Quantcast
Channel: ZAMAN-PAZAR
Viewing all 3284 articles
Browse latest View live

Tebdili kıyafet!

$
0
0
Ağır adımlarla çevreyi dikkatlice incelemediğiniz taktirde, ağaçtaki küçük bir dalın üzerinde dinlenen bu yaprak kuyruklu kertenkeleyi fark edebilmeniz neredeyse imkansız.Kertenkelenin alacalı kahverengi vücudu, pörsümüş büklüm büklüm yapraklarla çok iyi uyum sağlıyor. Yağmur ormanlarının yaprak çöplüğünü ve ağaçları kendine ev yapan bu kertenkele Madagaskar’da yaşıyor. 15 santimetreden daha uzun olmayan kertenkele genellikle böceklerle beslenir. Düz bir kuyruğa sahip olan kertenkele, kamuflaj olmadaki çok üstün bir yeteneğe sahip. Bu özelliğe sadece Madagaskar'da yaşayan kertelene sahip.Resimde görüldüğü gibi biraz korkutucu gibi görünen yaprak kuyruklu kertenkelenin kuyruğunun üzerinde girinti ve çıkıntılar var. Kamuflaj kertenkelenin ilk taktiğiyken yırtıcı hayvanları kandırmak için korkunç görünümlü, parlak kırmızı ağzını ortaya çıkarmak için çenesini kocaman açıyor.

Eğlenceye uçuyoruz!

$
0
0
Havayolu şirketlerinin müşteri memnuniyeti için yaptığı çalışmalarla uçak yolculuğu artık evinizin önünden uçuş sonrası gideceğiniz yere kadar konforlu şekilde devam ediyor.Havayolu şirketleri ile havalimanı işletmecileri, yolculara sunduğu hizmet kalitesini günden güne artırıyor. Hizmet standardı o kadar yükseldi ki, uçak yolculuğu evinizin önünden başlayıp uçuş sonrası havalimanından gideceğiniz yere kadar konforlu şekilde devam ediyor. Hazırlanan özel avantaj paketleriyle, havalimanı ya da şehir merkezi arasındaki transfer işlemleriniz de, son derece lüks araçlarla gerçekleştiriliyor. Bazı havayolu şirketleri ise yolcularına tatil için villa dahi kiralıyor.Seul Incheon HavalimanıUçakla seyahatin çok daha keyifli hale dönüşmesi için el ele veren sektör temsilcileri, özellikle sık seyahat eden yolculara unutulmaz bir uçuş deneyimi yaşatmak amacıyla yoğun çalışma yürütüyor. Bu amaçla hazırlanan avantaj paketleri, yolculara, hem havalimanında, hem uçuşta hem de uçuş sonrası büyük kolaylık ve konfor sunuyor. Bu ayrıcalıklı hizmetlerden istifade etmek için her zaman ücret ödemeniz de gerekmiyor. Bazen bankaların kredi kartları ile bazen de ekstra işlem yapmaksızın havalimanlarındaki özel dinlenme salonlarından veya uçaktaki eğlence sistemleri gibi ayrıcalıklı hizmetlerden istifade edebiliyorsunuz.Havalimanlarında sınırlar zorlandıTürkiye’de özellikle son yıllarda hizmete açılan havalimanları, mimari yapıları ve çevre dostu yeşil bitki örtüsü ağırlıklı görüntüsüyle yolculardan da büyük beğeni görüyor. Güvenlik noktalarındaki hızlı geçiş bölümleri, kuyruk çilesi çekmek istemeyen yolculara kolaylık sağlarken, özel yolcu salonlarındaki masaj, duş, yiyecek-içecek, eğlence sistemleri ile terminal içinde transfer hizmeti sunan mini golf araçları, seyahatleri daha da keyifli hale dönüştürüyor. Yurtdışındaki bazı havalimanlarında sunulan hizmetler ise çok daha ilginç. Örneğin kelebek bahçesi ve Japon balığı havuzuyla tanınan Singapur Changi Havalimanı, her yıl 50 milyonun üzerinde yolcu ağırlıyor. Her yıl 40 milyonun üzerinde yolcuya hizmet sunan Güney Kore’deki Seul Incheon Havalimanı’nda ise uçuşlar arasında dinlenmek için yatar koltuk salonu yer alıyor. Hollanda Amsterdam’daki Schiphol Havalimanı da kütüphanesi, müzesi, mağazaları ve apron manzaralı terasıyla en çok beğenilen havalimanları arasında.SunExpress’ten yeni uygulamaAntalya merkezli SunExpress Havayolları, web sitesi üzerinden gerçekleştirdiği bilet satışı, rezervasyon, araç kiralama, otel rezervasyonu ve tur satın alma gibi işlemlere bir yenisini ekledi. Web sitesi üzerinden yolculara alternatif sunan şirket, yurtiçi ve yurtdışından 40 bini aşkın seçenekle rezidans ve villa kiralıyor. Şirket bu yaz uçak içi eğlencede de yeni bir konsept hazırlığında. Şirketin ticaretten sorumlu Genel Müdür Yardımcısı Server Aydın, yolcuların akıllı telefon, tablet ya da laptoplarından uçak içinde kablosuz ağa bağlanarak uçuş boyunca büyük keyif yaşayacağını söylüyor. Yeni uygulamayla yolcular, film izleyebilecek, dergi ya da gazete okuyabilecek, oyun oynayabilecek. Yolcular ayrıca, yeni uçak içi eğlence sistemiyle dönüş uçuşlarını planlayabilecek, araç kiralayabilecek, otel ayarlayabilecek ve hatta uçakta yiyecek-içecek siparişi bile verebilecek. Havacılık sektöründe bir ilk olan dijital kütüphane uygulaması ise yolculuk süresini kültür ve bilgi şölenine dönüştüreceğe benziyor. THY’nin, Miles&Smiles üyesi yolcuları için tasarlanan Sky Library, yolculara zengin içerikli dijital kütüphaneden yararlanma imkânı sunuyor. Uygulama ile yolcular, şirketin kurumsal yayınlarının yanı sıra mesleki yayınlar, popüler eserler ve her yaştan çocuğa uygun masal ve hikâye kitaplarına ücretsiz erişebiliyor. Dijital kütüphanede profesyonel editörlerce kısa süreli uçuşlar için hazırlanmış yönetim, pazarlama ve marka alanlarının seçkin eserlerinin yer aldığı özet içerikler de bulunuyor.Gökyüzünde 23 NisanHavayolu şirketleri, 23 Nisan nedeniyle bu yıl da çeşitli etkinlikler düzenledi. Bazı çocuklar, pilot ve hostes üniforması giyerek unutulmaz bir uçuşun keyfini çıkardı, bazı minikler de, bakım-onarım merkezlerini ziyaret ederek devasa uçakları yakından görme fırsatı yakaladı. Atlasjet Havayolları da, Adana’da Seyhan Belediyesi İlköğretim Okulu öğrencilerinden daha önce hiç uçağa binmemiş çocukları İstanbul’a uçurdu. Öğrenciler, İstanbul’un tarihî ve turistik mekanlarını gezdi.Borajet’e yeni üniformaBorajet Havayolları’nın, İstanbul Bilgi Üniversitesi işbirliği ile düzenlediği, ‘Kabin İçi Ekibi Kıyafet Tasarım Yarışması’nın finali yarın gerçekleştiriliyor. Modacı Tuvana Büyükçınar’ın başkanlığındaki jüri defile ile tanıtılacak kıyafetler arasında seçim yapacak..

Hiçbir zaman ‘neden ben?’ demedim

$
0
0
İsmail Gökçek, 15 yıl önce ALS hastası olduğunu öğrendiğinde hayata küsmedi. “Benim durumumda olan ama benimle aynı imkânlara sahip bulunmayan insanlar için bir şeyler yapmalıyım.” diyerek yola koyuldu, ALS Derneği’ni kurdu. Yürüyemediği, konuşamadığı halde futbol sahalarındaki kadar enerjik. Sarı İsmail de derlerdi ona ama benim kavram dünyamdaki ismi ‘mücadele adamı’ydı. Adeta yüreğini avuçlarının içine alır, korkusuzca dikilirdi rakip forvetlerin karşısına. Eskilerin meşhur deyişiyle ‘top geçer adam geçmez’ ekolünün esaslı temsilcilerindendi. Yeşil sahalardan göçü ise sessiz sedasız olmuştu. İsmail Gökçek… 1963 yılında Sivas’ta dünyaya gözlerini açtı. Çocukluğundan itibaren büyük bir sevdayla peşinden koşmaya başladığı meşin yuvarlak, 1988 yılında onu Bordo-Mavili forma ile tanıştırdı. Yaklaşık 5 yıl Trabzonspor savunmasının vazgeçilmez isimlerinden biri olarak takdim etti onu radyo spikerleri. Ardından farklı takımlarda top koşturdu ve 1999 yılında futbola veda etti. Aynı yıl Sakaryaspor’da Giray Bulak’ın yardımcısı olarak antrenörlüğe başladı. Ne var ki yolunda gitmeyen bir şeyler vardı. Vücudunda tuhaflıklar hissediyordu, elleri uyuşuyordu, konuşma zorluğu çekiyordu.İsmail Gökçek, özel bir bilgisayar programı yardımıyla iletişim kurabiliyor.Doktor tanıyı koydu: Amyotrofiklateral skleroz (ALS) hastalığı ve hükmü verdi: “En fazla üç yıl yaşarsın.” O anda bir film şeridi gibi hayatı gözlerinin önünden geçti İsmail’in. İki çocuğunu ve eşi Adalet Hanım’ı düşündü. Ama yılmayacaktı mücadele adamı, hayata tebessüm etmeye karar verdi. Kendisinden iki yıl önce bu amansız hastalığa yakalanan Fenerbahçeli Sedat Balkanlı’yı hatırladı, ‘ALS’nin pençesine düşen diğer çaresiz insanları düşündü ve Türkiye’de bir dernek kurmak için kolları sıvadı. 1999’da yola çıktı ama mevzuat hazretleri öyle kolay kolay geçit vermeyince dernek, iki yıl sonra resmi statüsüne kavuştu. Ve ALS Derneği Başkanı İsmail Gökçek, yaklaşık 5 yıl İstanbul-Ataköy’de daha önce inşaat işçilerinin kıyafet değiştirmek amacıyla kullandıkları bir konteynerin içinde kendisiyle benzer kaderi paylaşan 6 bin civarında hasta için bir şeyler yapmaya çalıştı.İsmail Gökçek, Trabzonspor formasıyla (ayakta soldan üçüncü).Jübile son anda iptalŞimdi geçelim hikâyenin bir başka boyutuna. 2000 yılında İsmail için Galatasaray ile Trabzonspor arasında bir jübile maçı oynanmasına karar verilmişti. Her şey hazırdı ancak bir hafta kala Galatasaray Kulübü’nün vazgeçmesi üzerine karşılaşma iptal edildi. Gerekçe, futbolcularda meydana gelebilecek sakatlık riskiydi. Böylece hastalığı ilerlemeye başlayan İsmail’in dağıttığı 20 bin davetiye boşa gitmiş oldu. Yapılamayan jübile maçı, Gazeteci Tahir Kum’un girişimleriyle 29 Mart 2003’te Ali Sami Yen Stadı’nda oynandı. Gel gör ki, protokol tribünlerinde sadece iki kişi vardı: “Özkan Sümer ve Ali Dürüst.” Jübileden elde edilen hasılat, masrafları karşılamaya bile yetmedi. Tam 5 yıl sonra Fenerbahçeli Sedat Balkanlı ve İsmail gibi ALS hastası olan İtalyan futbolcu Stefano Borgonova için Floransa’da düzenlenen yardım maçında ise manzara çok farklıydı. Olması gereken herkes, bütün yöneticiler protokol tribünündeydi. Milli Takım Teknik Direktörü Fatih Terim de uçağa atlayıp bu anlamlı etkinlikteki yerini almıştı. (Stefano, 27 Haziran 2013’te Floransa’da vefat etti.) Peki İsmail, kırgın mı, küs mü, vefasızlığa uğradığını düşünüyor mu? Hayata ve içinde bulunduğu büyük imtihana nasıl bakıyor? Bu soruların cevabını kendisinden duymak için Ataköy’deki derneğin yolunu tutuyorum. Konteynerli yıllar geride kalmış. Bahçe içinde tek katlı şirin bir bina. Kapıda eşi Adalet Hanım karşılıyor beni ve içeriye davet ediyor. İsmail, aynı zamanda başkanlık koltuğu olarak kullandığı tekerlekli sandalyesinde oturuyor. Önünde bilgisayarı.Yağmur çamur demeden...Konuşamayan, yerinden doğrulamayan ama etrafına yaşama sevinci saçan bir insanla ve hayat dolu bakışlarla karşılaşıyorum. Önce Adalet Hanım’la hasbihal ediyoruz. 25 yıllık evliliklerinin 15 yılını kapsayan bu ağır imtihan sürecinden kesitler anlatıyor. Çok az kişide görülen ALS’nin zengin hastalığı olduğunu, sosyal güvence ile altından kalkılamayacağını, eşinin bu derneği kurmak suretiyle aynı durumdaki hastalara güç verdiğini belirtiyor. Doktorların, İsmail’i örnek gösterdiklerini, “ALS hastası olmak dünyanın sonu değil. Evde oturmuyor. Dernek kurdu ve bunun için mücadele ediyor.” dediklerini hatırlatıyor ve ekliyor: “Yağmur çamur demeden, eşimin farklı bir hastalığı olmadığı müddetçe hep buradayız.” Artık İsmail’e bir şeyler sormak istiyorum ama biraz tereddütlüyüm. Adalet Hanım, eşinin teknolojinin yardımıyla cevap verebileceğini söyleyerek beni rahatlatıyor. İsmail’in başında manyetik bir bant var. Alnını önündeki bilgisayarda beliren alfabeye göstererek cümle kurabiliyor. Sonra bilgisayar, bu cümleyi seslendiriyor. İsmail’e bu hastalığın kendisine kazandırdığı en kıymetli şeyin ne olduğunu soruyorum. Pınar billurluğunda sade bir cevap geliyor: “Bana ailenin ne kadar önemli olduğunu öğretti, insanlara yardım edebilmenin mutluluğunu öğretti.” Bu süreçte yeni şeyler keşfedip keşfetmediğini merak ediyorum. Cevap yine Yunus’ça: “Bunların başında sabır geliyor, hiçbir zaman ‘neden ben’ demedim.” Adalet Hanım, “Asla isyan etmez.” diye atılıyor ve güzel bir anekdot sıkıştırıyor araya: “Küçük oğlum 7-8 yaşındaydı. Allah neden hırsızlara, kapkaççılara vermedi de babama verdi diye sordu bana. Ben de vardır Allah’ın bir bildiği dedim.” Ve gülümseyerek devam ediyor: “İsmail sayemde Cennet’e gideceksin diyor bana. Bakalım kabul edilecek miyiz?” Bu defa İsmail atak yapıyor: “Benimle birlikte çevrem de imtihanda.” Sonra futbol oynadığı yıllarda gol ve galibiyet sevinçlerinde yaşadığı mutlulukla bu hastalık sürecinde insanlar için yaptıklarından aldığı manevi hazzı kıyaslamasını istiyorum. Böyle bir kıyaslama yapmadığını söylüyor ve “İnsanların mutluluğundan mutlu oluyorum.” demekle yetiniyor. “Sen kendini hasta olarak görmüyormuşsun. Doğru mu?” diye sorduğumda ise gözlerinin içi parlamaya başlıyor. Cıvıl cıvıl bir dünyanın kapıları aralanıyor. “Sana bu kadarı yeter” dercesine masum, mesut bir çocuk tatlılığında gülümsüyor. O bakışların tercümesi Adalet Hanım’dan geliyor: “Birçok şeyi aştık biz. Hastalığımıza gülüyoruz artık. Tatilimize gidiyoruz, geziyoruz. Sizler gibi hayatımızı sürdürüyoruz.” Ardından hastalığın ilk günlerine yani 15 yıl öncesine dönüyor: “Sedatlar’a gitmiştik. Oradaki herkes gülüyor. Aman Allah’ım dedim. Bir gün ben de böyle gülebilecek miyim? Evet gülüyorum. Tam kabullenemedim ama böyle yaşamayı öğrendim.” Aklıma “En fazla üç yıl yaşar” diyen doktor geliyor ve espriyi patlatıyorum: “O doktor hayatta mı?” Adalet Hanım gülümsüyor: “Yaşıyor yaşıyor.” Trabzonspor bahsini de açıyorum. Cevap, basit oyun kıvamında: “Önce 2011’den çıkmaları lazım. Hoca ile uzun vadeli anlaşır ve iki-üç yıl sabrederlerse Trabzon şampiyon olabilir.” Peki kendisiyle yeterince ilgilenmeyen Trabzonspor yönetimine, futbolcu arkadaşlarına kırgın mı? O, bardağın dolu tarafına bakıyor. Trabzon, İstanbul’a uzak olduğu için kendisiyle ilgilenemediklerini düşünüyor. Gökçek ailesi, spor camiası ve Futbol Federasyonu’ndan beklentilerini ise şöyle özetliyor: “Dernek adına bir maç oynansın.” “Böyle bir maçı organize etmek ne kadar kolay.” diye mırıldanırken gözüm bir yandan duvarda asılı iki fotoğrafa ilişiyor. İsmail’in hemen arkasında Atatürk’ün, karşı tarafta ise 29 Nisan 2009’da hayatını kaybeden rahmetli Sedat Balkanlı’nın portresi var. İsmail, kendisine ait tek bir fotoğraf dahi astırmamış etrafa. Bu bile başlı başına çok şey anlatan bir incelik. Gökçek ailesinin yanından ayrılırken sadece yüzümün değil, ruhumun da gülümsediğini hissettim.

Yeşilçam’ın yaşayan portreleri

$
0
0
Unutamadığımız filmler, efsane oyuncular ve onların hafızalarda iz bırakan karakterleri. Her biri şu günlerde beyazperdeden sıyrılıp tasarımcıların çalışmalarıyla yeniden hayata dönüyor. Tıpkı illüstratör Görkem Gül’ün çizdiği Yeşilçam ustalarının portre çalışmasındaki gibi.Bugünlerde sinemaseverlerin ilgisi farklı tasarımlarıyla dikkat çeken illüstrasyonların üzerinde. Tişörtlerden duvar posterlerine kadar geniş bir kullanım alanına yayılan çizimler, titiz çalışmalar sonrasında ortaya çıkıyor. Aralarında dünyaca ün yapmış isimlerin de bulunduğu tasarımcılar, avuçlarının içine aldıkları sinemayı bakış açılarıyla yeniden harmanlıyor.Filmlerin üzerinden uzun zaman geçmiş olmasına pek de aldırış etmiyorlar. Onlarınki biraz da hayran kaldıkları sinemaya bir vefa gösterisi. Sonuçta ise filmler, karakterler, oyuncular hatta kimi zaman yönetmenler birbirinden ilginç illüstrasyonlarla hayata dönüş yapıyor.Neredeyse birçoğumuzun adını söylediğimizde ‘Onun filmleriyle büyüdüm’ dediği Yeşilçam oyuncuları muhakkak vardır. Bazıları hayata gözlerini yummuş olsa da ne onları ne de tanındıkları rolleri unutmak mümkün. Buradan yola çıkan illüstratör Görkem Gül, Yeşilçam’ın gönüllere kazınmış efsane isimlerini çizimleriyle bir araya getiriyor. “Neden Yeşilçam ustaları?” diye sorduğumuzdaysa Gül, “Hepimiz gibi ben de onların filmlerini severek izleyenlerdenim. İzlerken keyif alıp mutlu olduğum bu değerli insanların hatırlanması için kendimce onları simgeleştirmeyi istedim.” diyor. İllüstrasyon çalışmasının beklediğinden daha çok ilgi gördüğünü söyleyen Gül, ekliyor: “Çalışmalarımı biraz daha genişletmek istiyorum. Portrelere farklı karakter oyuncularını ve tiplemeleri de eklemek istediğim için artık çizimlerimi kategorize ederek devam edeceğim.”Kimler yok ki bu çalışmanın içinde. Günümüzün büyük çocuklarının Masalcı Teyze’si, Hababam Sınıfı’nın göbeğini hoplata hoplata gülen şefkatli annesi Adile Naşit, sinemamızın ‘baba’sı Münir Özkul, komediden dramaya her rolün adamı, sinemamızın en büyük oyuncularından Şener Şen, komedinin üstadı Kemal Sunal, tatlı sert tavırlı baba rolleriyle hatırladığımız Hulusi Kentmen, Ertem Eğilmez, Türkan Şoray, Filiz Akın, Hülya Koçyiğit, Gülşen Bubikoğlu, Yılmaz Güney… Yeşilçam’a her biri birbirinden renkli karakterlerle katkı sağlayan usta oyuncular, böylelikle bir kez daha hatırlanmış oluyor.Sponsor bulursam portrelerimi sergilemek isterimAdana’da yaşayan Görkem Gül resme olan ilgisinin oldukça eski olduğunu söylüyor. İlk olarak Erzurum Atatürk Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Resim bölümünde öğrenim gören Gül, çizdiği resimleri bir süre sonra dijital ortama taşımaya karar verir. Daha sonra Çukurova Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Grafik Bölümünü kazanarak, çizimlerine burada devam eder. Şu anda blogları aracılığıyla serbest olarak illüstratörlük yapan Gül, özellikle portre çalışmalarına önem veriyor. Sergi teklifleri almasına rağmen portrelerin sergilenemeyişinin temel sebebi gerekli sponsor desteğinin olmaması.

Tunceli mutsuz, Ovacık umutlu

$
0
0
2014 yerel seçimleri birçok ilde eşine az rastlanır bir rekabet içerisinde geçti. Seçim sonunda Türkiye tarihinde ilk diyebileceğimiz sonuçlarla karşılaştı.Konya’nın Meram ilçesinde ilk başörtülü belediye başkanı, Hakkâri’de ilk kadın belediye başkanı ve Tunceli’nin Ovacık ilçesinde ise komünist bir başkan seçildi. Ovacık, Munzur dağlarının yamacında kurulu yaklaşık 3 bin nüfusa sahip küçük bir ilçeyken “Komünist Başkan Fatih Mehmet Maçoğlu” ile Türkiye ve dünya gündemine taşındı.Eski bir sağlık memuru olan Maçoğlu, Ovacık’ın yakından tanıdığı bir isim. Güler yüzü ve samimi tavırları ile Ovacık halkının sevgisini kazanan yeni başkan, Türkiye ve yurtdışından telefon ve tebrik mesajlarını cevaplamakta zorlanıyor: “İşadamları, mühendisler, vatandaşlar sizin için ne yapabiliriz diye soruyorlar.” diyor.Odasının bir köşesi Trabzon’dan Antalya’ya kadar farklı illerden gelen çiçeklerle dolmuş. Büyük bir bölümünü de Ovacık halkına dağıtmış.Maçoğlu, Ovacık’ta “sosyal belediyecilik” anlayışını uygulamakta kararlı. “Eğer göle çaldığımız bu maya Ovacık’ta tutarsa diğer belediyeler için de örnek teşkil edecek ve bir ilki başarmış olacağız.” diyor. İşe, göç ile gelen fakir mahallelerde ulaşım ücretini kaldırmakla başlamış.Dileyen, kumbaraya ulaşım ücretini atıyor. Öğrencilerden ise ücret alınmıyor. Bereketli topraklara sahip olduklarını belirten Maçoğlu, Valilik ile birlikte gerçekleştireceği projeyle organik üretim belgesi olan çiftçilere tohum dağıtmayı, organik tarım ve hayvancılık üzerine bir çalışma yapmayı hedefliyoruz.” şeklinde konuştu. Mazot yardımının da yapılacağı bu projede amaç, ilçenin meşhur fasulyesini organik olarak üretmek.Halkın Ovacık’ı sahiplenmesi adına ise pazar günü çöp toplama günü ilan edilmiş. Munzur Çayı kenarı başta olmak üzere her hafta farklı bir bölge, halkın katılımı ile temizleniyor. Bir önceki belediye başkanının satın aldığı ama atıl durumda olan değirmen ve kaldırım taşı üretme tesisinin de faaliyete geçirilerek maliyetine satışlarla istihdam sağlanmasını planlanıyor.En büyük projesi ise Munzur Vadisi Milli Parkı içerisinde bulunan ilçeyi doğa turizmi açısından cazibe merkezi yapmak ve Munzur Festivali’nde yerli turistleri Gözeleri ile meşhur Ovacık’a çekmek. Şimdiden Türkiye’nin farklı illerinden ziyaretçiler ilçeye gelmeye başlamış. Küba ve Kuzey Kore’den de bir grup, yakında ilçeyi ziyaret edecek.TÜİK’in yaptığı araştırma sonuçlarına göre en mutsuz şehir Tunceli olsa da Ovacıklılar yeni belediye başkanları Mehmet Fatih Maçoğlu ile gelecekten umutlu.

Siyasî erkin ‘makbul vatandaş’ı

$
0
0
Türkiye tarihi, Osmanlı’dan bu yana her gelen iktidarın kendince oluşturduğu ‘makbul vatandaş’ örnekleriyle dolu. Makbul vatandaş olmak öyle sanıldığı kadar kolay da değil. Özellikle iktidarın yasakladığı kelimeleri kullanıyorsanız, birden bu kategoriden çıkarılmanız ve kendinizi vatan haini olarak bulmanız mümkün.Tarihe ilgi duyanların çok iyi bildiği bir liste vardır. Bu liste 1888’de yürürlüğe giren Basmahane Nizamnamesi ile daha da şiddetlenen Abdülhamit döneminin sansürlü kelimeler listesidir. Ali Seydi Bey ve arkadaşlarınca 1908-1914 yılları arasında üç cilt halinde yayımlanan Resimli Kamus-u Osmanî’nin sonundaki listeye ve başka kaynaklara göre “burun, tepe, Yıldız adalet, avam, cemiyet, cumhuriyet, Darvinizm, disiplin, demokrat, diktatör, dinamik, Ermenistan, hafiye, hal’ (tahttan indirmek), humbara (bomba), hürriyet, ihtilal, infilak, inkiraz (yıkılma), irtica, istibdat, isyan, müfteris (parçalayan), müsavat (eşitlik), nihilist (yıkıcı), obstrüksiyon (engelleme), oportunist (fırsatçı), oligarşi, psikolocya (psikoloji), radikal, randevu, sansür, siyanür, Şura-yı Devlet, tahtakurusu, teevün (ah etmek), vatan, veto, zehir, zulüm” gibi uzayıp giden sansürlü kelimeler listesi mevcut. Listeye uyanlar ise şüphesiz Osmanlı’nın ‘makbul vatandaş’ları. Bu liste bugünkü Türkiye iktidarının hassas olduğu ve mümkünse lügatlerden ve belleklerden çıkarmak istediği bazı kelimeleri çağrıştırıyor. “Yolsuzluk, ayakkabı kutusu, rüşvet, hırsızlık, tape, Gezi Parkı, 1 Mayıs, Taksim, hak, adalet, kanun, hukuk” gibi iktidarda alerjiye sebep olan kelimeler… Haliyle bu kelimeleri ağzına alanlar da iktidarın alerjisini artırmaya yetiyor. Kullanan anında ‘makbul vatandaş’ olmaktan çıkıp ‘vatan hainliği’ kategorisine giriyor.Devletine sadık vatandaş inşasıPeki, ne isteniyor dersiniz? AK Parti MYK üyesi sosyolog Prof. Mazhar Bağlı’nın çok konuşulan tweet’lerinden anlaşıldığı üzere ‘cemaat kermesine giden, çocuğunu cemaat okuluna, dershanesine gönderen, Bank Asya’da hesabı olan’ AK Partililerin teşkilatlara ihbar edilmesi isteniyor. Bağlı gibi, Başbakan Erdoğan da seçim öncesi Star Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Mustafa Karaalioğlu’ndan canlı yayında ısrarla “Neyden korkuyorsun, örgüt desene.” diye kendisi gibi düşünmesini istemişti. Gezi Parkı olayları ve 17 Aralık yolsuzluk ve rüşvet iddiası operasyonunun ardından ise “Gezi’yi kötüleyen, her şeyin sorumlusu olarak ‘paralel devleti’ gösteren, Reza Zarrab’ın hayırsever bir vatandaş olduğuna inanması ve Cemaat yerine mutlaka örgüt veya çete demesi istenen” ‘makbul vatandaş’ vurgusu daha fazla baş gösterdi. Hâsılı bunlar gibi birçok örnek siyasi erkin ‘makbul vatandaş’tan ya devletin dilini kullanmasını, ya aklını emanete bırakıp kullanmamasını ya da dilini yutmasını istediğini gösteriyor. Hal böyle olunca, devlet topluma, haklara ve sorumluluklara dayalı, hukukun üstünlüğü ve evrenselliği ilkesi temelinde bir vatandaşlık söylemi geliştiremiyor. Aksine görevlere dayalı, devletine sadık, devlet merkezci bir organik toplum inşası yaklaşımı sergiliyor. Bu yaklaşım, devlet ve yönetimin, kendine bir vatandaş kategorisi belirlediğini, öz vatandaş-sözde vatandaş, birinci sınıf, ikinci sınıf vatandaş ayrımı yaptığını, bu yöntemle kendisine yakın olanları ‘makbul’, farklı olanları ise ‘tehdit, tehlike ve vatan haini’ ekseninde ötekileştirdiğini gösteriyor.‘Makbul Vatandaş’ın Tarihçesiİktidarın vatandaş üzerindeki bu isteği, ısrarı hatta dayatması, Osmanlı’dan günümüze bütün iktidarların vatandaş anlayışının bir tezahürü. Osmanlı İmparatorluğu’nda vatandaşlık anlayışı, II. Meşrutiyet dönemine kadar ‘Osmanlılık’ ideolojisi temeline dayanırken, 1908’de II. Meşrutiyet’le birlikte merkezî bir ulus devlet oluşturulması hedeflenir ve ilk defa cemaatten topluma geçişin bir göstergesi olarak vatandaşlık kurumu ortaya çıkar. Cumhuriyetin ilanını izleyen dönemde ise Osmanlılık fikri yerini ‘Türkçülük’e bırakır. Vatandaşlık kavramı ise giderek daha milli bir çizgiye çekilmeye başlanır. Yasal düzenlemelerde milliyetçi vurgu açıkça ön plana çıkarılır. 1961 Anayasası ile milliyetçi söylemden uzaklaşılmaya çalışılsa da çok partili dönemdeki uğraşlar dahi vatandaşlık anlayışını olması gereken demokratik ve eşit vatandaşlık çizgisine ulaştırmaya yetmez. Füsun Üstel “Makbul Vatandaşın Peşinde” isimli kitabında (İletişim Yayınları, 2004) Türkiye’de eğitimin nasıl görevlendirilmiş bir vatandaşlık kavramının inşasını üstlendiğini anlatıyor. Üstel, vatandaşlık kavramının sivil bir yurttaştan militan yurttaş kavramına doğru çekildiğini gösteriyor. Geri çekilirken de kültürel-etnik bir topluluğun parçası olarak yurttaşlığa yapılan vurgunun arttığını, ‘milli yurttaş’ profilinin ortaya çıktığını söylüyor. Vatandaşın sadakat ve fedakârlıkla tanımlandığını belirtiyor. Sonraları 1961 Anayasası’nın etkisiyle vatandaşlık bağının gevşeyip pasif yurttaşlığa dönmüşken, Türkiye toplumunun başına kâbus gibi çöken 12 Eylül rejimini izleyen yıllarda ‘Vatandaşlık ve Yurttaşlık Bilgisi’ ders kitaplarının okutulmaya başlamasıyla asli mecrasına döndüğünü söylüyor. Üstel, İkinci Meşrutiyet’ten bu yana devletin kendisine yakışır bireyler toplamı oluşturmak için sarf ettiği enerjiyi anlatırken, Fransız tarihçi Etienne Copeaux de Türk Tarih Tezinden Türk-İslam Sentezine isimli eserinde Türkiye’de resmi ideolojinin ve aynı zamanda Türk muhafazakârlığı fikrinin tarih derslerinde belleklere nasıl işlendiğini uzun uzun anlatıyor. Aslında tarihsel serüvene bakıldığında, geçmişten bu yana iktidarların hiçbir zaman vatandaşlığın en temel varlık sebebine yani, birey ile devlet arasındaki bağa hiçbir zaman gerçekten önem vermediği, vatandaşlık kavramının sadece devlet ideolojisini pekiştirmek için kullanılan bir araç olduğu görülüyor.Bu dönemin sevilmeyen kelimeleriYolsuzluk, ayakkabı kutusu, rüşvet, hırsızlık, tape, yeşil, ağaç, çevre, Gezi Parkı, Taksim, internet, sosyal medya, Twitter, özgürlük, hak, adalet, hukuk, eleştiri, istifa, karikatür, mizah, polis, cemaat, diktatör, otoriter rejim, havuz medyası, villa, platform, AYM, YouTube.Nasıl ‘makbul vatandaş’ olunur?ALEVİ misiniz?Asla ve kat’a ‘cemevi’ diye tutturmayacak, mümkünse bu isteğinizi hafızanızdan sileceksiniz. Din kültürü ve ahlak bilgisi derslerini paşa paşa okuyup, Diyanet İşleri Başkanlığı’na dil uzatmayacaksınız.KÜRT müsünüz?Anadil sevdanızdan vazgeçmeseniz de, öyle her yerde Kürtçe çığırtkanlığı yapamayacaksınız. Ne diyor devlet baba: “O kadar seçmeli Kürtçe derslik açtık, talep olmadı, geri kapattık.” Aynen böyle düşünüp, “Kürtçe televizyon ve okullara derslik açtılar, daha ne istiyoruz ki?” diyeceksiniz.ERMENİ misiniz?Şimdilik, Doğu ve Batı Ermenice de dahil ‘Ermeni Tehciri’ için 9 ayrı dilde yayımlanan taziye mesajıyla yetineceksiniz.KEMALİST misiniz?Asla değişmeyeceksiniz. Dine karşı alerjiniz devam edecek ki malzeme verebilesiniz. Oy verdiğiniz parti muhafazakarlardan oy almaya çalışırsa bunu kavga sebebi sayacaksınız.MİLLİYETÇİ misiniz?Allah sizi inandırsın devlet baba sizi çok seviyor. Yeri geldiğinde bakın nasıl da milliyetçi oluyor. Ama gelin görün kuru kuruya sevgi olmuyor. Önce ‘milli irade’yi dilinizden düşürmeyip, Devlet Bahçeli’nin fosilleştiğini, artık ondan bir numara çıkmayacağını zikredeceksiniz.İSLAMCI mısınız?Dinin yolsuzluk, hırsızlık, rüşvet konusundaki kesin hükümlerini yok sayıp, bunlara cevaz veren fetvalara sarılıp, ‘Yaptıysa hesabını Allah sorar’, ‘Çaldıysa da çalışıyor, kim çalmıyor ki’ deyip bu tür olayları görmezden geleceksiniz.LİBERAL misiniz?Bugüne kadar yaptığınız bütün iktidar eleştirilerini unutacaksınız. Geçmişteki iktidarlara dair söylediklerinizi şimdi aklınızın ucundan bile geçirmeyeceksiniz. Mümkünse iktidara hep destek, tam destek olacaksınız.DİN ADAMI mısınız?Elinizden geldiğince camiyi siyasete alet edip, günah işleme özgürlüğünün devlete has olduğunu vurgulayacaksınız. Siyasi liderin, iktidarın, devletin önünü açacak fetvalar vereceksiniz.VİCDANLI mısınız?Bu ülkede, yolsuzluk, rüşvet, hırsızlık yapıldığına inanmayacaksınız. Muhsin Yazıcıoğlu’nun, Hrant Dink’in, Turgut Özal’ın ve diğerlerinin şüpheli ölümleri sizi ilgilendirmeyecek. Roboski, Uludere diye tutturmayacaksınız.

Reklam kokan ‘selfie’ - [Bizim Köy]

$
0
0
Selfie çılgınlığını dengesizliğe dönüştürenler de var.Peru’da bir tren yolunun üzerinde kendi fotoğrafını çekerken yaklaşan bir lokomotifin altında kalma tehlikesi geçiren ve aracı test eden mühendis tarafından tekmelenerek rayların dışına atılan 22 yaşındaki Kanadalı Jared Frank’in YouTube’da paylaştığı 9 saniyelik görüntü fenomen oldu. Şirketler, 24 milyon kez izlenen görüntüye reklam vermek için kuyruk oldu. Canının bedeli o kadar mı bilinmez lakin Frank, Jukim Media ile YouTube hesabında ilan verilmesi için 250 bin dolara anlaştı.Taş olmadı ama…Evden kaçan gençlerin ilk sığınacağı yer, ya arkadaşları ya da uzak akrabalarının evidir. Kimsenin aklına uçağın tekerlek yuvasına saklanmak gelmez diye düşünüyorsanız yanılıyorsunuz. ABD’de 16 yaşındaki bir genç, bunu yaptı. 11 bin 500 metre yükseklikteki dondurucu hava ve oksijen azlığına karşın hayatta kalan genç, uçak Maui Havaalanı’na inince aşağı atlayıp bilinçsizce pistte dolaşırken yetkililer tarafından bulundu. Gencin yaklaşık 5 buçuk saat süren uçuşta hayatını kaybetmemesi büyük bir mucizeydi.Benzemesin kimse sana!Ünlü birilerine benzetilmek egomuzu okşasa da bazen pek iç açıcı sonuçlar doğurmuyor. Tıpkı Brezilya’nın Rio de Janeiro kentinde olduğu gibi. Uyuşturucu çeteleriyle mücadele eden polis, cezaevinden kaçan ünlü uyuşturucu baronu Juan Carlos Ramirez Abadia’nın peşine düştü. 35 yıl hapse mahkûm uyuşturucu baronu için yapılan bir operasyonda, ona çok benzeyen dansçı Douglas Rafael da Silva gözaltına alındı. Lakin olay bununla sınırlı kalmadı. Gencin cesedi geçtiğimiz günlerde bir okulda bulundu. Da Silva’nın dövülerek öldürülmesi üzerine kent ayaklandı!

Devlet-i Âli’de işçi manzaraları…

$
0
0
1 Mayıs, haftanın gündemi… Mitingler, eylemler, işçi hakları konuşulan mevzular. Peki, aynı meseleler Osmanlı’da nasıldı? Mesela imparatorluğun ilk sendikasını ya da Selanik’te 10 bin kişinin katıldığı grevi duymuş muydunuz?Hikâye malum: 19. yüzyılda başlayan Sanayi Devrimi, Avrupa’dan bütün dünyaya yayılır. Bu etki, Osmanlı topraklarına da gelir haliyle. İstanbul, Bursa, Selanik, Üsküp gibi şehirlerde kurulan fabrikalar, artık yeni bir hayat şeklinin, mücadelesinin tezahürüdür. 1 Mayıs’ın konuşulduğu bu günlerde Yrd. Doç. Dr. Kadir Yıldırım’ın “Osmanlı’da İşçiler” kitabından yola çıkarak; imparatorluk günlerinin işçi, sendika, grev, eylemlerini masaya yatırdık. Karşımıza çıkan bilgiler, bugünün temel sorunları aslında: Fazla mesai yaptırma, fabrikatörlerin işçilerin haklarını yemesi, alın terinin karşılığının alınmaması, işçi kavgaları… 1893 Amele Nizamnamesi: Osmanlı’da doğrudan fabrika/sanayi hayatında çalışan işçiler için devlet tarafından bu alanda yapılmış tek yasal düzenleme. Sadece askerî fabrika ve kurumlarda çalışacak işçiler için hayata geçirilmiş. Mezkûr yasal düzenleme, fabrikalarda cuma günlerini hafta tatili olarak kabul ediyor. Ramazan ve Kurban bayramlarını da tatil yapılacak günler olarak belirliyor. Nizamname, yıllık tatil gibi bir hak tanımıyor. Ama Osmanlı’da yasal olarak hafta tatili günü kabul edildiğinden önemi haiz. Amele-i Osmanî Cemiyeti: 1895’te İstanbul’da gizli bir şekilde kurulan ve bir yıl sonra kapatılan Amele-i Osmanî Cemiyeti, Osmanlı’nın ilk sendikası addediliyor. Tophane’deki fabrikalarda çalışanların üye olduğu Osmanlı Amele Cemiyeti, Paris’teki fikir hareketlerini takip eder, özgürlüğü savunup işçilerin sorunlarını dile getirir. Ve halkı padişah idaresine karşı aydınlatmak amacıyla gizlice faaliyetler yürütür. Bir misal vermek gerekirse; derneğin Bakırköy Şubesi Başkanı Agâh Bey, 1895’te kapatılan cemiyetin üyelerinin daha sonra 1901-1902’de yeniden teşkilatlanarak işçi kesiminin sorunları üzerine toplantılar yaptığını dile getirir. Bu toplantılarda, Avrupa’daki sosyalist hareketlerle, İran’daki işçi-çiftçi ihtilallerine dair de okumalar yapıldığını; ancak devletin baskısı nedeniyle bu girişimin de son bulduğunu iddia eder. 1911 İtalya Boykotu: İtalya’nın 1911’de Trablusgarb’ı işgal etmesi sonrası başlayan bu boykot, devletin de boykotçu grubun başını çekmesi nedeniyle çalışma hayatı açısından farklı sonuçlar doğurur. İtalyan şirketlerine yapılan ekonomik harekâtın yanında, demiryollarında, Düyun-ı Umumîye’de ve daha birçok kurumda istihdam edilen İtalyan işçiler, işlerinden çıkarılır. İtalyan gemileriyle gelen ticarî mal, eşyalar ve yolcular mavnacılar tarafından indirilmez. Bu durum da gemilerin yükleriyle birlikte geri dönmesine neden olur. Ancak 1912’de imza edilen Uşi Antlaşması ile birlikte Osmanlı’nın Afrika’daki bu son toprak parçasını kaybetmesiyle İtalya boykotu da sessiz bir şekilde sonlanır. Bu tablo, boykotçu bir millet olmadığımızın resmidir. Atalarımız da öyleymiş çünkü… İşçi kavgaları: Şimdi size tanıdık gelecek bir başka tarihî anekdot: 1912’de İznik Gölü çevre düzenlemesinde çalışan işçiler ile müteahhitler arasında olay çıkar. Sebep, ücretlerin azlığı, tatil günlerinde ücret verilip verilmeyeceği ve işçilerin gemilerle nakledilmesi konularıdır. İşveren ile işçiler arasında anlaşma sağlanamaz ve bir kavgadır başlar. İşçiler müteahhitlere ve kamu binalarına saldırır. Bu durum Avrupa basınında da yer bulunca yaşanan prestij kaybı nedeniyle Padişah Sultan Reşad, durumdan bir hayli rahatsız olur. 10 bin kişilik grev: Grev bu zamanlara yahut eski Türk filmlerinde ‘Bu işyerinde grev var!’ pankartlı sahnelerden ibaret değil tabii ki… Osmanlı’da da grevler olmuş, hem de ses getiren türden. Biraz maziye gidersek; Osmanlı’da ilk iş bırakma eylemi, 1473 senesinde seramik işçileri tarafından yapılır. Bu tarihte yabancı çini ustaları, karşılaştıkları güçlükten şikâyet eder ve paralarını alamadıkları sürece de çalışmayacaklarını belirtir. 1901’de Selanik Kavala’da tütün işçileri tarafından kurulan Tütün Amelesi Saadet Cemiyeti ise sendikal nitelikte faaliyette bulunan ilk işçi cemiyetlerinden. 1916 yılına kadar devam eden cemiyet, özellikle 1905 yılında 10 bin işçinin katıldığı tütün işçilerinin grevine öncülük ederek dikkat çeker. Meşrutiyetin ilanını takip eden dönemde de grev kararı alan örgütün söz konusu dönemde Müslüman, Hıristiyan ve Yahudi işçilerden oluşan 4 bin 100 kayıtlı üyesi vardır. Bu grevi başarıyla yöneten cemiyet, işçilerin günlük ücretlerinin 2-3 kuruş artırılması ve çalışma saatlerinin 12 saatten 9,5 saate indirilmesini sağlar. 1912 yılına gelindiğinde ise cemiyet, 10 bin işçiye hitap eden önemli bir işçi örgütü haline gelir. İşgücü kaynağı olarak savaş esirleri: Son olarak savaş esirlerinin işçi halleri… 19. yüzyılın ikinci yarısı ve 20. yüzyılın başında artan savaşlarla birlikte savaş esirlerinin istihdam alanları oldukça çeşitli. Esir alınan düşman devlet askerleri tarım dışında demiryolu yapımı, inşaat işleri, madencilik gibi alanlarda da çalıştırılarak emek güçlerinden yararlanılır. 1855’te olduğu gibi, İstanbul’da bulunan Rus savaş esirlerinden bir kısmı ücret karşılığında devlet çiftliklerinde çalıştırılır. Müslüman olan 70’i ise asker olarak orduya alınır. I. Dünya Savaşı yıllarında Fransa vatandaşı Sudanlı Müslüman esir askerler, Karadeniz havzasına yollanır ve kömür madenlerinde iş verilir. Almanya’nın esir aldığı 800 İtalyan savaş esiri de Balya madenlerinde istihdam edilir ve işgücü kaynağı olarak değerlendirilir.

1 Mayıs, 10 Soru

$
0
0
1 Mayıs Türkiye’de üç yıl üst üste sakin kutlanamadı. 1977’de tarihe Kanlı 1 Mayıs olarak geçen günden bu yana Taksim Meydanı tartışmaların odağında. 10 soruyla vukuatlı 1 Mayıs tarihini mercek altına aldık.1 Mayıs’ın yasaklı tarihi nasıl başladı?İlk kez 1905 yılında, İzmir’de kutlandı. İzmir’i 1909’da Üsküp izledi. İstanbul’daki ilk 1 Mayıs 1910’da yapıldı. Fabrikaların ve ticaretin yoğun olduğu Selanik de 1 Mayıs kutlamalarının Osmanlı topraklarında yaşandığı bir diğer ildi. 1920’lerde işgal idaresi altında olan İstanbul’da işçiler Haliç’ten başlayarak Karaköy üzerinden Beyoğlu’na yürüdü ve ‘Bağımsız Türkiye’ yazılı bir pankart taşıdı. 1921’de Şirket-i Hayriye, Seyr-ü Sefain, Haliç İdaresi ve Tramvay çalışanları da 1 Mayıs’a katıldı.1923 yabancı şirketlerin fazlalığı grevlerin çıkmasına neden oldu. İşçiler bu kez 1 Mayıs’ın resmen işçi bayramı olarak tanınması, 8 saatlik işgünü, serbest sendika ve grev hakkı için alana çıktı. Çoğu tutuklandı. 1 Mayıs, Cumhuriyet döneminde önce 1925’te yayınlanan Takrir-i Sükun Kanunu’yla yasaklandı. Bayram ilan edildiği 1935 yılına kadar gizli gizli kutlanan bayram, 1935 yılında ‘Ulusal Bayram ve Genel Tatiller Hakkındaki Kanun’ düzenlemesiyle ‘Bahar ve Çiçek Bayramı’ ilan edildi. 27 Mayıs 1960’ta Toplu Sözleşme, Grev ve Lokavt Kanunu’nun kabul edildiği 24 Temmuz 1 Mayıs yerine önerilse de, bu öneri kabul görmedi.Taksim’i 1 Mayıs’a kapatan süreç nasıl yaşandı?Yasaklamalar 1976’ya kadar sürdü. Genel-İş’le birleşen ve üye sayısını 120 bine çıkaran DİSK öncülüğünde ilk kez kitlesel olarak Taksim Meydanı’nda kutlandı. 1977 1 Mayıs’ının da temelini atan eylem bu oldu. Aylar öncesinden çalışmaya başlayan DİSK, Taksim’e kitlesel bir çağrıda bulundu. Beşiktaş ve Saraçhane’den başlayan yürüyüş Taksim’e vardı. DİSK Genel Başkanı Kemal Türkler’in konuşmasının sonuna doğru çevre binalardan açılan ateş, alanda paniğin yaşanmasına neden oldu. 37 kişinin hayatını kaybetmesi, 130 kişinin yaralanması ve 470 kişinin gözaltına alınmasıyla sonuçlanan olay tarihe ‘Kanlı 1 Mayıs’ olarak geçti. 1977’deki olaylara rağmen 1978’de yine Taksim çağrısı yapıldı. DİSK’in çağrısıyla afiş yarışması düzenlendi. 1978’de de kitlesel bir eylem gerçekleştirildi. 1979’da Ecevit Hükümeti Taksim’i kutlamalara kapattı. 1979’dan 2010’a kadar İstanbul’da 1 Mayıs için yapılan çağrıların ortak yönü, Taksim’di.1 Mayıs 1977’de ne oldu?1977 1 Mayıs’ının Tertip Komitesi Başkanı Mehmet Karaca o gün yaşadıklarını şöyle anlatıyor: “Kemal Türkler’e, grupların girişi uzun sürecek diye konuşmaya başlamasını söyledik. Saat 18.00 olduğunda Türkler konuşmaya başladı ve grupların girişi sürüyordu. Tüm gruplar girmediği için Türkler, saygı duruşunun konuşmasından sonra yapılacağını söyledi. Konuşma sonunda Türkler, saygı duruşuna davet etti. Tam bu sırada Sular İdaresi’nin olduğu yerden kurşun geldi. Sonra Intercontinental Otel’in bulunduğu alandan ateş açılmaya başlandı ve büyük bir panik oldu. Panzer, paniği artırmak için su sıkarak alana girdi ve ses bombaları attı.” Gazeteci Şükran Soner’in tanıklığı da çatışmadan söz ediyor: “Alana girmeye çalışan ve çatışacağı söylenen gruplar birbirine bir yumruk dahi atmadan kurşun yağmaya başladı ve iki grup arasında çatışma çıktığı söylenen alan kısa sürede dağıldı. Yani iki grubun çatışmasına kalmadan kurşunlar Sular İdaresi ve otelden gelmeye başlamıştı. Otelin önünde bulunan resmi polisler yere doğru sürekli biçimde ateş açtı, ben de oraya yakın bir yerde yere eğildim. Kurşunların yukarıdan geldiğini ve asfalta saplandığını gördüm. Polis panzerinin bir kadını ezerek öldürdüğü ana şahit oldum. Bu açılan ateş yaklaşık yarım saat sürdü.”Neden Taksim?Bu sorunun yanıtı DİSK Başkanı Kani Beko’dan: “Normal bir miting olsa her yerde yapılabilir. Ancak 1 Mayıs 1977’de otellerin çatılarından, katiller işçi arkadaşlarımıza ateş açtı ve 37 arkadaşımızı öldürdü. Biz kaybettiklerimizi anmak istiyoruz. Ondan dolayı Taksim’de 1 Mayıs Birlik, Dayanışma ve Mücadele Günü’nü kutlamak istiyoruz. 2010-2011 ve 2012 yıllarında on binlerce insan Taksim’de bir araya geldi ve kimsenin burnu bile kanamadı.”1978-2010 arasında ne oldu?1979’da Sıkıyönetim Komutanlığı’nın kararının ardından 12 Eylül askeri darbesiyle 1 Mayıs yasaklar zincirinde yerini aldı. Yasağa rağmen kısa süreli iş bırakmalar, bayramlaşmalar ve bildiri dağıtmalarla etkinlikler devam etti. 8 yıl aradan sonra 1987’de sendika, milletvekilleri, aydın ve sanatçılar bin kişilik bir grupla Taksim Anıtı’na çelenk bırakmak istedi. 1989’da yeniden Taksim çağrısı yapıldı. Şişhane tarafında toplanan kitleye açılan ateş sırasında Mehmet Akif Dalcı isimli işçi hayatını kaybetti. 1990’da Taksim’e çıkmak isteyenlere izin verilmedi, çıkan olaylarda İTÜ öğrencisi Gülay Beceren felç oldu. 1991, 1992, 1993 yıllarında sendikalar Taksim’de ısrar etti ve çatışmalar yaşandı. 1994-1995 yılında Şişli Abide-i Hürriyet Meydanı’nda toplanıldı. 12 Eylül sonrası en kitlesel 1 Mayıs 1996’da Kadıköy’de gerçekleştirildi. Uzun süren çatışmalara sahne olan bu 1 Mayıs’ta 3 kişi hayatını kaybetti. Yaşanan tecrübenin etkisiyle 1997’den 2004’e kadar mitingler Çağlayan’da gerçekleştirildi. 1997 ve 1998 yoğun çatışmaların yaşandığı yıllar oldu. 2004’te sendikalar Taksim için başvuru yaptı, ara formül olarak Saraçhane’den buluşularak Yenikapı’ya yüründü. 9 yıl aradan sonra Kadıköy resmi miting alanı olarak 2005 ve 2006’da 1 Mayıs’a ev sahipliği yaptı. 2007’den sendikalar, buluşma yeri adresi olarak Taksim’i gösterdi. 2007, 2008, 2009’da yoğun çatışmaların ardından Taksim 1 Mayıs’a açıldı.Taksim nasıl açıldı, niye tekrar kapandı?Üç yıllık olaylı bir süreç ve uzun süren pazarlıkların ardından, sendikaların 2010’da yaptığı başvuru kabul edildi. 1 Mayıs 33 yıl sonra Taksim’de ilk kez resmi olarak kutlandı. Türk-iş’in de aralarında bulunduğu 6 memur ve işçi konfederasyonunun başkanları 1 Mayıs 1977’de çıkan olaylarda hayatını kaybedenleri, Kazancı Yokuşu’nun başındaki 1 Mayıs anıtına karanfiller bırakarak andı. Başbakan Erdoğan, Taksim’de yaşananları grup toplantısında şöyle yorumluyordu: “2010 1 Mayıs’ı Türkiye’nin nasıl değiştiğinin, olgunlaştığının, tabularını yıktığının, statükoyu aştığının, tahrik ve provokasyon korkularından nasıl sıyrıldığının somut bir abidesi olmuştur. Taksim Meydanı ile ilgili verilen karar, AK Parti iktidarına nasip olmuştur. Oradan bazıları şu anda nemalanmak istiyor, ‘kopara kopara aldık’, ‘şöyle yaptık, böyle yaptık…’ Kimsenin kalkıp da bu iktidardan kopara kopara aldığı bir şey yok.” Üç yıl sonra, ‘Taksim’deki inşaatın yarattığı kaygı ve güvenlik gerekçesiyle’ 1 Mayıs’ın Taksim’e kapatılması gerektiği açıklandı. Efkan Âlâ ‘Bir yasaktan söz etmemeliyiz’ diyordu: “Kutlama yeri olmadığı için izin verilmemiştir demek daha doğru olur.” 2013’te yaşanan sert müdahalenin ardından 1 Mayıs için son sözü yine 2014’te Başbakan Erdoğan söyledi: “Taksim’den umudunuzu kesin... Devletle gerilime girmeyin. Bu topraklarda 1 Mayıs’a hak ettiği değeri biz verdik, sol mu verdi? Sendika başkanı burası bizim kutsalımızdır diyor. Nasıl bir kutsalsa. Belli bir kabir ziyareti yapacaksan, anıt ziyaret edeceksen çelenk koyarsın... Bak sizin için metro da yaptık, Taksim’den Yenikapı’ya geçebilirsin... O gün biz İstanbul’da resmi toplu taşıma araçlarını ücretsiz de yaparız. Daha ne yapacağız ya? Bu millet sabretmiş, sokaktaki şımarıklıktan sıkılmıştır. Orada yapmayacağım, illa burada yapacağım dersen. Ben çatışmaya hazırım anlamına gelir... Biz nasıl mitingimizi bize verilen yerde yaptık onlar da öyle yapacak.”Bu sene ne bekleniyor?Emniyet güçleri bir hafta önceden Taksim’de önlem almaya başladı. Vali Hüseyin Avni Mutlu adres olarak Yenikapı’yı gösterdi: “1 Mayıs’ta Taksim’de çelenk sunma ve Kazancı Yokuşu’ndaki anmaların yapılmasını, Taksim ruhunun yaşatılması bakımından önemli görüyoruz. Yenikapı’ya gidişte aslında herhangi bir problem yok. Şehrin, rahatlıkla ulaşım vasıtasıyla gidilebilecek bir alanıdır.” Öte yandan, DİSK buluşma noktası olarak Şişli’deki merkezini ve Beşiktaş Meydanı’nı gösteriyor. DİSK Genel Başkanı Kani Beko’ya göre bundan sonra olacaklar: “Anayasa’nın 34. maddesi ‘Herkes önceden izin almaksızın gösteri ve yürüyüş hakkına sahiptir.’ diyor. AİHM 1 Mayıs kararında bu hakkın yer seçimini de kapsadığının altı çizildi. Anayasa’nın 90. maddesi de “Usulüne göre yürürlüğe konmuş, temel hak ve özgürlüklere ilişkin milletlerarası anlaşmalarla kanunların farklı hükümler içermesi nedeniyle çıkabilecek uyuşmazlıklarda milletlerarası anlaşma hükümleri esas alınır.” diyor. Anayasa’nın 90. maddesini siz başbakan da vali de içişleri bakanı da olsanız ayaklar altına alamazsınız.”DİSK’in ısrarına diğer sendikaların itirazı var. Türk-İş Genel Sekreteri Pevrul Kavlak, Kadıköy için başvuruda bulunduklarını belirterek “Biz yönetim kurulu toplantımızı da yaptık, hazırlıklarımızı da sürdürüyoruz.” derken, Hak-İş Başkanı Mahmut Arslan Taksim’de yapılan kutlamaların daha önce olaylı geçtiği dile getirip itiraz ediyor: “Kutlamalarda olay çıkmadığı söyleniyor. 2010’daki ortak kutlamada Türk-İş Başkanı Mustafa Kumlu’yu AKM içine kaçırmak zorunda kaldık. Ertesi yıl bildirimizi okuyamadık. Taksim’in kapalı kaldığı 2007 yılına kadar herkes neredeydi? Taksim fetişizmi doğru değil.”Geçen yıl tekerrür eder mi?Cevap yine Beko’dan: “10 binlerce insanın olduğu bir yerde sendikaların can güvenliği ile ilgili alabilecekleri çok fazla tedbir olabileceğini sanmıyorum. Eğer polis işçilere saldırmazsa, polis müdahale etmezse kimsenin burnu bile kanamaz. Ama geçen yıl sabahın erken saatlerinde DİSK binası abluka altına alındı. Dört arkadaşımız hastaneye kaldırıldı, sabahın erken saatlerinde gaz bombaları, TOMA’lar, Akrep’ler ile saldırıldı. DİSK önündeki yaralılar için ambulans çağırmak istediğimde yollar kapalı denilerek ambulans göndermediler. Arkadaşlarımız geç saatlerde hastanelere kaldırıldı. 100’e yakın arkadaşımız gözaltına alındı, bine yakın arkadaşımız yaralandı. Böyle bir tablonun yaşanmaması için diyoruz ki, açın Taksim’in kapılarını, 1 Mayıs’ı hep beraber huzur içinde kutlayalım. Aksi halde bunun sorumlusu Başbakan, İçişleri Bakanı ve İstanbul valisi olacaktır.”Taksim, AİHM kararlarına nasıl girdi?DİSK ve KESK 2008’deki 1 Mayıs’a yapılan sert müdahalenin ardından Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne (AİHM) başvurmuş ve mahkeme 22 Kasım 2012’de verdiği kararla AKP’yi mahkum etmişti. Yapılan incelemede Şişli Etfal Hastanesi’ne atılan gaz bombasının haklı gerekçesinin olmadığı, DİSK binasından atıldığı iddia edilen taşın kanıtlanamadığı, Taksim Meydanı’nda kutlama yapılmak istenmesinin DİSK’in hakkı ve üyelerine karşı görevi olduğu, ifade ve toplantı özgürlüğünün ihlal edildiği belirtilmişti. Kararla beraber AİHM’ce ilk defa bir meydan uluslararası hukuk alanında bir hakkın temel unsuru sayıldı. Başbakan Tayyip Erdoğan’ın “Taksim’den ümidinizi kesin” açıklamasından sonra Ankara Barosu avukatlarından Sedat Vural Anayasa Mahkemesi’ne bireysel başvuru yaptı. Vural AYM’ye başvuru dilekçesinde, 1 Mayıs’ın Taksim’de kutlanmasının engellenmesinin AİHM ve Anayasa’ya aykırı olduğunu ve hukuk devletine karşı keyfi yönetim içerdiğini ifade etti.Kim nerede kutlayacak?Hak-İş Genel Başkanı Mahmut Arslan Konfederasyon olarak 1 Mayıs’ı Kayseri’de kutlayacaklarını açıkladı: “Esas 1 Mayıs’a sahip çıkmamız gereken bir gün olduğunu, bunun da daha çok bizim üzerimizde bu sorumluluğun olduğunu anlatmaya çalıştık. Burada da hayatlarında ilk defa 1 Mayıs’la ilgili bir toplantıya katılan bir kısım sivil toplum örgütlerinin olduğunu zannediyorum. Ama bunu yapmamız gerekiyor. Eğer dünyanın ve emekçilerin 128 yıldır kabul ettiği, uğruna canlarını, kanlarını feda ettikleri bu gün niye bu kadar önemli bunu anlatmaya çalışacağız. Konfederasyonumuz her yıl bir ilde 1 Mayıs kutlamalarını gerçekleştirme hususunda bir prensip kararı almıştı. 2012 yılında Ankara’da 1 Mayıs’ı Memur-Sen ile beraber büyük bir coşku ile kutladık. 2013 yılında Hak-İş Konfederasyonu Karabük’te beraberdik. Bu sene de Kayseri’de kutlayacağız.” TÜRK-İŞ, 1 Mayıs’ı merkezi olarak İstanbul Kadıköy’de kutlayacağını açıkladı. Konfederasyon ayrıca, 200 kişilik bir heyetle beraber Kazancı Yokuşu’nda yapılan anma etkinliğine katılacak. DİSK, KESK, TMMOB ve TTB kutlamalar için İstanbul Taksim’i seçti. MEMUR-SEN 2014 1 Mayıs’ını ‘kardeşlik için’ Diyarbakır’da kutlama kararı aldı. Geçen yıl 1 Mayıs’ı Çanakkale’de kutlayan Memur-Sen bu kararıyla da bir ilke imza atmış oldu.

Araplar da Türklerden gelecek paraya muhtaçtı!

$
0
0
‘Araplara para yedirmek istemiyorum’, ‘Bizi arkadan vurdular’, ‘Ortalık Arap turistten geçilmiyor’ gibi ifadeler, Türkiye’de Araplara dönük ayrımcı söylemlerden sadece birkaçı. Bir de ‘Anladıysam Arap olayım’ gibi şuursuzca söylenen deyimler var. Türk-Arap ilişkileri son yıllarda nispeten iyi bir yola girse de geçmişten gelen önyargılar peşimizi bırakmıyor.Geçtiğimiz hafta Edirne’de bir alışveriş merkezinde hayranlarıyla bir araya gelen sanatçı Leman Sam, “Hacca ve umreye gitmem, Araplara para vermek istemiyorum.” dedi. Sanatçı aynı toplantıda Edirne’nin çok Avrupai ve uygar bir şehir olduğunu da söyledi. Basit bir sanatçı-hayran buluşmasında konu nasıl oldu da buralara kadar geldi bilmiyoruz ancak toplumsal geçmişimizin bizlere sağladığı bazı tahminlerimiz var. Türkiye’de Kemalist ideolojiyle yetiştirilen kesimlerin ‘Batı’yı yüceltip, Doğuyu, alçaltarak tespit yapmak’ gibi bir alışkanlığı olduğunu biliyoruz mesela. Yine belli kesimlerin ‘aydın ve entelektüel’ kimliğinin arkasına gizlenerek farklı kesimlere yönelik nefret söylemini meşrulaştırabildiğini de.Öte yandan Araplara yönelik bu tür olumsuz söylemleri ilk dile getiren Leman Sam değil kuşkusuz. Daha önce de eski CHP Genel Sekreteri Önder Sav, hacca gitmek istediğini söyleyen bir vatandaşa ‘Boşver Araplara para kaptırma’ demişti. Bu ifadenin kutsal yolculuğa mesafeli bakan kesimlerin sloganı haline geldiği bir gerçek ancak bunu sadece cumhuriyet nesline mal etmek de haksızlık. Zira, ‘Araplar çok pis bir millet’, ‘Ortalık Arap turistten geçilmiyor’, ‘Araplar bizi arkadan vurdu’ gibi söylemleri çevremizden sık sık duyduğumuzu, hatta zaman zaman bizatihi dile getirdiğimizi kim inkâr edebilir ki? ‘Anladıysam Arap olayım’, ‘Arap saçına döndü’ gibi iyiden iyiye dilimize yerleşen deyimlere ve köpeklere ‘Arap’ ismi verilmesine hiç değinmiyoruz bile. Hasılı, farkında olarak ya da olmayarak, ortak bir geçmişi paylaştığımız ve aslında çok benzer kültürlere sahip olduğumuz bir millete üstten bir bakışımız olduğu aşikâr. Hatta hızını alamayıp Efendimiz’in (sas) Arap olmasını diline dolayanlar bile var.Medya ve eğitim dilinin temizlenmesi gerekiyorTürk-Arap Bilim-Kültür ve Sanat Derneği Başkanı Dr. Muhammed Adil, iki millet arasında zaman zaman yüzeye çıkan bu olumsuz söylemlerin sebeplerini geçmişe dayandırıyor. Tarihte Türkler ve Araplar arasında dönemin İngiltere yönetimi tarafından görünmez, suni bir duvar inşa edildiğini söyleyen Adil, “Belli dönemlerdeki basiretsiz yönetimler, iki tarafta da hakim olan garip bir milliyetçilik, eğitim sistemi ve medyanın da yardımıyla bu suni duvarı gerçek bir duvar haline getirdik.” diyor. İki halkı birbirine yabancılaştırmak için inşa edilen bu suni duvarın özellikle Cumhuriyet döneminde güçlendirildiğini vurgulayan Adil, “Arap tarafında da güçlenen milliyetçi unsurlar, iki tarafın ilişkilerine zarar verdi. Ve onlar da yabancılaştırma projesine alet oldu.” diyor.25 yıldır Türkiye’de yaşayan Tunus doğumlu Adil, Leman Sam örneğindeki gibi söylemlerde iki tarafın birbirini tam olarak tanımamasının da etkili olduğunu düşünüyor: “Bu olumsuz imaja sahip olan insanlar Arap ülkelerindeki kültürü yakından hiç tanımadı. Arap ülkelerini ziyaret eden biri, iki kültürün yakın olduğunu çok rahat görebilir. Bunlar uzaktan yapılan yorumlar.”Türk-Arap ilişkileri uzmanı olarak Türkiye ve Arap dünyasında çeşitli üniversitelerde ders veren Dr. Adil, son 20 yılı Türk-Arap ilişkileri açısından ‘çok iyi’ olarak değerlendiriyor. Eskiye nazaran hem ekonomik hem siyasi hem de sosyal ilişkiler bakımından çok iyi bir yerde olduğumuzu söyleyen akademisyen, “Tabii 20 yıl yetmez bunun için. Çok uzun vadeli hem devlet hem halk hem de akademik ve medya dünyasına büyük görevlerin düştüğü uzun bir süreç gerekiyor. Özellikle medya dilinin temizlenmesi gerekiyor.” diyor.Irkçılık ve soykırım konularında çalışmaları olan tarihçi Ümit Kurt, Leman Sam’ın söylemini ‘son derece tipik bir Kemalist oryantalizm örneği’ olarak değerlendiriyor. Türkiye’de Araplara dönük bu ayrımcı söylemin içeriğini Edward Said’den mülhem oryantalist bakış açısının teşkil ettiğini ileri sürüyor: “Cumhuriyet ilkeleriyle yetiştirilmiş söz konusu kesimlerin ve Kemalizm’in zaten kendi toplumuna ve halkına yönelik her zaman bir iç oryantalizm bakışı olmuştur. Yani halk aslında cahil olduğundan eğitilmesi ve terbiye edilmesi elzem bir entite olarak görülür.”Türk milliyetçiliğinde araplara muazzam soğukluk varABD’de Clark Üniversitesi’nde doktora çalışmalarını sürdüren Kurt’a göre Cumhuriyet neslinin İslam ve Müslümanlık anlayışının Araplarınkinden farklı, ayrı ve daha ‘soft’/reformist olduğuna dair net bir görüş var. Bu kesimler tarafından Arap İslamı’nın daha radikal ve ekstremist olduğunun düşünüldüğünü söyleyen Kurt, “Tabii bir de tarihten gelen ‘Arap ihaneti’ bu ayrımcı söylemin altında yatan önemli tarihsel nedenlerden biri. Türkiye’deki dindar ve muhafazakar kesim açısından yine Arapların İslam anlayışını benimsemeyen bir eğilim olduğunu görmek mümkün.” diyor. Ancak Araplara yönelik bu olumsuz söylemin altında yatan esas meselenin Türk milliyetçiliği ve Türk milli kimliğinin inşası ile bire bir ilintili olduğunu ileri süren Kurt, “Bilhassa Türk dilinin saflaştırılması; Arap ve Fars etkisinden kurtarılması hareketi ile başlayan Türk milliyetçiliğinde Araplara ve Arapça diline muazzam bir soğukluk var.” diyor. Araplara yönelik ayrımcı söylemin daha çok bir medeniyet kavramı üzerinden neşet ettiğini vurgulayan Kurt, şunları söylüyor: “Türklerin medeniyet kurma hasletlerinden bahsediliyor ve aynı hasletin Arap kavminde olmadığı, zira Arapların medeniyetten nasibini almadıkları söylemi üzerinden bir üstünlük iddiası kuruluyor.”Türk milli kimliğinin biçimlenmesi ve Türk ulus devlet oluşum sürecinin esasında oldukça seküler bir süreç olduğunu ifade eden Kurt’un bu süreçte dinin kullanılmasına dair söyledikleri çarpıcı: “Ancak halkın bu kimliği benimsemesi için her zaman dine ihtiyaç vardı. İslam bu anlamda önemli bir eksikliği giderdi, bu kimliği inşa edenler açısından ve araçsal olarak kullanıldı. Ancak bunu yaparken İslam’ın olabildiğince ‘seküler’ versiyonunu benimsediler. Zira İslam, Türklüğün sadece destekleyici unsuru olarak görüldü. Ve adeta İslam’ın millileştirilmiş bir formunu oluşturmaya çalıştılar. Dolayısıyla böyle bir kimlik tahayyülünde aynı İslam anlayışına sahip bir Araplığın yeri olamazdı. Aynı dine ve hatta mezhebe sahip oldukları Araplardan kendilerini ayrıştırmaları ve adeta onları ötekileştirmeleri gerekiyordu. Bu noktada ‘bizi arkamızdan vurdular’ ve ‘hain Araplar’ söylemi önemli ölçüde iş gördü.”Araplara dönük ırkçı tavır, İslam üzerinden yürüyorİnternette ‘Ayrımcı Sözlük’ adıyla kurduğu blog’unda azınlıklara yönelik kullanılan ayrımcı ifadeleri toplayan siyaset bilimci Ahmet Özcan, Türkiye’de yaşayan insanların temel değerlerinden biri olan İslam ile ilgili ‘hac’ üzerinden seçkinci, üstten bakan bir dil kullanıldığını söylüyor: “Elbette, her türlü düşünce ifade edilebilmeli, seçkinci bile olsa, ancak bu seçkincilik ‘Araplar’ üzerinden yapılan bir ayrımcılıkla kuruluyor.” diyor. Özcan, aslında burada söyleneni açmak icap ederse ‘Araplar gibi bir millete para kazandıracağıma ‘örneğin’ Paris’e gider Fransızlara kazandırırım.” gibi bir ifade ortaya çıktığı görüşünde. Bütün Arap halklarına yönelik düşmanca bir tutumun bu sözlerle açıkça görüldüğünü vurguluyor: “Ne yazık ki, Türkiye’de Araplara yönelik ırkçı tavır en çok İslam üzerinden seçkinci bir tavırla yapılıyor. Yani, bu düşüncenin altında hem Araplara yönelik ayrımcılık hem de İslam’a yönelik bir seçkincilik olduğunu düşünüyorum.”Bizi ayrıştıran değil, birleştiren noktalar daha fazlaDoç. Dr. İhsan Çapcıoğlu (Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Din Sosyolojisi): Araplara yönelik önyargıların ya da tahkir edici söylemlerin büyük oranda dini-toplumsal gerçekliğimizden beslendiğine kuşku yok. Bu, esasında sadece bizim kültürümüze özgü bir şey de değil. Her toplumun kendisi dışındaki topluluk ya da toplumlara ilişkin bu tür ön/kalıp yargıları vardır. Araplar arasında da Türkler ve Avrupalılarla ilgili benzer söylemlere ve önyargılara rastlayabiliriz. Bu durumun kültürler arası karşılaşmaların tarihsel karakterini yansıttığını da söylemeliyiz. Başka bir ifadeyle kültürlerin birbirlerine karşı kullandıkları bu tür söylemleri; tarihsel hafızalarındaki yaşanmışlıklarının yanı sıra kuşaktan kuşağa taşıdıkları dilsel ve dinsel jargonlar üzerinden okumak daha doğru olur kanaatindeyim. ‘Araplar bizi arkadan vurdu’ söyleminin etkisini ve geçerliliği olup olmadığı konusunu tarihçilere bırakmalıyız. Ancak şunu söyleyebiliriz: İnsan savunma mekanizmaları olan ve yeri geldiğinde bunları etkin kullanan bir varlıktır. ‘Öteki’ne ilişkin savunma reflekslerimizi değil, sağduyularımızı harekete geçirmeli ve sağduyu bilgimizi sosyolojik gerçeklikle buluşturarak, onunla birlikte kullanmalıyız diye düşünüyorum. Çünkü Müslüman kültürler arasındaki dinsel ortaklık önyargılı söylemlerimizi değil, ortak din dilimizin safiyetini beslemeye çok daha uygun. Bu yolu tercih ettiğimizde, aynı havzadan beslenen kültürler olarak bizi ayrıştıran değil, birleştiren noktaların daha fazla olduğunu göreceğimizde kuşku yok. Nefret dili, tarafgirlik, ayrımcı politikalar, kime ya da kimlere karşı olursa olsun her zaman ve her durumda işlevsizdir. Sebebi ne olursa olsun bu tür politika ve uygulamalarla mücadele etmek hepimizin en temel insani görevi.

Beni saygıyla yanına çekersin yasakla değil

$
0
0
İtirazım Var’ın yönetmeni Onur Ünlü ile ‘+18’ ibaresinden yola çıkarak filmi konuştuk. 20 yıldır her gün film çekmeyi düşündüğünü söyleyen Ünlü, “En korktuğum şey, bu filme bizim düşündüğümüzden büyük anlamlar atfedilmesi.” diyor.Onur Ünlü, kendi deyimiyle ‘sevenin çok sevdiği, sevmeyenin nefret ettiği’ bir yönetmen. 22 tane film çekmeyi düşünüyor, hedefi 10 tanesinin polisiye olması. İtirazım Var bu polisiyelerin üçüncüsüydü, imam Salman Bulut’un başına gelen türlü türlü işleri konuşacakken gündem bir anda filme +18 ibaresinin gelmesi oldu. Ünlü, “O kadar haklıyım ki, ne desem yazık.” deyip ekliyor: “Görüntü kaydedebilen herhangi bir cihazla yine rahatsız ederim.” Röportajımızdan sonra Cuma günü +18 sınırlaması +15’e indirildi.İtirazım Var’da Serkan Keskin’in canlandırdığı Salman Bulut bizim alışkın olmadığımız bir imam portresi, şimdiye kadar resmedilmiş imamlardan farklı.Ben ‘Dur iyi imam yapayım’ diye düşünmedim. Bu bir imam belgeseli değil, imam tanıtım çalışması değil, imamlarla ilgili konular imamların sorumluluğunda. Şimdiye kadar imamlar anladığım kadarıyla klişe tiplerdi. Onlarla hep dalga geçiliyordu. Ben de ‘Yeter Türk sineması dur, imamlara böyle diyemezsin’ diye yola çıkmadım. Bir hikâye anlatmaya çalışıyordum, kafamda bir imam vardı, o imam da bu imamdı.Normalde konuşacağımız şeyler filme +18 ibaresi konulunca olağanüstü hale geldi. Siz şaşkın mısınız?Mevzu bu filmin +13’e düşürülmesi ya da +18’de kalması değil. Önemli olan bundan sonra bu işlerin çok kolay yapılamaması. Yönetmeliğin elden geçirilmesine çalışmak. Bütün bu hadise buna yarayacaksa, çok sevinirim. Ki konuşuluyor şimdi aramızda. Bu gündeme gelecek.İnsanlar filme ‘Acaba bu filmde bizi ne bekliyor’ sorusuyla girip +18’lik bir şey göremeyince ‘Eee n’oldu şimdi?’ sorusuyla çıkıyor. Bu canınızı sıkmadı mı?Çirkin bir algı oluşturuldu. Öyle bir afişi olan filmin +18’le sınırlandırılması insanın aklına ‘Ne olabilir ki bu filmde’ düşüncesini getiriyor elbette. İzleyince görülüyor ki, bir şey yok. Bu konuda haklıyım ama haklılığın beni bir zalime dönüştürmesini de istemiyorum. O yüzden çok yukarıdan havalı havalı konuşmaktan yana değilim. Aklıselim kazanır her zaman, onun kazanmasını bekliyorum. O kadar haklıyım ki, ne desem yazık.Onur Ünlü sinemasının bir derdi var ve İtirazım Var da bu seyri devam ettiriyor. ‘10 polisiye film çekmek’ hayalinizin üçüncüsündesiniz…Ben başka bir tartışma beklerdim. İmamın yaptıkları ettikleri konuşulsun isterdim. Serkan sağ olsun o kadar iyi oynuyor adamı, o kadar seviyoruz ki, sonunda rahatsız olduğumuz şeyler varsa da affediyoruz. Çünkü adam sevimli, samimi ve o karakterin kötü bir niyeti yok. Bu bize filmin de kötü niyeti olmadığına dair bir garanti veriyor. Karaktere inanırsan her şeye inanırsın, filmde de öyle oldu. Polisiye olarak da sevildi, durduğu yer tarafından da... Seyirci sevdi, yazar çizer tayfası sevdi, anlıyoruz ki İstanbul Film Festivali jürisi de sevmiş. Bu herkese nasip olmaz.‘Yine iyi ki kaybettik’ diyorsunuz. Onur Ünlü güzel kaybeden karakterleri seviyor galiba…Aslında kaybetmekten ziyade onurumu dik tutmaya çalışmayı seviyorum. Bunu başarabilirsem yaptığım herhangi bir işle ilgili o işte kayıp görmüyorsun. Önemli olan duruşu koruyabilmek. Neticede hayatta mutlu olamadan, emeline ulaşamadan, muradı eksik kalan binlerce, milyonlarca insan var. Bir sürü insan hayal kırıklıkları içinde ölüp gidiyor. Umutsuz insan sayısı daha fazla. Seyirci onları izlemek istemiyor algısı vardı. Ben de karakterler özellikle acı çeksin istemiyorum ama her karakter bir şeyi temsil ediyor. Polis diye bir film yaptım, Haluk Bilginer’in karakteri üzerinde bombalarla masada kaldı. Benim için o adamın hikâyesi orada bitti. O adam üzerinde bombalarla hâlâ orada oturur.Aslında risk almadan iş yapmak mümkünken siz yaptığınız filmlerle battınız, eleştiri aldınız. Leyla ile Mecnun, Şubat dizileri de risk seven işlerdi. Bugünden dönüp bakınca ne oldu?Başta daha tepkiliydi herkes. Bu çizgide inat edince alışıldı. Leyla ile Mecnun bizim yapmaya çalıştığımız işin anlaşılmasında yardımcı oldu. Seven iddialı bir şekilde sevdi, sevmeyen hiç sevmedi. Bu karakterler var çünkü ben de varım. Biz sadece seyrettiğimizde zevk aldığımız işler yaptık. Bu durumun etrafında toplanınca daha görünür olduk. Biz de bir tarafız artık, böyle de bir sinema yapılıyor. Bunu seyreden insanlar da var.Afili Filintalar okuyan, Leyla ile Mecnun, Behzat Ç. izleyen bir kitle nihayet Gezi’yi ortaya çıkaran kuşak olarak görüldü. Siz böyle bir paralellik görüyor musunuz?Aşağı yukarı görünüyor gibi. O insanların birçoğu Gezi’de de oldu. Gezi nasıl kendiliğinden bir hareketse bu insanlar da kendiliğinden orada oldu. Bu insanlar ülkenin zeki insanları. Bizim yaptığımız iş de bir yerinden oraya değiyor. Şu iddialı olur, bizim bu işin ortaya çıkmasını sağlayanlar olduğumuz söylenemez.Bunu böyle yorumlamayı tercih eden bir cenah da oldu ama...Orada olan insanların ortak özelliği, bir ortak özelliklerinin olmamasıydı. Siyasi olarak birbiriyle hiç benzeşmeyen bir sürü insan bir şekilde bir araya geldi. İnsanların hayattan beklediği başka şeyler varmış demek ki. Bir partiye oy verip eve gitmek isteyen insanlar dışında insanların olduğu da ortaya çıktı. Gezi içinde bizi sevenler gibi sevmeyenler de var. Bizim tasvip etmediklerimiz de vardır.Peki solcular solcularla, sağcılar sağcılarla kategorileri eridi mi? Orada buluşulan şey siyaset dışı bir şeydi. Günlük hayatın yaşama biçimleriyle ilgili bir mevzu bizi birleştirdi. Sosyolojik olarak bir şeyi tanımlayamazsan en kestirmeci yollara gidersin. Faşist kafa böyle çalışır. Faşist kafa belirler, bir tanım yapar ve o tanım üzerinden bir retorik kurmaya başlar. Halbuki retoriği kurduktan sonra tanımı yapmak gerekir. ‘Evdeki yüzde 50’ der mesela. Bir faşist böyle konuşur. Kitlelerin anlamasını kolaylaştırmak için çözümler üretir. Gezi mevzuu sosyolojik olarak karmaşık bir mevzu. Hemen anlayabilmekte zorlandılar. Zorlandıkları için de ellerindeki hazır tanımlara gittiler. Leyla ile Mecnun’u suçladılar, Ot dergisini suçladılar. Olay olduğunda bizim dünyadan haberimiz yoktu, turnedeydik. Turneden dönerken otobüsün içinde gördük. Mahalleye geldik. Ben Cihangir’e kayıtlıyım, kütüğüm bile Beyoğlu’nda. Gittim ki, gazdan göz gözü görmüyordu, fotoğraflandık. İyi ki de öyle oldu, o ayrı. Bu tanım tamamen sağcı kafanın işi. Çünkü elinde done yok, başka türlü tanımlayamaz. Hayata dümdüz bakmaya alışmış, şansı yaver gitmiş, iyi kötü söylediği birtakım şeyler de olmuş. Fakat mevzu karmaşıklaşınca işin içinden çıkamadılar.Yakın çeperden başlayarak yaka yaka giden bir hesaplaşma var gibi görünüyor. İtirazım Var’a da +18 ibaresi konulması insana bu hesaplaşmanın kurbanı olduğu hissini veriyor.Evet böyle bir algı var. Bitmeyecek. Bizim kulağımıza gelen düşman bellendiğimize dair başka şeyler de var. Birtakım listelerden bahsediliyor. Bu o kadar umurumda değil ki, bunu nasıl tarif edebilirim diye düşünüyorum. Vız gelir tırıs gider. Benim filmime +18 vererek beni ehlileştireceğini mi düşünüyor? Bir sonraki filmde ‘Böyle yapmayayım da +18 almayayım’ derim mi sanıyor? Bizim gibi adamlar ‘Bir sonrakinde yasaklanayım’ diye düşünür. Beni ancak kendine saygı duydurarak yanına çekebilirsin, inatlaşarak değil. Devlet yıkılır gider.İmam karakterine dönecek olursak, onu bu kadar konuşuyor olmamızın da normalleşmeyle ilgili, yaşadığımız sorunlarla bir ilgisi var. Bakkal olsa bu kadar konuşulmazdı...En korktuğum şey bu filme bizim düşündüğümüzden büyük anlamlar atfedilmesi. Ben kendi başıma politik bir kişi değilim, film de öyle bir şeyden yola çıkmıyor. +18 mevzuu filmi politik bir film haline getirdi. Bu aslında üzerinden politika yapılabilecek bir film değil. İmamın durduğu yer herhangi bir yer. Çevre o kadar kötü ki, adamın durumu politik kalıyor. İnfak etmiyorsunuz diyor, fitre yüzde 40’la geçiştirilebilecek bir şey değildir diyor, Diyanet İşleri işlevsizdir diyor. Bunların hangisi yalan? Bunlar için devrim yapmak gerekiyor, saçmalığa bak. Çünkü politize etti her şeyi. Politik alan dışında söyleyecek daha tatlı bir sözü yok. Biz tatlı güzel bir film yapmak istedik.Sığ ve sağ fikirlerin üstünde duramazsınBaskı hiç mi engel olmaz, oto sansür oluşturmaz?Şu olur, benim televizyon satışımı etkiler. Gişeyi etkiledi mesela. Bir sonrasında o kadar rahat hareket edemememi sağlar ama beni durduramaz. Bu işi nasıl yapacağımı biliyorum. Bu bilgiyi benden alamazsın. Son 20 senedir sadece bunu düşünüyorum. Görüntü kaydeden herhangi bir cihazla yine seni rahatsız eden filmler yaparım. Ama ben diyorum ki, böyle olmasın. Tatlı tatlı gitsin, bana saygı duy, sana saygı duyayım. Kendinden nefret ettirerek bir yere varamazsın ki. İki seçim sonra ne yapacaksın? Özal’ın en parlak zamanlarında ANAP’ın böyle mizah konusu olacağını kim düşünürdü? Sen de yok olup gideceksin çünkü halka dayanmıyorsun. Gerçekten onaylayacak, ideolojik olarak seni besleyebilecek fikirlere kapalısın. Kendi sığ ve sağ fikrinin üstünde durmaya çalışıyorsun ama duramazsın.Galata Kontu olacaktımSırrı Süreyya’yla işbirliği nasıldı?Sırrı ağabeyle çok yakın arkadaşız. Sinema anlamında ortaya çıkan ilk kesişmemiz. Başka hikâyelere de çalışmıştık beraber sonra o niye olduğunu hâlâ anlamadığım bir şekilde milletvekili olduğu için film işleri durdu. Belediye başkanı olsaydı, Galata’yı bana verecekti. Galata Kontu olacaktım ama olamadım.

Kars gravyeri hakettiği değeri arıyor

$
0
0
Kars gravyeri daha çok acımsı tadı, kocaman gözenekleriyle bilinir. Üretim ve olgunlaşma sürecinde ciddi emek gerektiren bu özel peynirin, Karslıların iftar ve sahur sofralarının baş tacı olduğunu biliyor muydunuz?Bal, kavurma, aromatik bitki, elma ve tüm dünyanın 800 yıllık tuz ihtiyacını karşılayabilecek kaynaklarıyla öne çıksa da en çok gravyer peyniriyle özdeşleşmiştir Kars. Koca delikleri, acımsı tadı ve daha çok şarapla ‘kötüye’ çıkan adıyla akıllara yer etmiştir. Peki ya gerek üretim gerekse olgunlaşma sürecinde tıpkı bir bebek gibi bakıma muhtaç böylesi özel bir peyniri neden bir kaşar ya da beyaz peynir kadar benimsememiş, sofralarımıza koymamışız?Hakkındaki ‘doğru bilinen yanlışları’ öğrenince bir ürüne ancak bu kadar haksızlık edilir diyesi geliyor insanın. Asırlardır İsviçre’nin Gruyere kasabasında üretilen bu peynir nasıl olmuş da binlerce kilometreyi aşıp Kars’a kadar gelmiş hiç düşündünüz mü? Peki ya sofralarımızda yer edinememesini acı ya da pahalı oluşuna mı yoksa şarap peyniri önyargısına kurban gitmesine mi borçlu? Tüm bu soruları ve daha fazlasını geçtiğimiz hafta Boğatepe Çevre ve Yaşam Derneği ile Tarih Vakfı öncülüğünde düzenlenen ‘Kars Peynirciliğinin Dünü, Bugünü ve Geleceği’ paneli vesilesiyle görüştüğümüz, kendisini bu peynirin kaliteli üretimine ve gelecek kuşaklara aktarılması adına yapılan çalışmalara adamış Boğatepe Çevre ve Yaşam Derneği Yönetim Kurulu Başkanı İlhan Koçulu’ya sorduk.İskandinavya’da pişti Kars’a nasıl düştü?Avrupa’da sanayi devriminin başlaması ve gelişmesiyle birlikte bundan yararlanmak isteyen Rus Çarı, Avrupa’dan çeşitli konularda uzman kişiler getiriyor ülkesine. Bunlar arasında İsviçre ve Almanya’dan giden peynir ustaları da bulunuyor ve Güney Kafkasya’da çeşitli yerlere mandıralar inşa ediyorlar. 93 Harbi’nin ardından, bu peynir üretim merkezlerinin arasına, Rus hakimiyetine giren Kars ve Ardahan’ın çeşitli köyleri de ekleniyor. Mandıralardaki üretim ve beraberinde gelişen ticari ilişkiler karşılıklı bir öğrenme sürecini başlatır ve zamanla İsviçre peynirini Kafkasya sütüyle üretmeyi öğrenen yeni Malakan, Ermeni, Gürcü, Rum ve Karapapak ustalar yetişir. 1917 Devrimi sonrasında Rusya’nın Kars’tan çekilmesiyle bölgeden ayrılan üreticilerin mandıralarında, göçle gelen Karapapaklar, İsviçrelilerden öğrendikleri peynir üretimini devam ettirir. Üretimi, savaştan önceki kadar yoğun olmasa da, Kars gravyeri Dikme, Boğatepe, Alagöz, Cicor, Nebiyurdu, İsaçayırı, Borluk, Yaycı gibi yaylaların zengin bitkileriyle beslenen yerli ırk ineklerin sütüyle üretilmeye devam eder.Neden pahalı?Gravyer yapımı, uzun ve epey meşakkatli bir süreci kapsıyor. Tıpkı bir annenin bebeğine gösterdiği özen ve ilgi gibi gravyer ustası da tekerine aynı ilgiyi göstermek zorunda. Sadece bakım süresi beş ayı buluyor. Süt sağıldıktan sonra çok hızlı (10 dakika, maksimum yarım saat. Bu süre aşıldığında peynirin karakteri değişiyor. Sütün içinde süt gazları vardır. Peynire aromasını veren bu gazlardır. Bu yüzden süt örneğin 50 kilometre uzaklıktaki bir yere taşındığında o gazlar çıkar içinden.) şekilde mandıraya ulaştırılması gerekir. Süt sağım aşamasında hijyen kurallarında hassas olunmalı. Mayası çok pahalı. Kaşar peyniri yapımında 2 kişiyle günde 7 ton süt işlenirken, gravyerde 7 kişiyle 3 ton süt işleniyor. Süt 4 tonu geçtiğinde 9 kişiye çıkıyor. Bu, 9 kişinin 120 gün boyunca istihdam edilmesi demek. Ayrıca peynirler ayrı ayrı kazanlarda tüple pişiriliyor. Bir kazan için 30 litre tüp gidiyor. Ardından 4 hafta boyunca 30 derecelik odalarda bekletiliyor. Anlayacağınız enerjisi, işçiliği ve süt girdisi diğerlerine göre oldukça yüksek. Arka planındaki emek ve masraf göz önünde bulundurulunca aslında pahalı değil.Tadı acıysa üretici hatasıGravyer peynirinin güçlü bir aroması var ama kesinlikle acı olduğunu söyleyemeyiz. Eğer acıysa Avrupa Birliği gıda koteksi uygulamalarının yerel yetkililerce yanlış anlaşılmasından kaynaklanmış demektir. Avrupa Birliği gıda üretim alanlarının kolay temizlenebilir olmasını şart koşuyor. Bizim üreticilerimizin aklına ise sadece fayans geliyor. İmalathanede fayans kullanılabilir ama olgunlaştırılmanın yapıldığı alanda fayans canlı organizmaların ölmesine neden oluyor. Beton da aynı etkiyi yapıyor. Peynirler böyle ortamlarda hava alamıyor ve içindeki yağ acımaya başlıyor. Şu anda bu konuya hassasiyet gösteren yalnızca bir firma var. Maalesef diğerleri yalnızca ticari yaklaşıyor, önemsemiyor.İftar sofralarının vazgeçilmeziDaha çok meze sofralarında ünlense de bu gravyerin içeriğinin ve sağlığa yararlı birçok özelliğinin bilinmemesinden kaynaklanıyor. Zira Kars’ta hayatı boyunca ağzına alkol koymamış mütedeyyin ailelerin sofralarının baş tacıdır gravyer. Ramazan’da tok tutma özelliğinden dolayı sahurların olmazsa olmazıdır. Ayrıca hazmı kolaylaştırdığından Karslılar yemek sonrası (iftar sonrası) mutlaka bir parça gravyer tüketir. Bunları bilmeyenler ise ‘şarap mezesidir’ der geçer. Yanı sıra içindeki yararlı bakteriler sayesinde ağız içerisinde zararlı bakterilerin oluşumunu ve kokuyu engeller. Omega3 içerir. 100 gramında yaklaşık 480 kalori var. Bu yüzden uzun süre tokluk hissi verir. Ek bir bilgi, en iyisi 10-18 ay bekletilmiş olanıdır ve yaklaşık 4 yıl ömrü vardır.Görüntüsü gruyer tadı emmantelİsviçre’nin Gruyeri kasabasında üretildiği için İsviçre’de bu isimle anılan peynir, dile kolay geldiği gerekçesiyle gravyer olarak geçmiş. İkisinin de tuz oranı aynı. Aralarındaki en görünen fark, Kars gravyerinin gözenekli, İsviçre gruyerinin gözeneksiz olması. Bir diğeri ise Kars gravyerinde dağ sütü kullanıldığından (inekler yaklaşık bin çeşit bitkiyle beslendiği için) sütten gelen güçlü bir aroma söz konusu. Kars gravyeri yapılırken İsviçre’nin bir diğer peyniri emmantelin yapım aşaması izlenir ancak tuzlama sırasında gruyer takip edilir. Yani Kars gravyeri görüntü açısından emmantele, tat olarak da gruyere benzer.Nimet ganimete dönüştürüldüKars’ta 24 çeşit peynir vardı. Günümüzde ise resmi olarak pazarda satılan izinli peynir sayısı yalnızca üç. Sekizinin yapımı tamamen unutulmuş. Gravyer açısından durum daha da vahim. Rus kaynaklarına göre 1910’da Kars’ta 32 tane gravyer atölyesi varken bugün yalnızca bir-iki mandıra kaldı. Peynir, yaşayan bir kültür öğesidir ama günümüzde gıda dolayısıyla gravyer nimet olma özelliğini kaybetmiş, ganimete dönüşmüş (ticarileşmiş) ve toplum gıdanın üretim sürecinden, besin değerinden uzaklaştırıldığı için bu kültür unutulmaya yüz tutmuş.

Bugün aranızda olmayabilirdim

$
0
0
Adana’nın bir köyünden Yılmaz Güney filmi izlemek için yollara düşen iki çocuğun hikâyesini anlatan ‘Lal’, gösterime girdi. Çocuklara faytonuyla yol arkadaşlığı eden Emre Altuğ, sette ölümden dönmüş.Yılmaz Güney izleyerek büyüyen nesilden misiniz?Evet, ama onun nesli yok ki! O çektikten sonra herkes onun filmlerini izlemiştir. Sineması nesil sınırlarını bertaraf etmiştir diye düşünüyorum. Çok evrensel çalışmaları var. Hikâye, sinematograf, performans açısından hem Türk hem dünya sinemasına damgasını vurmuş birtakım hareketler…Sizi Lal’e götüren Yılmaz Güney mi oldu, yoksa hikâye mi?Yönetmen Semir Aslanyürek. Eve Giden Yol filminde çok enteresan tesadüflerle bir araya geldik. Kendimle bağlantılı olmayan, ters köşe bir rol oynamak istiyordum, Eve Giden Yol’da kötü ve çirkin bir adamı oynattı bana. Çok kişi karşı çıkmasına rağmen, risk alarak... Çoğu kimse ‘Pop star olarak bilenin bu adamla nasıl yapacaksın? Eli yüzü düzgün bir adam olarak biliniyor, nasıl hem çirkin hem kötü olacak?’ diyordu. Yapma, dediler, yaptı… Bir ara ‘başrol oyna’ dediler, ‘hayır, diğer rolü istiyorum’ dedim. Genel anlamda güzel bir performans sergiledim, sonrasında oluşan gönül bağımızla bu filmde buluştuk.Oradaki kötü-çirkin adam, şimdi faytoncuya dönüştü…Faytoncu Cabbar oldum. Umut filminde Yılmaz Güney’in oynadığı önemli bir karakter. Bir araba atına çarpıp öldürüyor, adamın tek mal varlığı o, hatta tek yoldaşı, dayanağı… Bir de üstelik zengin biri ‘Arabam çizildi. Yolun ortasında ne işin var?’ diye fırça atıyor. Arazinin ortasında atın bırakılması, onun arkasından gitmesi sinematograf açıdan etkileyici sahneler… Lal’de iki çocuk şehre Yılmaz Güney filmi izlemek için yola düşüyor, ben de faytonumla onları taşıyorum. Gerçekten yaşamış, enteresan, güzel bir karakter… 10-12 kişilik bir ekiple gerilla usulü yaptık çekimleri. 5 gün sürdü. Senaryoyu cümle cümle çalışmıştık, bütün açılar belliydi, o yüzden çok zorlanmadık. Aslanyürek, ne istediğini çok iyi bilen biri. Ne kadar gişeye yönelik bir iş yapacağım dese de ideolojisi, duruşu, tavrı buna engel oluyor, derinliği olan bir festival filmi ortaya çıkıyor. Yine öyle oldu.Duyduğuma göre aksiliklerin bol olduğu bir setmiş…Bildiğin ölüyordum. Çekim yaptığımız yol çok dardı. Kameranın önünden geçtikten bir süre sonra faytoncu arabayı döndürüyor. Dönerken açıyı fazla daraltınca araba yana doğru gitmeye başladı, üstünden düştüm. Fayton üzerime geldi, yandaki ahşap tahtalar üstüme kapaklanmasını engelledi. Film gibi… Sonra mıcır asfaltta atın ayakları kaymaya başladı. Araba bu sefer atı çekiyor. 400-500 kiloluk at üzerime düşerse ayvayı yedik. Ayağım yulara takıldı, ayağa da kalkamadım. Güç bela atlattık.Hastanelik bir durum olmadı umarım.Olmadı çok şükür. İnsanlar koştu, yardım etti. Sakatlık olmadan ucuz atlattık.Türkiye’de çok az yol filmi çekiliyor. Lal onlardan biri…Doğru. Hâlbuki yol filmleri çok eğlencelidir. Devamlı değişik durumlar, yerler görünür, karakterler girip çıkar. Görsel açıdan zenginlik katar. Niye çekilmiyor bilmiyorum. Müzikal de yapılmıyor. Onu ben yapmak istiyorum. Ancak olmayan şeyi yapmak zor. Seyircinin ne izlemek istediğini bilemezsin, hikâyenin nasıl anlatılacağı hakkında fikrin olmaz. Aklımda bir şeyler var ama ciddi hazırlığım yok. Hâkim olmadığım bir mevzu olduğu için de korkuyor, çekiniyorum.Hata yapmaktan korkmamak gerekmez mi?O da bana biraz ukalalık gibi geliyor. Hayatımda hiç senaryo yazmadım ama etrafımda destek alabileceğim çok arkadaşım var. Yapımcı, yönetmen, senarist, bu işi yapabilecek arkadaşları bir araya getirip, bir hikâyeyi oluşturup, şarkılar dillendirilebilir. Bin sinemacı var, onlar yapsın diyorum ama yok. İş başa düşer mi, bilemiyorum.Yarıda kalacak işi yüzde 90 anlarım Dizi, tiyatro oyunculuğu, müzisyenlik… Sinema nerede duruyor?Kalbimin en üst noktalarının birinde. Kamera önünü çok severim, tiyatro en son sıradadır. Ancak kendimizi geliştirebileceğimiz tiyatrodan başka mecra yok. Bu anlamda kendimi eğitmek için tiyatro yapıyorum. İki-üç senede bir, müzikal veya oyunda oynuyorum. Son on yılda dört yıl oyun yaptık, öncesinde de herhalde altı tane oyunum var.Çok fazla sinema filminiz yok.Aslında var. Çok az değil, fazla da değil, 8-9 tane. Popüler müzik yapıyorum, göz önündeyim, sinema da öyle ilerlesin istemiyorum. Bağımsız sinemada, festival filmlerinde olmak hoşuma gidiyor. En gişe filmim Sizi Seviyorum’dur. O da daha önce hiç okumadığım, görmediğim bir senaryoydu. Ne Amerika, ne Avrupa, ne Türk sineması kimsenin aklına gelmemiş bir hikâye. Son dakikada dâhil olduğum bir proje, ki yönetmene söylemiştim: ‘Acil şeylere gelemem. Tiyatro eğitimi aldım, provasız bir işe başlamam. Ne sahneye çıkarım, ne oyunculuk yaparım.’ Oyunculuğa, müziğe hâkim olduğum için paldır küldür sahneye atladığımda tabii ki bir şeyler yapabilirim ama tercih ettiğim bir şey değil. O proje çok cazip gelmişti, iyi ki de oynadım.Bağımsız sinemacılardan çok senaryo geliyor mu?Çok. Çünkü paraları yok hem de ismi olan birini kullanmak istiyorlar ama hepsine atlamak istemiyorum. Artık tecrübeliyim, karşıma oturan birinin işi becerip beceremeyeceğini anlıyorum. ‘Böyle yapamazsın. Git yapımcı bul. Herkesi perişan edersin.’ diyorum. Bugüne kadar yüzde 90 haklı çıktım. O sorumluluğun altına girmek istemiyorum. Keyif işi yaparken, neden gidip perişan olayım. İlk zamanlar bunu kaldırabiliyordum, artık başa çıkamam.Yönetmenleriniz kimlerdir? Yerli, yabancı…Yönetmen sineması çok takdir ettiğim bir şey değil. Sinema kolektif bir iştir. Bilmem kimin filmi denince biraz bencilce buluyorum. Ezel Akay’la konuştum, o da aynı şeyi düşünüyor. Bazı isimlerin yeri bambaşka. Kubrick mesela, çok üst noktada duran biri. Spielbergde öyle. Türk sinemasından da var ama o istikrarı yakalamış çok yönetmen tanımıyorum. Zeki Demirkubuz’un, Nuri Bilge Ceylan’ın, Yeşim Ustaoğlu’nun her filmi bana aynı zevki vermiyor, Kubrick’inki veriyor. Bu benle alakalı bir şey, onlarla ilgili değil. Eminim çok karakterli, usta bir şey ortaya koyuyorlardır. Yüzdesini sorarsanız, tabii ki yüzde 80 keyif veriyor. Daha bir sürü de isim vardır.İyi bir sinema arşiviniz var mıdır?Artık yok. Çünkü arşivlenecek şey kalmadı. Evde bir sürü DVD var ama arşivlemiyorum. Eskiden kaset biriktiriyorduk, nerede şimdi? İstediğin filmi, istediğin vakit, istediğin şekilde bulabiliyorsun. Onun için arşivleme gereği hissetmiyorum. Kitabı da, filmi de evde saklamayacaksın. İzledin, okudun mu başkasına vereceksin, o okusun, izlesin. Evde durunca ya şurada ne oldu diye bakacak mısın? 10 yıl sonra aynı kitabı okumak istersen, al bir daha oku. Bilimsel, kurumsal kitaplar için değil tabii.Yarını düşünmeden yaşayan birisiniz anlaşılan…Bugünü daha değerli yaşamak istiyorum. Ama baba olduktan sonra yarını daha çok düşünmeye başlıyorsun, çocuklardan ayrı kalmamak için… Çok fazla da şımartmamalısın. Ailem çok zengin değildi, ben de zenginlik peşinde olmadım hiçbir zaman, çocuklarıma da zengin bir hayat bırakmak istemem açıkçası. Herkes hayatını kendi kazanmalı, ayakları üzerinde durabilmeli. Babam bana böyle öğretti, ben de öyle istiyorum. Babam her zaman sırtımı dayayabileceğim bir dayanaktı, çocuklarıma bunu yaşatmak istiyorum. Onlarla daha iyi vakit geçirmek adına ileriyi düşünüyorsun artık.Oyunculuğunuz biraz müzisyen kimliğinizin gölgesinde kalıyor. Ne dersiniz?Dünyanın her tarafında bu böyle değil mi? Müzisyenlik her daim daha popüler bir iş. Popüler müzik yaptığım için şarkıcı kimliğim ön planda. Oyunculuğu ön planda tutup daha alternatif müzik yapıyor olsaydım, o zaman oyunculuğum ön planda olurdu. Şuna dikkat ediyorum: Müzik yaptığım dönem oyunculuğumu geri çekiyorum, oyunculuk döneminde ise müziği. Kafa karıştırmasın istiyorum. Herkesin yarısı kadar albümüm vardır. 15 sene de millet 10-12 albüm yapmıştır, benimkinin sayısı 6-7. Ama hayatımda ikisinin dengesi aynıdır.Hayatta en kolay para kazandığım iş: Tatlı Hayatİzlerken ‘Ah ulan! Bu adamın yerinde ben olmalıydım.’ dediğiniz roller hangileri?Amaan, dünya kadar. (Gülüyor) Keşke bu şarkıyı ben söyleseydim, rolü oynasaydım. Ömrümüz kıskançlıkla dolu.Hayatınızda ne kadar çok keşke var?Keşke hep vardır, önemli olan ‘keşke yapmasaydım’ın az olması. O insana daha büyük pişmanlıklar yaşatıyor. Ama onlar da bir şeyler öğretir. Ben ‘keşke yapmasaydım’ın daha az olmasını sağladım. Keşkeler olsaydı bu hayat olur muydu, olmaz mıydı? Önemli olan o.Örnek aldığınız, kendinize hoca bellediğiniz oyuncular kimler?Çocukluğumdan beri film izliyorum, John Malkovich’ten Haluk Bilginer’e örnek aldığım çok isim var. Haluk abiden Tatlı Hayat döneminde çok şey öğrendim. Senaryoyu okuyup, anında idrak edip, anında uygulama tekniğini ondan öğrenmişimdir. Dizide bazen senaryo gelmiyor, ‘Emre Bey siz dün akşam çalışmışsınız.’ diyorlar: ‘Gelmedi ki senaryo, nasıl çalışayım?’ Full konsantre bir kere okurum, bir prova alırım, sonra çekim…En iyi, bilinen işiniz hâlâ Tatlı Hayat…İlk popüler olduğum, çok ses getiren bir iş. Amerika’dan bile tebrik mesajları almıştım. ‘Bu rolü bu kadar başarılı oynayan bir aktöre sahip olsaydık, rolü daha büyük yazardık.’ demişlerdi. Çok onore edici. Fatih Aksoy’a söylemişimdir: ‘Hayatta en kolay para kazandığım iş.’ Sadece Merhaba, Allah’a ısmarladık dediğim bölümler vardı, yine aynı parayı alıyordum.

Müziğim Boğaz köprünüz gibi

$
0
0
‘Bass gitar ile udu birleştiren adam’ Rachid Taha, yeniden İstanbul’da. Konser öncesi konuştuğumuz ünlü sanatçı, “Punk ile Arap müziğinin isyanı kelimelerde aynı ama tınılarda farklı. Bir araya gelse nasıl olur denildiğinde ise ortaya bu çıkıyor.” diyor ve ekliyor: “Müziğimi de kendime benzetiyorum. Bir kolum batıda, bir kolum doğuda…”Cezayir’in nevi şahsına münhasır müziği Rai’yi bilenler Rachid Taha ismine saygı duruşunda bulunur. O, bugüne kadar onlarca esere imza atmış bir müzisyen. Ama onu kitlelere tanıtan şarkısı, hâlâ dinlenen ve her konserinde seslendirdiği ‘Ya Rayah!’, ‘Yani Ey Yolcu!’ sözleri, Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın ‘Cezayir Türküsü’nü anımsatıyor. Taha ‘Ey Yolcu’ diye seslendiği parçada, şunları terennüm ediyor: “Ne kadar kalabalık ülkeler ve ne kadar boş şehirler gördün?/ Ne kadar zaman harcadın?/ Hâlâ ne kadar kaybediyorsun?/ Ah bir diyardan bir diyara göçen…/ Ne yaptığını hiç biliyor musun?/ Kader zamana yön veriyor ve takip ediyor/ Ama sen bunu kabul etmiyorsun…”Rachid Taha, Afrika, Arap, Fransız ve İspanyol ezgilerin kulağa çarptığı Rai müziğin en güçlü temsilcisi, en az vatandaşları Khaled ve Faudel kadar... Onun atalarının müziğini seslendirirken araya rock tınılarını serpiştirmesi, özgünlüğünü devam ettiren bir tavır. Cezayir asıllı Fransız sanatçı, yeniden İstanbul’a geliyor. Avea Sıradışı Müzik kapsamında 2 Mayıs’ta hayranlarıyla buluşacak. Biz de ‘Bass gitar ile udu birleştiren adam’la İstanbul Kongre Merkezi’ndeki konseri öncesi konuştuk.Söze, “Ben doğduğum, büyüdüğüm, gezdiğim her coğrafyanın kültürünü harmanlıyorum aslında biraz.” diye başlıyor ve devam ediyor: “Punk ile Arap müziğinin isyanı kelimelerde aynı; ama tınılarda farklı. Bir araya gelse nasıl olur denildiğinde ise ortaya bu yaptığım iş çıkıyor. Müziğimi de kendime benzetiyorum. Bir kolum batıda bir kolum doğuda… Tıpkı Boğaz köprünüz gibi. Müzik zaten anlayışları, fikirleri, kültürleri bir araya getirmenin en güzel yolu. Ben de bunu kullandım.” Başarılı sanatçı, kendisi için söylenen ‘Rai müziği dünyaya tanıttı.’ ifadesinin büyük bir söz olduğunu, kendisinin o hedef doğrultusunda ilerlediğini söylüyor. Cezayir’in çok eski ve köklü bir müziğe sahip olduğunu yineliyor ve keşfedilmeyi bekleyen yüzlerce eski şarkının varlığına dikkat çekiyor. Bu arada şahsının sunduğu mütevazı katkıyı şu sözlerle teyit ediyor: “Kendi ülkemin insanları da atalarının müziğini yeniden keşfetti. Bu güzel bir şey…”‘Türk müziğini dinlerken yabancılık çekmiyorum’Rachid Taha, Türk müziğini dinlerken yabancılık çekmediğini söylüyor. Arabeske ise ayrı bir parantez açıyor ve ilginç bir ortaklıktan bahsediyor, “Arabesk müzisyenler ile müşterek bir noktamız var: Mısırlı Ümmü Gülsüm. O kadına hayranım. Sizlerden de çoğu isme ilham kaynağı olmuş bir kadın. Ud, darbuka bana yabancı değil. O sebeple kendimi bu kültür harmanının içinde hissediyorum.” Ve söz dönüş dolaşıp 1998’de Paris’te ‘1, 2, 3 Soleils’ adıyla verdikleri o unutulmaz konsere geliyor. Yayınlandığı andan itibaren Fransa başta olmak üzere Avrupa müzik listelerinde uzun süre en çok dinlenen şarkı Abdel Kader’i soruyoruz. Malum eser, Cheb Khaled’in Cezayir direnişinin sembol ismi Şeyh Emir Abdülkadir için yazdığı bir şarkıydı aslında. Ama Cezayirliler için bir marşa dönüşüvermişti. Rachid Taha, 1852 senesinde Osmanlı ülkesine sürgün edilen millî kahramanlarının Bursa’da ikamet ettiği yeri görmeye gitmiş. “Abdülkadir’in şehri Bursa’yı gördüm. 2005 yılında bir kitap festivalinde sahne almıştım. Bursa’yı gezme şansım olmuştu. Gerçekten tarih kokan bir şehir. Bir de insana kendini ilginç hissettiriyor.”‘Milliyetçilik Fransa’da yeniden güç kazanıyor’Rachid Taha, 56 yaşında… Ve 10 yaşından beri de Fransa’da yaşıyor. Cezayir, Fransa’nın eski sömürgesi ve ataları Fransız işgaline karşı mücadele vermiş. Dolayısıyla gittiği her yerde ‘öteki’ olarak yaşamış biri aynı zamanda. “Genel olarak Avrupa’ya baktığımda 60 yıl önce II. Dünya Savaşı’nın izlerini hâlâ taşıdıklarını görüyorum. 80’lerdeki milliyetçi hareket, Fransa’da yeniden güç kazanmaya başladı ki bu durum bana göre endişe verici.” diye konuşan ünlü sanatçı, Ortadoğu’ya baktığında ise değişim ve dönüşüm gördüğüne vurgu yapıyor. Sebebi için de, “Yıllarca belli baskı yönetimlerinde yaşayan halk, buna isyan etti. Şimdi ise kendi seçimini yapmanın sancısında. Hiçbir değişim acısız olmuyor; ama ben ümitliyim. Özellikle Müslüman Arap ülkelerinin kendilerini bulacağına inanıyorum. Kadınların, hak ettikleri yere gelme mücadelelerini kazanacaklarını düşünüyorum.” ifadelerini kullanıyor. Son olarak ülkesi Cezayir’deki demokrasi mücadelesinden söz ediyor. Bu uğraşın her anlamda zor olduğunu dile getiren Rachid Taha, çekilen sıkıntıları doğuma benzetiyor: “Sancı çekmeden güzelliğini keşfedemezsin. İnsanların canı yanıyor ama bir yandan da güçleniyorlar. Bunu bilmeleri gerekir. Benim müzikte en büyük hedefim aslında yaşadığım ülkede yaşanan ırkçı politikaya karşı dik durmaktı. Hep bunun için mücadele verdim ve vermeye de devam edeceğim.”

En sevimli örümcek!

$
0
0
Sevimli kelimesini duyduğunuzda aklınıza ilk gelen canlının bir örümcek olmayacağı kesindir. Fakat fotoğrafçı Thomas Shahan, çektiği makro Ceylan Gözlü Zıplayan Örümcek fotoğraflarıyla bu yargıyı kırdı.Zıplayan örümcekler oldukça sıra dışı canlılardır, bunların büyük çoğunluğu diğer akrabaları gibi örümcek ağlarıyla avlanmazlar. Bunlar aynı zamanda örümcek türleri arasında en iyi görüşe ve oldukça güçlü arka bacaklara sahiptir. Bu sayede güçlü sıçrayışlarla avlanırlar.Avlanmamalarına rağmen ipek ağ üretebilirler, ancak bunu sıçramadan önce kendilerini bağlamak ya da barınak oluşturmak için kullanırlar.Zıplayan örümcekler aynı zamanda oldukça meraklıdırlar ve sık sık kendilerinden oldukça büyük olan organizmalarla etkileşime girerler. Eğer bir örümcek size bakmak için dönerse, bu büyük ihtimalle zıplayan örümcektir ve bunlar insanlar hakkında doymak bilmeyen meraka sahiptirler. Kara dul gibi birçok örümcek türü insanlardan uzak durmaya çalışır, ancak zıplayan örümcekler oldukça korkusuzdur.Dışarıda yaşayan her tür böcek size zarar verebilir. Bu böceklerin ve sineklerin baş düşmanı bu örümceklerdir. Örümceksiz bir dünya sayısız hastalık taşıyan sivrisinekler ve böceklerle dolu bir dünya demektir.Bu sevimli örümcekleri gördüğünüz zaman, size zarar verebilecek böcekleri avladıklarını unutmayın.

Bir kuş kadar hafif ve özgürüm

$
0
0
Yeni Şafak ve Haber7'deki yazılarına son verilen Prof. Dr. Osman Özsoy'un geçen hafta da Haliç Üniversitesi'ndeki derslerine son verildi. Vicdanıyla hareket ettiğini söyleyen Özsoy, “Yarın utanacak bir iş yapmadığım için huzurluyum. Bu vicdani rahatlık, geleceğe dair birçok plandan daha evla.” diyor.Prof. Dr. Osman Özsoy, 17 Aralık yolsuzluk ve rüşvet iddiası operasyonuyla hem Yeni Şafak Gazetesi'ndeki hem de Haber7.com sitesindeki yazılarına son verildi. Geçen hafta ise 2002 yılından beri emek verdiği öğrenci yetiştirdiği Haliç Üniversitesi'ndeki derslerine son verildi. Okula alınmayınca sokakta ders yaptı. Siyasi otoriteye boyun eğmediği, iktidara angaje olmadığı için bu tarz baskılara ve yıldırmalara maruz kalan Özsoy işten atılmasının arka planını, vicdanını değil de cüzdanını tercih eden aydınları anlattı.Yeni Şafak ve Haber7 yazılarınıza son verilme sebebi neydi? Gazetenin genel yayın yönetmeni İbrahim Karagül'ü ziyaret etmiştim. Henüz 17 Aralık olmamıştı. Yazılarla bir problem olduğunda rahatlıkla söyleyebileceğini de ifade ettim. Karagül “Bir sorun yok Osman Bey, olursa da dağ gibi arkanda dururuz.” dedi. Aradan üç dört gün geçti ve insan kaynaklarından arayıp yazılarıma son verildiği söylendi. Twitter' da okuyucularıma duyurdum bu gelişmeyi ve “ Gazete yönetimini aşan bir üst iradenin buna neden olduğunu tahmin etmek güç değil. Gazete yönetimi ve arkadaşlara kırgın değilim.” dedim. Düşünün o zaman ne ALO Fatih'lerden ne de tapelerden haberimiz vardı. Ama ben bunun siyasi bir irade kararı olduğunu anladım. Görmediğimiz bir iletişim hattı yaşanıyor medya dünyasında. Arka planda neler olup bittiğinden haberimiz olmuyor. Kamuoyunun ruhu duymuyor. Bir gün sonra da Haber 7'nin genel yayın yönetmeni İbrahim Erdoğan aradı. Sürecin zorluğundan ve hassaslığından dem vurarak yazılara seçimlere kadar ara verelim istedi. Ben de ara vermek istemediğimi ya tamamen bitirmemiz gerektiğini yoksa da devam edeceğimi söyledim. Bir yazı daha yazdıktan sonra Haber7'den arkadaşları zor durumda bırakmamak için ayrıldım. Düşünün internet gazeteciliğinin ilk telifli köşe yazarıyken, siyasi baskı sonucu atıldım.Peki, yazdığınız zaman diliminde girmeyen yazılarınız oldu mu? “Hizmet Hareketi 28 Şubat'ta bile bu kadar baskı altında kalmamıştı” yazdım. Henüz 17 Aralık olayı olmamıştı. Bu ifadeyi kesinlikle giremeyeceklerini söylediler. Yazıyı değiştirip gönderdim yine girmediler. Yazının genel konsepti aykırıymış. Girmeyen bir diğer yazım ise “Fethullah Gülen tutuklanır mı?” başlıklı yazımdı. 30 yıllık yazı hayatımda yayınlanmayan iki yazım gazeteye girmedi. Bunu yazarken de 17 Aralık olmamıştı.Hizmet Hareketi'ne yönelik dile getirilen baskıların sebebi 17 Aralık mı? 17 Aralık olmasaydı bile Başbakan Erdoğan, Hizmet Hareketi'ne yönelik operasyon hazırlığı yapıyordu, motivasyonu tamdı. Hocaefendi'nin ısrarla Türkiye'ye davet edilmesi kaynaklara çok eskiye dayanan nedenini çok da anlayamadığımız bir husumete dayanıyor. Erdoğan'ın Hizmet Hareketi'ne karşı anlamakta zorlandığım bir düşmanlığı var. Ve bu yeni değil. 17 Aralık buna yüzde beş dahi etki etmiş değil. Başbakan 17 Aralık darbedir diyor. Evet, darbe ama yolsuzluğa darbedir.Prof. Dr. Osman Özsoy, Haliç Üniversitesi’nde fakülte binasına alınmadığı için dersini sokakta yaptı.Haliç Üniversitesi'ndeki dersleriniz de iptal edildi. Bu yaşadıklarınızı nasıl yorumluyorsunuz? Ocak ayının sonunda maaşımın dörtte birinin yatırıldığını gördüm. Haliç Üniversitesi'nin en eski hocalarından biriyim. 2002'den beri oradayım. İlk kez bu muameleye maruz kaldım. 3 ay boyunca hep böyle eksik yatırıldı. Sonra hukuki işlem başlattım. Ve geçtiğimiz hafta da sözleşmemin feshedildiği bildirildi. Ben hocayken bir sözleşmem vardı zaten. Rektör vekili olunca yeni bir sözleşme daha yapıldı. 17 Aralı'tan sonra önce maaşım düşürüldü sonra işime son verildi. Ama feshedilen eski sözleşme, rektör vekilliği sözleşmem duruyor hâlâ. Onu feshederlerse ağır bir tazminat ödemek zorundalar. Hukuk hilesiyle eski sözleşmeyi feshediyor.Eğitimciye her yer derslik, her an eğitimDerslerinize son verilme gerekçesi nedir? Öğrenciler ve veliler şikâyetçiymiş. Derste anlattıklarımdan rahatsızlarmış. Öğrenci rahatsız olacak, veli rahatsız olacak diye bir üniversite hocası dersin içeriğiyle ilgili söylemesi gereken bilimsel şeyleri imtina etmez. Üniversitelerdeki kürsü dokunulmazlığı parlamentodaki kürsü dokunulmazlığından daha az kutsal değildir.Derste ne anlatıyordunuz? Siyasal iletişim kampanyaları dersini adı. Seçim kampanyalarını ele alıyoruz. Bununla ilgili kitaplarım bile var ve bugüne kadar kimse de rahatsız olmadı. Üniversitede verdiğim bir diğer ders ise beklenti yönetimiydi. Böyle bir ders Türkiye'de ilkti ve bildiğim kadarıyla dünyada başka bir üniversitede yok. Bu ülkenin en büyük yükü Başbakan'ın beklentilerini karşılamak. Onun beklentilerini karşılamayanları ise tasfiye etmek. Bu da AK Parti'nin değil, Başbakan'ın kişisel ajandası. Ama sebep bence bu değil.Ne peki? Tek bir seçenek var ama onun da gerçek olabileceğini düşünmek istemiyorum. Üniversite mütevelli heyet başkanı Şişli'den AK Parti aday adayıydı. Rektör de iki dönem AK Parti vekilliği yapmış bir isim. Ama buna dayanarak “Bu kararı süreçten yararlanarak ve rol kapmaya çalışarak, Başbakan'a yaranmak için yapmışlardır” demek istemiyorum. İnsanlar şahsi beklentileri için, başkasına karşı hakkaniyet duygusunu kaybetmemeli.Dersi sokakta işlediniz. Haber verdiniz mi ‘Gelin dışarda ders yapacağım' diye? Haber vermedim. Sözleşmemin feshedildiğini ve ders veremeyeceğimi öğrenince Twitter'dan ‘Gerekirse dersi dışarda yaparım' yazdım. Ve öğrenciler geldi, gelmeyebilirlerdi de. Yoklama listem normal ders saatimden daha kalabalıktı. Öğrencilerime de teşekkür ediyorum beni bu mücadelemde yalnız bırakmadıkları için. Bu öğrenciler göreceksiniz Türkiye'yi dönüştürecekler. Dayatmacı ruha başkaldırı ülkenin geleceği için dayatmacılık olsun diye değil yanlışa karşı dik duran bir gençlik geliyor. O gün, üniversiteye gittiğimde içeri alınmayınca avukatımı aradım geldi ve tutanak tuttu. Sözleşmem devam ediyor ve benim işimi yapmam lazım. Ben hocayım, bize her yer derslik her an eğitim. Eğitimin imkânı, yeri, zamanı, konforu, çadırı, çimeni fark etmez.Bu ülkenin aydınları vicdanını, değil cüzdanını düşünüyorBunların ötesinde sosyal aidiyetinizden kaynaklı olabilir mi yaşadıklarınız? Kamuoyunda sosyal aidiyetiyle bilinen biriyim. Gazetenin genel yayın yönetmeni de imtiyaz sahipleri de biliyordu ve 17 Aralık'a kadar da bir problem teşkil etmiyordu. Kaldı ki, Başbakan'ın damadı Berat ve abisi Serhat Albayrak benim kolejden öğrencim. Ben başbakana kız verilecek kadar tertemiz bir öğrenci teslim ettim. Beraat Albayrak kız verilecek kadar temiz bir çocuktu ama bugün adının karıştığı iddialar hayli kirli. Eğer bundan sonraki süreçte adı geçen iddialar kanıtlanırsa, başbakana hakkımı helal etmem. Bunun dışında benim Twitter mesajlarımdan ve televizyon programlarında söylediğim şeylerden rahatsız oldukları haberi dekan bana iletti. ‘Keşke çıkmasa' gibi şeyler söylendiğini anlatınca ben de ‘Böyle bir rahatsızlıkları varsa direkt arasınlar bana söylesinler.' dedim. İkincisi bir profesöre, bir üniversite hocasına neyi nasıl söyleyeceğini kimse öğretemez, haddi de, hakkı da değildir. Bunu yaparsanız insanlıktan, demokrasiden ve özgürlükten söz edilemez.Üniversitelerde derslerin içeriğine müdahale söz konusu mu? Bu hiçbir yerde olmaz. Mesela son dönemlerde Marmara Üniversitesi'nde panel konuşmacıları hükümetin çok da haz etmediği konuşmacılardan oluşuyor diye iptal edilmiş. Daha önce konferanslar da iptal edilmişti. Bu ancak Kuzey Kore'de olur diye düşünürken, bizim bilim ve ilim yuvalarımızda yapılıyor.Bu durumda akademik özgürlükten bahsedilebilir mi? Namümkün. Akademik özgürlük durduğu an bilimsel üretim durur. Bilimin her alanını vurur bu. Fikir işçiliği de yapamazsınız. O sebeple mevcut siyasi otoriteye boyun eğmiyorum ve en azından kendi akademik özgürlük alanımı korumaya çalışıyorum.İktidara angaje bir entelektüel olmayayım derken, işinizden oldunuz ama… Namazda Fatiha'dan sonra istediğiniz kısa sureyi okuyabilecekken Kur'an-ı Kerim'den uzun bir sureyi de okuyabilirsiniz. Ama Allah her rekâtta Fatiha okumanızı istiyor. Öncelikli olarak okumazsanız namaz olmuyor. Fatiha Suresi 7. ayet. Bir ayetinde “Ancak Senden medet umarız Sana ibadet ederiz” diyor. Ama insanlar patron bizi atarsa aç kalacağız zannediyor. Hâlbuki Allah bizim rızkımızı çalıştığımız kurum vasıtasıyla bize veriyor. Çalıştığımız kurum bize rızkımızı vermiyor. Yani insanlar inandıklarını zannediyorlar ama Allah'a teslim olmuş değiller. Müslümanlıkta teslimiyetle teslim olmak aynı şey gibi görülebilir ama teslimiyet ayrı şey. Buradaki insanların korkaklığının temel sebebi bu. Allah'ı yok sayarak tutturulmuş bir yaşam biçimi.Yani aydınlar, akademisyenler vicdanıyla cüzdanı arasında mı kalıyor? Hayır, arada kalmıyor, direkt cüzdanını düşünüyor. Tabii geçim derdi olanlara yönelik bir şey demek istemiyorum ama eğer ahirette Allah'a hesap vereceğimizi düşünüyorsak ve buna kesin olarak iman etmiş olsak, geçim derdimiz de olmaz. Aydın namusu diye bir şey var. Ülkenin aydınları yaşanan hukuksuzluklara zamanında dik duramazlarsa bu ülke payidar olmaz, berbat olur, yerle yeksan olur. Bir ülkenin aydını, gazetecisi korkuyorsa halkı da korkar. Korktukları için de kiralanmaları, satın alınmaları daha kolay olur.Gazeteci ve aydınların kiralık olduğunu mu iddia ediyorsunuz? Türkiye'de ilk defa kiralık gazeteciler konusunu akademik makale haline getirdim. Çok uzak değil, 2005 Ocak'ta Irak işgalinden sonra ABD Başkanı Bush resmen açıklama yaptı. ‘ Artık gazeteci satın almaya gerek yok, amacımıza ulaştık.' diye. Meğer Irak işgali öncesinde gazeteciler aracılığıyla hazırlanmış zemin. Günümüzde çok sayıda gazetecinin ben bu durumda olduğu kanaatindeyim. Bugün Türkiye'de kiralık gazeteciler devri. Yarın gün olup, devran döndüğünde ilk arkasını dönecek olan da aklını, fikrini, kalemini satan, kiralayan aydınlar ve gazeteciler olacak. Biz bu tür alışkanlıklarımızdan vazgeçtiğimiz ölçüde yarının Türkiye'si daha parlak olacak.Peki, vazgeçebilecek miyiz? İyi insanları cesur tavrı, kötü ama organize işleyenlerin tavrını bastırdığı zaman parlak Türkiye inşa edilir. Kötülükler hiçbir zaman bitmeyecek ama iyi insanların organize olması ülkenin kaderini değiştirecek. Ama yalaka bir çevre ve korkutulmuş bir toplum son bulmadıkça diktatörler beslenmeye ve var olmaya devam eder. Yalaka çevre ondan nasiplenir. Nasiplendiği sürece otoriter lider yalaka çevreyi kullanabildiği kadar kullanır. Kullanamaz hale geldiği anda tehdit eder. Mesela Başbakan'ın uzun yıllar yanında siyaset yapan bir insana kasetinden dolayı gitti demesi de bir satıştır.Başbakan Hocaefendi'ye hakaret ederken, 10 milletvekili çıksaydı, o konuşma devam etmezdiSizin yaşadıklarınızdan, sadece devlet kurumlarına baskı yapılmadığı anlaşılıyor...Elbette. Sadece kamu kurumlarına değil nazlarının geçtiği özel sektör kurumlarına da camiaya yakın isimleri tasfiye etmeleri konusunda direktifler gittiğini duydum. Mesela Kanal a özel bir kanal. Ama Ankara haber temsilcisi Bedrettin Uğur'un işine son verilmesi gibi. Naz ve diş geçirme olayları iktidarla ekonomik bir bağı olanlar adına daha kolay oluyor. Hizmet Hareketi'ne diş geçirememelerinin temel sebebi kamu kaynaklarına yanaşmak suretiyle iş yapılmamış olması.Ama Başbakan Hizmet Hareketi için ‘Ne istediler de vermedik' diyor... Başbakan'ın şu söylemine şiddetle karşı durdum. O dönemde ‘Sayın başbakan, hizmetin adını kullanarak eğer şahsi, kişisel beklentileri için birileri bir şey istediyse bunları açıklayın, biz de bilelim. Eğer kendisi için değil de okul-yurt için, ülke ve millet için bir şey istediyse zaten kimin malını kime veriyorsunuz?' diye yazdım. Devletin imkânlarını millete tahsis etmek lütuf değildir. Şimdi Türkçe Olimpiyatları'na salon verilmiyor, programlar iptal ediliyor. Devletin salonları milletindir. Aslolan devlet değil millettir. Türkçe Olimpiyatları'nı yaptırmayıp, Türk okullarını kapatacak kadar gözünü karartması anlaşılır gibi değil. Bunlar ülke adına yapılan olumlu faaliyetler. Hizmet Hareketi'nin kaderinde Müslüman bir düşman varmış ama bu düşmanlık ilginçtir başbakana nasip oldu.Bundan sonra neler yapacaksınız? Geleceğe dair planınız nedir? Bu süreçte sadece köşelerimi ya da üniversitedeki işimi kaybetmedim. 10'a yakın işimi kaybettim. Ama bir kuş kadar hafif ve özgürüm. Yani benim neşemden hiçbir şey kaybolmadı. Olayları gülerek ve tebessüm ederek karşılıyorum. Twitter'da lalelerle bir fotoğrafımı paylaşınca okuyucu ‘Başbakan seni hapse atacak sen hâlâ lalelerle vakit geçiriyorsun' diye yorum yapmış. Zalimlerin karşısında asla pes etmeyeceğimi, diktatörlerin yalaka bir çevre ve korkutulmuş toplumdan beslendiğini yazdım cevaben. Başbakan grup toplantısında haftalar önce Hocaefendi'ye hakaret ederken, 10 milletvekili, 10 tane yiğit çıkıp da sustursaydı ‘Sayın başbakan' diye, Başbakan o konuşmaya devam edemezdi. Ama ben hâlâ AK Parti içinde şahsiyetli milletvekillerinin olduğuna ve ülkenin kaderini değiştireceğine inanıyorum. Eğer bu süreç içlerine sinmiyorsa tavırlarını ortaya koysunlar çünkü gelecekte çok utanacaklar. Şu anda gayri kanuni kanunların çıkmasında el kaldıran tüm vekillerin gelecekte siyasi hayatı yok. Kendilerini kullandırmasınlar çünkü insanlar kullandığı insanlara saygı duymazlar. Ben yarın utanacağım bir iş yapmadığım için gayet mutlu ve huzurluyum. Bu vicdani rahatlık, geleceğe dair birçok plandan daha evla.

Uçağa işkembe çorbası isteyen de var, böcek de!

$
0
0
Havalimanlarındaki yoğunluk, özel jetlere gösterilen talebi son 10 yılda daha da artırdı. Özellikle sık seyahat eden işadamları, havalimanlarındaki güvenlik noktaları ile pasaport kuyruklarında zaman kaybetmemek ve toplantılara daha sakin bir ortamda hazırlanmak amacıyla iş jetlerine yöneldi.Bu durum yeni bir işkolunu da ortaya çıkardı. İşadamları, özel uçaklarını kullanmadığı dönemlerde hava taksi hizmeti sunmaya başladı. Böylece elde edilen gelirle maliyetlerin bir kısmı da karşılanmış oldu. Ancak iş jetlerinin yolcuları, seyahatlerdeki talepleriyle şirketleri oldukça zor durumda bıraktı.Tarkim Havacılık Yönetim Kurulu Başkanı Faruk Bayındır, jet sahibi işadamlarının seyahatlerde özel isteklerde bulunmadığını ancak yolculardan ilginç talepler geldiğini anlatıyor. Koreli bir yolcunun yemek için uçağa kabuklu böcek istediğini ifade eden Bayındır, özellikle yöresel yiyecek-içecek talebinin çok yüksek olduğuna dikkat çekiyor. Bazı yolcular, ilginç deniz ürünleri ve Japon yemeği suşi talep ederken, bazıları da işkembe ve kelle-paça çorbası istiyormuş. Tuttuğu takımların renklerinden oluşan çiçeklerin yanı sıra tavla, atari oyunu ve vizyon filmleri gibi isteklerde bulunanların sayısı da az değilmiş. Talepleri karşılanmayan yolcular ise zorluk çıkarıyormuş.70 MİLYON EURO’YA ÖZEL JET VARİşadamları tarafından istenen özel jetlerin fiyatları, 200 bin Euro’dan başlayıp 70 milyon Euro’ya kadar değişiyor. Teknolojik altyapısıyla uçuş güvenliğinin ön planda tutulduğu iş jetleri, lüks konforuyla da dikkat çekiyor. Altın kaplama iç tasarımıyla dikkat çeken Dubaili şeyhlerin özel uçaklarının fiyatları ise milyon Euro seviyesine çıkıyor. Özel tasarım uçaklardaki kabinde, iş ya da dinlenme amaçlı özel kamaralar yer alıyor. Aynı zamanda kabin ekibinin dinlenme alanı, bar ve mutfağı bulunan jetlerde, eğlence sistemleri ile özel tasarım koltuklar bulunuyor. İyileştirilmiş ses geçirmezlik sistemi ile aerodinamik gürültü ortadan kalkıyor.JAKUZİ YAPTIRMAK İSTEYEN DE VAR!VIP uçaklara bakım, modifikasyon ve dönüşüm hizmeti sunan AMAC Aerospace’un Türkiye Operasyon Direktörü Atilla Güney, iş jeti sahiplerinin uçakları için özel isteklerde bulunduğunu ifade ediyor. Metal aksamlarda altın kaplamayı tercih edenlerin yanı sıra uçak içinde jakuzi, garaj, dua odası ve disko alanı yapılmasını isteyenlerin bulunduğunu anlatan Güney, uçak içindeki garajın, otomobilini yanında götürmek isteyenler tarafından istendiğini söylüyor. Jet sahiplerinin uçakta yatak odası, toplantı odası, misafir yatak odası, oturma odası gibi bölümlerin yapılmasını da istediğini belirten Güney, her talebe yanıt veremediklerini kaydediyor. Örneğin jakuzi ve havuz gibi istekler, uçuşta suyun sabitlenmesi mümkün olmadığından gerçekleştirilemiyor.444UCUS HİZMETTETHK Gökçen Havacılık, iş jeti taleplerinin kısa sürede yerine getirilmesi amacıyla ‘444UCUS (4448287)’ hattını hizmete sundu. Şirket Genel Müdürü Volkan Yılmazer, hava taksi hizmeti ile iş dünyasında başarının en önemli anahtarlarından ‘zaman yönetimine’ destek verdiklerini söylüyor. İş dünyasından politikacılara kadar zamanla yarışan herkesi bir numara ile uçurmaya başladıklarına dikkat çeken Yılmazer, iş jetleri ile Türkiye’deki havalimanlarının yanı sıra Avrupa, Ortadoğu, Orta Asya ve Afrika’daki pek çok merkeze uçuş gerçekleştirdiklerini ifade ediyor. Şirket, havaalanı bulunmayan bölgelerde ise uçak ve helikopter alternatifi ile çözüm üretiyor. Gökyüzünde evlilik teklifi yapmak isteyen çiftlere de 20-30 dakika arasında değişen uçuşlarla unutulmaz bir uçuş deneyimi yaşatılıyor.SunExpress ‘engelleri’ kaldırdıSunExpress Havayolları, Sivil Havacılık Genel Müdürlüğü tarafından ‘Engelsiz Havayolu’ ilan edildi. Şirket, Türk sivil havacılığında hem ‘Yeşil’ hem de ‘Engelsiz Havayolu Sertifikası’na sahip ilk havayolu oldu. SunExpress Kalite ve Standardizasyon Grup Müdürü Gültekin Bodur, projenin, engelli yolcuların havalimanına ulaşmasından bilet işlemlerinde öncelik verilmesine, uçağa alınma, yerleştirme, yolculuk, uçaktan indirilme ve bagaj işlemlerine kadar tüm süreçleri kapsadığını bildirdi.Pegasus, unutulan eşyaları satışa çıkarıyorPegasus Havayolları, uçuşlarda unutulan laptop, cep telefonu, saat, tekerlekli sandalye gibi eşyaları 15 Mayıs’ta ihale usulüyle satışa çıkarıyor. 2010-2012 arasında gerçekleşen uçuşlarda unutulan eşyalar arasında 501 bagaj, 236 bebek arabası, 121 muhtelif büyük eşya, 5 tekerlekli sandalye, 634 elektronik eşya, 289 kitap ve bin 15 muhtelif eşya bulunuyor. Açık artırmaya, eşyaların tahminî bedel değerinin yüzde 60’ından başlanacak.Jet modeller Antalya’da görücüye çıkıyorAntalya’da 2012’den bu yana düzenlenen ‘THK-Corendon Jet Motorlu Model Uçak Festivali’nin üçüncüsü 18 Mayıs’ta gerçekleştirilecek. Antalya Karain Havaalanı’nda düzenlenecek organizasyonda, yerli ve yabancı 40 jet motorlu model uçak pilotu halka açık etkinlikte hünerlerini sergileyecek. Etkinlikte, jet model uçaklarının şovlarının yanı sıra balon, Türk Hava Kuvvetleri Komutanlığı’na ait Solo Türk uçağının kopyası model uçağın şovu, paraşüt ve wingsuit atlayışı gibi gösteriler sunulacak.

Sahi biz neden basketbol ve voleybol izlemiyoruz?

$
0
0
Türkiye’de üç büyüklerin maçları dışındaki spor müsabakaları az seyirciye oynanıyor. Avrupa şampiyonu Galatasaray Bayan Basketbol Takımı’nın bazı maçlarını biletli 7 kişi izlemiş. Büyük bütçeli bu takımlar niye seyircisiz?Geçen haftalarda Galatasaray Kadın Basketbol Takımı Avrupa şampiyonu oldu. Bu büyük bir başarıydı. Fakat bu başarı acıklı bir durumu ortaya koyuyordu. Çünkü şampiyon takımın koçu ayağının tozuyla verdiği röportajda bazı maçlarını, biletli 7 seyirciye oynadıklarını, bunu öğrendiğinde işi bırakmayı bile düşündüğünü söyleyecekti. Önceki hafta Pazar ekindeki yazısında Ahmet Çakır da bu duruma dikkat çekmiş, “Biletli 7 seyirciye oynayan Avrupa şampiyonu” başlığı atmıştı. Üstelik sözünü ettiğimiz takım milyonlarca seyircisi olan büyük bir kulüp, Galatasaray. İyi-kötü seyircisi olan, özellikle kritik maçlara destek olmak için fanatik taraftarların geldiği bir takım. Peki, Beşiktaş, Galatasaray ve Fenerbahçe gibi kulüpler dışındaki basketbol ve voleybol takımlarının durumu nasıl? Daha kötü. İşte bu yüzden Ahmet Çakır, bu acıklı gerçekleri değiştirebilmek için tepeden tırnağa çok büyük bir seferberliğe ihtiyacımız olduğunu söylüyordu.“Gerçekten büyük bütçeli, yıldız oyunculu ve dünyada, Avrupa’da büyük başarıları olan takımlar seyircisiz mi?” dedik ve maçları takip ettik. Liglerin son haftalarıydı. Avrupa Şampiyonu Galatasaray Kadın Basketbol Takımı’nın ezeli rakibi Fenerbahçe ile şampiyonluk maçını izledik. Başkan Ünal Aysal’ın da olduğu salonun yarısı doluydu! Ertesi gün izlediğimiz Anadolu Efes-Türk Telekom erkek basketbol maçı seyir zevki yüksek ama seyirci sayısı çok az bir müsabakaydı. Kerem Tunçeri gibi, sporla hiç ilgilenmeyenlerin dahi adını bildiği meşhur oyuncuların bulunduğu maçı izleyenler çoğunlukla güvenlikçilerin ve polislerin biletsiz akraba ve arkadaşlarıydı. Bir de basın mensupları.Takım büyük, başarı büyük ama bunu fark edecek seyirci yok!Onlarca milyon Euro harcanan takımların seyircisiz kalması aslında büyük bir skandal! Kulüplerin ve federasyonların bu konuda ciddi düşünmesi gerekiyor. Spor sadece skor değildir. Devlet teşviki almak ya da vergiden muaf olmak için yapılan büyük yatırımların böyle boşa gitmesi imkân israfı.Voleybolda, basketbolda, hentbolda çok bütçeli yatırımlar yapılıyor, iyi takımlar oluşturuluyor, büyük başarılar yakalanıyor ve hatta bolca haber de yapılıyor ama bunun seyirciye yönelik pek bir dönüşü olmuyor. Spor yazarı Hasan Kulaç, “Türk spor yönetimi, bu büyük paraları harcayan kulüpler spora seyirci çekmenin planlarını bir türlü yap(a)mazlar. Bu sözü, kulüp yönetim kurulu toplantılarına uygularsak; önce futbol konuşulur. Toplantı bitiminde, kapı önünde amatör şubelere bir iki dakikalığına değinilir. O şubelerden sorumlu yöneticiler de çırpınıp dururlar.” diyor.Takımlar okullardan seyirci toplayabilirAynı zamanda Voleybol Federasyonuna basın danışmanlığı da yapan Kulaç, seyirci sayısını artırmak için şu önerilerde bulunuyor: “Örneğin, gerçekten iyi oyuncuların forma giydiği, Avrupa’da turlar atlamış Maliye Milli Piyango-İ.B.B. maçlarındaki seyirci sayısı bir elin parmakları kadardır. Örneğin Maliye Milli Piyango kulübü piyango satıcılarını, eşleri, çocukları ve yakınları ile salona getirecek bir organizasyon yapmaz, Avrupa kupalarında bile. Şimdilerde Halkbank bu organizasyonları yapmaya başladı ve sonuçlarını alıyor. Oysa, birer fan kulüp kurmaları, spor kulüplerine ağır maliyetler getirmez. Tersine bir sosyal sorumluluk olarak olumlu bir girişim olur. Türkiye Voleybol Federasyonu seyirci sayısını artırmak için promosyon uygulamasına gitmişti. Çok da başarılı olan uygulama, Başkent Voleybol Salonu’na geçilmesinden sonra yürürlükten kalktı ve maalesef sürdürülebilir olmadı. Okullar mutlaka devreye sokulmalı. Böylece, onların salonu bugün doldurmaları sağlandığı gibi, yarının seyircileri de şimdiden hazırlanmış olur.”İşadamları çevre yapmak, öğrenciler oyuncuları görmek için geliyorTürkiye’de spor bir taraf olma, aidiyet, özellikle de başarılı bir takıma ait olma üzerinde algılanıyor. Bu yüzden takım kazanınca çok mutlu olunuyor, kaybedince karalar bağlanıyor. Büyük futbol kulüplerinin basketbol ve voleybol takımları dışındaki kulüpler başarısız oldukları sezonlarda çok büyük bir yalnızlık yaşıyorlar. Başarılı olduklarında ise destekçileri olan kalabalık seyircilerle buruk bir sevinç... “Biliyorum, yenilirsem gelmeyeceksin artık.” burukluğu.Basketbol liginin en büyük bütçeli takımlarından biri de Anadolu Efes. Ama seyirci sayısı son derece az. Kulüp, seyircinin yukarıda bahsi geçen başarıya odaklı hercailiğini biliyor. Fakat son yıllarda spor müsabakalarını sadece bir maç olarak değil sinema, tiyatro, konser gibi yaşam aktivitesi olarak görmeye başlayan bir jenerasyon oluştuğu görüşündeler. Seyirci profiline ve davranışlarına dair yıllardır detaylı araştırmalar yapıyorlarmış. Şöyle anlatıyorlar: “Aileler maça birlikte keyifli vakit geçirmek için gelirken, işadamları ve iş kadınları iş dünyasındaki çevrelerini genişletmek için geliyor. Öğrenciler birlikte heyecanlı bir maçı tecrübe edebilmek için Abdi İpekçi’yi doldururken başkaları ünlü yıldız oyuncuları seyretmek için yer bulmaya çalışıyorlar. Bütün bir salon dolusu kalabalığın sadece tek bir sebep ile maça gelmesini beklemek çok doğru olmaz. O yüzden seyircilerin maçlarımızı bir yaşam aktivitesi olarak görmesinden memnunuz.”Spor seyircisi değil takım taraftarıyızSpor yazarı Murat Murathanoğlu ise Türk spor seyircisini şöyle tarif ediyor: “Spor seyircisi değiliz takım taraftarıyız. Tuttuğumuz takım iyi gidiyorsa maçlara gidiyoruz. İyi gitmiyorsa uzak duruyoruz. Sporu bir eğlence, bir gösteri, kısacası zevk için izleme alışkanlığımız hiç yok. Spordan kazanırsak zevk alıyoruz, kaybedersek dünyanın sonu oluyor. Durum futbolda da çok farklı değil bence.”Aslında durum basketbol ve voleybolda da farklı değil. O sebeple maçlarda taraftarları izlediğiniz zaman sahadaki futbola, salondaki basketbola değil gol veya sayı olup olmadığına, takımın yenilip yenilmediğine odaklanmış olduklarını fark edeceksiniz. Veya herkesin oyuna değil tezahüratlara kendini kaptırmış olduğunu. Hakemin kararlarına bağırmak, kaçan sayıya hayıflanmakla meşguller. Oyunun kalitesiyle değil.Murat Murathanoğlu, dünyada bir tek Amerika’nın bu tehlikenin farkında olduğunu düşünüyor: “Seyirciyi düşünerek her sporda skoru artırmak, güzel hareketleri ön plana çıkartmak, spora estetik kazandırmak için kurallarda hep ince ayarlar yapıyorlar. Hep futboldan söz ediyorsunuz oradan bir örnek vereyim. Benim ‘sanatçı ruhlu yıldız’ dediğim seyircinin beğenisini kazanmış, seyirciye bilet aldırıp kendisini seyrettiren kaç futbolcu var şu anda dünyada? Bundan 20-30 yıl önce kaç tane vardı? Spor fiziğe, güce, kondisyona dayalı, oynamak değil oynatmamak mantığıyla gelişti. Vizyonu ve yaratıcılığı ikinci üçüncü planda, daha düz ama güçlü oyuncuların bir araya gelip takım olabildiğinde başarının yakalanma olasılığının daha fazla olduğu bir spor dünyasının içindeyiz. Eski Hollanda, Brezilya, Arjantin, Fransa milli takımlarına bakın, şimdikilere bakın. Eskiden Almanlar bugünün futboluna en yakın mantığı uygulayan ülkeydi, o zamanlar kaç tane ‘sanatkar’ oyuncuları vardı? O ruhu onlar sadece daha disipline ediyorlardı, ama o ruh yine de vardı.”‘Her açıdan NBA örnek alınmalı’Murat Murathanoğlu, Türkiye’de futbol dışındaki spor müsabakalarında seyirci sayısını artırmak için NBA’in her açıdan örnek alınabileceğini söylüyor. Oyunun estetik yönünü ön plana çıkartmaları mesela. Aslında bu sebeple son yıllarda Avrupalı basketbol adamları NBA için “tiyatro” bile diyor. Ama Murathanoğlu, NBA’ın işi ciddiye aldığından beri olimpiyatlarda ve dünya şampiyonalarında maç kaybetmediklerini vurguluyor ve soruyor: “Bu nasıl tiyatro? Oyunun tempolu, hızlı, atletizmi, yaratıcılığı ön plana çıkartan şekilde oynanması için herkes aynı sayfada. Hakemler de bunun farkında ve hareketin güzelliğini bozacak düdükleri, eğer kural hatası kullanılarak bariz bir avantaj sağlanmıyorsa çalmıyorlar. Sevdiğin bir sporda tutmadığın bir takımın maçına gidip keyif alıyorsun, ödediğin paraya değdiğini görüyorsun. Avrupa’da basketbol maçlarının skorlarına bakın. Oynanan basketbola bakın. Euroleague finali ki, Avrupa’nın en iyi iki takımı demek, 62-61 bitebiliyor. Türkiye’ye bakarsak son yıllarda ligimizde heyecan veren, spektaküler kaç oyuncu var? Basketbolumuz eski Yugoslav ekolünün kontrolüne girdi. Amerika’ya büyük ölçüde sırt çevirdik. Ancak Yugoslav ekolü şimdi kan ağlıyor. İşte geçenlerde Efes-Telekom maçında birkaç hafta önce çaresizlikten getirdikleri iki Amerikalı karşı karşıya oynadı ve maçı anlattıktan sonra onlarca mesaj aldım. Abi büyük keyif aldık, gerçekten müthişti diye. Uşak’ta böyle 2 Amerikalı var ve lige yeni çıktılar, komik denilecek bir bütçeyle play-off yaptılar. Seyirciyi; bakın taraftarı demiyorum, basketbola çekmek için oynanan basketbol türünün, seçilen oyuncuların ve teknik adamların çok büyük önemi var. Artık yeni gençlik çok hızlı bir hayat yaşıyor. Teknoloji aldı başını gidiyor. Sporun da çok daha hızlı, hareketli, eğlenceli ve estetik olması gerekiyor.”

Dünya kitap başkentlerinden manzaralar

$
0
0
2010’da Avrupa kültür başkenti seçilen İstanbul, şimdi de 2016 için dünya kitap başkentliğine adaylığını koymaya hazırlanıyor. Peki ‘kitap başkentleri’ neler yapıyor? Bu zamana kadar hangi şehirler kitap başkenti oldu? Başkent olunca kişi başına düşen kitap sayısı artar mı? Buyurun haberimizi okuyun!Türk insanının yeterince okumadığına atıfla başlayan muhabbetler dönüp dolaşıp şu cümleye bağlanır hep: “Falanca ülkede şu kadar kitap okunurken Türkiye’de kişi başına sadece 7 kitap düştü.” İyiden iyiye klişeleşen bu ifade, Türklerden başka milletler için de geçerli olacak ki şu sözler geçtiğimiz yıl ‘dünya kitap başkenti’ olan Bangkok’un Belediye Başkanı Sukhumbhand Paribatra’ya ait: “Tayland’da kişi başına düşen kitap sayısının 5’ten 12’ye çıkmasını isterdik.” Kitap başkenti unvanını bu yıl Nijerya’nın Port Harcourt şehrine devreden Bangkok’ta kişi başına düşen kitap sayısı yükseldi mi bilinmez ancak okuma oranlarının düşük olduğu şehirlerde halkın bu tip organizasyonların şov ve görsel kısmından ziyade somut projelere ihtiyacı olduğu açık. Nitekim Bangkok’ta kitap başkentliği için ayrılan bütçenin boşa harcandığına ilişkin sesler yükselmiş bile.Amsterdam’ın kitap başkenti olması dolayısıyla şehir meydanlarında herkes tarafından görülebilecek şekilde ünlü yazarlardan ve kitaplardan alıntılara yer verilmiş. Arjantinli sanatçı Martha Rujin de Buenos Aires’in başkentliği dolayısıyla tamamı kitaplardan oluşan dev bir kule yapmış.Birleşmiş Milletler Eğitim, Bilim ve Kültür Örgütü (UNESCO), 2001’den beri her yıl farklı bir şehri ‘dünya kitap başkenti’ olarak belirliyor. İspanya’nın Madrid kenti ile başlangıç yapan kitap başkentleri arasında Amsterdam ve Montreal gibi okuma oranı yüksek olan şehirler de var, Bangkok gibi kitap okumanın neredeyse lüks sayıldığı yerler de. Uluslararası Yayıncılar Birliği (IPA), Uluslararası Kitapçılar Federasyonu (IBF), Uluslararası Kütüphane Dernek ve Kuruluşları Federasyonu (IFLA) gibi kuruluşlar da aday şehirler arasından kitap başkentini belirleme sürecine dahil oluyor.Seçici komite kitap başkentini belirlerken farklı kriterleri göz önüne alıyor. Bu kriterlerden en önemlisini adaylık başvurusunda bulunan yerel yönetimlerin vaat ettiği okumayı artırıcı ve teşvik edici etkinlikler oluşturuyor. Bu aktivitelerin topluma ne derece katkı sağlayacağı konusu da bir diğer önemli kriter. Bilginin basımı ve dağıtımında ifade özgürlüğünün ne derecede benimsendiği de karar verme sürecinde önemli bir rol oynuyor.Kitap başkentinde neler yapıldığına gelince, bu ayın son haftasında unvanını Nijerya’dan bir şehre devredecek olan Bangkok’a bir göz atalım. Seçilen şehirler her yıl bir slogan belirlerken Bangkok’un seçtiği slogan ‘Read for Life’ (Yaşam için Oku) olmuş. Taylandlılara okumayı sevdirmeyi ve kişi başına düşen kitap sayısını 5’ten 10-12’ye çıkarmayı hedefleyen aktiviteler arasında ‘okur-yazar buluşmaları, kitap fuarları’ gibi kısa vadeli etkinliklerin yanı sıra çizgi roman müzesi kurulması, büyük bir merkez kütüphanesi kurmak gibi uzun vadeli planlar da hayata geçirilmiş. Bangkok Belediyesi ayrıca halk kütüphanelerinin sayısının artırılması için düğmeye basmış. Etkinlikler kapsamında ayrıca toplu taşıma idaresi, devlet daireleri ve kafe ile restoranlar şehir genelinde bin dolayında okuma köşesi oluşturmuş. Şehir yönetimi bağışlanan kitapları, mobil kütüphaneler aracılığıyla halka dağıtmış. Bangkok’tan önce dünya kitap başkenti unvanını taşıyan Erivan’da ise özellikle yaz aylarında çok sayıda açık hava etkinliği düzenlenmiş. Erivan’ın en ünlü kültür sanat mekanı Cafesijan’ın bahçesinde gerçekleşen okuma festivalinde insanlar köy kütüphanelerine kitaplar bağışlamış. Okul kütüphanelerindeki yetersizlik, şehir genelinde bağış kitapların toplanması yoluyla giderilmeye çalışılmış. Sadece kitap etkinliği yapılmamış bu süre boyunca, sonbaharda dünyaca ünlü Ermeni şair ve yazar Hovhannes Tumanyan’ın doğduğu köy olarak bilinen Dsegh’te uluslararası kukla festivali düzenlenmiş. Gereksiz etkinliklere tepkiSöz konusu etkinliklerin işe yarayıp yaramadığı ise şehirden şehre farklılık gösterebiliyor. Yine Bangkok örneğinden gidecek olursak, her ne kadar kütüphane sayısının artırılması gibi uzun vadeli planların hayata geçip geçmeyeceği için beklemek gerekse de yayın dünyası ve halktan eleştiriler gelmeye başlamış bile. Tayland basınına yansıyan haberlere göre Tayland Yayıncılar ve Kitapçılar Birliği Başkanı Charun Hormthienthong, şehir yönetiminin kitap okumayı teşvik için hayata geçirdiği etkinliklerin bir işe yaramadığını düşünüyor. Belediyeyi gereksiz etkinliklerle boşa masraf yapmakla eleştiren Hormthienthong, “Popüler isimleri çağırıp onlara şarkı söyletmek gibi etkinlikler yerine para yeni kütüphanelerin açılması gibi somut projelere harcanmalıydı.” diyor. Şehir yönetimine kitap severlerden de tepki var. Paranın boşa harcandığını düşünen bir grup, geçtiğimiz ay şehir yönetimini ‘sessiz kitap okuma eylemi’ ile protesto etmiş.Bu yılın kitap başkenti Port Harcourt’a gelince, belki de bu zamana kadarki başkentler arasında en dolu programla halkını okumaya teşvik edecek. Etkinlikler arasında en fazla ilgi çekecek etkinliğin ‘Yürüyen Kitap’ (Walking book) olması bekleniyor. Yürüyen Kitap projesi kapsamında 23 eyaletten çocuğun ortak yazacağı bir kitap oluşturulacak.Ayrıca yine okullarda çocukları kitap okumaya teşvik etmek için ‘okuma ağacı’ adı verilen bir program hayata geçirilecek. Proje ile her çocuğun haftada bir kitap okuması ve bu kitaplar hakkında çeşitli sunumlar yapması sağlanacak. Bunun dışında her ay bir kitap seçilecek ve bu kitap ve yazarı hakkında ay boyunca çeşitli münazaralar ve seminerler verilecek, kitapla ilgili oyunlar sahnelenecek. Port Harcourt 2015’te kitap başkenti unvanını Güney Kore’nin Incheon kentine devredecek. Madrid ile 2001’de başlayan kitap başkenti silsilesi günümüze kadar sırasıyla şu şekilde gerçekleşmiş: İskenderiye (Mısır), Yeni Delhi (Hindistan), Antwerp (Belçika, 2004), Montreal (Kanada, 2005), Torino (İtalya, 2006), Bogota (Kolombiya, 2007), Amsterdam (Hollanda, 2008), Beyrut (Lübnan, 2009), Ljubljana (Slovenya, 2010), Buenos Aires (Arjantin, 2011), Erivan (Ermenistan, 2012), Bangkok, (Tayland, 2013)

Batı Trakya'da bahar hatimle geliyor

$
0
0
Batı Trakya’da Kur’an kurslarında eğitim gören ve çoğunluğu ilkokul son sınıfta okuyan öğrenciler için her sene hatim merasimi düzenleniyor. Ortalama 25 köyde 500’e yakın öğrencinin hatmettiği Batı Trakya’da hatim merasimleri bayram havasında gerçekleşiyor.Nisan, mayıs ve haziran aylarında düzenlenen merasimlere katılım çok yüksek oluyor. Köylüler geleneksel elbiselerini giyiyor, çoğunluğu çevre köylerden, İskeçe ve Gümülcine’den gelen misafirlere kazan pilavı ikram ediliyor.Yunanistan’ın 2009’dan beri içinde bulunduğu ekonomik krizden Batı Trakya halkı da etkilenmiş. Küçük köylerde artık ekonomik sebeplerden dolayı her sene değil de 2 veya 3 senede bir hatim merasimi düzenleniyor. 80’li yıllarda başlayan geleneksel hatim merasimleri zor şartlarda da olsa devam ediyor.Yıl boyunca 60 Kur’an kursunda dinî eğitim veriliyor. Çoğunluğu İskeçe Balkan köylerinde yapılan hatim merasimleri hafta sonları gerçekleşiyor. Köylüler ve misafirler, cumartesi sabahı bir araya geliyor.Okunan dualardan sonra kurbanlar kesiliyor. Pazar günü yapılacak merasim için hazırlıklar başlıyor. Erkekler etleri hazırlayıp, ateş için odun toplarken kadınlar da kazanları temizliyor. Cumartesi akşamından etler pişirilmeye başlanıyor. Pazar günü öğle saatlerine kadar camide süren merasimde çocuklar, Kur’an-ı Kerim ve şiirler okuyor. Öğle namazından hemen sonra da misafirlere etli pilav ikram ediliyor.
Viewing all 3284 articles
Browse latest View live