Quantcast
Channel: ZAMAN-PAZAR
Viewing all 3284 articles
Browse latest View live

‘İzmir suikastı gülünç bir orta oyunu’

$
0
0
Cumhuriyet tarihinin yeterince aydınlatılmamış hadiselerinden İzmir suikastının üzerinden 88 yıl geçti. 1926 İngiliz raporlarında, hadise için suikast teşebbüsünün Musul meselesi ile içeride kaybedilen itibarın kazanılması ve hükümete yönelik başlatılacak muhalefet faaliyetlerine karşı sindirme hareketi olduğu yazıyor.Fransız yazar Honoré de Balzac, “İki tarih vardır: Yalancı olan resmî tarih, bir de olayların gerçek sahibini barındıran gizli tarih.” der. Bu sözün modern Cumhuriyet tarihinin üstündeki mütereddit şalı çekip alan bir yanı var. Çünkü zaman geçtikçe ve korku duvarları yıkıldıkça hakikat, bulunduğu yerden ses veriyor. 14 Haziran 1926 tarihinde meydana gelen ‘İzmir suikastı’ da bu hadiselerden. Önce mezkûr olayı kısaca hatırlayalım: Mustafa Kemal, 1923 devrimi sonrası ülkede ipleri tek başına ele almak için birtakım tasarruflarda bulunuyordur. Kemalist siyaseti benimsemeyen herkese gözdağı veriliyor; hatta muhalifler darağaçlarında sallandırılıyordur. Doğu’daki Şeyh Said isyanı bahane edilerek; Takrir-i Sükûn Kanunu çıkarılır. Buna dayanarak; rejim aleyhine yazılar kaleme alan basın susturulur. Hatta Millî Mücadele’nin en mühim kumandanlarından Kazım Karabekir’in Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası, dinî duyguları ön plana çıkardığı gerekçesiyle kapatılır. Bu sırada Kemal Paşa, ülkenin çeşitli şehirlerine trenle seyahatler düzenleyip, inkılabın nabzını tutmaktadır. 20 Mayıs’ta Bursa’ya, 13 Haziran’da ise Balıkesir’e uğrayan Atatürk’ün gündeminde, 14 Haziran günü İzmir’e geçmek vardır. Ancak Balıkesir’de bulunduğu sırada İzmir Valisi Kazım Bey, Paşa’ya bir suikast düzenleneceğini haber verir. Bu olmayan hadise üzerinden Terakkiperver Fırka’ya mensup milletvekillerinin hepsinin tutuklanmasına, evlerinin aranmasına karar verilir. Tutuklananlar arasında, Kazım Karabekir, Ali Fuat Paşa, Bekir Sami Bey, Refet Paşa gibi isimler de vardır. Bu arada suikast girişimi ve faillerin yakalandığı bilgileri, 18 Haziran günü Hâkimiyet-i Milliye gazetesinde yayımlanır. İstiklal Mahkemesi’nin AA’ya verdiği listeye göre Ankara, İstanbul ve İzmir’de toplam 49 kişi tutuklanır. Tarihin günümüze bakan tarafı ise gerçekleşmemiş bir olaya delil icat etme, formül bulma üzerinden devam ediyor. Kurgulanmış gibi gözüken İzmir suikastında, Kemal Tahir’in Kurt Kanunu romanında bahsettiği gibi, ‘kanlı tuzak, sürek avı ve insanlık sorunu’ söz konusudur.İzmir suikastı davası sırasında Refet (Bele), Kazım (Karabekir), Ali Fuat (Cebesoy) ve diğer paşalar mahkemede.‘Muhalefet hareketlerine karşı bir sindirme hareketi’Mahut olay, üzerinden 88 yıl geçmesine rağmen sis perdesi aralanmamış bir vukuat olarak tarih kitaplarında yer alıyor. Resmî tarihe göre bu hadise, gerçekten bir suikast girişimi. Ama bunun böyle olmadığı yönünde de bir yığın sav mevcut. Yakın tarihin sır perdesi aralanmayan konusu, Marmara Üniversitesi Tarih Bölümü öğretim üyelerinden Doç. Dr. Ali Satan’ın hazırladığı İngiliz yıllık raporlarında farklı bir pencereden anlatılıyor. İlk kez yayımlanan belgede, sözde İzmir suikastının ortaya çıkarıldığı yazıyor. İngiliz diplomat R. H. Hoare’n Londra’ya gönderdiği raporda devrim sonrası Türkiye’nin fotoğrafı çekiliyor. “Elazığ’daki İstiklal Mahkemesi Kürt isyancıları hallederken, Ankara’daki İstiklal Mahkemesi de Batı Anadolu’daki Kemalist politikaya muhalefeti olan tüm eğilimleri baskı altında tutmak hususunda devamlılığı sağladı.” notunu düşen Hoare’n yılın ilk aylarında her çeşit insanın isyana kalkışmak, gerici risaleler yazmak ve Gazi’ye şahsî husumet beslemek gibi değişik sebeplerle mahkemelerin huzuruna çağrılıp suçlandığını yazıyor. İngiliz diplomat, İzmir suikastını ise 5 Haziran 1926’da imzalanan Türkiye-Irak sınır antlaşmasının Türkiye aleyhine, İngiltere lehine çözüldüğü için ortaya çıkarıldığını açık ediyor. Türk hükümetinin bu yenilgiyi basını yönlendirerek geçiştirdiğini serdediyor. Belki de en dikkat çekici tespit ise şu cümlelerde vücut buluyor: “Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Paşa’ya suikast teşebbüsü, Musul meselesi ile içeride kaybedilen itibarın kazanılması ve bu süreçte hükümete yönelik başlatılacak muhalefet hareketlerine karşı bir sindirme hareketidir.”İşte 1926 tarihli Türkiye yıllık raporunda geçen tarihî ifadelerAncak dahası da var: Haziran’da İzmir’de Mustafa Kemal Paşa’nın hayatına kasteden bir suikast ortaya çıkarıldı. İstiklal Mahkemesi Ankara’dan acilen olay yerine getirildi, elde mevcut failleri astı; bunlar kiralık katiller ve eski İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin Gazi’ye hiç sempatisi olmadığı bilinen bir iki üyesi idi. Ülkedeki tüm muhtemel muhalefeti kesin bir şekilde temizlemeyi ümit eden yetkililer, Kazım Karabekir Paşa ve diğer üç generali tutukladılar. Ancak orduda homurdanmalar başladı ve Mustafa Kemal kendilerini mecburen serbest bıraktı… Bu gülünç bir orta oyunuydu. Mahkeme Gazi’nin konumunu emniyet altına almak için İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin beyni Cavit ile elebaşı Nazım’ı ortadan kaldırmak hususunda besbelli kararını vermişti… Hükümet amacına tamamıyla ulaşmış gibiydi. Ülke bütünüyle sindirilmiş, muhalefet tasfiye edilmişti veya her hâlükârda yer altına itilmişti. Yılın sonunda iki görüş yaygındı: Birincisi, Muhalefet Gazi’yi bir darbe ile devirmek için sözde yoğun bir uğraş içindeydi. İkincisi ise dava arkadaşı Cavit Bey’in idamından sonra Hüseyin Cahit Bey’i sürgün edildiği yerden salıveren Hükümet’in muhalefetin tüm liderleriyle uyuşmak için yol aradığıdır. Bu iki görüş doğal olarak bağdaşmamaktadır ya da çelişkilidir.

Diploması İtibarının önünde

$
0
0
Yasalar gereği bazı şirketlerin ilgili mühendisi bünyesinde bulundurması gerekiyor. İşte bu gereklilik için mühendis çalıştırılıyor ama “al maaşını salla başını” mantığıyla. Mühendislere bir dokunduk bin ah işittik. Mühendislik ve mimarlık gibi mesleklerin itibarı mı düşüyor?Soma’da madenden ilk çıkan işçilerden birinin sözlerini duymuş, hepimizin yürekleri parçalanmıştı; “Aşağıda mühendisler de var.” Mühendislerin aşağıda olduğu bilgisi sayesinde yardımın daha çabuk geleceğini düşünüyordu can havliyle. Soma faciasının neresinden tutsanız bir mağduriyet, bir başıboşluk ve sorun karşınıza çıkıyor. Sadece işçiler mi sistemin mağdur ettiği? Konuştuğumuz her mühendisten, mimardan bin ah işitiyoruz. 750 lira maaşla çalışan gıda mühendisleri, diplomasını bir sürü şirkete verip evde oturan çevre mühendisleri, yukarıdan gelen her şeyi imzalayacaksan başla denen şehir planlamacılar, işi patronun hayalindeki projeyi kâğıda aktarmak olan mimarlar, piyasada çok işsiz var diye üç kuruşa çalıştırılan ama tüm sorumluluk üzerinde olan maden mühendisleri… Ne özel sektörde ne de kamuda mühendisliğin itibarı yok dersek yanılmış olmayız. Özel sektörde işsiz mühendisin çok olması, kamuda ise imza yetkileri dışında bir etkinliklerinin olmaması, alt kadrosundaki tekniker ve işçilerden daha düşük ücret alması gibi birçok sorun dile getiriliyor.Her alanın akıl süzgecinden geçirilmesi gerekiyorMaden Mühendisleri Odası İstanbul Şube Başkanı Nedret Durukan’ın şu cümlesi olayı özetliyor aslında: “İnsan öncelikli değil kâr ve üretim öncelikli bir sistem ve zihniyetle yapılan üretimde insanın değeri yokken mühendisin de değeri olması beklenemez.” Durukan’ın çözüm için mantıklı bir önerisi var; “Sistemin gözden geçirilmesi, eğitimden iş, yerlerine, üretim ilişkilerine ve üretim yöntemlerine, denetimlere kadar her alanın akıl süzgecinden geçirilmesi gerekiyor.”Mühendis suçlu ilan edilerek yükümlülükten kurtulunuyorDurukan, meslektaşlarının yaşadığı sorunları tarif ederken bir mağduriyeti dile getiriyor: “Madencilik sektörü emekçileri en riskli, en acımasız ve sağlıksız koşullarda işlerini yapmaya çalışıyor. Her iş cinayetinden sonra ilk gözaltına alınan tutuklanan gene meslektaşlarımız oluyor. Yaptırım uygulayamadıkları işyerlerinin sorumluluğunu taşımaktalar, genellikle ocakta kaybettiğimiz mühendisler suçlu ilan edilerek yükümlülüklerden sıyrılmaya çalışılıyor. Taşeronlaştırmanın her alanda hızla yayılması ve artık kangren olması güvensiz ve güvencesiz iş yerleri ile meslektaşlarımızın da en büyük sorunu.” Durukan’a göre işveren ve astlarının gözünde mühendislerin eskisi kadar itibarının olmamasının ana nedeni işsizlik. Sektörün ihtiyacının çok üstünde maden mühendisi var. Bu sebeple mühendisler odanın belirlediği asgari ücret tarifesine bağlı çalışmakta direnemiyor. Çok daha düşük ücretlere çalışıyorlar. Bu konuda konuşamıyorlar da. Çünkü isimlerinin öne çıkması halinde işvereni ile sorunlar yaşıyorlar. Şirketler kağıt üzerinde her şeyi normal göstermek için türlü hileler yapıyor. Birini Durukan şöyle anlatıyor: “Örneğin düşük ücretlerle çalışan arkadaşlarımız bordroda tarifeye uygun görünmekte ancak maaşlarını bankadan aldıklarında bir kısmını işverene iade ediyor. Bu birçok alanda da ne yazık ki acı bir gerçek. Ya da mühendisi alırken teknik nezaretçi belgesi olsun, iş güvenliği uzmanı olsun, çevre görevlisi de olsun vs. vs. şeklinde işe alıp zorlamalarla birkaç sahaya birden hem nezaretçilik yaptırmakta, hem diğer işleri yaptırarak kendince tasarruf etmekte mühendisin emeğini hiçe saymaktadır. İtirazları halinde dışarıda bu işi yapacak işsizlerle tehdit edilmektedir. İşverenin iki dudağı arasında teknoloji ve bilimi hayata geçirmekle görevli bir mühendisin ne kadar sağlıklı çalışabileceği de ayrı bir konu.”Gıda mühendisine katlanmak zorunda kalıyorlar!Gıda Mühendisleri Odası İkinci Başkanı İsa Tahta’nın söyledikleri ise çok şaşırtıcı: “İşletmecilerin büyük bir kısmı gıda mühendislerini zorunlu katlanılması gereken bir meslek grubu olarak görüyor. Çünkü onların gözünde üretimde engeller, masraflar çıkaran gereksiz (!) bir meslek grubuyuz. Maddi olarak işletmeciye bağlıyken işletmeciye karşı yaptırım gücümüz olmamakta. Yapılan yanlışlıklara sesimizi çıkardığımızda ise işten çıkarılmayla karşılaşıyoruz. Tabiî ki işletmelerin tamamında durum böyle değil.”Asgari ücretli mühendislerGıda mühendisliği aslında çok kritik bir meslek kolu. Direkt olarak insan hayatını ilgilendiriyor. Eşi memur olduğu için isminin kullanılmasını istemeyen, mesleki itibarının olmaması sebebiyle çalışmayı bırakan gıda mühendisi P.E. “Gıda sektöründe toplu ölümler yaşanmıyorsa Allah’ın bir lütfu”. Meşhur ve büyük bir oteller zincirinde gıda mühendisliğini yapan P.E.: “Depoya yanımda biri olmadan girmeye korkuyordum, kedi gibi büyük fareler var. Aşçılara kuralları uygulatamıyordum. Patron için o, önemli bir eleman, bense yasal olarak çalıştırmak zorunda olduğu gereksiz biri Bu durumda tabii ki personel gıda mühendisini kaale almaz. Mesela ellerini yıkamadan yemek yapmaması gerektiğini bile söylemezdim.” P.E. buradan ayrılıp bir sucuk firmasında çalışmaya başlamış. Orada da patronunun muamelesinden sesi titreyerek söz ediyor: “Ürün üzerinde yüzde yüz dana eti yazıyor ama biz soya katıyorduk. Müşteriyi niye kandırıyoruz, etik değil dediğimde beni dumur eden şu cevabı veriyordu: ‘İçinde dana eti dışında bir et var mı?’ Soya kattığımızı söylemiyoruz dediğimde ‘Buna dair men edici bir madde yok’ diyordu. Gıda firmaları mevzuattaki boşlukları çok iyi kullanır. Etik değil, insani değil dediğimizde, ‘Ekmeğine bak, yoksa ekmeğini düşünen bir sürü mühendis var’ diyordu. Verdiği ücret ise öyle komik ki.”Bir başka gıda mühendisi Pınar Karalay da mesleğini bırakmış. Sebebi aynı. Diyor ki: “Her şey kağıt üzerinde kurallara uygun yapılıyor. Gıda mühendisi var mı; var. Eğitim yapıyor mu; evet. Denetimse harika! Aksi olmaz, çünkü piyasada o kadar çok işsiz gıda mühendisi var ki. Zaten 750 liraya mühendis çalıştırıyorlar, haberiniz var mı? İlkokul mezunu patron mühendislik okuyan insanı personeli karşısında öyle rencide ediyor ki inanamazsınız. İstediğiniz kadar yasa çıkarın, mevzuat getirin, güçlü bir denetim sistemi ve zihniyet değişimi olmadığı sürece bu böyle gider. Öyle çok üniversite açıldı ki bir sürü gıda mühendisi mezunu var, gıda teknikeri var. Elini sallasa ellisi. İnsan sağlığı, etik ve bilimsel gelişim düşünmeyen işverenler de onları sömürüyor işte.” Gıda Mühendisleri Odası İkinci Başkanı Tahta da bu sebeplerle resmi gıda denetimlerinin çok iyi yapılması gerektiğini söylüyor. Tahta, meslektaşlarının bu konuda yaşadıklarını şöyle anlatıyor: “Firma sahipleri ‘Bakanlıktan denetime geldiler, bir problem söylemediler, sen bunu nereden çıkartıyorsun’ laflarını çok duyuyor arkadaşlar. Bu noktada sürtüşmeler başlıyor. Sonrasında işini kaybetmeye kadar varan bir süreç işliyor.”İşini kaybetme korkusuyla insanlar mesleğini yapamıyorElektrik Mühendisleri Odası İstanbul Şube Başkanı Beyza Metin’in dikkat çektiği detay da buydu. Çok sayıda üniversite açılıyor, üstelik birçoğunun mühendislik eğitimi yeterli değil. Metin, “İki tane hocayla üniversiteler açılıyor. Bence eğitim de enerji de planlı olmalı. İşsizliği ertelemek için art arda mühendis yetiştiriliyor. Türkiye’de bütün meslek disiplinleri güvensizleşiyor. Artık çalışma koşulları da çok kötü. Birçok mühendis mühendislik yapmıyor. Zaten işini kaybetme kaygısı ile birçok insan mesleğini doğru dürüst yapmıyor. Dolayısıyla iş güvencesi olmayan iş güvencesi uzmanlarından çok idealist davranmaları beklenemez.” diyor. Soma’da yaşananları hatırlatan Metin, “Haberlerde okuyoruz, işveren yasal olarak bulundurması gereken mühendis ve iş güvenliği uzmanını bulunduruyor kağıt üzerinde ama başka alanlarda istihdam ediyor. Bir mühendis havalandırmada çalışıyormuş mesela. Denetimler mühendis veya işsağlığı uzmanının vicdanına bırakılamayacak kadar mühim. Görüldüğü gibi 301 can kaybına mal oluyor.” şeklinde konuşuyor.Naylon şirketler bunlar naylon işler, maksat iş görülsün!Mimarlar Odası İstanbul Şubesi Genel Sekreteri Ali Hacıalioğlu tam da bu konuyla ilgili önemli şeyler söylüyor: “Naylon görevlendirmeler var. Gerçekte olmayan ama hukuken var gözüken... Şu an yapı denetim şirketlerinin büyük çoğunluğu naylon şirketlerdir. Mühendislik ve mimarlık alanının özellikle kontrol aşamasında yani projeye uygun inşaatı denetleyen birinci dereceden sorumlu tanımlanmış yasayla kurulmuş şirketler var. Ama inşaatta görevli hiç kimseyi o şirkette göremezsiniz. Kağıt üzerinde gözükür. Bunu yasayı uygulayıcı bakanlık da biliyor. Ama o mesleki etkinlik alanı zayıflatılıp siyasi kararların o alanda hakim olmasını sağlıyorlar.” Hacıalioğlu’na göre artık meslek adamları mesleğinin gerekliliğini değil teknikerliğini yapıyor. Patronun, müteahhidin, projesinin çizimini yapıyor. Bir devlet kurumuna aile dostu siyasetçinin referansıyla işe giren mimarın sözleşmesini imzalarken kendisine söylenen sözler, Hacıalioğlu’nun anlattıklarını anlamlı kılıyor: “Eğer yukarıdan gelen her şeyi imzalayacaksan bu imzayı at. Yoksa bizi boşuna oyalama. Başka çok insan var.” Kamu çalışanı olduğu için ismini veremeyen bu mimar, “Gelen her dosyayı imzalıyoruz, ama neyi imzaladığımızı bilmiyoruz.” diyor.Atatürk Orman Çiftliği mimarı onur kuruluna sevk edildiMimarlar Odası’na serbest çalışan her mimarın kayıtlı olması gerekiyor. Ve Hacıalioğlu’nun aktardığına göre onlarca mimar var onur kuruluna sevk edilmiş. Mesleki formasyonunu ihlal edecek projelere imza attığı için. Onur kuruluna en son sevk edilen mimar, tartışmalı Atatürk Orman Çiftliği projesini hazırlamış. Görülen o ki mevzu sadece daha çok üniversite açıp, daha çok mühendis, mimar yetiştirmek veya onların ucuz işgücü olarak istihdamını sağlayıp istatistik verileri düzeltmek değil yani...Mühendis az diye teknik öğretmenler de mühendis oluyor!Maden Mühendisleri Odası’ndan geçen yıl yapılan açıklamaya göre işsizlik oranı yüzde 35 civarında. İşsiz bir sürü maden mühendisi varken yeni maden mühendisliği bölümleri açılıyor. İkinci eğitimlerle birlikte 28 maden mühendisliği bölümü var ve yaklaşık her yıl bin civarında mezun veriliyor. Mezun olanların iş bulabilme imkanları her geçen gün azalıyor. Fazla maden mühendisi bulunması işverenlerin daha düşük ücretlerle, iş güvencesinden yoksun olarak çalıştırmasına sebep oluyor. Aynı şey tüm mühendislik dalları için de geçerli. Piyasada o kadar çok işsiz gıda mühendisi var ki çoğu gıda mühendisi asgari ücretle çalışıyor. Durum buyken geçen sene enteresan bir uygulama yürürlüğe girdi. YÖK’ün teknik öğretmenlere mühendislik unvanı verilmesini sağlayacak mühendislik tamamlama programı var artık. Dünyada ise özellikle maden mühendisliği bölümlerinin sayısı azaltılıyor.

Irak ve Suriye’nin bölünmesine hazır olmalıyız

$
0
0
Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Sedat Laçiner, aynı zamanda uluslararası güvenlik ve terör uzmanı. Laçiner’le bayrak hadisesini, Lice’deki olayları, çocuğu dağa çıkarılan annelerin eylemini ve Ortadoğu’nun yeni baş ağrısı IŞİD’i konuşmak üzere bir araya geldik. Yıllardır terör üzerine çalışan Laçiner, ‘çözüm süreci’ adı altında yapılan yanlışları anlattı.Diyarbakır’da 2. Hava Kuvveti Komutanlığı’nda Türk bayrağının indirilmesini nasıl değerlendiriyorsunuz?Bayrak çok sembolik bir değer. Birilerinin sinir uçlarıyla oynamak istiyorsanız kutsalına dokunursunuz. Bu kitap olur, bayrak olur. Bayrağın indirilmesi de provokatif bir eylem. Zamanlaması bakımından planlı, hedefe dönük olarak yapıldığını gösteriyor. Açılıma, siyasilere verilmek istenen bir mesaj var. Ama bu 16 yaşındaki eylemcinin mesajı değil. Bakıldığında en önemli şüpheli PKK, Kandil. Diğer taraftan bu operasyonun kendisine yapıldığını söyleyen bir Öcalan var. Cümleleri alt alta koyduğunuzda ‘PKK, Öcalan’a operasyon mu yapıyor?’ gibi bir tablo çıkıyor. PKK çok farklı bir yapılanma. İçinde değişik unsurlar var. O nedenle PKK’nın yaptığı eylemleri kimin yaptığını kestirmek kolay değil. PKK, ne olursa olsun Kürt coğrafyası olarak tanımladığı bölgede kendi egemenliğini kurmak istiyor. Türkiye Cumhuriyeti Devleti, Kürtlere talep edilen her hakkı verse, üzerine Kürtlere Türk kökenlilerin hakkının iki mislini verse. Kürtler ayrıcalıklı millettir Türkiye topraklarında dese PKK, iddiasından vazgeçmez.PKK’nın iddiası ne?Bir Kürt devletinin inşası. Egemen bir Kürt devleti olsun, kendisi de onu yönetsin istiyor. Bu öyle bir iddia ki, bir başka Kürt grup gelip bu devleti kursa, onu bile kabul etmiyor. İddiasında o kadar kararlı.Bayrak olayı güvenlik güçlerinin çözüm süreci boyunca sessiz kaldığının fotoğrafı gibi algılandı kamuoyunda.Ordu ile hükümet arasında düne kadar bir uyumsuzluk vardı. Dolayısıyla ordu bir şey deyince hükümet bunu benimsemiyordu. Hükümet emir verdiğinde, ordu bunu emir olarak görmüyordu. MİT ile ordu arasında bir kopukluk vardı. Bunlar boşlukta dönen çarklar gibiydi. Polis bunlardan ayrı bir yapıydı. Yani güvenlik güçleri arasında bir uyum yoktu. Hükümetle ordu arasındaki o soğukluk ortadan kalktı. MİT’in başına hükümetin güvendiği biri geldi, zaten polis İçişleri Bakanlığı’na bağlı. 2012’de güvenlik güçleri arasında sıkı bir işbirliği başladı. Genelkurmay Başkanı Necdet Özel sahaya indi. PKK’ya karşı ciddi bir başarı da elde edilmeye başlandı. Ciddi ümitlenmiştim o dönem. Çünkü sahada sıkı durursanız, masada sıkı durabilirsiniz. Avantajlı hale gelebilirsiniz. O zaman bir açılım yapabilirsiniz. Fakat devlet ‘Ben açılım yapacağım, örgütle masada görüşeceğim. Ama bunu yaparken sahada olmamam lazım. Sahada olursam bunu yapamam.’ gibi bir varsayımla hareket etti. Bana göre komple yanlış bir düşünceydi.Çözüm için masada olmak yetmiyor mu?Sahada olmazsanız masada olamazsınız, hiçbir yerde yoksunuz demektir. Örgütün insafına kalır işler, sıkıntıya girersiniz. Güvenlik güçleri de süreçle beraber ciddi sorunlar yaşamaya başladı. Kendilerinden ne beklendiğini kestiremediler. Nasıl davranacaklarına dair bir rehber yine oluşturulamadı.Bayrak hadisesinden sonra fatura Genelkurmay’a kesildi…Normalde bir ordunun bahçesine giremezsiniz. ‘Dur!’ ihtarıyla karşılaşırsınız. Durmazsanız ateş açılır. Bu da orayı koruyanın yasal hakkıdır. Bayrağın indirilmesi ise daha büyük suç. Ben o olayı inanın hiç anlayamadım. Ama eğer o 16 yaşındaki çocuk vurulmuş olsaydı, bu PKK açısından efsane olacaktı. ‘Türk bayrağını indirirken öldürülen şehidimiz.’ diyerek bir mağduriyet ve negatif bir algı oluşturulacaktı. Özellikle Kürt kökenli vatandaşlarımız şöyle düşünmeye daha meyilli olacaktı: Bir Kürt’ün kanı bu kadar mı kıymetsiz.O halde, müdahale edilmemesi daha iyi oldu...En azından öldürülmemesi daha hayırlı oldu diyelim. Ama dediğim gibi bu eylemi kim yaptı? PKK mı, üçüncü kişiler mi? Türkiye’nin vermesini istedikleri tepki neydi? Belki de gerçekten ateş açılmasını o çocuğun öldürülmesini istiyorlardı.Eylemler ve serhildan çağrıları neyin göstergesi sizce?PKK meselesinde üç ana aktör var: Öcalan, PKK ve diğer sivil kanat denilen HDP, BDP, dernekler vs. Hepsini idare eden, gücü elinde bulunduran ise PKK. Öcalan hapiste, yapabileceği şeyler sınırlı. Önceliği dışarı çıkmak. Örgütü Öcalan’ın yönettiği söyleniyor ama ben öyle düşünmüyorum. Birbirlerinden istifade ediyorlar. Öcalan efsane lider konumunda çünkü. Hapishanede ölse de, örgüt onu lider olarak tutacak. Ama kararları hep PKK verecek. Öcalan çözüm sürecinde birtakım vaatlerde bulundu. Sınırın dışına çıkmak, silahları bırakmak en nihayetinde. 3-5-6 ay gibi rakamlar da verdi. Bunların hiçbirine PKK uymadı. Ama açılımı bozan taraf kendisiymiş gibi de göstermedi. Şimdi PKK’nın bir hedefi var. Bağımsız bir devlet kurmak. Bu ne zaman olur bilmiyoruz ama bunun için uğraşıyor. Öcalan’ın hedefi ise dışarı çıkmak. Onun da nihai hedefi aynı, ayrı bir egemenlik, devlet kurmak. Ve Ortadoğu’daki Irak ve Suriye’deki gelişmeleri amaçlarına ulaşmak için bir fırsat gibi görüyorlar. Türkiye içerisindeki gelişmeleri de istismar ederek yol alabileceklerini düşünüyorlar. PKK açılıma, terörü bitirecek bir araç olarak bakmadı. Silah bırakmayı asla konuşmadı, bırakmadı da. 1,5 yıl içinde örgüte katılım, silahlı adam sayısı arttı. Örgüt şehirlere PKK olarak inmeyi başardı. Örgüt ‘Ben PKK’nın asayiş ekibiyim, PKK’nın polisiyim.’ diyerek kimlik kontrolü yaptı. Tüm Türkiye’nin önünde yapıldı. Eylemler yapılıyor, barış istenmediği dile getiriliyor, savaş isteniyor, terör övülüyor. Bir yönüyle bunların hepsi meşrulaşmış oldu.Peki örgüt neden şimdi harekete geçti?Gezi olaylarından sonra hükümetin iç siyasetteki konumu sıkıntılı hale geldi. Buna 17 ve 25 Aralık da eklendi. Cumhurbaşkanlığı seçimlerine doğru giderken hükümet yalnızlaştı. Hükümetin ülkeyi idare etmesi sıkıntıya girdi. Elit kesim, bürokrasi, medya, dış unsurlar ve iktisadi aktörler tarafından hükümet sıkıştırılıyor. Bu durumda PKK ‘Erdoğan’ın geleceği var mı?’ ‘Bunun sonu olacak mı?’ Sıkışmış vaziyette. ‘Bunu istismar edebilirim.’ ‘Ölümü gösterip sıtmaya razı edebilirim.’ şeklinde bakıyor. MHP-CHP karşısında. 17 Aralık’la ilgili iddialar artıyor. AK Parti’nin bu durumda PKK’ya ihtiyacı var. Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Kürt oyları gerekiyor. Dolayısıyla PKK bunu iyi bir fırsat olarak gördü. Seçim öncesinde istismar etmeye devam ediyor.PKK’nın dağa çıkardığı iddia edilen çocuklar ve sonrasında annelerinin yaptığı eylem nasıl okunmalı?PKK’nın sinirini bozan işlerden biri bu annelerin talebi, eylemi oldu. Çocukları dağa çıkarılan anneler, çocukların geri verilmesini istedi. Kimileri bunu MİT’in, devletin işi olarak gördü. Ama bir annenin çocuğu dağa çıkarıldıysa, o anneyi feryat etmesi için kimsenin cesaretlendirmesine gerek yok. Kendini atar sokağa, evladı için protestosunu yapar. PKK burada bocaladı. ‘Eğer bu çocukları verirsek, daha çok anne sokağa çıkar.’ diye düşündü. Kürt hareketinde devrimsel bir değişim annelerin eylemi. Bugüne kadar anneler sokağa çıkmış olsaydı, sorun bu noktaya gelmezdi.Çözüm sürecinin bittiği yorumları hakkında ne düşünüyorsunuz?Çözüm süreci nedir? Yıllardır izliyorum, yazıyorum bu konuları ve ‘çözüm nedir?’ sorusunun cevabını arıyorum. Elimizdeki tek veri bir çatışmasızlık ortamının olması. Ölümlerin olmaması. Gerçi Lice’de iki kişinin ölümüyle yeniden böyle bir çatışma sürecine girilmiş gibi görünüyor. Açılım, araçları, aktörleri kimler, hedefi ne? Bu basit sorulara cevap verilmesi lazım. Devlet ‘Teröristleri dağdan indireceğim, silahlarını alacağım, normal hayatlarına dönecekler.’ diyor. Ama PKK öyle demiyor: ‘Silahımı bırakmayacağım bu bölgenin polisi olacağım’. PKK’nın hedeflerini, ön şartlarını bilmiyoruz. Bu süreçte bilinmesi gereken şeyler bilinmiyor. Bilinmemesi gerekenler biliniyor, verilmemesi gereken mesajlar veriliyor. Doğrusu ne olduğunu kestirebilmiş değilim.Öyleyse PKK çatışmasızlık sürecine neden ihtiyaç duydu?Bu süreç PKK’yı rahatlattı. 2012’deki jandarma-istihbarat uyumu PKK’ya çok zarar verdi. Eğer Türkiye böyle devam etseydi, PKK çok ağır darbeler alacaktı. Özellikle Suriye’de, PKK’ya bağlı PYD ciddi çatışmalara giriyordu. PKK’nın Suriye’de silahlı adama ihtiyacı vardı. Türkiye’deki yetenekli dağ kadrolarını Suriye’ye kaydırdı.Temel hak ve özgürlükler pazarlık konusu olmaz ve geciktirilemezÇözüm sürecinde tarafların hataları neler?Türkiye’nin hatası kolay yolu araması. ‘Şu terör belasından bir an evvel kurtulayım, bir gecede silahlar sussun, kimsenin burnu kanamasın.’ diyor. 1,5 yıl önce terörden insanlar ölüyorsa, şimdilerde terörün bitmesini gerektirecek hiçbir şey olmadıysa, hâlâ PKK’nın elinde silah varsa, demokratik reformlar umurunda değilse ve terör birden kesiliyorsa orada bir gariplik vardır. Sorunu çözdüğünüzü sanıyorsanız yanılırsınız. Sorunu ötelemiş, ertelemiş ya da oyuna gelmişsinizdir.Öyleyse iki taraf da zamana oynadı...Devlet zaman kazanıp bu süre içinde Güneydoğu’da PKK’nın tabanını çözmeye çalıştı. PKK ise zaman kazanıp, bir yandan Suriye’de askeri, silahlı başarı kazanmak istedi, diğer taraftan güneydoğuda meşrulaşmak ve topluma nüfuz etmek istedi.Taraflar bu hedeflerine ne ölçüde ulaştı?Doğrusu devlet istediklerine tam ulaşamadı. Gezi, 17 Aralık, yerel seçim rekabetleri oldu. Bütün enerji güneydoğuya verilemedi. PKK’nın ulaştığı, ulaşamadığı noktalar var. PKK topluma yayılmış durumda. PKK’nın içinde yer almayanlar da onun ilke ve hedeflerini benimsemeye başladı. Yeni nesil daha Kürtçü olarak ortaya çıkmaya başladı.IRA, ETA, FARC örnekleri ne kadar detaylı inceleniyor? Bizim yöntemlerimizle başarılan yöntemler arasında bir fark var mı?Geçmişteki bazı çalışmalarda ‘Türkiye, İrlanda’ya İspanya’ya benzemiyor. Kendine has koşulları var, kendi özgün modelini çıkarmak zorunda.’ dendi. Bu tespitin doğruluk payı olabilir ama insan her yerde insandır. Mesela IRA’da bu kadar üst düzey görüşmeler yapılmıyor, aracılar vesilesiyle iletişim kuruluyor. Birincisi, terör örgütü ve örgüt lideriyle üst düzeyde görüşmek çok sakıncalıdır. Bu terörü ve teröristi meşrulaştırır. Görüşme sadece terörü sona erdirmek için yapılır. İkincisi sahada olmanız lazım. Bugün bile IRA ya da başka bir örgüt sembolleriyle sokağa çıkılamaz. Bizde yasal boşluklar var. IRA’da, ETA’da örgütü ‘meşrulaştırma’ riskine girilmedi.Sorunun çözülememe nedenini tarafların samimiyetsizliğine bağlayanlar var.Terör gibi bir mevzuda kolay çözüm yoktur. Bu zorlu bir süreçtir. Temel hak ve özgürlükler bir pazarlık meselesi gibi algılanmamalı. Herkesin doğuştan hakları var.Peki, çözüm süreci nasıl bir yere evrilecek, bundan sonra ne olacak?Bu, Türkiye’ye ve nasıl bir yere gideceğine bağlı. Şu an güneyimiz aşırı karışık, inişli çıkışlı devasa dalgalar içindeyiz. Eğer Türkiye buradan sağ salim ve güçlenerek çıkarsa, bu sorunu aşmak daha kolay olacak. Demokrasiyi güçlendirmek, ülkede adaleti tesis etmek gerekiyor. Bunlar yapılınca Türkiye fikrine bağlılık daha da artar diye düşünüyorum. Türkiye Kürtlerinin, Irak ve Suriye’deki Kürtlerin Türkiye’ye ihtiyacı var. Arapların da aynı şekilde. Sandığımızdan daha farklı bir etkisi olabilir. Türkiye parçalanır mı endişesi yaşarken, büyüyen bir Türkiye ile de karşılaşabiliriz.Türkiye’nin gücü bırakın dünyayı Suriye’yi bile değiştirmeye yetmediKomşu ülkelerdeki gelişmeler hep aleyhimize işliyor. Kürt sorununun çözümü de bundan yara alıyor. Katılır mısınız?Kesinlikle. Türkiye, Suriye’de ciddi anlamda başını belaya soktu. Kamuoyu farkında değil belki ama Irak’ta da tam olayların ortasına düştü. Gücünün üstünde sorunlarla karşı karşıya kaldı. Bu iç savaşın içinde etnik çatışmalar var. Arap, Kürt, Türkmen gibi. Bunların içinde Türkiye’yi de geren ve karşılığı olan mezhep çatışmaları var. Ve PKK da nefis bir araç. Türkiye bu sorunların içine düşerken devletlerin çoğuyla da sorunlu hale geldi. Türkiye-Irak, Türkiye-Suriye ilişkileri hiçbir dönemde olmadığı kadar sorunlu hale geldi. İran’la ilişkiler söylem düzeyinde o kadar kötü olmasa da, Irak ve Suriye konusunda 180 derece zıt yerde duruyor. Türkiye-ABD, İsrail ve Avrupa ilişkileri de son bir yıllık hadiseler de üstüne eklenince ilişkiler dibe vurdu. Elbette PKK meselesini diğer ülkelerle çözmeyeceksiniz. Ama Türkiye’nin konumu başkentlerle kavgalı olmayı ne kadar kaldırır bilmiyorum.Şimdi bir de IŞİD eklendi denkleme.Türkiye, biraz Suudi Arabistan’a, biraz El Kaide’ye yakın radikal İslamcı diye bilinen gruplarla idare ediyordu güya. Belki Esed’e karşı onlara yardımcı bile oluyordu. Ama son zamanlarda IŞİD ve Nusra gibi örgütler aracılığıyla tam tersine Esed’e yardımcı oluyorlar. Esed’i meşrulaştırıyorlar ve muhalif bir blokun oluşmasına mani oluyorlar. Hem Irak’ı hem Suriye’yi bölecek işler yapıyor IŞİD. Acaba bir vekâletler savaşı da orada mı var diye düşündürüyor. Türkiye, Irak ve Suriye’nin bölünmesine hazır olmak durumunda. Bunu yaparken de diğer devletlerle de görüşmesi, istişare etmesi gerekir.Türkiye bu arapsaçını çözmek için ne yapmalı?Daha gerçekçi davranması gerekiyor. Politikalarını sorgulamalı. Daha ayık bakması gerekiyor meselelere. İdeallerin sarhoşluğu içinde olunmamalı. Kahire, Bağdat, Şam, Tahran, Moskova ile ilişkilerin düzelmesi şart. Buna Tel Aviv bile dâhil. Devletlerin iç işlerine müdahale etmeme gibi bir temel ilke var. Hele hele Türkiye gibi zayıf bir ülke, başka bir devletin iç işlerine müdahale ederse kendi iç işlerine de müdahale edilir. Elbette bu ilişkilerin düzelmesi zaman alır. Ama bir restorasyon dönemine ihtiyaç var. Alev hızlandı. Daha diplomatik bir dil gerekiyor. Türkiye’nin gücü dünyayı değiştirmeye yetmez. Bırakın dünyayı, Suriye’yi bile değiştirmeye yetmedi.Bir medeniyet ve insan tasavvurunun olması lazımUzun süre Ankara’da yaşadıktan sonra rektör olarak Çanakkale’ye geldiniz. Zor oldu mu alışmak?Kadrom daha önce Çanakkale’deydi. Eşim de Çanakkaleli zaten. İstanbul ve Ankara dışındaki her yer taşra, İzmir bile. O yüzden Ankara’dan sonra Çanakkale taşra gibi görünebilir. Ama Çanakkale dışardan gelene taşra gibi görünse de, aslında Kadıköy gibidir. İnsanların çoğu eğitimli. Emekli asker, öğretmenler var daha çok. 3 yıl oldu rektör olalı. Bakalım daha ne kadar sürecek? Bu süre zarfında üniversite adına hep ‘Daha ne yapabilirim?’ diye düşünmeye çalıştım.Eğitimde başarının ekonomide de başarıyı getireceğini söylüyorsunuz. Üniversitelerdeki eğitim, ekonomik başarıyı getirecek nitelikte mi?Bazen heyecanlanıyoruz. Bazı sembolik başarılar bizi coşturuyor. Oysa toplumlar bir gecede zıplama yapmaz. Her toplum olduğu gibi idare edilir. Yöneticileri nasılsa toplum da öyledir. Her toplum eğitimde nasılsa ekonomide ve siyasette de öyledir. Aslolan toplumsal dönüşümdür. Bir medeniyet ve insan tasavvurunun olması lazım. Şu an medya, üniversiteler ve turizm ciddi bir ahlaki erozyona sebep oluyor. Toplumun her yerini kesip atıyor. Her yere bir üniversite kurarsınız, içine hoca koymayınca eğitim kalitesiz olur. Hadi hoca da olsun ama bu kez öğrencilere danışmanlık yapamıyorsunuz. Bu kez manevi değerlerden uzak bozuk öğrenciler yetişiyor. Onlar da nesil yetiştirecek şimdi.Yol yine ‘eğitim şart’a çıkıyor desenizeAynen. Ama öyle. Mesela Türkiye’de cinayetler çok arttı. Yılda 5 bin civarında cinayet oluyor. Çocuklara, kadına aileye şiddet uygulanıyor. Bir şiddet toplumuna doğru ilerliyoruz. Türkiye hapishanelerindeki insan sayısı Almanya ve Fransa’dan fazla. O zaman iddianız ne? Maddi bir üretiminiz zaten yok, manevi üretim nerede? Onu da sıfırlamışsınız. Bütün çıkış yolları eğitimden geçiyor. Harvard’ın kütüphanesindeki kitap sayısı 17 milyon, Türkiye’deki bütün üniversitelerin kütüphanesindeki kitap sayısı 12 milyon, tekrar kitapları çıkarın geriye 6 milyon vs. kalıyor. Bu tablo neden Türkiye olduğumuzu gösteriyor.

Futbolun ıncığı cıncığı...

$
0
0
Albert Camus, Gerhard Schröder, Robbie Williams’ın futbolcu olduğunu biliyor muydunuz? Ya 27 kez birinci ligden ikinci lige düşen takımı? 149-0 biten maça ne demeli? Bu ilginç bilgiler, Burak Tezcan’ın çocukluğundan beri notlar aldığı, sonunda futbol ansiklopedisi kıvamında bir kitaba dönüşen defterinden.Yazar Burak Tezcan, ilkokul çağında futbol oynamayı beceremediğini anladığı günden bu yana futbola dair duyduğu, gördüğü, okuduğu ne varsa not etti defterlerine. O defterlerde ne biriktirmedi ki… Bir maçta tamamen yok olan futbol takımı, 76 yıl boyunca takımının maçını hiç kaçırmayan taraftar, bugüne dek 45 takımı çalıştıran teknik direktör, rakip takımın iki golünü kurtaran masöz, penaltı atarken şortu düşen futbolcu, maçta kırmızı kart görüp sisten faydalanıp hakemi kandıran oyuncu, baba-oğul ve kardeş futbolcular vs. bunlardan yalnızca bazıları. Tezcan yıllar sonra defterlerindeki öyküleri, istatistikleri ve anekdotları derleyerek “Hepsi Futbol” adlı kitabında bir araya getirdi. Yazarla futbol aşkını, kitabını ve Dünya Kupası’nı konuştuk.Çocukken futbolcu olmayı çok istemişsiniz ama seçmelerde ilk teşekkür edilen siz olmuşsunuz. Oynamayı beceremiyorum bari yazayım diye mi tuttunuz onca defteri?(Gülüyor) Aslında pek öyle değil. Oynayamadığım tescillenmişti ama futboldan tamamen kopmak istemedim. O yaşta çocuklar birbirlerine karşı çok acımasız oluyor, anlamıyorsun yaftasıyla sizi kenara atabiliyor. Halbuki futbolu çok seviyor ve ciddi takip ediyordum. Belki de sizden daha fazla anlıyorum diyebilmek için daha fazla okumaya başladım. Futbolcuların isimlerini ezberliyor, yabancı dergilerden fotoğraflarını kesip saklıyor, neredeyse her maçı elimde defterle izleyip her futbolcunun ismini ve forma numarasını yazıyordum. İnternet, yok, futbolla ilgili yazılmış Türkçe kaynak yok. Televizyonda futbolcularla ilgili ne duyuyorsam okul defterimin arkasına yazıyordum. Yeni öğrenmeye başladığım Almancamla da sürekli Alman kütüphanesine gidiyor futbol ansiklopedilerinden bilgileri not ediyordum.Kaç tane var böyle?Çok… Yirmiye yakın sanırım. Zaman içerisinde hepsini gözden geçirip temize çektim, çoğunu bilgisayara aktardım. Artık direkt bilgisayara not ediyorum ama elle yazma huyumdan tam kurtulabilmiş değilim.İlkokuldan beri tuttuğunuz defterleri kitaplaştırmada biraz acele etmişsiniz sanki. (Gülüyor) Bana kalsa hâlâ kitap olmayabilirdi. Gol Dergisi’nin genel yayın yönetmeni Ege Görgün ile konuşmamız sırasında ortaya çıktı bu fikir. Görgün, biraz vakit ayırırsam biriktirdiklerimi kitaplaştırabileceğimi söyledi. Ertesi gün başladım çalışmaya. Derlemem, bilgilerin doğruluğunu kontrol etmem, güncellemem 3 yılımı aldı. Açıkçası bu kitabı yazarken de yayınlanacağı düşünmüyordum. Tamamlandığında beğenildiğini görünce şaşırdım.Kitabı okuyanlar bu tarz istatistiki bilgilere internetten de rahatlıkla ulaşabilirim diyebilir.500 küsur madde var. İnternetten ulaşılabilecek madde sayısı ortalama 25-30’dur. Geri kalanını insanların akıl edip araştırması pek mümkün değil. Örneğin bir maçta hat trick yapan oyuncuyu aramayı akıl edersiniz de 4 yıl arayla aynı gün, Dünya Kupası’nda hat trick yapan futbolcuyu (Batistuta 21 Haziran 1994, 21 Haziran 1998) aramak aklınıza gelmez. Ayrıca ben yalnızca ne olduğunu değil nasıl olduğunu da yazdım.Birbirinden ilginç istatistik, hikaye ve bilgi mevcut. Size en özel geleni hangisi?Sadece 8 günde dünya kupasında gol kralı olan Oleg Salenko’nun hikayesi. 1994 Dünya Kupası, 20 Haziran’da 5 gol atıyor. Sekiz gün sonra bir gol daha atıp 6 golle gol kralı oluyor. Salenko’nun kariyerinde attığı yegane bu 6 gol oluyor.Dünya Kupası demişken 2014 Dünya Kupası’nın ikinci haftasını geride bıraktık. Bir favoriniz vardır elbet.İstanbul Erkek Lisesi mezunu olduğum için her zaman Alman takımlarına sempati duydum. Geleneksel favorim her zaman Almanya. Ama duygusal olarak her dünya şampiyonasında İtalya’yı tutarım. Zira aklımın erdiği ilk dünya kupasını İtalya almıştı. 82 Dünya Kupası’nı hatırlıyorum. Paolo Rossi’yi nasıl unutabilirim? İtalyan bir gazeteci bir yazısında şöyle diyor: Bir dünya kupasında İtalya varsa o mutlaka favoridir. Son şampiyon İspanya’nın ise tıpkı Barcelona gibi devrinin geçmesi gerektiği kanaatindeyim.Zira öyle de oldu. Sürekli aynı takım kazansa işin heyecanı kalmıyor.Peki ya ev sahibi Brezilya?Çok seviyorum ama Brezilya eski Brezilya değil. Eskiden Ronaldo, Bebeto, Romario gibi çok iyi forvetleri, süper golcüleri vardı.Son yıllarda defansa ağırlık verdiler sanki.Evet ama Brezilya bu değil. Sambacılar olması gerekirken çok sıkı defans yapan, disiplinli top oynayan bir takım haline geldi. Bu yüzden Brezilya’ya karşı eski heyecanımı yitirdim. Ama sempatiyle yaklaşıyorum.Messi, Ronaldo, Neymar üçlüsünden hangisi şampiyonanın yıldızı olur?Herkes bu üç isimden biri olacak diye bekliyor ama eğer Belçika beklentileri yerine getirip üst turlarda oynayabilirse Eden Hazard, Dünya Kupası’nın yıldızı olur. Belçika’dan ciddi beklentim var. Ayrıca Almanya kötü bir sezon geçirdiği için Mesut’un patlama yapacağını, kupaya damgasını vuracağına inanıyorum. Bahsini ettiğiniz üçlüye gelince Messi’nin milli takım performansı ortada. Asla Barcelona’da yaptığını yapamıyor. Neymar’ın sırtında çok fazla yük var. Ronaldo takımı kadar güçlü. Portekiz Ronaldo’ya Real Madrid’in verdiği desteği ne kadar verebilir?Peki biraz eskiye götürelim sizi. Pele, Maradona?Kesinlikle Maradona. Manu Choa’nın bir şarkısında eğer Maradona olsaydım ben de onun gibi yaşardım, diyor. İnişleri/çıkışları olan, star gibi bir hayatı var. Bu anlamda Pele steril. Maradona tırnak içinde defolarıyla bir yıldız. Pele ise hayatını ticarete döktü gibi geliyor bana.Futbolun kısa tarihinin yanı sıra günümüze kadar oyunun kuralları epey değişmiş/gelişmiş. Bundan sonra böylesi köklü değişimler olur mu?Futbolun kitleler tarafından bu kadar sevilmesi bana göre çok basit ve anlaşılır bir spor olmasından kaynaklanıyor. Diğer spor disiplinleri böyle değil. Geçmişten günümüze kurallar çok oturdu. Küçük dokunuşlar oluyor, olacaktır da ama köklü değişimler olacağını sanmıyorum.Tezcan’ın notlarından...Dünya Kupası’nın seri yenilgileri:9 maç, Meksika 1930-19587 maç, İsviçre 1954-19666 maç, El Salvador 1970-1982 (El Salvador, Dünya Kupası’nda oynadığı tüm maçları kaybetti.)Hiç Dünya Kupası finali oynamamış efsaneler:Alfedo Di StefanoBernd SchusterJari LitmanenEric CantonaValentino MazzolaDünya kupalarının en genç teknik direktörleri:Juan Jose Tramutola, 27 yaş, Arjantin, 1930György Ort 29, Şili, 1930Jaroslav Ceyp 30, 1954, ÇekoslovakyaOktavio Vial, 31, 1950, MeksikaAlberto Suppici, 31, yaş, 240 gün, UruguayDünya Kupası’nda oynayan baba oğullardan bazıları:Roger Rio Fransa 1934, Partice Rio 1978Julio Montero Uruguay 1970, Paolo Montero 2002Bum-Kun Cha G.Kore 1986, Du-Ri Cha 2002Dünya Kupası’nın en yaşlı futbolcuları:Roger Milla 42, Kamerun, 1990Peter Shilton 40, İngiltere, 1990Jim Leighton, 39, İskoçya, 1998Dünya Kupası’nda hiç yenilmeyenler:1930 Uruguay1934-1938 İtalya1950 Uruguay1958, 1966 İngiltere1954, 1990 Batı Almanya1958, 1962, 1970, 1994, 2002 Brezilya (19 kez düzenlenen Dünya Kupası’na 19 kez katılan tek takım Brezilya. İkinci ise 17 kez ile Almanya. Almanya’nın bir diğer özelliği 17 şampiyonanın hepsinde ikinci tura yükseliyor.)2006 İtalya2010 Yeni Zelanda

Kendi ülkesinde mülteci

$
0
0
Irak Şam İslam Devleti (IŞİD) örgütü, Irak’ın Ninava vilayetine bağlı Telafer kentinin kontrolünü, onlarca masumun kanını dökerek ele geçirdi. Burası Türkmenlerin yoğun olarak yaşadığı bir bölge.Çoluk çocuk binlerce insan, evlerini yurtlarını bırakıp bilmedikleri başka diyarlara göç etmek zorunda kaldı. Kimi yakınlardaki başka kentlerde, kendilerini şimdilik güvende hissedecekleri akrabalarının evlerine, çoğunluğu da sınır bölgelerine yakın alanlara, uluslararası yardım kuruluşlarınca kurulan kamplara yerleşti. ‘Vekalet sistemi’ nedeniyle bir akrabalarının gelip kendilerini almasını bekleyen binlerce insan, halen eyaletler arasındaki sınır kapılarında bekletiliyor.Yuvalarını, akrabalarını ve hatıralarını geride bıraktılar, hiç bilmedikleri bir memlekette, beyaz bir çadır içinde günlerini ve gecelerini geçirecekler. Gözlerdeki endişe ilk fark edilen şey. Çocuklarsa hiçbir şeyden habersiz tozun toprağın içinde oynuyor. Kampta ne kadar kalınacağını, akıbetlerinin ne olacağını kimse bilmiyor. 4 çocuk babası Agat S., “Eğer gelmeseydik çocuklarımı öldüreceklerdi, bir yakınım geride 90 yaşındaki babasını bıraktı, duyduk ki önce ellerini, sonra başını kesip öldürmüşler.” diyor. Kendilerinden olmayana hiçbir şekilde müsamaha göstermeyen terör örgütü mensupları, din adına(!) baş kesmeye devam ediyor, başı kesilen en son ‘Allah’ diyerek canını teslim ediyor. IŞİD her geçen gün gücüne güç katarak yeni bölgelerin kontrolünü ele alırken, yeni kamplar için yerler şimdiden belirlenmiş. Henüz terör örgütünün eline geçmeyen kentlerdeki insanlar da korku içinde yarının gelmesini, korkulanın olmamasını umut ederek bekliyor.İnsanların bu duruma düşmelerinin nedeni, Amerikan ordusundan aldıkları bütün eğitim, teçhizat ve silah imkanına rağmen savaşmayı reddederek siperlerini bırakıp kaçan Irak askerleri. Öyle bir kaçış ki, miğferlerini bile terk etmişler bıraktıkları yerlerde. Bölge şimdi Peşmerge askerlerinin kontrolünde. Şehirler el değiştiriyor, her yeni gün birileri bir yerlere sahip olduklarını ilan ediyor. Bütün savaşlarda olduğu gibi Irak’ta da kendilerine ait olmayan bir savaşın acısını en çok masum siviller yaşıyor.

Uçuşlarda Ramazan heyecanı başladı

$
0
0
Havayolu şirketleri, Ramazan’da azalan yolcu sayısını artırmak amacıyla çalışmalar yürütüyor. Kampanyalarla Ramazan’da seyahat alışkanlığını devam ettirmeye çalışan şirketler, oruçlu yolcular için özel mönü de hazırlıyor.Havalimanı işletmecileri, Ramazan’da yolcu sayısında azalma yaşanmaması için düzenledikleri kampanya haricinde yolcuların daha eğlenceli vakit geçirmeleri amacıyla da gerekli tedbirler alıyor. Bu yüzden havalimanları, yolcu ve çalışanlar için gerçekleştirilecek Ramazan’a özel etkinliklerle geçen yıllardaki gibi daha renkli hale gelecek.Ramazan’a özel iç hat kampanyalı uçuşların bilet satışları geçen ay başladı. Ancak sınırlı sayıda koltuklar için düzenlenen kampanyalı biletler, belirli hatlarda kısa sürede tükendi. Yeterli sayıda olmayan kampanya biletleri, rezervasyon değişikliği ve iade yapılmasına izin verilmemesi nedeniyle yolcuları mağdur etti. ‘İftarda birlikte olmaya mesafeler bahane olmasın’ sloganıyla kampanya düzenleyen THY, 24 Temmuz’a kadar bilet alınması şartıyla 28 Haziran-24 Temmuz arasında vergiler dahil 99 TL’ye uçuruyor. Aktarmasız ve tek yön biletler için geçerli kampanya, Anadolujet ile ortak uçuş anlaşmalı diğer havayolu seferlerinde geçerli sayılmıyor. THY ayrıca ikram şirketi ortağı Turkish Do&Co’nun hazırladığı özel mönülerle iftar ve sahur saatinde oruçlu yolcuları da ihmal etmeyecek.ÖZEL HAVAYOLLARI DA UCUZA UÇURACAKAtlasjet Havayolları, 24 Temmuz’a kadar bilet alan yolcuları, 28 Haziran-24 Temmuz arasında İstanbul Sabiha Gökçen Havalimanı çıkışlı ve varışlı tüm yurt içi uçuşlarda her şey dahil 52 TL’den, İstanbul Atatürk Havalimanı çıkışlı ve varışlı tüm yurt içi uçuşlarda her şey dahil 72 TL’den başlayan fiyatlarla uçuracak. Onur Air, düzenlediği kampanyayla 10 bin koltuğu, her şey dahil 62 TL’ye satışa çıkardı. 21-30 Mayıs arasında bilet alanlar, 30 Haziran-24 Temmuz arasında 62 TL’ye seyahat edecek. SunExpress Havayolları, 10 Haziran-15 Haziran arasında iç hat bileti alan yolcularını, 30 Haziran-24 Temmuz arasında 40,99 TL, 47,99 TL, 67,99 ve 97,99 TL’ye uçuracak. Bu arada özel havayolu şirketleri, THY kadar olmasa da, iftar saatindeki uçuşlarda, yolculara özel mönü ikram edecek.YOLCULAR SEMA GÖSTERİSİYLE UĞURLANACAKBu arada havalimanı işletmecileri, yolcuların daha keyifli şekilde seyahat etmeleri amacıyla bu yıl da, Ramazan’a özel etkinlikler düzenleyecek. Başta İstanbul Atatürk, Ankara Esenboğa, İzmir Adnan Menderes ve Antalya Havalimanı olmak üzere birçok havalimanında ud, tambur ve ney’den oluşan Türk musikisi enstrümanları eşliğinde gerçekleşen sema gösterileriyle ebru ve hat sergileri yer alacak. Karagöz ve Hacivat, Aşuk ile Maşuk, kukla ve gölge oyunlarının sergilendiği Meddah gösterilerinin de büyük ilgi gördüğü etkinlikler arasında fasıl dinletileri düzenlenecek.Havalimanlarındaki restoranlarda Ramazan'a özel yöresel mönüler de hazırlanacak. Örneğin Türkiye’nin dört bir yanından yerel lezzetleri restoranlarında sunan Tadında Anadolu konsepti, Ramazan’a özgü özel tarifleri iftar sofralarına taşıyacak. İstanbul Atatürk ve Ankara Esenboğa Havalimanı ile İDO iskelelerinde yer alan Tadında Anadolu restoranları, Türkiye çapında birçok ilden 650’ye yakın yerel lezzeti ürün yelpazesinde bulunduruyor. Burada, Anadolu’nun dört bir yanından seçilen menü ve iftariyelik seçenekler, Ramazan boyunca yolculara farklı seçeneklerle sunulacak. Tadında Anadolu’nun Ramazan ayına özel menüsüne kattığı seçenekler arasında zengin iftariye tabağından hünkar beğendi kebabına, ekmek kadayıfından Güllaç’a geleneksel lezzetler yer alıyor.Tatilde neresi tercih ediliyor?Ramazan Bayramı’nın hafta içine denk gelmesi nedeniyle çalışanların yıllık izinlerini kullanarak tatili uzatmayı planlaması, bilet satışlarını da artırdı. Tatil Sepeti verilerine göre, sıcak yaz günlerine denk gelen bayram tatili için seyahat severler, geçen yıl olduğu gibi bu Ramazan Bayramı’nda da, Bodrum’u tercih ediyor. Tatil Sepeti Yönetim Kurulu Başkanı Kaan Karayal’ın verdiği bilgiye göre, Haziran’a oranla Temmuz için Ege Bölgesi’ndeki tatil yörelerine gerçekleşen talepte yüzde 22 artış yaşandı. Yurt dışına gidecek kişilerin ise tercihlerini Roma, Paris, Nice ve Barcelona gibi destinasyonlardan yana kullandıklarına dikkat çeken Karayal, bu yıl talep gören sürpriz bir destinasyonun da Pekin olduğunu dile getiriyor.

AK Parti, yaptıklarıyla Kemalizm’i aklıyor!

$
0
0
Gazeteci-yazar Muhsin Öztürk, Aksiyon Dergisi’nde yaptığı mülakat ve dosyaları kitaplaştırdı: ‘Bumerang 2013.’ Kaynak Yayınları’ndan çıkan çalışmada Öztürk, “AK Parti’nin en büyük kâbusu artık eski AK Parti.” diyor.‘2013, AK Parti için tam anlamıyla geri dönüş yılı oldu.’ diyorsunuz. Ne yaptı iktidar partisi?Kendini var eden dinamiklerden ve siyasetten vazgeçti. İyi bir kadro, uluslararası ilişkiler becerisi, demokratik bir siyasî program ve o liderlik kayboldu. 2013’e gelindiğinde tek kişi var; o ne istiyorsa siyaset onunla sınırlı. Buna bir parka yapılacak bina da dahil! Üstelik yüzyıllık hesaplaşma içine girdiği eski Türkiye’yi ‘sırf işine yaradığı için’ kendi eliyle yeniden dolaşıma sokuyor. AK Parti’nin en büyük kâbusu artık eski AK Parti.Kitabın ismindeki ‘Bumerang’ buradan kinaye yani...Evet, başkaları içeride ve dışarıda toplanıp AK Parti’nin kötülüğü için planlar yapıyor değil, yapanlar varsa bile olan biten AK Parti’nin dolaşıma soktuğu şeyin kendine dönmesinden ibaret. Sivil siyaseti öncelediğinde 27 Nisan, kapatma gibi devlet refleksleriyle; klasik ceberut devlete dayandığında da Gezi, dershane gibi toplumsal tepkiyle karşılaştı. Artık kriz çözmüyor, kriz üretiyor. ‘İç ve dış mihraklar’ ipine sarılması dikkat dağıtmak için.AK Parti, 2013’teki Gezi, dershane, Mısır, Suriye, 17 ve 25 Aralık operasyonlarında nerede yanlış yaptı?Hiçbirinin özüyle ilgilenmedi aslında. Gezi’yi ya okuyamadı ya da kazançlı bir kutuplaşma için fırsat gördü. Sıradan protestoyu yoldan çıkartan bizzat Erdoğan’ın tutumu oldu. Dershane, Nabi Avcı gibi bir entelektüeli yok etti. Sivilliğe ve hür teşebbüse açık müdahalenin adı eğitim reformu oldu. Suriye ve Mısır ile değil, onun iç siyasete tahviliyle ilgilendi. Hâlâ Suriye’de ne olduğunu doğru dürüst bilmiyoruz. ‘Sıfır sorun’ diplomasisiyle elde edilen saygınlık ve güç yerle bir oldu. Üstelik Sisi’nin Mısır’da yaptığının benzerini deniyor burada. Ortadoğu’nun ezilen Müslüman halklara sahip çıktığı görüntüsünün gerçekliğine de bakılmalı. 17 ve 25 Aralık’ta ortaya çıkanlar inkâr edilmiyor. Muhatapların siyasî kişilikler olması soruşturmanın hukukî olmadığının delili değil. Bir zamanlar askere özgü dokunulmazlığı istemekse mesele, bu daha anlaşılır.Ve yanlışlarını uyaran dostlarını dahi hain ilan eden bir yapıya dönüştü bu süreçte...İzmir suikastı sonrasında Yunus Nadi’nin Cumhuriyet’te bütün muhalifleri suikast şüphelisi yapan yazısıyla, Oktay Ekşi’nin 28 Şubat’ta ‘Alçakları tanıyalım’ yazısı ve bugün havuz medyasında yer alanlar aynı iklimin ürünü. Eleştirmeseniz dahi yeterince övmediğiniz için hain bile olabilirsiniz!AK Parti-Cemaat meselesinde hükümet kanadı kendinde bir sorun görmezken, camianın bütün günahları taşıması gereken taraf olduğunu söylediğini dile getiriyorsunuz.Bir günah keçisi arayışı ya da vesayetin yeniden inşasıyla ilgili bu. Devlete alışan ve entegre olan AK Parti, devletin hafızasına ortak oldu. O hafızada pek çokları gibi eğitimli grup olan cemaat de ‘kötü’ olarak kodluydu. Uludere’den Gezi’ye, Berkin Elvan’dan Soma’ya aynı ‘hafıza’ devreye girdi. Ayrıca vesayet devleti esaslı bir düşman olmadan yaşayamaz, rutin dışına çıkamaz. Cemaat tehdidi bu ihtiyacı karşılıyor. Demokratikleşmesi buharlaşmış, sorunlarla baş etme kapasitesi düşmüş siyaset için ‘toplum’ sorun üreten bir yerdir artık.Türkiye demokratikleşme yolunda ilerlerken post-ittihatçı bir klik bu yola taş koydu. Söz konusu kriz bundan sonra nasıl aşılır?Şüphesiz yine demokrasi yoluyla. İfade özgürlüğünden sandık güvenliğine kadar pek çok şeye sahip çıkmalı. Ayrıca devlet bütünüyle demokratik, insana dayalı bir sisteme dönüşmedikçe bu ‘geri dönüş’ler hep olacak. Türkiye’de her düşünceden, her etnik ve inançtan oluşan en büyük cemaat, devletin dayağını yiyenler cemaatidir. Yani ‘damdan düşenler’ birbirlerinin farklılığına takılmadan, geniş tabanlı bir sivil anayasa ve demokratik devletin inşası için çalışmalı.Peki, cumhurbaşkanı seçimi Türkiye’yi nasıl etkileyecek?Aslında yetirince etkiledi. Son üç yılda yaşananlar şöyle ya da böyle bu cumhurbaşkanı seçimiyle ilgili. Erdoğan, muhtemel başkanlığına bir mani ya da müzakereci istemiyor. Anayasa referandumu gibi bir demokratikleşme hamleleriyle elde edilen yüzde 50’lik desteği sabitlemek için bütün anayasal ve demokratik teamüller çiğnendi. Cumhurbaşkanlığı seçimleri her zaman bir sistem sorunu ama bu sefer ağır toplumsal kaygıya dönüştü, büyük oranda Erdoğan’ın tutumu nedeniyle.Kitapta yer verdiğiniz isimlerin ortak eleştirisi neydi hükümete?Devletleşmenin sivilliği bitirdiği ve AK Parti’nin eski Türkiye’ye teslim olduğu. Klasik devlet alışkanlığı şu demek: Sivilin varlığı bütünüyle devletin inisiyatifindedir; yaşatır da, öldürür de... Cumhuriyet tarihi büyük ölçüde bununla mücadelenin tarihi. Tam da bir devir bitiyor derken, o jakobenizm başka kimlikle yeniden aramızda. AK Parti, eski vesayet sisteminin ‘yönetme biçimi’ne dair ne varsa tevarüs ediyor. Eskiye ait kınanan hangi tutum varsa makbul ve kullanışlı artık. Bu öykünmesiyle eleştirdiği, değiştirmeyi vaat ettiği Kemalizm’i aklıyor aslında. Toplumsal ayrıştırma ilk defa laikçiler eliyle değil, kendine muhafazakâr diyen kişilerce yapılıyor olması, CHP’yi tek parti üzerinden eleştirirken tek parti CHP’sine özenmek talihsizlik elbette.

Bir ben var benden dışarı

$
0
0
Dostoyevski’nin Öteki’si beyazperdeye taşındı. İkiz metaforu üzerinden ilerleyen hikâye, romanda başka, filmde başka. Peki, arada ne tür ortaklıklar, farklar var? Dostoyevski’nin Öteki dünyasına mini bir yolculuk...Öteki, Dostoyevski’nin ilk eserlerinden biri. Yazarın kitaplığında arka raflarda kalmış, edebiyat tarihçileri tarafından göz ardı edilmiş üvey evlat. Kadim okuyucularının bildiği, sevdiği; naif hikâyesi, merkezine aldığı tema ile bambaşka bir eser. Bir Suç ve Ceza, Karamazov Kardeşler değil ama bir Beyaz Geceler, Yer Altından Notlar kadar derin, etkileyici.Hikâyenin merkezinde Rus klasiklerinden çok da yabancı olmadığımız bir karakter var, 9. dereceden bir memur: Golyadkin. San Petersburg’da duvarları kirli yeşil, sisli, tozlu bir evde yoksul denmeyecek şekilde oturan kahramanımız 40’ına merdiven dayamış, yalnız bir hayat sürmektedir. Bir gün iş yerine kendine tıpatıp benzeyen başka bir Golyadkin gelir. Dış görüntüsü, giyimi, kuşamı, her şeyi aynı biri. Ancak Öteki’ye benzerliği kahramanımızdan başka kimsenin dikkatini çekmez. Çok zor durumda olduğunu söyleyen Öteki, Golyadkin’in evine yardım istemeye gider; oturup dertleşirler, birbirileriyle sırlarını paylaşır, geleceğe dair planlar yaparlar. Kurdukları dostluğun pek sağlam olmadığını anlamak zaman almaz. Ertesi gün karşılaştıklarında Öteki, Golyadkin’i tanımazlıktan gelir. Hatta ötekileştirir, küçük görür, aşağılar. İş arkadaşlarıyla sorunları olan, içine dönük, sorunlu Golyadkin’in tersine ilişkileri iyi, güler yüzlü, fırsatçı Öteki arasında büyük bir savaş başlar. Biri yükselir, biri uçuruma sürüklenir.Roman ile Richard Ayoade’ın uyarladığı hikâyeyi kıyaslayınca ortaya birçok farklı ayrıntı çıkıyor.Esas hikâye olabildiğince karanlık. Hava kavuracak derecede soğuk, gri, sisli, kirli… Dönem atmosferi okuyucuyu sarıp sarmalıyor. Tarihî binalar, köprüler, at arabaları… Yani 19. yy Rusya’sı. Bütün olaylar birbirini takip eden dört beş günde yaşanıyor.Filmdeki atmosfer de bir o kadar karanlık. Ancak Rusya’nın kavurucu soğuğundan eser yok. Kar, kış bir kenara yağmur bile yağmıyor. Kostüm, dekor tercihleriyle 70’li yılları hatırlatsa da daha zamansız bir atmosfer kurgulanmış.Kahramanımız, Petruşka adında ihtiyar bir uşakla yalnız yaşıyor; onu pek ciddiye almayan, bütün işlerine koşturan, istemeden de olsa sırlarını öğrenen biriyle… Golyadkin, Öteki’yle yüzleşmeye karar verince ona ve amirlerine mektup yazıyor. Petruşka, mektupları götürüyor ama gece eve sarhoş sarhoş dönüyor. Golyadkin mektupların kime ulaştırdığını bile öğrenemiyor. Kısacası, Petruşka deliliğe giden yolda işlerin raydan çıkmasına sebep olan esas kişilerden biri.Petruşka, uyarlama senaryoda yok. Yerini karakterimizin annesi alıyor. Kahramanımız yaşlı, hasta, huysuz annesiyle sık sık telefonla konuşuyor, belirli periyotlarda ziyaretine gidiyor. Ana kuzusu desek yeri.Romanda Öteki’nin kişisel hikâyesi ayrıntılı bir şekilde anlatılıyor. Öteki, ikizinden yardım istemeye gittiğinde içini döküyor: “Adliyede bana kumpas kurdular. Bir sabah bütün müfettişler, amirler aniden değişti, nedensiz. Bir usulsüzlük olmuş. Anlam veremedim. Sonra bir baktık beni de kapının önüne koydular… Kasabadan Petersburg’a yürüyerek geldim. Elimde, avucumda bir şey kalmadı. Kuru ekmeği gözyaşlarımla yumuşatarak yiyorum.” Başbakanın emriyle cadı avının yapıldığı ülkemizde ne kadar da taze bir metin.Filmde Öteki’ne dair bilgi verilmiyor. Uyarlama yapılırken hikayenin ivmesi kadın erkek ilişkisine kaydığı için başka ayrıntılara öncelik tanınıyor.Romandaki karakterin büyük bir motivasyonu var: İşyerinden bütün amirlerin, rütbeli isimlerin davet edildiği baloya katılmak. Daha ilk sayfada kalkıp şık elbiselerini giyiyor, kiraladığı arabayla alışverişe çıkıyor, akşama kadar gezip, saatlerce kapıda bekledikten sonra zorla solona giriyor. Şenliğin sahibi sevdiği kadın Klara ile güç bela dans edip, ortalığı birbirine katıyor. Geceyi yaka paça dışarı atılarak noktalıyor.Filmde balo kısa bir sahne. Asıl önemlisi birkaç kez görünen ulaşılmaz aşkı Klara’nın yerini başka birinin alması. Devlet dairesinde çalışan, karşı apartmanda oturan genç, güzel, yalnız bir kadın… Romanda Öteki’yle çatışması merkezdeyken filmde kadınla ilişkisi (tabii ki işlerin sarpa sarmanın sebebi, ikizi) ön planda. Bu tercih ‘ikiz metaforu’ üzerine inşa edilen hikayenin büyüsünü bozuyor. Kahramanımız gündüzleri aşkını ilan etmek için fırsat kolluyor, geceleri dürbünle evini gözetliyor. Ancak bir türlü iki lafı bir araya getiremiyor. Öteki’den aldığı tüyolarla sevdiği kadına açılmaya çalışıyor ama nafile. İşleri düzeltmek için yerine geçen ikizi genç kadını kendine bağlıyor. Ekleyelim: Filmde ana karakterimizin gözü önünde bir intihar vakası yaşanıyor. Polislerin olay yerini incelemesinden sonra iki genç ilk defa bir araya geliyor.Golyadkin, doktor tedavisi gören, ilaç kullanan biri. Romanda tanıklık ettiğimiz bir terapide doktora şöyle anlatıyor kendini: “Ben pek önemli biri değilim ama bu durumdan hiç pişmanlık duymuyorum. Tam tersi bununla gurur duyuyorum… İmalı sözlerden hoşlanmam; ikiyüzlülüğe tenezzül etmem; iftiradan dedikodudan tiksinirim. Maskeyi sadece maskeli balolarda takarım, insanların arasında değil.” Yaşanacaklardan haberdar gibi.Filmde kendi doktora gitmiyor ama annesi, intihara kalkışan sevdiği kız için kapısını çalıyor. İlaç kullanma vb. zaaflarına pek yer verilmiyor. Doktoruna gidip düşmanlarım var diyerek dövünüp ağlayan karakter, tren vagonunda Öteki’nin karşısında özeleştiri yapıyor: “Sanki sürekli kendim değilmişim gibi… Ne yapmam gerekiyorsa, olmuyor. Yetersizim. Tahtadan bir adamım, Pinokyo’yum. Gerçek biri değilim. Bu beni mahvediyor.”Golyadkin, kendisinin de ifade ettiği gibi eksik, yarım bir adam. Hayatta birçok sorgulaması var. Kararsız, utangaç, sıkılgan… Öteki’ni öldürmeye giderken bir gülümsemeyle fikrini değiştirip dost olacak kadar denge yoksunu. Her şeyi kurguluyor ama bir türlü hayata geçiremiyor. Belli etmese de içinde sürekli volkanlar patlıyor.Filmde görünmezliğin altı çiziliyor. Sorgulamaları yok, aksine tek yönlü, silik… Kukla ve insan ilişkilerindeki sorunlu olduğu vurgulanıyor sık sık. Romandaki kadar kanlı canlı biri değil. Böyle düşünmemizde senaryo kadar Jesse Eisenberg’in karakterin dönüşümünü yansıtamamasının payı da büyük. Karakteri bu kadar değiştirdiğinden Golyadkin yerine Simon adı kullanılmış.Toparlarsak: Roman daha sıcak, samimi, karakter bölünmesini merkeze alan bir yapım… Film daha bağımsız, farklı çatışma noktalarına sahip, kişisel... İkisinde de gerçeküstü katman var, bambaşka tatlara sahip. Eseri okuyup filmi izlemenin sizi günlük koşuşturmacalardan uzaklaştırıp farklı bir katmana çekeceği aşikâr. Golyadkin’i severseniz, kardeşlerini de ziyaret edebilirsiniz: Gogol’ün Burun, Çehov’un Bir Memurun Ölümü öyküsü, Dostoyevski’nin Yer Altından Notlar romanı… Hikâyeleri tatlı, durumları acıklı mı acıklı.Beyaz Kale’deki ötekiİkiz metaforuna çok yabancı değiliz. Sinema ve edebiyatta zaman zaman kullanılıyor. İlk akla gelen Orhan Pamuk’un Beyaz Kale’si. Pamuk’un tarih üzerinde yaptığı arkeolojik kazıların ürünü olan kısa romanda 17. yy Osmanlı’sından bir hikâye anlatılıyor. Napoli’ye yapılan deniz seferi sonrası tutsak edilen Venedikli bir köle, İstanbul’a getirilip satılır. Sahibiyle arasında bire bir benzerlik vardır. Veba hastalığıyla çalkalanan şehirde ikili, ilim üzerine paylaşımlarda bulunur, zamanla yer değiştirirler. Öteki gibi Beyaz Kale de Orhan Pamuk kitaplığında göz ardı edilen, Nobel’li yazarın üslubunun yeni yeni kendini göstermeye başladığı bir eser. Pamuk’un üçüncü kitabı. Yıl: 1985.Herkesin bir ikizi var!Tayfun Pirselimoğlu’nun son filmi Ben O Değilim’de yine aynı konu merkezde. 33. İstanbul Film Festivali’nde görücüye çıkan, en iyi film, senaryo ve müzik ödüllerini alan filmde yine işçi sınıfına mercek tutuluyor: “Orta yaşlarını süren bekâr Nihat, bir hastanenin kantininde Ayşe ile beraber çalışmaktadır. Kocası hapiste olan Ayşe, bir akşam Nihat’ı evine, akşam yemeğine davet eder. Evde gördüğü bir düğün fotoğrafı Nihat’ı altüst edecektir, zira Ayşe’nin kocası kendisine ikizi kadar çok benzemektedir.” Pirselimoğlu, bu metafora farklı bir yorum katıyor. Zamanla Nihat, Ayşe’nin kocasının yerine geçerken, yeryüzünde herkes çift yaratılmıştır misali Ayşe’nin de ikizini hikâyeye dâhil ediyor. Senaryosu incelikli işlenmiş, suskun, derin bir yapım. Kuvvetle muhtemel yeni sezonun başında gösterime girer.

Şov devam etmeli!

$
0
0
19-22 Haziran tarihleri arasında gerçekleşen Art Basel sanat fuarı, dünyanın dört bir yanından ziyaretçilerini ağırladı. Çağdaş sanatların sermaye ile sorunlu ilişkisinden izler barındırsa da Art Basel, sanatseverler için cazibe merkezi olmaya devam ediyor.Dünyanın önde gelen sanat etkinliklerinden Art Basel, 45. kez kapılarını sanatseverlere açtı. 34 ülkeden 285 galerinin katıldığı sanat fuarı, sadece sergilenen eserlerle değil film gösterimleri, söyleşiler ve dış mekan parkurlarıyla dünyanın dört bir yanından gelen ziyaretçilerini geniş bir yelpazede ağırlıyor. 1970 yılında 3 İsviçreli galericinin mütevazı girişimleri ile başlayan Art Basel, İsviçre’yi de aşarak Hongkong ve Miami’de dolaşan bir organizasyona dönüşmüş durumda. Dev firmaların sponsorluğunu yaptığı etkinlik geçen sene 70 bin kişiyi ağırlamıştı. Yetkililer bu sene dünya kupasına rağmen yine yüksek katılım olacağını tahmin ediyorlar. Bugün sona eren fuarı hafta içi tenha bir anında görme şansına sahip olduk. Yıldız Holding’in organizasyonunda küçük bir grupla fuarın resmi açılışından önceki öngösterimdeydik. Son yıllarda sanata olan yatırımları ile dikkat çeken Yıldız Holding Yönetim Kurulu Başkanı Murat Ülker’in de yer aldığı grupta gazeteciler ile beraber sanatçılar da vardı. Yıldız Holding geçmiş yıllarda olduğu gibi güzel sanatlar öğrencilerinin uluslararası etkinliklerine katılmasına sponsor olmaya devam ediyor. Kuşkusuz öğrenci iken bu tür etkinliklere gelebilmek onlar için hem büyük bir tecrübe ve güzel bir fırsat.Fondation Beyeler’deki Richter retrospektifinde sanatçının kızı Betty’nin portresi de yer alıyor.Karanlıktan korkmak mı?Basel’e gelenlerin fuar alanına geçmeden önceki ilk durakları, Fondation Beyeler. Üzerinde heykel ve yapıtların olduğu güzel bir çim bahçe üzerinde bulunan Beyeler Vakfı, kendi koleksiyonu haricinde müzesinde ve sergi salonunda önemli eserleri sergiliyor. Yeni soyut resmin Avrupa’daki öncülerinden Gerhard Richter’in 7 Eylül’e kadar açık kalacak retrospektifine denk gelmek güzel bir sürpriz oldu. Richter, fotoğraf gerçekliğinde yaptığı resimlerle de bu alanın zirve isimlerinden ve halen hayatta olup eserleri rekor fiyata satılan ressamlardan. Geçtiğimiz ay, 37 milyon dolara satılan Domplatz, Mailand tablosu ile yine kendisine ait olan rekoru kırmıştı. Sanatçının kendi kızı Betty’a ait yaptığı portre en çok ilgi gören eserlerinden olmayı koruyor. Sergide dikkat çeken başka portre çalışması ise ilhamını hüzünlü bir hikayeden alıyor. Dört altta dört üstte 8 genç kadının resimlerini ilk gördüğünüzde 70’lerde üniversite yıllığından fırlamış 8 kadın zannediyorsunuz. Ancak bu kişiler Amerikalı seri katil Richard Speck’in 1966 yılında Chicago’da işkence ve tecavüz ederek öldürdüğü 8 hemşirelik okulu öğrencisi. Hikayeyi öğrendiğinizde sergi duvarı birden anma duvarına dönüşüyor portrelere hemen yanında Richter’in yaptığı onlarca mum resminden biri eşlik ediyor. Gök ekini biçmiş gibi hayatların baharında trajik bir şekilde öldürülen 8 kadın önlerinden geçenleri derin bir sessizliğe uğurluyor.Art Basel’in fuar alanına varıldığında göze ilk çarpan organizasyonun işleyişindeki titizlik. Gelenlerin karşılanması ve ziyaretçilere yardımcı olmak için görev yapan birimler son derece profesyonel. Havaalanına ilk indiğiniz andan itibaren fark edilen şey, VIP konuklara daha doğrusu ‘alıcılara’ izzeti ikramda kusur etmemek.. AVM’lerde olduğu gibi sanat fuarlarında da müşteri değilseniz kuru kalabalık muamelesi görmeniz artık kanıksanan bir şey.Art Basel’in sanat eleştirmenleri tarafından en çok konu edinilen bölümlerinden birisi 14 oda (14 Rooms) olarak adlandırılan salonu. Ayrıca bilet alınan müstakil bir pavyonun sağlı sollu 14 odasında yer alan çalışmalar boşluk, zaman ve fiziksellik arasındaki ilişkiye dikkat çekmeye çalışan ve materyali insan olan performanslardan müteşekkil. Ressam Ergin İnan’ın ‘sanatın sonu delilik galiba’ dediği 14 odada beni en çok düşündüren insanların ancak birbirine çarparak ilerleyip çıkabildiği karanlık oda oldu. Birkaç kez girip denememe rağmen 3-4 adım öteden fazla gidemeyip dönmeyi tercih ettim. Ama Murat Ülker’in karanlıkta yol bulma becerisi kayıtlara geçti. Görme engellilerin yaşadıklarını deneyimlemek için yapılan özel karanlık odayı andıran çalışmada odanın sahibi Yoko Ono mahremiyet ve gizlilik üzerine düşünmeye teşvik etse de oda bir kez daha şükür duygusunu hissettiriyor insana.Art Basel’in Unlimited adı verilen ve standlara sığmadığı için geniş alanlarda sergilenen eserlerden oluşan pavyonu sanatseverlerin merakla beklediği kısımlardan. Bu seneki eserlerin önceki yıllara göre zayıf olduğu eleştirileri olsa da bazı eserler oldukça beğenildi. Tütsü artıklarından yapılan dev pirinç tarlası tablosu ile içinde reçinenin nehir gibi aktığının sembolize edildiği uc uca eklenmiş dev ağaç kütükleri ilgi çeken eserlerdendi. Bir de dikey ve yatay ışık salınımlarının olduğu video gösteri de karşısına oturanları adeta hipnotize etti. Bu gösteri fuardaki en pahalı prodüksiyonlardan zira kısa alanda geniş bir derinlik vermesi için kullanılan özel projeksiyon cihazın fiyatı 150 bin euro’ymuş.Fuarın geri kalanında galerilerin genellikle 20. ve 21. yüzyıla ait tabloları ve çağdaş görsel sanatlar çalışmaları yer alıyor. Pop-art eserlerin gözle görülür hakimiyetinin olduğu sergi salonunda sonradan sızan haberlere göre kıyasıya bir rekabetin sonunda Andy Warhol’un kendi portesini yaptığı eseri Avrupalı bir kolleksiyoner tarafından 37 milyon dolara satın alındı. Satış, fuarın açılmasını takiben 30 dakika içerisinde gerçekleşmiş.1966 yılında bir seri katil tarafından Chicago’da hunharca öldürülen 8 hemşire öğrencinin portleri görenleri hüzünlendiriyor.Para sanatın önüne geçerse Art Basel’e getirilen eleştirilerin en büyüğü, organizasyonun sanat eserlerinin ticari meta gibi alınıp satıldığı bir iş fuarına dönüştüğü. Kimi eleştirmenler sanatın gelişimi için sermayenin ilgisinin devam etmesi gerektiğini düşünürken estetik hassasiyeti ağır basan eleştirmenler buna karşı çıkıyor. Ressam Ergin İnan, organizasyonu tamamen ticari olarak görmenin haksızlık olacağını düşünüyor. “Evet, Kapalıçarşı’yı andıran ortamlar vardı.” diyen İnan, buna rağmen bir çok galeride çok güzel eserler olduğunu belirtiyor. İnan’a göre eleştirilerin kaynağı, seçici kurulun geçmiş yıllarda baz aldığı bazı kıstasların kaybolması. Sanat-sermaye sorunsalı fuarı beraber dolaştığımız grafik sanatçısı ve tasarımcı Emre Senan’ın da gündemindeydi. “Basel’den izlenimlerden çok sorularla dönüyorum.” diyen Senan’ın cevap aradığı soruların başında “Çağdaş sanatın finansallaşması sürdükçe sanatçı bağımsız bir birey olarak var olabilecek mi? Ya da bağımsız bir birey olma inadındaki bir sanatçı bu dünyada bir alan işgal edebiliyor mu?” soruları geliyor. Emre Hoca’nın sorusu cevap ararken Unlimited salonundaki devasa yazı ona küçük bir cevap niteliğindeydi: Show must go on. (Şov devam etmeli.) Türk galerileri neden yok?Art Basel’e katılan 34 ülkeden 285 galeri arasında liderlik, 74 galeri ile ABD’ye ait. New York merkezli galeriler güçlü koleksiyonlara sahip. ABD’nin ardından Almanya, İngiltere ve ev sahibi İsviçre geliyor. Listede fuara katılan tek Türk galerisi Sıraselviler’deki Rodeo. Türkiye’den fazla katılımın olmaması stand maliyetlerinin yüksekliğine bağlanıyor. Ergin İnan, “50 bin euro gibi bir stand parası verilecek, hangi eseri koyup satacak da masraflarını çıkartacaklar. Kolay değil, maalesef bizde galeriler bu maddi imkanlara ulaşmadı.” diyor.

Her türkünün bir hikâyesi var

$
0
0
İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kültür AŞ, on iki türküyü ‘Hikayesi Olan Türküler’ albümünde hikâyeleriyle birlikte müzikseverlerin beğenisine sundu.Albümde; Kastamonu, Yozgat, Tokat, Erzurum, Kayseri, Ankara, Edirne, Ordu, Kars ve Şanlıurfa yörelerine ait türküler İBB Kent Orkestrası sanatçılarının sesinden gerçek hikâyeleriyle sunuluyor. Çalışmada; İncecikten Bir Kar Yağar, Köroğlu, Kiziroğlu Mustafa Bey gibi sevilen türküler yer alıyor.İBB Kent Orkestrası - Hikayesi Olan Türküler - Kültür AŞHüseyin Turan’dan SüveydaTürk halk müziği sanatçısı Hüseyin Turan, yeni albümü Süveyda’yı müzikseverlerle buluşturdu. On eserden oluşan çalışmada; Aşık Mahzuni Şerif, Kaygusuz Abdal, Malatyalı Fahri gibi halk ozanlarının eserleri yer alıyor. Bunun yanında müzisyen, günümüzün önemli şairlerinden Haydar Ergülen’e ait ve Hüsnü Arkan’ın bestelediği Aşk Nefes isimli eseri de yorumluyor. Hüseyin Turan, Anadolu’dan koca bir nefes alıp, Azerbeycan selamına Urfa’dan kardeşlik katıp, Trakya’dan umut ekleyip, sevenlerine beşinci mevsimi getiriyor. Sanatçı, duru ve içten sesiyle bir kez daha gönül telimize dokunuyor.Hüseyin Turan - Süveyda - Doğaç MüzikEvcimik, 15. ile döndüAbone, Kendine Gel, 8:15 Vapuru gibi unutulmaz şarkılara imza atan ve 90’lı yıllardaki Türk pop müziğinin öncülerinden Yonca Evcimik, yeni albümü 15. ile karşımızda. Uzun bir aradan sonra çıkardığı yeni albümünde 90’ların ruhunu 2000’lerin sesiyle birleştiren Evcimik, iddialı bir çalışma hazırlamış. Albümün prodüktörlüğünü Aykut Gürel üstlenmiş. Volga Tamöz, Okay Barış, Serdar Ortaç, Serhat Tekin gibi müzisyenlerle birlikte çalışan Evcimik’in, hareketli şarkılarının yanı sıra duygusal şarkıları da dikkat çekiyor.Yonca Evcimik - 15. - Iİrem Records

Sünnîlik, terörizm gibi gösterilmeye çalışılıyor

$
0
0
Musul Konsolosluğu’nun basılması ve Türk vatandaşlarının rehin alınmasının ardından birçok kişi ilk kez duydu IŞİD (Irak Şam İslam Devleti) ismini. Selefi bir ideolojiye sahip olan IŞİD; Irak, Suriye, Filistin ve Ürdün topraklarını içine alan, şeriata dayalı bir devlet kurmak istiyor.Bunun için de Ortadoğu’daki savaş ve iç çatışmaların ortaya çıkardığı istikrarsızlığı lehine kullanıyor. IŞİD amaçlarına doğru ilerlerken, her eylemi ‘Sünnilik’ ve ‘cihad’ adı altında yaptığı belirtiliyor. Tıpkı 11 Eylül 2001’de ikiz kuleleri vuran El-Kaide terör örgütünün İslam ve Sünniliği kullanması gibi. Hal böyle olunca IŞİD’in Irak ve Suriye’deki eylemleri üzerinden Sünniliğin budandığı, Şiiliğin ise yükseltildiği yorumları yapılıyor. Sünnilik adına organize edildiği ileri sürülen eylemlerin, bütün dünyada (Sünnî) İslâm’ın pak yüzünü karalama çalışmaları gibi okuyanlar da mevcut. Durum böyleyken, cevaplanması gereken birçok soru ortaya çıkıyor. Irak ve Suriye’deki bu çatışma Türkiye’yi de geren Alevi-Sünni çatışmasına dönüşür mü? Bugün Irak ve Suriye’de yaşananlar evvela İslam dinini, Sünnileri, Şiileri nasıl etkiler? Bölgedeki ateş Türkiye’ye de sıçrar mı? Cevap bekleyen bu soruların peşine düştük. İran’ı ve Şiiliği Türkiye’de en iyi bilenlerden olan Ali Ünal, İslâm dünyası ve bölünmesi planlanan ülkelerin büyük ölçüde Sünnî olduğunu düşünüyor. Aynı zamanda Sünnî İslâm, tarihte ve bugün İslâm’ın yayılmasına hizmet ettiği, Şiîlik ve Şiîler genel İslâmî blok içinde daima Sünnîlere karşı problem oluşturarak varlığını devam ettirdiği için Sünnîliğin terörizm gibi gösterilmeye çalışıldığı kanaatinde. Terör, güvenlik ve Ortadoğu uzmanı Doç. Dr. Mahmut Akpınar da, IŞİD Selefi olduğu halde Sünni vurgusu ile genelde İslam’ı, özelde ise Sünni düşünceyi bu örgütlerle ve bunların döktüğü kanla karalama çabası olduğunu söylüyor. Sosyolog yazar Ali Bulaç ise mezheplerin siyasetin bir enstrümanı olarak kullanıldığı kanaatinde. Yani mezhebin kendisinde, ne Şiilik Sünniliği imha edecek bir imana dayanıyor ne de Sünnilik Şiiliği.Ali Ünal (Yazar)İslâm dünyası mezhep üzerinden bölünmeye çalışılıyorİslâm dünyası parçalanmaya çalışılıyor. Parçalanmayı gerçekleştirecek iki unsurdan biri etnik, diğeri mezhebîdir. Dolayısıyla meselâ nasıl Türkiye’de Türk ve Kürt etnik temellerde bir bölünme gerçekleştirilmeye çalışılıyorsa, PKK bu maksat için üretilmişse, aynı şekilde İslâm dünyası; Irak, Suriye, Lübnan, hatta Arabistan hattında mezhep temeli üzerinden bölünmeye çalışılmaktadır. Bunu yaparken de Şiîlik ve Şiîler mazlum konumuna sokulmakta, üretilen bir takım güya Sünnî terörist gruplarla Sünnîlik zalim konuma itilmektedir. Düşünün ki, düne kadar Suriye’de Özgür Suriye Ordusu vardı. Sonra El-Nusra çıktı, hemen arkasından IŞİD çıktı. Bunların hepsi El-Kaide temeline dayanıyor. Bunlar gücü, Irak’ı birkaç günde âdeta istila ediverecek silahları nereden alıyorlar? Elbette belli ülkeler veriyor. Sonra bir haftada Saddam’ı deviren, Afganistan’ı işgal eden ABD veya NATO güçleri, bu terör örgütlerini mi temizleyemeyecek? İslâm dünyası ve bölünmesi planlanan ülkeler büyük ölçüde Sünnî olduğu, Sünnî İslâm tarihte ve bugün İslâm’ın yayılmasına hizmet ettiği, Şiîlik ve Şiîler genel İslâmî blok içinde daima Sünnîlere karşı problem oluşturarak varlığını devam ettirdiği için Sünnîlik terörizm gibi gösterilmeye çalışılıyor. Böylece hem Şiîliğe zemin hazırlanıyor hem de İslâm’ın yüzü tamamen karartılmış oluyor. Mezhep temellerinde gerçekleştirilecek bir parçalanma, tarihte olmadığı şekilde güçlendirilecek bir Şiîlikle hem devamlı hale gelecek hem de ortaya çıkan parçalar, yani bütün İslâm dünyası, sürekli kendi içinde çatışacaktır. Bütün bu olup bitenler, Hizmet Hareketi’nin aslî temelleri ve aksiyon dinamikleriyle baştan beri ne kadar doğru bir çizgide olduğunu da gösteriyor. IŞİD, merkezî Irak’ı işgal ediyor ve ilk yaptıkları iş yüzlerce polisi infaz etmek, bir de türbelerin ve mezarların yıkılacağını ilan etmek. Yani din adına öncelikleri türbe ve mezarların imhası. Bu kadar kaba, yobaz ve cahil bir din anlayışı olur mu? Bundan daha acısı, İslâm dünyasında isim yapmış bazı âlimlerin kalkıp, bir Sünnî devrimden bahsetmesi. İslâm adına girişilen hareketlerin hep fiyasko ile sonuçlanmasına sebep olan Neo-Haricîlik inşallah gittikçe zemin kaybeder ve Müslümanlar bu olup bitenleri görerek bulunmaları gereken çizgiye belki gelebilirler. PKK terörü neticede Türkiye’de özerk bir Kürdistan getirecekse, bu defa Türkiye’yi daha zayıflatma ve kantonlara ayırma adına Alevîleri ayrıştıracak bir DHKP-C terörü bekliyor. Mevcut iktidar Alevîleri kazanmak şöyle dursun, onları İran’ın kucağına atıyor.Doç. Dr. Mahmut AkpınarOrtadoğu’daki bütün çatışmalar Türkiye’nin iç yapısını etkileme potansiyelinde2003 Batı müdahalesi sonrası Ortadoğu’da Irak ve Suriye’de en net kazanımları olan hep İran oldu. Sünniler hem siyasi hem de sosyolojik açıdan mevzi kaybetti, önemlerini yitirdi. Yaşananlar, İran’ı Şiilerin hamisi yaptı. Ortadoğu’ya matuf iki hedef güdüldüğü söylenir. Birincisi bölgede etnik çatışmalar çıkarmak, ikincisi mezhebe dayalı ayrılıklar çıkarmak. Eğer İslam coğrafyasını mezhep merkezli ayrıştırmak ve vuruşturmak istiyorsanız elinizde tek enstrüman var, Şiilik ve ona liderlik edecek İran. Batı, Şia sevgisinden veya İran’a muhabbetinden dolayı değil ama İslam coğrafyasında bir Şii aktöre, devlete ihtiyaç duyduğundan dolayı söylemde karşıt oldu. Son dönemde Sünni İslam’ı terörle, kanla, şiddetle eşdeğer gösterme ve Şiiliği daha medeni uzlaşılabilir gösterme yönünde çabalar var. Kimin kontrolünde olduğu, kime hizmet ettiği karışık radikal silahlı selefi tabanlı örgütler olan IŞİD, El Kaide gibi unsurlar kullanılıyor ve bunların kanlı eylemleri başına ‘Sünni’ kavramı sürekli eklenerek haber ajanslarınca servis ediliyor. Dolayısıyla Şii anlayışı Müslüman toplumlar ve dünya nezdinde daha sevimli kılma çabası gözlemleniyor. El Kaide, IŞİD ve türevleri bir bölgeyi istikrarsızlaştırmak için etkili enstrümanlar. Selefi oldukları halde Sünni vurgusu ile genelde İslam’ı, özelde ise Sünni düşünceyi bu örgütlerle ve bunların döktüğü kanla karalama çabası olduğunu düşünüyorum. Buna engel olmak için Müslümanlar bu tür şiddeti anında ve sert şekilde kınamalı. Bu ithamların yapışmasına engel olmalılar. Suriye krizi sonrası Türkiye Alevi tabanlı terör örgütlerinde hareketlenme var ve Esed muhaberatı bunları aktif olarak kullanıyor. Suriye’de hem IŞİD, El Nusra gibi El Kaide yapılı örgütlerde savaşan Sünni unsurlar var hem de Esed yanında savaşan Alevi Nusayri tabanlı unsurlar var. Türkiye bu konuda çok dikkatli olmalı. Genel olarak bölgede mezhep çatışması alevlendirilmek, harlanmak isteniyor. Ortadoğu’daki bütün çatışma ve ayrışmalar, Alevi-Sünni, Türk-Kürt-Arap vs. Türkiye’nin iç yapısını etkileme potansiyelindedir.Ali BULAÇ (SOSYOLOG-Yazar)Devletler mezhepleri kullanıyorSaddam Hüseyin’in Sünnilikle, Şiilikle herhangi bir ilgisi olmamasına rağmen Sünni bir aileden geldiği için ‘Sünniler Irak’ı yönetiyor’ diye bir algı oluşturmuştu. Hakikaten de Saddam döneminde en başta Şiiler, Kürtler ve Türkmenler ciddi zulüm gördü. Yüzde 60’ı Şii olan Irak’ta parlamenter rejime geçince Şiiler inisiyatif kazanmış oldu. Bu sefer de Kürtler kuzeyde ayrılıp, kendilerine ait otonom bölge kurdu. Fakat Sünniler savunmasız ve himayesiz kaldı. Kendilerine Sünni temelde bir koruyucu aramaya başladı. Irak Şiilerini İran destekliyordu. Bu sayede de güney Irak’a nüfuz etti. Bir diğer kırılma noktası Suriye iç savaşı oldu. İran, Suriye ile 2006’da stratejik işbirliği anlaşması imzalamıştı. Bu iki ülke herhangi bir saldırı karşısında birbirlerini koruyacaktı. Aynı Irak’taki gibi Suriye’de de Kürtler kendilerine kuzeyde otonom bölgeler kurmaya başladı. Burada da Sünniler hamisiz kaldı. Türkiye, laik bir rejim olduğu için Mısır’da İhvan’a darbe yapıldığı için hami olamadılar. Bu durumda Suudi Arabistan bu boşluğu doldurdu. Bunu da aslında Sünnilik üzerinden yapmıyor, Selefilik üzerinden yapıyor. Fakat hem Suriye hem de Irak’taki Sünniler savunmasız kaldığı için Selefi harekete destek verdiler. Şu anda geldiğimiz noktada Irak üçe bölünüyor, kuzeyinde bir Kürt devleti kuruluyor. Güneyinde Şii ve Alevi, Lübnan’da bir Şii hat oluşuyor. Orta bölgede de Akdeniz’e kadar açılacak olan bir Sünni hat üzerinden Suudi Arabistan destekli bir Selefi devlet kuruluyor. Bunun da aktörü şu anda IŞİD. Burada Suudi Arabistan hem Türkiye’nin Ortadoğu’ya açılmasının önünü kesmiş oluyor hem de İran’a karşı kendisini korumuş oluyor. Bütün bu olaylarda mezhepler, siyasetin bir enstrümanı olarak kullanılıyor. Yani mezhebin kendisinde, ne Şiilik Sünniliği imha edecek bir iman gücüne dayanıyor ne de Sünnilik Şiiliği. Burada devletler mezhepleri kullanıyor. İran Şiilik, Suudi Arabistan Selefi Vahhabilik üzerinden yayılıyor. Sadece Suriye’de değil Kafkasya, Balkanlar, aynı zamanda Türk cumhuriyetlerinde de Suudi Arabistan çok etkili. Neticede bütün bunlar İslam dairesi içerisinde olduğu için İslamiyet olumsuz etkileniyor. “Demek ki bu mezhepler bir arada yaşayamıyor, İslam bunları bir arada tutamıyor. Kendi içinde bir şiddet, imhacı örgütler üretiyor, yakıp yıkıyorlar. İslam’ın insanlığa söyleyeceği bir şey yok. Sosyal barış getiremez. Huzur kuramaz.” diye bir algı oluşuyor. O zaman da Batı yeni bir oryantalist paradigma üzerinden şunu inşa ediyor: “Görüyorsunuz İslam âleminin durumunu, kendi başlarına var olamıyor, birbirleriyle çatışıyor, bunların elinde sopa olan bir vasiye ihtiyaçları var. O da benim.” Ortadoğu’daki Müslüman gruplar yoruluncaya kadar devam edecek bu süreç. Bununla beraber IŞİD ateşinin Türkiye’ye sıçraması yüksek ihtimal. Çünkü Suriye’de yanlış politika izlememiz bir iç savaşa dönüştürdü. Bunun karşısında da Sünni bilinç oluşmaya başladı. Halbuki Türkiye ve İslam dünyasında Sünnilik bir mezhep değil, bir şemsiyedir. Ama sanki şu anda Sünnilik bir mezhep Şiilik de bir mezhep ve bunlar çatışıyor gibi gösteriliyor.Musul Konsolosluğu’nun basılması ve Türk vatandaşlarının rehin alınmasının ardından birçok kişi ilk kez duydu IŞİD (Irak Şam İslam Devleti) ismini. Selefi bir ideolojiye sahip olan IŞİD; Irak, Suriye, Filistin ve Ürdün topraklarını içine alan, şeriata dayalı bir devlet kurmak istiyor. Bunun için de Ortadoğu’daki savaş ve iç çatışmaların ortaya çıkardığı istikrarsızlığı lehine kullanıyor. IŞİD amaçlarına doğru ilerlerken, her eylemi ‘Sünnilik’ ve ‘cihad’ adı altında yaptığı belirtiliyor. Tıpkı 11 Eylül 2001’de ikiz kuleleri vuran El-Kaide terör örgütünün İslam ve Sünniliği kullanması gibi. Hal böyle olunca IŞİD’in Irak ve Suriye’deki eylemleri üzerinden Sünniliğin budandığı, Şiiliğin ise yükseltildiği yorumları yapılıyor. Sünnilik adına organize edildiği ileri sürülen eylemlerin, bütün dünyada (Sünnî) İslâm’ın pak yüzünü karalama çalışmaları gibi okuyanlar da mevcut. Durum böyleyken, cevaplanması gereken birçok soru ortaya çıkıyor. Irak ve Suriye’deki bu çatışma Türkiye’yi de geren Alevi-Sünni çatışmasına dönüşür mü? Bugün Irak ve Suriye’de yaşananlar evvela İslam dinini, Sünnileri, Şiileri nasıl etkiler? Bölgedeki ateş Türkiye’ye de sıçrar mı? Cevap bekleyen bu soruların peşine düştük. İran’ı ve Şiiliği Türkiye’de en iyi bilenlerden olan Ali Ünal, İslâm dünyası ve bölünmesi planlanan ülkelerin büyük ölçüde Sünnî olduğunu düşünüyor. Aynı zamanda Sünnî İslâm, tarihte ve bugün İslâm’ın yayılmasına hizmet ettiği, Şiîlik ve Şiîler genel İslâmî blok içinde daima Sünnîlere karşı problem oluşturarak varlığını devam ettirdiği için Sünnîliğin terörizm gibi gösterilmeye çalışıldığı kanaatinde. Terör, güvenlik ve Ortadoğu uzmanı Doç. Dr. Mahmut Akpınar da, IŞİD Selefi olduğu halde Sünni vurgusu ile genelde İslam’ı, özelde ise Sünni düşünceyi bu örgütlerle ve bunların döktüğü kanla karalama çabası olduğunu söylüyor. Sosyolog yazar Ali Bulaç ise mezheplerin siyasetin bir enstrümanı olarak kullanıldığı kanaatinde. Yani mezhebin kendisinde, ne Şiilik Sünniliği imha edecek bir imana dayanıyor ne de Sünnilik Şiiliği.

Yassıada’da metruk bir şato

$
0
0
İstanbul’un ücra köşelerinden Yassıada, darbe ve sürgün tarihiyle anıladursun, bir İngiliz diplomatının da izlerini taşıyor. Bulwer Şatosu, 19. yüzyıldan günümüze hatıralarıyla intikal edebilmiş ender yapılardan.İstanbul’un Prens Adaları, evvelden beri sükûneti, temiz havasıyla rağbet gören bir sayfiye yeri olmuş. Türk, Yunan ve Ermeni nüfusun ihtilatından doğan kendine has bir hüviyete sahip Adalar. Bu hususiyeti halihazırda muhafaza ettiğini söylemek mümkün elbet. Ne var ki, akla geldikçe bir tatlı huzur bırakan hatıraların, bir de talihsiz ve meşum tarihçesi bulunuyor. Şehrin Rumeli yakasından yola çıkar, vapurun gidiş istikametine doğru biraz dikkat buyurursanız, sırasıyla Kınalı, Burgaz, Heybeli ve Büyük Ada’dan mürekkep takım adaların hemen ardında iki tanesini daha seçeceksiniz. Bir sivriceyken diğeri daha düz ve yayvan bu iki ada, ismiyle müsemma İstanbul’un Hayırsız Adaları. Tarih seyri boyunca devlet adamları için bir menfa, münzevi keşişlerin manastırı, mücrim devlet adamları için de hapishane görevini görmüş. Burgazada’ya (Proti) üç mil mesafede, güneyde, yine diğer Hayırsızada’ya 1,7 mil uzaklıkta bulunan Yassıada’nın hikâyesi ise diğerine göre biraz daha farklılık gösteriyor. Sivriada diye bilinen Oxia’da hiçbir zaman insan izi görülmezken, Yassıada’nın (Plati) tarihi MS. IV. yüzyılda Ermeni katoğigosu I. Nerses’in sürgününe kadar uzanıyor. Bu meyanda, Sivriada’nın toplanıp getirilen sokak köpekleri için bir sürgün mahalli olduğunu belirtmek lazım. Yassıada’nın talihi Bizans İmparatoru Teofilos’un (829-846) buraya inşa ettirdiği Platea Manastırı ile bir nebze değişirken, sonrasında IX. asra gelinceye değin terk edilmişlik vasfından kurtulamamış Yassıada. Nihayet İngiliz sefiri Sir Henry Bulwer, Sultan Aziz’i ikna ederek satın almış ve şahsi mülküne geçirmiş. Bugün, 27 Mayıs darbesi ardından çeşitli binalarla mamur hale gelen adada, tarihî değeri haiz tek yapı Demokrat Partililerin yargılandığı spor salonu değil. 1947’de Deniz Kuvvetleri Komutanlığı’nca 2 bin kişilik bir eğitim tesisine dönüştürülmüş. Bahsi geçen İngiliz aristokrat, burayı satın aldıktan sonra yaz aylarını geçirmek üzere çeşitli binalar ve de bir şato yaptırmış. Bugün iki köpeğin nezaretinde bu metruk cezirede iki asır önceye ve daha evveline dair izler bulmak mümkün.Kimseye yâr olmayan adaYakın tarihe gelene kadar ada birçok badireler atlatmış. Geçen bin yılın başında Kostantinopolis şehri Avrupalı Latinler tarafından istila edilip yağmalanırken, vaktiyle manastır ve kilisenin yükseldiği ada da bu yağmadan nasibini almış. Yine tarihi vesikalar yağmadan sonra bu Hıristiyan mabedin alt kısmındaki mahzenlerin hapishanelere dönüştüğünü naklediyor. Fransız tarihçi Gustave Schlumberger, buradaki müşahetadında, kayalara oyulmuş geniş yer altı odalarından ve demir parmaklıklarla örülü hücrelerden bahsediyor. Şimdi zihnimizdeki zaman makinesine binip biraz da yakın zamana buyur edelim. Adalar Müzesi, İngiliz soylusunun adayı ziyaretini şu cümlelerle rivayet etmiş. “Baron Henry Lytton Bulwer, bastonuna dayanarak Yassıada’da kısa bir tur attı, sonra denize hâkim yüksek bir kayanın kenarına ilişip el değmemiş manzaraya bakarken kararını verdi. Ömrünün kalan kısmını bu adada geçirmeliydi... Henry Bulwer, 1837 yılında henüz genç bir diplomatken elçilik kâtibi olarak geldiği İstanbul’u ve adaları çok sevmişti. Britanya büyükelçisi olarak yeniden döndüğü İstanbul’da, 1858 yılının bir yaz günü ilk kez ayak bastığı Yassıada’ya ve doğasına hayran kaldı. Şimdi 57 yaşında, sağlık sorunlarıyla uğraşıp emekliliğini beklerken bu adada yaşayabilmek ona ilaç gibi gelecek, ömrüne ömür katacaktı.”Yassıada’nın 20. yüzyıl başlarında çekilmiş fotoğrafları. Kaynak: Eski Türkiye fotoğraflarıAda’nın imarı için kollarını sıvayan Sir Bulwer, Schlumberger’in bahsettiği Aziz Ignatius Manastırı kalıntıları üzerine Anglosakson tarzındaki şatosunu inşa ettirdi. Fakat güzel manzaranın cazibesine kapılmış İngiliz soylusunun hevesi çok uzun sürmez. Limon ağaçları ektiği ve bir de üzüm bağı kurduğu adada dilediğince yaşamak nasip olmayacak, ağırlaşan hastalığı ve buraya gidip gelmenin zorluğu nedeniyle bu mülk sahipsiz kalacaktı. Sir Henry Lytton Earle Bulwer, İngiltere’deki aile şatosu Knobworth House’un bir benzerini yaptırdığı adayı 1865 yılında görev süresinin bitmesiyle satılığa çıkardı. Britanya gazetelerine verilen ilanla apar topar satılan Yassıada’nın yeni sahibi Hidiv İsmail Paşa olmuştu. İstanbul’un Rumlarından Yorgo L. Zarifi’nin (1880-1953) hatıraları adanın geçmişiyle alakalı dikkat uyandıracak malumat sunuyor. Zarifi’ye göre, İngiltere’nin büyükelçilik görevini yürüten Sir Bulver-Lytton, Yassıada’ya iki adet şato yaptırmış, kuyular açtırıp, iskele kurdurmuştur. “Binaların dış görünüşü kale gibidir. Plati’ye vardığında Ortaçağ kaşanelerini gördüğünü zannedersin… Bir başka düşüncesiz ve müsrif kişi Mısırlı İsmail Paşa sadece ve sadece Lord Bulwer-Lytton’ı iflastan kurtarmak için Plati’yi satın alır.” der, ‘Hatıralarım Kaybolan Bir Dünya İstanbul 1800-1920’ kitabında. 1894 yılında İstanbul’daki büyük depremde Yassıada’daki şato da zarar görmüş. Ada, 1895 yılında Hidiv İsmail Paşa’nın dar-ı bekaya irtihalinden sonra yarım yüzyıl kadar bakımsız ve metruk kalmış.

Ismarlama bir hayatı bıraktı

$
0
0
Dua etmeyi bilmediğinde bile ilk duası hakikat olan Ayşe Şasa’dan bize hakikat kaldı. Arayışıyla ömre kefil, telefon sohbetiyle mesafelere talip, kederi sabırla taşımasıyla bir vesile. Biliyoruz, huzursuzluğu layığıyla yaşayan her fani için ölüm bir saadet...“İlk mürşidim Kemal Tahir” demiş... Aklıyla gönlü arasında bitimsiz sorgulamalara düştüğü günlerden birinde ziyaretine gittiği Kemal Tahir hasta. Yıllardır ahbaplık ettiği Ayşe’nin uzun süredir gelmeyişini 12 Mart’a, baskıya, kaygılara, korkulara bağlıyor. Ayşe Şasa kendini anlatmak derdinde ama yorgun... Nihayet bir anda yüzündeki kaygı, korku, gerilim yazara şu sözleri söyletiveriyor: “Dünya çilesinden kaçamazsın, hayatın meşakkatinden kurtulamazsın! İstersen dünyanın en zengin adamının kızı ol, servet insanı çileden korumaz. Biz bu dünyaya çile çekmeye ve pişmeye geldik.” Ayşe Şasa o sıralar 30’lu yaşlarının başında. Buhranlar içinde geçen çocukluk, yükselmesine ve düşmesine tanıklık ettiği Yeşilçam kulisleri ve “Halka ulaşmalıyız” gayesiyle çıkılan siyaset yollarında aşılamayan çelişkiler... İlk gençliğinden yorgun bir miras bırakmış. Nöbetler, sanrılar, hastaneler arasında geçen günler... Peki kimdir bu kadın? Baştan alalım. Genç Cumhuriyet’in II. Dünya Savaşı gölgesinde bir karar bulmaya çalıştığı yıllardan biri, 1941. Ayşe dünyaya geliyor. Sonrasında ne zaman kendisiyle ilgili bir bahis açılsa üzüntüyle anılacak çocukluk yılları. Yahudi ve Alman mürebbiyelerin despot ellerinde yeşertilmeye çalışılan bir yeni nesil fidesi. Kendisi olamamış, eskiye dair ne varsa hoyratça elinin tersiyle atmış cumhuriyetin en seçkin ailelerinden birinin derdini kimseye anlatamayan küçük kızı. Bahsin arasında bir bahis daha… Dayısı Rauf Orbay. Kurtuluş mücadelesine en ön saflardan omuz verip, hemen bitiminde uğradığı iftira yüzünden ömrünün son gününe kadar susmak çilesiyle mükellef bir insan. Yıllar sonra dayısından miras koltuğunda çile dolduran Ayşe Hanım, kendi tabiriyle “çiğ çiğ solculuk numaraları” yaptığı dervişane tavırlı dayısını anacak; o kendisine 18 yaşında Kur’an-ı Kerim hediye eden insan. Çiftehavuzlar’da göz alabildiğine yeşil bir bahçenin ortasında yapayalnız kaldığı günlerde sokakla tek irtibatı olan demir kapının önünde bekliyor. Oradan geçen koz helvacı onun dışarıya dair tek tesellisi. Başka bir hayat var ve o hayatı bir gün elbette bulacaktır. Yıllar sonra, Mürşid’inin dizi dibinde otururken onun kendisine hitaben “O koz helvacı bendim.” demesi manevi yolculuğunun cismanileşmiş hali. Dünyanın yükünü sırtlamış görünen Ayşe, ilkokulda herkesin ‘deli’ gözüyle baktığı, doğum gününe kimselerin gelmediği; ortaokulda okul birinciliği mertebesine yükselen; Almanca, Türkçe, İngilizce arasında bölünen bir hayatı toparlamaya çalışan bir küçük çocuk. Yedi yaşında “Ben çok yalnız bir çocuğum, bu şişeyi bulan lütfen beni arasın!” yazacak, 16 yaşında La Paix Hastanesi’nin önünden geçerken ağzından dua etmeyi bilmeden şu cümle dökülecek. Bu “Gönlünüzden ne geçirdiğinize dikkat edin” meselesine de önemli bir misal: “Hakikate vasıl olmama vesile olacaksa, yolumun bu hastaneden geçmesine razıyım.” demiştim içimden; niyet tutar gibi. ‘Hakikat’ kelimesine aşırı bir ilgim, abartılı bir merakım var.” Zengin ailesinin imkânları onu pekâlâ sosyeteye katacakken, sorgulamaktan bir an bile vazgeçmeyen aklıyla her zaman bulunduğu yerin yabancısı, bir türlü intibak edemeyen, intibak edemedikçe şaşıran, şaşırdıkça üzülen mutsuz bir genç. Ben gibi çokları için başyapıt olan ‘Ah Güzel İstanbul’ filmi de dahil nice eserin isimsiz senaristi. Yaptığı işle asla yetinmiyor, onu eleştirmekte müdanasız: “Senaryolarımı birbiri ardına gelen ‘utanç’ belgeleri gibi değerlendiriyorum, ‘Ah Güzel İstanbul’ gibi filmler… Hepsi birbirinin benzeri serüvenler dolanıyor kafamda; ama bilhassa ‘Ah Güzel İstanbul’… Safa Önal ile müşterek yaptığımız bir çalışmadır; Safa bir hikâye getiriyor, tretman ve diyaloglarını yazarak senaryo haline getiriyorum. Oldukça farklı bir adaptasyona tâbi tutuyorum. Fakat büyük bir şüphe taşıyorum yaptığım işler konusunda, marazî korkularım var. ‘Ah Güzel İstanbul’u çok kifayetsiz bulduğum için imzamı bile atmıyorum.”‘Hayatımın ilk yarısı korku filmi gibi geçti’Çocukluk ve gençlik kamburları dur durak bilmeyen kaygılar içinde incecik bir dal gibi salınan bu genç kadını nihayet çökertecek, 10 yıllık bir karanlık önüne açılacak… Dinginliğe hasret, fırtınalı bir on yıl: “Hayatımın ilk yarısı korku filmi gibi geçti... Varoluşuna sahih bir neden bulamayan insan, bilsin yahut bilmesin korku, endişe ve vehim içindedir. Ben bu marazî hali, bir imtihandan geçiyor gibi ve en ağır derecelerde yaşadım... Allah hepimizi ve özellikle yeni nesilleri böylesi azaplardan esirgesin...” Neden kendisini anarken hep o sıkıntılı yıllarından dem vuruyoruz? Geldiği yolun acılı olmasının bize öğrettiklerine tutkumuzdan mı, “Aramakla bulunmaz ama bulanlar ancak arayanlardır.” sözüne sahici bir dayanak olduğu için mi? Şimdi, onu yine anarken, haksızlık hissinden kurtulamıyorum. Ayşe Hanım geçirdiği sınavları bir bir verdikten sonra bizlere bu üzüntüleri kabuklarından soyarak adeta bir meyve gibi sundu... Ömrünce onu bir gölge gibi izleyen ölüm korkusunu Mürşid’inin “Ölüm var ya ölüm... Hımmm... Çok tatlı bir şey ölüm!” sözüyle bir kenara koyarken, umudu tavsiye etmekten geri durmayacaktı: “Hz. İbni Arabî’nin çok güzel bir sözü var... ‘Mucizeler bir kere başladı mı bitmek bilmez!’ Hayatımın ikinci yarısı benim açımdan mucizelerle dolu... Çok mucizevî bir şey var bu insanların kişiliklerinde, çok özel bir şey var. Önceki hayatımda, çocukluğumda, gençliğimde her zaman büyük bir hayal kırıklığı içinde ‘İnsan denilen mahlûk bu mu, hayat denilen şey bu mu?’ diye içten içe sorup dururken cevabımı aldım. İşte insan! İşte hayat! İşte gerçek hayat!” Onu uğurluyoruz. Artık “Ben Ayşe...” diye başlayan telefonlar yok. Gayrettepe üzerinden Hırka-i Şerif’e bakarak edilen şükürler, ıztırâr dilinden dualar yok. “Bir hayatı, ısmarlama bir hayatı bırakıyorum/ Görenler üstünde iyi duruyor derdi her bakışta” diye aldığı bir yolun sonuna geldik. Şahidiz. Fatih Camii’nde Derviş Ayşe Hanım niyetine saf tutuluyor. “Herhâlde, gerçek sona vâsıl olduğumuz zaman da, orada yeni bir hayata doğuyoruz.” diyen Ayşe Şasa dünyadan giderken sevdiğine varıyor: “Ölüm, bir köprü gibidir. Sevgiliyi sevgiliye kavuşturur.” İnna lillâhi ve innâ ileyhi raciûn…

Orda bir Soma var uzakta

$
0
0
Maden faciasının birinci ayında Soma’nın üzerinde yalnızca kayıpların ağırlığı yok. Ölenlerin 40’ı için ilk on beş gün durmadan çalışan lokma makineleri yeniden çıkarılırken insanlar giderek umutsuz, kendilerine önce ilgi gösterip sonra unutanlara sesleniyor: “Şimdi ne yapacağız?”“Yere indim gök yakın, göğe çıktım yer yakın…”Bir ay sonra yeniden Soma. Merkezdeki Emir Hıdır Bey Camii’ne uğruyorum. Her tarafı süslemelerle kaplı nevi şahsına münhasır caminin kapısı kilitli. Avlusunda soluklanırken cemaatten Ahmet Çölek önce “Dışarıdan mı geldin?” diye sorup, sonra anlatmaya başlıyor. Soma’da bir iç dökme derdi var ki, taşa dokunsanız konuşacak. Yukarıdaki söz de ondan.1999’da madenden emekli. Emekli olunca emekli olunmuyor tabii. 2007’ye kadar yine çalışmış. Yer altında tünel açmakla vazifeli olduğu için rağbet gören elemanlardan. 2007’de maden onu ve 200 arkadaşını gerekçe göstermeden işten çıkarıp kapıya da kilit vurunca, 7 yıllık çalışması, tazminatı da ocakla beraber kapanmış. Şimdinin parasıyla 600 lira geliri varken, iki çocuğu üniversitede okurken, devlet elinden tutmak dursun ‘vergi’ diye peşine düşerken, olur mu? Olur. “Ah” etmiş. Elleriyle yaptığı hesaba göre tam tamına 250 bin lira borçla kapatmışlar madeni. O kadar işçinin hakkı.Kazanın üzerinden bir ay geçmişken, Soma’dan gelen haberlerdeki tek değişiklik giderek seyreliyor olmaları. “İşçiler kaymakamlığa yürüdü…”, “Maaşlar yatmadı…”, “Bordrolar verilmedi…”, “Bir dram daha açığa çıktı…” ya da “Felaket göz göre göre ‘geliyorum’ dedi…” eksenindeyiz. Peki 301 ölüm, kurtarma çalışmalarında yaşanan aksaklıklar, madencilik konusunda yapılan tartışmalar ilçeye nasıl yansıdı?Kasklarla dolu bir hoş geldinGittiğimizde maaş gerginliği henüz çözülmemiş. Bu gerginliğin çözülmediğini anlamanız için de insanlarla konuşmanıza gerek yok. Sağlı sollu bütün gölge noktalarda dinlenmeye çekilmiş yüzlerce polis, durumun gergin olduğunun en canlı habercisi.Polislerin yan yana dizdikleri beyaz kaskları yaz ortasında öbeklenmiş karlar gibi çimlerin üzerindeyken, üniformalı değil, üniformasız polislerin de görevde olduğunu anlamak uzun sürmüyor. Arabadan iner inmez bize “refakat” eden genç adamı, çarşıda pazarda kahvede camide “tesadüfen” göreceğiz.Soma’nın pazar günü. Altı neredeyse tamamen kazılmış ilçenin üstündeki toprak fazla kullanılmadığından ürünlerin çoğu Kırkağaç, Akhisar menşeli. Pazarda mısır satan Durak Keser, “Toprak yok ki ekecek.” deyip aşağıyı işaret ediyor: “Bastığımız yer bile kazılmış… Bir deprem olsa her şey her şeye karışır…”İlk gelişimde yadırgadığım gündelik hayat ritmini yavaşlatmış. Herkes daha durgun, insanlar gergin. Belki bir ayda yaşananların ağırlığı, belki travmayı yavaş yavaş hissetmenin etkisi. “Başımız sağolsun” yazıları camlardan inmemiş.Konuşacak bir insan bulmak için yürürken karşıdan gelen bir adam telefondakine “İhmali iş kazası diye değiştirtti bana” diye söyleniyor. Sıradan bir Soma manzarası.‘Hanımla karşılıklı oturuyoruz’Kahvede dönüp bakan başlar hemen öne eğiliyor. Bir aydır hiç olmadığı kadar çok “dışarıdan” insan gören Somalılar için artık dünyanın onlar dışında kalan tarafı tekinsiz, gurbete gidip zengin olmuş da hediyesiyle yılda bir kez gelen küçük kardeşleri gibi.“Açılsın maden…”İlk konuştuğum madenci. Adı bende saklı, bu sözle konuşuyor. Neden açılsın? Madene girmek o kadar kolay mı?“Ocak kendini kapatmaya başladı. Kil havayla bile irtibat ederse şişer. Dağın altında çalışıyoruz, onun baskısı var, o da yüklenir. Vekil Meclis’te konuşur burayı bilmez. Şehirliler şehirde atar tutar sonra sıkılır. İşçilerin sabrı taştı. Ailemizden 301 kişiyi kaybettik. Hâlâ gelip bize akıl öğreten var…”Masanın etrafı yavaş yavaş doluyor… Bu sefer söz başka bir işçide; Vural…“Kredileri erteleyen iki-üç banka var. Bazı bankalar da kartları erteledi. Maaş bankamız Yapı Kredi’ydi, zorla iki ay erteledi. İki ay iki günde gelir. Cebimizdeki para bitiyor, sürekli evde oturuyoruz. Hanım bize bakıyor biz hanıma bakıyoruz… Zor…”Bir haftadır gündem verilmeyen maaşlar. İşçiler patlayamadan küllenen volkan gibi bir taşıp bir sönüyor. Çaresizlik, kıstırılmışlık, “zor zamanda bunu yapmazlar” fikrine inanç onları bu noktaya getirmiş. Vural anlatsın:“Maaşları ayın 15’inde alıyoruz. ‘Hadi hafta sonuna geliyor. Cuma yatırmazlar’ dedik. Pazartesi olduğu gibi maaş için bankanın önünde kuyruğa dizildik. Yatmamış. Cebimizde kuruş kalmamıştı. Salı vereceğiz dediler, çarşamba vereceğiz dediler. Bugün bu saat oldu yok. Şimdi öğrendim, bazı arkadaşların yatmış, onlara da yer üstünde çalışmadan yatmış. Primi düşük, vergi kesilmiş. Bordrolar da yok ortada. Biz dışarıda görevli olduğumuzda izin alırız. O günler de maaşa sayılır. Sayılmayan günlere ‘kaçak’ denir. Bazen işveren ‘kaçak’ günü çok gösterir. Bordro olmayınca hangi günler kaçak sayıldı, hangi günler görevli gösterildik, bilemiyoruz. Çaresizlikten bıçağı gırtlağımızda hisseder olduk.”Soma’da gündelik hayat ritmini yavaşlatmış. Herkes daha durgun, insanlar gergin.‘AFAD paraları nerede?’Olayın hemen ardından Soma’ya gidenler, AFAD’da toplanan paralar, yardım vaatleri, devlet eliyle verilen sözler… Bunlar ne oldu? Cevap bir ay önce de konuştuğum Rıza’dan:“Facia oldu, 1 maaş verilecek, 6 maaş ikramiye dendi. Sonra bunlar unutuldu. Yardım paraları geldi, AFAD bünyesinde 87 milyar var deniliyor, 87 lira almadı insanlar. Hayatını kaybedenlerin yakınları para aldı mı? Bilinmiyor. Kimsenin kimseden haberi yok. Yalnızca yaralıların kaymakamlıktan 500 lira yardım parası aldığını biliyoruz. Aileler de maaş bekliyor. İnsanlar korku içinde. Adliyeye sokmuyorlar. Çamın dibinde oturtmuyorlar. Kiminle muhatap olacağız bilmiyoruz.”Kendi de çalışmıyor. Herkes mecburiyetten madene döneceğini söylese de kimse henüz bunu başaracak gücü kendinde bulamıyor. Bunun gerekçesi Şevket’ten:“Hâlâ burnumda o koku var. İçime fenalık geliyor. 35 gün oldu, 35 gündür tık ilerleme yok. Yıpranma payını verseler tek kişiyi tutamazlar madende. 8 yaşındaki yeğenim paçama yapıştı ‘gitme’ diye. Şirketten para gelmedi… Doluya koydum almıyor, boşa koydum dolmuyor. Başka iş de yok yapacak.”Maden işçisi Vural, “Çaresizlikten bıçağı gırtlağımızda hisseder olduk.” diyor.‘Çayı içiyorsunuz da…’Ya geride kalanlar? 432 yetimin annesi… Onlar sanki hiç yaşamamış gibi kapılar ardında isimleri anılmadan cisimleri görünmeden duruyorlar. Bir ay önce ziyaretine gittiğim Köseler köyünün Cennet’i, Savaştepe’nin Binnaz’ı. Kesif bir suskunluk içinde.Birini buluyorum. “İsmim de ki, Emine” diyor. İsmi diyelim ki Emine. Erzurumlu Binnaz gibi, o da madende çalışan eşinin peşinden gurbette. Haberi aldığından beri kapısını devlet ricalinden kimse çalmamış. Bir vesileyle hikayesini duyanlar gelmiş. Onun dışında hep yalnız. Ne yapacağı konusunda en ufak bir fikri bile yok. Geçen kalbinin üzerinde bir taş hissedince hastaneye gitmiş, tahlil yapmışlar, 35 lira vermiş. 42 lirası varmış zaten.“Eş dost ilgilendi. İnsan da gelsin istemiyorum. Bir bardak çay içiyor, o çay nasıl pişti haberi yok. Ocak nasıl yanar, şeker nereden bulunur. Çayın hesabını yapıyorum koyarken. Kızarsın diye karanfil atıyorum. 40’ı geldi işte. Helva kavuracağım. İki kez dışarı çıktım, işçiler eylem yapıyordu kaymakamlık önünde. Onlara yemek yapmıştım. Bir kez daha çıkacağım, helva dağıtmaya.”Herkes bu kadar sabırlı değil elbette. Mehmet, maya gibi kabaran bir öfkeyle konuşuyor. Ne sendika, ne AFAD, ne devlet, ne muhalefet kurtulamıyor dilinden:“Sendikalar kendi dertleriyle uğraşsın. Daha önce yapmadığını şimdi yapsa ne olur? Herkesin derdi seçim şimdi. Biz çoktan düştük gündemden. Koru Park polis parkı oldu. Dağ üzerimize göçmüş kaçmamışız da şimdi mi kaçacağız? Ya sabır…”Madencilerin maddi manevi tazminat davalarına gönüllü 138 avukat bakıyor. 150 başvuru var.Mezarlığa yollanıyoruzArtık Maden Şehitleri olarak anılan mezarlığın suskunları üstlerinde olan bitenden habersiz. Mesela Şaban İlçi, oğlu Enis’in bu yıl takdirname aldığını ne bilsin? Takdirname henüz mermeri konulmamış mezarın üzerinde güneşin altında solup, yağmurun altında hamurlaşıyor. Kalanlara ne verildiği belirsiz, gidenlere verebildiğimiz, bir testi su, bir Fatiha.

Sarı değil, kara sendikacılık

$
0
0
Tehlike sinyali verdiği halde işçileri madene inmeye zorlayan Soma’daki sendika olayından sonra bu kurumların yapısı uzun süre tartışıldı. Sendika uzmanları, Soma’da yaşananın aslında Türkiye’deki sendikacılığın küçük bir resmi olduğu görüşünde. Onlara göre işverenin kusurlarını örtüp işçinin sorunlarını konuşmayan bu kurumların iyisiyle kötüsü arasında fark yok.Sendikacılık, Türkiye’de hem devlet katında hem de halkın gözünde ‘boş muhalefet’ kurumu gibi algılanan talihsiz alanlardan. Gerçekte işçi haklarının her alanda korunması için açılan sendikalar sadece toplu sözleşme anlaşmazlıklarında ve 1 Mayıs eylemlerinde gündeme geliyor. Aslında sendikaların işlevsizliği sol camiada tartışılan konulardan. Ancak Türkiye gündemindeki yeri Soma’da yaşanan maden faciasından sonra ağırlık kazandı. Zira 301 işçinin ölümüyle sonuçlanan felakette yüzlerce işçi Maden-İş sendikasına yürüyerek dikkatleri bu kurumlara çekmişti. Maden-İş Ege Şube Başkanı’nın görevinden istifa etmesini yeterli bulmayan işçiler, yönetim kurulunun istifasını istemişti. İddialara göre sendikanın maaşlı avukatları işçilerden sendikaya her gelişinde 50 TL’lik danışmanlık ücreti alıyor. Ancak işçiler lehine bugüne dek hiçbir dava açılmamış. Kazadan sonra büyük kısmı sendikalarını değiştiren işçiler ise diğerlerine üye oluyor. On beş yıldır bu alanda çalışan Sendika.org’un editörlerinden Ali Ergin’e göre taşeronluk sistemiyle çalışan ocaktaki işçiler belirlenen sendikaya yönlendiriliyor. Bu şekilde talepleri ve itirazları kontrol altında tutuluyor. İşçilerin hak arayışı konusunda geçtimişten çok daha hareketli olduğunu söyleyen Ergin, “Ancak bu eğilim yine bazı sendikalar yoluyla bastırılıyor.” görüşünde. İşçilerin itirazıyla yönetimi istifa eden Maden-İş’in aksine, daha çok işçi odaklı çalıştıklarını savunan Dev-Maden Sen’in bu günlerde Soma’lı üyeleri de arttı.Sendika, bölgeye iki avukat göndererek işe başlamış. Avukatlar Seran Aran ve Deniz Özbilgin’in raporuna göre işçiler geçtiğimiz yıl bir arkadaşları ölünce önlem alınmadan sendikaya inmeyeceklerini açıklar. Maden sahibi gelir ancak işçileri ikna edemez. Daha sonra sendika temsilcisinin geldiğini, “Arkadaşlar madene iniyoruz tamam mı lan!” diye tehditkâr bir tavır gösterdiğini anlatan işçi, “Bunun üzerine herkes tıpış tıpış inmek zorunda kaldı! İşte böyle bir sendika vardı.” diyor.Yönetime gelen, en az 10 yıl kalıyorSendika uzmanları Soma’da yaşananların Türkiye’deki sendikacılığın küçük bir resmi olduğu görüşünde. Zira orada patlak veren işveren-sendika menfaat birliği, birbirlerini suçlasalar da neredeyse hepsinin sorunu. Sendika içi demokrasi ve işleyişleri hakkında çalışan Kocaeli Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Kuvvet Lordoğlu, sendikalardaki oligarşik yapıya dikkat çekiyor. Özellikle üst yönetime gelen kişilerin burada elde ettikleri hakları kolay kolay terk etmek istemediğini anlatan Lordoğlu, başkanlık sürelerinin 25 yıla kadar çıktığını söylüyor. Geçtiğimiz yıllarda yapılan bir araştırmaya göre Türkiye genelinde sendika başkanının görevde kalış süresi ise 12 yıl. Sendika üyeleri zamanla profosyonel sendikacı olarak işçilikten ayrılıyor ve sadece yönetimde yer alıyor. Bu süreçte işçi şartlarından tamamen uzaklaşan yöneticiler, koltuklarını kaybetmemek için kıyasıya mücadeleye girebiliyor. Araştırmaları sırasında tanık olduğu bir sendika başkanından bahseden Lordoğlu, “Uzun yıllardır orada. Ve o kadar yer edinmiş ki şube başkanlarını da hemşerileri arasından seçiyor.” örneğini veriyor.Bilinen bir gerçek de lüks otellerde düzenlenen faaliyetler. Bunlara eğitim denilse de programlar daha çok eğlence içerikli. Bu programlarda ders verdiğini ifade eden Prof. Lordoğlu, “Ama anlatılanlarla kimsenin işi yok. Orada yapılan hesap akşam nereye gidilecek, nerede kafa çekilecek.” diyor. Böylece Türkiye’nin her tarafından gelen sendika üyeleri lüks bir şekilde ağırlanıyor. Bunun adı da genel kurul oluyor. Genel Kurul’un sonunda başkan seçimleri olduğunu söyleyen Lordoğlu, “Böyle bir yapıda sonuç bellidir. Muhalif bir aday da çıkmaz.” gözlemini paylaşıyor.İşçi maaşlarının kat be kat üzerindeki maaşlarının yanı sıra başkanların aldığı bir de ödenek var. Buna göre her yeni dönemin başında sanki görevi sona eriyormuş gibi kıdem tazminatı alınıyor. Sonraki dönem ise başkanlığa devam ediyor. Her sendikanın aynı olmadığının altını çizen Lordoğlu, “Dürüst sendikacılık yapmaya çalışanlar var elbette. Ama genel manzara böyle.” diye ekliyor. Üye işçilerin ödediği aylık aidat ise genel olarak bir iş gününe karşılık gelen ücret. Lordoğlu, bugüne kadar gelir giderleri bile denetlenmeyen sendikaların bütçesinin yeni yasadan sonra bağımsız bir denetçi tarafından inceleneceğini söylüyor.Sendikaların çalışma yapısında güvensizlik hâkimEleştirilerin muhatabı sendikalar ise kurumların içindeki demokrasi yoksunluğunu kabul ediyor. Ancak onlar da işçilerin sendikal faaliyetlere katılmaktaki isteksizliğinden şikâyetçi. DİSK’e bağlı Tekstil İşçileri Sendikası’nın Genel Sekreter Yardımcısı Ergün İşeri, “Sendikalarda genel merkezle şubeler arasında bir kopukluk var. Çalışma yapısında güvensizlik hâkim.” diyor. İşeri, bunun tek sebebinin yönetim olmadığını savunuyor. İşçileri haklarını elde etme konusunda gayretsiz bulan İşeri’ye göre bunun altında yatan sebep işçinin hakkını ararken işinden olma korkusu. Çünkü sendika üyesi olmanın ilk yaptırımı işten atılmak ya da mobbing. Bu yıldırmaya rağmen sendikaya üye olan işçinin tek düşüncesinin alacağı zam olduğunu düşünen İşeri şöyle konuşuyor:“Üç beş kuruş zam aldıysa bunu yeterli buluyor. Kendini sendikanın içinden görmek yerine kurumun onun adına hakkını savunmasını bekliyor.” Ona göre işçiler sendikanın etkin bir unsuru olduklarını fark ederse sorunlar daha kolay çözülür. Çünkü yapıda kademe kademe ilerleyebilecekleri bir mekanizma var. Ergün İşeri, yönetimde ilerlenebilecek mekanizmadan bahsetse de, işçilerin fikri bu yönde değil. Örneğin çocukluğundan beri çalıştığını söyleyen Kemal B. yönetime girmeyi hiç düşünmediğini söylüyor. Ancak sebebi manidar: “Zaten bizim yönetim ben bildiğimden beri hep aynı. Başkan aynı, üyeler aynı. Bu işler için ensen biraz kalın olacak.” Kocaeli Üniversitesi’nden Yrd. Doç. Derya Demirdizen ve Prof. Kuvvet Lordoğlu sendikalarla ilgili çalışmasında işçilerle de görüştü. Raporda görüşlerine yer verilen diğer sendika üyesi Ali ise şöyle konuşuyor; “Ben 5,5 yıldır sendika üyesiyim. Delege seçildim ama yönetime seçilmeyeceğimi biliyorum. Bir de bizim işçi takımı, iktidar neredeyse o görüşten insanları destekler. Gerçi bizim başkan yıllardır değişmedi zaten seçimler de laf olsun diye yapılıyor.” Fuat’ın İ.’nin cevabı ise çok daha kısa: “Ben yönetime girmeyi hiç düşünmedim çünkü bize yedirmezler o makamı.”Patronla bir olup muhalif işçileri işten atıyorÖte yandan işçi haklarına dair sorunlarda sadece sendikaları sorumlu tutmanın adaletsiz bir yaklaşım olacağı vurgulanıyor. Örneğin Ergün İşeri’ye göre çalışma şartlarının iyileştirilememesinde en büyük sorun, yasadaki açıklar. Tekstilde haftalık 45 saat çalışıldığını söyleyen İşeri, “Ama bakanlığın ortalamasına baktığınızda 50 saatin üzerinde. Çalışma saati için bir girişimde bulunsan işçi-işveren ilişkisinin ötesinde yasalarla karşılaşıyorsun.” diyor. Ona göre tersi iddia edilse bile Türkiye’nin tercih ettiği sistem kayıt dışının desteklenmesi. Bu resmi politika olarak söylenmiyor ama uygulanıyor. Tekstil sektörünün büyük kısmının ihracata yönelik çalıştığını anlatan İşeri, “Avrupalı markaların işini yapan üreticilere daha çok yaptırım uygulayabiliyoruz.” diyor. Sebebi ise markanın itibarını korumak için çalışan koşullarını önemsemeleri. Mevcut mekanizmanın düzeltilememesinden memnun olanlara da dikkat çeken İşeri, şöyle devam ediyor: “Mesela sendika yöneticileri. O kadar kirli işler karşınıza geliyor ki yukarıdaki bir kişi aşağıdan kendisine bir tehdit gelmemesi için işverenden yardım alıyor.”Sendikanın işlevsiz olmasının nedeni devletİnsan Hakları Derneği’ndeki çalışan hakları birimiyle ilgilenen Hulusi Zeybel ise, sendikaların bugünkü işlevsizliğinin en büyük sorumlusunun devlet politikaları olduğunu söylüyor. Devletin sendikaları hiçbir zaman işçinin hakkını savunan bir kurum olarak görmediğini savunan Zeybel, “Örgütlenme gücünü kabul ettikleri sendikaları nasıl işlevsizleştiririz diye kafa yoruyorlar. Bunun için yasal yönetmelikler, tüzükler diye olayı içinden çıkılmaz hale getirip yıldırma yoluna gidilir.” diyor. Burada da sarı sendikaların ortaya çıktığını anlatıyor. İşbirlikçi diye adlandırılan sendikaların işçiyi oyaladığını, düşük ücrete ikna ettiğini Zeybel şöyle devam ediyor: “Ama bunu yaparken en azından daha sağlıklı koşullarda çalışmasını sağla. İşvereni bu konuda sıkıştır. İnsanlar en azından sendikalar bizim için bir şeyler yapıyor desinler.”

Zebra balığı embriyosu kanser için umut oldu

$
0
0
İlginç bir görünüşe sahip olan bu canlı, bilimkurgu film sahnelerinden çıkmış bilgisayar efekti değil. İnsanlığı ele geçirmek gibi bir niyeti de yok, bu sadece zararsız bir Zebra balığı embriyosu. 4 günlük olan bu embriyo 1,4 milimetre uzunluğunda.Akvaryumlarda da tercih edilen 4-6 santimetre boyutlarındaki Zebra balıkları, sürü halinde dolaşmayı severler ve oldukça ucuzdur. Bunlar ucuz ve hızlı türetilen balıklar olduğundan gelişim biyologları açısından da en çok aranan balık olmaya başladı. Hatta genetik ve nörobilim laboratuarlarında daha popüler oldu.Ancak, zebra balıkları şu anda genetiği değiştirilip ticari amaçlarla farklı renklerde satılmasının yanısıra nörobilim laboratuarlarında da popüler.Bilim adamları yakın zamanda Zebra balıklarını kanser araştırmaları için de kullanılıyor. Çünkü Zebra balığında insanlarda rastlanan tümör türünün gelişebileceği tespit edildi.

Bu test hayat kurtarır - [Bizim Köy]

$
0
0
Organ nakli teknolojisi her ne kadar ilerlese de hastaların korkulu rüyası olmaya devam ediyor.Ameliyat fobisi bir yana, vücut yeni organı kabul edecek mi kaygısı yer bitirir insanı. Ancak ABD'deki Stanford Üniversitesi'nde yeni geliştirilen bir kan testi sayesinde bu endişeler tarihe karışıyor. Bu sayede kalp naklinden sonra vücudun yeni organı kabul edip etmeyeceği ameliyattan önce net bir şekilde öğrenilerek operasyonun başarısızlıkla sonuçlanmasının önüne erkenden geçilebilecek. Dünyada her üç kalp naklinden birinin, vücut yeni kalbi reddettiği için başarısızlıkla sonuçlandığını düşünürsek büyük gelişme! Bir Türk uzaya bedelTürk milleti olarak ticari zekamızı tartışmaya gerek yok. Bunun son örneği Almanya'da yaşandı. Ünlü bir fast-food zincirinin geçen yıl düzenlediği çekilişte uzaya seyahat kazanan Heike Düsterhöft mahkemelik oldu. Heike Düsterhöft'ün aslında bu seyahati çekilişte kazanmadığı, bileti Bilal M. (44) isimli bir Türk'ten lüks bir otomobil karşılığında satın aldığı iddia ediliyor. "Ya biletimi geri ver, ya 80 bin Euro." diyen Bilal M. ise parasının tamamını almadığını ileri sürerek mahkemeye gitti. Bir uzay macerası daha başlamadan bitmiş oldu böylelikle. Akbaba olmasın!Meksika'nın uyuşturucu kartelleri ve suç çetelerinin cirit attığı ve kaçak göçmenlere yönelik saldırılarıyla ünlü Veracruz eyaletinde yeni bir toplu mezar ortaya çıkarıldı. Yetkililer, Tres Valles kasabası yakınlarındaki bir çiftlikte ortaya çıkarılan toplu mezarda en az 28 kişinin cesedinin bulunduğunu, kazı çalışmalarının halen sürdüğünü açıkladı. Aynı bölgede birkaç gün önce bir toplu mezar daha bulunduğu için olay ahali açısından pek şaşırtıcı olmasa da mezarların bulunuş öyküsü ilginç. Toplu mezarın bölgede çok sayıda akbabanın varlığından şüphelenen deniz piyadeleri tarafından bulunduğu söyleniyor.

'Çalıyor ama bizden' diyenin her şeyi bu dünyadır

$
0
0
Hocaların hocası Prof. Dr. Nevzat Yalçıntaş meslektaşım dediği Prof. Dr. Ekmeleddin İhsanoğlu’nun cumhurbaşkanlığı adaylığını destekliyor. Paralel kavramının ise 17 Aralık yolsuzluk operasyonuna dair halkın dikkati dağıtmak için kullanıldığını söylüyor.Türkiye Büyük Millet Meclisi kulisleri karışıktır. Çünkü Meclis’te, o sıralar 10. cumhurbaşkanı seçilmeye hazırlanılıyordur. Aday olarak bir tarafta Fazilet Partisi milletvekili Prof. Dr. Nevzat Yalçıntaş, diğer tarafta beş partinin ittifak ettiği bir isim Ahmet Necdet Sezer vardır. Gerçi o seçimde toplam 10 cumhurbaşkanı adayı vardır ama öne çıkan bu iki isimdir. Yalçıntaş, 2012’nin sonlarında çıkan Hatıralar kitabında bu sürece değiniyor. Daha doğrusu Meclis koridorlarında kendisi için kulis yapmaya giden oğlu Murat Yalçıntaş’a siyaset arkadaşlarının tavrından sitemle bahsetmekle yetiniyor.Prof. Dr. Nevzat Yalçıntaş’ın yaklaşık 900 sayfalık hatıratında şöyle bir değindiği bu vakayı yazmak için, yakın tanığı gazeteci Mehmet Çiftçigüzeli, Yalçıntaş’tan izin istemiş. Aklıma hemen, hatıratını okurken neden detaylı anlatılmamış diye düşündüğüm geldi. Kendisine de bu kanaatimi zikrettiğimde gülümsedi, “Olayların başkalarını, daha doğrusu arkadaşlarımı, her iki manada dost arkadaş, siyaset arkadaşlarımı üzebileceği için onların hemen hemen hiçbirini yazmadım, sadece dokundum.” dedi. Çiftçigüzeli’nin seçimlerden sonra çıkacak kitabı çok ses getireceğe benziyor. Muhalefet, cumhurbaşkanı adayı olarak Prof. Dr. Ekmeleddin İhsanoğlu’nu gösterdi. Sizce nasıl bir isim ve karar?Olumlu ve yerinde bir karar olduğu kanaatindeyim. Ekmeleddin İhsanoğlu meslektaşımın değişik, sıra dışı kabul edilecek bir aday olduğu fikrine katiyen katılmıyorum. Ekmeleddin bey, Türk milletinin içinden çıkmış ve onun bütün milli ve manevi değerlerini temsil eden bir kimlik yapısına sahiptir. Öz be öz bu vatanın evladıdır. Bilgili, geniş dünya görüşü olan bir meslektaşımdır. Çok senelerden beri tanışıyoruz. İstanbul Üniversitesi çatısı altında ortak mesaimiz oldu. Değerli bir akademisyendir.CHP’nin aday göstermesi şaşırtıcı bulundu.CHP hakkındaki görüşlere katılmıyorum. CHP, eski aşırı CHP değil. Kaldı ki aşırı insanlar her partide bulunur. CHP’nin aynı MHP gibi milletimizin değerlerine sahip bir kişiyi seçmiş olması her yönden isabetlidir. Eminim ki iktidar partisi AKP de bu sıfatlara sahip bir aday gösterecektir. Seçilecek cumhurbaşkanı milletin tümünün arzu ve tercihlerini temsil eder. Sizin de karşınıza 5 partinin ittifak ettiği bir aday çıkmıştı. Bu anlamda bir benzerlik var mı?Bu benim durumuma benzemiyor. O seçimlerde iktidarla beraber tüm partiler Ahmet Necdet Sezer’i bir belge imzalatarak karşıma çıkardılar. Burada ise iktidar partisi de aday çıkaracaktır. Ve parti bütün kütlesiyle destekleyecektir. 10. Cumhurbaşkanlığı seçimlerini kazanan Ahmet Necdet Sezer sonra anlaşma dışına çıkmıştı. Benim partimden dahi oy verip sonra şikayet edenler oldu.Hatıratınızda 28 Şubat’ı ‘mütedeyyin insanların acı günleri’ diye anlatıyorsunuz. Bugünleri peki nasıl tanımlıyorsunuz?Bugün de bir kısmıyla acıdır. Neden? 28 Şubat’ta iktidarda bulunan askerî ekibin ilk hedefi dindarlar oldu. Hatta Süleyman Demirel, çok aşırıya gittiğini görerek beyanat verdi, dindarların üzerine bu kadar varılmasın diye. Bugün de paralel devlet diye bir şey tutturdular. Peki, nedir bu paralel devlet, anlamaya çalıştım. Kendilerini dinliyorum, hemen her Allah’ın günü. Sayın Başbakan ve onunla beraber olanlar paralel devlet, paraleller, Haşhaşiler… Buna benzer tekrar etmek istemediğim ağır sözler söylüyor. Bunlar devlet içinde devlet oldu diyorlar, tayinler fırtınası yapıyorlar. Fethullah Hoca’nın çalışmaları içinde olan, senelerden beri tanıdığım dürüst insanlara sordum. Bu insanlar hiçbir zaman bana yalan söylememiş, aldatmamış insanlar. Gördüm ki bugünkü siyasîlerin, iktidarın mensuplarının söyledikleriyle alakası olmayan meseleler.Sizce sorun ne? Hükümet sizin dürüst dediğiniz insanlarla böyle gözü kara neden mücadele etsin ki?Kati böyledir diyecek bir çalışma yapmış değilim. Müşahedelerim iki sorundur. Birincisi; birdenbire rüşvet skandalı, rezaleti ortaya çıktı. Rüşvet aldığı ileri sürülen kişiler hükümetin içindeler, bakanlar. Şimdi bu ne demektir, hükümeti tanzimde ve yürütmede büyük bir zafiyet vardır. İddianame şeklinde, öyle olmuştur diyemem. Çünkü hukukta bir tabir vardır: “Şek ile yakin hasıl olmaz.” Yani şüphelerle hakikat elde edilemez. O şüpheleri araştırmanız lazım. Sağlam delillere dayandırmanız lazım. Ama ortada büyük bir skandal var. Görüntülerle, ifadelerle bazı kişiler tevkif edilmiş, atılmış.Şimdi bu hükümet için çok sarsıtıcı bir şeydir. Son dönemde birçok ülkede de olmuştur; Fransa’da, Japonya’da. Yapılacak şey, normali neydi; hükümetin istifasını vermesi, kabinenin çekilmesi, yerine cumhurbaşkanının yeni bir başbakan atamasıydı. Muhtemelen yine Tayyip Bey’i atayacaktı. Çünkü partinin başkanıdır. O da bu arkadaşları dışarıda bırakarak yeni bir kabine kurabilirdi. Bu yapılmadı, birdenbire ortaya o zamana kadar hiç telaffuz edilmemiş derin devlet tabiriyle, o kişiler de ismen söylenmiyor, devlet memurları itham ediliyordu. Bir kere bu, hukuki prensiplere aykırıdır. Bir suç varsa suçlu olur. Suçun delilleri, somut delilleri olması lazım. Varsa savcılıklar takibat başlatır. Aylarca bir derin devlettir gitti. Biz de her yerde söyledik, bir memlekette normal devlet, derin devlet olmaz. Zannediyorum bizim de telkinlerimizle bir ay kullandıktan sonra bıraktılar, derin yapıya geçtiler. Yapı daha soyut.İki sebep var dediniz; birincisi yolsuzluk iddiasının üstünü kapatmak, ikincisi nedir? Kapatmak demeyelim, kamuoyunun dikkatlerini oradan uzaklaştırmak. Bu büyük bir skandal, yani yolsuzluk öyle az buz bir şey değil, yakın Türk tarihinde en önemli rüşvet olayıdır. Dikkatleri oradan uzaklaştırmak için neden cemaat seçildi?Nedenini araştırdım. Fethullah Hoca’nın çalışmaları içinde olan arkadaşlarla görüştüm. Anlaşılan şu ki; AK Parti hükümet olmuş, devletin muhtelif yerinde çalışacak elemanlar için isim istemiş. En büyük yanlışı yapmışsınız dedim. Bir kere bu önce yanlış intibadır. Bunlar devleti istila mı ediyorlar? İstenen kritik noktalara ihtisas sahibi bir kişi istenir, bir kişi vermezsiniz, üç-dört kişi verirsiniz onlar seçer. Bir örnek vereyim; 10 sene Aydınlar Ocağı başkanlığı yaptım. Meclis’e girince bıraktım. Bizden eleman isterler. Biz onlara bir isim göndermeyiz, bir isim göndermek demek onu empoze etmeye çalışmak demek, o bakanın o yetkilinin tanıyacağı üç-dört isim göndeririz. AK Parti hükümeti sizden isim istiyor diye elinizdeki tüm isimleri önlerine koymanız yanlış, alanlar bakımından da yanlış. Hükümet tarafı bu sefer bakacak, işine en iyi gelecekleri alacak, objektif değil sübjektif bakacak. Dolayısıyla bir yanlışlık yapmışlar. Bir de bu tayinlerin yapıldığı yerlerde başka insanlar var. Bizde memurlar ‘tekkeyi bekleyen çorbayı içer’ zihniyetinde hayatı yaşar. Orada adam üç sene, beş sene bekler şube müdürü olmak için. Birdenbire gelen hükümet, oralara kendi düşüncesine göre insanlar getirmiş. Devleti bilmek lazım. Hem on sene bu adamları almışsınız, hatta 12. seneye girdik, 11 sene bu insanlarla çalışmışsınız, 11 sene Haşhaşi olmamışlar da 12. sene mi olmuşlar?17 Aralık’tan sonra mı?Çok açık. Görülüyor ki bir vaka. O vaka rüşvet vakası. 17 Aralık ile birlikte bu kadrodan kurtulmak istediler. Adalet sisteminde benim şahsen anlayabileceğim bir şey değil. TRT Genel Müdürlüğü’mde 7 bin çalışanım vardı. Birkaçını doğuya göndermek istediler. Hem de ilk geldiğim haftalarda. Sordum bunlar evli insanlar mı? Evet evliler, çocukları var, bu çocuklar okula gidiyor. Diyelim tayin ettik Van’a. Ev var mı, okul ne olacak? Ama ciddi bir sebep varsa onun da usulü vardır. Bu da, telefon açıp şu adamı, bu adamı şuralara gönder değildir. Disiplin kurulu vardır, müfettişler vardır. Müfettişler tahkikatı yapar, disiplin kuruluna gönderir. Dolayısıyla bu da yanlış olmuştur.AK Parti seçmeninde bu sürece dair genel kanı şuydu: Türkiye’de halk kendi değerleriyle barışık, kendi dini kültürel değerlerini yaşayan siyasetçi ve lider figürünü çok fazla göremedi. Tayyip Erdoğan ve AK Parti toplumun değerlerine saygılı ve yaşayan bir figür olarak siyasette var. Bugün bu ideal siyasetçi ve siyasî partiyle uğraşıyorlar. Zaten herkes çalıyor, bu işin doğasında var. Çalıyor ama bizden, çalışıyorlar da. AK Parti’nin seçimde oy kaybetmemesi seçmenin bu mantıkla yaklaşmasına bağlandı...Buyurduğunuz şeyi anlıyorum, gerçekten bunlar söyleniyor. Fakat eğer ‘çalıyor ama bizden’ diyenler varsa bunlar İslam’ın ‘i’sinin noktasını anlamamış insanlardır. Böyle bir fikir ancak İslam’dan ruhen uzaklaşmış, bozulmuş, her şeyi dünyadan ibaret görenlerde olur. Benim gibi bir insanın bunu kabul etmesine imkân yoktur. Eğer bir insan inanca bağlı olduğunu söylüyorsa, bu inanç ne olursa olsun bu gibi bir vakayı kabul etmez. Hele ispat edilmemiş, Tayyip Bey için söylüyorum ismi geçtiği için, ‘çalıyor ama bizden’ deniyorsa, çaldığını nereden biliyorsun?. Peki, çalan insan sizden demek, sen de çalansın demek değil midir? Bu bir kere fevkalade yanlış ve kabul edilmeyecek bir şeydir. İkincisine gelince incelenirse oyların çok fazla artmadığı görülecektir.Peki ya toplumun değerlerine saygılı olma meselesi?İdarede ve şahsi hayatta en temel prensiplerden birisi, başlıcası dürüstlüktür. Dürüst olmayan bir insanın sırf ideolojik bakımdan kendiyle aynı olduğunu söyleyerek, onun kabul edilemez fiillerini meşru göstermek İslam’ı, dürüstlüğü, insanlığı anlamamaktır. İkincisine gelince; ‘Değerlerini benimsememiş siyasilerden sonra Tayyip Bey gibi benimsemiş…’ Böyle bir şey de söylemek doğru değil. Gelmiş geçmiş başbakanlardan, idareciler arasında dinine imanına bağlı, elini harama uzatmamış, tam tersine İslamî meseleler bahis konusu ediliyorsa başbakana referans vererek çok çok üst derecede savunmuş, icraat yapmış insanları demokrasinin hemen başlangıcında, hem de CHP başlangıcında tutun, Şemsettin Günaltay’dan Adnan Menderes’e, bütün başbakanlar Türk milletinin millî ve manevî değerlerini müdafaa etmiş kimselerdir. Soralım böyle diyenlere Türkiye’de en fazla imam hatip lisesi kimin zamanında açılmıştır? Süleyman Demirel zamanında. Necmettin Erbakan hocamız, kabinede başbakan yardımcısıydı, millet bayram etti, ilk defa camilerinin önüne kırmızı plakalı arabalar geldi diye. Necmettin Bey’in icraatı ne çabuk unutulacak. Turgut Özal dengeli bir Müslüman’dı, hem İslam’a hem Türkiye’ye hizmet etti. Hem de bunları vaka çıkarmadan icra etmiş biridir. Bundan önce önemli makamlarda bulunan insanların Türk milletinin millî ve manevî değerlerini bugünkü başbakan kadar temsil edemediklerini düşünüp, şimdiki başbakan ettiği için onun bazı önemli eksikliklerini görmeyip körü körüne milletin oy verdiğini, milletin öyle düşündüğünü söylemek yanlıştır.Babam rüşvet vermemek için devletle hiç iş yapmadıHatıratınızda anlatıyorsunuz, babanızın devlete iş yapmama prensibi varmış. Ama bir kez ihaleye katılıyor.Benim zorumla. Lisedeyim, büyük mağazamız var, toptancıyız. Babam devlet ihalelerine hiç girmiyor. Biliyor çünkü. Benim zorlamam karşısında baş tezgâhtara diyor ki, peki girsin. Ben de ihale şartlarını alıyorum, dolduruyorum. Kazanıyoruz. Adam bana yüzde kaç vereceksiniz deyince, bütün mesele anlaşılıyor. Babamın neden öbür bazı tüccarlar gibi ihale peşinde olmadığını anlıyorum. Babam bize çok müreffeh bir hayat yaşattı. 10 kardeşiz, evimiz hep kalabalıktı. Hatta yandaki evi satın almıştık, erkekler orada yatıyordu. Abim, ben, amcam, diğer kuzenler. Eğlenceliydi... (gülüyor)Sizin ise iki çocuğunuz var...Üç çocuğum var diyorum. Çünkü bir kız çocuğumuz var. Hanım, kız çocuğu âşığı. Birinci çocuk doğdu Murat. Sen dua ettin erkek oldu dedi. İkinci çocuk doğdu Mehmet. Yok dedi sen dua ediyorsun. Hanım yapma Allah aşkına, Allah ne verirse o olur. Ben niye isteyim? Beş kız kardeşim var. Bir bayram kız kardeşim Necla, oturup annemden babamdan kimler var bir bir yazdı. O zamanlar 49 tane çocuk çıktı, içlerinde yalnız iki-üç kız var. Hanım, eyvah benim kız çocuğum olmayacak belli bu aile... Bir kız çocuğu alalım, dedi.Evlatlık mı almak istedi?Vazifemiz bu bizim. Herkesin düşünmesi lazım, evladı olmayan... Alabilirsin, yalnız iki şartım var dedim, ne kadar küçük olursa o kadar iyi ve anne baba ne zaman isterlerse evlatlarını görsünler, kalsınlar. Hemen bulduk. Babasızlarmış, kadıncağız bakamıyor, üç kızı var. O da benim evladım oldu, okuttuk, yüksek tahsil yaptırdık evlendirdik.Yıl kaçtı?1964’te evlendik. Murat üç yaşındaydı, 68-69’dan beri bizimle beraber. Evlat olarak gördük, evlatlık görmedik.Kendi kızımız olsun diye düşünmediniz mi, daha gençmişsiniz?Ankara’daki manzarayı da gördük, bizde herkes erkek doğuruyor.Bunun adı ‘derenin taşı ile derenin kuşu vurmak’Medyaya son derece vâkıfsınız. Hatta birçok kanalın kurucuları arasındasınız. Alo Fatih vakası hakkında ne düşünüyorsunuz?Bugün böyle bir şeyin eskisi gibi olduğunu söyleyemem. O buyurduğunuz telefon açıp gazetecinin işine son verin, atın demeler askerî vesayet rejimidir. Açıyorlardı, rütbeli subaylar açıkça sizin şu yazarınız yanlış şeyler yapıyor, çıkarın, diyorlardı. Ama bugün için böyle baskı yapıldığı olmuyor. Ne oluyor, Sayın Başbakan, Alo Fatih’i arayıp -Fatih’in babasını tanırım- şunu böyle yapsan iyi olur, diyor. Bunlar normaldir. Ben bile bir seyirci olarak yanlış olan şeyi, açarım söylerim. Vatandaş olarak hakkım yok mu?Ama bunu bir vatandaşın söylemesiyle başbakanın söylemesi bir mi?Elbette bir değil ama Başbakan’ın hakkı yok mu kendi icraatına… Ha söz konusu televizyonun sahibi olsa da böyle bir şey söylese, yanlış. O söylediği şahsın çalıştığı televizyon Başbakan’ın malı değil ki. Böyle bir dilekte bulunuyor, söylüyor. Yapmadığını düşünelim. Başbakan’ın işten atma salahiyeti var mı? Yok. Bunu çok abarttılar. Doğru bir hareket mi; pek doğru değil. Neden değil, Başbakan kendi yerine özel kalemine söyler. Özel kalemler aradaki tampondur. Bir başbakanın arayıp söylemesinin manevî baskısı var ama hukuki bir baskı yok. Muhalefet bunu kaptı ve Alo Fatih üst derecede birinin alt derecede birine emir vermesini, bu müdahaleyi simgelemeye başladı.Peki bugünkü basının durumunda ne oluyor?Hükümete yakın işadamlarına gazete satın aldırtıyorlar. Havuz medyası, normal olmayan, demokrasiye aykırı, hür demokratik sistemlerin çalışmasını aksatan bir şeydir. Ama karışamazsınız. Karışacağımız yer neresidir, bunu devletin kaynaklarıyla yaparlarsa bu çok daha yanlış. İşadamları televizyonu/gazeteyi ceplerinden para verip almıyorlar, yine devletin emrinde olan bankaların verdiği krediyle alıyorlar. Bunun ismi ticarette derenin taşıyla derenin kuşunu vurmak. Derenin taşını alıp o zavallı kuşa atıyorsun sonra kebap yapıp yiyorsun. Kendi elindeki taşla vurmuyorsun.Oğlumun tutuklanması bana bir yumruktuOğlunuz Murat Yalçıntaş da tutuklanmıştı…Sincan’da 40 gün kaldı.Bu vakayı size bir mesaj olarak yorumlayanlar oldu.Mesaj falan değil, yumruk. Mesaj çok zarif bir kelime, insan sevgilisine, karısına, nişanlısına mesaj yollar. Yok yok mesaj değil yumruk.Neyin yumruğuydu?Derine giriyorsunuz. Ben size geçiştirecek cevap veriyorum. Bu yumruğu atanlar iki şeyi unuttu; birisi Cenab-ı Allah’ın adaletini. Biz yaparız, mahkûm ederiz bu oğlanı, mahkûm olunca millet, rüşvet verdi demeyecek, rüşvet diyecek. Bizde rüşvet deyince, aldı anlarlar. Şimdi adam mecbur kalmıştır trafikte, gümrükte malı kalmıştır evini yıkacaklar... gibi anlamıyor, rüşvet aldı diye algılıyor. Bir kere bu tutmadı çünkü Allah’ın adaleti. Kul safhasında da, ben yumruk atmasını bilen bir adamım, gençliğimde boks yaptım. Hiçbir zaman zalime eyvallah demem. Ne olmuş kaderimiz böyle, hayır Allah-u Teala dahi hırsızlara karşı malını müdafaa edenleri şehit sayıyor. Hakkını müdafaa edeceksin, teslim olmayacaksın. Sonuçta hak yerini buldu. Mahkemede beraat kararı çıktı.Baba olarak yargılama sürecinde hissiyatınız nasıldı? Ne düşündünüz?İki şey düşündüm; biri, oğlum çok temiz kalpli. Ben 80 yaşındayım, 30 yaşına varmadan devlet işi içine girdim, idareci oldum. Bana da böyle oyun oynamaya çalışanları gördüm. Sezdim. Neden, çünkü esnaf çocuğu olarak büyüdüm. Bizim neslimizde herkes boks yapar. Çünkü bizim devrimizde mahallede külhanbeyliler olurdu. Mecburuz. Yumruğun nereden geleceğini biliyorum. Oğlum öyle değil ki, Etiler’de doğmuş, profesörler sitesinde yaşamış. Murat, herkesi iyi bilen, iyi niyetli zanneden biri. İnandı yanına koyduğu adama. Fakat Cenab-ı Hakk’ın adaleti tecelli etti. Sadece Berlin’de değil, Türkiye’de de hâkimler var.Dedem IŞİD’in işgal ettiği topraklarda savcılık yaptı50-60 yaşında bir adamla karşılaşınca, yaşlı başlıdır tecrübe sahibidir, bizden çok daha iyi bilgileri vardır diye ne tavsiye edersiniz, diyoruz. Ben de Osmanlı’nın 700 yılı için Berlin’de vereceğim konferans için 600 yıl yaşayan Osmanlı İmparatorluğu’nun bugüne mesajı nedir diye araştırdım. Bulduğum şu oldu; adalet. Zalim devletler gittiler insanların dilini, dinini sildiler. Fransa, İspanya daha önceki din ve medeniyet izlerini sildi geçti. Osmanlı’da ise padişahlar dahi boyun eğmiştir, alimlerin ve adaletin karşısında. Beşerî ilişkilerde en büyük prensip adalettir. Benim de hayat felsefem budur; adalet, haktan yana olmak. Annemden babamdan geliyor. Annemin büyük dedesi Deyrizor savcısı ve sorgu hâkimi. Yani şimdi IŞİD’in işgal ettiği yerlerde görev yapmış. Müslüman ya eliyle, ya diliyle düzeltmeli ya da buğzetmeliHadis diyor ki; Siz bir haksızlık görürseniz önce elinizle düzeltin, elinizle düzeltemezseniz sözle düzeltmeye kalkın, eğer sözle de söylemek tehlikeliyse kalbinizle buğz edin, o da en zayıf imandır. Bizim gibi insanlar bir yanlışlık görüyorsa dile getirmeli.Reaksiyoner solculara ev yaptırdımTRT’ye genel müdür olarak atandığımda, görevi teslim almak için gittim. Binanın penceresinde personel, yarı beline kadar sarkmış bağırıyor, ‘gerici genel müdür istemiyoruz’ diye. Sorsam Marksist teoriyi bilmez. Böyle şeylerden haberleri yok, günün havasına uymuşlar. Talebem olsalar iki-üç sualde sınıfta kalırlar. İnsan anlamadan, okumadan nasıl solcu olabilir, reaksiyoner. Gayri memnundur. Hayatındaki eksiklikler var ki ondan dolayı kahrolsun bu rejim diyor, hükümet yanlış diyor. Araştırttım. Baktım bu kişilerin hemen hemen yüzde 80’i kirada oturuyor. Evi yok. Ben de ilk iş kooperatif kurdum. İlk kooperatif kurduran benim.Anayasa komisyonu baştan iş yapmamak üzere kurulduAnayasa Komisyonu’ndan bir şey çıkmayacağı belliydi. Her partiden eşit sayıda, iki kişi var komisyonda. Bu partilerin her birinin kendi kitlesi var. Bir parti var 300 milletvekili, milyonlar; öbürü 20 milletvekili. O zaman Meclis’te de eşit sandalye verin. İkinci durum şu; her parti hele partiler küçüldükçe kendilerine has fikirleri var, kulüp gibi. Her kulübün kendi taraftarı var, o fikirlerin o prensiplerin iddiaları dışında iddia kabul etmez. Etmeye kalkışsa hikmet-i vücudu kalmaz. Niye ayrı parti oldu? İllaki ısrar edecek. Reyler de eşit olduğu için çıkmaza girer. Girdiler. Baştan beri söylüyordum bunu; müşterek metne varmamak için yaptılar. Hiç şüphesiz aksi halde her parti kendi fikirlerini müdafaa etmemiş olacak.

25 Aralık’ta hukuk bitti

$
0
0
Emekli hâkim albay kimliğini sivil hayata taşıyan hukukçu Ümit Kardaş ile Balyoz’dan Ergenekon’a dava süreçlerini konuştuk. Kardaş, “25 Aralık ile beraber görünürdeki yargı da ortadan kalktı.” deyip ekliyor: “Yalnız yargı süreçlerini düzeltmek yetmez, artık yeni bir sayfa açmak gerekiyor.”Türkiye’de yapısal tartışmalar sürüyor. Anayasa, yargı ve adalet de bu tartışmaların odak noktasında. Gelinen süreci nasıl değerlendirirsiniz?Tarihsel ele almak gerekiyor. Cumhuriyet’in kurulmasından bu yana Türkiye’de hukuk gerçek anlamda bir hukuk değil, kurmaca... 1950’ye kadar zaten tek partili rejimle demokrasi yoktu. Bu döneme kadar hukuk zaten kabul edilemez. Öncesinde İstiklal Mahkemeleri’ni görüyoruz, ondan sonra sıkıyönetim mahkemeleri, devlet güvenlik Mahkemeleri, Özel yetkili mahkemeler... Hepsi olağanüstü mahkemeler. Bu mahkemelerin gerçek manada bir hukuk üretmesi mümkün olmadığı gibi, uyguladıkları mevzuatın da demokratik bir içeriğe sahip olması mümkün değil.AK Parti en azından ilk yıllarında olağanlaşan, normalleşen bir hukuk iddiasını sürdürüyordu. Ne değişti?2006’dan önce de Terörle Mücadele Kanunu vardı, o da terör ve terörist üretirdi. Ceza hukuku mevzuatımız demokratik değil, özgürlükleri güvence altına almıyor. Böyle bir mevzuat varken mahkemeleriniz de tabii hakim ilkesine aykırı mahkemeler. Burada bir hukuk tasavvurunda bulunmak mümkün değil. Hukukun askıya alındığı istisna hali bizde süreklilik gösteriyor. Biz ne kadar olağan dönem yaşadık, ona bakmak lazım. 27 Mayıs, arkasından 12 Mart, arkasından 12 Eylül, arkasından 27 Nisan. Darbelerle kesilmemiş bir dönemimiz yok.Arada yaşanan dönemler vaha gibi...Olağanüstülük, olağan hale geliyor. ‘Biz hep olağanüstü şartlar yaşıyoruz.’ diye bakılıyor ve bu da olağanüstü uygulamalarla ortadan kaldırılmaya çalışılıyor. Yargıya geldiğimizde bu zihniyetin sürdüğü bir yerde gerçek anlamda bir hukuk olabilir mi? Olmaz. Olağan olan ilkeler ve özgürlüktür çünkü. ‘Biz devrim yapacağız, hukuku da araçsallaştıracağız’ düşüncesi var. Bakın İstiklal Mahkemeleri’ne, adam şapka mı giymemiş, ‘Gel, iki dakika savunma yap asalım’ deniyor.Demokrasi adına umut veren adımlardan biri 12 Eylül, Balyoz ve Ergenekon davalarıydı. Bu davaların da meşruiyeti tartışılır oldu.Geçmişle yüzleşmek sadece yargıyla olmaz, bunun için hakikat ve yüzleşme komisyonları da kurulur. Bakın enteresan olan şu, yargı bizim ‘bir daha asla’ demememiz için uygulanması gereken bir boyut. Bunun yapısal bir boyutu da var, o da kurumların demokratikleşmesi. Silahlı Kuvvetler açısından bakalım, burada bir değişiklik var mı? Yok. İki general yargılandı, güzel sembolik. Peki bu yol açıldı, kademe kademe 12 Eylül uygulamalarını yapan bir sürü sorumlu da vardı, onlar ne oldu? Burada hakikaten kapsamlı bir soruşturma yapılamadı. Hakikat ve yüzleşme komisyonları kurulabilirdi. En azından orada bir yüzleşme sağlanabilirdi. Bu sadece 12 Eylül açısından değil, bütün hakikatler için de geçerli. Bu ikisi, paralel işlemesi gereken süreçler. Bir de tabii önemli bir eleştiri var bu konuda: 12 Eylül Anayasası, siyasî partiler kanunu, seçim kanunu tüm zihniyetiyle beraber duruyor. Yargılama yaparken bunları değiştirebildiniz mi? Halen 12 Eylül anayasasıyla yönetiliyoruz.Peki Balyoz ve Ergenekon davaları...Balyoz ve Ergenekon’a geldiğimizde, savunmalar hep ret ve inkâr üzerine kuruldu. Mahkemenin gerekçeli bir kararı var. Sadece dijital verilerden de ibaret değil. Bu bir kanun yolundan da, temyizden de geçti. Kişiler hükümlü hale geldi. O zaman yargılamanın yenilenmesi konusunda da yeni bir delil söz konusu değil. Burada adil yargılanma hakkına uymayan noktalar var. Bunlar da Yargıtay’ın temyiz aşamasında incelenmiş. Anayasa Mahkemesi’nde bireysel başvuru düzenlemesi şunu söylüyor: ‘Kanun yolundan geçmiş hususlar hakkında inceleme yapamaz.’ Bu konular temyiz aşamasında değerlendirildiği için oraya girmemesi lazım. Tahmin ediyorum, bu biraz siyasî bir angajman. Hakikaten beraat edecek kişiler de olabilir ama bizim yargılamamızın hali bütün yargılanan insanlar açısından eksiklikler içeriyor. Bu askerî yargılama olduğunda siyaset devreye girip orada bir müdahale söz konusu oluyor. Yargıtay’ın üstünden bir işlev görüyor Anayasa Mahkemesi.Türkiye’de yargı görünürde var diyorsunuz, öyle mi?Aslında artık o da yok. Görünürde olan yargının ortadan kalkması 25 Aralık. Polis, mahkeme kararını uygulardı öncesinde. 25 Aralık’ta mahkeme karar verdi, savcı uygulatmak istedi, emniyet dedi ki, ‘uygulamıyorum.’ Bu ilktir. O noktada görünürdeki yargı da ortadan kalktı. Güç artık at oynatır hale geldi. Bu olanları hukuken de açıklayamıyorsunuz. Hukuk yok, mahkeme yok, yargı yok. 25 Aralık o açıdan bir kırılma noktası. Görünürdeki yargı da yok oldu. Başbakan çıkıyor açıklama yapıyor ve yargı harekete geçiyor. İnsanlar gücün istediğine bağlı hareket ediyor. Bu bir çöküş hali. O yüzden oturup yeniden inşa sürecine girmek gerekiyor.İnsanların yalnızca siyasal meselelerde değil, her konuda siyasallaşmamış bir yargıya ihtiyacı yok mu?Bürokraside, idarede, emniyette, poliste kuralların dışına rahatça çıkma hali ortaya çıktı. O makro örnek mikro örneklere derhal yayıldı. Vatandaş güven noktasını kaybederse, kendi hakkını kendisi almak için uğraşır. Bu anarşi hali, devletin buharlaşıp uçtuğu, herkesin gücü oranında hakkını aradığı nokta. Kör topal giden bir süreçti öncesinde, şimdi o da yok. Bu sadece yargı boyutuyla değil. Artık tamamen yeni bir sayfa açmak zorundayız. Düzenlemeler de kurtarmıyor, pratikte farklı işliyor. Yeni bir konsensüse, yeni bir inşaya ihtiyaç var.Bu ideal olan ama ideal olmayan bir süreçten geçtiğimiz kaygısını taşıyan da çok insan var. O zaman süreç nasıl işler?Önümüzde bir cumhurbaşkanlığı seçimi var, bu da önemli. Başbakan’ın cumhurbaşkanı olması durumunda gelişmelerin çok iyi olabileceğini düşünemiyorum. Çünkü Başbakan, anayasa tartışmaları sırasında açıkladığı üzere başkanlık rejimi düşünüyor. Seçildiği zaman nasıl bir cumhurbaşkanı olacağını biliyoruz zaten, bir nevi fiili başkanlığa çevirecek zaten. Bir taraftan partiyi dizayn edecek, Anayasa’nın 101 ve 104’üncü maddeleri cumhurbaşkanlığının tarafsızlığını tanımlar. Seçildiği andan itibaren partisiyle ilişkisi kesilir, Meclis üyeliği düşer. Cumhurbaşkanı milleti, birliği, beraberliği temsil eder ve cumhurbaşkanının anayasaya bağlı olarak tarafsız ve objektif olması gerekir. Başbakan diyor ki: ‘Ben başkan olacağım, hükümeti de ben etkileyeceğim.’ Partiyle irtibatı resmen kesilecek ama fiili olarak kesilmeyecek. Şimdi Başbakan Erdoğan, cumhurbaşkanı olursa tarafsız olmayan bir cumhurbaşkanıyla karşılaşabiliriz ve bu anayasa ihlali olarak karşımıza çıkar.Bu daha korkunç bir senaryo...Ama güçlü senaryo. Politika tarzı, söylemleri, anlattıkları buna işaret ediyor. O zaman da anayasayla ters düşecek. Büyük bir sıkıntı hali Türkiye için söz konusu oldu. Bugünkünden daha ağır sorunlar yaşanabilir. Başbakan buna uyum mu gösterecek, çatışma mı olacak, orası muğlak.Bir tarafta cumhurbaşkanlığı seçimleri, bir yanda barış süreci, bir yanda totaliterleşen rejim tartışmaları... Beş benzemezin bir arada yaşandığı bir dönemde denge nasıl sağlanır?Evet, bir süreç de yürüyor. Seçim öncesi Kürtlere yönelik bir jest beklenebilir. Çok anlamlı, çok derinleştirici bir çözüm beklemiyorum. Erdoğan’ın Kürt meselesini kendi cumhurbaşkanlığı için araçsallaştırıp araçsallaştırmadığı konusu da var. Kürtler burada çok amiyane tabirle kazık da yiyebilir. Bir yanda ordu kurumsal gücünü muhafaza ediyor. Necdet Özel yumuşak bir insan olabilir ama onun altında neler cereyan ettiğini bilmiyoruz. Balyoz, Ergenekon davalarında müthiş baskı altındaydı. ‘Ordu gücünü kaybetti, pasifize oldu.’ diyemeyiz, ordu gücünü koruyor, her şeyiyle, kurumlarıyla, özerkliğiyle. Yarın bir gün yeniden eskisi gibi olmayacağının bir garantisi yok.Sivil darbe girişimi ihtimalinden hep korkulurken, militarist bir darbenin de önü kapanmadı yani...Tabii ki. Darbelerin koşulları, altyapılarının hazırlanması ve dış dinamiğin de buna onay vermesiyle mümkün. Şu anda böyle bir durum yok ama olmayacak anlamına gelmiyor. Darbe yapan ordunun kurumsal yapısı, eğitim müfredatı aynen işliyor. Türkiye bu meselelerini güya çözmeye çalışıyor. Demokratik bir çözüm süreci yönetilmiyor. Açık şeffaf, iki tarafın bir araya geldiği süreçlerden bahsedemeyiz. Sadece Kürtler üzerinden değil ki mesele... Bir sürü grup var, genel bir demokratikleşme meselesi var. Bunun çözümü yeni bir anayasa. Ama boş sayfaya yazılmış anayasa. Anayasayla her şey çözülmeyecek ama bir adım atılacak. Bir irade beyan edilecek. AKP’de tek adam blokajı var, CHP’yle MHP’yle konuşulamıyor. Siyasette ‘hakikaten toplumsal mutabakata ihtiyacımız var’ konsensüsü yok. Yeni anayasa sürecinde 82 Anayasası’nı önlerine açtılar, madde madde ‘şu iyi, şu kötü’ diye incelediler. 82 Anayasası’nın ruhu, felsefesi, işleyişi duruyor. Onun için yeni bir sayfa açmak gerekiyor.

Politik olmak ‘ZORUNDA MIYIM’?

$
0
0
“Sanki ‘dincisi’ atomu parçalayacaktı da Kemalist’i engel oldu, sanki Kemalist’i uzaya mekik fırlatacaktı da başörtüsüne takıldı.” Bu cümleler kendini ‘anti-politik’ olarak tanımlayan bir gence ait. Böyle düşünenlerin sayısı fazla. Ortak özellikleri; takım tutar gibi siyasi parti desteklemeyi reddetmeleri.Onlar, her seçim döneminde ‘oyları bölmekle’, ‘ülkenin geleceğini tehlikeye atmakla’ ve dahi ‘duyarsızlıkla’ suçlanan kişiler. Aralarında oy kullanmayanlar da var, iki büyük partiden birini seçmeyi reddedenler de, Meclis’e girme ihtimali olmayan adaylara oy vererek tepkisini gösterenler de. Kimisi kendisini apolitik olarak tanımlıyor, kimisi antipolitik, kimisi de herhangi bir tanımlama altına girmeyi reddediyor. Hepsinin ortak özelliği takım tutar gibi siyasi parti desteklemeyi reddetmeleri ve kendi ifadeleriyle ‘kötünün iyisini seçme’ dayatmasına karşı çıkmaları.‘Kötünün iyisini seçmek zorunda değilim’29 yaşındaki Ahmet İnanç, uzun zamandır oy kullanmıyor. ‘Kötünün iyisini seç’ dayatmasından da rahatsız. Krizin ardından gelen iktidar partisini ‘bir nevi kurtarıcı’ olarak gördüğü için bir dönem politikmiş. İktidarı başörtüsü sorununu büyük oranda çözmesi ve toplumda hakim olan elitizm anlayışını yıkması dolayısıyla hâlâ takdir etse de bugünkü durumdan çok rahatsız. Özelleştirme, kadrolaşma, insanların özgürlüğüne müdahale ve Gezi olaylarındaki tavrı gibi nedenlerle hükümetin yanlış yolda olduğunu düşünüyor. CHP’ye mesafeli olmasının sebebi ise fazla ideolojik olması ve ‘asker üstünlüğü’nü muhafaza etme eğilimi. Bir de sergilenen elitist tavır var. Ancak burada araya giriyor: “AK Parti’nin de bugün yaptığı, elitizmin bir çeşidi. O da kendi seçmenini kayırıyor.” İnanç, CHP’nin son dönemde iktidara karşı kendini yenileme çabalarını değersiz görmüyor ve ideolojilerden sıyrılan bir oluşum olması halinde destekleyebileceğini söylüyor. Bir şirkette IT çözüm yöneticisi olarak çalışan İnanç’ın, Türkiye’de insanların fazla politize olma eğilimiyle ilgili bir tespiti var: “Çocukların hayatının ilk yıllarında ‘anneni mi babanı mı daha çok seviyorsun?’ sorusuyla seçim yapmaları istenen bir ülkede yaşıyoruz. Futbol takımı tutmak zorundasın. Bu durum siyaset söz konusu olduğunda da değişmiyor ne yazık ki.” İnanç, bu zorlamayı kabul etmiyor: “Bir restorana gidiyorsunuz ve menüde istediğiniz ya da beğendiğiniz hiçbir şey yok. Orada kalıp istemediğim şeyi sipariş etmek zorunda değilim. Kalkıp gitme özgürlüğüm var.” Kendisi gibi politik olmayan insanların bir araya gelmesiyle bazı şeylerin değişebileceğine dair bir umudu da var: “Biz seçmezsek, kimse seçilmeyecek.”‘Siyasî tartışmalar futbol muhabbetinden farksız’23 yaşındaki F.K., elektrik mühendisi. Son seçimlerde oy kullanmamış, muhtemelen bir sonraki seçimlerde de kullanmayacak. Oy vermeme kararını yaklaşık iki sene önce almış. Sebebi, koyu CHP’li olarak kendisini futbol takımı tutarmışçasına ‘ne olursa olsun aynı partiye oy atarken’ bulması. Kendisini apolitik olarak görmüyor. Gündem ve yakın tarihle ilgili biri. Kendi durumuna ‘anti-politik’ denmesinin daha doğru olacağını söylüyor, politik tartışmaların hiçbir yere varmayan futbol muhabbetlerine dönmesinden dolayı siyasetten soğuduğunu anlatıyor. Kural’ın çevresi, kendisini hiçbir yerde konumlandıramamasını anlamakta zorluk çekiyormuş: “Bir partiyi eleştirdiğimde beni karşı cepheden kabullenip o şekilde dinlediklerinden kendimi anlatmam zorlaşıyor.” Apolitikler ya da oy kullanmayanlara yönelik dile getirilen ‘duyarsızlık’ eleştirilerini kabul etmiyor: “Bu kesimler AKP’ye oy atanı makarnacılıkla eleştiriyor, MHP’ye oy atanı tatava yapmakla suçluyor, DTP’ye oy atanı bölücülükle suçluyor, küçük partilere oy atanı oyunu boşa atmakla suçluyor. Bu sığ eleştirileri dile getirenleri pek dikkate almıyorum.” Kural, bir ara koyu Kemalistmiş. Yeniden sandığa gitmeyi CHP’nin yeni kanadının eski ‘dinozor’ kadroları tasfiye etme koşuluna bağlıyor.‘Profil fotoğrafını değiştirmekle duyarlı olunmaz’23 yaşındaki E.F., antrenör olarak çalışıyor. Oy kullanıyor fakat politikayla ilgilenmiyor. Sebebi ‘politika gibi dipsiz bir kuyunun sonunu görmekle uğraşmak istememesi’. Tüm siyasî gelişmelerden haberi olmasa da önemli olaylardan haberdar ve kendi içinde değerlendirme yapıyor. “İşte benim apolitik duruşum da burada devreye giriyor.” diyor ve ekliyor: “Mümkün olduğunca kendi içimde yaşamak. Sokağa çıkıp eylem yapmakla, sosyal medya hesaplarındaki profil fotoğraflarını yaşanan olaya göre değiştirmekle, klavyesiyle yazdıklarının gerçek hayatta yanından bile geçmemekle, takım tutar gibi siyasî parti destekleyen ve objektiflikten uzak insanlarla tartışmakla bir yere varılamayacağını düşünüyorum.” Bu tür eylemleri ‘duyarlı olmak, geleceğe sahip çıkmak’ kalıpları içinde değerlendirmeyen E.F., ”Zaten geleceğine sahip çıkmak isteyen insan politikayla değil bilim ve ilimle ilgilenir. Bence yeni nesil apolitikler siyasetin kirli bir oyun olduğunun farkına varıp bu oyunun yedekleri olmayı seçmiş kişilerdir.” diyor. E.F., özellikle üniversite yıllarında siyasete düşkünmüş. Siyasi ortamlarda da bulunmuş fakat tüm bunların kendisini psikolojik olarak yormaktan başka bir işe yaramadığını anlayınca siyaset ortamından kendisini çekmiş. “Kendimi kurtarmadan ülkeyi kurtarmaya çalışmanın anlamsızlığını keşfettim.” diyor. Türkiye’de siyasetin ‘karşıt görüşe nefret’ üzerine olduğunu ileri süren E.F., “İşimiz gücümüz birbirimizi yemek. Sanki ‘dincisi’ atomu parçalayacaktı da Kemalist’i engel oldu, sanki Kemalist’i uzaya mekik fırlatacaktı da başörtüsüne takıldı. Hoşgörüden, objektiflikten hatta akıl ve mantıktan uzak bir siyaset... Bence mesele bu. Yoksa alternatifsizlik ya da karar vermekte zorlanmak değil.”‘Sabah akşam siyaset konuşmaktan bunalmak apolitiklik değil’31 yaşındaki Ahmet Güney, gerçek anlamda ilk oyunu son yerel seçimlerde kullanmış. Daha öncesinde sadece mahalle muhtarını seçmek için sandığa gidiyormuş. ‘Belki bu kez bir şeyler değişir’ diye düşünmüş ama bu kullandığı ilk ve son oy olacak gibi. Çünkü bir daha sandığa gitmeyi düşünmüyor. Türkiye’deki apolitiklerin durumunu ‘kendini yakan Tibetli rahipler’e benzetiyor. İnsanların tahammül sınırlarının geniş olduğu, politikacıların vatandaşlara insan gibi davrandığı bir ülkede yaşamak istediğini söyleyen Güney, “Böyle olmadığını görünce oyunu yakıyor. Kullanmıyor.” diyor. Kendisini de ‘apolitik’ kategorisine sokuyor ancak ‘bu dönemin apolitiklerini Özal dönemi apolitiklerinden ayrılması gerektiğini düşünüyor. Neyzen Güney’e göre o dönemde politize olmamanın asker baskısından, anne-babaların ‘aman okulda siyasete bulaşma’ uyarılarında bulunmasına kadar farklı sebepleri bulunuyor. Apolitizm’in de bir duruş olduğunu ve duyarsızlıkla suçlanamayacağını belirten Güney, “Son dönemde bu bahsettiğimiz apolitik kitle politize edildi. Sadece sabah-akşam siyaset dinlemekten, konuşmaktan sıkılmış insanlar var.” diyen Güney, hiçbir zaman politik taraf olmamış. “Başbakan’ı övmekten göklere çıkardığım zamanlar da oldu, yerin dibine soktuğum da...” diyor. Türkiye’yi tipik bir Ortadoğu ülkesi olarak tanımlıyor: “Bu kültürün temelinde ‘biat’ var. Bunu değiştiremeyiz. Alternatif çıksa bile, sonunda o da kendisine tapılmasını isteyecek. Şöyle biri gelse, başbakan olsa diyemiyorum.”‘Hiçbir şey yapmadan siyaset konuşmaya hayır diyorum’Betül Çinici, kendisini her ne kadar ‘apolitik olarak tanımlasa da’ oy kullanmayı hiç aksatmamış. Siyasetle genel olarak ilgilenmemesinin sebebi, politikanın zevksiz ve kaotik yüzünün ilgisini çekmemesi. Saatlerce konuşup ‘ülke kurtarmaya’ alışık halkın pratikte efektif eylemsellik içinde olmadığını görmek, demagoji yapmaktan başka işi olmayan politikacılara öykündüklerini hissettiriyormuş kendisine.. 33 yaşındaki İngilizce öğretmeni., bu içi boş politikliğe dahil olmadığı için kendini kârlı hissediyor. “Bu yüzden de siyasetin pratiğe elverişsiz kısmına ve siyaset konuşmaya ‘hayır’ derken, gelecek ve şimdi adına kişisel ve toplumsal sorumluluklara katılmaya evet diyorum.” sözleri ona ait. Türkiye’deki siyasetin en büyük sorununun işlevsellik eksikliği olduğunu düşünen Çinici, “Birçok icraat göstermelik seviyede. Düşünen ve fikri olan insanlara hitap etmiyor. Bilinçli insanlar, sadece ‘kötünün iyisi’ni seçmek durumunda kalıyor. Çünkü, ne yeterince ‘iyi’ bir seçenek var, ne de bu ‘yeterince iyi’ seçeneklerin oluşmasını sağlayacak bir seçmen topluluğu...Çinici, bir erkek çocuk sahibi. Oğlunun politik ya da apolitik fark etmez, kendisinin ve diğerlerinin haklarının bilincinde, sorumluluk sahibi bir birey olmasını ümit ediyor. Çünkü ona göre Türkiye ancak belli politik görüşlerle değil, nitelikli halk ve seçmen tabakasıyla gelişebilecek.Muhalefet ‘oyunu bana ver’ demeyi politika haline getirmişA. Turan Köksal (Mimar):Oy kullanıyorum. Sandığa kararlı bir şekilde giderim. Bazen bağımsız bir adaya ya da o yörede hiç oy almayacak birine oy veriyorum. Bazı parti fanatikleri bunun, boş oy vermekten farksız olduğunu iddia ediyor. Bir de bakıyorsunuz, muhalefet bunu politika haline getirmiş: “Bana oy vermeye niyetin yoksa bile, diğerine yaramasın diye oyunu bana vermelisin.” Acaba senin hiç eksiğin yok mu? Biz neden senin elinden tutmak zorundayız. “Eh kime oy vereceğiz peki?” söylemi ise daha şımarıkça. Düşürmek istediğin iktidarın bu kadar güçlenmesi ve çok fazla oy almasının ceremesini neden ben çekiyorum ki? Apolitik değilim. Yani sözlük (TDK) anlamında ‘apolitik’ sıfatı “Siyasî görüş ve olaylardan habersiz veya onlara kayıtsız kalan” demek. Siyasî görüş ve olaylardan haberdarım ve kayıtsız değilim. Politikaya uzak durmam, takım tutmadan futbol seyredebilme ve hakeme küfretmeye gerek duymama, futbolun bir spor olarak faydasını zararını tartabilme özgürlüğüdür. Bu bir özgürlüktür, evet. Bir eleştiride bulunduğunuzda hemen sizi öbür tarafın yardakçısı yapıyorlar. Diğer tarafı eleştirdiğinizde de, ‘Ne yanardönersin!’ diyorlar. ‘Özal’ın apolitik gençliği’ şeklinde bir aşağılamayla karşılaştığım doğrudur. Bir tarafa dâhil olmamak gibi bir partiler üstü durumu akıl edememelerinin sorumlusu ben değilim. Ne düşünürlerse, düşünsünler. Benim genel durumum, ortanın, solunun güçsüz olması değil. Ya da sağın bana göre uygun olamaması da değil. Liberaller kendince bu hengâmede birkaç söylem peşindeler ama yine de beni içlerine alamıyorlar. Partinin politik tarafı değil, kendi içindeki demokrasisi daha önemli. Hangi partide lider baskısı yok? Amerikalılar gibi bir seçimde Demokratlara, diğerinde Cumhuriyetçilere oy verebilmeyi ben istemez miyim?
Viewing all 3284 articles
Browse latest View live