Quantcast
Channel: ZAMAN-PAZAR
Viewing all 3284 articles
Browse latest View live

Tuğba'yı bulamasak hepimiz yarımdık

$
0
0
Siirtli Aksu ailesi, kapı komşuları Fatıma Begüm’e Tuğba’yı teslim ederken bunun bir kaçırma planı olduğundan habersizdi. Kızlarından ayrı geçirdikleri bir buçuk yılda ömürlerinden ömür eksilen aileye, “Çocuğunu kaybeden aileler ne hissediyor?” diye sorduk, “Kızımızı bulamasak yarım kalmıştık” cevabını aldık.Türkiye’de kaybolan çocuk sayısı 27 binin üzerinde. Parkta, okulda, yolda herhangi bir nedenle kaçırılan, kaybolan çocukların ardından aileleri kâbus dolu günler bekliyor. “Nerede, nasıl, benim suçum mu?” sorularıyla geçen günlerin sonunda şanslı olanlar çocuklarına kavuşuyor.Aksu ailesi bu şansı yakalayanlardan. “Çocuğunu kaybedip geri bulmak bir anne için nasıl bir his?” sorusunun izinde YAKAD’ın (Yakınlarını Kaybetmiş Aileler Derneği) üzerinden onlarla buluştuk.Cibalikapı’da oturan beş çocuklu ailenin evinde, gelenleri Van kedisi Pamuk karşılıyor. Evin girişindeki yerinde oturan kedi, hikâyenin de bir parçası. Baba Halil Aksu, 2007 yılında kaçırıldığında henüz 3 buçuk yaşında olan Tuğba, evine kolayca alışsın, yabancılık çekmesin diye kızına kavuşur kavuşmaz gidip Pamuk’u almış.“Geldiğinde bizi tanımıyordu, dilimizi unutmuştu, yanımızda durmuyordu.” diyor. Anne Gülten Aksu, “Yemekleri eliyle yiyordu.” diyerek giriyor söze. “Peki Tuğba’ya ne oldu?” sorusunun cevabı da onda: “Fatıma Gülsüm ile dört yıldır komşuluk yapıyorduk. Sürekli ‘Çocuk bekliyorum’ diyordu ama bir türlü çocuğu olmuyordu. Çok dindar, sürekli Kur’an-ı Kerim okuyan, saçının telini dahi göstermeyen bir kadındı. Bir gün geldi, ‘Bir rüya gördüm, çok sevdiğim bir çocukla umreye gidersem çocuğum olacakmış’ dedi. Haftalarca geldi dil döktü. En sonunda izin verdik. Tuğba’yı alıp gittiler. Aradan bir-iki gün geçti, evine bir baktık ki, hiç eşya yok. O zaman kandırıldığımızı anladık. Hemen polise haber verdik ama iş işten geçmişti.”Bangladeş uyruklu Fatıma Gülsüm, baba Halil Aksu’nun dediğine göre kayınvalidesinin baskısı altında. Üzerine kuma getirilmesin diye seçtiği yol da, komşusunun kızını kaçırmak. Aile için kâbus dolu günler de bundan sonra başlıyor. Anne Gülten Aksu, “Ne hissettiniz?” sorusuna “Ölüm” diye cevap veriyor: “Sürekli bayılıyordum. Bütün akrabalar ‘Nasıl teslim ettin?’ diye sordu. Suçladılar. Aklımıza böyle bir şey olabileceği gelmemişti. Ciğerim gitmişti, geri yerine geldi. Hâlâ da iyileşemedim.”‘Biz programlardankaçıyorduk, onlar kovalıyordu’Fatıma Gülsüm’ün, Tuğba’yı kaçırdıktan sonraki adresi Bangladeş. Dakka’nın bir köyüne götürdüğü küçük kızın saçlarını kesip erkek elbiseleri giydirerek ailesiyle tanıştırıyor. Aksu ailesi bu sırada Atatürk Havalimanı’ndan pasaport görüntülerine ulaşıp resmî makamlara dilekçe üzerine dilekçe yazarak kızlarına kavuşma çabasında... Halil Aksu, magazin programlarına malzeme olduklarını anlatıyor: “Biz programlardan kaçıyorduk, onlar kovalıyordu. Konuşmamız için baskı yapıyorlardı. Telefonlarımıza el koyanlar oldu. O sırada resmî yetkililer aramış, ulaşamamış. Biz de bir an önce başvurumuz ciddiye alınsın diye uğraşıyorduk. Nihayet Allah razı olsun bir kadın polisin yardımıyla dilekçe üzerine dilekçe yazdık, Dışişleri Bakanlığı’na verdik.”Ailenin bu çabası Bangladeş Büyükelçisi Şakir Torunlar’ın dikkatini çekince yeni bir süreç başlıyor. Bu kez Dışişleri Bakanlığı’nın yanında Türkiye Dakka Büyükelçiliği’nin de çabalarıyla Tuğba nihayet bir köyde bulunuyor. Haberi dönemin İçişleri Bakanı Beşir Atalay’dan alan Halil Aksu, o anı, “Bir çığlık attım, yedi mahalle duydu.” diye özetliyor. Ya anne Gülten Aksu’nun tepkisi: “İnanamadım. Hâlâ da inanamıyorum. Bazen aklıma geliyor, gizli gizli ağlıyorum. O kadar sıkıntılı bir zamandı ki... Mahkememiz sürüyor. Sonuna kadar davacıyım. Tuğba’nın gittiğini anladığım anda deli oldum. Allah bize yardım etti. Etmese bulamazdık.”Pazarcılık yapan Halil Aksu, kızının gözünün içine bakıyor. Tuğba şimdi üçüncü sınıfa geçmiş. Geçen yıl okul piyesi için aldıkları halk oyunları elbisesini gösteriyor. “150 lira bu elbise, feda olsun.” diyor babası. Onunla beraber ev ahalisine katılan Pamuk yavrulamış, Minnoş isimli yavru, Tuğba’nın oyun arkadaşı. Annesi ‘evde iki kedi olmasın’ diye itiraz edince kızmış: “Ben iki kedi olmasın dedim, bana kızdı. ‘Olur mu, o benim arkadaşım. Bak siz nasıl üzüldünüz, ben de üzülürüm.’ deyince kıyamadım. Geçen Minnoş’un boğazına bir şey takıldı. O kadar ağladı ki... O üzülünce biz de üzülüyoruz.”Aile için kötü günler geride kalmış. Yine de zaman zaman yaşadıkları 1 buçuk seneyi unutamıyorlar. Hepsinin ortak sözü: “Allah düşmanımıza bile vermesin, insan gecesini gündüzünü bilemiyor.”Çocuğunuzun saçını saklayınYAKAD Başkanı Zafer Özbilici, çocuk kaçırma vakalarının arttığına işaret ederek, çocuklarını korumak isteyen ailelere tavsiyelerde bulunuyor: “Çocuğunuzun kıyafetlerini biraz geç yıkayın ya da bir tane kıyafetini yıkamayın. Böylece koku üzerinden iz bulmayı kolaylaştırırsınız. Tarakta kalan saçlarını saklayın, bu sayede DNA analizi yaptırmanız mümkün olur. Yalnız bırakmayın, tanımadıkları kişilerle konuşmamaları, arkadaşlık etmemeleri konusunda bilinç aşılayın. Bu tür basit önlemler hayatî önem taşıyor.”

‘Mutlu müslümanlar’ olay oldu

$
0
0
İngiltere’de yaşayan Müslümanların Pharrell Williams’ın ‘Happy’ adlı şarkısına çektikleri klip, üç haftada 1 buçuk milyonun üzerinde tıklandı. Çoğunluğun yüzünde gülümsemeye yol açan klibin kızdırdığı çevreler de var. Kadınların dans etmesini uygun bulmayanlarla, klibin Müslümanları sempatik gösterdiğini düşünen İslam karşıtları...Amerikalı rap’çi Pharrell Williams’ın ismiyle müsemma ‘Happy’ (mutlu) adlı şarkısına klip çekmek, son zamanların moda akımlarından. Dünyanın her yerinden sıradan insanların bir araya gelerek ‘mutluluk’ pozu verdiği klibin amatöründen profesyoneline versiyonları mevcut. Sosyal paylaşım sitelerinde dolaşan görüntüler epeyce ilgi görüyor. Ancak içlerinden biri diğerlerinden çok daha fazla dikkat çekiyor. İngiltere’de bir grup Müslüman’ın dans edip şarkı söylediği klip tıklanma rekorları kırarken bazı tartışmaları da beraberinde getirdi. İngiltere’deki aşırı sağcı grupların Müslümanları fazla sempatik gösterdiği gerekçesiyle eleştirdiği görüntüler, bazı Müslüman gruplar tarafından da doğrudan ‘haram’ nitelendirmesiyle itham edildi. Sebebi, özellikle kadınların İslam’a uygun olmayan şekilde dans etmeleri, şarkı söylemeleri. Her millet ve ırktan Müslüman’ın genç-yaşlı, çoluk çocuk, siyah-beyaz, örtülü-örtüsüz yer aldıkları video, ‘Happy British Muslims’ adını taşıyor. Yani ‘Mutlu İngiliz Müslümanlar’. Yayınlanmasının üzerinden üç hafta geçerken YouTube’da tıklanma sayısı bir buçuk milyonu aştı. Genelde çok olumlu tepkiler alan çalışmanın ardından dünyanın farklı ülkelerindeki Müslümanlar da kamera karşısına çıkıyor. Önce ABD, ardından Almanya’daki Müslümanlar, izleyenlerin yüzünde gülümseme oluşturacak görüntüler veriyor. Eleştiren çevreler de boş durmayıp klibin tamamen erkeklerden oluşan ‘helal’ versiyonunu çekmiş.Klibin arkasında kendilerine ‘The Honesty Policy’ adını veren bir grup genç var. En az çektikleri klip kadar nev-i şahsına münhasır olan grup, ‘Kimsiniz siz?’ dışındaki bütün sorularımızı içtenlikle cevapladı. Tamamen anonim kalmayı tercih eden grup üyeleri, klibin bu kadar ilgi çekeceğini hiç tahmin etmemiş: “Çok fazla insanın izleyeceğini biliyorduk ama 1 buçuk milyon tıklanma sayısını aşacağını düşünmemiştik. Büyük sürpriz oldu bizim için.” Müslümanlar ve mutlulukla ilgili bir şeyin bu kadar popüler olmasının kendileri için cesaret verici olduğunu söyleyen ‘genç Müslümanlar’, olumlu tepkilere olumsuzlardan daha fazla önem veriyor. Müslümanların tartışmasını çok olumlu bulmakla birlikte grup olarak videodan ilham alan, etkilenen kişilerin tepkilerine odaklanıyorlarmış ayrıca. Güzel tepkiler aldıklarını anlatan İngiliz Müslüman gençler, video sayesinde bazı Müslümanların sonunda gerçekten bir Müslüman topluluğuna ait olduklarını hissettiklerini ve bakış açılarının değiştiğini söylediklerini aktarıyor. Bunu çok önemli buluyorlar. Nedenini kendileri söylesin: “Bir tek video insanların bu şekilde hissetmelerine yardımcı oluyorsa, daha başka neler yapabileceğimizi siz düşünün.”‘Kendimi müslümanlıkla bağdaştırdım’ Klibe aldıkları olumlu tepkiler, ‘izlerken kendimi gülümsemekten alıkoyamıyorum’ gibi basit ifadelerden “Ben sonradan Müslüman oldum ve ilk defa kendimi gerçekten bağdaştırdığım bir şey izliyorum.” gibi daha derin ifadelere kadar uzanıyor. Olumsuz tepkiler ise dans ve müziğin haram olduğuna inanan çevrelerden geliyormuş. Klipte rol alan kişilerin birçoğunun Müslüman topluluğun önde gelen isimleri olmakla birlikte sıradan insanların da olduğunu söyleyen grup üyeleri, etnik köken bakımından da çok çeşitli olduklarını belirtiyor.Neden anonim kalmayı tercih ettiklerine ve neler yaptıklarına gelince onu da kendilerinden dinleyelim: “Bizler dünyanın farklı ülkelerinden Müslüman gençleriz. Çoğumuz İngiltere’de yaşıyoruz. Anonim kalmak istedik çünkü insanlara örnek olarak sunulan çok sayıda sembol isim var zaten. İnsanların takip ettiği, örnek aldığı birçok kişilik var. Buna saygı duyuyoruz fakat herhangi bir kişiye bağlanmayı tercih etmeyen Müslümanların sayısı da çok fazla. Bizler düşüncelerin birlikteliğine inanıyoruz ve bunun için de bir yüze ya da isme gerek yok.”‘Bu kadar ciddiye alınmasına şaşırdım’Eşiyle birlikte klipte yer alan Kübra Gümüşay, ‘Mutlu İngiliz Müslümanlar’ arasındaki iki Türk’ten biri. Aslında Gümüşay, Almanya doğumlu ancak üniversite için gittiği İngiltere’ye yerleşmiş yıllar önce. Eşiyle birlikte Oxford’da yaşayan Gümüşay, bir yandan gazetecilik yapıyor bir yandan da Oxford Üniversitesi’nde sosyal medya danışmanılığı görevinde bulunuyor. Gümüşay, kendisine ilk teklif geldiğinde kısa süreli bir çekingenlik yaşamış ancak klibi çeken ‘Honesty Policy’ grubunun çalışmalarını öğrenince ikna olmuş. Ekibin çalışmalarını anonim olarak sürdürmelerini çok değerli bulduğunu anlatan Gümüşay, “İngiltere’deki Müslümanlar için önemli çalışmalar yapıyorlar ve yapacaklar da. Bunları yaparken kişileri değil, projeleri ön plana çıkarıyorlar. Egolar geri plana itiliyor. Mesela grup, yardım faaliyetlerinde de bulunuyor. Muhtaçlar için para topluyor ve topladıkları parayı insanların kapılarının önüne bırakıyorlar.” diyor. Eleştirilere gelince, Gümüşay, bu tepkileri çok doğal bulmakla birlikte, üslubuna ve dozuna dikkat edilmesi gerektiğini düşünüyor. Klibin insanların yüzünde gülümseme oluşturan gayet doğal bir çalışma olduğunu söylüyor Gümüşay: “Bu kadar ciddiye alınmasına ve entelektüelize edilmesine şaşırdım açıkçası. Klipte yer alan insanlar, İslam ve Müslümanlar için çok ciddi çalışmalar yapan insanlar. Bunların yaptıkları bunca önemli iş varken sadece bu klibin ön plana çıkmasına üzüldüm.” Eleştirilerin sağlıklı bir toplum için gerekliliğine dikkat çeken Gümüşay, “Eleştirinin dozu kaçınca ise insanlar bu tepkilerden çekindiği için hiçbir şey yapamaz hale geliyor.” diyor. Klibin bu kadar ilgi çekmesini ise ‘Müslümanların bu zamana kadar Batı’da ve medyada genelde olumsuz örneklerle ve sorunlarla gündeme gelmesine’ bağlarken ‘Müslümanların mutlu olduğunu ispatlama gereği niye duydunuz?’ eleştirilerine ise şöyle cevap veriyor: “Bu klip zaten tüm dünyada olduğu gibi İngiltere’de de çeşitli gruplar tarafından defalarca çekildi. Müslümanlar da İngiltere’nin bir parçası olarak bunu yaptı. Hepsi bu.”

En güzel yalanı kim yazacak yarışı

$
0
0
Havuz medyası olarak bilinen hükümet destekli medyayı mercek altına aldık. Alınan ihale ve kamudan gelen reklamların etkisiyle olsa gerek büyük bir uyumla çalışan havuz medyası aynı manşetle çıkıyor, hep bir ağızdan aşk ile her gün ‘paralel’ diyor, muhafazakârlıktan dem vurup müstehcen ve itikada ters yayınlar yapıyor. Farklı düşünen kimseye de hayat hakkı vermiyor.Şimdilerde en çok duyulan hukuki ve etik kavramlardan biri ‘beraat-i zimmet’. Yani “Bir kişi kendine isnat edilen suç delil ve belgeleriyle ispatlanana dek masumdur.” Ancak bu ilkenin herkesi bağladığını iddia etmek pek mümkün değil. Özellikle hükümet/partinin hoşlanmadığı ‘öteki’ iseniz işiniz zor. İktidarla paralel hareket eden, eleştirel her sesi bastırmaya çalışan ‘yandaş medya’nın hedefi olmanız kaçınılmaz. Gezi Parkı olaylarıyla başlayan ve 17 Aralık yolsuzluk ve rüşvet operasyonuyla hız kesmeden devam eden bir yalan haber furyası hâkim. 28 Şubat postmodern darbe sürecinde dindarlara yönelik karalama kampanyalarının çok daha beteri şimdilerde Hizmet Hareketi başta olmak üzere, toplumun belli kesimleri aleyhine yapılıyor. ‘Yandaş medya’ olarak bilinen bu medya organlarının yaptıkları yayınların çoğunun daha gün ışımadan tekzip edildiği görülüyor. Geçmişte yalan olduğu hukuken defalarca ispatlanmış iftiraları tekrar yayınlamak, bilgi ve belgeye dayanmayan ya da sahte belgelerle kurgu haber yazmak, ‘itirafçı’ niyetine karanlık isimlere yer vermek bu medyanın alameti farikası haline geliyor. Bütün bunlar ‘gazetecilik faaliyeti’ ve ‘etik’ adı altında savunuluyor. İşadamlarından alacakları ihale karşılığı bir havuz oluşturularak kurtarılmaya çalışıldığı iddia edilen televizyon ve gazeteler aracılığıyla aylardır devam eden kara propagandanın organize bir şekilde artması, ‘Özel bir merkezden mi servis ediliyor?’ sorusunu akıllara getiriyor. Zira ‘yandaş medya’nın televizyon kanallarının saatlerce aynı yayını yapması, gazetelerin aynı gün aynı manşet ve neredeyse aynı başlıkla çıkması bu tezi destekler nitelikte. Havuz medyasının son birkaç ayki yayınları, doğru olmayan haberlerinin dışında daha birçok yönden incelenmesi gerektiğini ortaya çıkarıyor.EN GÜZEL YALANI KİM YAZACAK KAVGASIKaralama ve propaganda usulüne göre yapılan haberler aynı gün içinde yalanlanıyor ve tekzip ediliyor. Buna rağmen bırakın düzeltme ve özür yayınlamayı, ertesi gün aynı şekilde yayınlar devam ediyor. Geçtiğimiz hafta içinde, Yeni Şafak ve Star gazeteleri ocak ayında yaptıkları haberlerden dolayı, mahkeme kararıyla birinci sayfalarından tekzip yayınladıkları halde, aynı haberleri sürdürmeye devam ediyor.1-Ses kaydı nerede?Sabah’ın 2 Nisan 2014 tarihli ‘Paralel’e sığındık, tabanı küstürdük’ manşetli haberinde, Artvin Belediye Başkanı Emin Özgün’ün seçim döneminde Artvin’de Gülen cemaatiyle işbirliği yaptığı ama tabandan tepki aldığı ifadeleri yer alıyor. Aradan çok zaman geçmeden Emin Özgün, haberi yalanladı ve haberle kendi söylediklerinin hiçbir ilgisi olmadığını söyledi. Emin Özgün, basın mensuplarına yaptığı açıklamada, Sabah’ın manşetindeki gibi bir ifade kullanmadığını, ses kaydında da bu tarz ifadeler olmadığını ve konuşmanın detaylarını anlattı. Emin Özgün’ün basın toplantısındaki açıklamalarına rağmen Sabah, iftirasını sürdürdü.2-Demesen de biz derizAK Parti genel merkezini ziyaret eden ABD Büyükelçisi Francis J.Ricciardone, görüşme sonrası basın açıklaması yaparak gazetecilerin sorularını cevaplar. Bir gazetecinin ‘Fethullah Gülen gündeme geldi mi?’ sorusunu sorması üzerine Ricciardone, “Türk Amerikan ilişkilerini ve bunların önemini görüştük.” der. Fakat havuz medyası Büyükelçi’nin bu açıklamalarını çarpıtarak, Gülen’in adını dahi kullanmayan Büyükelçi’yi, Fethullah Gülen aleyhinde konuşmuş gibi gösterir ve “Türk hükümeti Gülen grubunun faaliyetlerinden rahatsızlık duymakta haklı. Bir suç işlenirse gereğini yaparız.” şeklinde yazar. Sabah’ın 15 Nisan tarihli ‘Gülen için haklısınız’ başlıklı haberinden rahatsızlık duyan elçilik, resmi web sitesi ve Twitter adresinde Büyükelçi Ricciardone’nin basın açıklamasının dökümünü yayınlayarak Fethullah Gülen ile ilgili herhangi bir şey söylemediğini gösterir.3-Havadan dalışAkşam’ın 4 Nisan tarihli ‘Dışişlerine hava saldırısı’ başlıklı haberine göre Dışişleri Bakanlığı’nda yapılan Suriye toplantısını dinleyen, kendi tabirleriyle ‘paralel’ devletti. Ancak aradan çok zaman geçmeden Dışişleri Bakanlığı’ndaki dinlemenin havadan yapıldığı iddiasına Genelkurmay’dan yalanlama geldi. Aynı gün yapılan açıklamada GES KOM.’daki cihazların 2011’de MİT’e devredildiği ve Akşam Gazetesi’nde yayımlanan ‘Dışişlerine hava saldırısı’ başlıklı haberin tamamen asılsız olduğu belirtildi.4-Namuslu insan belge gösterirAkşam Gazetesi, 21 Nisan tarihindeki ‘Paralel polisin 1 Mayıs oyunu’ başlığıyla manşetten duyurduğu ve kaynak belirtmediği haberinde ‘paralel’ diye adlandırılan polislerin 1 Mayıs günü Taksim’de görev almamak için ‘hastane raporu’ almak üzere örgütlendiğini, eylemcilere gaz fişeği ve tazyikli su sıkmayacaklarını iddia etti. Bunun üzerine hükümetin icraatlarına tevil üreten Başbakan Yardımcısı ve Hükümet Sözcüsü Bülent Arınç, “Söylenenler 1980 öncesi Türkiye’yi hatırlatıyor. Bu iddiaları ortaya atanlar kafaları karıştırmak, binlerce Emniyet mensubunu töhmet altında bırakmak istiyorlarsa namuslu insanların yapacağı bir şey var, ‘İşte bunu şunlar yapacaktır’ diye göstersin veya bu konuda bir duyumu varsa ortaya koyabilsin ki, biz onun gereğini süratle yerine getirelim.” dedi. Böylece haberin asılsız, yalan ve iftira olduğu resmi bir dille yalanlanmış oldu.5-Başını örttü, başına bela aldıAkit, 13 Nisan tarihinde ‘Dicle’ye ağır suçlama’ başlıklı haberinde AK Parti Diyarbakır Milletvekili Cuma İçten’in Dicle Üniversitesi rektörü Jale Saraç’ı yolsuzlukla suçlayan ifadelerini manşetten verdi. Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç ise, “3-5 yıl ön­ce­si­ne da­ya­nan yol­suz­luk id­di­ası var­sa ve gerçek­se ni­çin bun­lar bu­gü­ne ka­dar gün­de­me ge­ti­ril­me­miş. Bu iddia varsa niçin beklemiş? Onun za­man­la­ma­sı­nı rek­tör ha­nı­mın ba­şı­nı ört­me­si­ne paralel gö­tür­me­nin doğ­ru ol­ma­dı­ğı ka­na­atin­de­yim. Yi­ne bu ar­ka­da­şı­mız yol­suz­luk id­di­ala­rı­nı za­yıf gör­müş ol­ma­lı ki ha­nı­me­fen­di­yi pa­ra­lel­ci ol­mak­la suç­lu­yor.” şeklinde eleştirmişti. O günden bu yana İçten, iddiasını kanıtlayan bir belge, kanıt gösteremedi.6-Davutoğlu’nun mektubu10 Nisan’da Star’ın ‘İşte ihanet mektubu’ manşetinde ABD’deki Peace Island isimli enstitünün BM üyesi ülkelerin elçilerine Türkiye’yi karalayan ihanet mektupları yolladığı iddia ediliyor. Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun gündeme getirdiği ve Türk okullarının kapatılma gerekçesi olarak gösterilen bilgilendirme mektubunda ise 17 Aralık yolsuzluk ve rüşvet soruşturması sürecinde Türkiye’de yaşananlar özetleniyor ve Türk demokrasisinin yara aldığı belirtiliyor. Yabancı elçilikleri Türkiye’deki gelişmelerden haberdar etmek amacıyla yazıldığı anlaşılan mektupta, medyada yazanlar dışında başka bir ifade yer almıyor. “Türkiye’de ne oldu?” ve “Hükümet yaşananlar karşısında ne yaptı?” şeklinde iki maddelik durum tespiti yapılıyor. Mektubun içeriğinde yer alan ifadeler, böyle bir ihanetin söz konusu olmadığını gösteriyor.7-Türk okulu olmaması önemli değil20 Nisan tarihli ‘Paralel suikast’ başlıklı haberinde Takvim, “Cemaat’in emniyet imamı Osman Hilmi Özdil, Çeçenistan’ın kukla lideri Kadirov’la anlaştı. Okul açılması karşılığında Türkiye’deki muhalifleri birer birer öldürtmesine göz yumdu.” iddialarında bulundu. Fethullah Gülen’in avukatı Nurullah Albayrak, yaptığı açıklamada, haberi “Dünyanın hiçbir ülkesinde olmadığı gibi, Çeçenistan’da da Türk okulu açılması için alçakça bir anlaşma içerisinde olunmamıştır. İddia edildiği gibi Çeçenistan’da Türk okulu ya da benzeri bir kuruluş bulunmamaktadır. İnsaf ve vicdan sahibi hiç kimsenin kabul edemeyeceği bu iftiranın dile getirilebilmesi, gelinen seviyesizliği göstermesi açısından anlamlıdır.” sözleriyle yalanladı.8-Hakimleri karıştırınca!..Yeni Şafak, 14 Nisan tarihindeki ‘Mahkeme oyunu bozdu’ başlıklı haberinde Adana’da yasadışı dinleme yaptıkları iddiasıyla tutuklanan altı polisin avukatları tarafından tutukluluğa itiraz için pazar günü nöbetçi hâkimin beklendiğini iddia etti. Nöbetçi hâkim de TIR soruşturmasını yürüten Savcı Aziz Takçı’nın eşi S.R.T’ydi. Söz konusu savcı, paralel yapıya mensup olmakla itham edilirken, cumartesi günkü hâkimin bunu fark etmesiyle dosyayı bir üst mahkemeye sevk ettiği iddia edildi. Sonrasında polis avukatlarının cuma günü mahkemeye itiraz ettiklerini, nöbetçi hâkimin de Savcı Aziz Takçı’nın eşi değil, 7. Asliye Ceza Mahkemesi Hâkimi Recep Toprak olduğu tespit edildi.9-11 yıldır ABD’ye gitmiyorumYeni Şafak, 7 Mayıs tarihli ‘Ameliyat başlatmış’ başlıklı haberinde, süreçten rahatsız olan bir grup ilahiyatçının, Hizmet Hareketi’ne yakın Prof. Dr. Suat Yıldırım ve işadamı Mustafa Kavurmacı’ya gidip, ‘Bu gidişat bütün İslami gruplara zarar verir hale gelmeye başladı’ mesajı verdiğini söyledi. İddiaya göre Yıldırım ve Kavurmacı da bu mesajı Fethullah Gülen’e iletti. Gülen’in bu mesaja karşılık, “Ameliyat başlamıştır, ilaç tedavisine dönülemez.” cevabını verdiği yazıldı. Suat Yıldırım, “11 yıldır ABD’ye giremiyorum. Haberle ilgili hukukî girişimlerde bulunacağım.” derken, Mustafa Kavurmacı da asla böyle bir görüşme olmadığını, haberin iftiradan ibaret olduğunu söyledi. Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı Başkanı Mustafa Yeşil de, Hocaefendi’nin “Ameliyat başladı, ilaçla tedavi mümkün değil” gibi bir ifadeyi asla kullanmayacağını ancak ‘Ameliyat başlamıştır’ sözünün Başbakan’a ait olduğunu bildiklerini söyleyerek haberini yalanladı.10-Zerre kadar onurun varsa...Güneş, 10 Nisan tarihindeki imzasız ‘Zamansız baskın’ haberinde Maliye denetimine karşı Zaman Gazetesi’nden evrak kaçırılacağı ihbarında bulunulduğunu, gazetede çıkan minibüsün polis tarafından durdurulduğu iddia ediliyor. Aynı haber Akşam Gazetesi’nde ise “Panik Zamanı” manşetiyle verildi. Ancak aynı gün Zaman Gazetesi, “Ne böyle bir minibüs söz konusu ne de durdurma olayı vakidir. Son dönemde bazı medya gruplarında yer alan ve birkaç saat bile geçmeden asılsız çıkan haber görünümlü iftiraların, yalanlanacağını bile bile belli amaca hizmet etmek için yazıldığı bilinmektedir.” açıklaması yaparak haberi yalanladı. Zaman Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Ekrem Dumanlı twitter hesabından Akşam gazetesi Mehmet Ocaktan’a hitaben, “Ey Akşam Gazetesi! Bu kadar yalan ve iftirayı uydurduğuna göre sende ne şeref kalmış ne ahlak. Mehmet Ocaktan, adamsan çık özür dile! Zerre kadar onurun varsa bugün Zaman’a yaptığınız iftirayı kabul et. Suçüstü yakalandınız çünkü…” çağrısı yaptı ama henüz bir cevap alamadı.11-Cumhurbaşkanı, yalana dayanamadı‘Korkunç Narkoz Planı’ manşetinde Türkiye Gazetesi, 7 Şubat’ta Başbakan’a, Cumhurbaşkanı’na ve Hakan Fidan’a paralel yapının tuzak kurduğunu iddia ediyor. MİT Müsteşarı Hakan Fidan’a Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün “İfade vermeye git” dediğini yazan Türkiye Gazetesi’nin haberini bizzat Abdullah Gül “İfadeye gitme dedim” açıklamasıyla yalanladı. Gazete, ertesi gün yine manşetten Gül’ün bu açıklamalarına yer vermek zorunda kaldı.HERKES AYNI DÜŞÜNÜYOR!Yandaş medyayı ele alırken göz önünde bulundurulması gereken bir nokta da şüphesiz tek sesliliği. Sekiz gazetenin neredeyse bütün yazarları görevlendirilmişçesine, canhıraşca iktidarı eleştirenleri, muhalif olan herkesi köşelerinden topa tutuyor. Bu gazetelerin birinden bile yükselen farklı ses yok. Muhalif olan sesler de Gezi Parkı olayları ve akabinde 17 Aralık ile ya işten atıldı ya zorunlu izne çıkarıldı ya da istifaya mecbur bırakıldı. Hükümet baskısı sadece kendi medyasından değil diğer gazetelerden de gazetecilerin kabusu oldu.Gezi’den bu yana atılan, çıkarılan, istifa edenler listesinde 90’dan fazla isim var. İşte onlardan bazıları…Nazlı Ilıcak, Hasan Cemal, Mehmet Altan, Yavuz Baydar, Derya Sazak, Doğan Ertuğrul, Can Dündar, Osman Özsoy, Fikri Akyüz, Nur Batur, Nuray Mert, Mirgün Cabas, Deniz Ülke Arıboğan, Ece Temelkuran, İsmail Küçükkaya, Nilay Örnek, Murat Aksoy, Süleyman Yaşar…TEK MERKEZDEN TÜM ŞUBELEREHavuz medyasını yalan haberlerle tanımlamak eksik kalıyor. Öyle ki aynı gün bazen iki, bazen üç gazetede aynı manşeti, aynı başlıkla görmek mümkün. ‘Böyle benzerlik olmaz ve bu kadar aynı düşünülemez’ dedirten manşet ve başlıklara bakınca ‘Haberler acaba tek merkezden mi servis ediliyor?’ sorusu akıllara geliyor.-Gauck Guk etme! (Takvim, 29 Nisan)-Gauck Gouck etti gitti (Star, 29 Nisan)-Yaş’ta paralel temizlik (Akşam, 3 Mayıs)-TSK’da paralel temizliğe start (Sabah, 3 Mayıs)-Paralel yapıyla mücadele devlet politikası (Yeni Şafak, 5 Mayıs)-Paralel yapıyla mücadele bir devlet politikası (Sabah, 5 Mayıs)-İşte belge, işte imza (Yeni Şafak, 6 Mayıs)-İşte kumpas, işte belgesi (Star, 6 Mayıs)CEMAAT TAKINTISI VE ÜSLUP SORUNUHavuz medyasının manşetinde ve birinci sayfasında ‘paralel yapı, paralel devlet’ adı altında Hizmet Hareketi ve Fethullah Gülen aleyhinde haberlerin olması artık sıradan bir şey. Esas sorun kullanılan dilin haber dilinden ziyade, karalayan, çatışmacı, ayrıştıran bir nefret dili olması. Hatta sokak ağzından daha ağır olduğunu bile söylemek mümkün. 17 Aralık’tan bu yana Sabah, Star, Yeni Şafak, Akşam, Takvim, Akit, Güneş, Türkiye gazetelerine bakıldığında her gün birinci sayfada manşetle beraber ‘paralel yapı, paralel devlet, Fethullah Gülen, Hizmet, Cemaat’ adı altında iki-üç haber yer alıyor. Basit bir hesaplamayla bu bir gazetenin beş ayda 450 haber, sekiz gazetenin ise 3 bin 600 haber yaptığı anlamına geliyor.AZRAİL’İN UNUTTUĞU ADAM!Muhafazakâr AK Parti iktidarı kontrolündeki gazetelerin, zaman zaman pek de muhafazakâr olmayan, itikada ters ve müstehcen içerikli yayınlar yaptığı görülüyor. Başbakan Erdoğan’ın ideali olan ‘dindar neslin’ bu tür gazetelerin müstehcen ve itikada ters yayınlarla yetişmesi doğrusu düşündürüyor. Sabah Gazetesi’nin 26 Nisan tarihinde birinci sayfadan verdiği “İnanılmaz ama gerçek, Azrail’in unuttuğu adam 179 yaşında” başlıklı haberi son zamanlarda akıllarda kalan örneklerden biri. Ya da Güneş Gazetesi yazarının, “Şeytan bile Allah’a bu kadar ihanet etmedi!” başlıklı yazısındaki örnek gibi. En ilginci ise kendini İslam’ın savunucusu olarak gösteren Akit Gazetesi’nin ezan ve müezzinle dalga geçen karikatürü birinci sayfasından yayınlaması... Takvim, Güneş, Akşam ve Sabah gazetelerinde ve eklerindeki müstehcen kategorisine giren yayınlarıyla ‘dindar nesil’ ahlâkını bozma tehlikesi var.SERMAYE VE GELİR SORUNUYandaş medyaya dair soru işaretleri barındıran bir husus da sermaye ve gelirleriyle ilgili. 17 Aralık yolsuzluk operasyonu ile gündeme gelen bazı grupların satışı için işadamları aracılığıyla havuz oluşturulduğu iddiaları hâlâ konuşuluyor. Taraf Gazetesi’nin 15 Nisan tarihli haberindeki iddialara göre Maliye Bakanlığı Gelir İdaresi Başkanlığı bünyesindeki Merkezi Uzlaşma Komisyonu AK Parti yanlısı yayın yapan medya kuruluşlarının 608 milyon liralık vergi cezasını tek kalemde sildi. Vergi borcu silinenler arasında Sabah-ATV havuzuna para verdiği iddia edilen Mehmet Cengiz, Yeni Şafak Gazetesi’nin sahibi Ahmet Albayrak ile Kanal A’nın sahipleri Ahmet ve Mustafa Kaya kardeşler yer alıyor. Bunun yanı sıra ihale rekortmenleri listesinde yer alan Mehmet Cengiz, Orhan Kemal Kalyoncu, Nihat Özdemir, Naci Koloğlu, Ahmet Albayrak ve Mücahit Ören gibi gayrimenkulden enerjiye farklı sektörlerden isimleri açıklanan Gelir Vergisi listesine giremedi. Yandaş gazetelere kamu ilanlarıyla destek verilmesi de medya kuruluşları arasında ciddi bir ayrımcılık olduğunu gösteriyor.Yeni Şafak:Yeni Şafak Gazetesi’nin sahibi ve Albayrak AŞ’nin Yönetim Kurulu Başkanı Ahmet Albayrak’ın belediye ve kamu ihaleleriyle gazeteyi ayakta tuttuğu iddia ediliyor. Basında yer alan haberlerde, yolcu gemisi alımı için ihale açan İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin, elindeki bir yolcu gemisini 240 bin lira gibi bir fiyatla Yeni Şafak’ın sahibi Albayrak’ın damadı, Nizam Günaydın’a satılması kafaları karıştırdı.Türkiye Gazetesi:Gazetenin sahibi İhlas Holding ile ilgili iddialar ise bitmek bilmiyor. İhlas Holding’in devletten milyar dolarlık ihaleler alması karşısında yıllardır parasını alamayan İhlaszedeler isyan bayrağı açtı. Gaziosmanpaşa’da Karayolları ve Yenimahalle’yi içine alan bölgedeki 988 bin metrekarelik alan üzerinde kentsel dönüşümünü ihalesiz olarak İhlas Holding bünyesindeki İhlas Yapı Turizm Sağlık Ticaret AŞ’nin yapacak olması da iddia edilen bir diğer konu. Şirketin bu projedeki ciro hedefi ise 1 milyar 860 milyon dolar.Star-Kanal 24:Çukurova Grubu’na ait Skyturk360 Televizyonu, Akşam ve Güneş gazeteleri ile Alem, Platin, Stuff, Autocar ve FourFourTwo dergileri, Lig Radyo ve Alem FM radyolarını alan işadamı Ethem Sancak, 30 Mart yerel seçimlerinin ardından yeniden yapılandırmanın ilk adımı olarak Star ve Kanal 24’ü de almıştı. Geçtiğimiz günlerde ise TMSF’nin satışa çıkarttığı BMC için düzenlenen ihalede tek teklifi Ethem Sancak’ın sahibi olduğu Es Mali Yatırım yaptı. 985 milyon lira bedelindeki ihalede en yüksek teklifi Sancak 725 milyon ile verdi. Ethem Sancak, son yerel seçim akşamında Başbakan ile balkonda yer alan isimlerdendi.Sabah-ATV: Sabah ve ATV’nin Ömer Faruk Kalyoncu’nun sahibi olduğu Zirve Holding’e satıldığı haberi birçok soru işaretini de beraberinde getirmişti. Zirve Holding’in sermayesinin 380 milyon TL olduğunu, Çalık Grubu’nun ise kamu bankalarına 500 milyon dolar borcu kaldığını belirten CHP Milletvekili Umut Oran, “Peki kamu bankaları ipotek veya teminat aldı mı? SPK ve BDDK bu borç devri ve teminat konularında harekete geçti mi, geçmediyse siz re’sen devreye girecek misiniz? Kamu bankalarının hükümete yakın medya kuruluşlarına sadece kredi vermediği, aynı zamanda bu kredi ödemelerini kolaylaştırmak için yüksek miktarda reklam-ilan desteği de sağladığı kanısı doğru mudur?” diye Meclis’e soru önergesi sundu.

22 yıldır dinmeyen acı

$
0
0
Zonguldak’ın Kozlu ilçesi bundan 22 yıl önce Soma gibi yaslara, karalara bürünmüştü. 3 Mart 1992’de yaşanan grizu patlamasında 263 madenci hayatını kaybetti, aradan 22 yıl geçmesine rağmen olay bütün yönleri ile aydınlatılamadı.3 Mart günü 16.00 vardiyası işçilerinin çalıştığı sırada saat 19.45’te grizu patlaması oldu. Metan gazı birikiminden meydana gelen patlama, yoğun kömür tozu patlamasını tetikledi. Madencilikte en korkulan patlamalardan olan kömür tozu patlaması geniş bir alana sirayet ettiği için yıkımı da şiddet oldu.3 çocuk babası Recep Bostancı, o anda ocakta olmasına rağmen soğukkanlılığını koruyarak 5 arkadaşıyla hayatta kalmayı başaranlardan. Bostancı, Soma’da madende yangın haberini alınca ‘Bu iş bitti.’ demiş. Maden ocağındaki büyük çaplı olaylarda soğukkanlılık ve mesleki tecrübenin hayat kurtardığını belirten Bostancı, şunları anlatıyor: “Eğer sakinsen, soğukkanlıysan, sıcak şeylerden çabuk etkilenmiyorsan orada en iyi sonucu alırsın. Madencilikte bunun karşılığı hayat oluyor. Eğer Cenab-ı Allah da nasip ettiyse öyle davranmakla bir yerde hayatını kurtarma şansını yakalıyorsun. Mesela biz sıhhiye odasına girerek kurtulmuştuk. Arkadaşlar hemen çıkışa kaçalım dediler. Eğer kaçsaydık boğulup yarı yolda ölecektik. Ama Soma’da maalesef bunlar yok. Orada cebine kömürden dolarlar dolduran insanların vebali var.”OCAKTAN DIŞARIYI ARAYIP ‘ORADA AĞLAMAKLA BİR YERE VARAMAYIZ’ DEMİŞElektrikçi olduğu için Kozlu’daki bütün ocağı karış karış bilen Recep Bostancı, her noktayı aramış ancak kimseye ulaşamayınca dışarıyla temas kurmuş. Dışarıdakilerin kendilerinden daha telaşlı olduğunu anlatan Bostancı, kurtarma ekipleriyle yaşadığı diyaloğu şöyle ifade ediyor: “Tahlisiyedeki insanlar bize moral veriyorlardı. Ben işi tersine çeviriyordum. ‘Bize malzeme gönderin, orada ağlamakla bir yere varamayız. Malzeme gönderin de biz burada yakınken ulaşmaya çalışalım’ diyordum.”Bostancı, çok ince bir zamanlamayla hayatta kaldıklarını söylüyor. “Bizim olduğumuz yere gelen yoğun dumandan korunmak için sıhhiye ile beraber önce sıhhiye odasına sığındık. Bu arada sıhhiye odasının kablo giriş deliklerinden basınçlı duman püskürerek içeriye girmeye başladı. Hemen delikleri, elime geçirdiğim gazete ve benzeri şeylerle tıkadım. İçme suyuyla gömleklerimizi çıkartıp ıslatarak nefes almamızı, bu şekilde bulunduğumuz odadaki havanın bizi en az yarım saat idare edeceğini söyleyerek sakinleştirmeye çalıştım. Durum değerlendirmesi yaptıktan sonra 1 No’lu kuyu dibine, oradan da 2 No’luya geçtik. Bu arada bizim bulunduğumuz yerdeki bütün arkadaşlar ölmüştü. Zaten onların üretim yerinde sığınma şansları da yoktu.” diyor.Recep Bostancı için asıl yıkım ocaktaki grizu değil; dışarıda yakınlarını meraklı gözlerle bekleşen insanlar olmuş. Bostancı, “200 metrede yaşadığım halde olayın asıl şokunu kuyu başında bekleyen insanların biçare, umutsuz bakışlarında yaşadım. 10 gün evden çıkacak gücü bulamadım. Soma’daki çaresizliği görünce o gün yaşadıklarım gözümün önüne geldi.” ifadesini kullanıyor.ÇOCUĞUNU HASTANEYE GÖTÜRDÜ, HAYATTA KALDIGrizu faciasında bütün mesai arkadaşlarını kaybeden Ali Ekim de faciadan kurtulanlardan. 7 yıl önce maden ocaklarından emekli olmuş. “Ben tabir-i caizse direkten döndüm.” diyen Ekim, başından geçen olayı şöyle anlatıyor: “Olayın olduğu akşam vardiyama girip sabah erkenden çıkacak ve oğlumu Ankara’ya götürecektim. İş elbiselerimi ve ocakta yiyeceğim erzakı da aldım. Tam ocağa girecekken son anda vazgeçtim. Arkadaşlar ‘Yevmiyen gider, gel girelim’ dedi; ama ben onlara ‘Alın arkadaşlar benim erzakımı da siz yiyin. Size kolay gelsin’ dedim. Akşamdan gittik, otelde kalıyoruz. Radyodan acı haber geldi ve benim çalıştığım -560 kotunda ve bana ‘gitme’ diyen arkadaşlardan sağ kurtulan olmadı. O zaman beni Allah’ın kurtardığını hissettim.”

Afşinli 9 işçi 2011'den beri hâlâ göçük altında

$
0
0
2011 yılında Afşin-Elbistan’da meydana gelen göçükte hayatını kaybeden ve 9’u hâlâ çıkarılamayan 11 maden işçisinin yakınları, “Bu acıyı çok iyi biliyoruz.” diyor.Manisa’nın Soma ilçesindeki göçüğün acısını en derinden hisseden yerlerin en başında Afşin-Elbistan’daki madenci yakınları geliyor. 6 Şubat 2011’de Afşin-Elbistan B Termik Santrali’ne kömür temin edilen Çöllolar Kömür Havzası’nda göçük meydana gelmiş, 11 maden işçisi hayatını kaybetmiş, yalnızca 2 madencinin cenazesine ulaşılabilmişti. Diğer işçilerin naaşı hâlâ çıkarılamadı. Önceki gün yapılan duruşmada aileler davanın uzamasına isyan etti.Elbistan’da toprak altında bulunan işçilerden Muhsin Koşan’ın kardeşi Muhmani Koşan, “Biz bu acıyı çok iyi biliyoruz. Burada ihmali olanlarla ilgili hukuki süreç 3 yıldan beri devam ediyor. Hâlâ işçiler toprak altında. Soma haberlerini izlerken dayanamadık televizyonu kapattık. ‘Şili’deki olay bizde olsa 3 günde madencileri çıkartırdık’ diyenler, 3 yıldan beri toprak altında olan işçiler için bir şey diyemiyor ya da yapamıyor. Şimdi de Soma’daki madenciler bu zincire eklendi. Allah geride kalanlara yardım etsin. Kaldırılacak bir acı değil.” ifadesini kullanıyor.Afşin-Elbistan’da göçük altında kalan Turan Gökhan’ın (32) babası Şevki Gökhan, Soma’da yaşanan acıları 3 yıl önce Afşin’de kendilerinin yaşadığını belirterek Soma’da yakınlarını kaybedenlere mutlaka psikolojik destek verilmesi gerektiğini belirtiyor. Baba Gökhan, “Soma’da göçük sonrası televizyonlara bakamaz olduk. Sürekli ağlayıp dua ediyoruz. Haberler çıktığında sürekli ağlıyoruz. Bizler göçükten sonra kendi başımıza kaldık, halimizi soran olmadı. Bizlere ‘bir müddet susun’ dendi. Susmak zorunda kaldık. Onlar da inşallah bu acıyı zaten yaşadılar. Umarım ki ikinci bir acı yaşamazlar. Soma’da yakınlarını kaybedenlerin en azından 10 katı ailelere psikolojik destek şart. Cenazeler defnedildikten sonra en azından bunu ihmal etmesinler, biz yalnız kaldık bari onlar yalnız kalmasın.” diyor.Öte yandan Çöllolar Kömür Havzası’ndaki göçükle ilgili davanın 10. duruşması görüldü. Duruşma çıkışında davadan çekilmeyen 2 madencinin yakını, ertelemeye tepki gösterdi. Madenci yakınlarının avukatı Arif Emre İlhan, “10 celse gerçekleştirildi ve duruşma 11 Temmuz tarihinde yeniden yapılacak. Mağdur ailelerin kanayan yarası her celsede tazelendiği için ceza yargılaması uzun sürmüş ve böyle giderse, bu hızla yargılama devam ederse bu dava daha çok uzayacaktır. Yargılama daha fazla uzatılmamalıdır. Tüm Türkiye’ye mal olmuş bu ve benzeri olaylarda adaletin hızlı tecelli etmesi, mağdurları kadar milletimizi de yakından ilgilendirmektedir.” ifadesini kullandı.

Mardin sokakları çiçek açtı

$
0
0
Mardin'de tarihi sokaklar çiçek açtı. Mardin halkı ve Mardin Müzesi iş birliği ile başlatılan proje kapsamında tarihi ve geleneksel mimarinin yoğun olduğu sokaklarda bulunan taş evlerin sokak cepheleri elden geçirilip çiçeklendiriliyor.Sokaklar mahalle sakinleri iş birliği ile birlikte temizlenip düzenlendi ve dağınık olarak atılan çöpler için de çöp kovaları konuldu. Mardin Müzesi Müdürü Nihat Erdoğan, müze eğitimi çalışmaları kapsamında, geleneksel mimarinin yoğun olduğu sokaktaki evlerin sokak cepheleri elden geçirilip çiçeklendirildiğini söylüyor. Sokakların çiçeklenmesiyle birlikte tarihi Mardin sokaklarının güzelliği daha da belirginleştiğini ifade eden Erdoğan proje hakkında şu bilgileri veriyor: "Müze ek binasının bulunduğu sokak, yerli yabancı binlerce turistin geçtiği bir güzergâh ve bu alanda müze müdürlüğünce başlatılan çiçeklendirme çalışmaları ile 3 bin adet petunya, sardunya, camgüzeli çiçekleri ile sokaklar renklendi. Müze eğitimi çalışmaları kapsamında sokakta oturan mahalleli ile toplantılar yaparak bilgi alış verişinde bulunduk. Mardin'in bu tarihi sokağını ve evlerini daha iyi korumak ve temiz tutmak ve için yapılan çalışmalar ile sokaktaki demir kapı ve korkuluklar boyanıp, çiçeklikler donatılıyor. En önemlisi de tarihi kentte gelenek olan metal kapılar nazara ve akrebe karşı kullanılan mavi rengine boyanıyor." Mardin'in mimari ve kültürel özgünlüğüne ilişkin bir kamuoyu bilinci oluşturacaklarını kaydeden Erdoğan, şunları söylüyor: "Müze eğitim çalışmaları sokak sakinlerine tanıtılarak, burada gerçekleştirilen faaliyetlerden daha iyi yararlanılabilmesi için mahalleli ve çocuklarına yönelik tanıtımlar yapılıyor. Ayrıca sokaklar ve çiçekleri evlere zimmetliyoruz. Mahalle çocukları ile birlikte çiçekleri ekiyoruz. Çocuklar da çiçeklere sahipleniyor." Projenin sadece sokaklardan ibaret olmadığını da belirten Erdoğan, bundan sonra hedeflerinin cami ve kiliseleri çiçek bahçesine çevirmek olduğunu ifade etti. Erdoğan, "Şu anda Diyarbakır Kapı Mahallesi ve Zinciriye Medresesi Mahallesi'nden başlayıp Ulucami ve Kırklar Kilisesi'ne kadar uzanan tarihi sokakları çiçeklendireceğiz. Medreseler ve sokak aralarında bulunan çeşmeleri de aynı şekilde çiçeklerle donatacağız. Ama bu konuda en büyük sıkıntımız sponsor bulmaktır. Şu ana kadar kendi imkânlarımızla bunu yapıyoruz. Mardin yüzyıllardır evlerinin avlusunda çiçek ekiyordu. Sokaklar ise hayvanlara bırakılıyordu. Dışarıda bulunan çiçekleri insanlar eşeklere otlatıyordu. Bu kültürü değiştireceğiz. Bu proje 3 yıllık bir çalışmanın ürünüdür. Artık Mardin'in tarihi sokakları bundan sonra çicek açacaktır."

Görünümleri tuhaf ama felçli hastalara umut oldu

$
0
0
Peru'nun yağmur ormanlarında yaşayan 'Atbaşlı çekirgeler' felçli yada engelli insanların hareket etmelerine yardım eden vücut protezlerinin daha da geliştirilmesi için umut oldu.Sahte kanatsız böcek olarak bilinen bu çekirgeler, ilk bakışta çocukluğumuzda izlediğimiz kukla şovlarını hatırlatıyor.Atbaşlı çekirgelerin ilginç görünümleri aynı zamanda Peru'nun balta girmemiş ormanlarında kamufle olmasına ve düşmanlarından saklanmasına yardımcı oluyor.Ülkemizde dahil olmak üzere dünyanın bir çok bölgesindeki bazı çekirgelerin sünmüş şekilleri ve eğik yüzleri vardır, ancak bunlar gibi aşırı değildir.Bu çekirgelerin dişileri yaklaşık 16 santimetre uzunluğa ulaşabiliyor ve çok özel uzuvları sayesinde çok uzaklara zıplayabiliyorlar.Leicester Üniversitesi’nden nörobiyologlar Atbaşlı çekirgelerin bu özelliklerinin nedenini tespit ettiler.Bilim adamları bu çekirgelerin uzuvlarındaki ve eklemlerindeki sıradışı özellikler sayesinde kaslarını kullanmadan zıplayabildikleri belirlendi.Araştırmacılar, bu özelliklerinin insanlar için gerekli olan vücut protezlerinin, robotik ve takma organların gelişiminde yardımcı olacağını belirtiyorlar.

Pasaport polisi olmadan geçiş başlıyor! - [Kuş Bakışı]

$
0
0
Atatürk Havalimanı’nda haziran sonuna doğru hizmete girmesi planlanan Elektronik Pasaport Geçiş Sistemi’yle, pasaport polisinin önünde oluşan kuyruklar ortadan kalkacak.Uçakla seyahati çileye dönüştüren sorunlardan biri de, pasaport kontrolünde oluşan kuyruklar. Bu konuda Emniyet Genel Müdürlüğü ve havalimanı işletmecileri, gerekli tedbirleri almaya çalışsa da yeterli olmuyor. Neyse ki pasaport polisinin bulunmadığı dijital sistem kısa süre sonra hizmete girecek. Sahte pasaport kullanımını ve uzun kuyrukları ortadan kaldırmak amacıyla geliştirilen sistem, ilk etapta İstanbul Atatürk Havalimanı’nda uygulanacak. Uzun süredir üzerinde çalışılan ve testleri başarıyla tamamlanan ‘Biyometrik Entegre Otomatik Geçiş Sistemi’, bir aksilik yaşanmazsa gelecek ayın sonuna doğru hizmete girmiş olacak. Fransa, İspanya, Hollanda, Danimarka ve Dubai gibi birçok ülkede başarıyla kullanılan sistem, Atatürk Havalimanı’nda verimli olması halinde diğer havalimanlarında da yaygınlaştırılacak.Elektronik Pasaport Geçiş Sistemi denilen uygulamayla, havalimanlarındaki biyometrik (parmak izi) kimlik doğrulaması, pasaport kontrolü ve Emniyet Genel Müdürlüğü’nün ilgili sorgu sistemleriyle kontrollü geçiş imkânı sağlanacak. Pasaport polisinin görev almayacağı sistemde, ‘kapı geçişi, pasaport okuyucu, monitör, full HD 2 web kamera, parmak izi okuyucusu, UPS ile diğer bağlantı, sensör ve kapı kontrol üniteleri’ bulunacak. Uygulama kapsamında, Dış Hatlar Terminali’nin geliş ve gidiş katlarına 2’şer cihaz yerleştirilecek. Yaklaşık 400 bin Euro’ya kurulan sisteme, daha sonra 2 cihaz daha eklenecek. Emniyet Genel Müdürlüğü’nün veri tabanında sadece Türk vatandaşlarının bilgileri bulunduğundan, uygulamadan yabancı uyruklu yolcular faydalanamayacak. Cihaz sayısının yetersiz olması nedeniyle uygulamadan yararlanacaklar konusunda da bazı düzenlemeler düşünülüyor. Her yolcu ilk etapta bu sistemi kullanamayacak. Biyometrik doğrulama yapılamayan veya hakkında arama kararı bulunan kişilerin geçişine izin verilmediğinden, sorunlu yolcu statüsündekiler ise polise müracaat edecek. En büyük sıkıntılardan biri de harç pulunda yaşanacak. Çünkü yolcuların harç pulunu alıp almadığını kontrol edecek bir sistem mevcut değil. 15 TL’lik pulun bilet ücretine eklenmesi ve Maliye Bakanlığı’nın bu parayı havayolu şirketlerinden tahsil etmesi gündeme gelmişti. Ancak bazı yolcuların harç pulu alma konusundaki muafiyetleri dikkate alınarak öneri askıya alındı. Devletin bu ücreti almaktan vazgeçmeyeceği hesaba katılırsa konunun pasaport kontuarının yanında görevlendirilecek kontrol görevlisiyle çözülebileceğini düşünebiliriz. Atatürk Havalimanı’ndaki pasaport kontrol noktası önünde geçen aydan bu yana uzun kuyruklar oluşmaya başladı. Yaz sezonuna girilmeden baş gösteren kuyruklar, yıllardır yaşanmıyordu. Sorunun genelde sistemlerdeki arızadan kaynaklandığı ifade ediliyor. Ancak meselenin aslı başka. Pasaport polisi sayısındaki yetersizlik, işleyişi kilitler hale getirdi. Toplumsal olaylara müdahale veya protokol için gereken takviye personel, pasaport polisinden de sağlanmaya çalışılıyor. Böyle olunca da bazen yaklaşık 200 metreyi bulan uzun kuyruklar seyahati çileye dönüştürüyor. İşin kötüsü, yakında tayin dönemi başlayacak. Tayini çıkanlar yeni görev yerlerine gittiğinde yine personel sıkıntısı gündeme gelecek. Yeni gelen polislerin de, uyum dönemi göz önüne alındığında bu yaz yine pasaport kontrol çilesi kaçınılmaz gibi gözüküyor.Havayolları Soma’yı unutmadıHavayolu şirketleri, Soma’da hayatını kaybeden ve yaralanan işçileri unutmadı. Yurtiçi ve yurtdışındaki etkinliklerini iptal eden THY, uçaklardaki boarding müziği, airshow, reklam gösterimleri ve sesli star gold video yayını durdurdu. SunExpress de, müzik ve diğer gösterimleri kaldırdı. Atlasjet çalışanları, siyah kurdele taktı. THK ve Corendon Havayolları’nın, bugün düzenlemeyi planladığı Jet Festivali de iptal edildi. Havalimanlarında yiyecek içecek hizmeti sunan BTA, Atatürk Havalimanı’nda cuma namazı sonrası camide ve terminalde irmik helvası dağıttı.Borajet, Kayseri’yi Kıbrıs’a bağlayacakBorajet Havayolları, Kayseri’den Kıbrıs’a uçuş başlatıyor. Kayseri Erkilet Havaalanı ile Kıbrıs Ercan Havaalanı arasında 23 Haziran’da başlayacak uçuşlar, pazartesi, cuma ve pazar günleri düzenlenecek.

Cadı avından kaçamayanlar

$
0
0
Başbakan’ın hafta başı zikrettiği cadı avı söylemi, cehaletle özdeş hale gelmiş Ortaçağ işkencelerini ve McCharty soruşturmasına kurban giden Rosenbergleri hatırlattı.Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, kökenleri Ortaçağ’dan da öte bir tarihe uzanan bir ceza şeklini partisinin Afyonkarahisar’daki son istişare toplantısında telaffuz etti. Partililere seslenen Başbakan, Hizmet Hareketi’ne yönelik tasarruflarını kastederek “...biz bu cadı avını yapacağız, bunu da bilin!” dedi. Bu sözleriyle bugüne kadar tanımında tereddüt edilen bir mücadelenin adı da ortaya çıkmış oldu. Başbakan duyanları şaşırtan sözlerine devam etti ve bir ihbar-ispiyon furyasına davet anlamına gelecek “Bu konuda nerede, kim, neler yapıyorsa bunları bize bildireceksiniz. Bütün vatandaşlarıma söylüyorum bildireceksiniz, gereğini yapalım.” dedi.Son olarak geride bıraktığımız yüzyılın ortalarında rastladığımız siyasi cadı avı aslında kadim zamanlardan günümüze intikal etmiş bir gelenek. 1953’te Joseph McCharty tarafından başlatılan cadı avı, Amerikan halkını gerilime salan, geri dönülmesi zor bir sürece sokmuştu. Ülkede birçok isim yaftalanmış, sindirilmiş ve ülkeden ayrılmak zorunda kalmıştı.Muhtelif lügatlere göre, cadı veya Farsçadaki haliyle “câdû”, geceleri dolaşarak rastladıklarına kötülük yaptığına inanılan hortlak manasına geliyor. Halk arasında saçı başı dağınık, tırnakları uzun, kirli görünümlü kadınlar için telaffuz edilmiş. Eski Türkler bu kişinin öldükten sonra hortlamış olduğuna inanır hatta mezarı üzerinde ateş yakılırsa cadı olmaktan azat olacağına inanırmış. Fakat, tarihte cadı denilince Hıristiyanların engizisyon mahkemelerinde yargılayıp infaz ettiği kişiler akla geliyor. En meşhur vakalar ise skolastik Orta Çağ Avrupa’sında cereyan edenler. Tarihi vesikalardan nakille, o memleketlerde bu kimselerin toplum içinde kendini belli etmeden dolaştıkları ve yer yer tanrı kadar kudrete sahip olabilecekleri vehmedilirmiş. Antik Yunan’da yaşamış Homeros’un Medea’sında, Kitab-ı Mukaddes’te cadılarla alâkalı bölümlerin bulunduğu bilinmekle beraber, uğursuzların çoğunlukla kadınlardan oluştuğu da bu batıl inancın başka bir fecaati idi. Ortaçağ cehalet karanlığının en koyu demleri olmakla beraber, cadı avı da, bu zaman dilimi içinde ve bilhassa XIV. asırda artış gösteriyor. Üzerinde garip haller görülen birçok kimse parmakla işaret edilip artık üzerinden çıkmayacak bir yafta ile yaftalanıyordu. Bu vehmin bu denli baş vermesinin müsebbibi kilise ve dolayısıyla papalık idi. Misalen, Papa VIII. İnnocentus o yüzyılda artan söylentiler üzerine Almanya üzerine iki Dominikus’cu papazı yollamış, bu papazların kaleme aldığı Mallefus Malleficarum (Cadı Tokmağı) adlı kitapta şu ifadeler yer almıştı: Cadıların iflah olmaz yaratıklardı ve ömür boyu hapsedilmeleri gerekiyordu. Eğer yine terbiye emaresi görülmezse canlı canlı yakılmaları gerektiği söyleniyordu. Bu iftiralardan dönemin bazı filozofları da nasibini aldı. Görüşlerinden ötürü hoş görülmeyen düşünür ve dâhiler de aynı akıbeti paylaştılar. Bugün psikolojik humma diye tavsif ettiğimiz her husus o asırda sonu acı verici işkencelerle neticeleniyordu. Hatta bir kimsenin cadı olup olmadığını anlamak için o günün iptidai deneylerinden biri de şuydu: Şüpheli bir kimse önce havuza atılıyor şayet batmazsa, cadı avcıları “İşte onu su bile kabul etmiyor haydi öldürelim.” diyerek üzerine atılıyorlardı.Günah keçisi ve olası paralellikBugünlerde her günahta parmağı olduğu farz edilen paralel yapılaşma kavramının, günah keçisi deyimiyle birebir irtibatı bulunuyor. Zira tarihte kendi günahını başkasına yükleyip onu itlaf etme geleneği kadim Yahudi inancı olan Yum Kippur-KefaBoldret ayinine kadar dayanıyor. Bu inanca göre, Azazel adı verilen kötü ruhu yatıştırmak için bir erkek keçi seçilir ve Kudüs dışında yüksekçe bir uçurumdan atılırmış. Yahudiler kendi günahlarını bu hayvana yüklediğinde kendilerinin arındıklarına inanırlarmış. Antik Yunan’da olası salgın hastalıklar ve felaketleri gidermek üzere benzer bir adet devam edegelmiş. Thargelia adı verilen şenliklerde biri kadın, biri erkek iki kişi önce şehirde dolaştırılır, kalabalık onları ince dallarla dövdükten sonra şehir dışına çıkarılarak taşlanırlarmış.Modern zamanda bir cadı avı: McCarthy soruşturmasıOrta Çağ’a mahsus sanılsa da cadı avı geride bıraktığımız 20. yüzyılın ortalarında Amerika’da da görüldü. 9 Şubat 1950’de Birleşik Devletler Wisconsin eyaleti senatörü Joseph McCarthy, dışişleri bakanlığının elinde iki yüz kişilik bir isim listesi bulunduğunu ilan etti. Listedekilerin o zamanki siyasi arenada Amerika’nın düşmanı addedilen Sovyetler ve Komünist Parti’ye yakın kimselerden olabilecekleri düşünülüyordu. Soğuk Savaş’ın en koyu anlarında yapılan bu açıklama tüm ülkede yankı bulmuş ve Amerikan vatandaşları arasında büyük korku salmıştı. Sadece birkaç ay içinde McCarthy’nin yaptığı bu açıklama ülkede büyük bir paranoyaya sebep teşkil edecek ve ülkeye hükûmet eden demokratların ayağını kaydıracaktı.1952 yılında yapılan seçimlerde Eisenhower’ın seçilmesiyle McCarthy soruşturmalarla ilgili senato alt meclisi başkanlığına geçti. Medya bu komisyonun uygulamaları ve ağır sorgu koşullarıyla alakalı belgeleri ele geçirince olayın gerçek de yüzü ifşa oldu. Buna göre 1952 senesi, av sezonunun başlangıcı anlamına geliyordu. Toplumun saygın kişileri dahil olmak üzere Amerikan karşıtlığı yaptığı intibaı oluşturan herkes bu avın nesnesi oluyordu. Siyah beyaz filmleri ile tanınan ünlü sinema sanatçısı Charlie Chaplin, 1947 senesinde sol görüşlü fikirleri bulunmaktan ötürü mimlenmiş, McCharty’nin kovuşturmasından kaçarak Avrupa’ya sığınmıştı. Chaplin bir daha Amerika için vize alamadı. O dönemin hükümeti, cadı avında bilinçli olarak medyatik isimleri hedef alıyor, Hollywood’u tanınmış simaları asılsız iddialar altında eziliyordu. Chaplin’in bu durumu eleştiren New York’ta Bir Kral adlı film de tam olarak bu cadı avını anlatır. 20. yüzyılda görülen cadı avları bununla sınırlı kalmadı. İkinci Dünya Savaşı öncesi birçok bilim adamı Yahudi olduklarından ötürü Almanya dışına kaçtı. Keza dönemin ünlü tiyatro yazarı Bertrolt Brecht de Hitler’i tenkit eden oyunlar kaleme almaktan kovuşturmaya uğramış ve siyasi duruşundan dolayı ülke dışına çıkmıştı. Yakın dönemin en meşhur cadı avı kurbanları ise Rosenberg çifti oldu. McCarthy’nin başlattığı cadı avı sürecinde, Ethel ve Julius Rosenberg, Amerikan Komünist Partisi üyesi olmak ve ABD nükleer çalışmaları sırlarını Sovyetlere sızdırmakla suçlanmış ve elektrikli sandalyede idama mahkum olmuşlardı. Papa XII. Pius’un da dahil olduğu uluslararası bir af kampanyası da Rosenbergleri kurtaramamış, ceza Amerikan mercilerince infaz edilmişti. Bu hadise son yüzyılda cadı avının vardığı son nokta olarak telakki edilmiştir.

Acı, sinemaya yansımıştı

$
0
0
Yeraltında yaşanan hayatı konu edinmiş maden filmleri, Soma’daki dramı anlamak için bize biraz yardımcı olabilir. Fakat bunun için 100 yıllık sinemamızda bir elin parmağını geçmeyen yapımlarla yetinmek zorundayız.Yazı beklerken kış geldi. Hem de büyük bir fırtına, kar, tipiyle… Kavun taşıyan kamyonlar tabut taşıdı. Maden faciasında toprak altında kalan üç yüze yakın beden, kibrit çöpü teker teker sayılarak başka bir toprağın altına bırakıldı, dualarla, hıçkırıklarla... Geriye sarı baretler kaldı, eskimiş çizmeler, tulumlar… Gözü yaşlı anne, babalar, eşler, çocuklar, hüzünlü öyküler… Unutur muyuz? Uludere’de bombalanan 34, Reyhanlı’da parçalanan 50’den fazla bedeni unutur gibi unutur muyuz? Madenci yakınlarını tokatlayan-tekmeleyen bürokratları, zerre miktar kusurunun olmadığını söyleyen maden sahibini, patlamanın olduğu gece değişmeyen dizi reytinglerini düşünüp yutkunmalı, ‘işin doğasında ölüm var’ deyip günlük koşuşturmacalarımıza devam mı etmeliyiz? İnsan galiba böyle zamanlarda pek sağlıklı düşünemiyor. Bu büyük facia önümüzdeki yıllarda sinemaya aktarılacaktır. 100 yaşına basan sinemamızda maden filmlerinin sayısının bir elin parmağını geçmediğini düşününce insan biraz umutsuzluğa kapılıyor. Bekleyip görelim, bu sırada maden filmlerine bir göz gezdirelim.Maden: Yeraltında bir devrimciYeşilçam’da maden işçilerinin sorunlarına en fazla yer veren film Maden (1978). Yavuz Özkan’ın senaryosunu yazdığı ve yönettiği film, maden ocağındaki bir devrimcinin hikâyesini anlatıyor: “Başkarakterimiz İlyas, kötü çalışma şartlarından şikâyet eden, herkesi birlik olmaya, sendikal haklarını almaya davet eden girişken biridir. Maden ocağının sahibi ise şehre lunapark getirmeye çalışan, işçi haklarını önemsemeyen tanıdık bir simadır. İşçiler ile işverenler kafa kafaya geldiği sırada göçük gerçekleşir, hayaller toprağa gömülür.” Yük gibi gerçek mekânda gerçek işçilerle çekilen filmin başrolünde iki jön var: Cüneyt Arkın ile Tarık Akan. Cuma günü maden ocağının sahibinin neredeyse madencileri suçlu ilan ettiği basın toplantısında yaşanan kargaşanın birebir aynısı var filmde. Madenciler haklarını işverenlerden ister, karşılığını alamaz, hatta ‘bozguncu’ ilan edilir. İlyas, o günden bugüne, Soma’daki madenin vicdanına bir replik fırlatır: “Burada cinayet işleniyor. Ocaklarda yeterli tedbir alınsa ölenlerin yüzde 90’ı kurtulurdu.” Haksız mı? Maden, işçilerin hayatını anlatan en önemli filmlerden biri olduğu gibi başrol oyuncuları için de bir o kadar değerli. Özellikle Tarık Akan için... Akan, filmi Ankara’ya Sansür Kurulu’na götürürken Yılmaz Güney’e bırakır. Bu diyalog zamanla gelişir, Sürü ve Yol’da yol arkadaşlığına dönüşür.Şehirdeki Yabancı-Yaşam Kavgası: Herkesin kavgası başkaHalit Refiğ’in madene indiği iki film var: Şehirdeki Yabancı (1962) ile Yaşam Kavgası (1978). Şehirdeki Yabancı’da İngiltere’den Zonguldak’a dönüş yapan bir maden mühendisinin yaşadıkları anlatılıyor. Şehre yerleşen mühendis ilk iş olarak ocağı kontrol eder, maden direklerinin çürük olduğunu tespit edip yetkililere bildirir. Pek de yabancı olmadığımız ‘siyasetçi, işadamı, gazeteci’ ittifakı kendisiyle dalga geçer, söylediklerini önemsemez. Sonradan göçük gerçekleşir, bilindik olaylar tekerrür eder. Vedat Türkali’nin senaryosunu yazdığı filmde rol alan oyuncular: Göksel Arsoy, Nilüfer Aydan, Reha Yurdakul, Ali Şen, Erol Taş…Yaşam Kavgası’nda ise kamera tutulan bir maden işçisinin ailesi: “Reşit (Can Gürzap) zor şartlarda çalışan, eşini seven bir işçidir. Zamanla aralarına mesafe girer, gönlü hafif meşrep komşusuna kayar. Aşk yaşayan ikiliyi eşi Emine Hanım (Fatma Girik) suçüstü yakalar, olan olur. Emine evi terk eder, Reşit kızı ve babasıyla yalnız başına kalır.” Aileye odaklanan filmin başlangıcı ve sonu maden ocağında geçiyor. Başında madende patlama oluyor, onlarca işçi ölüyor; küçük sıyrıklarla kurtulan Reşit, işi bırakıyor. Sonunda parasız kalıyor, Soma’da ‘kredi borcunu ödemek için madene döneceğim’ deyip boğazımızı sıkı bir düğüm atan madenci gibi kömür ocağında işe başlıyor hem de kaçak olarak… Allah’tan Başbakan’ın ‘olur böyle’ dediği şeyler orada olmaz. Hikâye mutlu biter ama şu güncelliğini yitirmeyen şu ayrıntı içimize oturur: Madenci evine ekmek derdindeyken gözünde dolar işaretiyle gezenler yaşadıkları gecekonduları yıkıp yerine rezidans yapmak için mücadele etmektedir. Madencilerin dramlarını anlatan ana haber bültenlerinin reklam arasında ‘ekonomik rezidans, toplu konut tanıtımları’ izliyoruz, farkında mıyız? Herkesin kavgası başka.Germinal: Tohum yeraltında yeşerirMadencileri en iyi anlatan filmlerin başında Tohum Yeşerince geliyor, Emile Zola’nın ölümsüz eseri Germinal’in perdeye yansıyan gölgesi… Hikâyeyi hatırlar herkes: “Etienne Lantier, işsiz, genç bir adamdır. Maden yatakları sayesinde geçimini sağlayan bir Fransız kasabasına yerleşir, Maheu ile tanıştıktan sonra hayatı değişir.Madende iş bulur, ailenin genç kızıyla umutsuz bir aşk yaşar. Genç kahramanımızın asıl derdi, işçileri hakları hakkında bilgilendirmek, sendika kurup haklarını almalarını sağlamaktır. Ancak süreç başka şeyler getirir.” 1884 yılında on binlerce işçinin katıldığı gerçek bir grevden yola çıkılarak oluşturulan film, maden işçilerinin hayatına dair çok şey anlatıyor: Yaşam standartlarını, nasıl şartlarda çalıştığını, göçük altında kaldıklarında yaşadıklarını… Proletarya ile burjuva arasındaki çatışmalar üzerinden ilerliyor, gerçek hayatta olduğu gibi kasvetli ve karanlık bir ortam oluşturuyor. Claude Berri’nin yönettiği filmin başrolünde Gérard Depardieu, Miou-Miou, Renaud Séchan var. Zola’nın ölümünden sonra yüzlerce madencinin cenazesine katılıp ‘Germinal!..’ diye bağırması bize hikayenin işçilerin derdini ne kadar gerçekçi, etkileyici anlattığını gösteriyor. Çin’den Finlandiya’ya böyle daha birçok film sayabiliriz: Kör Boşluk (Mang Jing-2003), Ekim Düşü (October Sky- 1996), İnce Buz Kara Kömür (Bai Rin Ya Huo-2014)…Yük’ümüz çok ağırÇok uzağa gitmeye gerek yok. Bereketli Topraklar Üzerinde, Hakkâri’de Bir Mevsim gibi Türkiye Sinemasında hatırı sayılır bir yer edinen Erden Kıral, geçtiğimiz yıl Yük filmiyle indi yer altına. Cinayet sebebiyle hasmından kaçmak için madende saklanan bir adamın hikâyesine odaklandı: “Cemal, ölüm korkusu ile kaçmaktadır. Peşinde onu kovalayan adamsa dışarıdan görünen tüm cesaretine rağmen ‘öldürmekten’ korkmaktadır. Bu iki adamın ortak noktası ise Zeynep adlı bir kadındır. Geçmiş, gelecek ve şimdiki zaman geçişleriyle üç arkadaşın hayatı anlatılır.” Bir üçüncü sayfa haberinden yola çıkarak yazılan, işçilerin yaşadıklarına arka planda yer veren film, iki yıl önce Zonguldak’ta yerin 700 metre altında çekildi, onlarca gerçek işçi rol aldı. Filmde seyirci iki karakterle beraber yıpranmış yelekleri, renkli çizmeleri giyiyor, sarı baretleri takıyor, paslı asansörle çaresizliğin kalbine iniyor. İki karakter geçmişiyle hesaplaşırken seyirci madencilerin kömür karası çaresizliğiyle yüzleşiyor. Yer altı atmosferini başarıyla oluşturan filmin sıkıntısı senaryoda, kurguda. Bu nedenle Nadir Sarıbacak ile Tansu Biçer’in canlandırdığı karakterlerin dönüşümü inandırıcı gelmiyor. Ancak sinemamızdaki madenci filmleri sayısının bir elin parmağını geçmediğini düşününce eksiklikleri konuşmak yerine Kıral’a teşekkür etmek gerekiyor.Kelebeğin Rüyası: Yeraltında düş görülür mü?Yılmaz Erdoğan, Kelebeğin Rüyası’nda (2013) Behçet Necatigil ve şair öğrencilerini anlatıyor. Hikâyenin başkenti maden şehri Zonguldak, bir parçası madenciler… Maden işçilerini gösteren bir sahneyle (sinemamızın en başarılı tek-uzun planlarından biri) açılan, sonra şairlerin aşklarına yönelen filmde yer yer kamera yer altına iniyor. Modernleşme çabası içindeki şehrin sancılarına, Avrupa’yı kasıp kavuran İkinci Dünya Savaşı’nın etkilerine kulak veriyor. Akılda en çok kalan sahnelerinden biri yine madenden. Hani Muzaffer Tayyip’in (Kıvanç Tatlıtuğ) sevdiği kızı (Belçim Bilgin) erkek kılığına sokup, yüzünü kömüre bulayarak madene indirdiği sahne… Gri tulumlara girmiş iki âşık sıraya girer, beklemedikleri bir denetim olunca bütün planları bozulur. İşin sinemaya bakan yönü şiirsel, gülümsetici, etkileyici… Keşke gerçekler bu kadar acıtıcı olmasaydı. İçimiz titrerken Erdoğan’ın acımıza tercüman şu şiiri düştü internet sitelerine: “Bu işin sorumlularını affetmeye hiçbir kulun gücü yetmez. Bunu ancak Yaradan yapabilir. Allah sizi affetsin. Çıkarın o pahalı çizmelerinizi. Dünya daha fazla kirlenmesin.”

Şimdi dua zamanı! - [Bizim Köy]

$
0
0
Şehit ve yaralı maden işçileri için facianın ilk dakikalarından itibaren tüm ‘köy’de dualar yükseldi. Üstelik aynı anda farklı yerlerde, hatta farklı dinlerde...Umre ziyareti için Mekke’de bulunan Türkler, Soma’daki faciada hayatını kaybedenler için Kâbe’yi tavaf ederek dua etti. Papa Francesco da ‘Çarşamba Ayini’nde Soma’daki göçükte hayatını kaybeden ve halen göçük altında kurtarılmayı bekleyen madenciler için dua istedi. Taziye mesajı yayımlayan Türkiye Ermenileri Patrikliği, bugün İstanbul’daki Ermeni kiliselerinde gerçekleştirilecek ayinlerde işçiler için dua edileceğini duyurdu.Allah kalpleri karartmasın da… Soma’daki kaza ‘köy’ medyasında da yankı uyandırdı, ancak farklı şekillerde. Fransa’nın ünlü mizah programlarından Les Guignols de l’info, kazada hayatını kaybedenlere gönderme yapayım derken rezil oldu! Kuklaların canlandırdığı programı, gerçek hayatta da sunucu olan Patrick Poivre d’Arvor’un kuklası sunuyor. Haber bülteni formatındaki programda alaycı tavırlarıyla tepki çeken sunucu, “Türkiye’deki maden patlamasından bize ne canım, şimdi Cannes Film Festivali için canlı yayına bağlanıyoruz.” anonsu yaparak konuyu festivale getirdi. Geçitte bulunan Nuri Bilge Ceylan’ın kuklasının yüzü gözü kömür karası içindeydi. Allah kalpleri karartmasın da!..Kara gün dostları Elim olaylarda gösterilen duyarlılığın insanları birbirine yaklaştırdığı kesin. Soma’daki faciaya uluslararası camianın tanınmış isimleri de tepkisiz kalmadı. Christiano Ronaldo, Twitter sayfasında ölenlere başsağlığı dilerken, Rihanna kapak fotoğrafını ‘SOMA’ yazılı bir yas görüntüsüyle değiştirdi. Adriana Lima da “Kara Gün! Türkiye için dua edin...” yazılı fotoğrafı Instagram hesabından paylaşarak; “Düşüncelerim sizinle. #türkiye #soma #türkiyeiçinduaedin.” diye not düştü. Barcelona, Chelsea, Schalke, Liverpool ve Borussia Dortmund gibi dünyaca ünlü futbol kulüpleri de madenciler için taziye mesajını unutmadılar.

Depoda soğuk bekleyiş

$
0
0
Soma’daki maden faciasının kurbanlarının cansız bedenleri, yeryüzünde aileleriyle buluşmak için soğuk hava depolarında bekledi. İlçeye 10 km uzaklıktaki Kırkağaç’ta özel bir firmaya ait 12 depoda ölümün soğuk yüzü acı, keder, çaresizlik olarak kendini gösterdi.Kimlik tespiti yapılan madencilerin aileleriyle ilk yüz yüze gelmeleri bilgisayar ekranlarından ve slayt perdesinden oldu. Ekran ve perdeden yapılan tanıklıktan sonra kimlikleriyle görevli masasına gelen ailelere cenazelerini kendilerine gece gündüz canla başla çalışan Mehmetçik teslim etti. Cenazeler, ölüm konvoyuyla Ege coğrafyasına ve Türkiye’nin dört bir yanına gönderildi.Resmî rakamlara göre 284 cenaze geçti depolardan. Fakat sivil toplum kuruluşları ve CHP, rakamların daha fazla olduğu konusunda ısrarcı. İlk üç günde en az 340 madencinin depolara geldiği iddia ediliyor.Soğuk hava deposunun önünde cenazelerini almak için bekleyen aileler, oradan sadece emanetlerini değil, büyük bir hüznü de memleketlerine taşıdı. Kara topraktan kara toprağa soğuk bir mola oldu depolar.

Denklem adalet mi para mı olmamalı

$
0
0
Türkiye’de ekim-mayıs arasında 931 işçi, kazalarda hayatını kaybetti. Bir Umut Derneği ‘Adalet Arayan İşçi Aileleri’nin gönüllü hukukçularından Erbay Yucak, işverenlerin ‘Davayı izlerseniz sonuç alamazsınız’ fikrini empoze ettiğini söyleyerek, “Soma Holding’in mallarına tedbir konulmalı ve olay ‘adalet mi, para mı’ ekseninden çıkarılmalı.” diyor.Bir Umut Derneği ‘İş kazası değil iş cinayeti’ diyerek yola çıkıyor. Neden iş cinayeti?İşçi sağlığını ve iş güvenliğini genel hükümler doğrultusunda düzenlemiş yasal mevzuatlar, tüzük ve yönetmelikler var. İşçi sağlığı güvenliği tedbirlerinin ne olduğu belirtilmiş durumda. Bir de bu tedbirlerin alınıp alınmadığı konusunda işçi eğitimi de dahil iş güvenliği organizasyonunun nasıl yapılacağı örgütsel model olarak mevcut. Bunun kamusal olarak kimler tarafından denetleneceği de belli. Ortada yasal mevzuat varken, bu işçilerin hayatının kaybına sebep olan olaylara bakınca, ‘Yasal mevzuattaki tedbirler alınsa bu hadise olacak mıydı, olmayacaktı’ diye sorduğumuzda ‘Yasal mevzuat izlense bu hadise olmaz’ sonucu çıkıyor. Davutoğlu, Ostim, Van Bayram Otel, Kozlu... Yasal mevzuat bir öngörü aynı zamanda. Onun tedbirleri yerine getirilse bu hadise yaşanmaz. Öngörülebilir ve önlenebilir niteliği nedeniyle bu, kaza olmaktan çıkıyor. Tecrübe içinde yer almayan bir olay meydana gelirse, bu kaza olur.Yayınladığınız 2013 Almanak’ı Türkiye’nin iş kazaları ve işçi ölümleri konusunda vahim sicilini ortaya koyuyor.Rakamlarla tescil edildiği üzere, Avrupa’da birinci, dünyada üçüncü sıradayız. Tablo vahim. İşçi sağlığı ve iş güvenliği alınması konusunda kamusal denetim hükümette. Belediyelerin de sorumluluğu var. Özel Güven Hastanesi’ni düşünün. İşçi, tamirat yaparken elektriğe çarpılıp hayatını kaybediyor. Kamu kurumlarının kamusal denetimi etkin kılmaması en önemli neden. İşverenlerin rahat davranmasına neden olan bir dünya var. Ceza yargılamaları etkili yapılamıyor, kamusal denetim de işvereni bu tedbirleri almaya zorlamıyor. Tesadüfe bağlı ve yasal denetime rağmen kara düzen söz konusu. Üretimi artırmak nedeniyle 24 saatlik bir faaliyet organize ediyorsanız, işçiyi üretime zorluyorsanız, işçi sağlığı güvenliği tedbirleri ihmal edilebilir hale geliyor. İşçinin hayatını korumak ne zaman kazanma hırsının önüne geçerse o zaman sonuç alınır. Kamusal denetim anayasal hüküm olmasına rağmen uygulanmıyor. İşçinin hayat hakkını ihlal etmeyecek bir şekilde kullanılmadıkça, yargı kurumları iş kazaları davalarında bunun kazanç sebebiyle bir ihlal olduğunu kabul etmedikçe böyle olmaya devam edecek.Soma özelinde konuşacak olursak, iş kazaları açısından bu olayı nasıl değerlendirirsiniz?Normal savcılık soruşturması devam ediyor. Cumhuriyet Savcılığı bilirkişi heyeti atayacak. Bu hadiseye dair o kadar çok şey söyleniyor ki. Nitekim basın toplantısında işveren, ‘Trafo kaynaklı bir açıklama yapılmıştı olayın trafodan olmadığı anlaşıldı.’ diyor. Bu ölümlü hadise meydana geldikten sonra soruşturmanın bütün hükmü Cumhuriyet Savcılığı’na geçti. İşletme müdürünün tutuksuz kalması ve bu beyanlarda bulunması talihsiz bir durum. Basın toplantısı aracılığıyla kendini savunma hakkı yok. Hazırlık soruşturması sürerken delilleri ve soruşturma sürecini etkileyecek böyle beyanlarda bulunmak doğru değil. Halen buna dönük tedbir alınmaması da hata. Diğer işçi davalarında bilirkişilik müessesesinin işleyişini dikkate alınca, teknik bilgi kısmı da göz önüne alındığında, nedeni, niçini konusunda teknik inceleme sürecinin sadece bilirkişiliklerce yürütülmemesi lazım. TBMM nezdinde siyasi parti temsilcileri, sendikalar, üniversiteler ve meslek odaları temsilcilerinin de yer alacağı bağımsız komisyon şart. Böyle bir komisyon kendini topluma karşı sorumlu hisseder. Diğer iş cinayetlerinde karşılaştığımız türden bilirkişi raporlarıyla bu olay geçiştirilemez.Diğer davalardaki bilirkişi raporları ne minvaldeydi?Karalom davasında beş rapor vardı, Davutpaşa davasında birbirinden farklı üç bilirkişi raporu... Mütalaaya esas olan bilirkişi raporu başkaydı. Olay sabit, bilirkişi raporları başka... Hadisenin nasıl meydana geldiği bu olay kadar, bundan sonraki olaylar için de önemli.‘İşverenlerden yana bir tavır söz konusu’ diyorsunuz…Ailelere işverenlerin söylediği şey ‘Ceza davasında şikâyetçi olma. Hakkını ararsan dört seneye davan biter. O zaman da benden paranı alamazsın’ iması yapılıyor. Bizim izlediğimiz davalarda da hem ceza davasının hem maddi haklarının takipçisi oldular. Orada da o tedbir kararının alınmamasından cesaret alıyor. Çalışma hayatının denetimi devletin sorumluluğunda. İşverenin mal varlığına bağlı düşünülememeli. Mevzuatta eksik yok, uygulamada var. Israrla bu çizgide bir farkındalık yaratmayı, aileleri sahip bırakmamayı önemsiyoruz.Soma’ya kadar gelinen süreçte eksikler nelerdi?Kozlu’da tuttu bilirkişi raporuna göre STK yönetimi için soruşturma yürütmek istedi, Enerji Bakanlığı soruşturma için izin vermedi. Cumhuriyet savcısı soruşturmak isterken mani oldu. Dolayısıyla bu tutumun değişmesi gerekiyor. Siyasal iradenin, hukuksal iradenin, medyanın, STK’ların, üniversitelerin etkin bir yargılama talebinde bulunması gerekiyor. Yargının dirayetli olması, hükümetin engel çıkarmaması, işçi sağlığı güvenliği tedbirlerinin işçi hayatını kaybetmeden önce düşünülmesi lazım. İnsanlar cenazelerini bekliyor. Herkes ‘neden oldu’ya dair konuşmaya devam ediyor. Her tarafta bir üzüntü ve hüzün var ama aynı zamanda beklenen bir sonuçmuş gibi konuşuluyor. Olağanlaştırmanın kendisi sorunlu bir şeydir. Hükümet edenlerin, idarecilerin bunun altını çizmesi gerekiyor. Tedbirlerin alınmaması nedeniyle olan bir olay bu. Ekim ile mayıs arasında 931 işçi kazalarda hayatını kaybetti. ‘Bir olayda toplu ölüm var’ noktasında meseleyi konuşmamak lazım. Soma’ya gösterilen duyarlılık Karadon’da, Kozlu’da gösterilseydi Soma olmayacaktı. Davutpaşa’daki hadiseye ilgi gösterilse Ostim de olmayacaktı.Holding mallarına tedbir konulmalıYasal haklar meselesi açıklığa kavuşturulmadı. Ailelerin yasal hakları nedir?Hayatını kaybedenlerin ailelerine dönük yasal hakları bellidir. Onları parayla tatmin etmek niyetiyle, böyle beyanlarla şarta bağlamak doğru değil. ‘Adalet mi, para mı’ tartışmasını evinin direğini kaybetmiş insanların önüne koymak doğru olmaz. Ailelerin doğru bilgilendirilmesi önemli. Bu konuda da özellikle Adalet Bakanlığı ve Çalışma Bakanlığı’nın bunu ortaya koyması gerekir. Aileler ceza davası ve maddi manevi tazminat davası açabilir. Bu durum eşlerle sınırlı değil, kardeşlerinin, annesinin, babasının, eşinin ve çocuklarının maddi manevi tazminat dava açma hakkı da var. Ceza davasında soruşturma aşamasından itibaren müdahil olma hakları bulunuyor. İleriye doğru bu ailelerin haklarının kaybolmaması için Soma Holding’in mal varlığına Cumhuriyet Savcılığı’nın tedbir koyması önemli. Ailenin banka borçları varsa, bankaların bu meselede süreç netleşinceye kadar, ailelerin hayat düzeni kuruluncaya kadar borçları silmeleri, silmeseler bile ertelemesi gerekiyor. Parayla adalet karşı karşıya getirilemez. Parayla adaleti karşı karşıya koymak topluma kirli bir hava nüfus ettirir.

Aydınlanamayan maden tarihi

$
0
0
Madencilik tarihi dünyayla paralel ilerleyen Türkiye, diğer ülkelerin aksine maden kazalarında sicilini düzeltemedi. Dünyada kömür çıkaran ülkelerde robot sistemine geçilirken Türkiye halen insan eksenli çalışma sistemi ve denetimsiz ocaklarıyla kazaların önlenmesinde yetersiz. Türkiye’de çıkarılan 1 milyon ton kömür başına 7’den fazla işçi hayatını kaybediyor.Dünya yılda iki, biz iki yılda bir denetliyoruzTürkiye Ekonomi Politikaları Vakfı (TEPAV) raporuna göre, ölümlü iş kazalarının yüzde 10’undan fazlası madenlerde yaşanıyor ve bu kazaların önemli bölümü de kömür madenlerinde oluyor. Ölüm nedenleri arasında grizu patlamaları, göçükler ve karbon monoksit zehirlenmeleri var. Türkiye’de çıkarılan her 1 milyon ton kömür başına 7’den fazla işçi hayatını kaybediyor. Dünya kömür üreticileri arasındaki Çin’de bu oran 1’in biraz üzerinde. ABD’deyse her 1 milyon ton kömür başına 0,02 işçi hayatını kaybediyor. Aradaki farka gerekçe olarak maden ocaklarındaki denetimsizlik, ocakların eskiliği, teknik yetersizlik ve donanım eksikliği gösteriliyor. Dünyada önde gelen maden üreticileri ve işletmelerinde kamu denetimi yılda iki kez gerçekleştirilirken, Türkiye’de bu rakam sadece iki yılda bir...Kazalar Türkiye’de neden çok ölümlü?Bu sorunun yanıtı Uluslararası Çalışma Örgütü’nden. Türkiye ‘Madenlerde Güvenlik ve Sağlık Sözleşmesi’ni 19 yıldır imzalamıyor. Bu sözleşme hükümleri arasında madenlerde ışıklandırmadan takip sistemlerine, havalandırma sensörlerinden robotlara kadar birçok teknolojinin aktif olarak kullanılması var. Dünyada pekçok ülke robotlar aracılığıyla maden çıkarırken, Türkiye halen insan gücüyle kazım yapmaya devam ediyor. Bir diğer önemli nokta, Türkiye’deki işçilerin iletişim ağlarına dahil edilmemesi. Madencilerin kemerinde takip sistemi, telefon yok, böylece facia anlarında kimin nerede olduğu bilgisine geç ulaşılıyor. Örgüt sahip olunması gereken teknolojiler arasında; sensörlerle madencilerin oksijen ihtiyacını hesaplayan havalandırma sistemi, uzaktan kumandayla yönetilen robotlar, fiber optik ve bakır kablo ağlarıyla oluşturulan ve madencilerle araçların yerini tespit eden takip sistemi, kaza anlarında kullanılan yeraltı telefonları, oksijen ve karbonmonoksit oranlarını tespit eden sensörler, grizu patlamalarında hızlı söndürme yapabilen yangın söndürücüler, madencilerin konumu, oksijen ve karbondioksit oranlarının yanı sıra çıkarılan kömür miktarı da görüntüleyebilen kontrol odaları, herhangi bir kaza anında kullanılan ve 30 güne kadar madencilerin hayatta kalmasını sağlayan kaçış odaları, hem kömür çıkarılan galerilerde hem de madenci kasklarında bulunan özel tasarım ışıklandırma sistemleri var. Türkiye’de insan eksenli çalışma ve denetimsizlik kazalarda ölüm oranını arttırıyor.İlk kömür çıkıyorTürkiye’de kömür madenciliğinin tarihi 1848 olarak veriliyor. Hazine-i Hassa adına taş kömürü işletmeciliği Zonguldak Havzası’nda başladı. İşletme 1854’te Kırım Savaşı sürecinde İngiliz ve Fransız denetimine, 1856’da İngiliz Kömür Kumpanyası’na, 1859’da Yorgaki Zafiropulos’a, 1865’de Bahriye Nezareti’ne verildi. 1896’da Ereğli Şirketi Osmaniyesi kuruldu. 1919’da Fransız idaresine geçen madenler, 1920’de Ereğli halkına devredildi. 1926’da Zonguldak Kömür Havzası’nda Kozlu Kömür İşleri kuruldu. 1937’de 3146 sayılı yasa ile Ereğli Şirketi’nin sahip olduğu tüm mal varlıkları Etibank’a geçti.Türkiye madenciliğinde dönüm noktası1991 Zonguldak Yürüyüşü Türkiye’de madencilerin kötü iş koşullarını protesto ettiği, koşulların değişmesini dayattığı eylem oldu. Türkiye’de madencilerin en büyük eylemi 4-8 Ocak 1991’de gerçekleştirilen Zonguldak-Ankara Büyük Madenci Yürüyüşü’ydü. Zonguldak’taki Türkiye Taşkömürü Kurumu (TTK) ve Maden Tetkik ve Arama Enstitüsü (MTA) işyerlerinde örgütlü olan Türk-İş’e bağlı Genel Maden İşçileri Sendikası (GMİS) ile işveren arasında 48 bin işçi için sürdürülen toplu sözleşme görüşmelerinin uyuşmazlıkla sonuçlanması üzerine sendika grev kararı aldı. 30 Kasım 1990’da başlayan greve sol-sosyalist partiler ve örgütlerle meslek kuruluşları ve kitle örgütleri destek veriyordu. 100 bin işçi Zonguldak’tan Ankara’ya ‘Büyük Madenci Yürüyüşü’nü gerçekleştirdi.

Derin sessizlik

$
0
0
Manisa’nın Soma ilçesi, Eynez mevkiindeki maden ocağında 13 Mayıs günü, öğle sularında başlayan yangının neden olduğu facia, Türkiye’yi derinden sarstı. Kazadaki ölü sayısı her geçen gün artarken, facianın neden kaynaklandığı henüz netlik kazanmadı.Gerçek ölü sayısının gizlendiği yorumları yapılırken, olayın büyük oranda sorumlusu olan devlet yetkililerinin ve maden sahibinin ihmallerinin konuşulmaması eleştiriliyor. Olayın yaşandığı günden bu yana Soma faciasıyla ilgili en hareketli mecra şüphesiz sosyal medya oldu. Hem Türkiye hem de dünyanın birçok ülkesinden acıyı paylaşan, eleştiren, sorgulayan düşünceler, yorumlar paylaşıldı. Maden faciasından geriye kazadan çıkarılan işçilerin cansız bedenleri, gözü yaşlı annelerin, eşlerin, evlatların fotoğrafları, ihmallere duyulan öfke ve isyan kaldı.Plakasını söktülerFaciadan sonra Soma’ya giden Başbakan Tayyip Erdoğan protesto edilirken, korumalar güvenlik gerekçesiyle 0002 numaralı kırmızı plakayı sökerek şoföre veriyor.Baba acısı yürek dağladıBabasının mezarı başında hıçkırıklara boğularak ağlayan bu küçük kızın acısını ne hafifletebilir? Babasını kim geri getirebilir?Kamyonlar tabut taşıdıNormalde madenden çıkarılan kömürleri taşıyan kamyonlar, bu kez tabutları taşıdı. Bu görüntüler Türkiye’de insanın ne dirisine ne de ölüsüne saygı duyulmadığını gösterecek türden.Kahreden çaresizlikMadende mahsur kalanları kurtarmak için Soma’ya giden kurtarma ve acil müdahale görevlilerinin gördükleri manzara karşısındaki çaresizliği…Evladımı götürmeyin!Madenden cansız bedeni çıkarılan işçilerden birinin annesi. Gözlerinin önünde evladının götürülmesine engel olmaya çalışıyor.Azerbaycan’dan destekAzerbaycan Başbakan Yardımcısı Abid Şerifov, Soma’da meydana gelen maden faciasıyla ilgili konuşurken gözyaşlarını tutamadı. Dünyanın en büyük bayrak direğinin bulunduğu ülkede bayrak yarıya kadar indirildi.Hayatta kalan dörtlüSoma’da yüzlerce işçiye mezar olan madende, her gün binlerce işçi baret, lamba, kıyafet, çizme ve maske ile yerin 400 metre altına uğurlanıyor. Yukarıdaki dört baretin o gün izinli olan işçilere ait olduğu belirtiliyor.Önergeyi reddeden vekilden haber alınamıyorZaytug’un bu tweet’i, faciadan 20 gün önce CHP milletvekili Özgür Özel’in sunduğu Soma önergesini kabul etmeyen AKP’li vekillerin tavrını anlatıyor.Ayağında delik çorap…En çok konuşulan karelerden biri... Bir parça kömür için bir ömür verenlerin çoraplarındaki delik, bütün Türkiye’nin vicdanında koca bir delik açtı.Kardeşini bulmak için kaç cesede baktı?Faciada hayatını kaybeden kardeşinin teşhisi için ocağa giren ağabeyin şu sözleri yürekleri dağladı: “Kardeşimi kaybettik, vefat etti. Oraya ulaştığımda ölmüştü. Sedyeyle çıkardık dışarı, ambulansa kendimiz koyduk. Geldik şimdi kimlik teşhisi için. 100-150 ceset gördüm, fazlası olur aşağısı olmaz. Kardeşimi bulmak için en az 50-60 tane cesede baktım ve sonunda bulduk.”Sedye kirlenmesinSaatlerdir mahsur kaldığı yerin altından yeni çıkarılmış ve henüz ambulansa alınmış ince ruhlu madenci Murat Yalçın. “Sedye kirlenmesin, çizmelerimi çıkarayım mı?” sözleriyle herkesi ağlattı. Daha sonraki konuşması da ilk sözlerinden farklı değildi: “Anadolu çocuğuyum ailemden böyle gördüm.”Daha acısı da var: TV’den ceset teşhis etmekBir zamanlar Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç, ‘Bir bakan oğlunun tutuklandığını televizyondan öğreniyor. Bundan daha acı ne olabilir?” demişti. Bundan daha acısı yakınının cesedini bir LCD ekranında görerek teşhis etmek olmalı.Protestocuyu dövdü kendisi rapor aldıBaşbakan danışmanı Yusuf Yerkel, bir madenci yakınını, acımasızca tekmeliyor. Olaydan birkaç gün sonra Yerkel, ‘Tahrik oldum, kendimi tutamadım’ derken yedi günlük doktor raporu alması bir daha ‘burası Türkiye’ dedirtti.Cenaze namazına durmakAmcasının ve maden işçisi ağabeylerinin cenaze namazını kılmaya duran iki çocuk.Ölümü hissedince…Belli ki kurtulmak için artık bir çare kalmadığını anlamış, ölümün yaklaştığını hissetmiş bir madenci baba. Sedyeyle çıkarılırken, avucunun içinden ‘Hakkını helal et oğlum’ notu çıktı.

Soma kömürünün hikâyesi

$
0
0
Soma’nın ilk madencilerinin mecburiyetten kadın olduğunu biliyor muydunuz? Sultan Reşad’ın fermanıyla Osman Ağa’nın işletmeye başladığı kömür madeninde ilk kazmayı kadınlar sallamıştı. Seferberlik yıllarıydı ve tüm erkekler vatana hizmet ediyordu.Konuşurken duygulanıyor emekli madenci. 48 yıldır yaşadığı, ekmeğini taştan çıkardığı, evlatlarını yetiştirdiği Soma için, “Tüm dünya bizi bu elim kazayla öğrendi. Hem canlarımız gitti hem itibarımız.” diyor. Ramazan Kuzu Kütahyalı, çalışmak için yerleşmiş Soma’ya. Ege’nin toprağı bereketli beldesi Soma, Osmanlı için müjde, Cumhuriyet için kurtarıcı olmuştu halbuki. 19. yüzyılın sanayi devriminin o kasvetli yıllarında, dışa bağımlılıktan kurtulmak amacıyla topraklarında kömür arayan Osmanlı için müjdeli haber Zonguldak ve Soma’dan gelmiş. 1926 yılında ise İngiltere’de yaşanan o büyük işçi grevlerinde tüm dünya gibi Türkiye’nin de kömür-enerji buhranı çektiği dönemde kurtarıcısı olmuş.Mersin Üniversitesi Tarih bölümü öğretim üyesi Prof. Dr. Şerife Yorulmaz, Soma’da kömür bulunması ve işlenmesine dair, doktora tezi için Osmanlı arşivlerinde araştırma yapmış. Arşivlere göre Soma linyitlerinin keşfi 1863 yılında oluyor. O zamanlar dünyada sanayi devriminin yaşandığı, buharlı makinelerin son sürat işlediği yıllardır. Osmanlı hükümeti, kendi sanayileşmesinde büyük ihtiyaç duyduğu kömürde dışa bağımlılıktan kurtulmak istiyordur. Dört bir yana haber salınır ve topraklarında kömür aranır. Bazı bölgeleri bizzat devlet görevlileri tarar, bazılarını yabancılar, bazılarında ise bölgedeki ahali ve memurlar merkezi yönetime ‘burada kömür olabilir’ diye ihbarda bulunur. Soma kömürü için Prof. Dr. Yorulmaz’ın tahmini ya bölgedeki bir memur ya da ahali merkezi yönetime haber veriyor. Osmanlı hükümeti de bir araştırma ekibi gönderiyor. Fakat incelemelerde bu kömürün maden kömürü değil, toprak yüzeyinde ve linyit türü olduğu anlaşılıyor. Alttan daha iyi kömür çıkabileceği ihtimali de göz önünde bulunduruluyor. Yorulmaz, incelediği belgelerden anladığı kadarıyla, Osmanlı’nın maden kömürüne öncelikle önem verdiğini söylüyor.Soma kömürü keşfedildikten sonra bir yıllığına oradaki pamuk fabrikalarında kullanılmak üzere kömür, fabrika sahiplerine bırakılmış. Yorulmaz, sebebini şöyle açıklıyor: “İşletme açısından bu tür kaynaklar, belirli bir süreyle talip olanlara ihale edilir. Ancak Soma kömürünün, bir yıllığına ihale edildiği, bunun bir deneme olacağı, bir yıl sonra ise gereğinin düşünüleceği bildirilir. Daha sonra belgelerden izleyebildiğimiz kadarıyla kömür, bir süre hükümet tarafından işletilmiş, ardından geçici olarak Yanako Efendi’ye ihale edilmiş.” Yanako Efendi’nin ne kadar işletti bilinmiyor ama 1889’da tekrar bir ihale yapılıyor ve İzmirli iki aileye işletme hakkı veriliyor.Osman Ağa’nın maden ocağıBu sırada Soma’nın antik köylerinden Tırhala (tarhala/ darkale) köyünde kömür keşfediliyor ve imtiyazı 1914 tarihli bir fermanla 99 yıllığına Osman Efendi ve ortaklarına veriliyor. Gerisini Osman Ağa’nın torununun çocuğu Mustafa Küçükkayapalı, kaleme aldığı kitabında anlatıyor. Dedesinden önce Soma’da kömür yüzeysel olarak toplanıyordur. Dedesi firmayı kurar ve kadın işçilerle kazarak kömür çıkarmaya başlar. Yani bugünkü anlamda madenciliği ilk o başlatır. Hatta yörede kömürü ilk bulan kişi Osman Ağa olarak biliniyor. Fakat Osman Ağa kısa bir süre sonra Kuva-yı Milliye’ye katılır. Karargâha giderken Dimitri Hacı lakabıyla tanınan bir Türk tarafından öldürülür. Maden kapanıyor. Ailesi 20 yıl yoksulluk içinde yaşıyor. Torunları 1950’lerde, Sultan Reşat’tan kalan fermanla Osmanağa kömür işletmesini kuruyor 1961’e kadar burayı işletiyor ama sonra başka firmalara devrediyor.Prof. Dr. Şerife Yorulmaz, Soma linyitinin Osmanlı için müjde, Cumhuriyet içinse buhran yıllarında kurtarıcı olduğunu söylüyor. 1926’lı yıllarda İngiltere’de yarım milyon maden işçisinin grev yaptığı yıllarda dünyada kömür bunalımı yaşanmıştı. Türkiye de bundan etkilenmişti. Akdeniz Bölgesi’nin tek kömür kaynağı olan Zonguldak ve Soma havzası büyük bir önem kazanır bu süreçte. Ki o zamanlar yani elektrik ve petrolden önce kömür çok önemli bir enerji kaynağıdır.Kömürü yer altından ilk çıkaran Fatma ve Göllü Nine oldu1910’larda Soma’ya üç kilometre mesafedeki Darkale köyünde kömür çıkartılmaya başlanır. Seferberlik yıllarıdır ve eli kazma tutacak bütün erkekler askerdedir. Ülkenin kömüre ihtiyacı vardır. Yörenin vefakar kadınları madenlerde çalışarak bu ihtiyacı karşılar. Kadın madencilerinden Berberlerin Fatma Çavuş (Berber Nine) ocağın nezaretçisidir. Ocağın çavuşları iri yapılı, sert mizaçlı, sözü dinlenen, dirayetli kadınlardır. Diğer meşhur madenci kadınlar Fatma Keskin (Keskin Nine), Akile Keskindir. Bu kadınlar madenden çıkardıkları kömürü el arabasına koyar, ocak ağzında taşır, eledikten sonra merkep ve katırlarla tren istasyonuna götürürlerdi.Soma, malumunuz Kurtuluş Savaşı’nın önemli cephelerinden biri. Bölge karışık, hayat şartları zordur. İşte o yıllarda ocağı işleten bu cefakâr kadınların torunları kömür çıkarmaya devam etmiş. Sonra devlet işe el atmış. Birkaç bin olan nüfus şimdi yüz bini geçti. Sadece Somalılar değil, Türkiye’nin dört bir tarafından gelenler madenlerden kömür çıkarmaya başlamış. Bize bu bilgileri veren eski belediye başkanı İsmail Ergün, bugün Soma’nın Manisa merkez ilçesinden sonra vergide ikinci olduğunu söylüyor. Yani Soma’ya giren para, diğer ilçelerden çok. Ergün, Soma’nın yetişmiş çok sayıda maden mühendisi olduğunu söylüyor.Gençler, ‘Tarlada çalışmak yerine şehirde bin liraya yaşarım’ diyorRecep Kahraman (Esnaf): Soma’da temel geçim kaynağı madencilik ve elektrik santrali. Yerli halk tarım ve hayvancılık yapıyor ama kendi kendilerine yetecek kadar. Zeytincilik hep vardı mesela, son yıllarda daha bir önem verildi. Boş arazilere zeytin ekiliyor artık. Zeytin ve zeytinyağcılık yapılıyor butik anlamda. Son zamanlarda ceviz de üretiliyor. 5-10 yıl öncesine kadar tütün de vardı. Kota uygulamasından bir de çok çalışıp az kazanıldığı için insanlar tütün üretimini bıraktı. Gençler artık köy hayatında bulunmak, tarlayla uğraşmak istemiyor. Babalar da muzdarip, ayda 20-30 milyar geliri var, diyor ama gençler şehirde bin lira maaş alayım daha iyi, diyor. Son yıllarda tavukçuluk da yapılmaya başlandı. Bakırçay vadisinde küçük çapta da olsa işletmeler var. Madencilik ise Soma’da ticari hayatı hareketlendirir. Çünkü 15 bin maden çalışanı var. Bin 500 lira da olsa düzenli para alıyorlar ve harcamaları oluyor. Ekonomik ve sosyal anlamda sirkülasyon sağlanıyor. Yerli halk genellikle maden işlerinde çalışmıyor, çalışsa da yer üstü hizmetlerindeler. Dışarıdan gelenler madencilik yapıyor. Çevre ilçelerden, illerden geliyor bu işçiler. Bir de son zamanlarda Zonguldak’ta çalışma şartları iyi değil diye gelenler oldu. Vardiya değişim zamanlarında buradan vızır vızır arabalar geçer. Madencilik, ilçenin ön önemli ve hareketli sahası.‘Madeni kapatalım’ demek ‘hasta olan insanı öldürelim’ demektirİsmail Sutay (Emekli maden işçisi): Aslen Kütahyalıyım, 1966 yılında madencilik için geldim Soma’ya. Yeraltı çalışmalarından emekli oldum. Soma’da çoğunlukla herkes madenci ya da santralde çalışır. Yerli Somalıların tarlaları, evleri, yerleri var ama onlar da tarım ve hayvancılığı kendilerine yetecek kadar yapıyor. Şimdilerde hayvancılık yapmaya başlandı. Tavuk çiftlikleri kuruldu yeni yeni. Eskiden şekerpancarı ekerlerdi, tütüncülük vardı, onlar bitti. Şimdi Somalıların yüzde 80’i madenci. Geneli de göçmen. Zonguldak, Sinop, Balıkesir, Kütahya ve Çorum’dan geldiler. İlk 1980’lerde Çorum tarafından gelenler oldu. Sivas Kangal’dan bir de... Aslında madenler kapandıkça oralardaki madenciler Soma’ya geldi. Madenciler o zaman kamu işçileriydi. Bugün bin 500 kamu işçisi kaldı. Özel sektör daha fazla. Soma’nın nüfusu 8 binlerdeydi o zamanlar, şimdi 105 bin.Bir süre evlere sıcak su verdiler, çok iyi oldu. Deneme başarılı olunca uygulamaya geçecekler, bugün yarın bekliyoruz. Çevre yollar yapılıyor, iki yıllık madencilik eğitimi veren üniversitemiz var, sinema ve konferans salonu yapıldı. Tabii özel sektörde ücretler daha düşük. Özelleştirme olunca değişen ücret oldu. Yani çalışma sahalarını iyileştirme gibi şeyler olmadı. Binalar halen derme çatma. Özel sektöre geçtikten sonra şirket spor takımlarına sponsor oldu, gariban işçilerin çocuklarına toplu sünnet düğünü yaptı. Yani değişik bir uygulama olarak bu organizasyonları gördük. Şimdi maden kapansın diyorlar, kapanınca bu işçiler ne yapacak? Bir insanı düşünün, hasta olunca hemen öldürüyor muyuz? Doktora götürüyoruz değil mi? İyileştirelim, niye katapıyoruz?

Umutsuz bir sonbahar günüydü - [Haftanın Albümleri]

$
0
0
“Umutsuz bir sonbahar günüydü/ Çocukları uyurken çıktılar/ Ereğli sokaklarına/ Üzülmez’e gidiyorlardı.” sözleriyle başlıyor Selda Bağcan’ın seslendirdiği ‘Maden İşçileri’ şarkısı.Öfke dolu bir sesle hüzünlü hikâyeyi anlatıyor bize. ‘Unutmayalım ve bir daha bu acıları yaşamayalım’ edasıyla marş gibi seslendiriyor parçayı. Diverekli kazmacı Ali Çakır, Çaycumalı Ali Uslu ve diğerlerinin acı dolu hikâyesini… Ebedi istirahatgâhlarına gidişlerini, “Verdiler el ele gönüller gönüle” sözüyle özetliyor. Madenciler için söylenmiş birçok yabancı şarkı da var elbet. Umarız bir daha madenci şarkısı yazdıracak acılı olaylar yaşanmaz.Maden ocağının dibinde ışık yok!Soma’daki maden faciası tüm milleti derinden yaraladı. Fakat bu acı ilk kez yaşanmıyor ve geçmişte de acılar şiirlere, şarkılara döküldü. Bu hafta albümler yerine madenciler için yazılmış her biri birer ağıt olan şarkılara yer vermek istedik. Onlardan aklımıza ilk gelen rahmetli Cem Karaca’nın ‘Yoksulluk Kader Olamaz’ adlı albümünde seslendirdiği ‘Maden Ocağının Dibinde’ adlı şarkı. “Maden ocağının dibinde / Hava yok, ışık yok/ Maden ocağının dibinde/ Besin yok, karın yok/ Maden ocağının dibinde/ Oğlun bile yok/ Bir sen varsın Direnen! Ayırdılar seni dünyadan…” Cem Karaca bu şarkıyı hem kızgın hem de acıtan bir sesle söylüyor.Kara kuyular derindirÖlen madencilerin ardından birçok türkü de söylendi. Aslında bunların hepsi acıyla yakılmış birer ağıt. Akla ilk gelenlerden biri Âşık Mahzuni Şerif’in Madenciler ya da Kara Kuyular Derindir isimli türküsü. Mahzuni Şerif türküde; “Kara kuyular derindir/Burda kalır madenciler/ Ücreti bir aferindir/Zehir solur madenciler. Bir de kara yüzleri var/ Yaşamdan hayli uzak/ Kömür gibi kadere bak/Bilmem n’olur madenciler…” Âşık sözünü şöyle bitirir. “Der Mahzuni kuyu dardır/ Bize kolay o’na zordur/ Bir onurlu teri vardır/Bunu bilir madenciler… Âşık Mahzuni Şerif’in yüreğinden dökülen bu sözlere eşlik eden acılı sesiyle dinlediğimiz bu türkü hafızalardan silinmeyecek parçalardan.

İslâm'ın yeni düşmanı: Boko Haram

$
0
0
‘Boko Haram’ terör örgütü, geçen ay Nijerya’da 200’den fazla kız öğrenciyi kaçırdı. Anneler kızlarının kendilerine ulaştırılmasını beklerken, sosyal medyada da ‘kızlarımızı geri getirin’ kampanyası başlatıldı ve ünlü isimler destek verdi. Peki kim bu Boko Haram?Son günlerde ismini sıkça duyduğumuz ‘Boko Haram’ terör örgütü, Afrika bölgesini tehdit etmeye devam ediyor. Geçtiğimiz ay Nijerya’da, yaşları 12 ile 17 arasında 200’den fazla kız öğrenciyi kaçıran ‘Boko Haram’ son beş ayda bin 500’den fazla insanın hayatını kaybetmesine sebep oldu. Örgütün kız öğrencileri kaçırmasından bir hafta sonra Twitter’da #bringbackourgirls (kızlarımızı geri getirin) etiketiyle kampanya başlatıldı. Sosyal medyada başlatılan bu etkinlik, uluslararası medyanın ilgisini çekmede epey başarılıydı.Kampanyaya Amerika Birleşik Devletleri (ABD) Başkanı Barack Obama’nın eşi Michelle Obama, ABD’nin eski dışişleri bakanı Hillary Clinton, Oscar ödüllü aktris Reese Witherspoon ve daha önce Taliban tarafından başından vurulan Pakistanlı çocuk hakları savunucusu Malala Yusufzay gibi isimler destek verdi.‘Batılı eğitim haramdır’ anlamına gelen Boko Haram, yaklaşık bir ay önce Nijerya’nın kuzeydoğusundaki Borno eyaletine bağlı 60 bin nüfuslu Çibok kasabasına yaklaşık 200 kişilik silahlı bir grupla baskın yaptı. Beş saat boyunca kasabada ortalığı yakıp yıkan Boko Haram militanları, kasabadaki ortaöğretim okulunun yurdunda kalan Hıristiyan ağırlıklı kız öğrencileri silah zoruyla kaçırdı. Bölgede Boko Haram tehdidi nedeniyle devlet okullarının çoğu kapalıydı. Kaçırılan okul ise ertesi gün yapılacak final sınavı için bir günlüğüne açılmıştı. Kız öğrencileri kaçıran militanlar, Kamerun sınırına uzanan Simbosa Ormanı’na doğru kaçtı. Örgütün lideri Ebu Bekir Şekau, kaçırılma olayı sonrası kızları ‘pazarda köle olarak satacağını’ ve evlendireceklerini açıkladı. Örgüt son olarak ülkedeki Batı tarzı eğitimin durdurulmasını ve kızların okuldan alınarak evlendirilmesi gerektiğini belirterek, 200’den fazla kız öğrenciyi bırakmaya karşılık hapisteki örgüt elemanlarının salıverilmesini istedi.ABD ve İsrail ülkeye özel bir heyet gönderirken, İngiltere, Fransa, Çin ise yardım teklifinde bulundu. Nijerya Devlet Başkanı Jonathan Goodluck, kızların kaçırılmasına dair istihbaratı getireceklere 312 bin dolar ödül vaat etti. Nijerya emniyet istihbaratı ise, kaçırdığı kız öğrencilerin görüntülerini yayınlayıp takas isteyen örgütün lideri Ebubekir Şekau’nun öldüğünü iddia etti.Kız kaçırma eyleminin 2011’de Boko Haram tarafından ilk kez bir saldırı şeklinde yaptığı biliniyor. Örgüt ilk önce ülkede Batı tipi eğitim faaliyeti gösteren okullardaki çoğu Müslüman kızları kaçırmıştı. Uzmanlar, Boko Haram’ın dünyada daha çok ses getirmek ve hükümetin kendileriyle ciddi bir pazarlık yapmasını istediği için kızları kaçırdığını düşünüyor.Dünyada ses getirmesi için hristiyan çocuklar kaçırılıyorTurgut Özal Üniversitesi Öğretim Üyesi, Güvenlik ve Terör Uzmanı Doç. Dr. Mahmut Akpınar, son yıllarda Afrika’da Boko Haram, El-Şabab gibi terör örgütlerin faaliyetlerinin dozunu arttığını söylüyor. Özellikle Müslüman dünyasının bu örgütleri şiddetli bir şekilde kınamasının gerektiğini belirtiyor. Bu tür terör örgütlerinin dünyada hangi amaçla, kimler tarafından kullanıldığının iyi bilinmesi gerektiğinin şart olduğunu anlatan Akpınar, “Son yıllarda Afrika’da terör faaliyetleri özellikle Nijerya’da epey arttı. Terör örgütlerinin amacı, kendilerini dünyaya en iyi şekilde duyurmak. Boko Haram’da Hristiyan ağırlıklı çocukları kaçırarak dünyaya bu mesajı vermek istiyor. Müslüman çocukları kaçırdığında kimsenin umurumda olmuyor.” diyor.Ülkede yoksulluk had safhada176 milyonluk nüfusu ile dünyanın yedinci en kalabalık, Afrika’nınsa en büyük petrol rezervlerine sahip ülkesi konumundaki Nijerya’da, Boko Haram ile mücadelede ülkede var olan yoksulluk ve siyasilerin karıştığı yolsuzluk iddiaları en önemli engel olarak görülüyor. Zira Nijerya, petrol zenginliğinin karşılığında milletvekillerinin maaşlarının yüksek olması ve artan yolsuzluk iddialarıyla anılıyor. Kara kıta ülkesi, Uluslararası Şeffaflık Örgütü’nün 2013 tarihli yolsuzluk listesinde 177 ülke arasında 144. sırada yer alıyor. Petrol zengini ülkede nüfusun yaklaşık yüzde 70’i, yoksulluk sınırının altında yaşarken, Nijerya halkı günde yaklaşık 1 dolar 25 cent’ten az bir gelirle yaşamak zorunda kalıyor. Ülkede günde 2 doların altında gelirle yaşayanların oranıysa yüzde 85 civarında.‘Boko Haram’ nedir?Boko Haram, 1990 yılında Muhammed Yusuf isimli bir molla tarafından kuruldu. Ülke yönetimini yolsuzlukta suçlayıp şeriat çağrısı yapan Yusuf, bölgenin yoksul gençleri arasında o dönem oldukça popüler oldu. Örgütün Nijerya devletiyle ilk silahlı çatışması 2009’da gerçekleşti. Maiduguri ve kuzeydeki birkaç kentte İslam devleti kurmak üzere gerçekleştirdiği ilk silahlı saldırıda yaklaşık 800 kişi hayatını kaybetti. Saldırıdan sonra tutuklanarak hapse atılan Yusuf ve önde gelen diğer üyeler, kısa bir süre sonra şaibeli bir biçimde cezaevinde hayatını kaybetti.Örgüt 2010’da Ebu Şekau liderliğinde tekrar eylemlere başlarken, şiddetin dozunu artırarak kiliselere, okullara, köylere, karakol ve hükümet binalarına saldırmaya başladı.ABD tarafından 2012’de terör listesine alınan Boko Haram, birçok Batılı terör uzmanı tarafından El Kaide’nin Batı Afrika’daki uzantısı olarak adlandırılıyor.Kanlı eylemleri200’den fazla kız öğrenciyi kaçıran Boko Haram, ülkede terör faaliyetlerine son beş yıldır aralıksız devam ediyor. Öyle ki örgüt 4 Mayıs 2014’te Borno eyaletindeki Warabe adlı köyden 12-15 yaşları arasında 11 kız çocuğu kaçırırken, bir gün sonra, Nijer-Çad sınırına yakın Borno/Gambarou Ngala şehrine girerek 12 saat boyunca yaklaşık 300 kişiyi öldürdü. 26 Nisan’da ise Nijerya güvenlik kuvvetleriyle Boko Haram militanları arasında çıkan çatışmada 44 kişi hayatını kaybetti. 20 Eylül 2013’te ise ülkenin kuzeydoğusundaki Borno kentinde, askeri üniforma giyen örgüt üyelerinin saldırısında 87 kişinin öldüğü açıklanmıştı. 22 Nisan 2013 günü de, ülkenin kuzeyinde Boko Haram ve devlet güçleri arasında çıkan çatışma sonucu 185 kişi hayatını kaybetmişti.7 kişilik Fransız aile kaçırıldıBoko Haram, Mart 2013’te ülkede bulunan yedi kişilik bir Fransız aileyi kaçırmış, iki ay sonraysa serbest bırakmıştı. Örgüt 11 Mart 2013 günü Bauchi kentinde rehin aldığı aralarında İtalya, İngiltere, Yunanistan ve Lübnan vatandaşlarının da bulunduğu yedi yabancıyı öldürdüğünü açıklamıştı.Kilise, noel ve polis saldırıları...Boko Haram, 6 Haziran 2012’de Bauchi eyaletinde bir kiliseye saldırı düzenlemiş, 15 kişinin hayatını kaybetmesine neden olmuştu. Kano kentinde 21 Ocak 2012 günü polisi hedef alan saldırılar sonucunda ise 150 kişi hayatını kaybetmişti. 2011 yılında da örgüt, başkent Abuja dahil olmak üzere Nijerya’nın çeşitli kentlerinde düzenlediği Noel saldırılarında 39 kişinin ölmesine, 57 kişinin de yaralanmasına sebep olmuştu.

Astığı astık kestiği kestik cellatlar

$
0
0
Osmanlı Devleti’nde her türlü infazı gerçekleştiren cellatlar, tarihin gizli tanıkları olarak kalmaya devam ediyor. Haklarında hâlâ bildiklerimiz net değilken, kesin olan tek şey yaşamlarının da meslekleri gibi kapılar ardında kaldığı.Osmanlı, fethettiği topraklara altı asırdan fazla hükmetmiş bir devlet. Bu süre zarfında yönetimin başından birçok padişah ve devlet adamı geçti. Kimi eceliyle ölürken kimi de verilen bir emirle idam edildi. Devlet için önemli görevlerde yıllarca vazifelendirilen kişilerin hangi sebeplerle, ne şekillerde idam edildikleri genellikle bilinir. Fakat olayın perde arkasında kalan cellatlar için aynı şeyi söylemek pek mümkün değil. Onlar hakkında yazılan ya da yapılan araştırmaların sayısı ne yazık ki çok az.Osmanlı Devleti’nin her türlü ölüm cezalarını uygulayan cellatlar özellikle dilsiz ve sağır olsun isteniyordu ki; mahkûmun attığı çığlıkları duyup etkilenmesin ve kurbanın yalvarmasıyla merhamete gelmesin. 15. yy’daki cellâtlar ya Hırvat dönmelerinden ya da Romanlardan seçiliyordu. 16. yy’da bostancı ocağına bağlı kurulan cellât ocağında ilk zamanlar beş cellât varken, ilerleyen yıllarda bu sayı giderek arttı. Cellatların başında yer alan amir, cellatbaşıydı. Bostancıbaşına bağlı çalışan cellatbaşı, devlet yetkilileriyle askerlerin idamlarını gerçekleştiren kişiydi.Ocağa alınan cellât adayları, önce usta bir cellâdın yanında ‘yamak’ olarak çalışıp kalfa ve ustalığa yükseliyordu. Bunun eğitimi de usta-çırak şeklinde gerçekleşiyordu. Ayrı bir mektebi olmadığından, zindancıların ve cellâtların yanında yetişenler işi öğrenirdi. Bu mesleği yapan kişiler insan vücudunu çok iyi tanıdıklarından bir hekim kadar marifetli (!) oluyordu.Evlilik âdetleri olmayan cellâtlar öldükten sonra da insanlar tarafından dışlanıyordu. “Hükm-ü sultan (padişah emri) olmazsa, hata gelmez cellâttan” demiş olsalar da halk rahatsız olunca devlet onlara ayrı bir mezarlık tahsis eder. Şimdilerde yok olmaya yüz tutan bu mezarların taşları da sahipleri gibi isimsiz...Ölümlerden ölüm beğen!İdam emri bostancıbaşına geliyordu. Emrin yerine gelmesini sağlayan bostancıbaşı, eğer ki öldürülecek kişi önemli biriyse cellatların başında bekliyordu. Osmanlı Devleti statüye çok önem verirdi. Yaşarken olduğu gibi ölürken de statü farkı gözetiliyordu. Ölüm şekli buna göre seçilirdi. Misal sadrazam ve vezirler boğdurulurken, yeniçerilerin idamında satır kullanılırdı. Günümüzde Topkapı Sarayı Müzesi’nde sergilenenler arasında bu satırlar da bulunuyor. Hanedan mensubu olanlar özellikle de şehzadeler, yay kirişi ile boğdurulurdu. Hanedanın mukaddes görülmesinden dolayı böyle bir yol seçilirdi. Kan akıtılmaz, temiz bir ölüm olurdu. Halktan olan cezalılar kılıçla başları kesilerek idam edilirdi. Ne var ki bazıları bu kadarıyla da kurtulamazdı. Onlar son anlarında acı çekenlerdendi. Kimlerden mi söz ediyoruz? Kurallarla örülü bir devletin affedemeyeceği suçlara bulaşanlar; hırsızlar, katiller, korsanlar ve eşkıyalar. Bunlara uygulanan çengel, çarmıh ve kazık gibi idam yöntemlerinin isimleri bile o korkuyu vermeye yetiyor. Bu tür idamların psikolojik etkisini edebiyatımızda en iyi tasvir eden Ömer Seyfettin’in ‘Teselli’ hikâyesidir.İdam edileceklerin adresiOsmanlı döneminde önemli zindanlar Yedikule, Tersane ve Rumeli Hisarı’ydı. Tersane Zindanı’nda genellikle forsalar, esirler ve azılı kürek mahkûmları tutulurken, geçici olarak hapsedilenler Yedikule ve Karakule adıyla da bilinen Rumeli Hisarı’na gönderilirlerdi. Harp açılan ülkenin elçileri çoğu zaman bu zindanlara kapatılmışlardır. Topkapı Sarayı’ndaki Babüsselam kuleleri arasındaki Kapıarası gizlice cellât odalarına çıkıyordu. Avlulara bakan kapılar kapatıldığında o karanlıklarda kaç devlet adamının sesi yankılandı kim bilir. Aniden çıkagelen ölüm emri sonrası yaşanan son nefes hatıralarına tanıklık ediyor şimdilerde burası. Patrona Halil İsyanı’ndan kaçıp saraya sığınan Sadrazam Nevşehirli Damat İbrahim Paşa burada boğduruldu. Bu kuleli yapının önünde duran sütunlar önceleri cellâtların kesik başlarının topluma ibret olsun diye halka sergilendiği yerlerdendi. Bu yapı 2. Abdülhamid zamanında yerinden sökülerek kaldırıldı. Saraydaki diğer cezalar bahçede bir çeşmenin önünde yapılırdı. İşlerini tamamlayan cellâtlar kanlanmış pala ve kılıçlarını bu çeşmede yıkadıkları için buraya cellât çeşmesi denilirdi. Diğer ismiyle de siyaset çeşmesi...Ecel şerbeti mi içtiğimiz?Davası süren suçlular en fazla üç gün sürecek şekilde Balıkhane Kasrı ve Yedikule Zindanları’nda bekletilirlerdi. Divan-ı Hümayun’da tekrar görüşülen dava, üç gün sonra sonuçlanırdı. Mahkûm, sonucu bostancının getirdiği bardaktaki şerbetin renginden anlardı. Şayet gelen şerbet beyaz renkteyse affedilip sürgüne gider, kırmızıysa bu kızılcıktır yani ölüm şerbeti... İnfaz, orada cezalının şerbetini içmesinin ardından gerçekleşirdi. Yedikule Zindanları’nda yapılan idamlar sonrası mahkûm, Marmara Denizi’ne varan bir kuyuya atılırdı. Sultan 2. Osman da bugün müze olan bu zindanlarda öldürüldü. İstanbul dışında öldürülen devlet adamlarının infazı ispatlanmak için kesilen baş, bal dolu bir torbayla padişaha gönderiliyordu. Viyana kuşatmasında başarısızlığının faturasını canıyla ödeyen Merzifonlu Kara Mustafa Paşa, bu tür olayın örneklerinden.Osmanlı’da sistematik işkenceye rastlanmazDoç. Dr. Bülent Arı (Tarihçi): Ortaçağ’da bilhassa Avrupa’da insanlık dışı işkencelerin olduğunu biliyoruz. Hatta Amsterdam’da işkence müzesi bile var. Osmanlı Devleti’nde ise İslam dininin yasaklaması sebebiyle sistematik ve keyfî işkenceye rastlanmaz. Çoğu zaman siyasi sebeplerle, ibret için ağır suçu olanlara örfî işkenceler yapılırdı. Tazir cezaları genellikle falakadan ibaretti. Etrafa korku salan, devlet görevlilerini öldüren, taşradaki otoriteyi yok sayan ve devleti zaafa uğratanlar işkenceli, ağır cezalara çarptırılırdı. Hatta padişahlar bazen sefere giderken yol üzerindeki şehirlerde ağır ceza verdiklerini ordugâhta idam ettirmişlerdir. Başka türlü de uzak mesafelere devlet otoritesini hissettirmenin yolu yoktu. Aksi takdirde taşrada otorite eşkıyanın ve devlet gücünü kullananların eline geçerdi. Eski dönemlerde şiddetli cezalarla bunun önüne geçilmeye çalışılmıştır. Osmanlı padişahının gücü o kadar etkiliydi ki, bir ferman geldiğinde herkes ona itaat eder ve aksini aklından bile geçirmezdi. Yoksa cezanın ağır olacağını herkes peşinen bilirdi.

Artık kömür değil, güvenlik satıyoruz

$
0
0
Bundan 52 yıl önce Almanya 299 işçisini, Türkiye geçtiğimiz hafta 301 işçisini madenlerde kaybetti. Her iki olay aynı kaderin sonu gibi görünse de bir ülke kömürden vazgeçmiş, diğerinin ise ne yapacağını zaman gösterecek.Öyle bir ülke düşünün ki yaşadığı en büyük maden faciasından sonra işçi güvenliği sağlayabilmek adına kömür piyasasında tutunamayıp koca bir sektörden çekiliyor. Giden canların sayısını ve onlarca hikâyesini ezbere bilir hale geldiğimiz Soma faciası, işte bize 2018’de hiçbir ocağın çalışmayacağı bu ülkeyi irdelemeye zorladı. Soma ile ilgili haberlerde Almanya örneği de defalarca gündeme geldi. Biz de konuyla ilgili bir Alman uzmanla konuştuk. Holger Heith madenle ilişkisini yerin üstünde kitapların ve belgelerin arasında sürdürüyor. Heith, bir maden bölgesi olan Ruhr’da madencilik konusunda uzman bir arşivci. Bochum Üniversitesi’ne bağlı Tarih Müzesi’nde bilimsel arşiv görevlisi olan Heith’in babası, dedesi ve büyük dedesi madenci. Heith, Soma’daki olaylarla yakından ilgilendiğini ve bu facianın kendisine 7 Şubat 1962’de meydana gelen Almanya’nın en büyük maden faciasını ve ölen 299 madenciyi hatırlattığını anlatıyor. Bu olaydan sonra alınan güvenlik önlemleri ile kazaların peyderpey azaldığını ve neredeyse ortadan kalktığını vurgulayan Heith, “O kaza da grizu patlamasıydı. Sürecin Almanya’ya kazandırdığı en önemli şey üst düzey iş güvenliği ve maden sendikasının güçlenmesiydi.” diyor. Heith’e göre yerin altından sesleri duyulmayan madencilerin talepleri bu ölümlerle birlikte firmalara ve en önemlisi devlete ulaştırılmış oldu. Öyle bir noktaya geldi ki alınan kararlar yüzde 50 sendika ve yüzde 50 devlet, firma arasında paylaşılıyordu. Heith bu bakış açısına sahip olduğu için ilk iş olarak Soma faciasına dair TÜRKİŞ’in raporlarını incelemiş. Çünkü Almanya’da bu tip kazalarda ilk bakılan yer sendika raporları olurmuş. Ve vardığı sonuç yüzde yüz güvenlik zafiyeti. Heith’e göre bu zafiyet tabii ki firmaya da ait ama denetleyiciler en önemli aktör olduğundan nihayetinde hükümetin sorunu. Almanya üç maden dışında bütün madenlerini kapattı. Geriye kalan üç maden de 2018’de kapanmış olacak. Ancak ülkenin madenle ilişkisi kesilmiş değil. Alınan iş güvenliği önlemleriyle gelinen seviye o kadar iyiydi ki Heith bunu, “O kazadan sonra dünyaya maden güvenliği satan ülke konumuna geldik.” sözleriyle anlatıyor. Bugün Almanya, yanmaz kıyafetlerden en kaliteli baretlere ve yeraltı güvenliği eğitimine kadar her türlü hizmeti diğer ülkelere satıyor. Kullanılmayan maden ocaklarında bile iş güvenliği adına birçok ülkeden katılımcılara eğitimler veriliyor. Heith, son olarak Bochum’daki maden müzesinde Soma’da hayatını kaybedenler için bir anı defteri açıldığını söylüyor.
Viewing all 3284 articles
Browse latest View live