Quantcast
Channel: ZAMAN-PAZAR
Viewing all 3284 articles
Browse latest View live

Beyaz Saray önünde 33 yıllık direniş hareketi

$
0
0
Etraftakilerin taktığı isimle Connie, kırılması zor bir rekoru her geçen gün yeniden kırıyor. 77 yaşındaki barış aktivisti Conception Picciotto, nükleer silah üreticisi ülkelere itirazını Beyaz Saray önünde tam 33 yıldır sürdürüyor.Beyaz Saray’ın tam karşısı... Meşhur Lafayette Meydanı ile Başkan Barack Obama’nın ikametgâhı arasındaki cadde, protestocular ve hak talep edenlerin meydanı. Etrafı kollarsanız, bulvarın hemen kenarında yer etmiş bir çadır çarpacak gözünüze. Etrafı pankartlarla çevrili ve üzeri beyaz branda kaplı bu ilkel yapının önünde kısa boylu bir teyze durur. Başına bağladığı bandanası ve siyah renkli peruğu altında etrafındakilere bir şeyler anlatma derdinde. Katlamalı sandalyesine oturmuş, elindeki pankartta “Sessizlik savaş suçudur!” diyor. Hemen yanındaki levhalara bakınca anlaşılır derdi. Büyük puntolarla sessiz bir çığlık fırlatıyor siyasetin merkez üssüne: “Tüm nükleer silahları yasaklayın, yoksa güzel bir kıyamet günü sizi bekliyor”, “Bombalar üzerinden siyaset yapan, bombalar yüzünden ölür” diye uzayıp giden asi bir dil; bu kendinden makul teyzenin hayat hikâyesini özetliyor adeta.Concepcion Picciotto, bir dava insanı. Halihazırda Amerika Birleşik Devletleri üzerinde gerçekleşen en uzun süreli protesto nöbetini azimle sürdürüyor. Dile kolay tam 33 yıldır, yılmadan kamp kurduğu Beyaz Saray’ın önünde bir hedefe kilitlenmiş. Başta ABD olmak üzere nükleer silahlara sahip İsrail ve İran gibi ülkeleri protesto ediyor. İspanya’nın Vigo şehrinden ABD’ye göç eden nam-ı diğer Connie, 1 Ağustos 1981’den bu yana Occupy Peace House direnişine devam ediyor. İlk defa 1980’de Thomas Williams’ın başlatmış olduğu hareketin ikinci üyesi Picciotto. Milli Parklar Nizamnamesi’ne uymadığı gerekçesiyle dava arkadaşıyla defalarca gözaltına alınıp tutuklanmış. Her salıvermede aynı yere gelip çadırını kuran bu eskimo görünümlü kadını dokuz aylık hapis cezası dahi yıldıramamış. Sonunda haşmetiyle bildiğimiz Beyaz Saray bile diz çökmüş direnişçi karşısında. Nihayetinde, şiddet içermeyen bu direnişe ve kendini barışa adamış kadına izin vermişler.Connie, bugüne kadar çok başkan gördü. Ronald Reagan, George H. W. Bush, Bill Clinton, George W. Bush, Barack Obama olmak üzere tam beş başkan eskitmiş. Bazı resmigeçit ve Amerikalıların inauguration dedikleri başkanın yemin günü hariç kımıldamıyor yerinden. Adeta Beyaz Saray’ın demirbaş taşınmazlarından olmuş. Kafilesiyle burayı ziyaret eden turist rehberleri onu işaret ediyor, üniversite hocaları bir sosyal aktivist olarak derslerinde okutuyor. Kendisinin yer aldığı gazete kupürlerini ve hazırladığı bildirileri etraftakilere dağıtıyor. Connie son dönem siyasi tarihin belki de en sıkı takipçisi. Afganistan Savaşı, Irak Savaşı, Monica Lewinsky skandalı, 11 Eylül saldırılarına tanıklık eden Conception Picciotto’nun yakın nöbeti bugün dahi devam ediyor.Umut, tükenmez bir sermaye...Uzaktan tasvir etmeyi bırakıp yanına yaklaşıyoruz. Etrafında onun bu dayanılmaz cazibesine kapılan birileri bulunuyor mutlaka. Olmasa da eline aldığı huniyle haklı direnişini etrafa ilan ediyor: “Çocuklarınız ve geleceğiniz için siz de hayır deyin” 77 yaşındaki dirayetli kadının adanmışlığı The Oracles of Pennsylvenia Avenue adlı belgesel filmine konu olmuş. “Silahları durdurmak için birinin ayağa kalkması gerekli.” derken protestosuna başladığı ilk günkü heyecanı taşıdığı belli. Birazdan çöpe gidecek olduğunu bilse de yanına yaklaşanlara teker teker bildiri uzatıyor.Connie, kendisini bu davaya adamadan önce fırtınalı bir yaşam bırakmış geçmişinde. Amerika’ya göç edince New York’a yerleşmiş ve uzun süre İspanyol konsolosluğunda çalışmış. 21 yaşında İtalyan bir işadamına âşık olup evlenmiş, bir kız çocuğu var. Fakat eşiyle yaşadığı acı ayrılık onu hem nafaka, hem kızından hem de evinden etmiş. Bunca hatıranın üzerine sünger çekip yepyeni bir başlangıç yapmış. 1981’de bu uzun soluklu protestonun fikir babası Thomas Williams ile tanışınca birden hareketin ortasında bulmuş kendini. Pennsylvenia Bulvarı artık onun evi. Buradan uzaklaşması yorgun vücudu için tehlike anlamına geliyor. Zira geçen sene bir taksinin çarptığı kadının acısı bugün dahi sürse “Burada yaşamak benim hayatım.” demekten vazgeçmiyor. Yıllar içinde eline zerre kadar bir birikim geçmese de şimdi bükülmüş beli, dökülmüş dişleri ve al yanakları ile saygı ve hayreti hak eden bir hayata şimdiden sahip Connie.

Kadın pilotlar güvenoyu aldı

$
0
0
Gözde meslekler arasında hiç kuşkusuz pilotluğu saymamız gerekiyor. Saygınlığı, karizması ve yüksek maaşı gibi nedenlerle gençlerin ilk tercihleri arasında yer alan bu mesleğin üyesi olmak hiç kolay değil.Çünkü havayolu şirketinde pilotluk yapabilmek için çok iyi düzeyde yabancı dil bilmenin yanı sıra zorlu bir eğitimi başarıyla tamamlamak gerekiyor. Ayrıca havacılık teknolojisindeki gelişmeler, yenilenen uluslararası kurallar, yeni uçuş merkezleri gibi gelişmeler nedeniyle emekli oluncaya kadar süren bir eğitim programı da unutulmamalı. Zorluk ve riskleri nedeniyle erkeklerin sayı bakımından ezici üstünlük kurduğu meslekte son yıllarda kadın pilotlar da artmaya başladı. Bu gelişmede geçmişteki başarılı kadın pilotların katkısı büyük. İlk Türk kadın pilot olarak 1933’te adını havacılık tarihine yazdıran Bedriye Tahir Gökmen’in ardından Atatürk’ün manevi kızı Sabiha Gökçen’in 1936’da dünyanın ilk kadın savaş uçağı pilotu olması ve SunExpress’te görevli Türkiye’nin ilk kadın F 16 savaş uçağı pilotu Berna Şen Özmen’in de en başarılı pilotlar arasında yer alması, kadınlar açısından ayrı bir gurur kaynağı oldu. Halen SunExpress’te kaptan pilot olarak görev yapan Türkiye’nin ilk yolcu uçağını uçuran Alev Hottin Kılıçkeser ise genç pilot adaylarının örnek aldığı kadın pilotlardan bir diğeri.22 yaşında pilot oldu Model uçak yapmak amacıyla 14 yaşında Türk Hava Kurumu’nun (THK) Ankara Etimesgut’taki kursuna katılan Kılıçkeser, 16 yaşında THK’nın İstanbul Samandıra’daki Paraşüt Kursu’na gitmiş. Burada bin 500 metreden dört atlayış gerçekleştiren Kılıçkeser, pilot olmak istediğinden ‘Tekamül Kursu’na katılmamış. “Uçaktan atlamak değil, o uçağı kullanmak istiyordum.” diyen başarılı pilot, bu hayalini gerçekleştirmek amacıyla, 1989’da Anadolu Üniversitesi’nin Pilotaj Bölümü’nde eğitime başlamış. 1993 Ekim’inde mezun olan genç pilot adayı, 8 Kasım’da İstanbul Havayolları’nda işe başlamış ve henüz 22 yaşında Türkiye’nin yolcu uçağı kullanan ilk kadın pilotu unvanını kazanmış.İstanbul Havayolları’nda yedi yılda yaklaşık 3 bin 500 saat uçuş gerçekleştiren Kılıçkeser, 2000’de Pegasus Havayolları’na geçmiş. Burada da bir yıl görev yapan ve yaklaşık bin saat uçuş gerçekleştiren pilot, 2001 Nisan’ında Antalya merkezli faaliyet gösteren SunExpress Havayolları’nda işe başlamış. 2006 Temmuz’unda kaptan pilotluğa yükselen Kılıçkeser, şirkette bugüne kadar yaklaşık 9 bin 500 saat uçuş gerçekleştirmiş. Zihinsel engelli yolcuyla anlaşma yaptıKaptan Pilot Alev Hottin Kılıçkeser, bugüne kadar birçok tehlikeli olayla karşılaşmış. Fransa’da yolcuları beklerken uçağına ateş açılmış, uçuşta uçağın iki kademeden oluşan kokpit dış camı patlamış, kabin basıncı arızası yaşamış, kuş sürüsüne girmiş, uçağın motoru durunca tek motorla iniş yapmak zorunda kalmış. Gülerek anlattığı bir olayı ise hiç unutamıyor.Kaptan Pilot Kılıçkeser’in, 2008’de, Almanya-Antalya arasında gerçekleşen uçuşunda zihinsel engelli bir yolcuyla ilginç bir olay yaşamış. Koridoru tutarak kimsenin geçmesine izin vermeyen yolcu, kabin amiri tarafından kaptana bildirilmiş. Kılıçkeser, “Bu koltuk ve koridor benim. Buradan kimseyi arka tarafa geçirmem.” diyen yolcunun yanına giderek anlaşma yapmış. “Yerine oturursan, senden bu koltuğu, ödediğin fiyatın iki katına satın alırım.” teklifi sunmuş. Alev kaptanı dinleyen yolcu, yerine oturmuş ve seyahat boyunca ayağa kalkmamış. Uçuş sonunda kokpit kapısı önünde kaptanı bekleyen yolcu, bu sefer de parasını almadan inmeyeceğini söylemiş. Tecrübeli kaptan, durumu önceden sağlık ünitesine bildirmiş ve uçağa ekip gelmesini istemiş. Daha sonra da, “Üzerimde para yok. Bu arkadaşlarla bankaya kadar git, ödemeni orada yapacaklar.” dediği yolcu, görevliler tarafından sorunsuz şekilde uçaktan indirilmiş. Kılıçkeser’in, üzüntü ve hayret içinde anlattığı bir başka ilginç olay ise İstanbul-Trabzon uçuşunda gerçekleşmiş. 90 yaşındaki bir erkek yolcu, uçağın kapısında Alev kaptanın yanına gelerek, “Memleketime gidiyorum ve orada öleceğim. Kimse beni bu uçaktan indiremez.” demiş. Sağlıklı görünen yolcu, Trabzon’da uçaktan indikten sonra terminale götüren otobüse binemeden hayatını kaybetmiş.Kadın pilotlara önyargı azaldıAlev Kılıçkeser, kadın pilotlara olan önyargının azaldığını düşünüyor. Kadın pilot sayısının artmasıyla olumlu tepkiler almaya başladıklarını söyleyen Kılıçkeser, uçuştan sonra yanına gelen yolcuların, ‘ilk defa bir kadın pilotla uçtuklarını ve çok mutlu olduklarını’ dile getirdiğini anlatıyor. Kılıçkeser, herkese pilot olmayı tavsiye ediyor ancak mesleğin kesinlikle ‘macera’ olarak görülmemesi gerektiğini de ifade ediyor. Pilotluğu, ‘karizma’ meslek olarak görenlerin hemen bu işi yapmaktan vazgeçmesi gerektiği uyarısında bulunuyor.Hem uçuyor hem tecrübelerini aktarıyorKılıçkeser, bir yandan uçuşa giderken, bir yandan yer öğretmeni olarak şirket pilot ve kabin ekiplerine ‘acil durum eğitimleri’ veriyor. İş dışında katıldığı panel ve seminerlerde tecrübelerini genç pilot adaylarına aktarıyor. 1995’teki Uluslararası Kadın Pilotlar Konferansı’nda Türkiye’yi temsil eden kaptan pilot ayrıca dünyanın ilk kadın uzay mekiği kaptanı Eileen Collins ile bir süre havacılık seminerleri de verdi.

Su altı silahşoru

$
0
0
Bu karides, düşmanlarından kıskacını silah gibi kullandığı için 'Tabanca Karidesi' olarak anılıyor.Bir zamanlar avlarını kıskaçlarıyla öldürdüğü sanılan Tabanca Karidesi'nin gizemi günümüzde kullanılan yüksek teknolojik cihazlar sayesinde gün yüzüne çıktı.Suyu düşmanlarına yada avlarına karşı bir silah olarak kullanan karidesin gücü kıskaçlarında gizli. Tabanca Karidesi, kıskacını o kadar hızlı kapatıyor ki suda basınçla saatte 100 kilometreye hıza ulaşan hava kabarcığı oluşuyor. Karidesin ortaya çıkardığı kabarcığın sıcaklığı ise 4 bin dereceyi buluyor.Bu eşsiz özelliğiyle avını şoka sokan küçük karides kendisinden daha büyük deniz canlılarını rahatlıkla avlayabiliyor.Bazı bilim adamları tarafından bir nevi kavitasyon olarak da adlandırılan bu olayda, suyun muazzam bu gücünü özellikle uzun süre yol alan gemilerin aşınmış pervanelerinde de görülüyor.

Rengârenk özgürlük: Mandela

$
0
0
‘Özgürlüğün rengi’ olarak anılan Mandela ile ilgili çekilen ondan fazla film var. Kimi cezaevi yıllarını anlatıyor, kimi başkanlık dönemini, eşiyle ilişkisini… Filmleri puzzle gibi bir araya getirince ortaya etkileyici bir lider portresi çıkıyor.Bir lideri sinemada anlatmak zordur. Çünkü hayatı birbirinden değerli ayrıntılarla doludur. Senarist, birinin hatırı kalmasın, ikincisinin boynu bükülmesin derken filmi belgesele çevirebilir. Bunun için hayatının bir bölümüne odaklanıp hikâye anlatmak daha sağlıklı, etkileyicidir.Sinemacılara tatlı kâbuslar gördüren liderlerden biri de Nelson Mandela. Sıra dışı bir hikâyesi var: Kabile şefinin oğlu olarak dünyaya gelen Mandela, bütün yoksulluklara rağmen okuyup avukat oluyor. Sömürgecilik karşıtı hareketi benimseyip siyahlarla beyazların eşit vatandaşlık hakkına sahip olması için mücadele ediyor. Barışçıl yollarla başlattığı protestolar zamanla renk değiştirince devlete suikast düzenleyen örgüte üyelikten yakalanıp müebbet hapis cezasına çarptırılıyor. Dile kolay 27 yıl yatıyor cezaevinde. Küçük bir hücrede hayal kurarak, eşiyle altı ayda bir yazışarak, çocuklarının büyüyüşünü göremeyerek... Bu süre zarfında eşitlik isteyen halkın sesi çığlık oluyor, Mandela sembole dönüşüyor. Ülkedeki çatışmalar iktidarı sarsacak seviyeye ulaşınca devlet başkanının kararıyla (düzenlenen uluslararası kampanyaların payı da büyük) önce ev hapsine çıkarılıyor, ardından dışarıya. Özgür kalınca farklı bir sorumluluk üstleniyor. Eşitsizlik fay hattından dolayı, ikiye bölünüp iç savaşa sürüklenen ülkesini uçurumun kenarından alıyor. Eşitlik ve özgürlüğü getiren yasal düzenlemelere önayak oluyor, başkanlık koltuğuna oturuyor... Avukatlık yıllarından cezaevi yıllarına, barış elçiliğinden Nobel Barış Ödülü alışına kadar anlatacak onlarca hikâye var. Yönetmenler farklı yönleriyle bunları filme aldı. Bize düşen, puzzle’ları bir araya getirmek.Mini bir belgeselMandela:Özgürlüğe Giden Uzun Yol (Yön: Justin Chadwick-2014) Mandela’nın mini bir belgeseli gibi. Kısaca çocukluğunu anlatıyor, ardından avukatlık yıllarını, eşiyle olan ilişkisini, cezaevi yıllarını… Mandela, özgürlük mücadelesi verdiği arkadaşlarıyla sürekli beraber; dışarıda, içeride hep omuz omuza. Ayda yılda bir gardiyan gözetiminde camın arkasından eşini gören bir yüreğin, 21 yıl sonra aynı odada buluşunca nasıl titrediği görülüyor. Aynı yürek, demir parmaklıklar ardında oğlunun ölüm haberini alınca paslı bir mengeneyle sıkıştırılıp kanatılıyor. Oğlunun cenazesine katılma talebi reddediliyor, o da acısını içine atıyor. Hayat mücadelesi kronolojik olarak gösterilen filmde, eşiyle olan ilişkisine farklı parantezler açılıyor. Winnie ile tanıştığında başka biriyle evli. Hatta çocuğu var. Eşi yasak aşkını öğrenince boşanıyor, sonradan Winnie ile geleneksel bir düğünle evlenip dünyaevine giriyor. İçeride yattığı 27 yıl boyunca Winnie büyük bir sabırla bekliyor sevdiğini. Mandela’nın suçüstü yakalandığı örgütte aktif görev alıyor, 16 ay hücre cezasına çarptırılıyor. Pes etmiyor, hem çocuklarını büyütüyor, hem mücadelesini. Cezaevinden çıkıp silahlı mücadeleye son verilmesi gerektiğini söyleyince Mandela ile araları bozuluyor, ayrılıyorlar. Justin Chadwick’in yönettiği filmin başrolünde İngiliz aktör İdlis Elba var.Gardiyanın gözünden cezaevi yıllarıPuzzle’ın önemli parçalarından bir diğeri, cezaevi yılları. Özgürlüğün Rengi (Yön: Bille August-2007) cezaevinde neler yaşadığına dair bilgiler veriyor. Hikâye, Mandela’dan ziyade onu takip etmekle görevlendirilen gardiyan üzerinden ilerliyor. Hayatı boyunca siyahilere karşı ırkçı bir yaklaşım sergileyen, Mandela’yı tanıdıktan sonra hayata bakışı değişen bir adamın hikâyesi… Özgürlüğe Giden Uzun Yol’da gardiyanla, Mandela’yı aynı kadrajda kısa anlarda görüyoruz, ama ilişkileri pek anlamlandıramıyoruz. Özgürlüğün Rengi’nde görüyoruz ki Mandela’nın gardiyanla farklı bir diyaloğu var. Gardiyan, Mandela’nın eşine gizli mektuplar taşıyor, nadir görüşme anlarında yasaklı konuşmalarına göz yumuyor. Mandela, gardiyana hayat dersi verirken üniversite okuyan çocuğuna tavsiyelerde bulunup sınavları geçmesini sağlıyor. İlk filmde Mandela’nın eşiyle ilgili verilen ayrıntılar ile yol arkadaşları burada yok. Karşımızda isyan etmeyen bir mahkûm, oğlunun ölümünü metanetle karşılayan bir baba, diyaloğa açık, samimi, donanımlı bir lider var. Gardiyan: Joseph Fiennes. Mandela: Dennis Haysbert.İşkolik, birleştirici…Yenilmez (Yön: Clint Eastwood- 2009) filminde mercek altına alınan Mandela’nın başkanlık dönemi. Mandela, ülkesinde birlik ve beraberliği sağlaması gerektiğinin farkındadır. Sporun birleştirici gücüne inandığı için ülkenin milli ragbi takımının kaptanıyla işbirliği yapar, vasat sonuçlar alan takımın dünya şampiyonluğuna yürüyüşünün yolunu açar. İşte bu süreci anlatan hikâyede Mandela’nın farklı yönleri ön plana çıkarılıyor. Mandela’nın, göreve geldiğinde yaptığı ilk iş, başkanlık binasında çalışan bütün herkesi toplayıp birlik beraberlik mesajı vermek oluyor. “Kimse renginden, ideolojisinden dolayı ötekileştirilmeyecek. Geçmiş, geçmişte kaldı. Biz artık geleceğe bakıyoruz.” diyor. Farklı renk ve kimlikteki bireyleri bir arada tutmak için tutkal görevi görüyor adeta. Ailesini eşi ve çocuklarından ibaret görmüyor, “Ailem, 42 milyon Afrika halkı.” diyor. Anlatılanlara göre Mandela, işkolik biri.Maç izlerken, yorgunluktan fenalaşıp yatağa düştüğünde bile yapılması gerekenleri düşünüyor. Her durumda, ortamda aklında yapılacaklar var. Bir diğer özelliği kibarlığı. Herkesin halini hatırını soruyor, misafirlerini kapıda karşılıyor, çayını bile kendisi dolduruyor. Kimseye saygıda kusur etmiyor. Bu filmde ise usta oyuncu Morgan Freeman, Mandela rolünde; milli takımın kaptanı Matt Damon.Birçok televizyon filmi de çekildiMandela ile ilgili çekilen diğer filmlerin çoğunluğu televizyona yapılanlar. Mandela’dan (1987), Mandela and de Klerk’e (1997), Mrs Mandela (2010)’dan Winnie’ye (2011) uzanan birçok film. Kimi eşi Winnie’yle aşklarını anlatıyor, kimi başkanlığı sürecinde yaşadığı sorunları, ayrımcılığı yok etmek için verdiği mücadeleyi… Bazı performanslar iyi, bazıları vasatın altında.

Bilinmeyen diaspora

$
0
0
Ermenilerin hikâyesi her zaman büyük altüst oluşların hikâyesi olmuştur. Geçen 3 bin yılda günümüzde Türkiye’nin doğu ve Suriye’nin kuzey bölgelerinde yer alan anayurtlarından ayrılan birçok Ermeni, antik ticaret ve hac yollarını izleyerek sayısız devrim, iç savaş ve katliamdan kaçmıştır.Ancak yüzyıllar boyu yerlerinden olmalarına rağmen tüm dünyada 85’ten fazla ülkede yaşayan sekiz milyon Ermeni’yle bugün Ermeni sporası güçlü ve canlıdır. Çocukken saatlerce anneannemin dergilerine bakar, Addis Ababa, Buenos Aires, Kalküta ve Şam gibi uzak şehirlerde yaşayan Ermenilerin hikayelerini arardım, ama okul resimlerinde bu Ermenilerin yüzlerini zar zor seçerdim. Bulabildiğim kitaplar sadece katliamlarla ilgiliydi. Sanki 1915 olayları Ermeni tarihini başarılı bir şekilde sona erdirmişti.2009 yılında Barack Obama’nın seçim kampanyası hakkındaki “Yes We Can” başlıklı ilk kitabımın başarılı olmasından sonra küçük bir çocukken merak ettiğim bu Ermeni topluluklarını görüp belgesel hazırlamaya ve sadece Büyük Felaketin (Medz Yeghern) kurbanları olarak tanınan bu halkın hikâyesini anlatan bir kitap yazmaya karar verdim.Ama bu proje, mağduriyet hakkında değildir. Tersine bir hayatta kalma hikâyesidir.Bu projeye başladığımdan bu yana Los Angeles’ta araba yarışçılarının ve Suriye-Lübnan sınırında bulunan ve anneannemin anlattığı eski gelenekleri muhafaza eden bir köyün fotoğraflarını çektim. Kudüs’te ilahiyat seminerinde bulunan öğrencilerle, Addis Ababa’da melez rahip yardımcıları çocuklarla ve Beyrut’ta kağıt oynayan devrimcilerle karşılaştım. Ermeni balerinlerle birlikte koğuşlarda bekledim. Ülkelerini terk etmek zorunda kalan Suriyeli-Ermeni mültecilerle birlikte yüzdüm.Türkiye’de geride kalmış tek Ermeni köyünde büyüyen çocukları gördüm. Erivan’da ülkesine geri dönen Ermenilerle ve doğumla kazanılan Ermeni vatandaşlığı gönüllüleriyle karşılaştım.İnsanların geçmişe ilişkin anıları ve geleceğe ilişkin ümitleri kaybolmasın diye 200’den fazla röportaj da yaptım.Bu projeyi büyük 2015 yıldönümünden önce tamamlamak için uğraştıkça Ermeni tarihinde özellikle önemli ve kırılgan bir anın belgeselini hazırladığımın farkına varıyorum. Dahası çoğu insan sadece yaşadığımız trajediyi bildiği için benim anlattığın hikâye genelde bilinmiyor. Topluluklarımızın karşı karşıya kaldığı sorunların çoğunun 1915 olaylarıyla ilgisi olsa da Büyük Felaket, Ermeni hikâyesinin sonu olmamıştır.

Baskılara ‘Karşı’ duramadı

$
0
0
9 Şubat’ta ‘Yalana Karşı Gerçeğin Gazetesi’ sloganıyla çıkan Karşı’nın yayın hayatı 66 gün sürdü. Gazeteden geriye, haklarını almak için binayı terk etmeyip Karşı Direniş’i çıkaran gazeteciler, Ağaoğlu reklamıyla başlayan tartışma ve “Muhalif basın baskılara dayanamıyor mu?” sorusu kaldı.“Karşı Gazetesi’nin en büyük ideali bin kopyası bile olmayan Gezi Postası’nın yaptığı işi makro planda hayata geçirmektir. Fakat şu anlama da gelmesin, biz kendimize Gezi Parkı gazetesi demiyoruz. Çünkü Gezi Parkı ete kemiğe bürünmesi mümkün olmayan bir mücadeledir. Gezi bir idealdir, yaşam modelidir. Biz bu yaşam modeline, ideale inanıyoruz. Gezi gazetesi yapıyoruz demek büyük bir iddiadır. Çünkü eksiklerimiz olacak, hatalar yapacağız ve bunları tolere etmeye çalışacağız.”Karşı Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Eren Erdem, Metro Gazetesi’nden Banu Kibar’a yaptığı açıklamada çıkış amaçlarını böyle özetliyordu. 96 gazeteciyle yola koyulan, İstanbul’da Kutlu Esendemir’i, Ankara’da İlhan Taşçı’yı transfer eden gazetenin tiraj hedefi “200 bin” olarak açıklanmış, bu rakam ilk gün 46 bin olmuştu. İlerleyen günlerde tiraj meselesi hep gündeme geldi. Gazetenin bayilerce engellendiği, yaygın dağıtım yapamadığı tartışmanın nirengi noktasıydı.Gezi’den isimlerKadrosunda Şebnem Sönmez, Levent Üzümcü, İhsan Eliaçık, Abdüllatif Şener, Ramize Erer, Kaan Sezyum, Barış Pehlivan, Barış Terkoğlu, Serdar Akinan, Hicran Şenel, Sevim Gözay, Evrim Güvenç ve Yalçın Çakır’a yer veren gazete “Alo Fatih! Yaşar Nuri’yi dinliyor musun?” manşetiyle raflarda yerini aldı.İçişleri Bakanı Muammer Güler’in oğluyla yaptığı telefon görüşmesine “Barış Paraları Sayıyor musun?” haberiyle yer veren gazetenin yine Güler’in Teoman Dudak isimli gümrük memuruyla yaptığı telefon görüşmesi için attığı “Senin Önüne Yatarız Be Teoman” manşeti büyük ses getirdi. Karşı, çıktığı günden itibaren önyargı ve eleştirilerin hedefiydi. Gazetenin sermayesi başından beri en çok sorgulanan konu oldu. Sermayesinin Türkiye Caferilerinden geldiği konuşulan gazete için hükümete yakın medya organları ‘Cemaatin yeni gazetesi’ iddiasında bile bulundu..Ağaoğlu reklamıyla başlayan krizGazete kendisine yönelik eleştirilerle uğraşırken reklam sıkıntısı da çekmeye başladı.CHP İstanbul Milletvekili Umut Oran’ın Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç’ın yanıtlaması istemiyle verdiği önerge, Karşı’nın reklam alamama sorununu ortaya koyuyordu:“Basın İlan Kurumu aracılığıyla Karşı’ya hiç reklam/ilan gönderildi mi? Yandaşların aldığı aylık resmi ilanlar ne kadar? Basın Yayın ve Enformasyon Genel Müdürlüğü Karşı gazetesinin akreditasyonunu niçin yapmadı? Bağımsız Tiraj Denetim Bürosu niçin Türkiye’de kurulmuyor?”Ağaoğlu İnşaat reklamı önemli bir kırılma noktası oldu. Yazarlardan Şebnem Sönmez, Ece Zereycan, İhsan Eliaçık ve Deniz Evin sosyal medya aracılığıyla gazeteden ayrıldıklarını açıkladı.
İhsan Eliaçık, “Artık yazılarımı reklam almayan yerlerde yayınlayacağım” derken, ayrılanlara Eren Erdem şöyle yanıt veriyordu:“Gazetemiz piyasaya çıkar çıkmaz, ‘doğrudan dağıtımı engellendi.’ Tabii bunları gazeteye erişebilen dostlarımız pek bilmiyorlar. Günlerce, gecelerce binada sabahladık. İmtiyaz sahibinden, çaycısına… 25.000 bayiyi tek tek inceleyerek, yapılanlara baktık. Giden gazetelerin, sümen altı edildiğini gördük. Bayilerin büyük çoğunluğunun böylesi yollara tevessül ederek bizi engellediğine tanıklık ettik… (…) ‘Editöryel bağımsızlık başka bir şeydir.’ Mali dengeler başkadır. Biz, kim reklam verirse versin, ‘eğer yayın çizgimize müdahale etmiyorlarsa yayınlarız.’ Çizgimiz ortadadır, yapılanlar gayet net ortadadır!”Reklam almakta yaşadıkları zorlukları anlatırken, gazetenin karşılaştığı engellemelere de değinen Eren Erdem, 9 Nisan’da istifa etti. Istifa ederken Medyatava’ya yaptığı açıklamada “Gazetede gözle görülen bir tiraj düşüklüğü var. Çok açık bir ruh ve kan değişikliğine ihtiyacımız vardı. Benim genel yayın yönetmenliğinden istifa etmem bu karar doğrultusundandır. Bu karardan sonra Karşı Gazetesi kendini geliştirir ve yeni ataklar yaparsa bunun tiraja da yansıyacağını düşünüyorum.” diyordu.Bu istifanın ardından 14 Mayıs’ta gazetenin son sayısı “Veda değil hoşçakal” manşetiyle çıktı. Çalışanlar kapanma kararından habersiz oldukları gerekçesiyle binayı işgal etti, ödemeler yapılana kadar ayrılmayacaklarını açıkladı.Çalışanların imzaladığı sözleşme gereğince gazete 3 aydan önce kapandığı için tazminat hakları da bulunmuyor.Gazetenin imtiyaz sahibi Turan Ababey kapanma kararının ardından yaptığı açıklamada tiraj düşüklüğünden yakındı:“Ne cemaat, ne paralel yapı, ne siyasetçi ne de herhangi bir partiden destek almadım ve asla böyle bir beklentim ya da talebim olmadı. Aksini iddia edenlerle her platformda yüzleşmeye ve hesaplaşmaya hazırım. İlk sayımızda aldığımız tirajdan (42500) bugünkü tirajımıza (9500) düşmemizde emeği geçen ve bizleri bu sürece getiren herkesi de Allah’a havale ediyor ve sükûnetimi muhafaza ediyorum.”40 çalışan, kapanma kararının alındığı günden bu yana gazetede dönüşümlü olarak kalıyor, basın tarihinde bir ilki gerçekleştirerek haklarını almadan gitmeyi reddediyor. Gazete “Karşı Direniş” adını aldı. Talepler en az bir yıl boyunca finanse edileceği açıklanan gazeteden doğan mağduriyetlerinin giderilmesi, tazminat haklarının verilmesi ve ücretlerin ödenmesi.İki aylık ömrüne çok tartışma sığdıran gazetenin kapanma süreci de yeni tartışmaları tetikleyecek gibi.Gazetede nöbet tutanlardan Ece Çelik: Hiç açıklama yapılmadı“Geçen pazar gayet normal bir iş günü gibi gazeteye gittim, sabah toplantısından sonra sayfalarımı yapmaya başladım. Öğle toplantısında henüz iki gün önce kurucu yayın yönetmeni Eren Erdem’in istifası üzerine atanan Kutlu Esendemir gazetenin kapandığını söyledi. Ancak gazeteden alacağımız maaşlarımız ve yol paralarımız vardı. Ayrıca böyle pat diye gazeteyi kapattığı için almamız gereken ihbar tazminatlarımız bulunuyordu. Patron bize hiçbir açıklama yapmadığı için biz de gazeteden ayrılmamaya karar verdik. Çünkü olay hukuk sürecine kaldı mı Yenibinyıl Gazetesi deneyiminden ve daha pek çok olaydan bildiğimiz gibi paramızı yıllarca alamamamız çok muhtemel. Bu yüzden gazeteden çıkmıyoruz. Geceleri de dönüşümlü olarak orada kalıyoruz. Bu arada bizi bu gazetede çalışmaya ikna eden ve her fırsatta bu gazetenin bir yıl boyunca açık kalacağının ve emekçilerin ücretlerinin ödeneceğinin garantisini veren Eren Erdem’in yanımızda olmadığını söylemeliyim.”Daha önce de olmuştuBasında kısa süreli gazete kurma girişimleri ve büyük çapta işten çıkarmalar daha önce de görülmüştü. Yeni Binyıl Gazetesi ani kapatılma kararıyla bu gazetelerin başında geliyor. 1998-2001 yılları arasında yaşanan krizde 11 gazete kapandı. Bu gazeteler ulusal bazda yayın yapan Bugün, Süper Tan, Yeni Günaydın, Ateş, Yeni Yüzyıl, Asabi, Ayyıldız, İlk Haber, Aydınlık, Yeni Gündem ve Yeni Binyıl.

AK Parti'den istifa ettiğim günden beri havada karada denizde rahat yok

$
0
0
AK Parti’den istifa eden milletvekili Muhammed Çetin, istifa ettiği günden bu yana THY’nin kendisine karşı koyduğu ambargolarla gündeme geliyor. Çetin, uçaktan indirilme krizini, nasıl milletvekili olduğunu ve istifa kararını nasıl aldığını anlattı.Son yaşan olaylardan sonra THY size uçak bileti satmama kararı aldı. Bu karar için ne diyorsunuz?THY'de yaşadığım olaylar tam olarak politik ayrımcılık. Anayasaya aykırı ayrımcılık yapılıyor. Türkiye'de güçlünün, güçlü olduğunu göstermesi lazım. Birtakım bahanelerin arkasına saklanması lazım. Dolayısıyla diş geçirme operasyonu devam ediyor. Ya onların dişi kırılacak ya da bizim canımız yanacak. Bu konuda nefret suçu ve ayrımcılıktan, hakaretten, defalarca mağdur edip, asılsız açıklamalarla itibar zedelemekten THY'ye ve Hamdi Topçu'ya dava açtım.Onlar da sizin THY'nin itibarını zedelediğini düşünüyor…Bunu kabul etmiyorum. AK partiden istifa ettiğimden beri adeta havada, karada, denizde rahat yok. Önce Başbakan ‘tuzluk' olarak nitelendirdi. Sonra uzak yakın fark etmeksizin bütün uçuşlarımda hep haksız muamele gördüm. Mesela 18 Şubat 2014'te İstanbul'dan Ankara'ya gitmek için bilet aldım. Uçağın hareket saatinden evvel daha önce defalarca yapmış olduğum ‘upgrade' ( Uçuş Sınıfı Yükseltme ) işlemini yapmak istedim. Ama yanımda bulunan diğer yolcuların işlemi yapıldığı halde sistemde hata olduğu gerekçesiyle benim işlemim gerçekleştirilmedi. Ve bu bir kez de olmadı.Uçak krizi yeni değil yani?Değil elbette. Ben ne zaman upgrade yapmak istesem bir engel çıkarttılar. Neredeyse 10-15 uçuşumda hep bu muameleye maruz kaldım. Uçağa beraber bindiğimiz MHP'li CHP'li vekil arkadaşlar olaya itiraz ettiğinde ben daha fazla sorun çıkmasın diye sessiz kalıp, uçağın arkasında oturdum.Pakistan uçuşunuzda yine olaylı bir şekilde basına yansıdı.21 Şubat 2014 tarihinde Pakistan'a bilet aldım. Upgrade işlemini yaptırdım ve uçaktaki koltuk durumu müsait olduğu halde işlemim iptal edildi. Ekonomi sınıfında seyahat edebileceğimi söylediler. ‘Business' diye tabir edilen daha üst sınıf koltukların boş olduğunu gördüm. Geçiş yapıp yapamayacağımı sordum. Pilotlarla yaptığım görüşme neticesinde ilgili yerdeki bir koltuğa geçtim ve ekonomi sınıfındaki koltuğuma da başka bir yolcu alındı. Herhangi bir sorun yaşanmadığı halde uçak havalanmak üzereyken durduruldu ve bana önce eski yerime geçmem söylendi. Sebebini öğrenmek istediğimde ise uçaktan inmek istediğim şeklinde bir anons yapıldı. Görevliler gelip, valizimin uçaktan indirildiğini, benim de uçaktan ayrılmam gerektiğini bildirdi. Uçaktan ayrılmamı gerektiren bir durum olmadığı için inmemekte ısrar ettim ve İslamabad'a gittim. Ama valizim İstanbul'da bırakıldığı için iki gün sonra getirildi. Dönüşüm de olaylı oldu. 27 Şubat'ta döneceğim zaman hiçbir şekilde upgrade talebim olmadığı halde herhangi bir gerekçe sunulmadan almış olduğum biletle uçağa binemeyeceğimi, yeniden bilet almam gerektiğini söylediler. Bu kez sistem adıma bilet vermediği için, nakit para ödeme karşılığında elle bilet yazıldı. Yani uçuşlarımın hiçbirinde benim bizzat suçlu olduğum bir hadise yok. İkinci kez uçaktan indirilme hadisesi Chicago'ya giderken oldu. Ekonomi sınıfından, business sınıfa geçiş yapılamayacağı, sorumluluğun siz de olduğu söyleniyor. Ya da bir daha THY'ye binmeseydi deniyor. Bu iddialar için ne diyorsunuz?Normal şartlarda olsa bu kadar olaydan sonra binmezdim ama bir grup milletvekili arkadaş THY ile gitmek istedi. Ben de onlardan ayrı uçamazdım. Bana business class vermedikleri için ekonomiden aldım. Bir arkadaşım da benimle yer değiştirebileceğini söyledi. Pilota, uçuş sorumlularına bilgi verip değişiklik yapmak için izin aldı. Tamam dediler. Ben geçtim ve biri gelip ‘Burası benim yerim' dedi. Meğer bileti tekrar satmışlar. Ben de itiraz ettim. Bilet ikinci kez satıldıysa sorumlularıyla görüşülmesi gerektiğini söyledim. Hemen uçuş memuresi geldi. Uluslararası uçuş emniyetini engellediğim için polis çağırıp çıkartacaklarını söylediler. Birincisi polisiye bir vaka yok, ikincisi polisin beni tutuklaması için meclis kararı olmalı. Ve daha sonra uçuş tehlikesi oluşturduğuma dair İngilizce anons yapılması beni tahrik etti. THY bana karşı siyasi ve ideolojik tavır takınıyor. Politik ayrımcılık var bunun ardında. Bu tarz yıldırma politikalarıyla benimle beraber arkadan gelecek herkese ‘Patron kim? Kural kaide tanıma, kapıyı kırın girin alın, mahkeme şart değil, biz sonra hallederiz, bunlara su bile vermeyin, bunlar beni nasıl tenkit eder' mantığı var ya, onun tezahürü.Bu politik ayrımcılık sadece size karşı mı yapılıyor? Hayır, elbette AK partiyi eleştiren herkese. Bütün mesele 'AK parti kararmıştır' demem ve Gülen hareketine duyduğum sempati. Bana diş geçirirlerse, bunun devamı gelecek. Ben çıkmaz sokağın başında bir paratoner gibi bütün şimşekleri üzerime çekiyorum. Diplomatik pasaportum ve dokunulmazlığım var. Bir devlet adamına karşı yapılan bu muameleyi açıklayacak mantıklı bir gerekçe yok. Ben terör faaliyetinde bulunmadım bir yeri yakmadım bombalamadım. Eskiden polis ya da askerle çatışmadım. Hiçbir yargılanmam yok. Oysa böyle olup parasını bastırıp business uçanlar var. Bu ayrımcılık değil mi? Bu yurt dışında tacize giriyor. Benim üzerimden ‘size hayatı dar ederim. Uçamazsınız bile.' mesajı verilmeye çalışılıyor. Bir kurban lazım, o da benim. Bu sebeple mesele uçuş meselesi değil. Mesele tamamen diş geçirme.Yolsuzluk karşısında duruyor olmanız da bu saldırıların artmasını tetikledi mi?Tam olarak böyle. Ama ben helal süt emmiş, hakkı savunan insanlar olduğuna inanıyorum ve o insanların bu pislikleri ortaya çıkaracağına inanıyorum. Camiadan diye sürülen hâkim ve savcıların hiçbiri herkes emin olsun camiayla ilişkisi olmayan insanlardı. Zaten yerlerine kim gelirse gelsin her gün yeni bir yolsuzluk görüyor. Köprüden, villadan, yoldan, havaalanından çıkıyor. Bunlar bilinmiyor muydu biliniyordu.Peki, neden sustunuz biliyorsanız? Belki vazgeçerler, bir ihtimal düzeltiriz, istikrar sürsün diye susuldu. Ama hiçbir iktidar milleti bunlar kadar aptal yerine koymamıştı. O yüzden bu ne camianın ne bizim meselemiz. Bu milletin meselesi ve hesabını soracaktır. Fakat bunun çatışma olmadan barış ve huzur içerisinde olması lazım. Ama bu iktidar tam tersi şekilde bir politika izliyor. Çünkü bu pisliği sadece çatışmayla temizleyeceğini düşünüyor. Ama biz kesinlikle bu oyuna alet olmayız.Vekil olmamı AK parti istediSiz başarılı üniversitelerde görev yapan bir akademisyenken, bir anda isminizi milletvekili olarak duyduk. Vekil olma talebiniz var mıydı?Benim öyle bir talebim olmadı. Ben vekil olmak isteseydim partiye önceden kaydım olurdu. Ayrıca ben formu bile kendim doldurmadım. Kendileri doldurdular vekillik formunu. Hatta bir fotoğrafım bile yok. Gençlik fotoğrafımı kullanmışlar. Vekil olmak istesem 17 yaşında tişörtlü fotoğraf mı kullanırım. Kaldı ki bundan öncesinden Çankaya'dan Orta Asya hususunda Abdullah Gül'e müsteşar olmam teklif edildi. Siyasi bir talebim olsaydı, önce onu kabul ederdim zaten. Herkesin vekil olmak için kart bastırdığı dönem. Başbakan bizi yemeğe çağırmış, İlhan Bey gitti, ben gitmedim. Zaten yurt dışındaydım. Sonra Ankara'ya bir üniversite toplantısı için gittiğimde öğrendim vekil yapılacağımı. Parti adına bir sürü telefon aldım, hadi gelin Başbakanla tanışın vekil olmanızı çok istiyor başbakan diye kapımı aşındırdılar vekil olana kadar. Ben de gerçekten acaba memleketimizin ilişkilerinin düzelmesi adına katkımız olur mu, gerçekten bizim faydalı olacağımızı düşünüyorlar diye kabul ettim. Geldiğimde de ‘Ben camianın adamı değilim, camia adına iş takip etmek gibi bir amaçla gelmedim. Ben AK parti milletvekiliyim. Vazife verirseniz yaparım, vermezseniz de ses çıkaramam beklerim.' dedim Başbakan'a ve diğer parti yetkililerine.“Zaten varlığı yokluğu belli değildi. 3 yılda bir öneri bile sunmadı.” diyenler de oldu…Vekillik kürsüye çıkıp tantana yapmak değil ki. Benim Dış işlerinde konuşmam var açıp bakabilirler. Hatta Ahmet Davutoğlu ‘ Muhammed Bey sizin gibi bir değeri göremedik. 5 dakika çok az sizin konuşmanız için. Keşke daha çok süre verseydik.” dedi. Kaldı ki, ayladır telefonlarımıza hep mesaj gönderdiler ‘Şu hususlarda şu isimler dışında kimse konuşmayacak. Hatta basına mülakat bile verilmeyecek.' diye. Ben partinin dediğine itaat ettim. Ayrıca NATO toplantılarında gerek ülkeyi gerek İslam dinini, Müslümanların haklarını savunma adına çalıştım, uluslararası toplantılarda. Bazı ithamlarda bulunanlar, mecliste işlerin gerçekten nasıl yürüdüğünü bilmiyor. ‘Biz seni vekil seçtik hadi konuş.' demekle vekil çıkıp konuşamıyor. Yükselmek istediği için, kendini ön planda gösterenlerden ayrıca bizim konuşmamıza fırsat kalmıyor. En benim ne de istifa eden arkadaşlarımın ön planda olma yükselme gibi talepleri yok.Partide bulunduğunuz sürede camiaya yakınlığınızdan dolayı tavır alan oldu mu? Baştan sona bu biliniyordu. Hatta vekil tanıtım toplantılarında ‘okyanus ötesinden gelen, bilmem ne kadar değerli sayın…' diye takdim ediliyordum. Vatandaş da gelip hizmet hareketini ne kadar sevdiğini, Hocaefendi'nin zühtünü, takvasını, ilmini vs anlatıyordu. Bundan rahatsız olan Milli Görüş çizgisinden gelenler rahatsızdı. Hep mesafeliydiler ve selamlarında da tebessümlerinde de samimi değildiler. İslam'ın selamını verdiğimizde de almadılar. Hiç kimseyle bir problemimiz yoktu. Tam tersine daha sıkı ilişki kurup, çoluğunu çocuğunu okullarda dershanelerde okuması için indirim istemeye geliyorlardı. Kimisi gazetede TV'de yeğenlerinin çalışması için ricada bulunuyordu. ‘Siz arayın bizim araya girmemiz doğru olmaz.' dediğimizde,' Sizin aramanız daha etkili olur.' diyorlardı.‘Bunların hocasına bu kadar hakaret ediyorum, niye istifa etmiyorlar'İstifa emrini Fetullah Gülen Hocaefendi'nin verdiği iddialarına karşı cevabınız nedir?Bunları diyenler ne Hocaefendiyi ne camiayı ne de bu işlerin nasıl olduğunu bilmiyor. Hocaefendi hiçbir zaman insanın özgür iradesine isteğine müdahale etmez. Kimsenin ramına aleyhine bir şey istemez. İnsanlar kendileri karar verir. İstifa etmemiz için şartlar o kadar olgunlaşmıştı ki, Başbakan savurmaların hakaretlerin bini bir gittiğinde ‘AK Parti içinde sakın istifa etmeyin. Herkes gitse de siz gitmeyin.' Şeklinde bir yoğun ilgi ve baskı vardı. En son istifa edenlerden biri olarak, bunların gelip geçici olduğunu, AK parti adına bunun bir siyasi intihar olmadığını, yanlış bir bilgilendirme olduğunu düşünüyordum. İstisnasız her gün grup başkanvekili ve diğer arkadaşlarla bir art niyet olup olmadığını konuşuyorduk. Hatta grup başkanvekili Mustafa Elitaş başbakandan bana teşekkür getirdi istifa etmediğim, istifa eden vekiller gibi sosyal medyada ileri geri konuşmadığım için. ‘Ne de olsa akıllı adam, profesör eğitimli' demiş. İşler iyice haddini aşınca ben milletvekilliğinden de istifa etmek istedim. Durumu Hocaefendi'ye ileten arkadaşlar, ‘siz AK partiye söz verdiniz, sizle alakalı bir husus yok. Vazifenize devam edin' cevabını aldı. Aradan çok zaman geçmeden bu kez Başbakan'dan ‘Ben bunların hocasına bu kadar hakaret ediyorum, niye istifa etmiyorlar.' haberi geliyor. Biz de buna cevaben hiçbir art niyetimiz olmadığını, yeni oluşum kurma gibi bir girişimimiz olmadığını, partiyi bölmeyeceğimizi, yeni partide kurmayacağımızı söyledik. Sonra da kendi istek ve irademizle ayrıldık. O kadar kaldıysak ve konuşmadıysak da Hocaefendi'ye dua etsinler.AK partiden istifa ederken, milletvekilliğinden neden istifa etmediniz? Hocaefendi ve camia hakkında bu kadar tezvirat varken, casus terör örgütü denirken, uçakla başlayan hadisenin daha şiddetlileriyle üzerimize gelmesiler diye. Bu bir boyutu, bir diğer boyutu ve en önemlisi bence, ‘Sıkıyorsa vekillikten de istifa etsin' diyenler farklı bir ses olmasın, yaptıklarını, aldıkları kararı başkaları görmesin, yolsuzlukları kimse bilmesin diyenler yani rahatça at koşturmak isteyenler. Yani basit siyasi mülahazalarda bulunanlar. Ayrıca biz partiden istifa eden ve bağımsız vekil olarak kalan tarihte ilk biz değiliz ki.Bağımsız vekil olarak kalmaya devam mı edeceksiniz? Milletin beni seçtiği süre zarfında kalırım. Başka bir siyasi mülahazam, talebimi beklentim yok.Aileniz nasıl bakıyor olan bitene? Ailem İstanbul'da eşim Türkmen asıllı. 12 yaşında ve 5 yaşında iki oğlum var. Şaşkınlıkla izliyorlar. Mümkün mertebe onları politize etmemeye, bu tarz siyasi söylemlerden uzak tutmaya çalışıyorum. Oğluma ‘Senin baban dönek' diyenler oluyormuş. Ben de teröre faaliyetinde bulunmadığımızı, bir yere bomba koyup uçurmadığımızı, çalmadığımızı bunların çirkin siyasi meseleler olduğunu ve büyüyünce, isterse daha detaylı konuşacağımızı söyledim. Oğlum ‘Baba bunlar o zaman kafayı sıyırmış' diye cevap verdi. Cevap burada bence.

Tek dileğimiz Risale-i Nur’ların basılması

$
0
0
Bediüzzaman’ın yasal vârisi yeğeni Seyda Ünlükul, haberleri olmadan Risale-i Nurların basımıyla ilgili yasal vâris söylemlerinin çıkarılmasından son derece rahatsız. Tek dileklerinin Risalelerin yayılması olduğunu söyleyen Ünlükul, bu konuda her isteyene kapılarının açık olduklarını belirtiyor.Seyda Ünlükul, Bediüzzaman Said Nursi’nin kardeşi Abdülmecit Ünlükul’un torunu. Risale-i Nur’ların müellifi Bediüzzaman’ın yasal varisi. Bu konudaki tartışmalardan oldukça rahatsız olan Ünlükul, Risale-i Nur’ların serbestçe basılması ve yayılmasından başka isteklerinin olmadığını söylüyor. Kendilerinin haberi olmadan yasal vâris söylemlerinin çıkmasına ise alındıklarını ifade ediyor. Yaşanan olayları Müslümanların dua etmemelerine bağlayan Üstad’ın ikinci kuşaktan yeğeni, “Dua ediyorsak da demek ki elimizi açtığımız zaman öyle salih bir kul olarak dua etmek sıfatına daha erişemedik.” diyor.Risale-i Nur’ların basımına ilişkin bandrol uygulamasını bir de sizden dinleyelim. Yasal vârisler olarak sizin bandrol uygulaması ya da telif hakkı gibi bir başvurunuz oldu mu?Aile bireylerinden hiç kimsenin böyle bir başvurusu olmadı. Bakanlığın öngörmüş olduğu bu karar neden kaynaklanıyor bilemiyorum.Bandrol uygulamasının yasal vârislerin isteği olduğu belirtildi. Birtakım vârislerden bahsediliyor. Üstad’ın asıl yasal vârisleri kimler?Yasal vâris olduğumuzu belgeledik. Bunu bakanlığa bir dilekçe ile de aktardık. Çeşitli basın organlarında yasal vârislerin müracaatıyla bandrol verilmesini durduruyoruz şeklinde bir yayının çıkması bizi son derece yaraladı. Böyle bir başvurumuz olmadığı halde neden böyle söyleniyor. Bugüne kadar Risale-i Nur’ların ne bandrolü ne de telif hakkı ile ilgili bir müracaatımız olmadı. Başvuruda bulunmamamız; hakkımızı yitirdiğimiz algısına sebebiyet verdi. Normalde telif hakkımız var. ‘Niye yapmadınız bugüne kadar?’ denmeye çalışılıyor. Risale-i Nur’ların her yerde serbestçe basılmasını istediğimiz için müracaatta bulunmadık, durum bu noktaya geldi, böyle bir algı oluşturulmak istendi. Bunun önüne geçmek için dilekçeyle Kültür Bakanlığı’na müracaat ettik. Risale-i Nur’ların basılmasını engellemek için herhangi bir müracaatta bulunmadığımızı, herkesin basmasını istediğimizi belirttik.Üstad’ın kaç vârisi var?Üstad’ın vârislerini mahkeme kararı ile alınmış veraset ilamıyla belgeledik. Dedem Abdülmecit Ünlükul’un iki vârisi bulunuyor: Babam ve halam. Halamın çocuğu olmadığından vârisler annem Şükran Ünlükul, kardeşlerim Serkan Ünlükul, Semra Ünlükul ve ben. Aile adına vekâlet bende olduğundan müracaatları da ben yapmış oldum.Getirilen bandrol uygulamasıyla yayınevlerinde bir tekelleşme korkusu oluştu. Bu, Risalelerin yayılmasını yavaşlatır mı? Basım işinin sadece devlet tarafından yapılması ya da belli bir gruba verilmesi ne derece doğru?Maksadımız da bunu engellemek. Risalelerin sadece devletin kontrolüne geçmesi söz konusu olamaz. Üstad, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın bu kitapları basmasını istemiş. Devlet tarafından tekelleştirilsin, sadece devlet bassın dememiş. Abilerin basım için bugüne kadar gösterdikleri gayretler, kurulan vakıflar bu kitapların ne kadar çok basılması gerektiğini gösteriyor. Bunun önüne engel olarak yasal vârisler çıktı diye söylenmesi bizi rahatsız etti. Bir de basına verilen beyanatlarda abilerin 4’ünün vâris olduğundan bahsediliyor: Said Özdemir Abi, Abdullah Yeğin Abi, Salih Özcan Abi ve Hüsnü Bayram Abi. Bediüzzaman Hazretleri’nin vârisleri Risale-i Nur’larda aranacaksa, Emirdağ Lahikası’nda ‘Başta Abdülmecit kardeşim olmak üzere’ diye başlayan ve 12 kişiden bahsettiği bir bölüm var. Bu bölümde o 4 kişiyi ayırmamış Üstad. Hayatta olan Ahmet Aytemur Abi, Mehmet Fırıncı Abi de var ismi geçenler arasında. Bu ismi sürekli zikredilen 4 kişinin içerisinde bulunan Salih Özcan Abi, Acıbadem Hastanesi’nde yoğun bakımda yatıyor. Geçen gün kendisini ziyaret ettim. Kendisinin böyle bir talepte bulunması bile söz konusu değil. Bu insan bu durumdayken nasıl böyle bir başvuruda bulunabilir? O da ayrı bir soru işareti.O halde burada manevi vâris ve yasal vâris ayrımı mı gözetilmiş?Demek ki bir şeyler Kültür Bakanlığı’na yanlış aktarılmış. Bunun önünü kesebilmek için dilekçe yazdık. Burada bir manevi vârisler var, bir de yasal vârisler. Yasal vârislerden bahsediliyor ise sadece biziz dedik. Manevi vârislerden bahsedilir ise o zaman o manevi vârislerin başı da dedem Abdülmecit oluyor zaten. Bunların hepsi bir kenara atılıyor, sadece o 4 kişiden bahsediliyor. Öbür abileri, Mesnev-i Nuriye’yi, İşaratü’l-İcaz’ı tercüme eden dedemi nasıl bir kenara atarsınız? Bir dönem rahmetli babamın veraset ilamını çıkartırken dedemin Üstad’ın kardeşi olmadığı iddiasını bile ileriye sürdüler. Babam soyadı ‘Ünlükul’ olduğu için meydana gelen sıkıntıyı mahkeme kararı ile ispat etti.‘Ünlükul’ soyadı nereden geliyor?Soyadı Kanunu çıktığında dedem, Üstad’ın yanına gidiyor. “Soyadı olarak ne kullanacağız?” diyor. Üstad ise “Abdülmecit sana çok ilişecekler. İlişmelerini engellemek için soyadını adının aynısı yap. Abdülmecid’in karşılığı da ‘ünlü kul’ demek. Ben de Okur ve Nursi soyadlarını kullanacağım.” diyor. Kitaplarında bazı yerlerde Nursi, resmiyette Okur olarak kullanmış.Bakanlığa verdiğiniz dilekçede ‘Bir yıl daha bandrol verilsin’ dediniz...Bu bir yılı söylememdeki amacım; hükümetin resmi prosedürlerle ilgili çalışmasının ağır işlemesinden kaynaklanıyor. En azından net sonuç ortaya çıkıncaya kadar bir yıl basıma müsaade edilsin. Biz basılmaya karşı değiliz. Yasal vâris de biz isek böyle bir talebimiz oldu. Bu talebimizin değerlendirilmesini istiyoruz.Kültür Bakanlığı’ndan dilekçedeki taleplerinize bir dönüş oldu mu?Hayır.Bu talebi diğer abilerle, yayınevleriyle paylaştınız mı?Yayınevleriyle oturup konuşmadık henüz. Böyle bir çalışma olursa bu düşüncelerimi her yerde söylerim. Bu arada bizden aldığı belge ile baskı yapmak isteyen yayınevi olursa hiç karşılık beklemeden o belgeyi de hemen verebiliriz.Daha önce Üstad’la çok fazla ilgilenmeyen kesimlerin birkaç aydır onun üzerinden birilerine yüklenmesini nasıl değerlendiriyorsunuz?Demek ki Risale-i Nur derslerini basının da yapması gerekiyordu (gülüyor). Risale-i Nur dersleri dünyaya mal olmuş bir şey, sadece dershanelerde kalmaması gerekiyor demek ki. En azından Risale-i Nur’u duymayan insanlar ‘Böyle bir adam varmış, kim bu adam? Nasıl bir kitap yazmış?’ diye merak edecek.‘Risale-i Nur’ları kim bassın?’ tartışması nasıl engellenebilir?Risaleleri basan ve basmak isteyen yayınevlerine kapılarımız sonsuza kadar açık. Ne zaman bitiyor bu vâris olayı, 16 yıl sonra. Telif için 16 yıllık sözleşme yapmaya hemen hazırız. Karşılığında da hiçbir şey beklemiyoruz. Yeter ki Risale-i Nur’ların yayılması engellenmesin. Risale-i Nur’lar 1993 yılında yasaklı kitaplar listesinden çıktıktan sonra saklı saklı basılmış. 1993’ten önce yasaklı olmasına rağmen binlerce basılmış, gittikçe çoğalmış bunun bir hikmeti var. Siyasi alanda yapılan atraksiyonlara bizim aklımız ermez.Ülkenin geçirdiği fırtınalı günleri nasıl değerlendiriyorsunuz?İnsanlar plan yaparmış melekler gülermiş onların bu haline. Çünkü Allahü Teâla’nın bir takdiri var. Melekût âlemine, dünyada ne olup ne biteceğine dair Kadir Gecesi’nde bildirilir ve onlar da üstüne düşen vazifeyi yerine getirirler. Bizim her hâlükârda, İslâm âleminin, İslâm âlemi dışındaki insanlar tarafından zarar görmemesi için yapacağımız en önemli şey duadır. İslâm âleminin kendi içindeki ufak tefek karışıklıkları, bir ailenin içerisinde iki kardeşin kavga etmesi gibi görüyorum. Bu taraflar kardeştir. Ne birini, ne öbürünü dışarı atabilirsin. Dolayısıyla bu gibi konuları deşmemiz yanlış olur. Bunlara bu vazifeleri üstlenen insanların bilinçli bir şekilde bakmaları önemli. Bilinçli şekilde değerlendirecekler, sonunda farkına varacaklar, eğer onlar farkına varmazlarsa farkına varacak olan insanlar oralara gelecekler ve onlar farkına vardıracaklar. Ama buna ne sebep verecek bilemiyoruz. ‘Layık olduğunuz şekilde yönetilirsiniz’ diyor. Demek ki bir problem var ise o da bizden kaynaklanıyor. Demek ki iyi dua etmiyoruz. Elimizi açtığımız zaman, salih bir kul olarak dua etmek sıfatına erişemedik demek ki. O duamızı daha kuvvetli daha güzel yapabilirsek... Allahü Teala “Bir duanıza ya cevap veririm ya ertelerim ya daha iyisini veririm.” diyor. Yani “Cevap vermem.” demiyor. Mutlaka bu duaların karşılığı olacaktır.Risale-i Nur’ların basımındaki sıkıntılar nasıl başladı?Risale-i Nur’ların devlet eliyle de basılmaya başlanması seçim meydanlarının en çok konuşulan icraatları arasına girmişti. Ardından yayınevlerine bandrol verilmemesi bu icraatı gölgede bıraktı. Kültür Bakanlığı’nın Risale-i Nur basan yayınevlerinin bandrol taleplerine olumsuz cevap vermesiyle gündeme gelen sıkıntı medyada geniş yer aldı. 1 Kasım 2010’da yönetmelikte Risale-i Nur’ların basılmasına ‘Kanuni vârislerin izni olmadan bandrol verilmemesi’ şeklinde bir değişiklik yapılmış ama şimdi uygulanmaya başlamıştı. ‘Kanuni vâris’ olmadıkları gerekçesiyle bandrol alamayan yayınevleri, bunun haklı bir gerekçe olmadığını ve yasal vârislerin böyle bir talepleri bulunmadığını açıkladı. Barla Platformu ise yaptığı açıklamalarla farklı bir algı oluşturmaya çalıştı ve Risalelerin yasal mirasçılarının “Said Özdemir, Abdullah Yeğin, Salih Özcan ve Hüsnü Bayram” olduğunu ifade etti. Bu açıklamalar üzerine Yeni Asya Gazetesi, Üstad’ın yasal varisi olarak görülen Seyda Ünlükul ile görüştü ve yasal mirasçıların sayılan 4 kişi değil, Bediüzzaman’ın kardeşi Abdülmecit Ünlükul’un gelini ve 3 çocuğu olduğunu duyurdu. Medyada bu problemin çok ses getirmesi üzerine Kültür Bakanlığı bir açıklama yaptı ve Risalelerin orijinaline aykırı basıldığı konusunda şikayetler üzerine böyle bir karar alındığını açıkladı. Hükümet kanadından açıklama yapan Bülent Arınç ise konuyla alâkalı soruları cevaplamaktan kaçındı. Son olarak Kültür Bakanlığı, Risale-i Nur’ları basan Mutlu Yayıncılık’ın sahibi İsmail Mutlu’dan 2005’te Risale-i Nur’ların basımı ile ilgili benzer bir sıkıntıdan dolayı açıp kazandığı davanın sonucunu istedi. Bakanlık, Üstad’ın, kardeşi ve yasal vârisi Seyda Ünlükul’un dilekçesine ise herhangi bir dönüş yapmadı.Emirdağ Lahikası’nda Bediüzzaman’ın manevi vârisleri“Aziz, sıddık kardeşlerim ve vârislerim!Ecel gizli olmasından, vasiyetname yazmak sünnettir. Benim metrukâtım ve Risale-i Nur’dan olan benim hususî kitaplarım ve güzel ciltlenmiş mecmualarım vesair şeylerimin bütününü, Gül ve Nur fabrikalarının heyetine, başta Hüsrev ve Tahirî olarak o heyetten oniki (Kardeşim Abdülmecid, Zübeyr, Mustafa Sungur, Ceylan, Mehmed Kaya, Hüsnü, Bayram, Rüşdü, Abdullah, Ahmed Aytimur, Âtıf, Tillo’lu Said, Mustafa, Mustafa, Seyyid Sâlih) kahraman kardeşlerime vasiyet ediyorum. Onlara bırakıyorum ki; emr-i Hak olan ecelim geldiği zaman, benim arkamda o metrukâtım, benim bedelime o sadık ve mübarek ellerde hizmet-i Nuriye ve imaniyede çalışsın ve istimal edilsin. Kardeşlerim! Bu vasiyetten telaş etmeyiniz. Ben, teessürattan ve dokuz defa zehirlenmekten, pek çok zaîf olmakla beraber; gizli münafıkların desiselerle müteaddid sû’-i kasdları için bu vasiyeti yazdım. Merak etmeyiniz, inayet-i Rabbaniye ve hıfz-ı İlahî devam ediyor.”

O sanat ayağıma gelecek!

$
0
0
İzlenimci ressam Paul Cezanne demiş ki; “İçeride, stüdyoda boyanmış bütün resimler, asla dışarıda yapılmışlar kadar iyi olmayacak.” Şehirli yeni nesil sanatçılar, herhalde bunun için sanatı sokağa, halkın ayağına getirdi. Eleştirel bir dille!İleride bugünleri ve bu yapılanları nasıl adlandırırlar bugünden kestirmek zor, ama şehir hayatı ‘kendini beğenmiş salon sanatlarını’ tabiri caizse çok güzel ti’ye alıyor. Bizde kötü taklitleri olsa da dünyada protest duruşuyla ve getirdiği yeni anlayışlarla, hakkında söz söylenmesi çok keyifli bir sanat akımı doğdu. Tuvalleri ya da malzemeleri; şehrin duvarları, meşhur caddeleri, ünlü simgeleri… Bir de yüksek güvenlikli müzelerde adeta pamuklara sarmalanıp özenle saklanmış tarihi tablolar, heykeller… Yaptıkları grafiti değil. Biraz siyasi, çokça eleştirel ama şımarık ve eskilerin deyimiyle hergele bunlar! Bu postmodern sanatın adını İngilizceden çevirince bize biraz değişik çağrışımlar yapıyor ama henüz yerleşmiş başka bir ismi ve tanımı yok. Gerilla sanat da denebilir, anarşist sanat da…Londra sokaklarında ve müzelerinde görülmeye başlandı ilk icraatları ya da yapıtları. Anarşist sanat adını almasına sebep de bu işlerdi. Tarihi bir yağlı boya kadın portesinin üzerine gaz maskesi takmak mesela! İyi bir ‘dünyamız kirleniyor’ mesajı bu. Monet’in nefis bir manzara resmine alışveriş arabası dolusu çöp dökmek mesela. Ya da o nefis yağlı boya tablolarından birindeki ağaçlı yol manzarasının ortasına MOBESE kameraları yerleştirmek. Sanat çevrelerinin çok eleştirdiği bu tahripler “modern, sivri, mizahi ve hiciv unsurları ekleyerek geleneksel sanatı çökertmek” olarak yorumlandı. Fakat efsanevi sokak sanatçısı Banksy’nin bu tahripli işleri şöhretler tarafından yüksek meblağlara alınıyor.Hani şu Hollywood filmlerinde istila edilip duran dünya var ya işte o istiladan ‘klasik sanatlar dünyası’ da nasibini alıyor! Bu sefer istila edilen altın varaklı bir çerçevenin içindeki muhteşem güzellikteki manzara. Aslında ünlü resimleri değiştirme işi ikibinlerin asi çocuklarının buluşu değil. Walt Disney’in yetenekli çocuğu karikatürist Ward Kimball da yaptırmıştı, 1960’larda. O da James McNeill’in meşhur tablosundaki anneye televizyon izletmişti. Klasik resimlerin reprodüksiyonlarını değiştirmiş, eski zamanları tasvir eden tablolara yeniçağdan eklemelerde bulunmuştu. Mizahi yönü öne çıkan Kimball, bu uyarlamalarıyla aslında bir vakum gibi Amerika’yı içine çeken tüketim çılgınlığı hakkında eleştirel yorum yapıyordu. Bir taraftan hizmet ettiği popüler kültürü eleştiren, egemen paradigmayı mizahi bir dille iğneleyen politik yapıtlardı.Kötülüğün sıradanlığı!Bugün Kimball gibi geleneksel üzerinden modern dünyayı eleştirme işini yapanlar bir hayli fazla. Ama İngiliz Banksy için ‘bunların ağababası’ diyebiliriz. Kendisi, eleştirdiği devlet, sanat elitleri ve kültür endüstrisi tarafından kabul almış, beğeni görmüş, ‘yapıtları’ satın alınır olmuştur.Banksy, Londra sokaklarına yaptıklarıyla meşhur olmaya başlamıştı. Eleştirel duruşu ve derin mesajları tanınırlığını arttırdı. Grafiti sanatçısı olarak başladı, çağdaş sanatçı olarak tanındı da denebilir. Asıl adını kimse bilmiyor! Fakat klasik bir yağlı boya manzara tablosunun içine eklediği, oturan Nazi askeri ‘yapıtı’ 600 bin dolara satıldı. Tablonun adı kendisi gibi çok manidar; “kötülüğün sıradanlığı”. Rakip grafiti sanatçıları onun işlerini karalasa da, bu durum bile şanını yüceltiyor, işlerinin sosyal medyada yayılmasını hatta Londra varoşlarında eski bir bina duvarına yaptığı ‘eseri’nin ziyaret edilmesini sağlıyor. Banksy ve rakiplerinin işlerini görmeye, fotoğraflamaya, önünde selfie çekilmeye turistler gider oldu. Yaşasın anarşist sanat turizmi!Vandalizm mi, karalama mı, sanat mı?Müzede sergilenen bir sanat eserini sprey boya ile boyamak, derin bir mesajı olsa da sonuçta zarar vermek ve suç işlemektir. Kamusal alanlarda bina duvarlarını boyamak da öyle. Evet, sokak sanatı bir suçtur. Ama bu suç, sanatçıların ‘yapıt’larını şehrin duvarlarına kondurmasına engel teşkil etmiyor! Nitekim Banksy’inin bununla ilgili meşhur bir çalışması var; duvarı boyayan bir çocuğa sprey boya tutan garson. Avrupa ve Amerika’da çok sayıda grafiti sanatçısı var. Hepsinin kendine has tarzları, siyasi duruşları, eleştiri dili var. Belediyelerin ve hükümetlerin tüm önlemlerine rağmen önü alınamıyor bu ‘sanat’ın!Peki duvarlara böylesi resimler yapmak vandalizm mi? Kural tanımaz yeni nesil şehir gençliğinin şımarık karalamaları mı? Yoksa sanat mı? Şimdi eleştirmenler, salon sanatçıları ve belediyeler hararetle bunu tartışıyor. Sonucuna tarih karar verecek.Hevesli turistlere yeni malzemelerİzlenimci ressam Paul Cezanne demiş ki; “İçeride, stüdyoda boyanmış bütün resimler, asla dışarıda yapılmışlar kadar iyi olmayacak.” İşte bu sözden yola çıkan kültür endüstrisinin başkentlerinden New York geçtiğimiz yılın sonunda Banksy’i davet etti. Kamusal alana yani şehrin dört bir tarafına istediği resmi çizmesine, mesajı vermesine müsaade ettiler. Banksy de çok ses getiren çalışmalara imza attı.Hem New Yorklu grafiti ve sokak sanatçılarının–burası bizim kamusal alanımız- hem sanat çevrelerinin hem de ‘şehrimizi lüzumsuz yere boyuyor/karalıyor, istemezük’çülerin tepkisini çekti. Medyanın ve hevesli turistlerin ise ilgisini… “Beter out than in/Dışarısı içeriden iyidir” sloganlı etkinlik sayesinde New York, Los Angeles ve Brookleyn tamamen bir sergi alanı oldu. Sosyal medyada milyonlarca fotoğraf paylaşıldı ve paylaşılmaya devam ediyor.En ilginç iş ise Banksy’nin orijinal eserlerinin Newyork’ta yaşlı bir sokak satıcısı tarafından işporta tezgâhında satılmasıydı. İnsanlar değeri 32 bin dolardan çok olan eserleri imitasyon diye üç beş dolara satın aldı. Tabii tüm bu süreç Banksy tarafından gizlice kameraya alınıyordu. Bu görüntüleri sitesinden yayınladı. İşte şanslı müşteriler (!) ünlü bir sanatçının, pahalı eserlerini ucuza aldıklarını bu sayede öğrendi.Tüm bunlar sanatta gelişen yeni bir anlayışın ilk adımları. Belki de ileride bugün pop art akımının önemli temsilcilerinden olan Andy Warholl gibi olacak Banksy ve diğer sokak sanatçıları. Ama şu açık ki dar bir oligarşik çevrenin anlayışına hapsolmuş sanat ve piyasası o çevreden, pırıltılı galerilerden çıkıyor. Şehre, kamusal alana hem de çok arsız, sert ve acımasızca giriyor. Kendi de başta olmak üzere tüm algıları, yargıları eleştiriyor.

Dindar-muhafazakâr kesim zenginler ve yoksullar olarak ayrıldı

$
0
0
Okan Üniversitesi sosyoloji bölüm başkanı Prof. Dr. Tayfun Atay, dindar–muhafazakâr kesimin zenginler ve yoksullar olarak ayrıldığını düşünüyor. Atay ile AK Parti’nin ‘Yeni Türkiye’ söylemini, balkon konuşmalarını ve gündemi konuştuk.Yerel seçimlerin yapıldığı akşam çekilen balkon fotoğrafını “Balkonda el ele tutuşup yükselen kollar ‘Beyaz Müslümanlar'ın kolları'dır” diye yorumluyorsunuz. Nedir Beyaz Müslümanlık?Kabul etmem gerekir ki burada Beyaz Müslümanlığı her şeyden önce yerel seçim sürecinde dillere dolanmış ‘Beyaz Türkler' kavramına tepkisel bir çağrışımla kullandım. Beyaz Müslümanlar, daha önce başkaları tarafından da telaffuz edilmişti. Bu, Türkiye'de 1980'lerden itibaren yaşanan sosyo- ekonomik dönüşümün sonucu olarak türetilmesi kaçınılmaz olmuş bir kavram. Bu kavramı karşılayan toplumsal bir gerçeklik, bir insan dinamiği var. Kastettiğimiz, bir Müslüman burjuvazinin ortaya çıkması. Türkiye'de Özal döneminden başlayarak kapitalizm Anadolu'ya yayıldı. Girişimciliğin gelişmesiyle karşımıza laik burjuvaziden farklı olarak dindar – muhafazakâr alt yapıya sahip yeni bir girişimci sınıf ortaya çıktı. Müslüman burjuvazi bu. ‘Anadolu Kaplanları' tabir edilenlerin de önemli bir kısmını içerdiği söylenebilir. 2000'li yıllara gelindiğinde bu burjuva sınıf, iktisadi, toplumsal ve politik olarak daha güçlü ve iddialı hale geldi. Yani Türkiye'de Müslümanlar zenginleşti. Sermaye, İslâmileşti.Türkiye zaten Müslüman bir toplum değil mi?Kastettiğimiz dindar-muhafazakâr kesimin zenginleşmesi. Kırsal temelli bir yaşam biçiminden çıkıp girişimci endüstriyel bir atılım içine girildi. Ve Türkiye'de iktisadi olarak hâkim sınıf, yani burjuvazi, kültürel temelli olarak ayrıştı. Seküler/laik bir burjuvazimiz vardı. Artık Müslüman burjuvazimiz de var. Dindar- muhafazakâr kesimin içinde bir tabakalaşma, sınıflaşma ortaya çıktı. Dindar- muhafazakâr zenginler ve yoksullar olarak…Bugün ‘Beyaz Müslüman 'lığın ortaya çıkışında AK Parti'nin payı nedir?Türkiye'de dindar -muhafazakâr burjuvazinin siyasi temsilini tam anlamıyla AK parti oluşturdu. Ama burada bir ittifaka da değinmek gerekir, Gülen Hareketi ile Milli Görüş çizgisinden gelen AK Parti'nin ittifakı. AK Parti daha çok ekonomi-politik dinamikten beslendi. Ancak AK Parti iktidarının toplumsal ve kültürel dinamiğinin Gülen Hareketi dolayısıyla olduğunu göz ardı edemeyiz. Fethullah Gülen'in Türkiye'de kültürel mobilizasyon sağlama açısından çok eskiye dayanan bir pratiği var. O pratik, 2000'lerden itibaren bir kitle desteği olarak AK Parti iktidarıyla buluştu. Ve bugün, bu iktidarınkitlesinin kendi içindede sosyo -ekonomik temelli bir ayrışma olduğu ortada. İşte zenginleşmiş Müslümanların ve Müslümanlığın siyasi hayattaki karşılıkları, 2014 yerel seçimleri sonrası balkonda gördüğümüz o tablo.Başbakan ve yakınlarının o görüntüsü, aynı zamanda bu zenginliği temsil eden bir tabloydu. Aşağıdaki kitle ise hareketi destekleyen ama bu zenginliğin dışında kalan insanlar.Beyaz Türkler demode olduPeki, Beyaz Müslümanlık Beyaz Türklüğün yerini mi alıyor?Beyaz Türkler demode oldu. İktidardan düştü. Beyaz Türkler'de sorun, Batılılaşmış bir zengin ve elit-entelektüel tabakanın kendini aynı yaşam biçimini benimsemiş seküler-laik yoksul kesimlerden de ayrıştırmış olmasıydı. Burada sınıfsal/ekonomik çelişki kendini çok bariz gösteriyordu. Dindar muhafazakâr kesim içerisinde böyle bir çelişki henüz çok görünmüyor. On yılların vesayet rejimi, mağduriyeti nedeniyle sınıflar-arası ayrışma dindar-muhafazakâr kesimde kendisini çok fazla dışa vurmuyor. Dindar yoksul ile Beyaz Müslüman arasındaki çatışma işaretleri kendini göstermiyor. Hiç yok değil tabii ve bunu sorunsallaştıranlar var. Antikapitalist Müslümanlar gibi… Ama bunun henüz çok güçlü olmadığını, güdük olduğunu görüyoruz.Zengin Beyaz Müslüman ve yoksul Müslümanlar arasında bir çatışma olmamasının sebebi nedir?Dinsel söylem ve pratikten çıkış bulan bir ortak kültür var. Seküler burjuvazi ve Beyaz Türklerin yaşantısıyla, seküler yoksul kesimlerin yaşantısı kültürel anlamda da birbirinden çok kopuktu. Ama burada bir takım ortak kültürel kodlar var, dini hayatın gereklerini yerine getirmek gibi. Bu kodlar sınıfsal ve iktisadi çelişkinin bir şekilde şimdilik üzerini örtüyor.Ortaya çıktığında ne olur?Ortaya çıkacak şüphesiz, böyle devam etmez. Bu gruplar arasında çatışma kendini gösterecek. Şimdilik seküler kesime karşı pozisyon alınıyor. Ana rakip seküler- laik kesim gibi görünüyor. Zaman içinde dindar- muhafazakâr kesimin kendi içinde birtakım iktisadi ayrışmalar daha da belirecek. O zaman ‘ Yapmayın din kardeşiyiz' demek çok fazla karşılık bulmayacak. Çünkü kapitalizmin dini imanı yoktur. Yahut kapitalizmin dini imanı paradır.Yolsuzluk toplumun önemli ve özellikle inançlı bir kesiminin neden umurunda değil? Çünkü büyük bir kültürel kazanım var. Bu kesim açısından iktidar olma duygusu çok önemli. Bir de öncesi var. Askeri vesayet rejimi, onun 1990'larda yaşananlara dair bıraktığı izler var. İkna odaları mesela… Ama şimdi iktidar duygusu ve tutkusu hâkim. Böylesi bir önceki dönemle farklılık halinin mevcudiyeti sebebiyle, bu kazanımları sunduğu düşünülen iktidarla ilgili ahlaki açıdan sorgulanabilecek iddiaları değerlendirmemeyi tercih etti insanlar. Bu, ‘Kazandığım zemini kaybetmek istemiyorum. Kazanımlarım elimden gitmesin. Bunu korumak uğruna da gözümü başka rahatsızlıklara kapayabilirim' demek oluyor. Bir grubun, topluluğun kendi içinde söz konusu edilebilecek yolsuzluk ve rüşvet sorunu, bu grubun karşıtlık içinde olduğu, hasım sayılan bir ‘öteki'nin hâlâ var olduğu algısı karşısında görünmüyor, görmezden geliniyor.Bu, Türkiye'de insanların istikrara oy verdiği anlamına mı geliyor?Bir kesim, kendi ekonomik ve kültürel istikrarları sebebiyle, bazı ahlaki istikrarsızlıkları göz ardı etti diyelim.‘Yeni Türkiye' acaba tüm ülkeyi kapsıyor mu?Mağduriyet tezi ve kutuplaştırmadan AKP'nin hep kazançlı çıktığı yorumları yapılıyor. Mağduriyet ve kutuplaştırmanın seçmen nezdinde bir önemi var mı?Var. Mağduriyet tezi, AK Parti'yle birlikte önümüze konulmuş ‘Yeni Türkiye'nin kendisine tarih inşa girişiminin bir parçası…Mağduriyet tezini iktidar çevreleri, ‘Yeni Türkiye'nin kuruluş sürecinin öncesindeki bir takım olaylara referansla kendilerine tarih inşa etme yolunda işlevselleştiriyor. Yani ‘O günleri unutma. Bak nerden nereye geldin' mesajı veriliyor halka. Bugünkü durumda AK Parti'yle ortaya çıkan yeni bir statüko var. Bu statükoyu sürekli kılma yolunda daha önce yaşanmış mağduriyetlere sürekli vurgu yaparak, aslında ‘Yeni Türkiye'nin tarihi inşa ediliyor. Geçmişteki mağduriyetleri insanlara hatırlattığınızda kendi sürekliliğinizi sağlama yolunda büyük bir imkân elde edersiniz. Bunun yanı sıra mevcut sorunları, eşitsizlikleri, çıkar çatışmalarını, yolsuzluğu, rüşvet iddialarını kamufle etme yolunda da büyük bir avantaj elde edersiniz.Pek çok ulusun tarihine baktığımızda hep bu türden mağduriyetlere ve bunların nasıl aşıldığına vurgu yapıldığını bol bol görürüz.‘Yeni Türkiye', aslında alttan alta bir yeni ulus inşası, o yüzden de kendi tarihini yazıyor bu mağduriyetler üzerinden…10 yıllık AK Parti iktidarıyla bir Erdoğan Türkiye'si oluştuğu ve Başbakan'ın kendi ülkesini kurmaya çalıştığı yorumlarına katılıyor musunuz?Bu bir otoriteryan, hatta daha da öte totaliteryan gidiş belirtisi. Demokrasiyi araçsallaştırarak, otoriter, ‘tek adam' Türkiye'sine doğru bir gidiş. Çoğunluk desteğini vurgulayarak hatta onun arkasına sığınarak totaliter bir rejime ilerleniyor. Demokratik bir iktidar, bir çoğunluğa hâkimse demokratikliğini ancak azınlıkta kalanları gözeterek ispatlar. Demokratik olma sınavından geçiş, kendisine oy veren çoğunluğa değil, kendisine oy vermeyen azınlığa dönük uyguladıkları ve onlara yönelik politikalarına verilecek nottan çıkar.Bahsedilen ‘Yeni Türkiye' Başbakan'ın Türkiye'si mi?Yeni bir Türkiye'den söz ediliyor. Bunun dindar-muhafazakâr yaşam biçimini homojenleştirmeye çalışmak olduğu açık. Bunu ortaya atanlar, esas olarak askeri vesayetin olmadığı, özgürlüklerin rahatça kullanıldığı bir Türkiye'yi kastediyoruz diyecekler muhtemelen. Eski Türkiye, vesayetçi, laisist rejim olarak gösterilecektir. Fakat Türkiye toplumunda o kadar farklı segmentler var ki, Türkiye'yi yönetenlerin biraz da bu grupların gözünden bakması gerekiyor. Başka yerlerden bakıldığında ‘Yeni Türkiye', dindar-muhafazakâr hayatın dışında olanlar için bir baskı, kendi yaşam biçimlerinin, özgürlüklerinin yok edilmesi, toplumu belli bir yönde homojenleştirme, türdeşleştirme girişimi olarak algılanıyor. Oysa bugün ‘Yeni Türkiye' inşa edilirken onu kendileri için tehdit olarak algılayıp tedirgin olanların, demografik ve ekonomik olarak çok önemli bir ağırlık oluşturduğunu görmeliyiz. Yeni Türkiye içerisinde seküler yaşam biçimini sürdürmek isteyen milyonlarca insan, en mütevazı deyişle bu ülkenin yüzde 25'i... Peki ‘Yeni Türkiye', ülkenin yarısını mı, yüzde 45,5'ini mi, yoksa yüzde 100'ü mü kapsıyor? ‘Yeni Türkiye' kavramını ortaya atanlar iç rahatlığıyla yüzde 100'ü kapsadığından söz edebilir mi? ‘Yeni Türkiye'nin ne olduğunu anlatmaya çalışırken, kendi zaviyelerinin dışında, karşı zaviyelerden de görmeye, bakmaya, karşıda olanların dünyasıyla duygudaş biçimde değerlendirme yapmaya çalışmalılar. Yeni Türkiye acaba tüm ülke mi? Değilse çok ciddi bir birlik-beraberlik sorunumuz var demektir.Bu birlik ve beraberliği etkileyen bir diğer unsur da sorunlu dil ve üslup…Balkon konuşmasında ve birçok konuşmadaki ürküten, korkutan, ayrıştıran, kutuplaştıran, ötekileştiren dil. Başbakan kendisine yönelik şantaj-montaj ifadeleri üzerinden haşin bir retorik geliştirdi. Bir sevgi dili, dostluk dili, İslam'ın çok önemli bir kültürel koşulu olan rıfk üzere olması gereken bir konuşma beklenebilecek Müslüman Başbakan huşunet üzere bir konuşma yaptı. Ne Başbakan'a ne de dindar-muhafazakâr topluma dinin esaslarından söz etmek haddimiz değil, ama Peygamber'in “Rıfk ile muamele eden kazanmıştır” dediğini biliyoruz. Huşunet ise maksada ulaşmaktan men eder, kaybettirir. Balkon konuşması ‘rıfk'tan uzaktı. Türkiye'nin 20 yıllık muhalefet krizi iktidarı tek-başınalaştırdıTürkiye'de muhalefet de ciddi sorun. CHP şimdilerde yeni CHP söylemiyle hareket etmeye çalışıyor. CHP'nin daha iyi bir muhalefet olması için muhafazakârları kucaklaması yeterli mi?Yeterli değil. Muhafazakâr kesime kucak açma ifadesi çok duygusal geliyor kulağa. Daha rasyonel ifadeler kullanılmalı. Kimse kül yutmaz. Türkiye'de bir iktidar sorunu var ama Türkiye'de asıl bir muhalefet krizi var. Bu muhalefet krizi olmasaydı, böylesi bir hegemonik iktidar sorununu yaşamayacaktık. Muhalefet 2000'li yıllarda dünyayla ters bir gidişat içinde oldu. Dünyanın gidişine, liberalizme sırtını dönen, ulusalcılığa daralmış bir anlayışla, değişimi iyi okuyamayan, Cumhuriyet'in erken dönemlerindeki uygulamalara, Kemalist ideolojik pozisyona, devletçi anlayışa daralmış olarak yol aldı. Kürt meselesine karşı da demokratik bir politika üretmek yerine, çatışmayı önceleyen resmi devlet ideolojisiyle bağdaşık bir yol aldı. Bu, 2000'li yıllarda muhalefete çok kan kaybettirdi. Dünyanın gidişatına ters bir noktaya oturttu onu. Kemal Kılıçdaroğlu'yla birlikte Baykal dönemi kapandı. Baykal dönemi AK partinin bulamayacağı bir nimetti. Tabii ondan sonra da iktidar öyle kurumsallaştı ki, zaten muhalefetin hareket edebileceği bir alan da kalmadı. Kemal Kılıçdaroğlu'yla birlikte bir yenileşme çabası oldu ama parti kendi içindeki çatışma ve sektlerden dolayı bunu genişletemedi. Hala dinamizmden yoksun ve kendi sorunlarıyla boğuşmaktan, iktidarı denetlemek, iktidarın yanlışları üzerine uyarıcı olmak gibi bir yola bir türlü tam gaz girilemiyor. CHP'nin kendi içinde bir iktidar ve muhalefet sorunu var. Bütün bunlar tabii sonuçta AK Parti'yi daha da büyüttü. Buna bağlı olarak iktidar ve güç yoğunluğu, yozlaşmayı da beraberinde getirdi. Türkiye'nin 20 yıllık muhalefet krizi iktidarı tek-başınalaştırdı. Tüm Türkiye'ye egemen hale getirdi. Bu tablo doğrultusunda aslında iktidara liderlik yapanların teklik, tek adamlık arzusuna yönelmemeleri için de hiçbir sebep yok.Yani bugünkü krizin zeminini CHP mi hazırladı?Elbette. Buna zemini muhalefet krizi hazırladı.Türkiye'nin içinden geçtiği bu gergin atmosfer nerede, nasıl son bulur?“Güzel günler göreceğiz çocuklar “ diyemiyorum Nazım gibi. 12 Eylül öncesini yaşadım. Sokakta her gün 20 gencin öldüğü sağ-sol çatışmasını yaşadım. Yakınlarda kaybettiğimiz değerli şair Ahmet Erhan'ın ‘Alacakaranlıktaki Ülke' isimli bir şiir kitabı vardır. 12 Eylül tablosunu anlatır o kitaptaki şiirlerinde. Ben Türkiye'nin şu anki halinin daha da alacakaranlık olduğunu düşünüyorum. Muhafazakâr kesim kendi içinde gergin. Bunun seküler toplum kesimine yansıması var. Hem de seküler topluma karşı girişimlerin, gerilimi alevlendirecek işaretleri var. Şimdi 1 Mayıs'ta ne olacak, Gezi'nin yıldönümünde ne olacak diye kara kara düşünüyoruz. İnsanlar birbirine öyle kinle bakıyor ki “Burası benim ülkem, sana bırakmayacağım” diyen kitleler var. Hiçbiri yabana atılacak gibi değil. Biz ortak bir alan üzerinde birlikte duramazsak, toplumu kutuplara itersek, dengeyi kutuplarda ararsak, her an bir iç çatışma türeyebilir. Ve bunu değiştirecek bir dil kullanımı ufukta görünmüyor. İktidar bunu muhalefetten bekliyor. Ama iktidarın bu yolda adım atması gerekir.Radikal gazetesinde medya ve TV eleştirileri yapıyorsunuz aynı zamanda. Bugün medyanın geldiği noktayı nasıl değerlendiriyorsunuz?İsmet Özel'in sözüydü yanılmıyorsam, “Türkiye'de medyanın gücü yoktur gücün medyası vardır.” Kesinlikle bugün için de geçerli. Hala kendisini var etmeye çalışan bir muhalif medya da var tabii. Ama ana akım medya eksen kaymasına uğradı. İktidarla içli dışlı yeni bir ana akım medya oluştu, daha doğrusu oluşturuldu. Yeni Türkiye'nin yeni ana akım medyası. Orada da eski mağduriyetler üzerinden konsolidasyon artırılmaya çalışılıyor. 28 Şubat mağduriyeti çok kullanılıyor. Oysa o zamanki de gücün medyasıydı, şimdiki de gücün medyası. Sadece güç el değiştirdi. Baskının pratisyenleri değişti. Bugün o mağduriyetlere değinenler, o mağduriyetin benzerini oluşturduklarının farkında değiller.

Meslek mi kutsal, insan mı?

$
0
0
İnsanlık mertebesinde yerimiz ne olursa olsun, kartvizitlerde yazılı olan unvanlar kadar kıymet görüyoruz toplumda. Bu unvanlar doktor, öğretmen, asker, tiyatrocu vs. ise yaptığınız işe kutsallık atfetmek daha da kolaylaşıyor. Halk arasında 'okumuşlar' olarak adlandırılan bu meslek sahiplerine yüklenen 'hata yapmaz' misyonu ise en çok kendilerine zarar veriyor.Şarkıcı Ferdi Tayfur, kendisini doktor olarak tanıtan bir kişiye 16 villa ve 6 villa arazisi kaptırdığı olayla ilgili konuşurken şunları söylüyordu: Doktor olduğunu gördüm ve inandım. Bir doktor yalan söylemez, sahtekarlık yapmaz diye düşündüm” Üniversite sınavında o kadar yüksek puan alıp üstüne çok zorlu bir 6 yıllık eğitimden geçerek doktor olan bu kişilerin ‘yanlış yapmayacağı’ ön kabulünün çok da absürt bir şey olmadığı kesin. Satılık araç ilanlarındaki ‘Doktordan temiz araba’ vurgusunun bile başla başına bu meslek sahiplerine duyulan yüksek güvenin kanıtı olduğu aşikar iken bu kişilerin diğer meslek gruplarından ‘biraz’ daha fazla saygı görmeleri de anlaşılır. Ancak bu ‘biraz’ın ölçüsü aşıldığında, özellikle Anadolu insanını karşılarında el pençe divan durmaya meylettiren bir 'meslek egosu' tehlikesi ile karşılaşmamak mümkün mü?‘Hayatınızı teslim ettiğiniz insanlara saygı lütfen’ sözleriyle kendilerine koşulsuz hürmet göstermemiz gerektiği hatırlatılan doktorlar, ‘kutsal meslek’ kategorisinde tek değil. Listede, ‘sen benim kim olduğumu biliyor musun?’ sorusunu en sık yönelten siyasetçi ve bürokrat taifesi, ‘babam öldü, cenazeden gelip sahneye çıktım’ diyerek yaptığı işi yücelten sanatçılar, oturduğu dairenin kapısına büyük puntolarla ‘Emekli öğretmen’ yazılı tabelalar asan eğitimciler, emrindeki askerleri nefis terbiyesine tutarken kendi egoları görüş mesafesinden çıkan rütbeli askerler... Ve günlük hayatta birçok kişinin çaresiz kaldığı sorunları 'ben basın mensubuyum' etiketini kullanarak çözen gazeteciler. Kısacası liste epeyce uzun. Toplumda bazı meslek sahipleri 'nefret suçu' oluşturacak denli değersiz görülürken bir diğer meslek sahiplerinin ise fazlasıyla muteber görülmesinin türlü türlü sebepleri var. Bunlardan en belirgini, 'kişinin ne kadar eğitim alırsa o kadar iyi olacağına' yönelik yaygın kanı. Diğer bir deyişle 'okumuşluk'Okumuş insan hata yapmaz algısı varSosyolog Ömer Yıldırım'a göre belli meslek gruplarına karşı duyulan yüksek güvenin nedeni bu meslekleri icra eden insanların entelektüel düzeylerinin ve meslek bilinçlerinin yüksek olduğuna yönelik kanı. Yıldırım şöyle diyor: "Mesela bir doktor, sonuçta yaptığı işin ihtisasını tamamlamış ve bu işi yapmaya hak kazanmıştır. Bir öğretmen, “okumuş”tur. Bir hâkim, belli bir mesleki olgunluktadır ve meslek etiğini, aldığı eğitimle tamamlamış ve yerleştirmiştir. Bir sanatçı, aydın olmalıdır ki girdiği rollerin, verdiği eserlerin hakkını verebilsin; zira bütün bunlar, entelektüel birikimin sonucunda ortaya çıkan durumlardır. Yani bu insanlara verilen değerin ve duyulan güvenin temelinde, büyük oranda 'okumuşluk' yatmaktadır"Eğitim olanakları eşit paylaşıldıkça bu algı azalacakPeki mesleklere biçilen kıymette eğitim neden bu kadar belirleyici? Psikolog Gülten Kılıç, bunun büyük oranda geçmiş yıllarda eğitim olanaklarına toplumun her kesiminin eşit oranda erişememesinden kaynaklandığı görüşünde. Yani eğitim olanaklarının eşit paylaşılmaması, eğitim sahibi insan sayısının kısıtlı olmasına ve nadir olan şeyin de daha değerli olarak algılanmasına yol açmış. Geçmişten gelen bu algı hala devam etse de eğitim olanaklarının nispeten adaletli dağılması ile, eskisi kadar baskın değil. Eğitim olanaklarına ulaşan kesimin 'sosyoekonomik seviyeden' bağımsız olarak genişlemesi, belli mesleklere atfedilen kutsallık algısının sorgulanma noktasına bile getirmiş. Hatta zaman zaman bu konuda aşırıya kaçılabildiğini anlatan Kılıç, buna örnek olarak son yıllarda artan doktora şiddet vakalarını ve sayıları hızla artan özel üniversitelerde eğitimciye yönelik azalan değeri gösteriyor.Mesleklere kutsallık atfetmek eşitlik ilkesini çiğner Sosyoloji Profesörü Halil İbrahim Bahar modern toplumlarda bazı mesleklere kutsallık atfetmenin, en başta eşitliği çiğnemek demek olduğunu belirtiyor. Kutsallığın beraberinde sorgulamayı ve hesap vermeyi ortadan kaldırdığını anlatan Bahar, şunları söylüyor: "Bu durum toplumsal barışı tehdit eder. Bir toplumun doktora, öğretmene, polise, askere, tiyatrocuya, temizlik görevlisine, otobüs şoförüne ve diğer meslek mensuplarına ihtiyacı vardır. Mesleklerden birinin eksik olması hem diğer meslekleri hem de toplumsal hayatı olumsuz etkiler. "Bazı mesleklerin kutsallığıyla toplumların yapısı arasında bir ilişki olduğunu belirten Bahar, "Örneğin devletin baskı aracı olmadığı, yurttaşlarının hizmetinde olduğu, hak ve özgürlüklerin yaşama geçirildiği demokratik bir toplumda polisin kutsallığından söz edilemez” diyor. Meselenin devlete bakan yönünü ele alan Bahar, “Bu durumda meslek mensuplarının faaliyetlerinin toplumsal meşruiyetinin sağlanması için söz konusu mesleklere kutsallık atfedilmektedir" diyor. Bahar’a göre hakimlik, hekimlik, hemşirelik ve öğretmenlik gibi adalet, sağlık ve eğitim alanındaki mesleklere kutsallık atfedilmesi ile toplumsal kültür arasında bir ilişki var. Bahar, "Hz. Ali’ye atfedilen “Bana bir harf öğretenin kırk yıl kölesi olurum” ifadesi öğretmenlere yüklenen anlamın görece yüksek olduğunu göstermektedir" diyor.Kendisine yüksek prestij atfedilen mesleklerin bu prestijin daha da artarak devam etmesini isteme eğiliminde olduğunu söyleyen Bahar, "Meslek mensupları iş ve iş dışı yaşamlarını ve sosyalleşme süreçlerini buna göre tasarlarlar. Bu kapsamda dernekleşme çalışmalarını yaparlar; başkalarına kapalı olan, aynı mekanlarda dinlenme ve eğlenmeyi tercih ederler. " diyor.Batı'da genelkurmay başkanlarının ismi bilinmezBatı’da da meslekler arasındaki statü farklarının belirgin olduğunu vurgulayan Bahar, "Bununla birlikte hangi mesleğin ön plana çıktığı ile toplumların demokratik yapıları arasında da bir ilişki vardır. Demokratik ülkelerde genel kurmay başkanlarının veya anayasa mahkemesi başkanlarının isimleri bilinmez" diyor.Doktor meselesine gelince; Prof. Bahar'a göre hasta-doktor arasındaki ilişki yüksek güvene dayanmakta. Hem kültürel, hem de ekonomik nedenlerle başka bir doktora sorma geleneği bizim toplumda çok az olduğunu söyleyen sosyoloji profesörü, "Özellikle önemli hastalık vakalarında Batı’da başka bir doktora da sorulur. Zaten Batı’da çetrefil konularda doktorlar kolay kolay teşhiste bulunmazlar. Çünkü yanlış teşhis koyan doktorun mesleki kariyeri tehlikeye girer. Tıp ihtisası yapan bir hekime “Emin olmadıkları bir konuda doktorlar çok eminmiş gibi neden davranıyorlar?” diye sormuştum. Genç hekim eğitim ve mesleki sosyalleşme sürecinde, bir vakayla karşılaştıklarında tereddüt ettiklerini göstermemeleri gerektiğinin öğretildiğini, aksi halde küçük bir tereddüttün bile hastanın hekime olan güvenini ortadan kaldıracağını söylemişti. Bu nedenle Türkiye’de hekim hasta ilişkisi karşılıklı güvene dayalı bir ilişki olarak sürdürülmektedir" diyor. Bunu ciddi bir sorun olarak tanımlayan Prof. Bahar, "Oysa güven meselesi uzmanlık, etik ve hukuk kurallarına bağlı olarak geliştirilmelidir. Hata yapmaz misyonu, söz konusu meslek mensuplarının sınırlarını aşmalarına neden olur. Bu durum onları hem denetlenemez hem de hesap veremez hale getirir. Bazı meslek mensuplarını hata yapmaz kategorine koymak, toplumların eğitim ve anlayış düzeylerinin düşük olduğunu göstermektedir" diyor.Bahar'ın tiyatrocularla ilgili söyledikleri de dikkat çekici. Tiyatrocuların yaptıkları işi yüceltme eğiliminin tiyatro sanatına yüklenen anlamla açıklanabileceğini vurgulayan Bahar, "Tiyatro eski Yunandan beri sergilenmekte olan bir sanatsal etkinlik. Ülkemizde de bir dönem toplumsal kültürün değişimde kullanılan araçlar arasında önemli bir edinmiş; tiyatroculara da toplumu değiştirme ve ilerletme(!) misyonu verilmişti. İşte bu misyon sonucu tiyatroların camilerden farksız olduğu söylemleriyle bile karşılaştık" diyor.Fatih Üniversitesi Psikoloji bölümü Öğretim Üyesi Yard. Doç. Dr. Eyyub Ensari Cicerali, bazı mesleklerin kültürden bağımsız şekilde kutsal algılanabileceği görüşünde. Örnek olarak sağlıkla ilgili meslekleri veren Cicerali, şunları söylüyor: “Bu meslekler, insanları hastalıklardan kurtardıkları ve yaşamsal fonksiyonlarını destekledikleri için kutsal olarak görülebilir. Toplumları ileri götüren bilim adamları ve sanatçılar da bu kategoriye girebilir. Bu kişilerin ‘yaratıcılık’ özelliğine sahip oldukları varsayılır. Bu meslek sahipleri toplumun korunması, ilerlemesi ve hayatı kolaylaştırmaya hizmet ettiklerinden kutsal görülürler.Bununla birlikte dünyada postmodernizm akımının güçlenmesiyle 50'li yıllardan itibaren kutsal kabul edilen herşeyin içinin boşalmaya başladığını anlatan Cicerali, “Eğitim de bu alanlardan biri. İçerik, kalite, amaç ve sürdürülebilirlik alanındaki yetersizlikler, denetimdeki ve cezalandırmadaki eksiklikler kişisel zaafların daha çok gün yüzüne çıkmasına ve ikili ve sosyal ilişkilerin istenen ya da beklenen seviyede sürdürülememesine neden olmakta. Bu durum kişilerin mesleklerinde profesyonel ve etik davranmamalarına, kısa zamanda elde edecekleri menfaatlerin peşinde koşmalarına neden olmakta. Doktor hasta ilişkisindeki olumsuzluklar ve bu durumun mesleğe yönelik sosyal bir genellemeye dönüşmesinin temelinde de yukarıdaki eksiklikler yatmakta” diyor.

Bu kez Yıldız Tilbe’den dinleyelim

$
0
0
Yıldız Tilbe, popüler müziğin önde gelen söz yazarı ve bestecilerinden. Bugüne kadar onun şarkılarını birçok farklı sesten dinledik.Müzisyen, uzun zaman önce hayranlarına, sanatçı arkadaşlarına verdiği şarkılardan oluşan bir albüm yapacağı sözü vermişti. Geç de olsa sözünü tuttu ve Şivesi Sensin Aşkın isimli albümde bu şarkıları seslendirdi. Albümde Özür, Aşkıma Yenildim ve Şivesi Sensin Aşkın isimli yeni şarkılar da yer alıyor. Özellikle albüme ismini veren şarkı, gerek sözü gerekse müziği itibarıyla çok farklı. Bazı şarkıları Yıldız Tilbe’nin daha önce okuyan isimlerden daha iyi yorumladığını söyleyebiliriz. Şarkıları bir de Tilbe’den dinlemek gerçekten güzel.Işıkları söndürseler bir maNga yanıyor Özgün gruplardan maNga, iki yıllık bir aranın ardından ‘Işıkları Söndürseler Bile’ isimli yeni albümleriyle karşımızda. Albümdeki 11 şarkının tamamında Ferman Akgül-Yağmur Sarıgül imzası bulunuyor. Kenan Doğulu da bir şarkıda gruba eşlik ediyor. Albümde dikkat çeken bir parça daha var ki, o da 1992 yılında intihar eden oyuncu ve dansöz Seher Şeniz’in intihar mektubundan alıntılar içeren ‘Eriyorum Nihayete’ şarkısı. Bu albümde maNga adeta kendini yeniden keşfetmiş. Bugüne kadar ağırlıklı olarak hüzün temasını işleyen grup, şarkılara farklı renkler de katmış. Müzikal tarzını bir basamak üste taşımayı başaran topluluk, özellikle güncel olaylara parmak basan ve toplumsal sorunları hicveden şarkı sözleriyle farkını yine gösteriyor.Gün oldu Umut Kaya döndü İlk albümü 2008 yılında yayınlanan Umut Kaya, beş yıl aradan sonra ikinci albümü ‘Gün Olur Devran Döner’ ile yeniden müzikseverlerle buluşturdu. Müzikseverler onu özellikle Mor Yazma ve Mevsimler Geçerken şarkılarından hatırlayacaktır. Müzisyenin yeni albümdeki tüm şarkılarının söz ve müzikleri kendine ait. Umut Kaya ilk albümünde olduğu gibi bu albümde de kendi tarzından ödün vermiyor. Nevi şahsına münhasır şarkı sözleri ve müziğiyle, kendine açtığı alanda ilerlemeye devam ediyor. İlk albümdeki şarkılara karşın bu albümdeki parçaların müzikal altyapıları daha iyi. Ayrıca müzisyenin yorumcu kimliğini de bir basamak yukarı taşıdığını söylemek mümkün.

Osmanlı’nın unutulan aydınları

$
0
0
Genç Osmanlılar ve Jön Türkler bizim bildiğimiz Osmanlı aydınları... Peki ya bunların arasında ya da dışında olup da esamesi bile zikredilmeyenler olduğunu biliyor musunuz? İşte bir türlü kabul edilmeyen Osmanlı Ermeni aydınları...Osmanlı aydınları dendiğinde ilk önce Genç Osmanlılar ve Jön Türkler akla gelir. Namık Kemal, İbrahim Şinasi, Ziya Paşa ve Abdullah Cevdet en bilinen isimlerdir. Aşina olduğumuz bu isimler dışında bir de unutulanlar, belki de unutturulmak istenenler var: Osmanlı Ermeni aydınları… Bunlar arasında Kur’an-ı Kerim’i ve siyer-i nebiyi Ermeniceye tercüme etmeye çalışan da var, Batılı anlamda müzik okulu açmaya çalışan da. Kimisi Meclis-i Mebusan’da milletvekili, kimisi İttihatçı. Ama hepsi de Osmanlı. Ve ne yazık ki hepsinin yolu tehcirden bir ay önce meydana gelen 24 Nisan tutuklamaları sırasında Çankırı ve Ayaş’a düştü. İşte reddedilen aydınların hikâyesi…24 Nisan 1915: Aydınlar tutuklanıyor1915 kimine göre katliam, (soy)kırım, tehcir, trajedi, kıyım, yönetim boşluğu, savaş zamanı… Hrant Dink’e göre ise yaşananlar tam bir yıkım. Hem Türkler hem de Ermeniler için. İki toplumun da yaklaşık yüzyıldır üzerinden atamadığı, kabullenme ve adlandırmada zorlandığı yıkıcı olaylar meydana geldi bu tarihte.Tehcir Kanunu resmi adıyla Sevk ve İskân Kanunu 27 Mayıs 1915’te çıkarılır. 1 Haziran 1915’te yürürlüğe giren kanun, Osmanlı’nın Ermeni tebaası için uygulamaya konur ve binlerce Ermeni’nin sürgünü başlar. Tehcir Kanunu 27 Mayıs’ta çıkarılsa da 24 Nisan dünyada Ermeni Soykırımını Anma Günü olarak kabul ediliyor. Çünkü Dâhiliye Nazırı Talat Paşa, Ermeni komite merkezlerinin kapatılması, elebaşlarının tutuklanması ile ilgili karar alıyor ve 24 Nisan 1915 sabahı özellikle İstanbul’daki Ermeni aydınları, yazarlar, sanatçılar, öğretmenler, avukatlar, doktorlar, mebuslar teker teker evlerinden alınıp götürülüyor. Birkaç gün içinde bu tutuklamalar tüm vilayetlere yayılıyor. ‘24 Nisan 1915 İstanbul, Çankırı, Ayaş, Ankara’ kitabının yazarı Nesim Ovadya İzrail’e göre, ilk başta 197 aydın tutuklanıyor. Daha sonra sayı 250’ye ulaşıyor. Ağır suçlu olarak mütalaa edilen 92 kişi Ayaş’ta hapishaneye gönderiliyor. Geri kalan 158’i ise hafif suçlu oldukları ve kaçmalarına imkân olmadığı düşünülerek Çankırı’ya götürülüyor ve kasabanın dışına çıkmamaları kaydıyla serbest bırakılıyor. Ermeniler kiraladıkları evlerde konaklıyor. Bunlar arasında doktor, diş hekimi, eczacı, hukukçu-avukat, mimar ve mühendis, bilim adamı, din adamı, tiyatro sanatçısı ve eğitimciler gibi farklı meslek gruplarından Ermeniler bulunuyor. Yazar İzrail, “Avukat, doktor, din adamı gibi meslek mensupları gazetecilik ve yazarlık yapıyordu. Aralarında matbaacı, dizgici, ciltçi, kitapçı ve yayıncı da vardı. Genel tabloya bakıldığında, eğitim seviyesi yüksek olan bu gruba, elit aydın ve entelektüel denmesinin nedenleri kolaylıkla anlaşılabilir.” diyor. Tutuklananlar arasında Tütün Rejisi, Osmanlı Bankası gibi kurumlarda görevlilerin yanı sıra, siyasetçi, yerel yönetici, belediye başkanı da yer alıyor.İzrail, yaklaşık dört ay sonunda tutuklanan Ermeni aydınlardan 174’ünün hiçbir yargılama olmadan öldürüldüğünü ifade ediyor. Geri kalan 76 kişi ise merkezi hükümetin emri ile serbest bırakılıyor. İzrail, “O günlerde, elinde serbest bırakıldığına dair resmi belgesi olmayan bir Ermeni’nin, Çankırı veya Ayaş’tan yola çıkıp ülkenin herhangi bir yerine gitmesi mümkün değildi. Hatta bu belgeye sahip olmasına rağmen, yine de sağ kurtulamayan, yollarda telef olan pek çok isim vardı.” diyor.1911 yılında basılan Ermenice Kur’an mealiErmeni aydınlardan bazılarıZabel Yesayan: Aynı coğrafyada, belki de aynı semtte yaşadığımız bir Osmanlı Ermeni aydını. 1878’de Üsküdar’ın Silahtarbahçe semtinde doğar. Çocukluk anılarını anlattığı Silahtarın Bahçeleri (Silihdari Bardezneri) adlı eserinde dönemin Üsküdar’ına gitmek, dahası 1880’lerin İstanbul’unun zihniyet dünyasına tanık olmak mümkün. Sorbonne’da edebiyat ve felsefe okuyarak üniversiteye giden ilk Ermeni kadın olur. 1909’da Adana katliamına tanıklık eder. Buradaki izlenimlerini Türkçeye çevrilen Averagnerun Meç’te (Yıkıntılar Arasında) toplar. Henüz Türkçeye çevrilmemiş ünlü romanı Isbasman Sırahin Meç (Bekleme Odası) kadınlara hitap ettiği yazılarının çoğunu içerir. Ermeni aydınlarını hicvettiği Geğdz Hancarner (Sahte Dahiler) adlı romanı Ermeni erkek aydınlarının baskısıyla yarım kalır. Sosyalist ve anti militaristtir. Osmanlı halkını barışa davet eder. Asla milliyetçi propaganda yapmayacak, okurdan yazılarını okurken milliyetinin, dininin unutulmasını isteyecektir. Buna rağmen adı 24 Nisan listesinde geçer. Listedeki tek kadın olan Yesayan, Bulgaristan’a kaçar. İttihat ve Terakki’den kaçsa da 1937’de Stalin kovuşturmalarından kaçamaz. Sovyet karşıtı propaganda yaptığı gerekçesiyle tutuklanıp Sibirya’ya sürgüne gönderilir. Nerede ve ne zaman öldüğü ise tam olarak bilinmez.Gomidas Vartabed: Bu toprakların yetiştirdiği Kütahyalı bir müzik adamı. Uluslararası Müzik Topluluğu’na kabul edilen müzisyenler arasındaki ilk Avrupalı olmayan isim. Daha küçük yaşlarda Anadolu’nun değişik yörelerinden gelen okul arkadaşlarından dinlediği şarkıları, türküleri derlemeye başlar. 1896 yılında Berlin’e giderek müzikoloji okur. Berlin’den dönünce Anadolu’nun değişik kentlerine yönelik derleme çalışmalarını sürdürür. Ermeni, Türk, Kürt halk şarkılarını ve danslarını notalara döker. İstanbul’da konserler verir, müzisyenler yetiştirir, elindeki derlemeleri kayda geçirir. O dönemin Osmanlı aydınları içinde yetenekleri ve müzik bilgisiyle özel bir yere sahiptir. Batılı anlamda bir müzik akademisi kurmaya hazırlanır. Ancak sürgüne gönderilir. Osmanlı aydınlarının özellikle de Halide Edip’in Gomidas’ın serbest bırakılması için çalıştığı söylenir. İzrail, “Pek çok bilgi ve işaret, Halide Edip’in Gomidas’ın serbest bırakılması yönünde çabaları olduğunu göstermektedir.” diyerek Edip’in bu konuda çevre ve imkânlarını seferber ettiğini düşünüyor. Bir süre sonra İstanbul’a döner ancak arkadaşlarının çoğu öldürülmüştür. Derin bir psikolojik bunalıma girer ve bir daha kendine gelemez. İzrail, bu durum için de “Almanlar dünya çapında değeri olan Beethoven ile onurlanırken, Türkiye de Gomidas ile anılabilirdi. Ama ne yazık ki bugün, Türkiye adı yok edilen, aklını yitiren Gomidas ile anılmaktadır.” diyor.Levon Larents: 1875’te Samatya’da doğar. Robert Kolej mezunu. Hareketli ve kısa yaşamı; gazeteci, yazar ve tercüman olarak geçer. Heyecanlı gençlik günlerinde Hınçak Partisi taraftarı olsa da daha sonra mükemmel İngilizce ve Fransızcası ile çeviriler yaparak gazetecilik mesleğinde karar kılar. 1911 yılında Hazreti Muhammed’in biyografisini ve Kur’an-ı Kerim’i Ermeniceye tercüme eder. Mesnevi’yi tercüme ederken de tutuklanır. Ayaş’tan sonra götürüldüğü Ankara kırsalının ıssız bir köşesinde öldürüldüğünde ise henüz 33 yaşındadır.Dr. Dikran Allahverdi: İhtisasını Berlin ve Viyana’da yapmış ve tifo hastalığı konusunda önemli tezlerin sahibi. Bandırma ve Edincik’te çıkan kolera salgını için görevlendirilen Allahverdi, aldığı önlemlerle kısa bir zamanda salgının önünü keser. İttihat ve Terakki’nin aktif bir taraftarı. İttihatçıların kurduğu Müdafaa-i Milliye Cemiyeti’nin Pangaltı Şubesi’nin başkanı. Pangaltı, Ermenilerin yoğun bir şekilde ikamet ettiği İstanbul’un bir mahallesidir. Ermenilerin çekindiği ve uzak durdukları bu Cemiyete, toplam 3 bin lira gibi oldukça yüksek bir bağışta bulunmasıyla, hakkında Türkçe basında övgü dolu yazılar çıkar. İşte, İttihatçıların bu has adamı, 24 Nisan 1915’te tutuklanır ve ağır suçlu sayılarak Ayaş’a gönderilir. Serbest bırakılsa da çok büyük bir hayal kırıklığı ile içine kapanır. Yine de ülkesini terk etmeyen Allahverdi 1930 yılında İstanbul’da vefat eder.Arisdekes Kasparyan: Adana doğumlu hukukçu. Bugünkü İstanbul Galata’da Bankalar Caddesi’nde bulunan Voyvoda Han’da mütevazı bir avukatlık bürosu bulunan Kasparyan, hukuk alanında yazdığı eserleriyle tanınır. 1894’te 650 sayfalık Mecma-i Lahika-i Kavanin, 1895’te 1200 sayfalık Cüzdan-ı Kavanin-i Osmaniye, 1897 yılında 408 sayfalık Hukuk Müşaviri, 1898 yılında İlamat Torbası yahud Tefsir-i Usul-i Muhakeme-i isimli kitapları yazan Kasparyan Efendi, Ermeni toplumu içindeki millici akımlara karşıtlığı ile tanınır. Onun da yolu Ayaş’tan geçer. Ankara civarında toplu olarak öldürülen Ermeni aydınları arasında 54 yaşındaki Arisdakes Kasbaryan Efendi de bulunuyor.Ermeni aydınları, Türk uluslaşmasına sıcak bakıyorduOsmanlı Ermeni aydınları o dönemki Türk ulusalcılığına destek veriyordu. Yazar Nesim Ovadya İzrail, “Günümüzde bile Türk milliyetçiliğini savunan Ermeni aydınlarının varlığı bilindiğine göre, 1915 Ermeni kıyımı olmasaydı, elbette Türkçü uluslaşma yanlısı çok sayıda Ermeni aydını olacaktı.” diyor. Bunlar arasında Gomidas Vartabed ve Diran Kelekyan gibi isimler bulunuyor. Gomidas, 1912’de İstanbul’daki Harp Okulu’nda, Trablusşam’daki yaralı ve hasta askerler yararına konser verir. Türkçe basında hakkında övgü dolu yazılar yazılır. Ardından Türk Ocağı’nda düzenlenen davete katılan Gomidas, Türk ulusçuluğunun sembol aydınları Hamdullah Suphi Tanrıöver, Mehmet Emin Yurdakul, Halide Edip Adıvar gibi daha birçok ismin önünde, aynı çatı altında yaşayan ve ortak kültürü paylaşan halklar arasında mevcut olan sarsılmaz dostluk ve kardeşliği vurgulayan konuşma yapar. Dinleyenlerin duygulandıkları, bazılarının gözyaşlarını tutamadıkları, gazete sayfalarında yer alır. Yakın dostu Mehmet Emin Bey’in ricası üzerine, şiirlerinden beste yapan da Gomidas’tır. Pangaltı’daki evi Türk aydınlarının uğrak yeridir.Bir başka örnek, Türkçe yayınlanan Sabah Gazetesi’nin başyazarı, Balkan Savaşı gündeme geldiğinde, Sultanahmet Meydanı’nda İttihatçıların düzenlediği mitingin konuşmacılarından biri Diran Kelekyan’dır. İzrail, “Osmanlı Devleti’nin savaşa girmesi için en heyecanlı konuşmalardan birini yapan ve daha sonra aylarca gazetedeki köşesinde, Osmanlıcı ve savaş yoluyla Balkanlar’da kaybedilen toprakların geri alınmasını savunan makaleleri yazan Diran Kelekyan idi ve tarih farklı yazılsaydı, bugün uluslaşmacı bir aydın olarak anılabilirdi.” diyor. İstanbul Üniversitesi’nde siyasi tarih dersi veren Kelekyan, 24 Nisan’da tutuklananlar arasındadır ve Sivas’ta öldürülür.

Cemile bebeğin saçları keçeden, kınalı ve karanfil kokulu

$
0
0
Cemile bebeğin saçları keçeden, kınalı ve karanfil kokulu. Emekli öğretmen Zeynep Kaaslan'ın Denizli'de bez bebek müzesi var ve el emeği göz nuru bebeği Cemile'nin patentini almaya uğraşıyor.Denizlili emekli öğretmen Zeynep Kaaslan'ın bez bebek müzesi var. Burada el emeği göz nuru binden fazla bez bebeği sergiliyor. Karaaslan'ın yaptığı ve Denizli Büyükşehir Belediyesi ile patentini almaya çalıştığı bez bebeklerin ilginç görünümleri ve özellikleri var. Cemile bebeğin saçları yün keçeden, kınalı ve karanfil kokulu. Bebeğin üçeteklisi ve basma fistanlı ile parlak pabuçlu iki çeşidi bulunuyor. Çocuklar müzeye geldiğinde, birbirinden güzel yüzlerce bebeği karşılarında görüp sevebiliyor. Müzeden temin edilen imkânlarla kendilerine bebek yapıp götürme imkânı da bulabiliyorlar. Emekliliğe ayrılalı 16 yıl olduğunu, çocukluğunda da bez bebekler yaptığını belirten Zeynep Karaaslan, önce soda şişelerinin üzerine karakterler çizip giydirdiğini, bunların bazılarını çocuklara hediye ettiğini, bazılarını ise biriktirdiğini söylüyor. Yaşanan olayları çocuklara, o işi yapan bebeklerle anlatılabileceğini ifade eden Karaaslan, "Denizli'de bir hamur açan, ekmek yufka yapan, tarhana yapan kadınları, pazarcı kadınları, köy düğününü, yaşanan bütün olayları, geleneklerimizi göreneklerimizi bebeklerle anlatabiliriz. Ya yazarak ya resim çizerek ya da minyatür bir şeyler yaparak, bebeklerin bunlar için uygun olacağını düşündüm." diyor.'NASRETTİN HOCA, KELOĞLAN VE DELİ DUMRUL GİBİ KENDİ MASAL KAHRAMANLARIMIZ VAR'Türkiye'nin Nasrettin Hoca, Keloğlan ve Deli Dumrul gibi kendi masal kahramanları olduğunu vurgulayan Karaaslan, "Çocuklar gelsinler, hem geçmişimizi öğrensinler hem eski masal kahramanlarımızı burada görsünler. Türkiye'de yöresel bebekler var. Ardahan'da Damal bebekleri var. Bunlara kendi yöresinin kıyafetlerini giydiriyorlar ama benim yaptığım gibi bez bebekten değil, hazır plastik bebek üzerine. Muğla Milas'ın bebekleri var, Aydın Söke'nin Güzelbahçe bebekleri var, Kayseri'de Soğanlı bebekleri var, Kırıkkale'de de plastik şişelerin üzerine yöresel kıyafetleri giydiriyorlar. Belediye, 'Sadece Denizli'yi tanıtsın.' dediği için Denizli'yi tanıtan bebeklere daha çok yer verdim ama ileriki günlerde dolaplarımız da geldiğinde, diğer yörelerin kıyafetlerine göre folklor ekipleri, takımları, oranın yaşantılarını anlatan bebekler de yapacağız." diye konuşuyor.12 yıldır yaptığı bebekleri biriktirmesinin sebebinin bir müze açmak olduğunu ifade eden Zeynep Karaaslan, bu konuda Denizli Büyükşehir Belediyesi'nin kendisine Balcı Evi Konağı'nı tahsis ettiğini, bunun üzerine 500 bebeği belediyeye bağışladığını dile getirdi: "Burada hem Denizli'yi anlatsınlar hem de çocuklara bir eğlence mekânı olsun, onlara ziyaret mekânı olsun diye bebeklerimizi düzenledik." Her yörenin kendine özgü bebeklerinin artık tescil edilmeye başlandığını anlatan Karaaslan, 'Cemile bebeği tasarladığını, bunun için kıyafet olarak arkadaşları arasında küçük bir kamuoyu araştırması yaptığını söylüyor: "Arkadaşlarımın yarısı, 'Üçetekli olsun, Denizli'de üçetek giyiliyor.' dedi. Yarısı da, 'Basma Fistan Var' türküsünde olduğu gibi basma fistanlı olsun dediler. Ben de bir tanesini basma fistanlı ve parlaklı pabuçlu, diğerini de üçetekli yaptım. Cemile bebek kınalı saçlı, saçları yün keçeden, karanfil kokulu, çok değişik. Tam bizim yöremize has bir bebek oldu."İHTİYAÇ SAHİBİ KADINLAR CEMİLE BEBEK YAPARAK GELİR ELDE EDECEKMüzeyi açmalarının bir amacının da çocukların müzeye gelerek kendi el emekleriyle bebek yapması olduğunu anlatan Karaaslan, "Kendi el emeğiyle yaptığı şeyler daha kıymetli oluyor. Bir de organik oluyor, bozulmuyor. Bozulsa da tamir etme imkânı var. Çocuk kendi yaptığı bebekle o kadar güzel oynuyor, onu o kadar çok koruyor ki bir şey olacak diye ödü kopuyor. Zaten gönüllü olarak her cumartesi buraya geliyorum. Çocuklarımıza burada yaşı ne olursa olsun, yaş grubuna uygun bebek yapıyoruz. Çocuk kendi hazırlıyor. Burada kitlerimiz mevcut ama anneleriyle büyükleriyle gelmeleri şartıyla yapıyorlar, evlerine götürüyorlar. Çocuklar buradan çok memnun ayrılıyorlar. Diğer bebekleri bir kenara bırakıp o bebeklerle oynuyorlarmış." ifadelerini kullanıyor. Belediyeyle ortak olarak Cemile bebeğin patentini alıp bir fiyat belirleyeceklerini ifade eden Karaaslan, başta cezaevindekiler olmak üzere ihtiyaç sahibi kadınlara yaptırıp satarak, gelir elde etmeleri için proje geliştirdikleri sözlerine ekledi.

Çökertme’den çıktı bir filozof…

$
0
0
Mustafa Ali nam-ı diğer Mandıra Filozofu, modern zaman dervişlerine öykünen garip bir adam. Metropol insanının kurduğu hayallerden farkı, onları gerçeğe dönüştürmesi.Hangimiz “bırakıp kaçsam” diyerek küçücük bir köye yerleşip kendi bahçemizde domates yetiştirmeyi hayal etmedik ki... Sahiden trafikte akmayanın hep kendi şeridinin olduğunu fark ettiğinde, çok isteyip de alamadığın o iş görüşmesinde yalan olduğunu bile bile “Biz sizi ararız.” dediklerinde, çok önemli bir yere yetişmeye çalışırken beklediğin otobüs inatla gelmediğinde... ‘Mandıra Filozofu’nun farkıysa metropol insanının bu hayalini gerçeğe dönüştürmesi. Misler gibi bir kahvaltı sahnesiyle başlıyor film. Hakiki köy peyniri, bahçe domatesi, ev yapımı yoğurt ve mis gibi organik tavuk yumurtası. Mustafa Ali nam-ı diğer Mandıra Filozofu, modern zaman dervişlerine öykünen bir garip adam. Muğla’nın Çökertme köyüne kök salmış. Küçücük bir kulübede huzurlu bir hayat sürüyor. Çalışmaya karşı lakin tembelliğinden değil. Kişisel almayın, kapitalist sistemle bütün sorunu. Dayatılanın aksine, almakta değil vermek de mutluluğun sırrı ona göre. Bu yüzdendir ki Ünlü Sanayici Cavit Bey butik otel yapmak için arsayı kendisine satmasını istediğinde, “Satmam ama al biraz da sen oyalan.” diyebiliyor. Cavit, tuttuğunu koparan bir işadamı, bırakır mı peşini?Cavit’in çok parası var, bir de kocaman göbeği, tansiyonu, şekeri. Sofrasından türlü türlü nimetler eksik olmazken gönül rahatlığıyla yutabildiği tek şey ilaçları. Mustafa Ali’nin bir küçük kulübesi var, opera dinleyerek uyuyan köylü anası, tavukları, Afrodit isimli ineği bir de filozoflardan öğrendiği türlü aforizmaları. Çok yemeğe karşı, ama diyete de. “Sen hiç diyet yapan kaplan gördün mü? Acıkınca yer doyunca bırakır avlanmayı. Ama avlanmaya senin gibi özel şoförle değil koşarak gider kaplan.” diyor kolesterol yüzünden, ikram ettiği yumurtayı reddeden Cavit’e. Mustafa Ali zincirsiz, saati bile yok garibin (!), Cavit’in akıllı telefonu adeta onun tasması. “Şunun üreticisi Steve Jobs bile sadece 4 tanesini gördü, senin ne kadarlık vaktin kaldı?” diyor Cavit’e.Sahi kaç iPhone’luk ömrümüz kaldı? Durmaksızın çalan telefonlara cevap yetiştirmek, o toplantıdan bu toplantıya koşturmak ve daha fazlasını kazanma hayalleriyle harcanacak daha ne kadar zamanımız var? Ya da çocuklarımızın büyüdüğünü sahiden idrak edebilecek, alarak değil, vererek mutluluğun tadına varabilecek… Cenaze evinde mevtanın başında dikilen kalabalık, ceset şişmesin diye kefenin üstüne iliştirilen bıçağa bakıyor. Her şey sonlandığında, bir tek o bıçak kalmayacak mı cebi olmayan kefenin üstünde? Onu da götüremeyeceğiz gerçi ya, yine de soralım. Siz bıçağınızı nasıl alırdınız, altın, gümüş, paslanmaz çelik?Mandıra Filozofu’ndan aforizmalar...Doğada emeklilik diye birşey yok ki, emeklilik insanların uydurduğu birşey. Siz hiç emekli olup uçmayı bırakan bir kuş gördünüz mü?Modern hayat kurnazlık öğretir insana. Ama aşkta kurnazlık olmaz. Ferhat dağları delmek yerine dozerle tünel açsaydı veya Mecnun, Leyla’nın aşkından yanarken çöllerde klimalı ciplerle dolaşsaydı o aşklar efsane olur muydu?Ben paraya karşıyım. Para dediğin nedir ki? Bankada dijital bir rakamdan ibaret, dokunamazsın, sevemezsin, sarılıp yatamazsın.Mutluluk almakla değil, vermekle olur. Satın alarak mutlu olamazsın.Ne demiş Bertrand Russel: “Akılsızca bir şeyi milyonlarca kişi söylese bile o şey yine akılsızcadır.”Bukovski demiş ki: “Mutlu insanlar her şeyin en iyisine sahip olanlar değil, sahip olduklarını kaybetmeyecek kadar çok sevenlerdir.” Eninde sonunda hepimize lazım gelen iki metrekare toprak. Bundan daha fazlası için para harcamaya gerek yok.Kandıramam ben dostlarımı. Kendime laf anlatsam da vicdanıma laf anlatamam.Ne demiş Dostoyevski: “Bu dünyadaki en büyük ceza insanın kendi kendine kestiği cezadır.”Ben çalışmaya karşıyım. İhtiyacından fazlası için çalışmak insanoğlunun açgözlülüğünden başka bir şey değil.Şehirde “Çimlere basmayın” diye levha yazarlar, futbolculara çimlere bassınlar diye milyonlarca Euro öderler.Karnı tokken yiyecek peşinde koşan tek canlı insanoğludur.Biyolojik saatten başka bir saate ihtiyacım yok benim. Uykum gelince uyurum, uykumu alınca uyanırım.

İstanbul’da tiyatro izlemek istiyorum

$
0
0
Vikingler dizisi oyuncusu Thorbjørn Harr, sadece oyunculuk yapmıyor, piyano ve saksafon da çalıyor. Sonbaharda ilk müzik albümünü çıkaracak oyuncuyla hem müziği hem de Türkiye-Norveç film sektörünü konuştuk.Norveçli oyuncu Thorbjørn Harr, son zamanlarda ülke dışında da yıldızı parlayan bir isim. İrlanda-Kanada yapımı ‘Vikingler’ dizisinin başrollerinden İsveç Kralı Jarl Borg’u canlandırıyor. Dizi başta Türkiye’de CNBC-e kanalında olmak üzere Amerika, Rusya gibi birçok ülkede ilgi görüyor.Harr, oyunculuk kariyerine 11 yaşında, Norveç Devlet Radyo-Televizyonu’nun (NRK) teklifi üzerine dizilerle başlar ve 2000’de Norveç Tiyatro Okulu’ndan mezun olur. Tiyatro ve diğer sahne sanatlarını, farklı kültürleri birleştiren bir köprü olarak nitelendiren oyuncu, bunun farkına Avrupa’da çıktığı tiyatro turnesinde varmış. Turne boyunca sahneledikleri oyunda aslında var olmayan bir dil oluşturduklarını ve tüm oyunlarını bu dille oynamalarına rağmen seyirciye aktarabildiklerini anlatıyor. Harr, seyircilerle aynı dili konuşmamalarına rağmen kurulan iletişimden etkilendiğini söylüyor.Türkiye’nin özellikle sinema sektörünü takip eden Harr, Norveç’te düzenlenen film festivallerine Türkiye’den kaliteli işler geldiğini anlatıyor. Hatta Türkçe bilmemesine rağmen İstanbul’u ziyaret edip, bazı tiyatro oyunlarını izlemek istiyor. Ona göre, her ne kadar insanlar aynı dili konuşmasa da, tiyatro diliyle iletişim kurmak mümkün. Çünkü sahnede duygusal bir iletişim oluyor.‘Filmde oyuncu oyunun parçası, tiyatroda patron’Harr; sinema mı, dizi mi, yoksa tiyatro oyunculuğu mu daha ağır basıyor, sorusuna şöyle cevap veriyor: ‘’Hepsini çok seviyorum fakat asıl işim tiyatro. Tiyatroya ait olduğumu düşünüyorum. Tiyatroda seyirciyle karşı karşıyasınız, bu insana muhteşem bir duygu veriyor. Tiyatroda patron, daha çok oyunculardır. Sahnede istediğinizi yapmakta serbestsiniz. Filmde ise oynadığınız oyun kayda alınıyor, kesiliyor, biçiliyor. Bu yüzden oyuncular sadece oyunun bir parçası. Tabii diziler de keyifli. Örneğin Vikingler dizisi...’’Usta oyuncuya göre, son yıllarda Norveç’in film sektöründe kaliteli işler yapılıyor. Yurtdışında da saygınlık kazandı. Önceleri neredeyse hiç kimsenin Norveç filmlerini izlemek istemediğini söyleyen Harr, şimdilerde durumun değiştiğini düşünüyor: “Özellikle Hollywood’da İskandinav filmleri oldukça popüler. Daha önceleri bu sektörde İsveç ve Danimarka, Norveç’ten öndeydi, son zamanlarda Norveç epey gelişti. Bugün birçok Norveçli oyuncu ve yönetmen Hollywood’a taşınarak bazı işler yapıyor. 15 yıl önce böyle bir durum imkânsızdı.’’Vikingler isimli dizide başrollerden birini oynamasının oyunculuk kariyerine epey katkı sağladığını söyleyen Harr, dizi sayesinde çok fazla kişi tarafından izlendiğini ve başka rollere de aktüel olabilme fırsatı doğduğunu anlatıyor. Dizinin kendisi için bir pencere açtığını, daha önceden sadece Norveç’teki roller için rekabet ettiğini, dizi sonrası uluslararası arenada da rekabet etmeye başladığını düşünüyor. Müzikle de uğraşan Harr, piyano ve saksafon da çalıyor. Hatta oyunculuğunun yanında müzik projesiyle uğraşıyor. Sonbaharda bir grupla birlikte ilk albümlerini çıkaracaklarını açıklıyor.

Ne malzeme ne usta memleketten!

$
0
0
Şehirlerin yemek kültürünü başka illere tanıtmak maksatlı düzenlenen yemek festivallerinin arkasında ciddi para ve emek olduğu şüphesiz. Ancak temizlik ve özenden yoksun şekilde hazırlanan yiyecekler ve orijinal olmayan ürünler bütün algıyı bir anda yerle bir edebiliyor.Yiyeceklerin toplumların kimliği üzerinde ve kültürün bütünleyici bir parçası olması konusundaki etkisi yadsınamaz. Böyle olmasa dünyada hemen hemen her mutfağın temel özelliklerinden, o mutfağı diğerlerinden ayıran farklardan bahsedemezdik sanırım. İtalya dediğimizde pizza, Fransa dediğimizde kruvasan, Hollanda dediğimizde peynir aklımıza gelmezdi mesela. Şehirlerin/ülkelerin bir yiyecekle özdeşmesi, anılması ve dünya çapında bilinir hale gelmesi elbette tesadüfi bir çabanın eseri değil. Bu konuda başarılı olmuş ülkelere baktığımızda bu başarının arkasında yıllardır gastronomik manada sürdürülen devlet politikaları karşımıza çıkıyor. Türkiye gastronomi konusunda uzmanların deyimiyle henüz emeklese de bu manada bir canlanmadan bahsedebiliriz. Özellikle son yıllarda yurtiçi ve yurtdışında düzenlenen yemek festivalleri, günleri, yarışmaları ve gurme turları bu canlanmanın en güzel göstergesi. Bu tarz etkinliklerin, ülkelerin tanıtımına katkısı gözardı edilemez. Herbirinin arkasında ciddi fiziksel, zihinsel emek ve maddiyatsöz konusu. Ancak bu tarz organizasyonlar sistemli ve profesyonelce yapılmadığında bir çuval incir berbat da edilebiliyor.Geçtiğimiz hafta Feshane’de gerçekleştirilen Hatay Günleri bence bunun en bariz örneğiydi. Büyük beklentilerle uğradığım ve nasıl ayrıldığımı bilemediğim etkinlikte müşahede ettiğim bazı olaylar bana “Dimyat’a pirince giderken bulgurdan olmak” atasözünü hatırlattı. Zira alenen kaş yaparken göz çıkarılıyordu.Hatay Günleri’ne İstanbulluların ilgisi yoğundu. Organizasyonla hedeflenen de buydu sanırım. Ne kadar çok kişi, o kadar tanıtım... Buraya kadar sorun yok. Ancak Feshane’nin kapısından girer girmez üzerinize çullanan bir güruh tarafından karşılanmak hoşunuza gitmiyor haliyle. İzdiham hali... Bırakın çocuklu ailelerin yaşadığı zorluğu; kalabalık, karmaşa ve itiş kakış içinde tek başınıza adım atmakta bile zorlanacağınız bir atmosferden bahsediyorum. Üstelik etrafta kalabalığı kontrol eden tek bir güvenlik görevlisi görmedim.Gelelim Hatay’ın birbirinden leziz yiyeceklerinin şölen havasında satışının yapıldığı stantlara. Havaya yükselen dumanlar içinize işliyor, burnunuza bayram ettiriyor ettirmesine de alanın darlığından ve kalabalıktan kısa süre sonra nefes alamayacak hale geliyorsunuz.Ne ustalar Hataylı ne de malzemeler Hatay’danKünefe, kebap, içli köfte, kuru dolma, etli ekmekler... Dışarıdan bakınca ‘iştah kabartan’ bu yiyeceklerin sergilendiği tezgahların hali tam bir fecaat. Yemeklerin hazırlandığı alanlar deyim yerindeyse pislikten geçilmiyor. Önce künefeden bahsedeyim. Özel peyniri ve pişirme usulüyle herkesin ‘bayıldığı’ bu sıcak tatlıyı sırf Hatay’dan geldiği için tatmak istedim. Bir dilim künefe uğruna kuyruklarda saatlerce bekleyen insanlara tanık olunca epey şaşırdım. Zira dışarıdan gören bedava dağıtılıyor sanırdı. Hayatta beklemem desem de sürü psikolojisinden olsa gerek bir anda kendimi sıraya girmiş buldum. Ama iftar kuyruklarını anımsatan sıra tükenecek gibi değildi. Beş dakika sonra dayanamayıp ayrıldım. Madem künefe yemek nasip olmayacaktı bari bilgi alayım diye geçtim tatlıların hazırlandığı tezgahlardan birinin arkasına. Ustaların hepsi koşturmaktan kan ter içinde kalmış, birbirine bağırıyor, emirler yağdırıyordu. Kim olduğumu, niye soru sorduğumu anlamadan hızlı hızlı baştan savıcı cevaplar veriyorlardı. Böylesi kaotik bir ortamda başka türlüsünü beklemek haksızlık olurdu. Beni hayal kırıklığına uğratan ustaların zoraki kibarlıkları değildi elbette. Boşalan tepsiler, kutular, tenekeler yerlere saçılmış, kimisi üstüne basıp geçiyor, yenisi hazırlanacağı vakit tepsi yerden alınıyor ve yıkanmadan kullanılıyordu. Meraklı bir vatandaş edasıyla “Nerelisiniz, onca malzemeyi Hatay’dan getirmek zor olmadı mı?” sorularına aldığım cevaplardı hayal kırıklığımın sebebi. Zira ne ustalar Hataylı, ne de malzemeler Hatay’dan getirilmiş. (Bütün stantlar için durum böyle midir bilemiyorum.) Ustaların kimi Trakya’dan kimi Adana’dan. Malzemelerin de birçoğu İstanbul’dan tedarik edilmiş. Adı ‘Hatay Günleri’ olmasaydı şüphesiz kimse böyle bir beklentiye girmezdi ya da maksat yalnızca künefe yemek olsa kuyrukta bekleyen binlerce kişi herhangi bir tatlıcıya giderdi. Hem de onca eziyete katlanmadan. (Kalabalıktan tansiyon o kadar yüksekti ki satışı yapan görevliler karşılarındakinin müşteri olduğunu unutuyor, azarlayarak konuşuyordu.)Porsiyonu 7 liradan satılan künefenin sıra bekleyemeyecek durumda olan kimi müşterilere bazı ‘uyanık’ ustalarca iki katı fiyata satılması o gün ikinci şoku yaşattı bana. Ustaların fiyatla ilgili “kimden ne koparırsam kârdır” anlayışı farkında olmasalar da şehre ve tabii ki etkinliğin imajına olumsuz yansıyacaktı. Altı resmen çiğ, (bittiği gerekçesiyle) fıstıksız, kaymaksız sunulan künefenin “Hatay’ın en iyi künefecisi” tabelası altında satılmasının ironikliğine de diyecek söz yoktu.Yemek stantlarında da farklı bir tabloyla karşılaşmadım. Tıkış tıkış masalarda özensiz hazırlanmış kebaplar, çiğ kalmış etler, köfteler, neredeyse yemeklerin içine girecek çöpler, keşmekeşten yanlış getirilen hesaplar, satır kebabı diye ‘yutturulmaya’ çalışılan ‘Adanalar...’ Sözün özü Hatay Günleri etkinliğinde dünya gastronomi şehri adayına hiç de yakışmayacak görüntüler mevcuttu.Neler yapılmalı?İstanbul gibi rağbetin yüksek olacağı metropollerde bir başka şehrin yemek kültürünün sergileneceği ‘profesyonel etkinliklere imza atmak için daha geniş alanlar tercih edilmeli. Bu alanda güvenlik, düzen ve temizlikten sorumlu çok sayıda görevli bulundurulmalı. Stantlarda sunulan yemeklerin tarihi, ne şekilde yapıldığı ve içine konulan malzemelerden bahsedebilecek uzman rehberler olmalı ki (Ayrıca her bir yiyecek için yazılı reçeteler bastırılabilir.) ziyaretçiler şehir ve yemekleriyle ilgili doğru bilgi alabilsin, soru sorabilsin ve hedeflenen kültürel alışveriş sağlanabilsin. Böylelikle etkinliği ziyaret edenler günün sonunda değmediğini düşündüğü yorgunluk ve bozulmuş bir mideyle evlerine dönmesin, yemek yemek işkenceye değil, amaçlandığı gibi festivale dönüşsün.

Okuldan kız kaçırma! - [Bizim Köy]

$
0
0
Ebeveynler için çocuğunu şehir dışına okumaya yollamak zor bir karar. Hele kız çocuğunuz varsa daha da zor. Nijeryalı anne-babalar da haklı bir panik içinde şu sıra.Geçtiğimiz günlerde 129 kız öğrencinin Boko Haram örgütü tarafından kaçırıldığı iddia ediliyordu. Öğrencilerden 121’inin askerî yetkililerce kurtarıldığı açıklansa da öğrencilerin aileleri ve eyalet valisi, haberi yalanladı. Borno eyaleti Valisi Kashim Shettima, yalnızca 14 kız öğrencinin kaçarak kurtulduğunu söyleyerek, askerî yetkililerin açıklamasını yalanlamış oldu.Hayaletten satılık ada“Kim şu cennet vatanın uğruna olmaz ki feda?” düsturuna İtalyanlar pek alışık değil sanırız. Ekonomik darboğazdaki İtalyan hükümeti, Venedik Gölü denilen bölgedeki Poveglia adasını satmak istiyor. Ancak Venedikliler adanın hayaletli olduğunu söyleyerek karşı çıkıyor. 1922-1968 arasında faaliyet gösteren eski bir hastanenin bulunduğu küçük adada, akıl hastaları üzerinde deneyler yapıldığı ve hayaletlerin kol gezdiğine inanılıyor. Adanın kiralanması için açılan ihaleye katılmak üzere 20 bin Euro biriktirmeye çalışan Venedikliler, adanın satılmaması için Facebook’ta kampanya yürütüyor.Adaletsiz seçim!Seçim atmosferi her daim sancılıdır. Lakin Hintliler ağrıdan ölüyor. Zira dünyanın en uzun seçimi orada, üstelik 7 Nisan’dan beri. 5’inci aşamasına girilen seçimlerin son günlerinde 12 eyalette halk, 120 milletvekilini seçmek için sandık başına gitti. 5’inci bölümünde, 1761 adayın yarıştığı seçimlerde, 100 milyondan fazla seçmen oy kullandı. Parlamentoya gidecek 543 millevetkilinden 111’i için halk ilk 4 aşamada oy kullanmıştı. 9 aşamada yapılacak ve 12 Mayıs’ta sona erecek seçimlerde 815 milyon kişinin oy kullanması ve 16 Mayıs’ta sonuçların açıklanması bekleniyor. Ne diyelim, Allah sabırlar versin.

Yolcular, havalimanında adım adım izlenecek

$
0
0
Check-in kontuarındaki görevliler, işlem yaparken 20’ye yakın soru yöneltecek. Cevaplara göre yolcular, ‘normal, şüpheli ve riskli’ kategorisine ayrılacak.Havalimanlarındaki yoğun güvenlik önlemlerinin artırılması konusunda yürütülen çalışmalar aralıksız devam ediyor. Bu amaçla yolculara yönelik güvenlik tedbirleri de, gelişen teknolojik sistemlerin devreye girmesiyle en üst seviyeye çıkarılıyor. Herhangi bir güvenlik zafiyeti yaşanmaması amacıyla da, polislerin yanı sıra özel güvenlik elemanları, kameralı sistemler ve x-ray cihazları ile havalimanlarında 24 saat süreyle kesintisiz denetim sağlanıyor. Ancak bu tedbirler yeterli gözükmüyor olacak ki, yolcuları daha da tedirgin edecek yeni güvenlik uygulamaları için çalışma başlatıldı. Hollanda’da geçen ay bir araya gelen sektör temsilcileri, havalimanlarındaki güvenlik uygulamalarında yaşanan sıkıntıları tartıştı. Sivil otorite temsilcilerinin yanı sıra 60’ın üzerinde havalimanı işletmecisi, özel güvenlik birimleri ve diğer yetkililer yeni uygulamalarla ilgili çeşitli öneriler sundu. Toplantıda, ‘Smart Security’ adı verilen ‘Akıllı Güvenlik’ sistemine geçilmesi kararı alındı. İlk uygulama ise Hollanda ve İngiltere’de haziranda başlatılacak. Havalimanında ‘3 kategoriye’ ayrılacak yolcular, uçağa bininceye kadar adım adım izlenecek. Yeni güvenlik uygulaması, check-in yani bilet ve bagaj işlemi yapılırken verilen boarding kartındaki barkod sistemiyle gerçekleştirilecek. Bilgisayar destekli dijital verilerle çalışacak sistem, akıllı telefonlarla entegre edilecek. Check-in kontuarındaki görevliler, bagajını teslim eden yolculara 20’ye yakın özel soru yöneltecek. Böylece profil çalışması yapacak görevliler, yolcuları verdiği cevaplara göre, ‘normal, şüpheli ve riskli’ kategorisine ayıracak. Yolcular, check-in sırasında bording kartlarına işlenen bilgi notuna göre, pasaport kontrolünde, x-ray güvenlik geçişlerinde ve uçağa son biniş noktalarında daha titiz şekilde aranacak. Hakkında ‘normal’ notu düşülmüş yolcular, denetimli bölgelerden daha hızlı geçiş yaparken, ‘şüpheli ve riskli’ bilgisi verilenler ise başta pasaport kontrolü olmak üzere tüm güvenlik noktalarında detaylı şekilde denetlenecek. Ayrıca cep telefonundan gelen sinyaller ile yolcunun uçağa bininceye kadar nerede vakit geçirdiği de takip altına alınacak.Detaylı sorular sorulacakHavalimanlarındaki özel güvenlik birimleri, ülkelerden gelen talepler doğrultusunda bazı uçuşlarla ilgili sıkı güvenlik tedbirleri uyguluyor. Örneğin ABD, İsrail ve Kanada gibi ülkelere gidecek yolcular, check-in sırasında özel sorulara muhatap oluyor. ‘Bu ziyareti hangi amaçla gerçekleştireceksiniz?’, ‘Havalimanına gelinceye kadar valizinizi yanınızdan ayırdınız mı?’, ‘Başka birinden herhangi bir eşya alıp valizinize yerleştirdiniz mi?’ gibi sorular yönelten özel güvenlik birimleri, şüpheli gördükleri yolcuların uçuşlarına izin vermeme yetkisine de sahip bulunuyor. Aynı şekilde ‘yer hostesi’ adı verilen check-in işleminde görevli tüm personel de, Smart Security uygulamasının işleyişi ile ilgili özel eğitim alacak. Bu görevliler de, diğer özel güvenlik birimleri gibi yolculara seyahatle ilgili detaylı sorular yöneltecek. Kontuar görevlileri, daha sonra da, yolcular hakkında edindikleri kanaati sisteme bilgi notu şeklinde yazacak. Hollanda’da gerçekleşen toplantıda, Smart Security sisteminin, uluslararası sivil havacılık örgütlerine üye tüm ülkelerde uygulanması da istendi. Bu yüzden yeni güvenlik sisteminin, 2015’ten itibaren yaygınlaştırılması da planlanıyor. Özellikle Hollanda Schiphol Havalimanı’nın gerekli altyapı çalışmasını bir an önce tamamlayarak haziranda uygulamaya geçeceğini açıklamasının da, diğer havalimanlarını harekete geçireceği ifade ediliyor.Görevden almalar işleri yavaşlattıYolculara sıkıntı yaşatan güvenlik noktalarının kaldırılması için yürütülen çalışmalar neredeyse tamamlandı. İlk etapta Ankara Esenboğa ve İzmir Adnan Menderes Havalimanı’nda kaldırılacak x-ray cihazlarıyla ilgili yeni uygulama kapsamında gerçekleştirilen çalışmaların denetlenmesinde sıkıntı yaşanıyor. 17 Aralık’tan sonra başlatılan yeni soruşturmalar kapsamında görevden alınan ve yerleri değiştirilen emniyet personeli nedeniyle çalışmalar aksıyor. Ekipler oluşturulamadığından Ankara ve İzmir’deki denetimler gerçekleştirilemiyor.Şef Arda’dan elmalı tarçınlı keklerPegasus Hava Yolları, Türkiye’nin tanınmış şeflerinden Arda Türkmen ile işbirliğine gitti. Bir yıl boyunca dört tarif ile Pegasus Cafe menüsünde yer alacak ünlü şefin lezzetlerinden ilki, ‘elmalı tarçınlı kek’ uçuşlarda satılmaya başlandı. Misafirlerden gelecek geri bildirim ve kendine has yorumlarıyla menüye biskotti, fıstıklı kurabiye ve ıspanaklı muffin gibi farklı seçenekler ekleyecek şef aşçı, Pegasus misafirlerini yıl boyunca havada farklı tatlarla buluşturarak, lezzet yolculuğuna çıkaracak.

Yerin altında ayrı bir dünya!

$
0
0
Dünyanın en derin mağarası Gürcistan’dan tek taraflı bağımsızlığını ilan eden Abhazya’da bulunuyor.Mağaranın girişiyle bilinen en derin noktası arasında 2,2 kilometre mesafe bulunuyor.Krubera Mağarası Karadeniz’in kenarında Arabika Massifi üzerinde bulunuyor ve 13,4 kilometre boyunca uzayıp gidiyor.Mağara, 1956 yılında Fransız kaşifler tarafından bir kilometrelik bir deliğe düştüklerinde keşfedildi.Mağaranın haritası çeşitli milletlerin kaşifleri tarafından çıkarıldı ve 2007 yılında Gennadiv Samokhin isimli Ukraynalı dalgıç bu çok derin mağaranın içine dalarak tekrar haritasını çıkardı ve mağaranın derinliğini 46 metre daha artırdı.Gerçekleştirilen her dalış ve incelemeler mağaranın ne kadar derinleştiğini gösteriyor.Bu mağara Eiffel kulesinden 6 buçuk kat, Dubai’deki dünyanın en uzun binası Burj El Halife'den 2 buçuk kat daha derindir.2005 yılında 56 kişilik bir kamp ekibi mağaraya 5 ton ekipman taşıdı.Kaşifler çadırda yemek pişirip uyuyabiliyorlar ve ısınmak için bir araya toplanıyorlar. Her yıl birçok turist ve kampçı burayı ziyarete geliyor.
Viewing all 3284 articles
Browse latest View live