Quantcast
Channel: ZAMAN-PAZAR
Viewing all 3284 articles
Browse latest View live

Necdet Kaya’dan yanık türküler - [Haftanın Albümleri]

0
0
Necdet Kaya halk müziğimizde adından sıkça bahsettiren bir isim. 2012’de yayınladığı ‘Kopardılar Dallarımı’ isimli çalışmasıyla dikkat çeken Kaya, yeni albümü ‘Yanık Türküler’ ile karşımızda.Tamamı duygusal eserlerden oluşan yeni albümünde; kavuşamayan âşıkların yürek sızılarını anlatan Bahçada Yeşil Çınar, Karadır Kaşların Ferman Yazdırır, Al Fadimem gibi klasik türkülerin yanı sıra 20. yüzyılın en önemli halk ozanları Âşık Veysel ve Âşık Mahzuni Şerif’ten de ikişer eser yer alıyor.Özel bir Bob Dylan setiMüzik eleştirmenlerince tüm zamanların en iyi şarkı sözü yazarı ve şarkıcılarından biri olarak kabul edilen Bob Dylan, son olarak 2012’de yayınladığı Tempest albümüyle dikkatleri yeniden üzerine çekti. Bu yıl ülkemizde bir konser verecek müzisyenin en sevilen albümlerinden oluşan bir set yayınlandı. Sette, müzisyenin kariyerinde önemli bir yerde duran Shot Of Love, en çok övgü alan albümlerinden biri olan Infidels ve 1989’da kaydettiği ve o zamana kadarki en çok satan çalışması Oh Mercy albümleri yer alıyor. Ayrıca bu sette Dylan’ın 1989 yılında çıktığı turnesinin en muhteşem performanslarından oluşan Dylan and The Dead albümü de bulunuyor.Türkülerle kanser hastalarına umutÜlkemizde nadir olsa da zaman zaman sosyal sorumluluk projeleri kapsamında albümler yayımlanıyor. ‘Bir Türkü Bir Umut’ da böyle bir albüm. Bursa’da yaşayan alaylı ve mektepli sanatçıların sosyal sorumluluk projesi çerçevesinde bir araya gelerek yapmış oldukları bir çalışma bu. Albümde, hepimizin diline pelesenk olan ve ülkemizin dört bir yanından türküler yer alıyor. Albüm gelirinin tamamı kanserli hastalar yararına kullanılmak üzere Bursa Ali Osman Sönmez Onkoloji Hastanesi’ne bağışlanacak. Böylesine güzel projeyle karşımıza çıktıkları için Bursalı müzisyenler büyük bir takdiri hak ediyor.

Vandallık helal mi? - [Bizim Köy]

0
0
‘Eğitim haram’ gerekçesiyle yüzlerce kız öğrenciyi kaçırıp çoğuna tecavüz eden Boko Haram örgütü işi iyice azıtmış durumda.Şimdi de Nijerya’daki o okulun yakınlarındaki Alagarno köyüne dadandılar. Örgüt militanı olduğu sanılan silahlı kişilerce düzenlenen baskında 18 kişinin öldüğü düşünülüyor. Görgü tanıkları saldırganların önlerine gelen her şeye ateş ettiğini ve evleri ateşe verdiğini söyledi. Birileri kendilerine vandalizmin helal olmadığını acilen anlatmalı.Bir garip kaçırılma vakası…Kayıp yakını olmak zordur, hele de bu durum yıllarca sürerse… California’da 10 yıldır kayıp olan 25 yaşındaki kadının ailesine iyi haber, zira kızları bulundu. İsmi açıklanmayan kadın emniyet yetkililerine, kendisini kaçıran kişiyle evlenmeye ve çocuğunu doğurmaya zorlandığını söyledi. Isidro Garcia adam kaçırma, tecavüz ve zorla alıkoyma şüphesiyle gözaltında. Ancak komşuların bebekleri olan çiftin mutlu olduklarını hatta partiler verdiklerini söylemesi kafaları karıştırdı.‘Ticari, sağa çek!’Dünyanın en hızlı polis aracı, İtalyan Emniyet Müdürlüğü’nün emrinde. Lamborghini, ‘Huracan LP 610-4’ marka araçlarından ilkini Roma’da Emniyet Müdürlüğü’ne hediye etti zira. Fiyatı 206 bin 790 Euro olan otomobilde yok yok. Bagajında olası organ nakli için 50 bin Euro değerinde özel bir buzdolabı bile var. Yeni polis araçları özellikle hız tutkunu sürücülerin kâbusu olacak gibi. Tabii polis memurları otomobilin havasına kapılıp kendileri ceza yemezse…

Dikkat! Bu karınca zehirliyor

0
0
Güneydoğu Asya ülkelerinden biri olan Borneo'da yaşayan bir karınca türü saldırı altında ilginç bir savunma mekanizması geliştiriyor.Marangoz karıncalar yırtıcı hayvanlar tarafından saldırı düzenlendiğinde saldırganın üzerine sarılarak üzerine yapışkan ve sarı renkli zehirini püskürterek kurtuluyor.Böcekbilimciler, bu karıncaların çenesine ait ve normal olarak başını da saran bezler bulunduğunu belirtiyor.Marangoz karıncaların bazı türlerinde bu bezler o kadar büyük ki neredeyse bütün vücutlarını kaplıyor.Son savunma mekanizması olarak karınca şiddetli bir şekilde karın ve alt çene bezlerindeki parçalamaya yol açan kaslarla hareket ediyor. Bunlar saldırganların üzerine yapışkan, zehirini püskürtüyor.Bu savunma mekanizması marangoz karıncaların yanı sıra aynı zamanda bazı beyaz karınca türlerinde de görülüyor.

60 saatte Kosova!

0
0
‘Sayılmayan’ milli maç nedeniyle 2,5 gün bulunduğumuz Kosova’da bizi mutlu edecek durumlar yaşadık. Ülkenin imarı ve kalkınmasına Türk firmalarının önemli bir katkısının olacağı açık.Baştan söyleyeyim, bizimkisi maç etrafında toplam 60 saatlik bir seyahat sırasında göze çarpanları aktarmaktan ibaret. Yani uzun boylu ve derinlemesine bir Kosova değerlendirmesi bekleyenler bu yazıyı hiç okumasa da olur. Hatta ‘Kosova’da göre göre bunları mı gördün?’ diyecekler bile olabilir. Ustamızın adı Hıdır... Giderken uçakta karşılaştığımız Fenerbahçe’nin eski yöneticisi Nihat Özdemir’in Kosova’da önemli etkinliklerinin olduğunu önceden okuduklarımdan biliyordum. Özdemir’in Limak firması Priştine Havaalanı’nı yapmış. Sabiha Gökçen’in bir benzeri. Güzel olmuş. İlk gün kentte dolaşırken karşılaştığımız gönüllü kısa süreli mihmandarımız Memduh kardeşimiz, Sakarya Üniversitesi’nde yüksek lisans yapmış, İstanbul Esenler’de yaşayan akrabaları varmış… Zaman zaman elektrik kesintilerinin olduğunu söylüyor. Daha önce pek yaşanmayan bu durumun düzeltilmesi için Nihat Bey’e söylememizi istiyor. Bu yakınmayı da umarım paralel yapının bir oyunu olarak nitelemeye kalkışmazlar… Milli Takım, ülkenin en iyi otelinde konuk ediliyor. Bu işi organize eden Terim’in idari yardımcılarından Şükrü Hanedar kardeşimiz, “Bu kadar iyisini beklemiyordum.” demekten kendini alamıyor… Milli Takım, Priştine’deki idmanda büyük bir ilgi gördü. Terim’in idmanı onlara açmasını bayram sevinci içinde karşıladılar. Kosovalılar, tartışılmaz bir sevgi ve saygı duyuyorlar bize. Bunu her dakika görmek mümkün. Ülkenin ayağa kalkmasında Türk girişimcilerin önemli bir etkisinin olacağı açık. Onlar da bunun farkında. Priştine 200 bin nüfusuyla İstanbul’un en küçük ilçesinin herhangi bir bölümü kadar kent. Çevresinde çok geniş alanlar bulunmasına karşın adeta belli bir bölgeye sıkıştırılmış. Bu nedenle avuç içi kadar yerde oluşan trafik sıkıntısı, araçların kaldırımlara park etmesi gibi uygulamalar da kendimizi memlekette hissetmemizi sağlıyor. Ancak kentin tartışılmaz Batılı yanlarından biri yayalara olan saygı. Yola adımınızı attığınız anda araçların durması gibi yaya öncelikli anlayışı onlar da uyguluyor. Trafikle birlikte mimari kargaşa da anavatanla büyük benzerlik gösteriyor. Yan yana birkaç evin her birinin ayrı bir üslup filan değil karmakarışık bir anlayışla yapıldığını görüyorsunuz. İçlerinde tablo gibi güzel olan da bulunuyor, birkaç katlı gecekondu gibi dağınık olanı da. Parlament adlı 4 yıldızlı bir otelde kalıyoruz. Genel konumu ve durumu iyi bir otel. Ancak internetteki fotoğrafıyla biraz çelişki oluşturuyor! Laleli ile Eminönü karışımı bir bölge burası; Tahtakale dahil olmak üzere. Oralarda neleri bulabilecekseniz burada da var. Giyim-kuşamdan teneke sobaya, kazma-kürekten arazinizi çevireceğiniz çitlere kadar akla gelebilecek her şey… Onlara kuyumcuları da eklemeniz gerekiyor. Otel çevresindeki işyerleri arasında avukatlık bürolarının (onlar avokat diyor) çokluğu dikkat çekiyor. Allah aşkına yapma böylePriştine, bugüne kadar görebildiğimiz Avrupa kentleri arasında İslami kimliğini en iyi korumuş yer olarak dikkati çekiyor. Otelimizin çevresinde taş çatlasa birkaç yüz metrekarelik bir alanda tam 5 caminin bulunmasına şaşmamak elde değil. Bunların bakım, onarım ve restorasyonu TİKA tarafından yaptırılıyor. İçlerinden Yaşar Paşa Camii bize çok yakındı. Biraz da kanıt olsun diye fotoğraf çektirdik. Türkçemizin Avrupa’nın herhangi bir yerinde bu denli geçerli dil oluşu insanı mutlu ediyor. “Küfteci” Şaban’da da siparişimizi anadilimizle verebildik, kuyumcu Muharrem ile de pazarlığımızı yine aynı şekilde yapabildik. Sokakta yanımızdan geçerken hafif tertip tartışan genç çiftin “Allah aşkına yapma böyle” derken hiç aksansız bir İstanbul Türkçesi konuşmasına da şaşırdık. Kosova, turizm konusunda pek şanslı sayılmaz. Denize açılan bir yerinin bulunmayışı coğrafi talihsizlik. Kosova’nın geleceğiyle ilgili siyasal yorumlar yapanlar ileride Arnavutluk ile birleşmenin söz konusu olabileceğini ifade ediyor. Komşusu Karadağ’dan Galatasaray’ın eski kalecisi Zoran Simoviç’in maça geleceğini düşünmüştüm ama “Kardeş, sel yüzünden buralarda sıkıntı var. Komşulara filan yardım etmek gerekiyor. O nedenle gelemeyeceğim.” deyip Fatih Terim’e selam söyledi. Karadağ’a günübirlik gitmeyi planlıyordum, kara yoluyla 5-6 saat sürdüğünün bildirilmesi üzerine vazgeçmek zorunda kaldım. Sonrasında durumu Fatih Terim’le konuştuk. En iyisi, mümkün olabilecek süre içinde Karadağ’la bir maç yapmak. Belki de 2018 Dünya Kupası elemelerinde eşleşiriz. Mitrovica’ya maça giderken Murat Hüdavendigar Türbesi’ni ziyaret etme imkânımız kalmıyor çünkü yoldaki yapım çalışması toplam 40 kilometrelik mesafeyi neredeyse 1,5 saatte almamıza sebep oluyor. Burasını ve öteki önemli yerleri daha önce Zaman’da Beşir Ayvazoğlu yetkin kalemi ve derin bilgisiyle aktarmıştı. Yol boyunca geçtiğimiz köylerdeki evlerin düzgün yapısının da Batılı bir görünümü var. Mitrovica’daki stat henüz tamamlanmamış. Sadece koltukları yerlerine konulmuş ama örneğin tuvaletler bile yapılmamış. Bundan doğan sıkıntıyı ve ortaya çıkabilecek durumları kolaylıkla tahmin edebilirsiniz. Ancak gördüğümüz ilgi ve sevgi karşısında böyle noktalara takılmadan görevi tamamlıyoruz. Özellikle Fatih Terim tam bir imparator muamelesi gördü. Kosova Milli Takımı’nın ilk golünü bize atması da onları çok mutlu etti. Kosova futbolunun henüz dünyada bir yeri yok. Taş çatlasa bizim 2. lig takımlarımız düzeyinde. Dolayısıyla bizim yedek sayılabilecek takımımız bile yarım düzine gol attı onlara. Bunu da çok umursamadılar. Türkiye’nin gelip burada maç yapması bile onlar için tarihi olaydı ve bunun mutluluğu yeterliydi. Soma faciasıyla ilgili dileklerini aktarmayı da unutmadılar.Başın sağ olsun Ali Şen Açıkçası Kosova’ya giderken orada rastlaşıp görüşmeyi umduğum iki kişi Ali Şen ve Hakan Şükür’dü. Özellikle Prizrenli olan Ali Ağabey’in orada Milli Takım’ı konuk etme boyutunda mutlaka bir şeyler yapacağını düşünüyordum. Çünkü böylesi bir konukseverlik onun kişiliğinin en ayrılmaz parçasıdır. Ancak İstanbul’dan gelen acı haber Ali Ağabey’i perişan etti. Priştine’den apar topar yurda dönüp adını taşıyan torununu 17 yaşında toprağa vermek zorunda kaldı. Ali Ağabey nice acılara göğüs germiş biridir diyeceğim ama bunun hiçbir şeyle ölçülemeyecek kadar ağır olduğunu da biliyorum, dilim tutuluyor. Gencecik Alp Ali Şen evladımıza yüce Allah’tan rahmet, başta Ali Ağabey olmak üzere yakınlarına da başsağlığı dilemekten başka bir şey gelmiyor elden. Allah sabır versin.

Hiçbir şey eskisi gibi olmayacak

0
0
13 Mayıs’ta Soma’daki maden faciasına ilişkin düşen ilk haber, Türkiye’de sıkça yaşanan maden kazalarından biri olarak algılanmıştı.Aynı saatlerde farkında olmasak da yerin yüzlerce metre altında 700’ün üzerinde maden işçisi mahsur kalmış, birçoğu yaşam mücadelesi veriyordu. Saatlerin ilerlemesiyle birlikte acı gerçekle yavaş yavaş yüzleşmeye başladık. 700 evde oğul, kardeş, eş ya da baba telaşı yaşanıyordu. Madenin önünde, 50 lira gündelikle evlerine para getirmek için çalışan yakınlarından gelecek küçük bir umut haberinin peşinden gidiyorlardı. Zamana karşı verilen savaşta sağ çıkan madenciler, ailelerine kavuşmanın sevincini yaşamadan arkadaşlarını kurtarmak için madene girmeyi tercih etti. Ancak saatler ilerledikçe canlı madenci de çıkmaz oldu. Zonguldak Kozlu’da yaşanan maden kazasının ardından yaşanan bu büyük faciada 301 madenci hayatını kaybetti.Geride ise gözü yaşlı yüzlerce aile kaldı. Acının izleri 13 Mayıs’ı takip eden günlerde toplumun her yerine ulaştı ancak ‘ateş düştüğü yeri yakar’ sözünde olduğu gibi asıl acıyı, toprağa girenlerin yakınları ömürlerinin sonuna kadar taşımak zorunda. Türkiye’nin dört bir yanından Soma’ya gelen ziyaretçiler ve yardımlar, gözü yaşlı Buse ve Sude’nin baba hasretini gideremeyecek. Sekiz yıldır beraber çalıştığı arkadaşlarını yanında kaybetmenin acısını yaşayan Salih, kredi borcunu ödemek ve üç çocuğuna bakmak için madene geri dönecek. Ama hiçbir şey onlar için eskisi gibi olmayacak.Madalyonun öbür yüzünde ise farklı bir hikâye var. Yaşanan facianın sorumluluğunu kabul etmeyen bir yapı var.

Müzikte modacılar gitti fasonlar geldi

0
0
Kariyeri boyunca dillerden düşmeyen birçok şarkıya imza atan Hakan Peker, ‘Mütemadiyen’ isimli single çalışmasıyla karşımızda. İkinci baharını yaşadığını söyleyen müzisyen, yakın zamanda bir sinema filmiyle de karşımızda olacak. Peker ile müziğe dair birçok ayrıntı konuştuk.Single albüm yaparak modaya mı uydunuz, yoksa bu albüm habercisi mi?Bir albüm için yola çıkmıştık. Beş şarkımız vardı ve albüm çıkarmak istemedim. Öncelikle bir şarkıyla merhaba diyelim istedim. Beş şarkı daha biriktirip kısmetse eylül-ekim gibi bir albüm çıkarmayı hedefliyorum.Hakan Peker 90’lardan bugüne ismini taşıyabilen nadir sanatçılardan. Nasıl başardınız?14 albüm yaptım ve çok hit şarkım oldu. Her albümde iyi satış rakamlarına ulaştım. 2006’ya kadar böyle devam etti, sonra dinlenmek istedim. Diğer arkadaşlarıma göre şansım vardı. Kendime ait müzik şirketim olduğu için benden albüm bekleyecek bir prodüktörüm yoktu. Kendim karar verdim ne yapacağıma. Bazen insanlar çok yorulduklarında ve tıkandıklarında da iş yapmak zorunda kalıyor ve yanlış şeyler yapabiliyor.O halde yeterince dinlendiniz…Evet. Şimdi yeni bir enerjiyle başladım. Bundan sonra fazla ara vermeden daha fazla klip çekerek dinleyicilerle buluşmak istiyorum.Hakan Peker’in ikinci baharı başlıyor diyebilir miyiz?Kesinlikle. Üst üste projeler gelecek, üstelik sadece müzik değil. Şimdi sinema filmi projemiz var. İnşallah hayata geçireceğiz.Nasıl bir film olacak?Senarist arkadaşlarla konuşuyoruz. Romantik komedi ya da dram olabilir. Hangisi içimize sinerse onu çekeceğiz.Bugüne kadar dizi ya da film teklifi gelmiştir. Sizi neden ekranda ya da beyazperdede göremedik?Bana uygun proje gelmedi. İlk çıktığım günden itibaren film ve dizi teklifleri alıyorum. Bugüne kadar reddettiklerimin sayısı on beş-on altıyı buldu. Kısmet bu günlereymiş.Bir Efsane, Köylü Güzeli, Ateşini Yolla Bana gibi birçok hit şarkı yaptınız. Her dönemde kendinizden söz ettirmeyi başardınız...Neredeyse her albümde birçok şarkı fırtınalar kopardı. O zaman yapacağınız bir sonraki şarkı yine ezber bozmak zorunda. Ateşini Yolla Bana halen bütün stadyumlarda söyleniyor. Şarkıları seçerken çok dikkat ediyorum. Toplumun her kültür ve ekonomik seviyesine hitap edecek, herkesin seveceği şarkılar seçiyorum.Hey Corç, Köylü Güzeli şarkılarında zaman zaman dönem eleştirileri de yaptınız…Politik bir sanatçı değilim. Yaşadığım dönemle ilgili şarkılar yapmaya çalıştım. Hey Corç şarkısında Türkiye’nin ekonomik bağımlılığına değindim. Köylü Güzeli’nde şehir yaşantısına olan özentiyi ve köyden kente göçü kendimce değerlendirmeye çalıştım. İnsanlar da bunları çok sevdi.Şimdi neden böyle bir şarkı yapmıyorsunuz? Yapsanız nasıl bir şarkı olurdu bu?Bu dönemde kafam net değil, biraz karışık. Türkiye çok hızlı büyüyor. Büyürken sancıları oluyor ve bir şeyleri ıskaladığımızı düşünüyorum. Bir maden kazasında 301 madencimizi kaybettik. Hepsine Allah’tan rahmet ve tüm ülkeye başsağlığı diliyorum. Etrafımıza bakıyorum, bu kadar modern yaşam ve gelişmiş bir ülke imajımız var. Ama bazen çok farklı bir yerde lastik patlıyor. Madende yeterince denetim olmadığı için ya da özel sektörün daha ucuza bir şeyler mal etmek için yaptığı hatalar sebebiyle bir anda facia yaşıyoruz. Burada durup bir şeyleri ıskalıyoruz diye kendimizi eleştirmemiz lazım.Sanatçılar kendi cebinden şarkı yapıp klip çekiyorTelif hakları konusunda kafa yoran birisiniz. Türkiye’deki müzik sektörünün durumu nasıl sizce?Türkiye’de müzik sektörü diye bir şey kalmadı. Ben MÜYAP’ın kurucu üyesiyim. Sektörde bu işten para kazanan insanlar kalmadı ki... Sanatçılar kendi cebinden şarkı yapıp klip çekiyor. Konserlerden de bunu karşılıyor. Daha kötüsü olamaz zaten. Biz sadece buzdağının üst tarafını görüyoruz. Bu on yıldır böyle. Kendi kendimizi kandırmayalım.Ne yapılması gerekiyor peki?Telif haklarının doğru şekilde dağıtılması, müzisyenlerin hak ettiklerini alması, şeffaf olunması lazım. Kültür Bakanlığı’nın da bu işe el atması ve meslek birliklerini denetlemesi gerekiyor. Ama bu konuda yeterince uzmanı olmadığı için Kültür Bakanlığı sınıfta kalıyor. Amerika’yı yeniden keşfetmeye gerek yok. Dünya bunu nasıl yapıyorsa biz de öyle yapmalıyız. Bu uygulanmadığı sürece Türkiye’de müziğin ilerlemesi mümkün değil.Müzik dışında normal hayatınızda neler yapıyorsunuz?Hayatın içinde olmaya gayret ediyorum. Ulaşılmaz olmak gibi bir yaşam biçimini seçmedim. Kolay ulaşılabilir oldum hep. Markette, kahvede, her yerde... Hayatı olduğu gibi yaşıyorum. Birisi benimle fotoğraf çektirmeye geldiğinde sanatçı olduğumu hatırlıyorum. Onun dışında normal bir hayatım var. Bunun bana artı ve eksileri oldu. Kolay ulaşılabilir olduğum için bazen maddi anlamda daha az kazandım. Diğer taraftan halk beni hep aileden biri olarak gördü. Benim için manevi kazanç daha önemli. Kendimi kısıtlamadan yaşıyorum. Bundan hiç şikayetçi değilim. Bunun dışında bir şey yapamazdım.Radyo ve televizyonlar sansür uyguluyorGünümüzde herkes pop müzikteki tekdüzelikten şikâyetçi. Bunu neye bağlıyorsunuz?Sanatçılar eskiden yaptığı şarkıları her mecrada özgür bir şekilde dile getiriyordu. Sonraki yıllarda işin içine radyo ve televizyoncular girdi ve müziği yönlendirmeye başladı. Şöyle şarkılar olursa çalarız, şöyle klipler olursa yayınlarız gibi kriterler ortaya çıktı. Bu durum sanatçı ve aranjörlerin özgürlüğünü kısıtladı. Size göre takım elbise dikelim tarzı gelişti. Müzikte modacılar gitti, fasonlar başladı.Bu durum böyle devam eder mi?Artık internet denen bir mecra var. Şu andan itibaren radyo ve müzik kanalı yöneticilerinin kendilerini sorgulamaları gerek. Yoksa alternatifleri çıkacaktır. Kendi zevklerine göre radyo yönetmek, CD’leri denetlemek, insanlar adına zevk tacirliği yapan otoriteler olmaktan vazgeçerlerse müzisyenler daha özgür olacak. İşte o zaman müzikte değişme ve gelişme yaşanır.Onlara sorduğumuzda da ‘halk bunu istiyor’ diyorlar…Herkes birbirinin listelesine bakıp aynı şeyi çalıyor ve bunu halkın sevdiğini düşünüyor. Radyolarda tek tip şarkılar çalıyor ve müzik dünyası on tane ismin etrafında dönmeye başladı. Radyo ve TV’ler bir aracı ve bir kamu hizmeti yapıyor. Önce sanatçıyı halkla buluşturmak zorundalar. Gelen tepkiye bakarsın, ona göre ya devam edersin ya da yayınlamazsın. Özel bir kuruluşta TRT’nin yaptığı gibi bir denetleme yapmak uygun olmaz. Şu anda Türkiye’de radyolarda sansürcülük yapılıyor. Birtakım radyo yöneticileri müzik adına ahkam kesip sansür uyguluyor. Biraz daha açık, objektif ve önyargısız olabilirler. Şarkıyı çalmadan, halka ulaşmadan o şarkının iyi ya da kötü olduğuna bir radyo yöneticisi karar verirse müzik hep böyle tek tip ve birkaç kişi üzerinden döner.

UFO’lar bu yaz Bodrum’a inecek! - [Kuş Bakışı]

0
0
Bilimkurgu filmlerinde görmeye alıştığımız UFO’lar (Unidentified Flying Objects-Tanımlanamayan uçan cisimler), son yıllarda popülaritesini daha da artırdı.İlk defa 1880’lerde New Mexico’da üç kişi tarafından görüldüğü iddia edilen uçan cisimler, son yıllarda Türkiye’de de sıkça ortaya çıkmaya başladı. Cep telefonu ve el kamerasıyla kaydedilen görüntüler ise büyük merak uyandırdığından sosyal medya başta olmak üzere haber bültenleri ve gazetelerde geniş yer bulmaya devam ediyor. Ancak uçan dairelerin, bu yaz Muğla’nın Bodrum ilçesinde daha çok görülmeye başlanacağını şimdiden söyleyelim. Neden mi? Sirius UFO Uzay Bilimleri Araştırma Merkezi’nin, kamuoyunu bilgilendirmek amacıyla düzenleyeceği ‘Gezici UFO Sergisi’, 13 Haziran’dan 30 Eylül’e kadar Bodrum’da meraklıların ilgisine sunulacak. Bu yüzden serginin de etkisiyle, özellikle Bodrum’da uçan daire görüldüğü haberlerini sıkça okuyacağımızdan kimsenin kuşkusu olmasın!F-5 askeri uçağı UFO kovaladı!Sirius UFO Uzay Bilimleri Araştırma Merkezi Başkanı Haktan Akdoğan’ın anlattığına göre, Türkiye’de ilk defa, askeri ve resmi bir yakın karşılaşma şeklinde tanımlanan UFO olayı, bir vatandaş tarafından fotoğraflanarak belgelenmiş. 22 Nisan saat 13.30’da Seferihisar’ın Doğanbey bölgesinde gerçekleşen olayda, bölgede Hazine’ye ait arazi tespiti ve fotoğraflaması gerçekleştiren İzmir Maliyesi Milli Emlak bölümünde görevli memur Metin Mehmet Kaya, bir anda ortaya çıkan, süratli ve ani manevralar yapan F-5 savaş uçakları ile bir askeri helikopteri UFO’yla aynı karede (7-8 fotoğraf) görüntülemeyi başarmış. Yaşanan ilginç olay sırasında çekilen fotoğraflarda, metalik yapıdaki UFO’nun, F-5 savaş uçağı ve askeri helikopter tarafından kovalandığı iddia ediliyor.TBMM’DE UFO Görüşülür mü?UFO İfşaat Kampanyası başlattıklarını ve Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nun, dünyadışı canlıların yeryüzündeki varlığına ilişkin bir oturum düzenlemesini istediklerini dile getiren Akdoğan, TBMM’de de bu konuda bir araştırma komisyonu kurulmasını arzuladıklarını belirtiyor. MHP Ankara Milletvekili Özcan Yeniçeri de, İzmir’de F-5 uçaklarıyla bir askeri helikopterin, ‘tanımlanamayan bir cisimle’ aynı karede görüntülenmesi olayına ilişkin yanıtlanması istemiyle TBMM’ye soru önergesi vermiş. Akdoğan da emekli asker ve sivil pilotlarla bir basın toplantısı düzenleyecekler. UFO’lar konusunda yürütülen çalışmaları ve yakın karşılaşmalarla ilgili elde edilen belgeleri açıklayacaklarını dile getirecekler.

Sabrın sonu şampiyonluk!

0
0
Ardalı Atletico Madrid’in yıllar sonra gelen şampiyonluğu kırmızı-beyazlılarda büyük bir hasrete son verirken, uzun süren suskun yılları sonlandıran başka futbol kulüpleri de olduğunu hatırlattı. İşte İngiltere’den Fransa’ya sabrın sonu selamet dedirten takımlar...Avrupa ligilerinde mücadele eden Atletico Madrid, Chelsea, Manchester City ve PSG gibi futbol takımlarının ortak özellikleri kaliteli bir takım olmalarına rağmen uzun yıllar şampiyon olamamalarıydı. Ama son on yıl onlar için şanlı geçti. Makus talihleri değişti. İşte Avrupa’da son on yıl içinde şampiyonluk hasretini dindiren kulüplerinin bunu nasıl başardıklarının hikayesi:‘Yatakçılar’ bu sene yatmadı!İspanya’da en son 1995-96 sezonunda şampiyon olan Atletico Madrid yılların özlemini bu sezon sonunda şampiyonlukla dindirdi. Başkent Madrid’in iki takımı ve Barcelona arasında kıyasıya mücadeleye sahne olan sezonda, zor da olsa Başkent’in muhalif takımı Atletico kazandı. Bütün futbol otoritelerine göre de son damlasına kadar hak edilmiş bir şampiyonluk. 111 yıllık bir geçmişe sahip olan kulüp, 10’uncu şampiyonluk sevincini yaşarken, kendi rekorunu da kırarak sezonu 90 puanda tamamlıyor. Bu başarının baş mimarı olan Teknik Direktörü Diego Simeone, maç maç düşünme felsefesinin işe yaradığını ve buna ileriki zamanlarda da devam edeceklerini söyledi. Yani ‘yatakçılar’ artık yatmayacak. İspanya’da iç savaş döneminde kırmızı ve beyaz süsler yatak örtüsü kullanılıyordu. Atletico Madrid’in de renkleri kırmızı-beyaz olduğu için lakabı ‘yatakçılar’. Taraftarı da bu adla anılır. Yarım asır sonra gelen Kupa Chelsea, 109 yıllık tarihi boyunca İngiliz liglerinde hep üst sıralarda yer aldı. Ama en büyük başarıları son 10 yıl içinde gerçekleşti. Bunun birkaç sebebi var ama sıranın başında İngiltere Ligi’nin kaderini de değiştiren satış gelir. Çünkü 11 yıl önce Rus milyarder Roman Abramovich Chelsea’yi 233 milyon dolara aldı. Klüp bir anda Avrupa’nın en zengini oldu. Abramovich’in ise başarı için beklemeye tahammülü yoktu. İlk sezonunda Wayne Bridge, Joe Cole, Hernan Crespo, Damien Duff, Claude Makelele, Adrian Mutu, Geremi Nijitap ve Sebastian Veron gibi önemli oyuncuları kadrosuna kattı. Takım Devler Ligi’nde yarı finale ulaşmış, ligde de ikinci olmuştu ama Abramovich’in nazarında ‘başarısız’dı. Hemen teknik direktör kapının önüne konur ve yerine Porto ile Şampiyonlar Ligi’ni kazanan Jose Mourinho getirildi. Bol paralı adam, iyi bir teknik adamı da bulmuştu. Drogba, Robben, Carvalho gibi yıldızları satın alan Abramovich’in cebinden çıkan para 162 milyon Euro’ydu. Ve 50 yıl sonra 2004-2005 sezonunda şampiyonluk ipini göğüslüyordu Maviler. Son dakikalar herşeyi belirler Dile kolay 44 yıl. Manchester City taraftarları şampiyonluğa tam anlamıyla hasretti. 2012 sezonunu ipi göğüsleyen Manchester’ın Mavi ekibinin hikâyesi Londra’nın Mavi’sinden farklı değil. Tek fark kulübü satın alanların uyrukları! Birleşik Arap Emirlikleri asıllı işadamı Sheikh Mansour bin Zayed Al Nahyan 2008 yılında klübü satın aldıktan sonra çok önemli transferler de yaptı. Barcelona’dan Yaya Toure, İspanya futbolunun önemli isimlerinden David Silva ve Arsenal’den Nasri bunlardan birkaçı. Tabii ki bu futbolculara kalitesini ispat etmiş teknik direktör lazım. Şu anda Galatasaray’ın başında bulunan Roberto Mancini getirildi. Son şampiyonluğunu 1967-68 sezonunda yakalayan City’nin tek yapması gereken tarihindeki üçüncü şampiyonluğu kovalamaktı artık. Bu kolay olmayacaktı. Sezonun son haftasına gelindiğinde ezeli rakibi Manchester United’ın averajla önünde giren City, son dakikalarına 2-1 geride girdiği maçta Queens Park Rangers’ı 3-2 mağlup ederek 44 yıllık şampiyonluk özlemini dindirdi. Teknik direktör Mancini bile son dakikalarda umudunu yitirdiğini söyleyecekti. ‘Biber gazlı’ şampiyonluk Bu sefer zengin işadamlarının adresi Fransa Ligue 1. Katarlı işadamı Nasser El-Khelaifi tarafından satın alındıktan sonra yaptığı transferlerle büyük bir atılım gerçekleştiren Paris Saint-Germain, geçtiğimiz sezon 19 yıllık şampiyonluk hasretine son verdi. 44 yaşındaki PSG, bundan önceki şampiyonluklarını 1986 ve 1994 yıllarında yakalamıştı. Yıllar sonra gelen başarı Paris’i birbirine kattı. Eyfel Kulesi’nin önünde taraftarlar polisle çatıştı, 15 bin kişi sokaklara döküldü, olaylar yüzünden futbolcuların Seine Nehri gezintisi iptal oldu. Polis kalabalığı dağıtmak için biber gazı kullandı. Bizde de hasret yılları yaşandıBeşiktaş 15, Galatasaray 14 yıl şampiyonluk özlemi çekmiş mesela. Trabzonspor’un 30 yıllık hasreti devam ediyor. Son şampiyon F.Bahçe ise en az hasret çekenlerde, yedi yıl.

Girişim savaşçıları

0
0
Her biri kendi kulvarında başarı yakalamış genç girişimciler Girişim Savaşçıları platformunu kurdu. ‘İyi bir fikri' olanlara 9 haftalık bir eğitim zorlu bir eğitim veriyorlar. SAT komandoları gibi sürünüyor, politikacılar gibi konuşuyorlar.Başarılı şirketlerin patronlarının hayat hikâyeleri genellikle aynıdır. Zorlukları azimle aşmış, yılmamış, çözüm geliştirmiş, başarıyı da başarısızlığı da tecrübe etmiş, ekip-takım çalışmasına önem vermiş, kazanmış, kazandırmış. Başarılı girişimci veya yönetici olmanın yolu sadece iyi bir üniversiteden ve etkili bir bölümden mezun olmak değildir yani. Eğer öyle olsaydı girişimcilik eğitimleri verilmezdi. Berke Sarpaş'ın başkanlığını yaptığı Girişimci Savaşçıları platformunun girişimcilik programı buna benziyor. Dijital girişimciler için hazırlanmış bir paket program.Her isteyen ve para veren bu eğitime katılamıyor. Bir elemeden geçirildikten sonra 9 haftalık özel ihtisas programına kabul ediliyor. Bu elemeler ise kişilik testleri, psikologlarla yapılan mülakatlar sonucunda oluyor. Girişim Savaşçısı platformunun 25 kurucusu arasında Yemeksepeti.com'un kurucusu Nevzat Aydın, PeakGames kurucusu Sidar Şahin, Google Kurumsal Pazarlama Müdürü Özgür Kirazcı, Turkcell Perakendeler Başkanı Sait Ayaydın bulunuyor.Bu ekibin oluşturduğu program 9 haftayla sınırlı değil, eğitimler bittikten sonra danışmanlık hizmeti de veriliyor. Bu eğitim programında ise şunlar var; SAT komandolarının yönetiminde mücadele ve imkânsıza meydan okuma, psikolog eşliğinde özgüven artırma pratikleri, CEO eşliğinde stres altında karar alma egzersizleri, eski bir bakan yönetiminde politik düşünce sistemini geliştirme ve diploması… Tüm bu programlar dijital girişimci olmak için. Girişim Savaşçısı programına katılanların çoğunluğu beyaz yakalı çalışanlar. Yani hâlihazırda işi olan ama “süper bir fikir” bulan bu fikri yatırıma çevirmek isteyen kişiler.Girişim Savaşçıları platformunun başkanı Berke Sarpaş, “Bir girişimci önce algı değişimi yapmalı. Zorluklara karşı istikrarlı tahammül gösterebilmeli, sınırlarını zorlamalı, iç motivasyonunu yüksek tutmalı, strateji geliştirebilmeli.” diyor. Sarpaş'ın anlattıkları ve programda verilen eğitimler yukarıda bahsi geçen mevzuyu akla getiriyor. “Çocukken su satarak işe başladım, çok zorluk çektim ama yılmadım…” diye başlayan başarı hikâyelerini. Şartların zorlaması, türlü güçlüklerle insanın sınanması gerekiyor galiba başarı için. Bunu ya kader yapıyor ya da Girişim Savaşçısı platformunun programı gibi organizasyonlar. Sarpaş, girişimci olmak isteyen herkesin bu programa katılabileceğini söylüyor. Yani lise mezunu bir ev hanımı bile fikrini gerçekleştirmek için bunun yollarını profesyonellerden öğrenebilir.Berke Sarpaş, böylesi programların artmasını dijital uygulamalarda Türkiye'nin yüksek potansiyele sahip olması. Farklı branşlarda uzmanlığa sahip girişimci adayları dijital teknolojilerden faydalanarak kendi işlerini kurmak istiyor. Bunun için girişimcilik programları hem daha önce bunu başarmış olanların tecrübelerinden faydalanmak hem de riskler karşısında refleks geliştirmek açısında motive edici oluyor. g.baki@zaman.com.tr Adını bile yazamayan biri nasıl Hamlet'i yazar? Bu soruya ‘eğitim' cevabını veren Berke Sarpaş şöyle açıklıyor; Jonah Lehrer'ın yazısı ve istatistik uzmanı David Banks tarafından yapılan bir çalışma dâhilerin dünyanın belirli bölgelerinde ve belirli tarihlerinde ortaya çıkmasının tesadüfî olmadığını gösteriyor. Örneğin, M.Ö. 440 ve 380 yılları arası Atina'da Plato, Socrates, Herodotus, Aristophanes gibi büyük dâhiler aynı anda ve birdenbire belirdi. Bu dâhiler sayesinde Batı medeniyeti büyük gelişme kaydetti. 1440 ve 1490 yılları arasındaki 50 yılda ise sadece 70 bin nüfuslu bir bölge olan Floransa, Michalengelo, da Vinci, Botticelli ve Donatello gibi dâhileri dünyaya kazandırdı. Araştırmalar, dünyayı değiştiren dâhilerin belirli coğrafyalarda aynı anda belirmesinin tesadüfi olmadığını ortaya koyuyor.Şüphesiz ki dâhilerin sıra dışı zekaları ve kişilik özellikleri mevcut. Ancak bu sıra dışılığın ortaya çıkmasını tetiklemek için bir dizi çevresel faktörün de büyük rolü bulunuyor. Bu faktörlerin başında da eğitim geliyor!Dâhilerin çıktığını bölgelerin dünyada hep yenilikçi ve farklı eğitim metotlarının uygulandığı bölgeler olması dikkat çekiyor. İngiltere'de yaşayan soylu Elizabeth England orta sınıf erkekleri eğitmek için açtığı programa katılan William Shakespeare henüz adını bile yazmayı bilemezken baştan sona Latin edebiyatı okuyarak bu alanda kendini eğitiyor. Yazı yazmayı bile bilmeyen birinin Hamlet'i yazmasını nasıl bekleyebilirdik ki? Ya da Steve Jobs bir kaligrafi eğitimine yazılarak bu konudaki tutkusunu hiç keşfedememiş olsaydı Mac'i geliştirebilecek miydi?

Beyoğlu’nun tarihî apartmanları

0
0
Yıllardır birçok tarihî apartmana ev sahipliği yapıyor Beyoğlu. Ancak günlük koşuşturmanın telaşıyla binaları fark etmiyoruz. Sıra selviler gibi, sokaklarda dizili apartmanlardaki mimarî güzellikten bîhaberiz.Yeditepe’ye ayak basanın yolu mutlaka düşüyor Beyoğlu’na. İstiklal Caddesi, Taksim Meydanı ve Galata Kulesi’ne ev sahipliği yapan tarihi semt; eğlence, kültür ve sanat arayanların buluşma noktası aynı zamanda. Her sokağının farklı hikâyesi var. Tiyatrolar, okullar, sinemalar, restoranlar, oteller, kitapçılar, alışveriş merkezleri ve daha nice kentsel zenginliğiyle yıllara meydan okuyor Beyoğlu. Ne var ki sokaklarını süslercesine dizilmiş apartmanları çoğu zaman gözden kaçıyor. Taşıdıkları mimarî güzellik ve doku fark edilmiyor bile. Kimileri kullanılıyor olsa da birçoğu kaderine terk edilmiş halde sokaklara ve evsizlere bırakılıyor.Süleyman Faruk Göncüoğlu (Sanat tarihçisi)İstanbul sivil konut mimarisinde 19. yy’dan itibaren değişimler yaşanmaya başladı. Özellikle 1850 Kırım Harbi’yle İstanbul’da ikâmet eden Batılı sayısının artması ve bunların Beyoğlu çevresine yerleşmesiyle mimari de bundan etkilendi. Gayrimüslimlerin tercihi yüksek katlı, kâgir denilen yani tuğlalarla örülü etrafı taş kaplamalarla çevrelenmiş, üçgen ve gotik bezemelerle süslü yapılardan yana oluyordu. Bu binaların pencere kemer bağlantı noktalarında, köşelerinde kötü ruhları kovma düşüncesiyle figürlü tasvirler işleniyordu. Batı’da Antik Yunan’dan kalma ‘yapı her zaman insanı ezmeli’ düşüncesini Beyoğlu apartmanlarının mimarisinde görmek mümkün. Gösterişli olmalarının sebeplerinden biri de bu. Binalarda balkonların ortak nokta olduğunu görüyoruz. Havalanmasını sağlayan balkonlar aynı zamanda dış cepheye bir hareketlilik katıyor. Hatta bu sebeple balkon görünümlü süslemeler bile yapılmış. Apartmanlar birbirine çok yakın olduğundan pencerelerin boyunun uzun olmasına özen gösterilirdi. Birçoğu miras ve alım-satım yoluyla parçalanan binalarda ara ara cumbalara da rastlanıyor. Tuvaletleri ortak olan 4-5 katlı bu kâgir binaların inşası için Karaağaç bölgesinde tuğla harmanları bulunuyordu. İhtiyacın artmasıyla daha sonra Kartal ve Maltepe’de de tuğla fabrikaları kuruldu.Ragıp Paşa’nın meşhur üç pasajıSultan 2. Abdülhamid’in gözde adamlarından Ragıp Paşa, mabeyncibaşılığından vezirliğe kadar yükselir. Bunlar olurken hatırı sayılır bir servet elde eder ve zenginliğini Beyoğlu’na yaptırdığı üç pasajla süsler. Herbirine Osmanlı Devleti’nin yayıldığı üç kıtanın isimlerini verir; Anadolu, Rumeli ve Afrika pasajları. Bu üçlemenin ilki 1890’da yapılan Rumeli Pasajı’ydı. 1900’lü yıllarda inşa ettirilen Anadolu Han’ın cepheleri neo-klasik tarzda. 1906’da yaptırılan Afrika Hanı ise ülkenin ilk stüdyo tipi ev mantığına sahip. Han dört ayrı bloktan oluşuyor.Doğan Apartmanıİsminin Doğan olması sizi şaşırtmasın, yapılışı 1892 yılına dayanıyor. Beyoğlu’nun adı kulaklara en tanıdık apartmanlarından biri olan bu yerin ilk sahipleri Belçikalı Helbig ailesi. Barok tarzdaki binanın mimarı tam olarak bilinmiyor. Altı katlı binada toplam 49 daire var. Apartman U şeklindeki planı ve iç avlusuyla etrafındaki binalardan ayrılıyor. Fransız stili parmaklıklar ve iki parçalık giyotin pencereler binanın dikkat çeken özelliklerinden. Birçok kez el değiştiren apartmanı 1942’de satın alan Kazım Taşkent, apartmana ölen oğlu Doğan’ın adını verir. 80’li yıllarda daire daire satılan bina pekçok sinema filmine de ev sahipliği yaptı.Mısır Apartmanıİstanbul’un ilk betonarme binalarından olan bu apartman, 1870 yılında Mısır Hidivi Abbas Halim Paşa tarafından yaptırılır. Halim Paşa’nın kışlarını geçirmek üzere inşa ettirdiği binanın mimarı Ermeni asıllı Hovsep Aznavuryan. İnşaatında kullanılan malzemelerin birçoğu Fransa’dan getirtilir. Ön cephesi İstiklal Caddesi’ne bakan yapı gösterişli balkonları, loca boşlukları, cephe heykelleri ve ilk katta yer alan geniş pencereleriyle dikkat çekiyor. Sent Antuan Katolik Kilisesi ile komşu olan bina ilk zamanlarında konak halindeyken sonraları vârisler arasında paylaştırılarak apartmana dönüştürülür. Ev ve işyeri olarak kullanılan apartman bugüne kadar birçok ünlü isme ev sahipliği yaptı. Bu kişiler arasında son günlerini burada geçiren milli şair Mehmet Akif Ersoy da bulunuyor.Narmanlı HanTünel’den İstiklal Caddesi’ne döndüğümüzde tüm dikkatleri üzerine çekerek karşılar bizi Narmanlı Han. 1831’de Ruslar tarafından elçilik binası olarak yaptırılan hanın mimarı, Ayasofya’nın restorasyonunu yapan Giusseppe Fossatti. Narmanlı, farklı cephe ve mimari anlayışıyla İstiklal Caddesi’ndeki diğer binalardan ayrılıyor. Kat kat yükselmek yerine geniş bir alana yayılıyor. Bugünkü Rus Başkonsolosluğu inşa edilene dek burası hem elçilik binası hem de hapishane olarak kullanılır. 1933’te tüccarlık yapan Avni ve Sıtkı Narmanlı adlı iki kardeşe satılır. Kardeşler binayı tüccarlara değil, düşük fiyatlarla sanatçılara kiralamayı tercih eder. Ahmet Hamdi Tanpınar, Bedri Rahmi Eyüpoğlu ve Aliye Berger bu isimlerden. Geçtiğimiz aylarda satışı gerçekleşen binanın akıbetinin ne olacağı bilinmiyor.Botter Han İstiklal’de yürürken duvarları birbirinden ilginç çiçek motifleriyle bezenmiş bir bina görürseniz Botter Han ile karşı karşıyasınız demektir. Burayı ilginç yapan özelliklerden biri de ülkenin ilk modaevi olması. Bina Padişah 2. Abdülhamid’in özel terzisi Jean Botter tarafından dönemin ünlü mimarlarından Raimondo D’Aronco’ya yaptırılır. Mimar, art nouveau akımı tarzında inşa ettiği binanın dış cephe süslemesinde lale ve gülü fazlaca kullanır. Akımın İstanbul’daki ilk örneği olan yapı ‘Viyana Sesessiyonu’ denilen döşemelerle süslenir. 1901’de açılan apartmanın alt katları modaevi, üst katları oturmak için tasarlanır. 30 yıl süreyle halkından saraylısına kadar tüm Osmanlı modasına yön veren Botter, padişahın tahttan inmesinin ar dından ailesiyle birlikte Paris’e göç eder.Halep Pasajı Tiyatro, sinema ve çeşitli mağazalardan oluşan pasajı, 1885 yılında Halepli Hacar ailesi yaptırır. Günümüzde, alt katındaki Beyoğlu sineması nedeniyle Beyoğlu Pasajı olarak da biliniyor. Yapıyı 1920’de Süreyya İlmen Paşa satın alır. Binanın arkasında pasajla giriş çıkışı bulunan Pera sirki yanar. Bu yangından sonra yerine Rum mimar Campanaki bir tiyatro yapar, Varyete Tiyatrosu. Daha sonraki yıllarda ismi değiştirilerek hizmet veren bina ön cephesi hariç yıkılır. Pasajın orijinalliğini koruyan neo rönesanstan oluşan ön kısmı dikkat çeker. Binanın ikinci kat pencereleri üzerindeki alınlıklara insan başı kabartmaları ve floral bezemeler yerleştirilmiş.Hidivyal Palas Arapçada ‘baş vezir’ anlamlarına gelen hidiv, Osmanlı zamanında Mısır’daki güç sahiplerine verilen isimdi. İstiklal’deki Hidivyal Palas’ta bu ailelerden birine aitti. 1841 yılında açılan yapı bir dönem otel olarak kullanıldı. Mimarisinde Avrupa esintilerinin hissedildiği ilk otel olan palas, 1950’de şimdiki adıyla iş hanına dönüştürülür.Atlas PasajıHalep Pasajı’nın karşısına baktığımızda içinde ünlü Atlas Sineması’nın yer aldığı bir pasaj göze çarpıyor. Binanın sahibi Ermeni banker Agop Köçeyan’dı. 1870 yılında aile konağı olarak inşa edilir. Bugün pasaj olarak kullanılan zemin katın eskiden at ahırı olduğu biliniyor. Taş ve dökme demir kullanılarak yaptırılan binanın zaman içinde mimarisinde oynamalar yapılmış.

Hem yazarım, hem oynarım

0
0
Charles Dickens, James Joyce, Shakespeare, Truman Capote... Edebiyat dünyasının usta isimlerinin pek bilinmeyen bir yönü var: Oyunculuk. Kimi lisede sahne tozu yutmuş, kimi evden kaçıp kumpanya kurmuş, kimi kariyerinin zirvesindeyken oyun sahneye koyup başka dünyalara yelken açmış. Onlar, edebiyat dünyasına silinmeyen izler bırakan isimler… Romanları, oyunlarındaki sarsıcı dilleri, kurguları, dile getirdiği hikâyelerin içerikleriyle yeni akımlara öncülük eden yazarlar… Yazar kimlikleriyle tanıdığımız bazı isimlerin pek bilinmeyen oyunculuk geçmişleri de var. İngilizlerin büyük romancısı Charles Dickens’tan başlayalım. Bugünlerde hayatının karanlık yönlerine ayna tutan Görünmeyen Kadın filmi vizyondayken. Dickens’ın kariyerinin zirvesinde olduğu zamanlar… Viktorya döneminin ahlâk timsali, zamanının en büyük ‘edebiyat ikonu’ olarak gösterilmektedir; kırk beş yaşında, evli ve on çocuk sahibidir. Dillere destan eserler üreten yazar, eser listesine bir de tiyatro ekler. Oyun yazar, sahneye koyar, hatta ana rollerden birini üstlenir. İlk oyununda geniş bir kadroyla çalışır, ne oluyorsa o zaman olur. Rol verdiği on sekizine yeni basmış, genç, güzeller güzeli Nelly Ternan’dan hoşlanır, zamanla gönlü kayar. Yasak aşk deşifre olunca Dickens karısından ayrılır. Gazeteye, hakkında çıkan dedikoduları yalanlayan bir yazı yazar. Karısının haberi olmadan sanki ikisinin ortak kararıymış gibi… Dickens’ın bencillikleri sadece karısına yaptıklarıyla sınırlı kalmaz. Büyük aşkı Nelly’i, evlilik dışı ilişki yaşamaya ne yapıp edip ikna eder ve gözlerden uzak bir hayat yaşamaya başlar. Çok çok sonra çıktıkları bir yolculukta trenin devrilmesiyle gizli dünyaları gün ışığına çıkar. Dickens, sevdiği kadına yardım etmek yerine onu tanımadığını söyler, olay yerinden uzaklaşır. Nelly de görünmezliğe bürünerek yazar ölene kadar gözlerden uzak bir yaşantı sürer. Claire Tomalin’in kitabından uyarlanan Ralph Fiennes’in yönettiği ve Dickens’ı oynadığı filmde yazarın tiyatro sahnesinde yeşeren aşkı anlatılırken oyunculuğuna dair ipuçları veriliyor. Perdeye yansıyan, gerçekçilikten uzak, teatral bir oyunculuğa sahip olduğu. Rolün küçüğü, büyüğü olmaz Shakespeare’i oyun yazarı, şair kimliğiyle biliyoruz. Oysa aynı zamanda, kurduğu tiyatronun (Globe) yöneticisi, kasa defterinin sorumlusu, yönetmeni, oyuncusu... 10 parmağında 10 marifet biri. Ancak su götürmez bir gerçek, ölümsüz eserlerine katkı sağlayan önemli özelliklerinden biri yazarın oyuncu kimliği. Bu vesileyle karakterleri daha derin, diyaloglar yerli yerinde, kurgu içerisinde oyuncular dinlenerek bir sahnede görünüp birinde kayboluyorlar. Sahne dilini bilmediği için oyunları kütüphanelerde tozlanan Turgenyev’leri, Tolstoy’ları düşününce bu özelliği daha fazla değer kazanıyor. Shakespeare’in metinlerinde küçük roller bile değerlidir, ana karakterleri görünür kılmak için yazılmamıştır. Kendisi oynarken bu küçük rollerden birini canlandırmış. Oyunculuğu hakkında çok farklı görüşler var. Kimine göre iyi bir aktör, kimine göre çok kötü. Kumpanyanın baş aktörü değil ama Lord Chamberlain’in Adamları kumpanyasında ‘önemli oyuncular’ listesinde yer alıyor. Uşak, burjuva temsilcisi: Moliere Tartuffe, Kibarlık Budalası, Cimri, Hastalık Hastası… Tiyatro kitaplığına otuzdan fazla eser kazandıran bir yazar Moliere. Oyunları ile anıldığı için oyunculuk yanı pek bilinmez. Evden kaçıp gezici bir kumpanya kuran, borçlanıp hapse düşen, sonradan La Fontaine’den Racine’e dönemin saygın kalemleriyle dostluk kurup yeni serüvenlere açılan Moliere’in her daim bir ayağı sahnede olan bir yazar. Oyunlarda kendisi gibi çabuk kızan adamları, uşağı, aldatılmış kocayı, burjuva temsilcilerini, ‘Moliere adındaki yazar’a söven kara cahil ihtiyar rollerini oynarmış hep. Gündelik hayatta doğaçlamayı seven biri olduğu için oyunlarında parantezi kapatmaz. O gün hayatında cereyan eden olayları evirir çevirir tip(ler)le sahneye taşır. Shakespeare gibi mütevazı davranıp küçük rol almaz, her daim büyük rol. Oyunculuk macerası oyun yazdırdı Edebiyat dünyasına Dublinliler, Ulysses gibi klasikler kazandıran James Joyce’un kaleme aldığı bir tiyatro oyunu var: Sürgünler. Yazarı oyun yazmaya iten sebep oyunculuk geçmişi… Lise ve üniversitede yaptığı taklitlerle arkadaşlarını gülmekten kırıp geçiren Joyce, okul tiyatrosunda birçok kez sahneye çıkar, akılda kalan performanslar sergiler. Yeni Türkçeye çevrilen ‘Bildiğin Joyce’ kitabında şunları anlatır bir arkadaşı: “Zekâsı ve doğaçlama yeteneği oyunlarda baş gösterirdi. Ayrıca çok akıllı bir taklitçiydi. İfadesiz suratı, taklidini yapacağı karakterlere bürünmesine son derece yardım ederdi.”Capote’nin Altın Küre heyecanı!Romanlarıyla geniş kitlelere ulaşan Truman Capote’nin yazarlığının yanında mini bir oyunculuk kariyeri de var. İlk deneyimini 22 Numarada Cinayet’le (1976) yaşadı. Gizemli dedektif hikâyelerinin parodisinin yapıldığı, Alec Guinness, Peter Sellers gibi meşhur simaların rol aldığı filmde Capote, dünyanın en iyi dedektiflerini evinde misafir eden milyoneri canlandırdı. O kadar başarılı oynadı ki Altın Küre ödülüne aday bile gösterildi. Oyunculuğa ısınan Capote, ertesi yıl yine indi setlere. Woody Allen’in Annie Hall filminde kendini oynadı. Bu filmde iletişim kuramcısı-yazar Marshall Mcluhan, küçük bir rolde ona eşlik etti. Geçtiğimiz ay aramızdan ayrılan Gabriel García Márquez ardında onlarca eser, yüzbinlerce okur bıraktı. Eserleri birçok defa sinemaya aktarılan yazarın iki filmde rol almışlığı var. Gerilim, korku türünde eserleriyle en çok satan yazarlar listesinden inmeyen bir yazar Stephen King. Yeşil Yol’dan Esaretin Bedeli’ne sinema tarihinin bir çok kült filminin hikayesinin sahibi… Bu kadar eser verince kameranın önüne geçmeden olur mu? Knightriders’den (1981) bu yana çoğunluğu televizyon dizisinde yirmiye yakın projede rol aldı.

Celal Bayar’ın kızı Nilüfer Gürsoy: Kötülük, 27 Mayıs’tan sonra yayıldı

0
0
Çiftehavuzlar’daki apartmanların arasında kaybolan tek katlı bir ev. Uzun yıllar ‘İcazet Kapısı’ olarak anılan kapıdan girince bizi 93 yaşındaki Nilüfer Gürsoy karşılıyor.27 Mayıs’ta hem babası Celal Bayar, hem eşi Ahmet İhsan Gürsoy tutuklanan Nilüfer Gürsoy ile Timaş Yayınları’ndan çıkan ‘27 Mayıs Darbesi ve Bizler’ kitabından yola çıktık, aileyi toparlama sürecini, siyasete atılmasını konuştuk.Babanız Celal Bayar ve eşiniz Ahmet İhsan Gürsoy nedeniyle 27 Mayıs’ın en canlı tanıklarından birisiniz. Sizin için 27 Mayıs nasıl başladı?Çok planlı hazırlanmış bir projeydi darbe. İçinde sadece askerler yoktu, sivil-asker karışımıydı olayı hazırlayanlar. Tabii cunta önde gidiyordu ama destekleyicisi dönemin muhalefet partisiydi. Çok sonradan dışarıdan da tesirler olduğu anlaşıldı. İçeriden de muhalefet partisi adım adım ilerledi. 27 Mayıs dönemiyle sınırlı kalmadı, sonraki darbelere de yol açan darbe oldu.Demokrasi tarihinde de bir kırılma noktası sayılabilir mi 27 Mayıs? Nihayet, çok partili sistemin ilk uzun süreli denemesiydi Demokrat Parti...Kesinlikle bir kırılma noktası oldu. Böyle bir sürecin geleceğinin emareleri vardı. Mesela Dokuz Subay Olayı bir hazırlıktı. Köşk’e bir Muhafız Alayı Kurmay Albayı Osman Köksal yerleştirilebilmişti. Celal Bayar’ın da bu subay üzerinde çok durduğunu biliyoruz. Bize cumhurbaşkanı ailesi olarak ayrı bir muamele uygulandı, bu muamele başka bir aileye yapılmadı. Diğer aileler de muhakkak ki baskılar karşısında bizim hissettiklerimizi hissetmiştir. Hayat tarzımız müşterekti. Tek ayrılan durum, bizim tecrit yaşamamızdı.Tecridi yaşarken ne hissettiniz?Cumhurbaşkanlığı bir mevki. Yapılanları düşünüyorduk, mevki gelmiyordu aklımıza. Yapılan hareketler karşısında nasıl davrandığımız önemliydi. Üstelik yalnız babam değil, eşim Ahmet İhsan Gürsoy da hapisti.Ziyaret engelleniyor, mektuplarınız okunuyor, çocukları okuldan almak zorunda kalıyorsunuz. Bu süreci nasıl geçirdiniz?Düşündüğüm zaman ‘O günleri nasıl geçirdik, bunları yaşayan biz miyiz?’ diyoruz. O günkü hissiyatı, acıyı elbette şimdi hissetmek mümkün değil. ‘Neden yapıldı, ne oldu, başka hallerde aynı şeyleri yaşayanlar da aynı acıları hissetti mi?’ diye düşündüğünüz başka bir çember oluşuyor. Darbeye maruz kalanların psikolojisi değişmiyor. Şiddeti, tarzı farklı olabilir ama hissedilenler aynı.O dönem Demokrat Partililerin ailelerine ‘Düşükler’ deniliyor...Bu sıfatlar, yapılan suçlamaların, hakaretlerin yanında az kalıyordu. 103 milyonları, ‘gençleri öldürdünüz’ suçlamalarını gördüğümüz zaman. Bunu söyleyebilen insanların elbette ağzı bozuk olacak. Acı olmakla beraber bu yalanların, bu suçlamaların yersizliğini görüp ‘Nasılsa günün birinde gerçekler ortaya çıkacak.’ diye düşünüyordum. Zulüm arttıkça kendi şahıslarından korktuklarını görüyordum. Çünkü yaptıklarının düzmece olduğunu biliyorlardı. Zulümleri de o nispette artıyordu.Onlarla şimdi karşılaşsanız ne dersiniz?‘Onlar bizle karşılaştıkları zaman ne derler?’ diye sorsanız, Faruk Güventürk 27 Mayıs’ın içindeydi. Kayseri’nin kumandanlığını yaptı. Yıllar sonra Umurbey’deki babamın vakfındaki defteri imzalayıp, ‘Bayar, seni bize yanlış tanıtmışlar.’ yazmış. Belki onların da beyni yıkandı.27 Mayıs’a gidilen süreçte akademisyenler de yaptıkları yürüyüşlerle Demokrat Parti’ye karşı askere destek veriyor. Siz de o sırada akademi görevlisisiniz...27 Mayıs olduğunda Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’nde (DTCF) asistandım. Darbe olduğu sırada Sokrates’in savunmasını okuyorduk tesadüfen. Orada yazılanların kopyasını yaşamış olduk. DTCF bu süreçlerin dışındaydı. O süreçte o havayı benimseyenler akademi hayatı dışında darbenin yakınında bulunanlardı. Sonra neye ne kadar destek verdikleri ortaya çıktı. 27 Mayıs’ın hemen arkasından öne sürdükleri iddialar daha önce basında yer almamıştı. Birçok iftiraları 27 Mayıs’tan sonra dile getirdiler.Eşiniz de babanız da cezaevinde, çocuklarla ve annenizle siz ilgileniyorsunuz...Hepimize kuvvet veren annemdi. Çok metanetliydi. Milli Mücadele’den gelmiş, birçok şeye göğüs germiş bir insandı. Babam Milli Mücadele’de evi terk ediyor. Gitmeden önce gelip anneme ‘Efelerin yanına gideceğim.’ diye soruyor, annem genç yaşına rağmen ‘Tabii bu senin vazifen, gideceksin.’ diye cevaplıyor. O yaşında babamın kaçtığı anlaşılmasın diye tül perdenin önünde fes giyip dolaşmış. Ağabeyimi alıp İzmir’den Bursa’ya geçmiş. Babam İstanbul Meclis-i Umumisi’ne mebus seçiliyor. Annem, geride aileyi toparlıyor. Onun desteği olmasa babam bu kadar rahat çalışamazdı. Elbette ki böyle bir kadının 27 Mayıs’ı karşılayışı da ona göre oldu.Çiftehavuzlar’da oturduğunuz bu evin alınmasında da annenizin etkisi var değil mi?Annem, babasından kalan mirasla bu evi aldı. 1958-59 yıllarında. Babamın prensibi ‘ne bir şey alınsın ne bir şey satılsın’dı. Siyasetle maddi işlerin bir arada yürümeyeceğini bilen biri olarak öyle düşünürdü. Annem, ilerisi için bir güvence olarak istedi. İkisi maalesef bir arada yaşayamadı bu evde. Sadece bir öğle yemeği yiyebildiler evin hazırlanması sırasında. 27 Mayıs olduktan sonra babam önce Yassıada’da, sonra Kayseri’de kaldı. Biz de tecride alındık, Çeşme’ye gittik. Ev teslim edildikten sonra, annem ve çocuklar buraya yerleştik. Annem, babam Kayseri’den döndüğünde hayatını kaybetmişti.Babanız nasıl bir ruh haliyle geri geldi?Çok metindi, metanetini kaybetmeyen bir insandı. Şahsiyetinden taviz vermezdi. Güçlüklere direnmesini bilirdi. Kayseri ya da başka bir yer onun için fark etmezdi. Babam eski Demokrat Partililerin bir araya gelip, hem o günü hem de bugünü konuşması için ‘Bizim Ev’ diye bir dernek kurdu. Önce Mısır Apartmanı, sonra Kalamış’ta. Buna ilaveten bütün arkadaşlarına bir mektup yolladı, yaşananların tarihe mal edilmesi için hatıralarını yazmalarını istedi. Yassıada’da bulunan arkadaşlarına ve davaya sahip çıkma özelliğini sonrasında da gösterdi. Kayseri’den sonra siyasi partiler kuruldu ve DP’nin oylarına talip oldu bu partiler. Tek tek burayı ziyaret ettiler. Bu evin perforje kapısı o dönem gazetelerde ‘İcazet Kapısı’ olarak adlandırılıyordu. Ömrünün sonuna kadar okumaya devam etti. Kitaplarını, evraklarını elden geçirdiğimizde 60’ların, 70’lerin, 80’lerin içinde de bütün olayları çok iyi takip ettiğini, ne kadar neşriyat varsa hepsini izlediğini görüyoruz.Şimdiden bakınca 27 Mayıs’ın diğer darbelerin önünü açtığı görülüyor. Siz bu günden bakınca nasıl görüyorsunuz o süreci?Darbe, birçok şeyi altüst etti. Meclis’i kapattı. Cumhuriyet’in tekliğini ortadan kaldırmak isteyip 2. Cumhuriyet demeye kalkıştılar. Düşünebiliyor musunuz, bir hukuk profesörü darbeye katkı veriyor. İlimle gerçekle alakası olmayan şeylerdi. İdamların olmaması gerekirdi. Ve onun ezikliği hâlâ bu toplumda konuşuluyor, nefretle karşılanıyor. O günlerde de Fatin Rüştü Bey’in Birleşmiş Milletler’deki sandalyesine çelenk konuldu, herkes bu olayı kınadı. Yapılan kötülükler 27 Mayıs’tan sonra da devam etti. 12 Eylül’den sonra da... Darbeler olmasın diye Tahkikat Komisyonu açıldı ama daha çok 28 Şubat’ın üzerinde durdu. İlk örnek 27 Mayıs esasen. 12 Eylül’den sonra da hadiseler durmadı, rejim yerine oturmadı. 27 Mayıs, darbelere yol açtı. Her harekete de darbe sıfatı konulmamalı. 27 Mayıs darbesi yalnız Demokrat Parti’ye olmadı, sivillere de olmadı, orduya da bir darbe yapıldı. Asıl bu göz ardı ediliyor.Annemi trende kaybettikAklınızda en çok yer eden olay ne, o günlerden?Annem kalp hastasıydı, tansiyonu sürekli inip çıkıyordu. Trende, babamı ziyarete giderken kaybettik. Cenazesi bir hanıma yapılacak en büyük cenaze töreni oldu. Kendiliğinden toplandı insanlar. Kalabalığın bir ucu Hacı Bayram’a bir ucu Cebeci’ye uzandı. Halk bize orada sahip çıktı. Bir de Kayseri’de babamı ziyaret ederken Kaman’da durduk. Ben inmedim. Baktım halk otobüsün etrafına toplandı. Gelip, ‘Bir çayımızı içmez misiniz?’ dediler. Davet eden de daha sonra bütün Demokrat Partililerin ahbap olduğu Aşir Bey’di. Bir taraftan çay ikram ediyorlar, bir taraftan halk sessiz, konuşmuyor da. Baktı baktı, ‘Baban da geldiydi buraya, onun da ellerinde siyah noktalar vardı, ona benziyorsun.’ dedi. Sonra babam sağlığı dolayısıyla serbest bırakıldı. Yine büyük bir konvoyla yola çıktı. Kaman’a gelindi, yine Aşir Efendi’nin lokantasına öğle yemeğine gidildi. Ne bulduysa ortaya konuldu. O arada haşlanmış yumurtalar da geldi. Gazeteciler de vardı aramızda. Babam sağlık dolayısıyla serbest bırakıldığı için bunu çürütmek sebebiyle ‘Bayar dokuz yumurta yedi’ manşeti atmışlar. Seneler geçti, o gazeteciyle Boğaz’da karşılaştık. ‘Siz babama dokuz yumurta yedirmiştiniz değil mi?’ diye sordum. Sustu.

Başbakan tokat atmadığında haber oluyor

0
0
‘Beşiktaş’ın Dervişi Süleyman Seba’ kitabını konuşmak için biraraya geldiğimiz Rıdvan Akar’a futbolun yanı sıra basın özgürlüğü, Soma ve Mehmet Ali Birand hakkında ne düşündüğünü de sorduk.Geçtiğimiz aylarda Süleyman Seba’nın hayatını anlatan kitabınız yayımlandı. Neden Seba?“Ne yazmayı hayal ederdin?” deseler, bu kitabı söylerdim herhalde. Beşiktaş’ın “babaları” vardır. Şeref Bey, Baba Hakkı. Sonrasında da Süleyman Seba. 110 yıllık tarihe baktığınızda bu insanlar üzerinden yürüyen bir Beşiktaş geleneğinden söz ediyoruz. O geleneğin son temsilcisi Süleyman ağabey. Kendisini ikna etmeniz kolay olmamış.3 yılımı aldı. Farklı mecralardan da kendisine kitap ve belgesel teklifleri gelmişti aslında ama o her defasında ikircikli davranıyordu. Farklı dönemlerde hayatında girmiş isimlerin bazılarını yıllar sonra hatırlamayacağını, bu yüzden haksızlık edeceğini düşünüyordu. Bir nezaket, duyarlılık vardı reddedişinde.Nasıl kabul ettirdiniz peki?Bizimle paylaşacağı her şeyin sağlamasını yapacağımızın garantisini verdik. Hakikaten de öyle oldu.Kitabınızı aynı zamanda Beşiktaş tarihi olarak da okumak mümkün.Kesinlikle. Zira 110 yıllık tarihin 70 yılında Seba var. Süleyman ağabeyin hayatına değen bütün insanlara yer vermeye çalıştık. 12 Eylül belgeselinde olduğu gibi 100 kişiyle konuştuk.Peki Süleyman Seba pek çok erdemli unsuru içinde barındırmasıyla açıklanan “Beşiktaşlılık duruşu”nun neresinde yer alıyor?Bu duruştaki bütün vasıfları üzerinde toplamış bir isim Seba. Ve eğer Beşiktaş duruşu diye bir şeyden bahsedeceksek bu aslında Süleyman Seba duruşudur diyebiliriz.Beşiktaş tarihini iyi bilen biri olarak duruşta zamanla değişim oldu mu sizce?Birkaç örnekle anlatayım. Bir maçta da Beşiktaş taraftarı Ali Şen’e küfürlü tezahüratta bulunuyor. Seba birkaç kez uyarıyor, kesilmeyince gidip taraftarın arasına oturuyor. Taraftar Seba’ya saygısından susmak durumunda kalıyor. İzmir’de Trabzon ile kupa maçı oynanıyor. Kupayı Beşiktaş alıyor. İki takım aynı uçakla İstanbul’a dönecek. Seba kaptanı yanına çağırıyor ve “Rakibimiz burada, sakın sevinmeyin.” diyor. Geçtiğimiz haftalarda oynanan Beşiktaş-Elazığspor maçında da Bilic yedek kulübesine dönüp futbolcularına sevinmemelerini söyledi. Çünkü Elazığ küme düşecekti. Belli ki kulübün dokularına sinmiş bir gelenekten bu.Kitap için görüştüğünüz kişiler arasında kulüp başkanları, futbolcular, siyasiler, Süleyman Seba’nın beraber yöneticilik yaptığı isimler var vs. En çok kimin anlattıkları şaşırttı sizi?Futbolcularınki. Düşünün hiç soyunma odasına inmemiş bir başkandan söz ediyoruz. Takımda 11 yıl bilfiil oynayan futbolcuların bile “Ne anlatalım, bizimle o kadar az temas ederdi ki” cevabı karşısında bir hayli şaşırdım. Günümüz teknik ya da idari yönetiminde bulunmayan bir özellik.Bu seneki Beşiktaş’ı nasıl değerlendiriyorsunuz?Yıldırım Demirören’in ayrılmasıyla Beşiktaş büyük bir boşluğa düştü. Bu mali ve ahlaki bir boşluktu. Son sekiz yılda hem değerleri aşındı, hem iflas noktasına geldi getirildi. Fikret Orman böylesi bir yükü omuzladı. Beşiktaş bunca sıkıntıyla bu sene ikincilik için çabaladı, olmadı.RAPORTÖRÜ ARAŞTIRACAĞINIZA DÖNÜN BİR KENDİNİZE BAKINBirkaç hafta önce Freedom House Türkiye’deki basın özgürlüğüne dair bir rapor hazırladı. Ancak kimi çevreler raporun ne dediğinden ziyade raportör ve kurumun kendisi ile ilgilendi.Diyelim ki basın özgürlüğünde Türkiye şu anda 154. sırada. Ki ertesi yıl büyük ihtimalle bunun altına düşecek. Zira rapor açıklandığında henüz Twitter ve YouTube yasakları çıkmamıştı. Böylesi keyfi tasarruflarda bulunup bunu da ezilmiş Türk’ün meydan okumasına dönüştürürseniz aslında o sırada özgürlükleri de kısıtlamış oluyorsunuz. Bu imaj kaybı ve demokrasi çıtasına da büyük bir zafiyet olarak geri döner. Raportörün kim olduğunu bulmakla uğraşacağınıza önce dönün bir kendinize bakın. Kaldı ki bu, Freedom House’un Türkiye için hazırladığı ilk rapor değildi. Öncesinde de benzer raporlar hazırlanmış ve onlar olumlu olduğu için sahiplenilmişti. Üstelik referans alınarak “Bakın Türkiye’de demokrasi çıtası nasıl da yükseliyor, özgürlükler geliyor” denilmişti. Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun “Gazeteciler bu rapora itiraz etmeli.” yorumunu nasıl değerlendiriyorsunuz?Sayın Bakan’dan ziyade bu önerme doğrultusunda durumdan vazife çıkaran kimi gazetecilerin uzun yazılar yazmasını tartışmalıyız. Zira şık olmadığı kanısındayım. Ben o arkadaşlarımın yerinde olsaydım böyle bir fikirleri varsa bile Bakan’ın bu yönlendirmesinden sonra oturup bir kez daha düşünürdüm. Herkesin siyasi görüşü ve inanışı var ancak bu gazetecilik mesleğinin önüne geçtiğinde artık yapılan iş gazetecilik olmaktan çıkıyor. Sadece siyasal iktidara yakınlık değil muhalif olma anlamında da.Sizce medya nasıl bir kırılma yaşanıyor?Temelde iki kırılma zaten vardı. Hükümete yakın olan ve mesafeli duranlar. 3. kırılma ise dershaneler süreciyle başladı. Hükümete yakın olan medya ile hükümet belli bir yol ayrımına geldi. Oysa o güne kadar mesafeli duran medyaya karşı yolun düzleştirilmesinde birlikte hareket edilmişti. Bu yol ayrımında yaşandı 3. kırılma. Mesafeli duran medya ikilemi ortadan kalktı. Yerine paralel devlet-hükümet ikilemine dönüştürüldü.Yolun düzleştirilmesine yardım edenlerden kastınız Zaman Gazetesi mi?Zaman’ın Gezi haberlerini hatırlıyorum. Gezi sürecine ve muhalif çevrelere ne kadar mesafeli durulduğunu da. Bugünkü konjonktür hükümetle Hizmet Hareketi’ni ayrıştırdı. Bu ayrışmanın sonucunda muhalif dil kendiliğinden oluştu. Oysa medyanın işi muhalif bir dil oluşturmak değil gazetecilik dili geliştirmek olmalı. Bu yüzden geçmişte Zaman’ın o yolun düzleştirilmesinde hataları olduğu kanaatindeyim.28 Şubat belgeselini hazırlarken Hizmet Hareketi’ni yakından araştırdınız. Hizmet Hareketi’ne mensup insanların haşhaşi, virüs vs. gibi kelimelerle yaftalanması hakkında yorumunuz nedir?Yalnızca araştırmakla kalmadım, merhum Mehmet Ali Birand ile Fethullah Gülen’le röportaj yapmıştık. Muhatabınızı ötekileştiren bir dil kullanıp bazı kavramlarla tanımlamaya başladığınızda şöyle bir ikilemle karşı karşıya kalıyorsunuz. Geçmişte “gel gel Türkiye’ye gel” diye çağrı yaptığınız biri için şimdi “Biz onu Amerika’dan istettik” dediğinizde bu bir samimiyet sınavı oluyor. Doğru bulmuyorum. Sadece Fethullah Gülen’e özgü bir şey de değil. Geçmişte de başkaları böyle ötekileştirildi. İnsanları kendi dünya görüşleri ekseninde değerlendirmeyi -bu dünya muhalif olabilir- muhatabınıza değer vererek polemik yapmayı öğrenmeniz gerekir. Bu yüzden öfkeyi hitabet sanatı olmaktan çıkarmak gerekiyor.Peki Başbakan’ın paralel devlet söylemine inanıyor musunuz?Bu yapay bir tanım. Bu da bir algı operasyonu. Ötekileştirmenin ve muarızını düşman ilan etmenin bir yolu. Madem bunlar paralel devletti, kaç yıldır neden birlikte hareket ettiniz, diye bir soru sorulduğunda “kandırıldık” deme hakkına sahip değilsiniz. “Ne istedilerse verdik.” sözü de bana ait değil.Hastalığında Birand’ın yanında olmadığım için kendimi affetmiyorum28 Şubat belgeseliyle ilgili haksızlığa uğradığınız gerekçesiyle Mehmet Ali Birand’a iki dava açmıştınız. Ne oldu o davalar?Mehmet Ali Bey’in vefatından sonra o davaları geri çektim. Şu anda yalnızca 32. Gün’den ayrılmak zorunda bırakıldığımda hak ettiğim 15 yıllık ödenmeyen bir tazminat almaya yönelik bir dava devam ediyor. Benim açımdan bu davaları açmak entelektüel bir itiraz, bir hesaplaşmaydı. Emeğimin, alın terinim kayıt altına alınmasıydı. Ancak artık Mehmet Ali Bey yok. Beni bugüne getiren bir meslek büyüğüm olarak anıyorum kendisini ve öyle kalmasını istiyorum.Programdan ayrıldıktan sonra 15 yıllık eşimden boşanmış gibi hissettim şeklinde bir açıklamanız olmuştu. Hâlâ içiniz buruk mu?Üzüntü ve pişmanlıklar diyelim ona.Neden pişmansınız?Hastalığı döneminde Mehmet Ali Bey’in yanında olamamaktan duyduğum bir pişmanlık. Gururumun esiri oldum, gidemedim. Biraz da ayrılış biçimimizdeki nahoşluktan kaynaklandı sanırım. Ancak bu, hayatım boyunca benimle yaşayacak bir pişmanlıktır, kendimi affetmiyorum.Acılarda ortaklaşamıyoruzGeçtiğimiz hafta Soma’da yaşanan maden faciasından siyasilerin ve medyanın tavrını nasıl buldunuz?Toplumsal kutuplaşmadan medya da nasibini aldı. Ben genelde merkez medyanın sorumlu ve iyi gazetecilik performansı gösterdiğini düşünüyorum. Ancak kimi refiklerimiz açısından dramatik ve hakikaten düşündürücü bir zihniyetin bu faciada da galebe çaldığını gördük. Düşünün bir danışman halka yerde tekme atıyor, köşe yazarı “ayağına sağlık” diye yazıyor. Başbakan ile ilgili tokat iddiası o vatandaş “evet, bana tokat attı” dediğinde değil, “atmadı, ben yanlış görmüşüm” dediğinde haber olabiliyor.Hayatın Tanığı ve Habere Dair programlarını Soma’dan yaptınız. İzleniminiz neydi?Alabildiğine kasvet, acı ve hüzün her yere sinmişti. 17 Ağustos’tan bu yana görmediğim, tanık olmadığım bir travma. Zira öyle bir felaket ki sadece o şirketin daha çok kazanç ihtirası değil, devletin emekçilere dönük duyarsızlığı, pervasızlığı, hukukun iş kazalarını adeta görmezden gelmesi ve medyanın çalışanlara haber önemi atfetmemesi ile ortaya çıkan bir vicdanî sorumluluktan söz ediyoruz. Acılarda ortaklaşamıyoruz. Bu çok vahim bir gelişme.

Ruh sağlığımız derin darbe aldı

0
0
Son birkaç yıldır toplumsal olayların ardı arkası kesilmiyor. Türkiye’de her toplumsal ve siyasi olayın, eylemin, hatta insani olan ölümlerin arkasından hep Gezi tarzı bir sokak hareketi çıkacağı ve akabinde darbe olacağı yorumları yapılıyor.Darbeden marjinal gruplara, oradan dış mihraklara, faiz lobisine, oradan da Otpor’a uzanan eşsiz bir beyin jimnastiği örneği sergileniyor. En son örnek ise daha acısı taze duran Soma faciası. Maden kazasının ilk günlerinde ‘yıldönümünde ikinci bir Gezi geliyor’ ve ‘AKP’ye bir darbe girişimi’ olduğu yorumları yapıldı. İktidarın kanallarında, gazetelerinde ise gazeteciler ‘301 işçi üzerinden hangi darbe gerçekleştirilmek istendi?’ sorusuyla paranoyayı dile getirdi. ‘Darbe’ kavramı da bu kadar sık kullanılınca doğal olarak tahrifata uğruyor ve yakın siyasi geçmişte acı dolu günlerin sembolü asıl anlamından uzaklaşıyor. Konuyu bir de siyaset bilimci ve gazetecilerin yorumları üzerinden anlamaya çalıştık. Türkiye’deki korku ve paranoya siyasetinin iki temel nedeni olduğunu söylüyor Ankara Strateji Enstitüsü’nde Doç. Dr. Haluk Özdemir. Birincisi, Gezi ile başlayan toplumsal dinamikleri iyi okuyamayan iktidarın bu sürecin sonlanmadığını düşünmesi. Özdemir’e göre, Gezi’nin yarattığı yeni siyasal dinamikleri anlayamayan siyasiler, bunu bir darbe ya da komplonun parçası olarak gösterip pasifize etmeye çalışıyor. İkincisi ise, iktidarı sürdürmenin ve pekiştirmenin bir yolu olarak korku ve paranoya siyasetine bilinçli olarak başvurulması. Gazeteci yazar Hayko Bağdat da iktidarın, sahip olduğu gücün en ufak bir geriye gidişinde ‘Seçimde konuşalım, sandıkta konuşalım’ diye saldırganlaştığını düşünüyor. Kadir Has Üniversitesi Uluslararası İlişkiler öğretim görevlisi ve gazeteci Soli Özel ise darbe paranoyasının, korku siyaseti ve darbe söylemleriyle toplumu sindirme girişimi olduğu kanaatinde.Başbakan uyuyor olsaydı darbe olacaktı!7 Şubat 2012 günü özel yetkili savcı Sadrettin Sarıkaya, MİT Müsteşarı Hakan Fidan, eski müsteşar Emre Taner, eski müsteşar yardımcısı Afet Güneş ve iki MİT görevlisini telefonla arayarak KCK soruşturması kapsamında ifadelerini almak istediğini bildirdi. Bunun hükümete karşı bir darbe girişimi olduğuna yönelik yayınların arkası kesilmedi. Başbakan ameliyat masasındayken ‘7 Şubat kalkışması’nın yapıldığı yazdıldı. “Başbakan 45 dakika daha erken uyutulsaydı, uyandığında kolunda kelepçe olacaktı!” tezi sıkça dile getirildi. Ancak Başbakan bahsettikleri ameliyatı 26 Kasım 2011’de olmuştu. Üstelik Erdoğan 7 Şubat’ta parti grubunda, 8 Şubat’ta ise valiler toplantısında uzun konuşmalar yaptı. Hukuken Başbakan’ın yargılanması bırakın özel yetkili bir savcının, Yargıtay başsavcısının bile yetkisinde değil. Ancak tüm bu gerçeklere rağmen 7 Şubat havuz medyasında bir ‘kalkışma’ ve ‘darbe’ olarak anılmaya devam ediyor.Bir darbe kokteyli: Dış mihrak, faiz lobisi ve OtporHükümet ve hükümete yakın çevreler ilk günden itibaren Gezi’nin bir darbe olduğunu zikrediyor. Gezi olayları o günden bu yana birçok ithama maruz kaldı. Darbe, dış mihrakların oyunu, faiz lobisinin isteği ve Otpor gibi bir yığın komplo teorileriyle anıldı. Basına yansıyan Gezi’ye darbe davası hazırlığı yapıldığına yönelik haberler ise bundan sonra yapılacak her sokak hareketinin ‘darbe’ yaftası yiyeceğini gösterir nitelikteydi. İşin ilginç yanı Gezi olaylarında darbecilere destek vermekle suçlanan Koç Holding’in Yeniköy’deki yeni Ford/Otosan fabrikası bizzat Başbakan’ın katılımıylaperşembe günü açıldı.Yolsuzluktan darbe çıktı!4 bakan ile 3 bakan çocuğunun ve İranlı işadamı Reza Zarrab’ın aralarında olduğu isimler hakkında rüşvet, görevi kötüye kullanma, ihaleye fesat karıştırma ve kaçakçılık suçlarını işledikleri iddiasıyla yürütülen soruşturma bir anda ülkede cadı avına ve sürgün operasyonuna dönüştü. Olaya dair suçlanan kişilere ait olduğu iddia edilen ses kayıtları, bilgi ve belgenin aydınlığa çıkarılması beklenirken o günden bu yana soruşturmayı başlatan savcı ve yürüten polisler ya görevden alınıyor ya da görev yeri değiştiriliyor. 17 Aralık’ın darbe olarak anılmasında ise Başbakan’ın 31 Aralık 2013’teki “Millete Hizmet Yolunda” konuşmasında rüşvet ve yolsuzluk operasyonunu yargı darbesi olarak değerlendirmesinin büyük etkisi var.Pamir’in kaybolması Gezi ruhunu hortlatacak3 Nisan 2014 tarihinde evinin yakınlarında kaybolan 3 yaşındaki Pamir’in olayı da ‘darbe’ etiketinden nasibini aldı. Pamir’in yan villanın bahçesindeki havuzundan cansız bedeni çıkana kadar, aramalar boyunca çocuğun babası Gezici, evi 3. köprüye yakın olduğu için yeni bir çevreci hareket başlayacağı, bunun iktidarı devirmeye yönelik bir darbe girişimi olduğu yönünde vicdansızca yorumlar yapıldı.Milli iradeye grizu saldırısı!301 maden işçisinin hayatını kaybettiği Soma faciası üzerinden de hükümetin devrilmek istendiği havuz medyasında dile getirildi. Başbakan Erdoğan’ın Soma ziyaretinde acılı şehit yakınlarının kendisine yönelik protestosu bu çerçevede değerlendirildi. Başbakan müşavirinin yerde yatan madenciye tekmeleri ve Başbakan’ın arkasında koruma ve polis ordusu varken bizzat bir vatandaşı tokatlaması bir kenara ‘301 işçi üzerinden hangi darbe gerçekleştirilmek istendi?’ sorusu gelinen akıl oynatmasını gösteriyordu.İktidar her eylemi bir darbe girişimi olarak görmeye devam edecekSoli Özel (Gazeteci-Kadir Has Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Öğretim Görevlisi): AK Parti, iktidarının meşruiyetinin sorgulanabileceği tek yerin sandık olduğunu iddia ediyor. Bir kere her toplumsal olay ya da her sokak hareketi, her eylem darbe girişimi değildir. Siyasilerin bu zihniyeti terk etmesi lazım. Gezi gibi demokratik isyanlar veya yargının yolsuzluğu araştırması darbe denmek suretiyle gayrimeşru gösterildiği için demokrasi ve hukuk devleti kavramları önemini yitiriyor. Gezi’ye baktığımızda Gezi’nin örgütsüz olduğunu söyleyenler oldu. Oysa Gezi gerçekten neyi istemediğini, nasıl bir ülkede yaşamak istemediğini bilen ama bunun yerine koyacak bir projesi olmayanlardan oluşan bir hareketti. Bir anlamda iktidara “Bu şekilde devam edemezsiniz, etme” şeklindeki bir işaret fişeğiydi. 50’li 60’lı yıllar ve sonrasına baktığımızda önce sokak hareketleri, çatışma, huzursuz bir toplum ve sonrasında darbe geldi. 60’tan sonraki darbeler de hep önce sokak hareketleriyle geldi. Bu kaygıya sahip bir güruh var. Ama ben tarihin tekerrür ettiğini düşünmüyorum. Toplumsal hoşnutsuzlukların dile getirilmesinden memnun olmayan iktidar ne yazık ki her defasında bu eylemleri, olayları bir darbe girişimi olarak görmeye devam edecek. Giderek yönetilemeyen bir Türkiye ve yönetemeyen bir lider duruyor karşımızda.Darbe paranoyası ve korku pompalanıyorDoç. Dr. Haluk Özdemir (Ankara Strateji Enstitüsü): Siyaset biliminde darbe paranoyası ve korku pompalanarak insanları kenetlemeye çalışılmasına “bayrak etrafında toplanma sendromu” deniyor. Yani içeride yapılan tüm yolsuzluk, haksızlık ve yanlış uygulamalara rağmen, dışarıya karşı milli duygular temelinde tüm bunların hoş görülmesi. Bu durum, daha çok savaş dönemlerinde görülse de iç siyaset stratejisi olarak da yaratılabilir. Monica Lewinsky skandalı sırasında ABD’nin Kosova’daki Sırpları bombalaması gibi. Gezi olaylarından sonra Türkiye’de çok farklı dinamikler harekete geçti. Yeni neslin politizasyonuna şahit olduk ancak bu aşamalı bir politizasyondan ziyade bir patlama şeklinde gerçekleşti. Doğrusunu söylemek gerekirse iktidar bu siyasi gelişmeleri hâlâ yanlış okumaya devam ediyor. Hükümetin yanlış adımları, her fırsatta sokağa dökülmeye hazır bir kitle yaratmış durumda. Her olayın bir sokak hareketine dönüşeceğinden korkulmasının nedeni de bu. Korkular, yolsuzluk iddialarından daha ağır bastığı için AKP yerel seçimlerde bu kadar başarılı oldu. Halkın önemli bir kısmı, tüm bu olayların (Gezi, yolsuzluk ve Soma’daki protestolar) Tayyip Erdoğan’ı yıpratmaya yönelik bilinçli bir komplonun parçası olduğuna inanıyor.‘Biz güç kaybedersek size zulmedecekler’Hayko Bağdat (Gazeteci- yazar): İktidar eski devletin öğrettiği şeyi yapıyor. Öldürülenlerin niye öldürüldüğünü anlatmaya devam ediyor. Israrla 15 yaşında çocuğun cebinden çıkan misketlerle annesini yuhalatıyor. Ölümü hak eder pozisyonda olduğunu hatırlatıyor. Roboski’de ölenlerin kaçakçılığından, Soma’daki madencilerin ise ölüme mahkûm olduklarından dem vuruyor. Kendi tabanına bu zulmün hak olduğunu anlatmaya çalışıyor. Kendi tabanını da sertleştiriyor. Bu iktidarın, gücünü biraz kaybettiğinde ne kadar canavarlaşacağını nasıl şirazeden çıktığını gösteriyor. “Biz güç kaybedersek muhafazakâr kesime zulmedecekler, tekrar kadınların başörtüsü çekilecek, tekrar camiler ahıra dönüşecek.” diyerek korku pompalıyorlar. Bu iktidar giderse başımıza felaketler gelecek algısıyla insanlar gaddarlaşıyor. Bu hayırlı bir gidiş değil. Ama Başbakan bu politikadan kazançlı çıktığını gördü. Bakın danışman kadrolarına, uçağında yolculuk yapan gazetecilere zihniyet ortada. Irkçılık yapan, tekme atan tutarsız isimlerle dolu. Bu harekete yön verecek aklıselimler de artık değersizleşti.

Acıları didik didik etmek

0
0
Olay yerinde onlarca röportaj yapıldı. Kime mikrofon uzatılsa çaresizlik vardı. Muhabirler biraz da olayın vahametini yansıtma kaygısıyla mağdurları konuşturma çabasında.Ancak uzmanlar bu sırada kazazedelerin psikolojisinin göz ardı edildiği görüşünde. Röportajlardan biri; altı saat üzerine kurtulan işçi hava borusunu delerek hayatta kalabildiğini söylüyor. Muhabirin sorusu ise şu; ‘Öleceğini hissettin mi?’ Yine tek kelimelik bir cevaptan sonra bir soru daha: ‘Hava borusuyla bir tek sen mi kurtuldun, arkadaşların ne yaptı?’ İşte bu sırada işçi, bir arkadaşının biraz nefes alabilmek için ondan boruyu vermesini beklediğini anlatıyor. Muhabir, çok acıklı bir hikâye yakalamanın heyecanıyla, ‘Ona boruyu verdin mi, versen sen nefessiz kalacaktın.’ deyiveriyor. İşçi boruyu arkadaşına vermeyi denemiş ancak kendisi nefes alamadığı için geri almış. Bütün bunların sonunda başsağlığı dileyip sessizce ayrılmak da var. Ancak bitmiyor sorular; ‘O öldü mü, gözünün önünde mi öldü, çok yakın arkadaşın mıydı? Sen ne hissettin ona boruyu vermezken? Son konuşmanız ne oldu?’ Hayata döneli daha bir saat olmamış bir insana deyim yerindeyse işkence yapmak. Hâlbuki ‘İş güvenliğimiz yok, hayatımız tehlikede’ derken bu kadar heyecanla dinlenmemişti hiçbiri. Gazeteciliğin kuralları arasına kim koymuş bilinmez, birileri ölmeden bu tür şeyler haber değeri pek taşımıyor. Ama tam 301 can kaybıyla kapatılan maden artık yeterince haber değeri taşıyordu. Şimdi sıra madenin çıkışına konuşlanarak hayatta kalabilenlerin ve ailelerinin acılarını didik didik etmeye gelmişti. Nefes almaktan bile mahrum kalan bir insanın düştüğü hal gazeteciye bir türlü yeterli gelmiyor. Arkadaşının da nasıl havasız kaldığını, nasıl öldüğünü anlatmasını istiyor. Tek kelimelik cevaplara ‘yahu biraz anlat da hikâye çıksın’ dercesine ısrarlı sorular yöneltiyor. Oysa uzmanlar, her mesleğin bir etiğinin olduğu gibi medya etiğinde de bu tür soruların kabul edilemeyeceğini söylüyor. Felaket anlarında ve ölümlü olaylarda kazazedenin zaten bir travmadan geçtiğini, ona yöneltilecek her sorunun ruh halinde ömür boyu sürecek izler bırakabileceğine vurgu yapılıyor. Olması gereken ise ekran başındakilere daha çarpıcı hikâyeler ulaştırmak için bir insanın dahi hayatını hafife almamak. Bu yaklaşımın hiçbir yapıcı tarafı olmadığını söyleyen Uzman Psikolog Prof. Özcan Köknel ise ‘Başkalarının ilgisini çekmek için kişi veya kişiler ziyan ediliyor.’ görüşünde. Böyle bir olaydan sağ kurtulana bu soruları sormak ise o travmayı sürekli yeniden yaşatmak anlamına geliyor. Şok yaşayan kişiye bunu atlatması için yardımcı olmak gerektiğini, Soma’da ise tam tersi olduğunu anlatan Köknel, “Zaten bir olayı üzerinden atmaya çalışıyor. Birileri de sürekli yanındaki ölürken sen ne yaptın diye soruyor. Bunlar olacak şeyler değil.” diyor. Köknel, “Eğer mesleği icra ederken etik kurallara uymuyorsa ne kadar başarılı ilan edilirse edilsin, o insan hiçbir şey yapmıyor demektir.” görüşünde. Medya etik kurallarından biri de hayatını kaybedenlerin görüntüsünü belli bir mesafenin yakınından çekmemek. Ve insanın çaresizliğini çok fazla afişe etmemek. Zira gelişmiş ülkelerdeki can kaybının çok olduğu bu tür olaylarda ölen insan görmek neredeyse imkânsız. Özellikle bedeninde kazadan kaynaklı görüntüler varsa bu konuda daha çok hassasiyet gösterilmesi bekleniyor. Ancak Türkiye’de bu kurala çok fazla riayet edilmiyor. Soma örneğinde de ölü ve yaralı insanların yüzüne odaklanmış sayısız fotoğraf ve video çekimi vardı. Eleştirilen bu manzaraların haberciler açısından haklı gerekçeleri de olabilir elbet. Durumun vahametini gözler önünde sermek adına, iyi niyetle yapılan çalışmalardı belki de. Ancak Psikolog Özcan Köknel, zaten olan trajik bir manzaranın ayrıntılarına kadar gösterilmesinin toplum nezdinde hiçbir faydası olmadığı görüşünde. Bunun yerine bir daha böyle bir kaza yaşanmaması için yapılması gerekenlere odaklanmak ise herkesin faydasına olacak bir habercilik anlayışı.Özel yaşamlarını afişe etmek rencide ediciÖzcan Köknel’in dikkat çektiği noktalardan biri de kişilerin her ne olursa olsun özel yaşamlarının ifşa edilmemesi. Kaza anlarında kameraların önünde kazazedeye özel hayatıyla ilgili soruların sorulmasını doğru bulmayan Köknel, “Ama Soma’daki işçilerin hayatı didik didik edildi. Ona özel yaşamıyla ilgili sorular soruyorsun. Cevaplamak istemese bile mahcubiyetten cevaplar.” diyor. Bıktırıcı sorulardan biri de mağdurların maddi durumlarıyla ilgili olanlarıydı. İşçilerin zor ve yoksunluk içinde bir hayat sürmesi Türkiye’nin ezberlenmiş bir gerçeği. Onlar adına kurulmuş sendikalar bile işçilerin yoksunluk içinde yaşamasını sorun olmaktan çıkarmış durumda. Bir insan eğer işçi ise çocuğunun ihtiyaçlarını karşılayamamasını herkes gayet normal karşılıyor artık. Onların sorunları çok da gündemimizde değil kısacası. Ancak Soma faciasında sanki bu gerçek yeni keşfedilmiş gibi insanların özel hayatları üzerinden isimlerini de ifşa ederek ‘Bin 400 lira ile 6 kişiyi geçindiriyor.’ ‘Kredi borçları yüzünden çalışıyor.’ türünden haberlerin ardı arkası kesilmedi. Üstelik onların da dâhil olduğu bir eş dost çevresi olduğu ve onurlarının kırılabileceği hesaba katılmadan. Bunlardan biri de bir futbolcunun kazadan sağ çıkan Murat Yalçın’ın borçlarını ödediğiyle ilgili olanıydı. Bu haberden sonra gazetecilere açıklama yapan aile futbolcunun kendilerini aradığını, yardım teklifinde bulunduğunu ancak borçlarını ödemediğini söyledi. Haberlere çok şaşırdığını söyleyen Murat Yalçın, “Kendisi beni aramış olabilir ama benim kredi ya da ev gibi bir borcum yok. Evimin ufak tefek masrafları oluyor ama kendi borcumu ödüyorum.” sözleriyle rahatsızlığını dile getirmişti.

Uzaklardan görünmeyen Soma

0
0
Bizim için hayat akıp giderken, Somalılar kazayla ortaya çıkan rakamların denklemini çözmeye çalışıyor. 301 ölüm, 432 yetim, en az bin liralardan başlayan borçlar, günlük 40 lira yevmiye, sabah 08.00’de başlamış görünüp 04.30’da başlayan mesai. Soma için ölüm değilse de maden kader...“Bu gölgeye asmalık derler.” Kuyumcu Halil ile asmalık gölgesinde oturuyoruz. Bu oradan ikinci geçişim, “İlle” diyor, “bir çay iç.” Bir gün önce bana madeni anlatırken, “Zordur ama iyidir şartları” demişti de benden, “40 metrekare dükkândan bakınca iyi tabii.” cevabını almıştı, içine dert olmuş.Soma’nın çarşıları, sokakları, yolları boyunca durduğunuz her vitrinin üzerinde A4 kâğıda her biri başka başka taziye mesajları asılmış. Hiçbir şey bilmeseniz, hiçbir şey okumasanız, bu A4 kâğıtlara sığan acının boyutunu da anlamaz geçer gidersiniz. Oysa, hayat devam ediyormuş gibi görünüyorken, bambaşka bir dertle sınanıyor Somalılar. Kuyumcu Halil anlatsın:“Burada iş yok. Ekmek yok. Tarım yok. Bizim Akhisar’a doğru çiftliğimiz var, babalarımız zamanında yatırım yapıp başka işlere yönelmiş. Ama cahil kaldın mı, elin ekmek tutmadı mı, bir ustalık bulmadın mı, n’apacaksın? Maden kader bir yerde. Yoksa hangi sırım gibi çocuk askerden geldiği gibi, koşa koşa kapısına gider. Zaten o enerjiyle ‘yaparız’ diye koşuyorlar ya…”Düğün mevsimi açılmış, içi boş beşi bir yerdeler vitrinde salınırken, Halil de bana anlattığı kader çarkını kırmanın güveniyle, “Değil mi?” diye soruyor. 22 yaşının sefasında acı geçer sanmalı insan.301 madencinin özgül ağırlığıBu cümle, benim değil. Günlerden salı. Henüz tutuklamalar netleşmemiş. Herkesin dilinde tek bir isim var, Ramazan Doğru. İşçiler adliye binasının çevresinde harelenirken, bir elektrik direğinin dibinde Hasan ile sohbet etmeye başlıyoruz. Hasan, İmbat’tan emekli. Soma’ya gidenlerin üç saatte aşina olacağı kavramların başında İmbat geliyor, burası madenlerin içinde tercih edilebilir olanı.Bütün işçiler “İmbat iyi” diye giriyor söze. Niye iyi? Çalışma saatleri daha düzenli. Sürekli başlarında dayıbaşı ya da çavuş dikilmiyor. Yine bir işçinin deyimiyle “Allah korkusu var.” Soma’da tek gerçek, Allah korkusu.Devletin yılda bir ziyaret eden, gelişini bir hafta önce haber veren, işverenin ‘görsün’ diye temsili kömür vagonları hazırladığı, takım elbisesine zeval gelmesin diye 300 metreden aşağısına inmeyen, madencilerin çalıştığı yerleri rüyasında bile görmeyen denetçilerinden korkulmadığı ortada.Hasan’a geri dönelim. “301 madencinin özgül ağırlığı nedir ki?” diye sorup ellerini havaya doğru açıyor: “pufff”. Neden bu kadar umutsuz?Savaştepeli Ahmet Avcı’nın eşi Binnaz Avcı (45) dört çocuğuyla yalnız kaldı... “Kapanır bu dava. Bu arkadaşlarının aileleri de öylece ortada kalır. Karadon’da ne oldu ki? İnsanlar çalışmak zorunda. Acı ama öyle. İstanbul’dan Ankara’dan başka görüyorsunuz ama Soma’nın gerçeği al işte sana çarşı, al işte sana tarla. Gidip gidebileceğin yer belli. En uzun yol madenin yolu. Bugün ‘Madeni kapatacağız’ deseler, ilk itiraz buradan gelir.” Arkamızda sendika binası var, dönüp dönüp ona söylüyor. Yanındaki Ahmet arada giriyor söze, “301 kişi ölmüş derlerken, sendika nedir ki? Defolup gitsinler…”İşin sorumlusu tabiat ana… Mı?Cengiz, mühendis. Ağzı tuğlayla örülen madene kuşbakışı baktığımız yerde yanımıza geliyor. Elimizde fotoğraf makineleri, belli gazeteciyiz.Yeraltı ve yerüstü... Gece ve gündüz gibi önemli iki kavram madende. Yeraltında çalışırsan, 12 yılda emeklilik hakkın oluyor, yıpranma payından. Yerüstünde çalışırsan, emeklilik süren uzuyor ama kömür solumuyorsun, sıcak korlar yakmıyor elini, her gün madene helallik isteyerek girmiyorsun. İkisinden birini seçmek gerek. Bir trafik kazasında beyin travması geçiren Cengiz, yer üstünde çalışan mühendislerden. Kendi anlatımıyla, “mezun olur olmaz buraya koşmuş, çok çalışmak istemiş.” Daha başlayalı bir yıl bile olmadan kaza olunca açıkta kalmış.“Yarı mekanize olduk, güvenlik sağlandı, santralden gelen küller hep yangın ihtimaline karşı hazır tutuldu, zaten lokal yangınları anında önlüyorduk.” diye anlatıyor. “Ya peki kaza nasıl oldu?” “Bu işin tek sorumlusu var, tabiat ana.” diyor. “İyi de sel değil, fırtına değil, deprem değil, göçük değil” diyemeden, başka bir mühendis geliyor. “Siz işinizi yapıyorsunuz biliyorum, kim bilir nereden geldiniz ama bizi de anlayın, çekim yapmayın.” diye rica ediyor. Bir dileği daha var, “basın abartmasın.” Gayri ihtiyari gülüp, “301 kişi ölünce mecbur abartıyorsunuz.” diyorum. Bana teminat olarak kendini gösteriyor, “Sıkıntı olsa biz çalışır mıyız?” Madende tek geçer akçe can. Yemin de can üzerinden, iş de, ekmek de... Köseler köyünden 14 madenci şehit olmuş. Onların yetimi 30 çocuk, pilav yiyip ayran içerken misafirleri inceliyor.Lokma getirsem, yer misin?Köseler, Soma madene iki saat mesafede. Kınıklı’dan sonra daralan, genişleyen yollardan köye varıyorsunuz, 80 kilometre. Köyün tek geçim kaynağı madende, 14 kişi ölmüş. Kalanlar 1 Haziran’a kadar raporlu. Hergün servis gelip 5’te alıyor, 6’da bırakıyor. Ama bakarsan çalışma saati 8’den 4’e.Girişte bir kahve var, orada da taziyeye gelenler... Aile Hekimleri Derneği’nden Barkın Akıncılar, yedi gündür burada. Günde üç sefer geride kalan hamile eşleri kontrol ediyor, kayıp yakınlarına sakinleştirici veriyor, sağlık durumlarını izliyorlar. Akıncılar’a göre bundan sonra en önemlisi psikolojik destek.Köy muhtarı sürekli, “Bir ihtiyacınız var mı?” diye gelen telefonlarla bölünen konuşmada herkese aynı şeyi söylüyor... “Teselliye ihtiyacımız var.”Yalnızca bu köyden 30 çocuk yetim. Çocuklar pilav yiyip ayran içerken daha önce hiç görmedikleri misafirleri inceliyor. 21 talebe tek sınıfta 4’e kadar okuyor. Sonrası için devam etmek isteyen Kınıklı’ya gidecek. Genelde ilkokuldan sonrası gelmiyor.Kadınlar yukarıda bir hayırseverin gönderdiği lokma makinesinin başında oturuyor. Cennet Akgün, “Lokma getirsem yer misin?” diye sorup cevabını beklemeden bir kaseyle geri dönüyor.Oğlu Evren Sarı’yla kızı Şengül Sarı’nın eşi İbrahim kazada ölmüş. 60 yaşında keçi otlatan Cennet için, bundan sonrası belirsiz: “Yine de lokma gönderdiler, sağ olsunlar, unutmadılar. Sonra da unutmazlar, değil mi?” Madenin dertleri 33 yaşındaki Ali Rıza Kaynak’tan: “Kömür de çıkarsan, cüruf da çıkarsan alıcısı devlet. Dolayısıyla işletmecinin tek derdi sürekli madeni çalıştırmak. Sigortalı olmak isteyen madene gidiyor. Sigortası yapılmasa bile, yapılması umuduyla gidiyor. Bir yasa vardı, değiştirdiler ama ondan önce 12 yılda emeklilik alıyorduk, şimdi 20 yıl oldu. Somaspor futbolcusunu yeraltında çalışıyor gösterdiler, bizi göstermediler. Bundan önceki madende altı ay çalıştım, para ödemedi. Aylık bin 500 lira. Hiçbir zaman bu parayı tamamlayamazsınız, insan 1-2 sene içinde hastalanmaya başlıyor. 25 gün çalışırsanız, alacağınız para bin 200. Hastalandınız, rapor alamadınız, yevmiye 40 liraysa, 100 lira keserler aylıktan. Ay sonunda 800-900 geçiyor çoğumuzun eline. Arıza bile olsa, madenin içinde bekleriz düzelmesini. Eskiden tütün tarımı varmış, şimdi para yapmıyor. Hepimiz borçluyuz, mecbur çalışacağız. Bankalar şov peşinde, yine bu sabah borç ödedim. Birşey yapacaklarsa kalanlara yapsınlar. Patron ‘Maliyeti düşürdük’ dedi ya, maliyeti düşürmenin bedeli 301 kişi. Eskiden 3 bin kişinin çalıştığı yerde şimdi 500 kişi çalışıyor. Yemek yok, dinlenmek yok. Madene ancak kahvaltılık götürebilirsiniz, sürekli toz yağar üzerinize, onu da yiyemeden çıktığınız olur.”Tek tesellileri, bayramda tam zamanlı izin. Kahveye gelen bütün işçiler, günlerce süren olağanüstü sıcaktan söz ediyor. O kadar sıcakmış ki, daha madene inemeden sırılsıklam olmuşlar. Kaza günü çıkarken karbonmonoksitten etkilenmemek için terden ıslanan kıyafetlerle kapatmışlar ağızlarını.Madencinin iki hastalığı var: Ciğerde tozlanma, bel fıtığı. Bu iki hastalığın da bildikleri üç tedavisi; zehirlenmeye önlem olarak süt ve yoğurt, bel fıtığına önlem olarak tahtada dinlenmek.‘Son yemeği ekmek arası’Savaştepeli Ahmet Avcu, eşi Binnaz ile dört çocuğunu 45 yaşında, ev borcunu bitirmesine bir yıl, emekliliğine iki yıl kala bıraktı, öldü. Binnaz Avcu, ardından, “Asıl hasta olan bendim, keşke ben ölseydim.” diye gözyaşı döküyor. Ölmeden önceki akşam karı koca çok yorgun oldukları için ekmek arası yemişler çarşıda. Ahmet Avcu, doymamış ama misafir bastırıp da eşi birşey hazırlayamadığı için bir elma yiyip uyumuş.Binnaz Avcu sürekli, “Hakkını helal etmiş midir bana?” diye soruyor.Köy muhtarı, “Bir ihtiyacınız var mı?” diye gelen telefonlara hep aynı şeyi söylüyor: “Teselliye ihtiyacımız var.”‘Tekerimiz patlaktı’Savaştepeli Dayıbaşı’nın ekibinde çalışan 22 kişiden 2’si hayatta. “5 metre gidemedim, kimseyi göremedim.” diyor. “Bizim sadece Soma’mız var. Birlikte yediğim içtiğim insanları kaybettim.” diyor. “Malzemesizlikten bu hale geldik, benim aldığım güvenliği benden sonra gelen çavuş söküyordu.” diyor. “Hadi hadi demekten bıkmıştım. Biz tekeri patlak arabayla benzinliğe kadar değil de yolun sonuna kadar gidelim dedik, böyle oldu.” diyor. Konuşurken, onu şirketin temsilcisi gören arkadaşları, sandalyesini çevirip dönüyor.Soma Mezarlığı’nda henüz mermeri konulmamış taze mezarlar ikişer sıra uzanırken, girişteki eski mezar taşlarında her ölümün bir açıklaması var: “Bronşit denilen zalim geldi başına”, “Kanser denilen zalim geldi başına”. Köseler köyünden Fatma, “Ölüm emir de, sebep lazım.” derken, bunu hatırlayacağım. 301 kişinin mezar taşı için bir sebep var öyleyse, “Maden denilen zalim geldi başına…”

Kurbağa okulu!

0
0
Kurbağa yavruları Kanada’daki Cedar Gölü’nde zambak sapları arasında zigzaglar çizerek ilerliyor.Bu şekilde hayatta kalma ihtimalleri daha yüksek ancak bunlar sadece güvenlik önlemi için bir araya gelmiyor.Grup halinde bir gıda kaynağının kokusunu alırlar, böylece toplu olarak koku duyularıyla yiyeceği daha iyi buluyorlar.İribaşlar otçuldur, sert yüzeylerden algleri kazıyıp beslenirler. Fakat aynı zamanda ölmüş hayvanları dişlemeyi de seviyorlar.Bu gölde genellikle aynı yumurtadan gelen dişi ve erkek kardeşlerin olduğunu belirten bilimadamları, koku duyularını kullanarak kendi akrabalarını tanıyabildiklerine dair kanıt olduğunu belirtiyor.Fakat yakında bu iribaşlar kuyruklarını kaybedecek, akciğerlerinin ve bacaklarının gelişmesiyle birlikte akrabalarını tanıma yeteneklerini de kaybedecekler.

Depolarda çürüyen limonlar güneşte kurutulup yakacak olarak kullanılıyor

0
0
Nevşehir'ün Ürgüp ilçesinde çürük limonlar kurutulup yakacak olarak kullanılıyor. Ürgüp'e bağlı Ortahisar beldesinde dünyanın tüf kayalara oyulu tek doğal soğuk hava deposunda her yıl Akdeniz Bölgesi'nden getirilen tonlarca limon sulanması için bekletiliyor.Satışa çıkmadan önce yapılan ayıklamada yaklaşık 500 tonu çürüğe çıkıyor. Çürük limonlar güneşte kurutulup, fakir ailelere dağıtılıyor. Ürgüp Sanayi ve Ticaret Odası Meclis Başkanı İlhami Yazıcı, "Limonun içerisinde bol miktarda bulunan ispirto nedeniyle yüksek bir ısı kalorisi oluşuyor. Eylül-ekim ayına kadar güneş altında kurutulan limonlar kasım ayı ile birlikte beldede kömür alamayan dar gelirli vatandaşlara yakıt olarak dağıtılıyor." diyor.

Üçüncü köprüde 24 saat mesai

0
0
Üçüncü köprüyü içine alan Kuzey Marmara Otoyolu’nun yapımı hızla devam ediyor. Otoyol inşaatında mesai akşam saatlerinde bitiyor ancak köprünün yapımı 24 saat kesintisiz olarak sürüyor.Köprü inşaatı bölgenin hayatını değiştirmiş durumda. Kuzey Ormanlarını ikiye bölen inşaat, teknik fakülte öğrencilerinin ve köylülerin uğrak mekânı. Öğrenciler inşaatta okul gezisi yaparken Rumeli Feneri köyü sakinleri her gün köprüyü görebilecekleri yere kadar yürüyor. Köprünün açılmasını ve köylerinin değer kazanmasını bekliyorlar.İstanbul Boğazı’nın Karadeniz’e bağlandığı yerde, 210 metre yüksekliğe ulaşan taşıyıcı kuleler yükselmeye devam ediyor. Gece boyu kulelerden gelen tok seslere ormandan kuş sesleri karışıyor. Sabahın ilk ışıklarıyla devasa inşaat gün yüzüne çıkıyor. Köprü ayaklarının en uç noktalarına kurulan her bir şantiyede yerden metrelerce yüksekte 40 işçi çalışıyor. Günde 8-9 saat çalışan işçiler, sadece yemek vakitlerinde aşağıya iniyor. 320 metre yüksekliğe çıkacak köprünün ayakları 4 ay sonra tamamlanacak. Köprüyü taşıyacak halatların yerleştirileceği ankraj kutuları konulmaya başladı. Eğik askı halatlarının kulelere sabitlenmesi için konulan ankraj kutularının en büyüğü, yaklaşık 11 metre yüksekliğinde ve 61 tondan ağır olacak. Her iki yakada toplam 88 adet ankraj kutusu olacak.Otoyol inşaatı ise sabah 8’den sonra başlıyor. Yüz binlerce ağacın kesildiği arazide viyadük ve tünel inşaatları sürüyor. İstanbul’un trafik yükünü azaltmak için yapılan ve ağır yük kamyonlarının yeni güzergâhı olacak otoyol 4 buçuk milyar liraya mal olacak. Otoyol ve bağlantı yolları 115,9 kilometre, kavşak kolları 48,3 kilometre olarak toplamda 164,3 kilometreye ulaşan proje için 490 bin dönüm alanda yol koridoru oluşturulacak. 65 viyadüğün bulunduğu projede yedi tane de tünel inşa ediliyor. Yabani hayatın devam ettiği ormanda hayvanların geçişleri içinse ekolojik köprü yapılacak. 29 Mayıs 2013’te temeli atılan projenin, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın yüklenici firma yetkilileriyle yaptığı pazarlığa göre 29 Mayıs 2015’te tamamlanması bekleniyor. Ancak görülen o ki Ekim 2015’ten önce açılamayacak.

Kızdırmayın kapatırım! [Bizim Köy]

0
0
Sosyal ağların yasaklanması üzerine “Ülkeyi komple kapatsınlar bari!” gibi enteresan fikirler üretenler çıkmıştı ülkemizde.İran bu konuda bizi sollayacak gibi. WhatsApp, Instagram ve Facebook ağlarının CEO’su Mark Zuckerberg’in duruşmaya çağrıldığı dedikodusu yayıldı ülkede. Fars Eyalet Mahkemesi’nce yalanlansa da soru işaretleri devam ediyor. Yetkililer davanın sosyal ağ kullanıcılarının özel hayatlarının ihlal edildiği ve dolandırıldıkları şikayetleri üzerine açıldığını söylüyor.‘Takma dişlerim nerede?’ Arkeologlar insanoğlunun ‘ilk takma dişine ait’ olduğu sanılan kalıntılara ulaştı. Diş implantı, Fransa’da, bir mezarda bulunan Demir Çağ’a ait kadın iskeletinden çıktı. Öldüğünde 30 yaşında olduğu sanılan kadının üst kesici dişinin yerinde demir bir çivi bulundu. Arkeologlara tavsiyemiz kazılarda yine bir takma diş bulunması durumunda etrafına iyi baksınlar. Zira nerede takma dişli bir babaanne varsa orada gece uyumadan dişlerini çıkarıp içine koyduğu bir de su bardağı vardır.Aferin oğlum! ABD’de Kaliforniyalı bir çift, geçtiğimiz yıl köpeklerini yürüyüşe çıkardıkları sırada 1430 adet metal para bulmuştu. 1847-1894 arası yıllara ait paraların biri geçtiğimiz gün açık artırmaya çıkartılırken, geri kalanlar internetten satışa sunuldu. Aralarında nadir altınların da yer aldığı paraların değeri 11 milyon dolardan fazla. Bunun ne kadarı asıl sahiplerine düşer bilinmez ama yıllarca “Akıllı Köpek bilmem kim” diye sıkıcı sinema serilerini yutturan Hollywood’un bize özür borcu var. Akıllı köpek diye ben buna derim işte!
Viewing all 3284 articles
Browse latest View live