlanan nedir, kalıcı barış sağlaması için neler yapmak lazım. Ne planlıyorsunuz? Bunların hiçbirinin yoruma mahal bırakmayacak açıklıkta cevabı yok. Hâlâ dağda 10 binin üzerinde silahlı militan var. Sadece dağdakiler de değil, PKK’nın desteklediği gençler yol kesiyor, molotof atıyor. Yani her an her şeyin olabileceği bir durum söz konusu.Cumhurbaşkanlığı seçiminden sonra sürece yeniden odaklanılacağı söyleniyor…Bu bir yorum. Buna karşılık şöyle diyenler de var: Hükümetin bir Çözüm Süreci planı yok. Hükümet 2015 seçimlerine kadar örgütü kendi üzerinde bir baskı unsuru olmaktan çıkarmak istiyor. Bunu da Öcalan’ın eliyle yapıyor. Hangisi işinize geliyorsa ona inanıyorsunuz. Çünkü tarafların özellikle de hükümetin kendisini resmen bağlayan bir açıklaması yok. Çözüm süreci başlattıysanız bu işin sessiz sedasız başlamasını anlayabiliriz. Ama üzerinden bir sene geçmiş. Bu şekilde nereye kadar gideceksiniz? En son Diyarbakır’da düzenlenen çalıştayda da titizlikle seçilmiş bir akademisyen grubuna hitap edildi. Bunun adı da çalıştay oldu. Oysa farklı düşüncelerin bir arada olduğu, devlet yetkililerinin de bu görüşleri değerlendirdiği, buradan bir ortak akıl çıkarmaya yönelik bir ortam olmalıydı. Son olarak Meclis tatile girmeden gündeme getirileceği söylenen “çerçeve yasa tasarısı” var. Çözüm süreci gündeme geldiğinden bu yana hükümetin attığı ilk somut adım olduğunu söyleyebiliriz. Tasarı bu haliyle yasalaşırsa, süreci yürütenlere yargı muafiyeti sağlanmış olacak. Bir de muğlak ifadelerle de olsa eyleme karışmamış militanların “rehabilitasyonunun” sağlanacağı söyleniyor.Bu tasarı yasalaşırsa çözüm süreci yeni bir aşamaya mı girecek?Göreceğiz. Bu soruya ezbere olumlu yanıt vermek zor. Sürecin Ortadoğu’daki gelişmelerden de doğrudan etkilenen bir karakteri var artık. Bu yasa çıktıktan sonra örgütün silah bırakacağı beklentisi içinde olanlar, bilerek ya da bilmeyerek kamuoyunu yanıltıyorlar.Önümüzdeki dönemde Alevi açılımı için yeni bir paketten bahsediliyorEylül paketinden andımızı kaldırmaktan başka hiçbir şey çıkmadı. Alevi açılımıyla ilgili pakette ne var? Cümle içinde söylenen bazı işaretlerle ilgili oturduğumuz yerden yorum yapıyoruz. Ama bu paket falan meselesi değil. Elbette ki bizi bir adım öteye götürecek bazı adımların atılması yönetmeliklerin değişmesiyle de mümkün. Fakat en köklü adım anayasanın değişmesi.Bugün ne değişti de Alevi açılımı yön değiştirdi?Bu siyaseten alınmış bir karar. Birincisi ‘açılım yapsak da Aleviler bize oy vermez’ fikriyle açılımdan vazgeçtiler. Bu doğru değil çünkü bu siyaset üstü ele alınması gereken hassas bir mesele. İkincisi, AKP’nin fetva aldığı çevrelerde Alevi açılımı riskli bulundu. Dindarların kafasını karıştırabileceği yönünde fetvalar alındı. Ve cemevlerinin ibadethane statüsünün kabul edilmemesi gerektiği fetvaları alındı. En tehlikeli neden ise şu: Toplumda kendilerine siyaseten yarayacak bir kutuplaşma potansiyeli gördüler. AKP’nin şöyle bir tasavvuru olduğunu düşünüyorum; Aleviler AKP’ye oy vermesin, CHP’ye oy versin. Daha yıllarca CHP’ye oy versinler. Yani CHP, Alevi partisi olsun. Ama buna karşılık AKP de Sünni partisi olsun. Sünniler çoğunluk, Aleviler azınlık. Alevi-Sünni kutuplaşması siyaseten onlara yarayan bir tablo. Bu yüzden bütün toplumsal itirazları Alevi olmakla damgalayan çok tehlikeli bir tutum içerisine girdiler. ‘O Alevi kalkışması ise benim Sünni taraftarlarım etrafımda daha da sıkı kenetlenir’ gibi bir hesaba dayandı.‘Devlete her zaman düşman lazım’ fikriyle bugün seçilenlerden birinin de Aleviler olduğu iddiası çok mu radikal?Maalesef bunu düşündüren gelişmeler yaşıyoruz. Aleviler DHKP-C’li, terörist, darbeci, şu bu... Okmeydanı ve Gezi’yi takip eden olaylarda da bunlarla karşı karşıya kaldık. 14 yaşında, kafasından gaz fişeği ile vurulup aylarca komada kalan bir çocuk. Bu çocuğun her tarafı militan olsa ne olur. Reyhanlı’da 52 yurttaşımız bombalı saldırıda öldü. Orada kaybettiğimiz insanlar bizim insanlarımız. Sünni ya da Alevi olması bir şey değiştirir mi? Böyle iğrenç bir ayrım yapılabilir mi? Sayın Başbakan yaptı. ‘52 Sünni vatandaşımız’ dedi.Yüzleşme Dergisi’ndeki raporda Ayfer Karakaya, Alevifobi gerçeğine dikkat çekiyor. Sizce kullanılan nefret dilinin bunda etkisi var mı?Tabii ki. Alevifobi sürekli yeniden üretiliyor. Yöneticiler önyargıları kaşıyıp düşmanlık boyutuna çıkarıyor. Kutuplaşmanın sorumlusunun altını, kalınca ‘devlet’ diye çizmek gerekir. Bu kutuplaştırma siyasetinin en tehlikeli boyutlarıyla karşımızda olduğu kanısındayım. Hatay bizim yüzyıllardır Alevi-Sünni birlikte yaşadığımız bir il. Bir de şimdi gidin bakın. Orada kimsenin başkasının inancıyla derdi yokken hükümetin gaz verdiği, ajite ettiği ortam nedeniyle Aleviler bir tehlike, Sünniler başka tehlike. Alevilerin üzerinde zaten bin tane önyargı var. Bir de bu hükümetin özel olarak ürettiği bu önyargılar oluşmaya başladı.Bugün Alevi gençlerin eskiye göre daha çok politize olduğu iddiası doğru mu peki?Alevilerle ilgili kirli bir algı manipülasyonu yapılıyor ve bundan da siyaseten medet umuluyor. Aleviler mağdur ve mazlum bir halktır. Çile çekmesini de bilirler. Kendi korku ve kaygılarıyla yaşamasını da. Tarihleri de bundan ibaret zaten. Geçen yıl AKP milletvekili Mehmet Metiner, ‘Cemevleri terör yuvası oldu.’ dedi. Bu, iğrenç bir ayrımcılık. Bugün Alevi gençleri bu ayrımcılığı kabul etmiyor. Bunun karşılığını siyasi yelpaze içinde bulamadıkları zaman istismara açık bir duruma geliyorlar. Ve böyle olması adeta tercih ediliyor. Eğer gençlerin haklı tepkisinin gereğini siyaseten yapmazsanız, oraya buraya çekerseniz bunu kullanacak insanlara gün doğar. DHKP-C de hangi istihbarat örgütünün ne şekilde kullandığı tartışılan bir örgüt.IŞİD, Türkiye’deki Alevileri tedirgin ediyor mu sizce?IŞİD meselesi tabii ki bizi ürküttü. Bu Alevilere özgü bir şey de değil. Kamuoyunda yaygın bir kanaat var: Suriye’de üç beş ay içerisinde devrilecek diye hesap yapılan Esed’e karşı, kim olduğuna bakılmaksızın, yarın ne hale gelir diye düşünmeksizin bazı oluşumlar desteklendi. Ortadoğu’da Sünni bir eksen oluşturma, hükümetin öncelikli dış politika buluşuydu. Bu çökse de bugün IŞİD diye bir şey var. O da durduğu yerde durmuyor. Bu Alevilerde çok daha fazla kaygı oluşturuyor. Ortadoğu’da Sünni bir eksen oluşturma politikasını bu tip örgütleri destekleyerek yürütmekte olduğunu düşünmek çok korkutuyor. Bu oluşumların yarın öbür gün Türkiye’de de kanlı icraatlara girişmeyeceklerinin bir garantisi yok. Alevilerin zaten AKP’ye yönelik çok derinleşen bir güvensizlikleri var. Bir de bu tür örgütlerin ortaya çıkması, bu güvensizliği açık açık bir korkuya dönüştürdü. ‘Burası bizim vatanımız, nasıl yapalım, nereye kaçalım? Başka bir yerimiz de yok ki gidelim.’ gibi bir psikoloji içerisindeler. Bu atmosfer başka niyetler taşıyanların istismarına da ortam sağlıyor.‘Kalıcı barış ortak ihtiyacımız’Yüzleşme Derneği, Barış Hepimize Hayat adlı raporun da yer aldığı bir dergi çıkaracak. Rapor neleri içeriyor?Bu süreç başladığında nasıl isimlendirileceğine en başta iktidar şaşırdı. Sonunda Çözüm Süreci ismini kullanmayı tercih etti. Ama biz bunu barış süreci olarak varsaymak istiyoruz. İşte böyle varsayarak düzenlenen bir dizi etkinlikten sonra hazırladığımız bir rapor. Bu sürecin nasıl ve neden sahici bir barış süreci olması gerektiğini ortaya koyuyor. Bugünkü haliyle yetersiz ve güven vermeyen bir yapıda olduğu eleştirisini getiriyor. Bu anlamda sürece yapıcı bir boyut kazandırmayı hedefliyor. Türkiye’de kalıcı bir barış, istisna gözetmeksizin hepimizin ortak ihtiyacı. Kürt sorunu en sıcak sorunumuz çünkü can yakıyor. Ama bunlar arasında bir hiyerarşi kurmadan Ermenilerin de Süryanilerin, Ezidilerin ve Alevilerin de barışa ihtiyacı var. Bu çalışma, biraz da bu beklentiyi ifade eden bir çalışma.

Rabia Brodbeck 17 yıldır Darülaceze gönüllüsü

$
0
0
“37 yaşında, ömrümün ortasında Müslüman oldum.” diyen Rabia Christine Brodbeck, Darülaceze sakinlerinden biri...Ancak mecburen değil, gönüllü olarak. Darülaceze, 17 yıldır buradaki yaşlılarla ilgilenen Brodbeck’in adeta ikinci evi.Osmanlı Devleti’nde II. Abdülhamid Han’ın bakıma muhtaç insanlar için yaptırdığı Bâb-ı Şefkat, nam-ı diğer Darülaceze, yüzlerce kişiyi ağırlıyor. Kimi yalnızlığını unutuyor, kimi yoksulluğunu. Kimi de en yakınlarından bulamadığı ilgiyi görüyor. Burada kime sorsanız herkesin anlatacak ilginç bir hikâyesi bulunuyor. New York’ta bir sufi tasavvuf merkezinde İslamiyet’le tanıştıktan sonra İstanbul’a yerleşen modern dansçı Rabia Christine Brodbeck de bunlardan. Bunlardan dediysek yanlış anlaşılmasın, Brodbeck, Darülaceze sakinlerinden değil. Ancak 17 yıldır burada gönüllü olarak çalıştığı için adeta Darülaceze sakinlerinden biri gibi. Gelmediği zaman, gözler onu arıyor. “Beni güçsüzlerinizin arasında arayın, zira size zayıflarınızın hürmetine rızık ve yardım gönderilir.” hadisini düstur edinen Brodbeck, özellikle 5. Daire’de bulunan yatalak ve felçli insanlarla ilgileniyor, onlara yemek yediriyor, hal ve hatırlarını soruyor. Aynı zamanda onlara psikolojik destek veriyor. İşte bir Darülaceze gönüllüsünün hikâyesi… Londra ve Paris gibi Avrupa şehirlerinin yanı sıra New York’ta solo gösteriler sunan Brodbeck, 35 yıl önce de “dansperformans” denilen tarzı bularak bu yöntemin öncüsü olmuş. Hatta bu alanda ödülleri var. Cahit Sıtkı, ‘Yaş 35, yolun yarısı’ dese de Brodbeck, “Ömrümün ortasında, 37 yaşında iken Müslüman oldum.” diyor. New York’ta bir ‘sufi tasavvuf merkezi’nde İslamiyet’le tanışan sanatçı, İstanbul’a gidip gelmeye başlıyor ve birkaç sene sonra tamamen yerleşiyor. Brodbeck, “96’da İstanbul’a yerleştim. Çünkü din, yaşayarak öğrenilir.” diye belirtiyor. Burada bir Türk’le evleniyor ve bir oğlu oluyor. İstanbul’da dans gösterilerine devam eden sanatçı, modern dans, bale ve yoga dersleri veriyor. Bir de kitap yazıyor. Brodbeck, Darülaceze ile tanışmasını ise şöyle anlatıyor: “Mecidiyeköy’e giderken Okmeydanı’ndan geçerken insanlar ‘Burada fakirler ve muhtaçlar var.’ dedi. O an bundan etkilendim. Kendi kendime ‘Buraya gitmem gerekiyor’ dedim. Burası benim için gitmem gereken bir yerdi. Çünkü bana ahireti hatırlatıyor.” İlk yıllarda burada kalanlarla çok yakın ilişki kurmuyor. Ziyaret ediyor, hallerini hatırlarını soruyor, onlara hediyeler götürüyor. “Böylece iletişimimiz başladı.” diyen sanatçı, “Ama daha sonraki yıllarda onların yemek yemesine yardım etmeye başladım. Şimdi bunun için gidiyorum. Ben kendi başına yemek yiyemeyen insanlarla ilgileniyorum. Tamamen yatağa bağlı, ellerini kollarını kullanamayan insanlar. Diğerleri kendileri yiyebiliyor zaten. Yaptıkça daha çok seviyorum. Anlatamıyorum ama çok farklı bir duygu. Bu, çok güzel bir şey.” diye tarif ediyor hislerini. Rabia Hanım, Darülaceze’ye gittikçe buranın sakinleri de mutlu oluyor. Gitmediği zaman ‘Nerede kaldın?’ diyorlar.‘Onlar bana yardım ediyor’Brodbeck, haftada dört gün Darülaceze’de gönüllü olarak çalışıyor. Ramazan’da ise her gün gidiyor. Onlarla iftar yapıyor. Brodbeck’e göre Ramazan’ı Darülaceze’de yaşamak çok farklı bir duygu. Bu ayı hissetmenin de en güzel yolu. Ancak ekliyor: “Buraya gelmek için Ramazan şart değil, her zaman gelinebilir. Onların en büyük sorunu kimselerinin kalmaması. Birilerini istiyorlar yanlarında.” Yaklaşık 20 yıldır İstanbul’da yaşayan balerine göre Darülaceze, büyük bir motivasyon sağlıyor. Brodbeck, “Ben onlara yardım ediyorum ama onlar da bana yardım ediyor. Kendimi iyi hissetmeme, bu dünyada yararlı olmama yardım ediyorlar. Beni seviyorlar. Dünyada anne ve baba dışında samimi bir ilişki bulamazsınız. Sorunlarınız olur. İnsanlar birbirini incitir. Çıkar amacı olur. Menfaat ve açgözlülük var. Ama burada o yok. Buradakiler benim gerçek dostlarım.” diye ifade ediyor.Sadece oruç tutabiliyor“En büyük sorunum; burada birçok arkadaşımı kaybettim.” diyor Brodbeck. Son on yılda eski sakinlerden neredeyse kimsenin kalmadığını söylerken hüzünleniyor. En çok neden etkilendiğini sorduğumuzda da “51 yaşında felçli Nurten Aksakallı.” cevabını veriyor. Nurten Hanım, beyin dokusunun hasarı sonucu spastik felç geçiriyor ve bir sandalyeye bağlı yaşıyor. Tek başına hiçbir işini yapamıyor. Ancak 7 yaşından beri oruç tutuyor. Çünkü yapabildiği tek ibadet. Hayatındaki en büyük zevki de bu. Bu durum Rabia Christine Brodbeck’i oldukça etkilemiş.

Bakış açınızı değiştirecek fotoğraflar

$
0
0
Daily Overview projesi, uzay yolculuğu sırasında bazı astronotlar tarafından çekilen fotoğrafların yer aldığı Overview Effect'ten esinlenerek geliştirildi.Apple Maps tarafından sağlanan uydu fotoğrafları kullanılarak oluşturulan Daily Overview projesi dünyaya bakış açınızı değiştirecek.Bourtange: Yıldız 80 yıl savaşları sırasında 1593 yılında yapıldı. 1960 yılında Bourtange yeniden restore edildi ve şu anda açık hava müzesi olarak kullanılıyor.İspanya’nın Barselona şehrindeki mahalle, bölge bölge ayrılmış örüntüsüyle, sekizgen kavşakları ve ortak kullanılan avluya sahip apartmanlarla karakterize edilmiştir.Havacılık Bakım ve Onarım Grubu Tucson, Arizona, ABDCentral Park, New York, New York, ABDÇin SeddiLas Vegas, Nevada, ABD - Çölün ortasına kurulan bu devasa kentte insan yapımı 4 adet yapan göl bulunuyor.Seaweed çiftlikleri: Endonezya’daki Bali’nin güneydoğusunda yer alan küçük bir ada üzerindeki deniz yosunu çiftliklerinden ayda ortalama 22 ton deniz yosunu elde ediliyor. Deniz yosunu sudan çıkarıldıktan sonra güneş sayesinde mevsime bağlı olarak 3 ile 7 gün arasında kuruyor.Toplu konutlar, Killeen, Texas, USAVenedik, İtalyaÜzüm bağları, Huelva, İspanyaSeralar, Almeria, İspanya - On binlerce hektarlık plastik kaplı tarım alanları uzaydan böyle görünüyor.Durrat Al Bahreyn, Bahreyn - Maliyeti 6 milyar doları aşacak hilal şeklindeki insan yapımı adalar 2015 yılında tamamlanacak.Para, Brezilya - Amazon'daki ağaç katliamı uzaydan bu şekilde görünüyor.Newark Limanı, Elizabeth Marine Terminali, Newark, New Jersey, ABDBoca Raton, Florida, ABDRV Resort, Mesa, Arizona, ABDLos Angeles Limanı, Kaliforniya, ABDPuente de Vallecas, Madrid, İspanyaTarım alanları, Addis Ababa, EtiyopyaMadrid’deki Our Lady of Almudena Cemetery dünyadaki en büyük mezarlıklardan biridir. Mezarlıkta tahminen 5 milyon mezar bulunuyor. Madrid’in kendi nüfusundan bile daha fazladır.Palm Island / Hibiscus Adası, Miami Beach, Florida, ABD - Florida'da bulunan iki insan yapımı iki adadır.Inman Limanı, Atlanta, Georgia, USASpagetti yolu (A-3 ve M-50), Madrid, İspanyaTarım alanları, Loxahatchee, Florida, ABDBrondby Garden City, Kopenhag’ın dışında konuşlanan bir topluluktur. Büyük ön bahçesi olan evler çıkmaz sokaklarla çevrelenmiş. Burada insanlar şehir dışında yaşıyorlar ve yaz aylarında hobi olarak çeşitli bir meyve veya sebzeler yetiştiriyorlar.Pirinç tarlaları, Yuanyang County, Yunnan, ÇinEl Dorado National Forest, Georgetown, California, ABDEdson, Kansas, ABDMerkezi eksen sulama alanları: Suudi Arabistan'daki bu dairesel örüntüler püskürtme makinesi tarafından sulanan ekinler tarafından oluşturulmuştur.La Plata: La Plata şehri mahalle mahalle ayrılmıştır. Paris’te 1889 Dünya Fuarı’nda yeni şehir “Geleceğin Şehri” ve “Daha iyi performans binası” olarak 2 altın madalya kazandı.Luecke Çiftliği: Teksas’ta bulunan Luecke Farm isimli çiftlik sahibinin soyadını göstermek için özel olarak ekilmiş ağaçlarla kaplıdır. Baştaki L harfi ile sondaki E harfi arasındaki mesafe yaklaşık 5 kilometre. NASA, Hubble teleskopuyla bu görüntüyü elde ettiBoca Raton, Florida, USASchönbrunn Sarayı, Viyara, Avusturya

Taş plakların kaldığı yerden Girizgah

$
0
0
Zekâi Dede, Nikoğos Ağa, Hacı Ârif Bey, Şevki Bey gibi klasik, Faiz Kapancı, Kaptanzâde Ali Rıza Bey, Artâki Candan, Osman Nihat Akın gibi Cumhuriyet dönemi bestecilerinin eserleri yeniden yorumlanarak Girizgah adlı bir albümde toplandı. Birbirinden özel besteleri Alaturka Records sanatçıları seslendiriyor.Girizgah Çift CD ve detaylı bir kitapçıktan oluşuyor. Çalışma; Taş plaklar devam etseydi toplu icra nasıl olurdu, ses sanatçıları ne şekilde şarkı söylerler, saz sanatçıları sazlarını hangi tarzda çalarlardı sorularına cevap niteliğinde. Aynı zamanda taş plaklardaki o sihirli havayı, ifadeyi, neş'eyi, hüznü anlatmayı başarmış bir albüm Girizgâh.Alaturca Records - Girizgah - Kalan MüzikSoner Köse, 'Ya Resulallah' diyorSoner Köse, müzikseverlerin özgün ve farklı çalışmalarıyla tanıdığı bir isim. Son dönemde Alvarlı Efe Hazretleri ile ilgili yaptığı çalışma büyük ses getiren sanatçı, Ya Resulallah isimli yeni albümüyle karşımızda. Ferdi Karameşe'nin müzik yönetmenliğinde hazırlanan albümde, sözleri Yunus Emre, Fethullah Gülen, Tuncay Akay ve Ferdi Karameşe'ye ait olan eserlerin müziklerinde de yine Köse ve Krameşe imzası yer alıyor. Ya Resulallah, müzikal altyapısı itibarıyla da Batılı ve güncel bir sese sahip. Albümdeki eserlerin derinliği, müzikal altyapısı ve Köse'nin özgün yorumu ile özellikle Ramazan'da hepimize iyi gelecek bir albüm.Soner Köse - Ya Rasulallah - DNK ProdüksüyonŞirin Pancaroğlu, Çeng ile tanıştırıyorŞirin Pancaroğlu, artık tüm dünyanın bildiği ve yakından takip ettiği bir arp sanatçısı. Sanatçı, son çalışması Çengnağme'de bizleri 17. yüzyılda tarih sahnesinden çekilmiş coğrafyamıza özgü bir kucak arpı olan çeng ile tanıştırıyor.Pancaroğlu, kendisi için özel olarak yeniden yapılan çeng ile geçmişten günümüze yepyeni besteleri müzisyen dostlarıyla birlikte çağdaş bir anlayışla yorumluyor. Tanbûrî Angeli, Kâtip Çelebi, Şeyh Sâdık Efendi Hz., Derviş Mustafa gibi geleneksel müziğimizden bestecilerin eserlerinin çağdaş bir bakış açısıyla yorumlandığı Çengnağme'de, günümüz bestecileri Bora Uymaz, Amin Mahyar Tafreshipour ve Şirin Pancaroğlu'nun besteleri de yer alıyor. Şirin Pancaroğlu - Çengnağme - Lila Müzik

İmparatorluğun taslağını çıkaran Sultan

$
0
0
Üçüncü Osmanlı Padişahı I. Murad, nam-ı diğer Gazi Hüdavendigar, imparatorluğun en stratejist hükümdarlarından. Yeniçeri Ocağı’nın kurulmasından sadrazamlık makamına kadar birçok yenilik onun zamanında kurumsallaşır. Vefatının 625. sene-i devriyesinde şahsını rahmetle anıyoruz.Tarihçilerin kutbu Halil İnalcık, I. Murad’ın ‘imparatorluğun taslağı’nı çıkaran padişah olduğunu serd eder. Osmanlı’yı Balkanlar’a taşıyan Sultan Murad, devletin üç kıtaya yayılmasının fikir babasıdır aslında. Vefatının 625. yılında, hikâyesini yeniden okuyalım: Üçüncü Osmanlı padişahı, I. Murad, nam-ı diğer Gazi Hüdavendigar, 29 Haziran 1326’da Bursa’da dünyaya gelir. Babası şehrin fatihi Orhan Gazi, annesi Yarhisar Tekfuru’nun kızı Nilüfer Hatun’dur. Ağabeyi Süleyman Paşa’nın gayretleriyle Rumeli’ye geçen Türk birlikleri, devletin sınırlarını Batı’ya doğru genişletmektedir. Lakin ağabeyi, 1359’da sürek avı esnasında, bir rivayete göre attan düşerek vefat eder. 1362’de babası Orhan Bey de Hakk’ın rahmetine kavuşunca devletin başına geçer. Anadolu erki, tam anlamıyla Osmanoğulları’nın eline geçmese de I. Murad, ‘Sultan’ unvanını kullanır. Bu aynı zamanda, 1243 yılında Kösedağ Savaşı’nda Moğollara mağlup olan Türkiye Selçuklularının otorite kaybından sonra İlhanlılara gösterilen biatin sonlandığı eyleme işarettir. 1361 yılında Edirne’yi fetheden Murad-ı Evvel için bu şehir, babası Orhan Gazi’nin düşündüğü gibi, Balkan seferlerini yoğun olarak yapma adına stratejik bir karargâh haline dönüşür. Müslüman ahali, hızla yeni zapt olunan bu verimli topraklara yerleştirilir. Sırp, Macar, Bulgar, Bosna ve Eflak prenslikleri, klasik tabirle Osmanlıları Balkanlar’dan atmak ve bir daha hudutlarına gelme cesaretlerini kırmak için bir araya gelir. Sırpsındığı’nda 12 bin kişilik Türk ordusu, 30 bin kişilik Haçlı ordusunu hezimete uğratır. Sırpsındığı’nın intikamını almak isteyen Sırplar, 1371’de Çirmen’de yine mağlup edilir. Böylece tarih yazımında Avrupa için hiçbir zaman hazmedilemeyen ve daima kaçınılan ‘Türk korkusu’ başlamış olur.Osmanlı’nın devlet modeliMurad-ı Evvel, Bursa’yı babasından mülhem, Orhan Bey şehri Hisar dışına taşımıştı. Devlet sınırlarıyla paralellik arz eden bu genişletme, şehrin eksenine yeni yüzler ilave eder. Böylece kendi adıyla tesmiye olunan Hüdavendigar Külliyesi vücuda gelmeye başlar. 1363-1366 yılları arasında Çekirge semtinde yükselmeye başlayan külliye, içinde barındırdığı cami, medrese, imaret, çeşme ve hamam ile selamlar Bursa ovasını. Şehrin fetihten önce de en eski mahalleleri arasında yer alan bu yer, külliyenin ilk eseri olan cami yapımıyla ruhaniyetli bir çehreye bürünmenin saflığı içine girmiş olur. Altı cami, üstü medrese olan bu ibadethane, her haliyle eşsiz bir tecrübe olarak Türk mimarisindeki yerini alır. Caminin bir başka özelliği ise Osmanlı döneminde ilk Türkçe hutbenin burada okunmuş olmasıdır. Prof. Dr. Mefail Hızlı, söz konusu halin 1911 yılına kadar devam ettiğini belirterek, “Haziran ayı içinde bir hatibin girişimiyle Bursa’da ilk kez bir cuma hutbesi Türkçe okunabilmiştir. Hüdavendigar Camii’nde hatip önce hutbeyi Arapça olarak aktarmış, daha sonra mesaj kısımlarını Türkçe olarak da cemaate anlatmıştır.” diyor.Birinci Murad, babasının devlet modelini daha öteye taşır. Askerî alanda mühim uygulamaları yürürlüğe koyar. Buna göre; Sırpsındığı Zaferi’nden sonra pençik sistemini uygular. Savaşlarda elde edilen esirlerin beşte birinin asker olarak istihdam edilmesi demek olan pençikte, ganimetlerin beşte biri devlet hazinesine aktarılırken geri kalanlar savaşa katılan askerler arasında pay edilir. Gayrimüslimlerin çocuklarından müteşekkil Yeniçeri Ocağı yine bu devirde kurulur. İlk kez kazaskerlik ve defterdarlık makamı kurulur. Vezir-i azam yine Birinci Murad döneminde devlet kanadında yerini alır. ‘Ülke hanedanın ortak malıdır’ anlayışını daraltan Sultan, ‘Ülke hükümdar ve oğullarının ortak malıdır’ hükmünü getirir.Balkanlar’ın mührü: 1389 Kosova SavaşıSultan Murad’ın asıl gayesi, Balkanlar’da muktedir olarak kalıcı hale gelmektir. Müslüman kültürünü sürekli hale getirmek için fütuhatı, Avrupa üzerine yapar. Roma İmparatorluğu’nun vârisi Bizans’ın hareket alanını daraltan ve fazla ileri giden bu Türk beyliğine, kesinkes had bildirmenin zamanı gelmiştir. Balkan Krallıkları Sırp Despotu Lazar komutasında bir araya gelir. Muharebe başlamak üzeredir. Aynı zamanda vezir olan Çandarlı Ali Paşa’nın kumandanlık ettiği Türk askerleri, ilk icraat olarak Bulgarları saf dışı eder. 28 Haziran 1389’da Gazi Hüdavendigar Sultan Birinci Murad’ın önderliğindeki Osmanlı ordusu ile Sırp Komutan Lazar’ın başını çektiği Balkan ordusu Kosova’da karşı karşıya gelir. İslam ve Haçlı orduları artık karşı karşıyadır. Muharebe kılıç ve okların gölgesinde başlar, güneş gözlerini kapayıncaya kadar da devam eder. Sultan’ın duası kabul olmuştur. İslam’ın bayrağı yere düşmemiştir ama Haçlıların Türkleri Balkanlar’dan atma hayalleri suya düşmüştür. Osmanlılar, Avrupa tarihine yüksek perdeden dâhil olmuştur artık. Gazi Hüdavendigâr, muzaffer bir kumandan olarak savaş meydanında dolaşmaya çıkar. Müslüman olmak ve Sırp devletinin sırlarını vermek istediğini belirten Miloş Kabiloviç, Sultan’ın yanına yaklaşır. Tam o sırada İslam padişahını kalbinden hançerleyerek şehid eder. Katıldığı 37 savaşın hiçbirini kaybetmeyen bir Gazi olarak etrafındakilere son kez, elini uzatacak kadar yakınlaştığı öte âlemden devşirdiği şu cümleyi heceler: “Attan inmeyesüz!” Birinci Murad’ın iç organları bugün Kosova’nın başkenti Priştina’da bulunan ve ‘Meşhed-i Hüdavendigar’ diye anılacak yere gömülür. Cesedi mumyalanarak oğlu Yıldırım Bayezid’in yaptırdığı Çekirge’deki türbeye defnolur. Hem Balkanlar’da hem Anadolu’da türbesi olan ilk Osmanlı padişahı olan Murad-ı Evvel, iki yerde de huzur içinde yatıyor, hem de sınırların, vizelerin ve pasaportların olmadığı ülkelerinde.

Turistler, Yörüklerin yerleşik hayata geçişini eşyalarından öğreniyor

$
0
0
Avrupalı halk bilimcileri, akademisyenler, yüksek lisans ve turistlerin Yörüklerin göçebelikten yerleşik hayata geçişlerini Manavgat'ta öğreniyor.Avrupalı halk bilimcileri, akademisyenler, yüksek lisans ve turistlerin Yörüklerin göçebelikten yerleşik hayata geçişlerini Manavgat'ta öğreniyor. İki yıl önce Antalya'nın Manavgat ilçesine bağlı Evrenseki Mahallesi'nde açılan Evrenseki Kültür Evi, Anadolu'da bulunan en kapsamlı Yörük-Türkmen hayatını yansıtan kültür evi unvanına sahip. Kültür evinde 10 asırlık Yörük-Türkmen hayatını anlatan 3 bin 200 eşya bulunuyor. Eşyaları, halk bilimci Hüseyin Kök, 4 yıl içinde Antalya ve Manavgat'ın Yörük köylerini tek tek dolaşarak toplamış. Kültür evinde en eski eşya, Yörüklerin düğünlerinde keşkek yapmak için buğday dövmede kullandığı 10 asırlık dibek taşı.Yörüklerin bölgede yerleşik hayata geçmesini ise 5 asırlık at yardımıyla kullanılan yuvarlak zeytinyağı sıkım taşları anlatıyor. Kültür evinde karasaban, 3 asırlık elekler, 6 asırlık keçi kılından örme aba, kıl çadır ve kilimler de yer alıyor. İpekten yapılma gelinlik ise folklor araştırmacısı Hüseyin Kök'ün annesine ait. Evrenseki Kültür Evi kurucusu Hüseyin Kök, Yörük-Türkmen eşyalarını 4 yıl gece gündüz köy köy dolaşarak topladığını söylüyor. Yörük hayatını anlatan Türkiye'nin en kapsamlı kültür evinin Manavgat'ta olduğunu anlatan Kök, "Kültür evi çalışmamız bir nevi iğne ile kuyu kazma çalışması gibi oldu. Anadolu'nun en kapsamlı ve görkemli kültür evini yaptık. Aynı zamanda Yörüklerle bilinen yanlış bilgilendirmenin önüne geçtik." diyor. 6 AYDA BİN 100 TURİST VE HALK BİLİMCİ ZİYARET ETTİEvrenseki Kültür Evi Müdürü Rukiye Barut, kültürevlerini 2014 yılının ilk 6 ayında bin 100 Avrupalı turist, akademisyen, yüksek lisans öğrencisi ve halk bilimcinin ziyaret ettiğini söyledi. Kültürevlerine gelen yabancı konuklara İngilizce, Almanca, Rusça, Fransızca ve Felemenkçe dillerinde bilgilendirme yaptıklarını belirten Barut, Alman, İngiliz, Hollanda, Fransız ve Norveçli halk bilimcilerin yoğun ilgi gösterdiğini ifade etti. Kültür evlerini ziyaret eden yerli ve yabancı turistlerin Yörüklerle ilgili önyargılarının önemli ölçüde kırıldığını anlatan Barut, "Yörüklerin göçebe ve yerleşik hayata geçişlerinde kullandıkları çoğu eşya kültür evimizde mevcut. Gayemiz bu kültürel mirası hem gelecek nesillere aktarmak hem de yerelden evrensele taşımak." dedi. Tarihçi-yazar Hasan Kırtı, Toroslara Türkmenlerin gelmesinin Sultan Alparslan'ın 1071 Malazgirt Zaferi sonrası başladığını ifade etti. Yörüklerin, Toroslar'da varlığının 11'inci yüzyıldan sonra daha etkin olduğunu ve Oğuzların Kayı, Salur, Karakeçili ve Evrenseki Yörükleri'nin mesken tuttuğunu anlatan Kırtı, 15'inci yüzyılın ortalarına doğru tarımla uğraşmaya bağlı yerleşik hayata geçişlerin başladığını kaydetti. Sinema ve tiyatro oyuncusu Sümer Tilmaç da kültür evi Yörük-Türkmen hayatının en doğru şekilde anlatılması adına güzel bir çalışma ürünü olduğunu söyledi. Kültür evini ziyaret edince geçmişe yolculuk yaptığını anlatan Tilmaç, "Maalesef ülkemizde turistik yörelerde turistlere eğlence amaçlı dansöz oynatılması bile Yörük kültürü diye tanıtılıyor. Evrenseki Kültür Evi bu yanlışlığı düzeltmeye en güzel örnek bir yer. Kültürümüzün anlatılması için bu tür kültürevlerine daha fazla ihtiyaç var. " İngiliz halk bilimci Tony Schweizer, Türkiye'de 8 yıldır Yörükler üzerinde araştırma yaptığını, bugüne kadar en kapsamlı bilgi ve görsel eşyaya Evrenseki'de rastladığını ifade etti. Çalışmalarını ekim ayı içinde kitaplaştıracağını anlatan Schweizer, Yörük hayatının doğru anlatılması için kültür evinin Avrupa ülkelerinde iyi tanıtılması gerektiğini belirtti.Evrenseki Kültür Evi'ni Brüksel'de yaşayan bir arkadaşının Manavgat'a tatile geldiğinde ziyaret etmesi sonrası etkilenmesi sonrası tavsiyesi üzerine Antalya'ya geldiğini anlatan Belçikalı halk bilimci Marinne Rigger, Yörüklerin doğal ve otantik yaşamını şekillendiren asırlık eşyaları görünce heyecan duyduğunu dile getirdi. Rigger, kültür evinin Avrupa'da tanıtılması sonucu Evrenseki'nin kültür turizminde İtalya'nın bazı şehirleri gibi öne çıkacağını vurguladı. SEEP PİONTEK, BURADA ÇOCUKLUĞUMU BULUYORUMTürkiye A Milli Futbol Takımı'nın eski teknik direktörü Sepp Piontek, Evrenseki Kültür Evi'ni 2 defa ziyaret ettiğini ve asırlık Yörük-Türkmen eşyalarını görmenin sevincini yaşadığını söyledi. Almanya, İtalya, Fransa, Portekiz, Hollanda, Avusturya, Norveç ve İsveç gibi ülkelerde bu tarz bir kültür evine rastlamadığını anlatan Piontek, kültür evinde tarihî eşyaları görünce geçmişe yolculuk ederek, çocukluk yıllarının doğal hayatına özlem duyduğunu dile getirdi. Piontek, hayran kaldığı kültür evi ile ilgili şu bilgileri verdi: "Her Antalya'ya gelişimde Evrenseki Kültür Evi'ni ziyaret ediyorum. Sergilenen eşyaları görünce doğal hayata karşı özlemim artıyor. Her birinde hayat hikâyesi olan bu eşyalar benim benim için önemli. Bugüne kadar ziyaret ettiğim ve Türkmen kültürü hakkında en kapsamlı bilgi sahibi olduğum yer burası oldu."

İstanbul’a kim gelmişse şehir onu fethetmiştir

$
0
0
İstanbul’un cazibesini tanımak için çok uzaklara gitmeye gerek yok. Ege’nin karşı kıyısından buraya gelip yerleşen eski diplomat Vana Stellou, şimdi Rumca yayın yapan İho Tis Polis radyosundan tüm İstanbul sevenlere sesleniyor.İstanbul’un toplar damarıdır İstiklal Caddesi. Nerede bir düşkün, bezgin, solgun, geçkin, göçkün olsa toplanır gelir. O biteviye nikbinlik sevince, gülünçe, bilince, öğünce tebdil olur burada. Nasıl diye sormaya fırsat bulmadan, kalabalığın akıntısına katıldı mı o terslik düzlüğe, serkeşlik sükunete kavuşuverir. Cadde-i Kebir’in bir yanında dilenen çaresizleri görürseniz, başınızı diğer yana çevirin. Elinde cümbüşüyle mütebessim bir çehre karşılar sizi. Bir cadde düzleminde ortak bir uğultudur hasıl olan. Uzayıp giden ses bulutuna kulak kabartırsanız şayet, o sesler tek tek çalınır kulağınıza. Türkçe, İngilizce, Arapça, Rumca, Ermenice hiç fark etmez. Her bir kültür öz benliğiyle İstiklal Caddesi’nin muhayyel kalıbına girmiş, şehrin bir ses dekoru olmuştur artık. Şimdi buradan, yani caddenin bütün kimliğinden biraz köşelere yakınlaşalım. Derinden ve mütemadiyen çıkan bir sese yöneliyoruz. İstanbul merkezli İho Tis Polis radyosu, bu şehrin ayrılmaz bir cüzü sayılan Rumcanın rengini ve neşesini sunuyor dinleyenlerine. 2012 yılında kurulan radyo istasyonu İstanbul’dan yükselerek tüm dünyadaki Grekofon kitleye hitap ediyor. Harfi harfine çevrildiği zaman şehrin yankısı anlamına geliyor İho Tis Polis. Buna mukabil “Şehrin Sesi” diyerek de tabir etmek mümkün Türkçede. Radyo, geçtiğimiz bu sene mayıs ayında iki yaşını doldurdu. Gazeteci Hristos Vasiliadis ve Andrea Rombopoulos’un iştiraki ile kurulmuş olan radyo, Türkiye’nin ilk ve tek Rumca yayın yapan radyo istasyonu vasfını koruyor. Rumca haberler, rembetiko türküler, pop şarkılar ve muhtelif konulu sohbet programları var yayın akışında… İho Tis Polis, tam da biraz önce tarif ettiğimiz yerden, polis’in (şehir) tıpkı bir gizli özne gibi içine saklanmış İstiklal Caddesi’nden şehrin nabzını yokluyor. Eh dışarıdan bu kadar tarif ettikten sonra dışarıda kalmak olmaz, bir de burayı ziyaret etmek gerekli. Cadde’nin akıntısından kurtulup arkadaki sığ sokaklara yöneliyoruz. Cadde-i Kebir’in Büyükparmakkapı Sokak’la birleştiği yerde, radyonun programcılarından Vana Stellou karşılıyor. Telefondaki beş dakikalık sohbet ile 40 yıllık dost olduğumuz pürneşe tavrıyla rehberlik ediyor bize. Sokağın sonuna vardığımızda 19. asırdan kalma aşı boyalı kadim bir bina karşılıyor bizi. Vaktiyle hastane ve bakımevi vazifesi görmüş bu binanın ilk katında Türkiye’nin köklü spor kulüplerinden Beyoğluspor’un arması selamlıyor gelenleri. Mermer basamaklarından çıkarken bir nostalji koridorundan geçiyoruz adeta. Radyonun mütevazı stüdyosuna giden koridorlar, siyah beyaz fotoğraflardaki sporcuların zafer sarhoşu olduğu günlerden kalma. Vana Stellou, binanın geçmişini anlatırken, bu arada kendi hikâyesinden de bahsediyor hafif hafif. 2010 yılından beri yaşadığı şehir olan İstanbul’u sevip, yerleşmesi pek sıra dışı olmasa da İstanbul’u tarif ettiği cümleler zihne kazılacak türden. Uzun uzun konuşmadan önce şöyle diyor Stellou: “İstanbul tam anlamıyla bir şehir. Tarih boyunca onu fethetmek için her kim gelmişse, İstanbul onu fethetmiş, gönlünü çalmıştır bir kere. Ben de böyle bir sevgi ile burada kalmaya karar verdim.”Dünyayı gezdi İstanbul’a yerleştiAynı katta İstanbullu Rumların uzun soluklu gazetesi İhotis’in editöryası var. Eski tarz yüksek pencerelerden içeriye süzülen ışıkla aydınlanan odaların birine kurulmuş stüdyo. İstiklal Caddesi dar bir aralıktan görünüyor. Radyonun alamet-i farikası sayılacak geniş bir pano, kenarda ayaklı dikiş makinesi… Genişçe ahşap bir masanın üzerine kurulmuş, ekran ve yüksekten inen bir mikrofon… İşte dünyaya ulaşmanın o kadar da zor olmadığını gösteren bir tablo. Bu mütevazı duruşun diğer ucunda yeryüzünün dört bir yanından kulak veren dinleyiciler var. Almanya, İsveç, Amerika Birleşik Devletleri ve hatta Avustralya… Tıpkı Türkler gibi gurbete giden Rumların ortak noktası İstanbul’dan sevinci ve hicranı paylaşıyor Stellou. Bu topraklardan ayrılmak zorunda bırakılan binlerce insanın geçmişle olan köprüsünü kuruyorken, kalıcı dostluklara da yelken açılmış. Henüz iki yaşındaki radyonun tüm dünyadan 22 bin civarında takipçisi varmış. Türkiye’nin her yanından gelen tebrik ve iyi niyet mesajları yıllar yılı öğrenilmiş düşmanlığı eritir olmuş. Van’dan Gaziantep’e, Erzurum’dan Edirne’ye kadar geniş bir Türk dinleyicisine hitap ediyor IHO. Ne konuştuklarına gelince “insanlık mühim olan” diyor Vana. Siyasi gündemin o bıçkın tavrına kapılmadan, insanların ortak dertlerini danışıp konuştukları bir dert dinleme odası olmuş Vana Stellou ile Mes Tis Polis Ta Stena. Üzüntüler, dertler, kederler dünyanın neresine gitseniz aynı diyor. Her gün 12 ile 14 saatlerinde mikrofonun önüne geçince hem kendi için hem hayata sarılacak ortak değerleri konuşuyorlar. Ara sıra can sıkıcı mesajlar da alsa, aşırı milliyetçi, kırıcı, mütecaviz dinleyicilerle de karşılaşsa, takılıp kalmadan sohbete devam ettiğini ifade ediyor. Samimiyet onun vazgeçilmezi. “İnsanlar bunu hissedince yumuşuyorlar.” diyor.Şehri tanımak vakit isterVana, Yunanistan Dışişleri Bakanlığı’nda yirmi yıldan fazla çalışmış, dünyanın birçok ülkesinde yaşamış. İlk defa 2010 senesinde geldiği İstanbul’da uzun vakit kalamaz. Ne varki zihninin ucunda bir resim yer etmiş ve İstanbul’un tadını almıştır bir kere. Bir sonraki gelişinde birkaç gün ister bakanlıktan, sonra birkaç gün daha, derken bu şehir kaçınılmaz olur kendisi için. İzmir göçmeni bir babanın evladı olduğundan bu toprakları yabancılamaz. Sonra istifa edip İstanbul’da yaşamaya karar verir. Andrea Rombopoulos’un program teklifi gelince, biraz düşünür ve kabul eder bu gönüllü program işini. Bir şartı vardır, bana bu şehri tanımam için vakit vereceksin der. Kendi gibi samimi insanlardan oluşan çevresinde kendisini hiçbir vakit pişman etmeyecek karşılıklı güven zemini oluşunca, ömrü boyunca burada kalacağına inanır. Radyodaki programlarına pek çok tanınmış isim konuk olur. Onların deneyimlerini aktarırken de bilhassa Yunanistan’daki dinleyici kitlesi günden güne artar. Ege’nin karşı kıyısından buraya gelenlerle sosyal projeler gerçekleştirir. Yatırım yapmak isteyen şirketlerine aracılık eder ve zaman içinde büyük bir ağ elde eder. Onunla sohbet ederken söz dönüp dolaşıp İstanbul’un verimli yaşamına geliyor. Buradaki etkileşimden çokça nasiplenmiş Vana. “Burası bir şehir.” diyor. “Hiçbir şehirde hissetmediğim duyguları yaşattı İstanbul bana. Büyüdüğüm şehirden bile fazlası belki. Yüzyıllarca medeniyet merkezi olmuş, bu yüzden bir kızıl elma gibi duruyor karşımızda. İstanbul coğrafyası ise bu doğup büyüyen medeniyetlere bir zemin teşkil etmiş. Kim buraya gelmişse, şehir onu fethetmiştir.” sözleriyle duygularını ifade ediyor.

Kültürel dönüşüm

$
0
0
Fabrika binaları nedense soğuk ve itici gelir insanın gözüne. Aralarında hiç sevileni var mıdır bilinmez ama dönüşüm geçirenleri bu algıyı yıkacağa benziyor. Endüstriyel üretimden sıkılmış olacaklar ki fabrikalar üretim tipini değiştirdi; bazısı artık müze, bazısı üniversite...Kültürel miras deyince hepimizin aklına hanlar hamamlar, konaklar saraylar, kitabeler, anıtlar gelir. Peki ya fabrikalar? Fabrikadan kültürel miras mı olurmuş demeyin. Uzun yıllardır atıl ve metruk durumda olan bu binalar, kış uykusundan yavaş yavaş uyanıyor. Kimisi müze oluyor, kimisi üniversite. Özellikle Osmanlı döneminden kalan, kimimize soğuk gelen bu binalar artık endüstriyel değil kültürel üretim yapıyor. İşte müzeleştiril(mey)en fabrikaların sergüzeşti:Cibali Tütün FabrikasıTürkiye’deki fabrikaların tarihi Osmanlı Devleti’nin son dönemine uzanıyor. İlk fabrikalar 19. yüzyılda inşa ediliyor. Bunların öncesinde İstanbul’da Tophane-i Amire, Tersane-i Amire ve Azadlı Baruthanesi gibi birkaç endüstri tesisi bulunuyor. Sanayileşme İstanbul merkezli geliştiği için imparatorluk coğrafyasındaki fabrikaların neredeyse yarıdan fazlası başkentte ve çevresinde yer alıyordu. Bunlar enerji, gıda, giyim, dokuma, deri, toprak, ağaç ve kimya endüstrisine ait imalathanelerdi. 20. yüzyılın başlarında İstanbul’daki fabrika ve imalathanelerin sayısı 256’ya ulaşmıştı. Cumhuriyet döneminde ise sanayileşme hareketleri ile fabrikalar sayısı arttı. Ancak bunların sayısı ve bugün ne durumda oldukları pek bilinmiyor. Şehrin en eski endüstri bölgelerinden Haliç’tekileri 1980’li yıllarda dönemin İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Bedrettin Dalan yıktı. Bundan Cibali ve Feshane ile Eyüp’te bir tuğla fabrikasının yalnızca bacası sağ kurtulabildi. Gerisi sizlere ömür. Şanslı olanlar yeniden fonksiyonlandırıldı. Kimisi müze oldu, kimisi fabrika. Diğerleri ise ya atıl durumda ya da rezidans ve konut projelerinin ellerinde.Silahtarağa Elektrik SantraliSantral kültür üretiyorFabrikadan müzeye dönüşen binalardan biri Santralİstanbul. Silahtarağa Elektrik Santrali, Osmanlı Devleti’nin kent ölçekli ilk elektrik santrali. İstanbul’da hidroelektrik güç elde etmeye uygun su kaynağı bulunmadığı için kömür yakıtlı inşa edilen tesis, Haliç’te kurulduğu 1914’ten 80’lere kadar kente elektrik sağlıyor. Burada üretilen elektrik önce tramvaylara ve sultanın oturduğu Dolmabahçe Sarayı’na veriliyor. Ardından evlere dağıtılıyor. Önce Suriçi ve Pera gibi semtlere, 1926’da Boğaz’a sualtı kabloları döşenerek Anadolu yakasına ilk defa elektrik veriliyor. Çatalağzı ve Ambarlı termik santrallerinin kurulmasının ardından Santral’in İstanbul’un elektrik dağıtımındaki payı azalıyor. Türbin ve kazanlarının yıpranması ve Haliç’i kirlettiği için 1983’te kapatılıyor. Köhne ve metruk durumda olan santral 20 yıl atıl kalıyor. 2004 yılında Bilgi Üniversitesi’ne devredilen bina 2007’de Santralİstanbul projesiyle bir çağdaş sanatlar müzesi, kültür ve eğitim merkezi haline getirildi. Tesisin bulunduğu alana galeri, enerji müzesi, kütüphane, sanatçı, mimar ve tasarımcıların ağırlanacağı konuk evi, üniversitenin eğitim binaları ve yeşil alanlar bulunuyor. Santralİstanbul açıldığından itibaren 20 binden fazla sergiye, çeşitli festival, konferans ve açık hava aktivitelerine ev sahipliği yaptı.Lengerhane, tersaneEski Tekel FabrikasıLengerhane ve Hasköy Tersanesi Haliç kıyılarında müzeye dönüşen Lengerhane ve Hasköy Tersanesi, Türkiye’nin ilk sanayi müzesi. Lengerhane Osmanlı’da gemiyi sabitlemek için denize atılan zincir ve ucuna tutturulan çapanın üretildiği yer. Hasköy’de Tersane-i Amire’ye bağlı olan Lengerhane ilk olarak 18. yüzyılda III. Ahmet devrinde kuruluyor, III. Selim zamanında ise onarımlar yapılıyor. Cumhuriyet’e kadar esas vazifesini idame ettiren imalathane Cumhuriyet’in ardından Cibali Tütün Fabrikası’na tesis edilerek ispirto deposu olarak kullanılıyor. Bir süre metruk durumda kalan bina 1991’de Rahmi Koç Müzesi’nin girişimleriyle restore edilerek müzenin bir parçası oluyor. Bu bölümde Boğaziçi Üniversitesi Kandilli Rasathanesi’ne ait araştırma aletleri, tarihi ulaşım araçları, oyuncaklar, matbaa makineleri, iletişim aletleri sergileniyor. Rahmi Koç Müzesi’nin sergi alanlarından biri olan Hasköy Tersanesi ise 1861’de Şirket-i Hayriye vapurlarının bakım ve onarımı için inşa ediliyor. Zamanla genişleyen tersane müzeye devredildiğinde 14 bina, marangozhane ve kızaklardan oluşuyordu. Lengerhanenin karşısında bulunan tersanede bugün denizcilik koleksiyonu, bilgisayar tarihine ait objeler, motosiklet ve bisikletler, at arabaları, kağnılar, klasik otomobiller, tarımla ilgili objeler ve su altı koleksiyonu yer alıyor. Cibali Tütün Fabrikası Şarkıcı Alpay’ın Fabrika Kızı ve Mahmut Yesari’nin Çulluk romanına ilham kaynağı olan fabrika, Fatih’in bir zaman yangınlarıyla ünlü Cibali semtinde yer alıyor. Bugün Kadir Has Üniversitesi Cibali Kampüsü olarak kullanılıyor. Endüstri tarihimizin ilk mimari eserlerinden biri olan tütün fabrikası, 1884 yılında ‘Reji İdaresi’ne bağlı olarak inşa edilir. Reji ya da Tütün Rejisi olarak da bilinen idare, Osmanlı Devleti’nin borçlarına karşılık belli kaynaklarına el koyan Duyun-u Umumiye’ye bağlıdır. 1925’te lağvedilene kadar da Cibali’deki fabrikanın gelirlerini toplar. Bu tarihten sonra ise Türkiye Cumhuriyeti’ne geçer. 1995 yılına kadar da üretime devam eder. 2002 yılında ise Kadir Has Vakfı tarafından alınarak üniversiteye dönüştürülür. Restorasyon sırasında tarihi binanın altından çıkan Osmanlı dönemi hamam kalıntısı ve Bizans dönemi su sarnıcı Rezan Has Müzesi olarak ziyarete açılır. Cibali Tütün Fabrikası’na ait belge ve objeler de bu müzede sergileniyor. Müze fabrikalar Fabrikalar dönüşüm geçirerek sadece kültür üretmiyor. Bazıları müzeleştikten sonra müze-fabrika olarak endüstriyel üretime devam ediyor. Yıldız Çini Fabrika-i Hümayunu ve Hereke Halı ve İpekli Dokuma Fabrikası bunlardan ikisi.Endüstri arkeolojisi Müzeleşen, müzeleşemeyen ya da hem kültürel hem de endüstriyel varlık olarak ikili yaşam süren fabrikalar, aslında endüstri arkeolojisinin alanına giriyor. Endüstri arkeolojisi atıl durumda olan, kaderine terk edilen endüstri binalarını orijinal halleriyle korumayı amaçlayan bir disiplin. Endüstri kültürünün somut ve soyut bütün kalıntıları, yapıları, makineleri, belgeleri, üretim biçimi, altyapının, işçilerin yaşadığı konutlar ve sosyal tesisleri ve bunların kent içindeki yerleşimlerini ve tarihselliğini ele alıyor. Dünyada 1950’lerden beri önem kazanan endüstri mirası ve bunların korunması Türkiye gündemine 1990’larda giriyor. Üsküdar Elektrik, Unkapanı Un, Kasımpaşa Un, Bakırköy Bez, Korse, Beykoz Deri ve Kundura, Yunus Çimento, Haznedar Tuğla, Paşabahçe Tuğla ve Kiremit, Şahbaz Agiya Tuğla, Küçükçekmece Kibrit, Sabuncuzade Şakir Sabun fabrikaları ve Beykoz Dikimhanesi endüstri mirası örneklerinden bazıları.RezidansEski fabrikaların hepsi müzeleşenler kadar şanslı değil. Kimisinin sonu da rezidans olarak bitiyor.Mecidiyeköy’deki eski Tekel Likör Fabrikası da bunlardan biri. 1930’larda Mustafa Kemal’in direktifleriyle kurulan bina, Ali Sami Yen Stadı’nın yanında yer alıyordu ve koruma altındaydı. Maça gidenlerin buluşma noktası olan bina, uzun bir süredir kullanılmıyordu. Stadın taşınmasının ardından binanın da kaderi değişti. Her ne kadar restore edileceği söylense de binanın yerinde şimdi yeller esiyor. Bu konu basında tartışmalara da konu oldu. Mecidiyeköy Köprüsü’nün üzerinden geçerken bölgede göze çarpan iki yeşil alandan biriydi. Fabrikanın büyük de bir bahçesi bulunuyordu. Şimdi bu alanda rezidans yükseliyor.

Dindar kadının ‘sessizliğini’ anlatıyorlar

$
0
0
Siyasi tartışmaların tarafı veya malzemesi olarak medyada gördüğümüz dindar kadın yazarların edebi metinleri üzerine bir doktora çalışması yapıldı. Elifhan Köse’nin çalışması kitap olarak piyasaya çıktı. Köse, ‘dindar kadın edebiyatı’nın hidayet romanlarından farklı olduğunu söylüyor.Dindar kadın edebiyatı sizce “sessizliği söylemek” midir?Dindar edebiyatın derdi olan meseleleri benim nezdimde en özetleyici tanımlardan biriydi, “sessizliği söylemek”. “Sessizlik” dindar kadınların edebiyatında sürekli karşılaştığım ortak bir tema. Bir gerilim hattı olarak ‘sessizlik’i doğuran şey, münasip kadının temel koşullarından ve beden terbiyelerinden biri olarak dindarlığı aşan bir kuramsal tartışma hattına sahip. Ve dindar kadın edebiyatı da sükut etme ve belli ki bunun yaratımı olan çoğu zaman iç konuşmalarla ilerleyen öykü örgüleriyle sessizliği söylemeye çalışıyor.Daha önce dindar kadın edebiyatına dair çalışma olmuş mu?Benzer makalelere rastladım, yazarlar nezdinde tekil değerlendirmelere… Ancak bir tür olarak inceleyen hiçbir metin karşıma çıkmadı.Sizi böyle bir incelemeye iten sebep neydi?Halide Edip ve Semiha Ayverdi okumuştum bolca. Sonra bir ara Farsçamı geliştirmek üzere bir İran yolculuğu yaptım iki binlerin başında. O sıra bir arkadaşımın vasıtasıyla İran’da yaşayan Cihan Aktaş’ın metinleriyle tanıştım. Cihan Aktaş’ta 70 yıllık araya rağmen Halide Edip’teki ‘ahlaklı kamusallık’ arayışının olduğunu görmek beni etkiledi. Ayrıca en çok da Cihan Aktaş’ın ve Yıldız Ramazanoğlu’nun öykülerini okumaktan edebiyatı seven biri olarak zevk de aldım, akademik bir iş değildi sadece. Diğer yandan Türkiye’de bir başörtüsü gündemi vardı; ama kendi adıma tartışmalarda bölünen taraflardan birinden olmam pek kolay görünmüyordu. Aslında tam olarak hiçbir şey beklemeden, bir seyir gibi ilerlediğim ve tezlerden beklenenin aksine herhangi bir sonuç çıkarmaya çabalamadığım bir çalışmadır.Dindar kadın edebiyatı diye bir ayrım yapmak doğru mudur? Diğer kadın yazarlar için din dışı kadın edebiyatı demek mi gerekir bu durumda?Aslında bu ad koyma eylemi/cesareti bir isim verme kudretini benimsediğinden değil hidayet romanlarının halen egemenliğinin sürdüğü bir zeminde incelediğim yazarların ürünlerini ayırt etme zorunluluğundan kaynaklanıyordu. Ad koyarak ancak bu yazar grubunu bir “edebi tür” olarak tanımlayabilecektim. Dolayısıyla bence isim tartışılabilir, her şey gibi tartışılmaya muhtaçtır hatta. Sadece dikkat çekilmeli yeniden: Yazarların hepsi kadın ve dindar kadınların kahraman ya da anti-kahraman olduğu özellikle dindarlığın sorgulamaya alındığı öyküler yazıyorlar. Dolayısıyla ad çalışmayı karşılıyor. Din dışı edebiyat değil de örneğin sol kadın edebiyatı diye bir tür de olabilir ve üzerinde çalışılabilir. Kendi düşünce evrenimde bunun bir sakıncası yok.Bu başörtülü kadın yazarların metinlerine dair edebiyat çevrelerinde görmezden gelme, “sükut suikastı” var mı?Çalışmamda ele alınan yazarların edebi dilleri güçlü ve bu açıdan etkileyici çalışmalar veriyorlar. Hatta TYB ödülleri olduğunu da biliyoruz. Bir önemli nokta ise çok üretkenler, sürekli yazıyorlar ve görmezden gelinemeyecek kadar çok kitapları var. Edebiyat çevrelerine hâkim değilim elbette ama bunca çok ve etkileyici yazan dindar kadınların görece geri planda olduğu görülebilir. Çevreme sorduğumda da özellikle muhafazakâr çevreden olanların neredeyse hepsi örneğin Ahmet Günbay Yıldız’ı okumuştu, ama Cihan Aktaş’ı duymayanlar da o kadar çoktu. Bu benim kişisel gözlemim.Türkiye’deki kadın yazarlar diğer İslâm ülkelerine göre daha muhafazakârTürkiyeli dindar kadın yazarların kadın/aile/modernite/feminizm gibi kavramlara bakışları diğer Müslüman ülkelerdeki kadın yazarlardan farklı.Bahsettiğiniz ülkelerde İslâmî feminizm gibi bir kabullenilmiş kavram var. Bu kavram bu topraklarda doğmadığı gibi görülüyor ki kendine gelişecek zemin de bulamadı. İslâmî feminizmde İslâmî geleneğe ilişkin çok daha açık seçik kadın hakları zemininde bir tartışma var. Bu ataerkilliği sorgulayan açık dil, Türkiye’de yok. Hidayet Şefkatli Tuksal ve Halime Toros’u bir tarafta tutarsam dindar kadınlar çok daha muhafazakârlar. Ancak diğer yandan bu eleştiri kolay da bir şey olmasa gerek, katledilen Gonca Kuriş’i mutlaka anmalı.Bu yüzünden mi feminizme mesafeli duruyorlar?İnsanlar kendini feminist olarak tanımlamak zorunda değil elbette. Zaten Türkiye’de malumunuz feminist olmak ve kendini böyle tanımlamak hiç de iyi bir şey değildir. Türkiye’de sol ya da sağ bütün düşüncelerin ayıp ve kabullenilemez noktasıdır feminizm. 70’lerden itibaren hem İslâmcılık yazınında hem de hidayet romanlarında mütedeyyinliğe karşı “serbest ve açık kadınlar”ın öteki olduğu bir anlatı var. Bu dilin dindar kadınlar tarafından inceltilerek “feminizm” sorununa dönüştüğünü gördüm. Yani Batıcı modernitenin pejoratif yükle dolu ne kadar abartılı taşkınlığı varsa bu yükü artık feminizm yükleniyor. Ancak dindar kadın edebi türünde çatışılan öteki diğer kadınlardan çok erkeğe kaymış.Dindar kadın edebiyatında erkekler neden silik/güçsüz?Dindar kadın edebiyatında erkeklerin yeri nedir? 2000’lerde ahlaki özne erkekten kadına mı geçiyor?Cumhuriyetin kurucu modernitesinin din politikası onu kamusal alandan çıkararak özel alanla sınırlamak oldu. Bu anlamda zaten kamusal alanda daha çok olan erkeklere karşı, daha korunaklı ve dokunulamaz olan ev içleri ve oradaki kadınlar din geleneğinin devamı konusunda aktör haline geldiler ama nedense bu husus ele alınmış bir konu değil. 2000’lerde ise edebiyatta açık bir şekilde güçsüz, yönsüz ve hatta Barbarosoğlu’nun romanı Hiçbiryer’de olduğu gibi dilsiz kalmış erkekler var. Bu erkeklerin hidayet romanlarının ahlaklı, yol gösterici erkek karakterlerden keskin bir farkı var.Bu farkın sebebi nedir? Hatta bunu neden ‘yetim kalma’ metaforuyla ilişkilendiriyorsunuz?Böylesine silikleşen erkekler benim için sürpriz oldu. Bu siyasal dilde belki açık seçik dile getirilemeyen bir eleştirinin edebi karşılığıdır, hangi çevreden olursanız olun böyle bir eleştiri yapmak pek de kolay değildir zaten. Eleştirilen; ev içi mahremiyetine ve maneviyatına önem veren bir düşüncenin kocalarda karşılık bulamaması, erkeğin ev içi rollerde yaşadığı çözülmedir. Yetim kalma Nurdan Gürbülek’ten alıntıladığım bir tespitti: Yetimlik duygusu babasızlıktan değil, adaletsiz bir babanın tavrından kaynaklanır. Dindar kadınların bu tür bir hissiyatları var.Orta üst sınıf metropol erkeği güçlü İslâmî dişiliğin gölgesinde mi kalıyor?Modernitenin kamusal alanda kadını güçsüzleştirdiği düşünülen ne varsa (örtü, ev hanımlığı gibi) dindar kadınlar için bir güçlenme stratejisi haline gelmiştir. Edebi metinlerde erkeklerin zemin kaymasına karşılık örtünme süreciyle kendine ad koyan kadınlar var. Erkeklerin sistemle bir sorunu kalmamış gibi görünüyor edebi metinlerde; oysa dindar kadınlar kendilerini bir şeylerin, olup bitenin dışında gibi hissediyorlar öykülerde; bir yersiz yurtsuzluk, yerinden edilmişlik ve sessizlik var. Diğer yandan da kadınlar örtünün sadece benliği değil Türkiye kamusalını dindarlaştırabilme potansiyelinin farkına vardılar. Ve modernliğin zayıflatıcı bulduklarını dindar kadınlar güçlendirici bir strateji olarak sisteme ve öykülerde anlaşıldığı üzere kendilerini sistemle yalnız bırakan erkeklere karşı var olmak için kullanmak zorundalar. En azından bu konjonktürde böyle görülüyor.Hidayet romanları ‘ideal’i, dindar kadın edebiyatı ‘olan’ı anlatıyorDindar kadın edebiyatı ile hidayet romanlarını ayrı tutuyorsunuz. Neden ve farkları nedir?Hidayet romanlarının Türkiye’de siyasal alanda İslamcılığın yükselmesi ve kitleselleşmesi ile ilgili bir tür olarak geliştiğini belirten pek çok çalışma var; buna katılmak mümkün görünüyor. “Nasıl olmalı?” sorusuna verilen cevaplardır hidayet romanları ve bu anlamda da ideal bir ahlak çizer. 90’lardan sonra ise başta Cihan Aktaş olmak üzere, Yıldız Ramazanoğlu, Fatma K.Barbarosoğlu, Halime Toros ve Sibel Eraslan’ın öykü, biyografi ve romanları kendi adıma başka bir hat çizmeye başlıyor. Bu hatta dindar kendiliğin oluşumuna ilişkin çok daha gerçekçi haller, en önemlisi de kadın hallerinin mevcut olduğunu görüyorum. Bu edebiyat türünde “nasıl olmalıdır” sorusundan ziyade “nasıl olmaktadır”a ilişkin haller var. Bu minvalde aynı izlekte istikrarlı bir şekilde edebi ürünler veren erkek bir dindar yazara rastlamadım, aynı zamanda dindar kadın edebiyatın neredeyse bütün hikâye örgülerinde başörtülü dindar bir kadın oluşun tecrübeleri yer aldığından bir kadın edebiyatıyla karşı karşıya olduğumuzu fark edebiliyorum.Ayrıca hidayet romanlarında genelde dindar erkeklerin ahlaki özne olduğu ve çevresine tebliğ edenin erkek olduğu hikâye örgülerinden gerçek bir kopuş vardır dindar kadın edebiyatında. Dindar kadınlar modernlik içinde politik olarak cezalandırıldıkları örtü nedeniyle muhasebesi daha fazla, ancak bu anlamda da daha gerçekçi, (nasıl olmalıyı kendine çok daha fazla sorduğu oranda ahlakçı) bir dindar kimlik kurmuşlar; bu süreçte edebi metinlerden gördüğümüz kadarıyla erkekler “fıtraten” düzene uyum sağlama konusunda daha uyumlu görünüyor.80’ler, 90’lar ve 2000’lerde dindar kadın yazarların metinlerinde hikâyelerini anlattıkları karakterlerin özellikleri de değişiyor. Ve siz bunu toplumda ve kamusal alandaki dindar kadının değişimiyle bir okuyorsunuz. Neydi değişen?80-90’larda Türkiye kamusalını deneyimleyen dindar kadınların başörtüsü üzerinden sistemle doğrudan doğruya karşılaşması, yapılan açlık grevleri, eylemler ve verilen hapis cezaları, okuldan atılmalar, uzaklaştırılmalar var. Bu süreç 1960’ların sonunda başlamıştı ama kitleselleşmesi 80-90’larda mümkün oldu. Yine 1980’lerin sonunda Zaman Gazetesi’nde Ali Bulaç ve kadın köşe yazarları arasında “kadın meselesi” üzerinden yaşanan ve kadın yazarların tasfiyesiyle sonuçlanan bir çatışma var. 80-90’larda örneğin Cihan Aktaş edebiyatında rahatlıkla muhafazakâr diyebileceğim siyasal bir izlek varken, 90’lardan itibaren yazdığı öykülerde dindar kadının sadece modern devlet “baba”yla değil mahrem yaşamdaki baba, koca ve nihayetinde erkeklerle ilişkide yaşadığı büyük bir anlam kaybı var. Ev içlerinde yaşanan bu anlam (maneviyat da denebilir bir anlamda) kaybını 2000’lerde adı gecen yazarların eserlerinin hepsinde bulabiliriz. 80’lerden 2000’lere değişen en önemli şey erkeklerin iktidarla barışması ve tümüyle kamusallaşması iken, görülüyor ki kadınların çoğu zaman daha çok bedel ödemelerine rağmen dışarıda ya da içeride/evlerde yalnızlığının artmasıdır. Sunu söylemek gerekir ki, edebiyat bu minvalde çok önemli, çünkü neredeyse hepsi aynı zamanda köşe yazarı olan öykücü bu kadınların bu sorgulayıcı eğilimlerine siyasi yazılarında rastlamak oldukça zor. Dolayısıyla anlam kaybı ve yalnızlaşma edebi yazılarda çok açık seçik ama siyasi olarak çok da dile getirilmeyen bir mesele. Oysa edebiyatta içten derinde çatırdayan, sızlayan bir şeyler yüzeye sızıyor.Dindar kadın edebiyatı ile hidayet romanlarını ayrı tutuyorsunuz. Neden ve farkları nedir?Hidayet romanlarının Türkiye’de siyasal alanda İslamcılığın yükselmesi ve kitleselleşmesi ile ilgili bir tür olarak geliştiğini belirten pek çok çalışma var; buna katılmak mümkün görünüyor. “Nasıl olmalı?” sorusuna verilen cevaplardır hidayet romanları ve bu anlamda da ideal bir ahlak çizer. 90’lardan sonra ise başta Cihan Aktaş olmak üzere, Yıldız Ramazanoğlu, Fatma K.Barbarosoğlu, Halime Toros ve Sibel Eraslan’ın öykü, biyografi ve romanları kendi adıma başka bir hat çizmeye başlıyor. Bu hatta dindar kendiliğin oluşumuna ilişkin çok daha gerçekçi haller, en önemlisi de kadın hallerinin mevcut olduğunu görüyorum. Bu edebiyat türünde “nasıl olmalıdır” sorusundan ziyade “nasıl olmaktadır”a ilişkin haller var. Bu minvalde aynı izlekte istikrarlı bir şekilde edebi ürünler veren erkek bir dindar yazara rastlamadım, aynı zamanda dindar kadın edebiyatın neredeyse bütün hikâye örgülerinde başörtülü dindar bir kadın oluşun tecrübeleri yer aldığından bir kadın edebiyatıyla karşı karşıya olduğumuzu fark edebiliyorum.Ayrıca hidayet romanlarında genelde dindar erkeklerin ahlaki özne olduğu ve çevresine tebliğ edenin erkek olduğu hikâye örgülerinden gerçek bir kopuş vardır dindar kadın edebiyatında. Dindar kadınlar modernlik içinde politik olarak cezalandırıldıkları örtü nedeniyle muhasebesi daha fazla, ancak bu anlamda da daha gerçekçi, (nasıl olmalıyı kendine çok daha fazla sorduğu oranda ahlakçı) bir dindar kimlik kurmuşlar; bu süreçte edebi metinlerden gördüğümüz kadarıyla erkekler “fıtraten” düzene uyum sağlama konusunda daha uyumlu görünüyor.80’ler, 90’lar ve 2000’lerde dindar kadın yazarların metinlerinde hikâyelerini anlattıkları karakterlerin özellikleri de değişiyor. Ve siz bunu toplumda ve kamusal alandaki dindar kadının değişimiyle bir okuyorsunuz. Neydi değişen?80-90’larda Türkiye kamusalını deneyimleyen dindar kadınların başörtüsü üzerinden sistemle doğrudan doğruya karşılaşması, yapılan açlık grevleri, eylemler ve verilen hapis cezaları, okuldan atılmalar, uzaklaştırılmalar var. Bu süreç 1960’ların sonunda başlamıştı ama kitleselleşmesi 80-90’larda mümkün oldu. Yine 1980’lerin sonunda Zaman Gazetesi’nde Ali Bulaç ve kadın köşe yazarları arasında “kadın meselesi” üzerinden yaşanan ve kadın yazarların tasfiyesiyle sonuçlanan bir çatışma var. 80-90’larda örneğin Cihan Aktaş edebiyatında rahatlıkla muhafazakâr diyebileceğim siyasal bir izlek varken, 90’lardan itibaren yazdığı öykülerde dindar kadının sadece modern devlet “baba”yla değil mahrem yaşamdaki baba, koca ve nihayetinde erkeklerle ilişkide yaşadığı büyük bir anlam kaybı var. Ev içlerinde yaşanan bu anlam (maneviyat da denebilir bir anlamda) kaybını 2000’lerde adı gecen yazarların eserlerinin hepsinde bulabiliriz. 80’lerden 2000’lere değişen en önemli şey erkeklerin iktidarla barışması ve tümüyle kamusallaşması iken, görülüyor ki kadınların çoğu zaman daha çok bedel ödemelerine rağmen dışarıda ya da içeride/evlerde yalnızlığının artmasıdır. Sunu söylemek gerekir ki, edebiyat bu minvalde çok önemli, çünkü neredeyse hepsi aynı zamanda köşe yazarı olan öykücü bu kadınların bu sorgulayıcı eğilimlerine siyasi yazılarında rastlamak oldukça zor. Dolayısıyla anlam kaybı ve yalnızlaşma edebi yazılarda çok açık seçik ama siyasi olarak çok da dile getirilmeyen bir mesele. Oysa edebiyatta içten derinde çatırdayan, sızlayan bir şeyler yüzeye sızıyor.

Bir pilotun satırlarından çanakkale

$
0
0
Çanakkale Savaşı konulu filmlere bir yenisi daha ekleniyor: Son Mektup. Şubat 2015’te vizyona girecek film, yerli sinemanın en pahalı yapımlarından biri.Birçok dilden, dinden ve milletten insanı buluşturan yerdir Çanakkale. Bundandır adının önüne ‘Bir destandır’ tabirini yerleştirivermemiz. Toprağındaki her karışın bir hikâyesi vardır dersek mübalağa etmiş olmayız. Bir elin parmağını geçmeyecek kadar az olan Çanakkale filmleri listesine yenisi ekleniyor. ‘120’ filmiyle adından söz ettiren Özhan Eren, şimdi de Çanakkale’den bize ‘Son Mektup’ gönderiyor. Önümüzdeki yıl vizyona girecek filmin setine konuk olduk.Set ekibi bizi içtenlikle karşılıyor. Ardından Çanakkale’de çekimlerin yapıldığı eski fabrikanın bölümlerinden birine gidiyoruz. Hastane sahnesi çekiliyor. Sette yaralı ve şehit askerleri canlandıran yüzlerce figüran bulunuyor. Bir yanda sıra sıra dizili yataklardaki askerler, bir yanda bembeyaz kıyafetleriyle hemşireler. Yönetmen ‘motor’ diyor ve sahne başlıyor. Set arasında oyuncular sohbet ederken yönetmen şarkı söylüyor. Keyifli bir ortam oluşuyor bir anda. Sinema tarihinin en pahalı yapımlarından biri olan film için hiçbir zahmetten kaçınılmamış. Sette o dönemi yansıtan birçok kostüm hazırlanıyor. 1 buçuk yıl önce başlanan süreçte kıyafetler için istenen kumaşlar bulunamadığından dokutulup boyatılıyor. Büyük bir depoda bulunuyor üniformalar, kıyafetler… Ancak bitmiş değil, bir yandan dikimler hâlâ devam ediyor. İlk haftalar uçak sahneleri çekildiği için şimdi doğal mekânlar mesken tutulmuş. Güneşli havada ziyaret ettiğimiz film ekibi her gün bu kadar şanslı değil. Açık havalarda yapılan çekimler sırasında kimi zaman rüzgâr engel olabiliyor.Çanakkale Savaşı’nın daha çok hava muharebelerine yoğunlaşan filmin kadrosunda Tansel Öngel (Yüzbaşı Salih Ekrem), Nesrin Cavadzade (Nihal Hemşire), Nermin Hüseynova ve Barbara Sotelsek yer alıyor. Filmde savaş sırasında filizlenen bir aşk ve tam 40 yıl sonra adresine ulaşan satırların hikâyesi anlatılıyor. ‘TÜRKİYE ŞARTLARINDA BÖYLE BİR FİLM ÇEKİLMEZ’Bugüne kadar sinema filmlerinde rol almayan Tansel Öngel, tiyatrolardan tanınan isimlerden. Son dönem oynadığı dizilerle de adından sıkça bahsettiriyor. Rol için teklif aldığında senaryoyu okuyup “Türkiye şartlarında böyle bir film çekilemez.” diyerek reddediyor. Sebebini ise senaryodaki uçaklarla ilgili sahnelerin zorluğuna bağlıyor. Bu arada filmde kullanılmak üzere Türk, Alman, İngiliz ve Fransızlara ait dört adet dönem savaş uçağı üç yıllık bir çalışmanın sonucunda imal edilmiş. Tansel, filmin 2009’dan beri yapılan hazırlıklarını gördüğündeyse teklifi kabul ediyor. Zira onun en büyük hayalinden biri dönem filminde oynamak. “O dönem ülkede çok pilot yok, olanlar da yurtdışına eğitim görmeye gitmiş. Yüzbaşı Salih Ekrem de ülkenin sayılı komutanlarından. Vatansever, üstüne karşı nasılsa astına karşı da aynı olabilen ve sıradan hüzünleri olan bir kahraman. Bu toprakları canıyla, kanıyla koruyan birisi. Hani derler ya bunlar klişe laflardır diye, bu filmden sonra benim için öyle değil. Buradaki tabyaları, bataryaları ve şehitlikleri gezdim. Okudukça ve gezdikçe bildiklerimden ve kendimden utandım. Bize öğretilenler hikâye tarihiymiş.” diyor Öngel ve Çanakkale’yi bir mozaiğe benzetiyor: “Köylü çocuktan Galatasaray Lisesi öğrencisine kadar; Türk’ü, Kürt’ü, Laz’ı, Çerkez’i ve daha pek çoğu burada. Bu sebeple Çanakkale’yi, Çanakkale dışında da yaşatmalıyız.”‘DÖNEM FİLMLERİNDE ROL ALMAK HAYALİMDİ’Kış sahnelerinin çekimi sonrası konuşuyoruz Nesrin Cavadzade ile. Giydiği kıyafetlerin ağırlığı ve sıcağın da etkisiyle bir hayli yorgun. Yönetmen sineması diye tabir edilen işlerle tanınan ve hemen hemen tüm rolleri ödüllendirilen bir oyuncu Cavadzade. Genç oyuncu kendini epik bir filmde hiç deneyimlemediğini söylüyor: “Bu hep istediğim bir şeydi. Daha önce dönem filmi tecrübem olmadı ancak çevremdekiler bana bunun yakışacağını söylerdi. Nasıl olacağını merak ederdim.” Genç oyuncu, “Nihal Hemşire 23 yaşında tüm ailesini Balkan Savaşları’nda kaybetmiş bir genç kız. Ama buna rağmen Çanakkale’ye gönüllü katılabilecek kadar fedakâr. Çok katmanlı bir karakter olduğunu düşünüyorum. Senaryoyu okuduğumda çok farklı duygular hissettim. Yönetmenimin de beni motive etmesiyle üstesinden geliyorum.” diyor. İki hafta önce dâhil olduğu filme bombardıman sahnesiyle başlıyor. Zorlu olduğundan dolayı iki dakikalık sahnenin çekimi bir hafta sürüyor. Bu zaman diliminde en çok duygu devamlılığını koruma sıkıntısı yaşadığından bahsediyor. Azeri kökenli Cavadzade, aldığı eğitim sayesinde Türkiye’nin yakın tarihine yabancı değil. Rolü için yönetmen Eren’in tavsiye ettiği kitapları okuyor. Aynı zamanda Çanakkale’ye gönüllü katılmış bir hemşirenin günlüğünü de okuyor.

Rakibi olmayan hostes!

$
0
0
Kabin memuru Çiğdem Gülgeç; yüzme, bisiklet ve koşu sporunun bir arada yapıldığı triatlon sporunda rakipsiz. 2001’den 2012’ye kadar her yıl Türkiye şampiyonu olmuş. 2004’te milli takıma seçildikten sonra da uluslararası dereceler kazanmış.Kabin memurluğu, diğer adıyla hosteslik zor bir meslek. Çünkü gökyüzünde yolcularla ilgilenmenin yanı sıra ikram hazırlığı ve servisi yaparken bir yandan da acil durumlara müdahale ederek uçuş emniyetini sağlamaya çalışmak oldukça yorucu. Ancak böylesine zor bir işi üstlenen hostesler, uçuş dışında vakit buldukça yüksek efor gerektiren spor dallarıyla da, yakından ilgileniyor. SunExpress Havayolları kabin memurlarından Çiğdem Gülgeç (25) de, gerçekten oldukça zor ve zahmetli bir spor dalına gönül verenlerden yalnızca biri. Genç hostes, yüzme, bisiklet ve koşu sporunun bir arada gerçekleştirildiği triatlon sporunda Türkiye’de rakipsiz.Gülgeç, triatlon dalında 2001’den 2012’ye kadar aralıksız her yıl Türkiye şampiyonu olmuş. 2004’te milli takıma seçildikten sonra da, uluslararası dereceler kazanmış. 2005’te Balkan Şampiyonası ile Avrupa Kupası Gençler Şampiyonası’nda ikincilik elde eden genç sporcu, 2011’de Romanya Büyükler Balkan Şampiyonası’nda da yine ikinci olmuş. Gülgeç, yarışmalar nedeniyle sık sık uçakla seyahat ederken hostesliğe özenmiş. Bir arkadaşının hostes olması üzerine cesaretlenen başarılı sporcu, SunExpress’e müracaat etmiş ve 2012 Ağustos’unda kabin memuru olarak göreve başlamış.Gülgeç, Ankara’da görev yapmaya başladığı mesleğin ilk yıllarında spor yapmayı aksatmış. Yoğun uçuş programı ve İzmir’deki ailesine duyduğu özlem nedeniyle antrenmanlara gerekli özeni gösteremeyince performansında düşüklük yaşamış. Daha sonra İzmir merkezli uçuşlara başlayınca tekrar spora ağırlık veren ve eski formunu yakalamaya başlayan başarılı sporcu, özellikle yöneticileri Fikriye ve Işıl Hanım’ın da, desteğiyle art arda birincilikler elde etmeye başlamış.Kabin amiri olmak için hazırlanan Gülgeç, şimdilerde antrenmanlarla daha da ağırlık verdiği triatlon dalında ise Balkan ve Avrupa şampiyonalarında Türkiye’yi en iyi şekilde temsil etmek istiyor. Uluslararası turnuvalarda şampiyon olmayı arzu eden genç sporcunun hayali ise olimpiyatlara katılmak.Antrenmanlarda 3 kilometre yüzüyor, 50 kilometre bisiklet sürüyorTriatlon, oldukça zor bir spor dalı. Yarışlar, 1500 metre yüzme, 40 kilometre bisiklet sürüşü ve 10 kilometre koşudan oluşuyor. Mücadele, bu üç etap ara vermeden gerçekleştirildiğinden, sporcular oldukça yüksek bir efor sarf ediyor. Haliyle yarışlara da, aynı şekilde çok zahmetli ve yorucu antrenmanlarla hazırlanılıyor. Protein ağırlıklı, yağsız ve tuzsuz yiyeceklerle form tutmaya çalışan Gülgeç ise antrenmanlarda yaklaşık 3 kilometre yüzüyor, 50 kilometre bisiklet sürüyor ve 5-6 kilometre koşuyor. Ayrıca kendisini zinde hissetmek için de, her gün en az 8 saat uyuyor.Bu kadar disiplinli ve sevilerek yapılan bir çalışma sonrasında beklenen başarı da, kaçınılmaz oluyor. Genç sporcu, yoğun çalışma temposunun karşılığını, geçen ay Kütahya’da gerçekleştirilen Türkiye Şampiyonası’nda aldı. Yarışmada birinci olan Gülgeç, bu alanda rakipsiz olduğunu bir kere daha gösterdi.
Viewing all 3284 articles
Browse latest View live