Quantcast
Channel: ZAMAN-PAZAR
Viewing all 3284 articles
Browse latest View live

Bu köprüler canlı!

$
0
0
Burada bulunan köprülerin hepsi canlı ağaçtan yapılmış. Hintli kabile ağaçların köklerini yönlendirerek köprüler yapıp nehrin karşı tarafına geçiyor.Dünyanın en ıslak ve yağmurlu şehri olarak bilinen Hindistan’ın kuzeydoğusunda yer alan Cherrapunjee’de taşlıkların ya da köklerin üzerinde büyüyen, gelişen ağaçlar canlıdır.Fotoğraftaki bu görülmeye değer yer “Umshiang İki Katlı Köprü” olarak biliniyor.Yerel War-Khasi kabilesi her yeri kuşatan dev kauçuk ağaçlarının dokunaç benzeri kökleri üzerinde zikzaklar çizerek ilerliyor.Royal Horticultural Society isimli dernekte görevli Helen Bostock bu ağaçların Kauçuk ağacı (Ficus elastica) olduğunu ifade ederek, ağaçların önemini şöyle açıklıyor:“Bu ağaçlar 30-60 metre uzunluk ile 20 ile 60 metre arasında bir genişliğe ulaşabiliyorlar. Oldukça büyük ve oldukça genişler. Böylece neden geleneksel köklerden daha fazla bakıma ihtiyaçları olduğunu anlayabilirsiniz.”Köprüleri inşa etmek için, kabile ağacın büyümesini yönlendirmek için bir kökün çevresine dilimlenmiş ve oyup çukurlaştırılmış betel cevizi palmiyesi yerleştiriyor.Acele ederseniz alternatif bir geçit bulabilirsiniz. Çünkü ağaçların büyümesi ve karşı yöne doğru uzaması için 10 yıl gerekiyor.

Vatansız bir 50 yıl

$
0
0
1964’te çıkan sürgün kararıyla İstanbul’dan ayrılan 45 bin Rum’un hikâyesi, ‘20 Dolar 20 Kilo’ projesiyle ilk kez kayıt altına alındı. Proje adını getirilen kısıtlamadan alıyor, çıkarken 20 dolar ve 20 kilodan fazlasına izin yok çünkü.16 Mart 1964 günü, İsmet İnönü liderliğindeki hükümet, “Türkiye-Yunanistan Arasındaki İkamet, Ticaret ve Seyrisefain Mukavelenamesi”ni tek taraflı fesheder. Bu karar, 1930’da hiç Yunanistan’a gitmeden Yunan uyruklu kabul edilen 13 bin İstanbul Rum’u için sınır dışı demektir. Çok sürmez, dokuz gün sonra açıklanmaya başlanan listelerle sürgün edilecekler belli olur. Listeler ilk günler gazetelerde yayımlanırken, bir hafta sonra bildirimler insanlara dördüncü şube tarafından bir gece önceden yapılmaya başlanır. Sürgün listelerinde adı olan ailelerin ülkeyi terk etmeleri için 48 saatle 10 gün arasında zamanı vardır.Karar Yunanistan pasaportlu 13 bin Rum’u etkilemekle kalmaz, onlarla evlenen Türk pasaportlu Rumlar da İstanbul’u terk eder. Bir yılın sonunda gidenlerin sayısı 45 bine ulaşır. 1964 Rum Sürgünü’nün şimdiye kadar konuşulmayan hikâyelerinin peşinden giden Salih Erturan ve Güney Ongun’un çalışmasının sonunda 20 Dolar 20 Kilo projesi ortaya çıktı. Babil Derneği (Bağımsız Araştırma Bilgi ve İletişim Derneği) tarafından gerçekleştirilen çalışma, Atina, Gökçeada (İmroz) ve İstanbul’da yapılan görüşmelerden oluşuyor.Projenin koordinatörü Salih Erturan, “Bu insanların dilleri dışında Yunanistan’la hiçbir ortaklıkları yoktu.” diyerek başlıyor söze. Dillerinde bile birçok şey birbirine uymazken, iki gün içinde bütün hayatları değişmiş:“Gidenlerin neredeyse tamamı 1964 yılına kadar Yunanistan’ı hiç görmemiş. Yunanistan’da yakını ya da akrabası yok. Bütün ailesi bütün kökenleri burada. Kendilerinden geçtim, babaları bile Yunanistan’a hiç gitmemiş. İçlerinde 80 yaşında ihtiyarlar da var, altı yaşında çocuklar da. Gidenlerin hepsine ‘vatana karşı casusluk faaliyeti içindeydim’ manasına gelen bir belge imzalatılıyor ve sınır dışı ediliyorlar.” Mallara sürgün kararı çıkmadan tedbir kararı konulmuş, banka hesapları dondurulmuş, gayrimenkuller ipotek altına alınmış. Sonrasında mallar kayyuma devrediliyor. Hatıralar, aile yadigârları geride kalmış. Bu süreci Güney Ongun anlatıyor: “Giderken biri babasından kalma ikonayı almak istemiş. ‘Tarihi eser kaçakçılığına giriyor’ diye kabul etmemişler. Kimse yanına bir şey alamadığı gibi, sonrasında da gayrimenkullerine sahip çıkmak isteyen mülk sahiplerini de işgalciler karşılamış. 1985’te Özal döneminde malların devriyle ilgili bir karar çıkıyor. Hakkını arayan yalnızca bir örnek biliyoruz, o da 20 yıl sonunda evini Türk bir müteahhide satarak işgalciyi çıkarabilmiş.”Gidenleri Yunanistan’da da gül bahçesi karşılamıyor. Zaten savaştan çıkmış olan ülkede, İstanbul’dan gelenler fazlalık. Hepsi İstanbul’da kendi işine sahip insanlar, orada sıfırdan başlıyor. Ongun’a göre bu süreç hem kırgınlık hem kızgınlık yüklü: “1964’te ilk geldiklerinde çok şaşkınlar. Yunan hükümeti onlara çok düşük bir para veriyor. İstanbul’da doğmuş büyümüş Rum kasap, bir sabah dükkanından alınıp sürgüne gönderiliyor. Beyoğlu’nun aranılan marangozlarından biri Yunanistan’da çıraklık yapmak zorunda kalıyor. İntihar vakaları oluyor.”Sonrasında İstanbul’a küsenler, gelmeyenler olsa da, gelenler de değişen şehir karşısında bir travma daha yaşamış. Erturan’ın konuştuğu Bayan Rita, bu örneklerden biri: “Kumbaracı Yokuşu’ndaki evinden ayrıldığında 20’li yaşlarında. Şimdi her yıl gelip burada Kumbaracı Yokuşu’na bakan bir otelde kalıyor. ‘Ne yapıyorsun?’ diye sorduğumuzda ‘Bakıyorum.’ dedi. Hangi yaşta giderse gitsinler bu insanların hayatının orta yerinden tren geçmiş gibi.”Erturan da bu travmayı başka bir örnekle özetliyor: “1960’lı yıllarda çıkarılan ‘Vatandaş Türkçe konuş’ propagandası Rum cemaatini çok etkilemiş. 1964 sürgün mağdurlarından biri Yunanistan’da Türkçe konuşan Rumları görünce şaşırmış hatta öfkelenmiş. Ama Atina’da saha çalışmasında konuştuğumuz insanlardan biri bile ben ‘Yunanistanlıyım’ demedi, hepsi ‘İstanbulluyum’ diyordu.”Erturan ve Ongun 25’ten fazla kişiyle görüşmüş. Bazıları isimlerinin yazılmasını istememiş, bazıları görüntü vermeye razı olmamış. 1964’te listede adı olan ve gönderilen 20 kişi hayatta. Çocukları torunlarıysa Yunanistan’da 50 yıllık bir maziyle yaşamaya çalışıyor.Yaşanan sürgünü en iyi anlatan hikaye belki de bu, Atina’ya yerleşen bir ailenin ilk günü. Yine adını vermek istemeyen bir anlatıcıdan:“Babam salata yapmaya başlayacaktı, anneme ‘Bıçağı versene.’ diye seslendi. Bir süre yanıt alamayınca yine sordu. Annem ağlayarak mutfağa gelip ‘Bıçak Heybeliada’da kaldı.’ dedi.”Sergi de açılacakProjenin bir sonraki adımı 4 Mart’ta Tütün Deposu’nda açılacak “20 Dolar 20 Kilo” isimli sergi. Mart ayı boyunca sürecek serginin ana odağı geçmiş, şimdi ve gelecek arasında bağ kurarak, içerisinde bulunduğumuz zamanda toplumlar ve kimlikler arası her tür ötekileştirme politikalarını ve önyargıları sorgulatmak. Sergide Atina, İmroz ve İstanbul’da gerçekleşen sözlü tarih çalışması ile beraber, döneme ait belge, arşivsel taramalar ve her tür görsel ve yazılı malzemeye yer verilecek. Daha sonraki tarihlerde Ankara ve Atina izleyicisiyle de buluşacak. 1964 Rum Tehciri kararnamesinin çıktığı gün 16 Mart’ta geniş katılımlı bir toplantı düzenlenecek. “20 Dolar 20 Kilo” projesi yıl boyunca sürecek. Projenin Türkiye ayağının son etkinliği de ekim ayında İstanbul Bilgi Üniversitesi ev sahipliğinde gerçekleştireceğimiz uluslararası bir sempozyum olacak.

Valizler otelden uçağa gidecek! - [Kuş Bakışı]

$
0
0
Bilet işlemlerinin elektronik ortamda gerçekleştirilmesi anlamına gelen ‘on line check-in’ yolculara büyük kolaylık sağlıyor. Avrupa’daki pek çok otel aynı mantıkla farklı bir hizmet yapıyor.‘Offsite check-in’ denilen uygulama ile havalimanına gitmeden valizlerinizi oteldeki uçuş görevlilerine teslim edebiliyorsunuz.Offsite check-in işlemi, otellerde özel güvenlik ortamı oluşturularak gerçekleştiriliyor. Uygulamada, sivil havacılık otoriteleri ile yerel güvenlik otoriteleri (valilik ve emniyet) etkin rol oynuyor.Ocak 2013’te offsite check-in işlemlerinin Türkiye’de de başlatılması kararı alındı. Fakat havalimanlarındaki fiziksel şartlar gerekçe gösterilerek izin verilmemişti. Çünkü sistem, yurtdışında terminal girişlerinde güvenlik noktası bulunmayan havalimanlarında işliyor. Yakın bir gelecekte Türkiye’deki birçok havalimanında da terminal girişindeki güvenlik noktaları kaldırılacak. Böylece offsite check-in işleminin Türkiye’de başlaması adına önemli bir engel daha kalkmış olacak.GÜVENLİK KALKIYOREvet yanlış okumadınız, havalimanı girişinde uzun kuyruklar oluşmasına ve zaman kaybına neden olan x-ray’ler nihayet kaldırılıyor. Milli Sivil Havacılık Genel Kurulu kararına göre, uygulama ilk etapta Ankara Esenboğa ve İzmir Adnan Menderes Havalimanında kaldırılacak. Antalya Havalimanı’nda özel güvenlik hizmeti sunan Securitas şirketi ise Yunanistan’da Heraklion ve Kos Havalimanı’nda offsite check-in işlemini başarıyla uyguluyor. Türkiye’de ise uygulamanın sorunsuz başlaması amacıyla Esenboğa ve Adnan Menderes Havalimanı işletmecisi TAV Havalimanları Holding, TAV Güvenlik ve emniyet birimleri gerekli hazırlıkları tamamlamaya çalışıyor. Eğitim Araştırma Denetleme Uzmanlar Kurulu’nun (EADUK) yapacağı denetimlerde herhangi bir eksiklik bulunmaması halinde, güvenlik noktaları mayıs veya haziranda kaldırılacak.Air France’in yatağa dönüşen koltuğuAir France, yeni business class koltuklarıyla yolcularına lüks uçuş deneyimi sunuyor. Tamamen açılabilen bu koltukların bir özelliği de ‘Full privacy (tam mahremiyet)’. Böylece yolcular gökyüzünde gerçek bir özel alanda seyahat edebiliyor. Air France’de 2016 yazına kadar kırk dört Boeing 777 tipi uçağındaki iki bin 102 koltuk tamamen yenilecek. Business class koltukları ayrıca yüksek çözünürlüklü görüntü sunan geniş dokunmatik ekrana da sahip. Fransızca, İngilizce, İspanyolca, Brezilya Portekizcesi, Çince, Japonca, Korece, Almanca, İtalyanca, Hollandaca, Rusça ve Arapça dilleri ile bin saatten fazla eğlence programı seçeneği bulunan ekranlar, yolcuya tablet bilgisayar konforu sunuyor.

Fişleme bir istihbarat hastalığı

$
0
0
Emniyet muhabiri Bayram Kaya, yıllardır izlediği istihbarat birimlerinin ‘fişleme’ hastalığını yazdı. 28 Şubat postmodern darbesini merkeze alarak fişlemeleri konu edinen ‘Sakıncalı Bürokratlar’ kitabında Kaya, fişlemelerin İttihat ve Terakki’den beri devam ettiğini söylüyor.Kitabınızın adı neden ‘Sakıncalı Bürokratlar’?Çünkü 28 Şubat sürecinde irticacı damgası yiyerek fişlenen bürokratın meslek hayatı son buluyordu. Batı Çalışma Grubu’nun (BÇG) toplumda oluşturduğu havadan dolayı da kimse, fişlenerek kamu kurum ve kuruluşlarından atılan devlet memuruna iş vermek istemiyordu. Tabiri caizse bu kişilere ‘vebalı’ gibi davranılıyordu. ‘Sakıncalı’ görülen bazı kişiler, baskıya dayanamayıp hayatına son verdi. Bu bürokratları, ‘sakıncalı/vebalı’ kılan ise sadece dini inanışları, namaz kılmaları ve eşlerinin başörtülü olmasıydı. Başka suçları yoktu!Kitabınızda bürokrasideki fişlemelerin yeni olmadığına ve geçmişte de yaşandığına dikkat çekiyorsunuz. O dönemler fişlemelere nasıl kılıf bulunmuş?Türk siyaset tarihinde fişleme hastalığı, İttihat ve Terakki döneminde başlıyor. Daha sonra Cumhuriyet Halk Partisi’nin uzun süreli iktidarı döneminde yaşanıyor. Bir devlet partisi haline geliyorlar ve istihbarat birimleri birer parti mensubu gibi davranıyordu. Bu sayede siyaset ve bürokrasi istenildiği şekilde dizayn ediliyordu.Aslında dünyanın farklı ülkelerinde de fişleme bir istihbarat hastalığı olarak yaşanıyor. Ama fişleme Türkiye’de daha ziyade önyargı ve toplumu dizayn için kullanılırken, pek çok ülkede devletin bekası ve güvenliği öncelik alıyor. Türkiye’de MİT’te ve İstihbarat Dairesi’nde bulunan irtica ile mücadele masaları bunun için var. Bir ülkede fişleme istemiyorsanız öncelikle bu birimleri kapatırsınız. Aksi durumda bu birimlerde görev yapan kişileri suçlayamazsınız. Çünkü bu memurları yargı önüne çıkardığınızda size görev tanımıyla ilgili olarak bilgilendirme yapacaktır. Kanunlarda ciddi yaptırımlar ortaya konulmadığı müddetçe fişlemeyi asla bitiremezsiniz.Bürokrasideki fişlemelerin, takiplerin sokağa indiği de oluyor. Sıradan vatandaş nasıl takılır ‘derin kulaklar’a?Zaman zaman istihbarat birimlerinden illerdeki vatandaşların dini inanışları, yaşantıları, cemaatlerin genel durumu ve mezhepsel yapılara dair bilgiler ayrıntılı olarak talep edilir. Aylık ya da yıllık bir rapor istenir. Tunceli Hozat’taki fişleme de bunun bir göstergesi. Yaşanan bu skandal, bir ilçe emniyet müdürü ya da amirinin tek başına vereceği bir karar değildir. Ortaya çıkmamış olsaydı kimsenin fişlendiğinden haberi olmayacaktı. Ancak küçük bir sızıntı, şehirdeki rezaleti ortaya çıkardı. Halen belli illerde, ilçelerde hatta köylerde de vatandaşlar mezhepsel yaklaşımlarına kadar yakından takip ediliyor. Şunu düşünebilirsiniz; vatandaşların kimlik bilgilerinin, zafiyetlerinin, hangi partiye oy verdiğinin, kilosunun, göz renginin, konuşma şeklinin ne önemi var? Fişleme bir hastalık ve bunla meşgul olan memurların hayatlarının bir parçası haline gelmiş.Emniyet ve bazı devlet kurumlarındaki tasfiyelerin önceki fişlemelere göre yapıldığı söyleniyor.Taraf Gazetesi’nde aralık ayında “Gülen’i bitirme kararı 2004’te MGK’da alındı” diye haberler çıktı. Hizmet Hareketi tarafından bu, belki de o zamanki askerin gücü düşünüldüğünden, makul karşılandı. Ama dershaneler, işadamları ve okullarla ilgili bilgilerin rapor edildiği yönündeki belgeler gösterdi ki, yok hükmünde kabul edilen MGK kararından itibaren, Cemaat mensupları takip altına alınmış. Özellikle bu dönemde hangi kurumda ne kadar Cemaat’e yakın daire başkanı, yardımcısı, şube müdürü ve memuru varsa hepsi hakkında detaylı bilgiler toplanmış. Aksi durumda bir hafta içerisinde binlerce kişiyle ilgili bilgiye ulaşmak mümkün değil.Tasfiyeler bize gösteriyor ki, bugün bu takipler aynı şiddetle devam etmektedir. Bu fişlemeler de en üst düzeyden gelen talepler sonucunda yapılıyor.Yeni dönemde bir kuruma eleman alınacaksa Cemaat ile herhangi bir bağının olup olmamasına dikkat ediliyor. Bunun için söz konusu şahıslarla ilgili olarak MİT kapsamlı bir çalışma yapıyor. Bu kurumların raporları doğrultusunda alımlara onay veriliyor. Cemaat mensuplarını belirlemek için MİT bünyesinde özel bir birimin kurulduğu da iddia ediliyor.Sizce, emniyet içindeki fişlemeler ne zamandır yapılıyordu?Her ne kadar siyasi irade, yaşanan fişlemeleri bürokrasinin idari tasarrufu olarak lanse etse de gerçek hiç de öyle değil. Çünkü görevden almaların, daha önce Milli Eğitim Bakanlığı (MEB) ve Başbakanlık gibi kurumlarda da ortaya çıkan fişlemelerle yakından ilgisi söz konusu. Yine cemaatlerin takip edilmesi talimatı AK Parti hükümeti döneminde başlıyor. 2009 yılında İstihbarat Dairesi Başkanlığı görevinden alınan Ramazan Akyürek’in yerine getirilen dönemin Konya Emniyet Müdürü Hüseyin Namal, Türkiye genelindeki il istihbarat şubelerine irticai yapılanmaların yakından takip edilmesi yönünde bir talimat gönderiyor.Namal imzalı belgede özellikle, “dinî motifli terör örgütleri” tabiri yerine irticai yapılanmaların takibi adı altında kapsamı geniş ifadeler kullanılıyor. Bu bilgilerin ardından istihbarat birimleri, özellikle bazı cemaat mensuplarını yakından takibe almıştı. Burada özellikle de Hizmet Hareketi ile irtibatlı bürokratlarla ilgili bazı bilgiler elde edilmişti. Şartların oluşmamasından dolayı bu uygulama hayata geçirilememişti. Fakat 2013 yılında şartların uygun hale gelmesiyle fişleme bilgileri MİT ile paylaşılmaya başlandı.Bu listeler ilk 7 Şubat 2012’de Hakan Fidan ile birlikte dört MİT mensubunun KCK Savcısı Sadrettin Sarıkaya tarafından ifadeye çağrılmasıyla devreye sokuldu. Bu kapsamda İstanbul Emniyet Müdürlüğü’nde görevli bazı kişiler, baskılar sonucunda görevden alındı. Ara dönemlerde de bazı görevden almalar yaşandı. Ancak bunlar pek fazla dikkat çekmedi. Son olarak 17 Aralık 2013’te yapılan yolsuzluk ve rüşvet soruşturmasında fişlemeler tamamen raftan indirildi. Hizmet Hareketi’ne sempati duyduğu düşünülen yaklaşık 6 bin polis görevden uzaklaştırıldı. Binlerce kişinin bir hafta içerisinde görevden alınması da istihbarat birimleri tarafından planlı bir fişlemenin yapıldığını açıkça ortaya koyuyor.Milli Görüş’e de örgüt demişlerKitapta, 28 Şubat da Milli Görüş camiasının ‘terör örgütü’ olarak fişlendiğini yazıyorsunuz.28 Şubat sürecinde Batı Çalışma Grubu’nun hedefinde öncelikli olarak Refah Partisi (RP) ve Milli Görüş camiası vardı. Bu kapsamda da ele geçirilen belgeler arasında parti ve Milli Görüş ile ilgili çok sayıda evrak bulunuyor. En dikkat çeken ise “Türkiye’de irticaî örgütler ve faaliyetleri” başlıklı sunum. Burada irticaî örgütler, Milli Görüşçüler, dinî motifli terör örgütleri ve radikal dinî gruplar olmak üzere dört ana başlığa ayrılmış. Ayrıca Refah Partisi hükümeti de tehlike olarak gösteriliyor. 28 Şubat’ta BÇG’nin bir çalışması söz konusu iken, bugün MİT’te çalışma yapıldığı aşikâr. Edindiğimiz bilgilere göre de burada sadece Hizmet Hareketi değil, diğer cemaatlerin de tehlikeye gireceği ifade ediliyor. Özellikle de Fethullah Gülen Hocaefendi ile ilgili kamuoyuna yansıyan ses kayıtları çalışmaların bir sonucu gibi duruyor.

Bir rembetiko yolculuğu -[Haftanın Albümleri]

$
0
0
Türk müzikseverler Çiğdem Aslan ismini yeni yeni duysalar da aslında o, özellikle Avrupa’da çok iyi bilinen bir isim.Aslan, ülkemizde yayınlanan Mortissa isimli çalışmasında, dinleyicileri 1920 ve 30’larda geçen büyülü bir İstanbul, Atina, Selanik ve İzmir yolculuğuna davet ediyor. Türkçe ve Yunanca söylediği smyrneika ve rembetiko şarkılarını, geçmişin tozlu raflarından alıp özgün sesi ile tazeleyip gün ışığına çıkarıyor.Koliva ile Yüksek Dağlara DoğruSon yıllarda Karadeniz müziği yapan çok kaliteli topluluklar ortaya çıkmaya başladı. Koliva da onlardan biri. Konserlerinde farklı dillerde şarkılara yer veren grup yeni albümleri Yüksek Dağlara Doğru’da da bu hassasiyeti devam ettiriyor. Koliva, yöresel enstrümanları ön plana çıkarırken bir taraftan da bize çok sesli bir müzik şöleni sunuyor.Neslihan Engin’in Yara’sıNeslihan Engin adı müzikseverlere daha önce birçok albümden, müzisyen olarak göz kırpmıştır. Engin, bu sefer kendi albümüyle karşımızda. Yara adlı albümünde, 60’ların ve 70’lerin Türkçe pop ezgilerini duyumsuyorsunuz. Akordeonlar ve rock tınıları da size eşlik ediyor. Engin, Türk sanat müziğinden rock’a, pop’tan arabeske bizi taşırken geçmiş ve günümüz tınıları büyük bir uyumla birbirine karışıyor.

İncesaz bizim arka bahçemiz

$
0
0
İncesaz, yeni albümü Geçsin Günler’i müzikseverlerle buluşturdu. Grubun kurucuları Cengiz Onural ve Murat Aydemir, İncesaz’ın hiçbir zaman popülerlik kaygısının olmadığını, bu yüzden de ona kimseyi dokundurtmadıklarını söylüyor.Yeni albümünüz Geçsin Günler’in hikâyesinden biraz bahseder misiniz?Cengiz Onural: Birkaç sene evvel bir konser yaptık. Seyirci açısından kozmopolit bir ortam vardı. Farklı bir repertuvar hazırladık. Bu albümde yer alan Geçsin Günler, Üsküdar ve Aşk Masalı adlı üç şarkıyı çaldık. Hepimizin hoşuna gitti. Baktık ki bu şarkıları biz de dinleyiciler de çok sevdi, almaya karar verdik. Geçsin Günler’i ise insanlar hep baştan sona okuyorlar. Bu, Türkiye’de çok az şarkıya nasip olacak bir şeydir. Bizi de çok duygulandırdı. Albüme ismini verdik.Bu albümde Dilek ve Derya Türkan yer almıyor. Bunun sebebi nedir?Murat Aydemir: İncesaz’ın 8 albümü var. Bunların üç tanesi enstrümantal. Eylül Şarkıları’nda Melahat Gülses, Elif albümünde Cengiz Özkan solistti. Dilek Türkan, Mazi Kalbimde ve Kalbimdeki Deniz’de solist olarak yer aldı. Yani İncesaz’da baştan beri solistler değişti. Son iki albümü Dilek Türkan ile yapmış olmamız, dinleyicide daimi solisti algısı oluşturdu. Yeni albümde yeni solistle çalıştık. Bundan sonraki albümde de pekâlâ başka solistle çalışabiliriz. Derya’nın ayrılığı da tamamen kişisel bir durum ve saygı duyuyoruz.Yeni solistiniz Ezgi Köker’i dinleyiciler İncesaz’a çok yakıştırdı... M.A.: Ezgi ile çok eskiden beri tanışıyorum. Zaten Cumhurbaşkanlığı Klasik Türk Müziği korosunda birlikte çalışıyoruz. Albüm için farklı solistler de dinledik. Solist seçmek kolay bir şey değil. Sonuçta bizim arka bahçemiz olan İncesaz’a girip çıkacak, bir şeyler ekip biçecek birini davet ediyorsunuz. Ezgi’nin çok temiz ve özel bir sesi var. İncesaz’la uyumlu olduğunu da çok fazla insandan duyduk. Biz onu kendi bahçemize çekmiş olduk. Bora Ebeoğlu ile de zaten ilk albümden itibaren çalışıyoruz.Hazır tutmuş bir tarz varken yeni arayışlara girmenizin sebebi nedir?C.O.: Biz İncesaz’ı tutsun diye yapmadık bir kere. Kafasında duvarlar olmayan insanlarız. Başrolde kanun, tambur, kemençe olmak üzere, akordeondan kavala, senfoni orkestrasından Batı klarnetine kadar birçok enstrüman denedik. Denemeye de devam edeceğiz.M.A.: İlk albümümüz Eski Nisan’ı dönüp bugün bir daha yapsak bambaşka bir şey yaparız. Çünkü tekamül ediyoruz. Her gün yeni şeyler öğreniyoruz. Müzik zevkimiz değişiyor, O yüzden her albümde kendiliğinden farklı bir şey olması gerekiyor.Biraz da popüler bir şeyler yapıp para kazanalım dediğiniz olmadı mı?C.O.: Olmadı. Hiçbirimiz İncesaz’dan geçinmiyoruz. Biz mütevazı insanlarız, zengin değiliz. İncesaz’ı para kazanmak için yapmadığımız için ona da kimseyi dokundurtmuyoruz. Ne piyasa şartları dokunabiliyor ne de yapımcımız. Çünkü bunları dert ederseniz bir süre sonra neden böyle bir şarkı yapmıyorsunuz diyen dinleyici de sizi yönlendirebilir. Buna kendinizi kaptırırsanız çiçeğinizi hep aynı renkte açtırmaya başlarsınız. Peki kendinizi ve müziğinizi popüler ortamdan nasıl koruyabiliyorsunuz? Nasıl bu kadar naif kalabiliyorsunuz?M.A.: Üzerinde maddi manevi bir baskı olmadığı için kendi yolunda yürüyor. Hiç dinlenmeseydi, belki biterdi. Ama rağbet görüyor.C.O.: Herkesin bulunduğu bir ortamda ilk önce bağırarak konuşan insan dikkat çeker. Ama bir süre sonra bağıranları değil de sakin ve tutarlı insanlara yönelirsin. Müzik piyasasını buna benzetsek reklamı ve tanıtımı çok güzel yapılmış işler çıkıyor. İçi doluysa uzun süre ilgiyi hak ediyor. Değilse sadece o an için dikkati çekiyor. Bizim böyle bir derdimiz yok zaten. Dikkat çekmesek de kırılmıyoruz. Öyle bir beklentimiz yok.Müzik piyasası dahil ülkede herkes yüksek perdeden konuşuyor. Çevrenizdeki bunca gürültü sizi rahatsız ediyor mu?M.A.: Bizim bu konuda yapabileceğimiz bir şey yok. Sanat, toplumda, demokratik ortam ve ekonomik rahatlıklar elde edildikten sonra yönilenecek bir şeydir. Huzursuz ve ekonomik rahatlığı olmayan insanın sanatla uğraşacak durumu olmaz. Ben bir şarkı yapacağım, insanlar bütün dertlerini unutacak şeklinde bir durum yok.C.O.: Türkiye’de bugüne kadar birçok kez insanların evlerinin önünden, tanklar, savaş tehditleri, ırkçılık, terör tehditleri geçti, geçiyor. İncesaz, bizim arka bahçemiz. Bu gürültüye arkamızı dönmek için İncesaz’ı yaptık zaten. Biz o kaosu, problemlerimizi bir an için bahçenin önünde bırakıyoruz. Bunu samimi ve dürüst bir şekilde yapıyoruz ki, dinleyiciler de o an için bu sıkıntılarını unutuyor.İNCE SAZ DAĞILIRSA ÖNCE BİZ MAHRUM KALIRIZÖzellikle gençlere Türk müziğini tanıtmak adına büyük bir misyonu yerine getirdiniz. Yola çıkarken Böyle bir hedefiniz var mıydı?C.O.: Yola çıktığımızda böyle bir hedefimiz yoktu. Hâlâ da yok. Buna vesile olduğumuz için seviniyoruz ama hedefimiz, Türk müziğini sevdirmek, yaygınlaştırmak değil. Bununla ilgili başka mecralar var. Bizim derdimiz, kendi müziğimizi doğru düzgün yapmak. En azından şuna seviniyoruz; insanlar artık klasik kemençeyi görünce, “Haçan Karadeniz’in neresindensin?” sorusunu daha az soruyor. 17 yıl boyunca nasıl birlikte kalabildiniz. Hiç mi kavga etmiyorsunuz?M.A.: İncesaz’ın para ve popülerlik derdi olmadı. Bizi hep güzel müziğin bir arada tuttuğunu düşünüyorum. Çünkü İncesaz dağılırsa o müzikten başta biz mahrum olacağız.Önümüzdeki günlerde dinleyiciler neler görecek sizden?C.O.: Dünyanın prestijli orkestralarından biri ile birlikte çalışmayı çok istiyoruz. 3 Nisan’da Zorlu PSM’de ünlü Yunan şarkıcı Haris Alexiou ile birlikte bir konser vereceğiz.Artık insanlarda “İncesaz İstanbul’un müziği” gibi bir algı oluştu…M.A.: Bunu biraz biz de istedik. Hep şarkılarımızda bir İstanbul’a öykünme durumumuz vardı. İnsanlar da yakıştırdı. Ülkenin müziği diyemeyiz belki ama günümüz İstanbul’unun müziği diyebiliriz. C.A.: Dünyanın her büyük metropolünde bir anlamda da o şehrin kendine ait özgün bir müziği vardır. İstanbul da böyle bir şehir. Belki onun da öyle bir sese ihtiyacı var ve belki de bir kısmını biz karşılıyoruz.

AK KEMALİZM’E DOĞRU

$
0
0
Bir dönem ideoloji olup olmadığı tartışılan Kemalizm; MGK, YÖK ve MEB’in yanı sıra siyaset kurumunu da etkisi altına almış durumda. Türkiye’nin bugünkü siyasi ortamını değerlendiren aydınlar, ulusalcı, laikçi, Kürt Kemalizm derken, şimdilerde muhafazakar-demokrat, İslâmcı bir AK Kemalizm’in siyaset sahnesine çıktığını söylüyor.Türk siyasi tarihi yaşanan her darbeyle, verniklenip cilalanan Milli Güvenlik Kurulu’ndan YÖK’e, MEB’den orduya kadar uzanan Kemalist rejimin izleriyle dolu. Zamanla devlet organlarına hâkim olmaya başlayan ve resmileşen Kemalizm, okullar, camiler, halk evleri, mecburi askerlik hizmeti derken eğitim kanalları vasıtasıyla halka da aşılanır, devletin bütün organları bu akımın kodlarıyla yönetilirken, siyaset kurumu da payına düşeni alır. 12 Eylül darbesiyle demokratik ve çoğulcu siyaset yasaklanır. Zira siyasal partiler ve seçim yasası incelendiğinde Kemalist zihniyetin en çok siyaset kurumunda yaşadığı görülür. Buradan yola çıkarak, bir dönem ideoloji olup olmadığı tartışılan Kemalizm’in, Türkiye’nin bütün renklerini etkisi altına aldığını söylemek mümkün. Ulusalcı, laikçi, Kürt Kemalizm’i derken içinde bulunduğumuz dönemde de İslamcı ya da muhafazakâr Kemalizm’in boy gösterdiği yorumu ise son dönemde yaşananlara farklı bir noktadan bakmayı sağlıyor. Zira muhafazakâr, demokrat, İslamcı diye bildiğimiz kişi veya grupların şimdilerde Kemalistleşme yolunda hızla ilerlediği görülüyor. Türkiye’nin resmi ideolojisi Kemalizm’in AK Parti iktidarını da etkisi altına aldığı yorumları meseleyi incelemeye sevk ediyor. Dün din dışı bir laiklik anlayışına yaslanan, toplumu şekillendirmeye çalışan jakoben Kemalizm’in, bugün dindar aktörlerle aynı işlevini icra ettiği iddiası da düşündürüyor.Demokrasi reformundan jakoben zihniyeteİktidara geldiği günden bu yana 11 yıl içinde birçok demokratikleşme reformları yapan, askeri vesayete karşı duran, Ergenekon ve Balyoz yapılanmalarıyla mücadele başlatan, ileri demokrasiye ülkeyi biraz daha yaklaştıran şüphesiz AK Parti. Ancak iktidar bir yandan demokrasi açılımlarıyla vesayeti, darbeleri tarihe gömerken, öte taraftan cemaatleri bitirme planına ortak olma, fişleme, özel teşebbüsleri engelleme ve yargıya müdahale edip savcı ve polislerin görev yerini değiştirmesiyle endişelendiriyor.Endişenin sebebi, bir anlamda tarihin tekerrür ediyor olması. 1923-1927 yılları arasında, Mustafa Kemal Atatürk, bütün alternatif kadro ve siyasal projeleri tasfiye ederek Kemalizm söyleminin benimsenmesine zemin hazırlar. Tasfiye sürecinde, Takrir-i Sükûn Kanunu ile olağanüstü yetkileri üzerinde toplar. Gazi Paşa’ya bağlı İstiklal Mahkemesi başkan ve üyelerinin kararlarına müdahale edilir. 1927’ye gelindiğinde de, kendisine muhalefet edebilecek hiçbir siyasi kadro kalmaz. Bu durum, AK parti iktidarının yargı ve emniyete müdahalesinin yanı sıra bilumum kanunlarda ani değişiklik yapmasıyla benzerlik taşıyor. Temelde zıt görünen Atatürkçü ve İslâmcı iki çizginin nasıl aynı noktada durabileceği sorusu ise zihinleri kurcalıyor. Hal böyle olunca, ‘Demokrasi özlemi sınırları aşan millet, değişmeyen bir devlet zihniyetiyle imtihan mı oluyor?’ sorusu cevabını bekliyor. Kemalizm kodlarını yansıtan bir diğer konu ise Başbakan’ın dile getirdiği ‘partili cumhurbaşkanlığı’ sistemi. 1930 ve 1940’lar Türkiye’sinde uygulanan bu sistemin temelinde kuvvetler birliği ilkesi vardı. Sistemin adı da resmen ‘şef sistemi’ olarak geçiyordu. Geçmişteki partili cumhurbaşkanlığı tecrübelerine bakınca, bugünün Türkiye’si için tehlikeli sonuçlar doğurabilecek bir sistem olduğu yorumları yapılıyor. Ama başbakanın bu sözünden, hem başkanlık hem de parti liderliği yapmak istediği anlaşılıyor. Tıpkı Mustafa Kemal Atatürk gibi. Böylesi bir rejime sahip, bir tane bile demokratik ülke yokken, başbakanın Rusya tipi başkanlık sistemi isteği düşündürüyor. Bu sistemde Başkan’ın üzerine yüklenen maksimum yetki sayesinde sistem içerisindeki denge ve denetim mekanizması genellikle Başkan’ın lehine çalıştırılıyor. Hal böyleyken, başkanlık sistemi isteğiyle otoriter, kurtarıcı, yanılmaz özelliklere sahip bir ‘ulu şef’ sanrısı oluşmasına kapı aralanıyor.Başbakan etrafında oluşturulan mitos12 Eylül referandumundan sonra elinde Türkiye’nin önünü tıkayan yapıları değiştirme imkânı olduğu halde, AK Parti’nin neden ağırdan aldığı büyük bir muamma olarak önümüzde. Vatandaş buna cevap ararken, Kemalist söylemin giderek AK Parti içinde yer aldığına şahitlik ediyor. Havuz medyası aracılığıyla her gün ‘Tek’çi anlayışı destekleyen yeni bir söylem zikrediliyor. “Tayyip’i üzmek, Allah’ı üzmektir. Recep Tayyip Erdoğan, bizim için ikinci bir peygamberimiz gibidir. Başbakan’ımızın doğduğu şehirler de mübarektir. Başbakan’ımız adeta ikinci bir Mustafa Kemal Atatürk gibi reformlar yapmaktadır. Erdoğan, Türkiye’nin ezeli ve ebedi başkanıdır. Adam izindeyiz” gibi parti liderine kutsiyet atfeden ifadelerle Başbakan’ın şahsı etrafında bir mitos oluşturuyor. Neredeyse Cumhuriyet’in kurucu neslinin, aynı ölçüsüz övgüleri o dönemde Atatürk için “Kâbe Arab’ın olsun, Çankaya bize yeter” ya da “Sen Rabb’ın yarısısın, yerin üstünde fakat Türklüğün Tanrısısın” diye dizeler yazması gibi.Gezi Parkı olaylarıyla başlayan, 17 Aralık yolsuzluk ve rüşvet iddiası operasyonuyla daha tırmanan baskı hali bitmek bilmiyor. Bir ülkede nereye ne inşa edileceğinden, kaç çocuk yapılacağından, medyanın nasıl haberler yazacağından tutun da polis, savcı ve hâkim ataması gibi konularda ‘tek’ belirleyici olmak demokratik bir rejimin gerekleriyle uyuşmuyor. Bu noktada AK Parti iktidarına dair yapılan ‘İslâmcı Kemalist’ yorumlarını konunun uzmanlarına sorduk. “AK Parti, geldiği nokta itibarıyla Kemalist kodları işaret eden davranış sergiliyor mu? Hem Kemalist hem de muhafazakâr-İslamcı olunabilir mi? AKP’nin ve Başbakan’ın kutsanmasının siyasi ve sosyolojik ne gibi etkileri olur?” gibi merak edilen soruları aydınlar değerlendirdi.Gazeteci-yazar Hayko Bağdat AK Parti’nin birden Kemalist refleksler sergilemediği kanaatinde. Bağdat, AK Parti’nin tıpkı kendisinden önceki iktidarlar gibi, uzun süredir Kemalizm kodları taşıdığını, devlet enstrümanlarını kullandığını düşünüyor. Uzun süre ‘Kemalo-İslamism’ başlıklı makaleler yazan Doç. Dr. İhsan Yılmaz, “Kemalizm’e benzer yeni bir sivil din doğuyor.” diyor. Yılmaz, artık etrafta, binalarda, billboardlarda ve bazı kamu binalarında Atatürk resminden daha çok Erdoğan resmi olduğunu belirtiyor. Yazar Prof. Dr. Mehmet Altan da, AKP’nin Kemalizm’den demokrasiye geçmediği, mevcut vesayet yapısının dümenine geçtiği kanaatinde. AK Parti’nin Kemalistleştiği iddiasını, konjonktürel bir polemiğin tezahürü olarak gören SDE İç Politika ve Demokratikleşme Koordinatörü Dr. Murat Yılmaz ise “AK Parti’nin Kemalist olması, ontolojisi itibarıyla mümkün değildir.” diyor.AKP, yolsuzluk suçlaması tahribatını azaltmak için Atatürkçülüğe yanaşıyorÖmer Laçiner (Gazeteci-yazar): 1949’da seçimi kaybetme ihtimaline karşı CHP’nin ‘İslâmcı-muhafazakâr ‘addedilen Şemsettin Günaltay’ı başbakanlığa getirmesi ile şimdilerde AKP’nin yolsuzluk suçlamasının yapacağı ciddi tahribatı azaltmak ve örtmek için Atatürkçülüğe yaranmaya ve yanaşmaya çalışması aynı şey. Atatürkçülük ve İslamcı-muhafazakârlık, koşullar ve tarihsel bağlam içinde öyleymiş gibi gözükse de, ortak temel/kabuller nedeniyle asla ‘gerçek zıtlar’ değiller, olamazlar. Örneğin gayrimüslimleri ‘şüpheli’, ‘yabancı’ addetmek, başta Kürtler olmak üzere Türk olmayan Müslüman etnisitelere karşı ikircikli bakış bu ortak kabullerden biri. Ermeni katliamı ortak tabudur. Türkiye toplumunun ‘sıradan insanları’nın zihnen yetkinleşebileceklerine inanmamak veya onların siyaseten aktif olmalarını ‘sakıncalı’ sayıp, demokrasiyi şekilselliğin ötesine taşımamak, bunun yerine ‘lider kültü’nü pompalamak da o ön ve ortak kabuller arasındadır. Bu bakımdan bugün Recep Tayyip Erdoğan’a ‘Allah’ın vasıflarını üzerinde toplamış kişi’ diyen ve sırtı sıvazlanan AKP’li mebus, 1930’larda Mustafa Kemal için ‘Fani olmasaydı o da tanrıydı’ mısrasını döşenen CHP’li şairin yeşilimsi bir kopyasından başka bir şey olmuyor.Ontolojisi itibarıyla AK Parti’nin Kemalist olması mümkün değilDr. Murat Yılmaz (Siyaset bilimci): Kemalizm’in dönemlere ve güç dengelerine göre değişen birçok versiyonu vardır. Bunların ortak paydası bürokrasinin hâkimiyetidir. Bu bakımdan AK Parti’nin Kemalist olması ontolojisi itibarıyla mümkün değildir. Nitekim bugünkü tartışmalarda AK Parti ile mücadele eden yapının, sıklet merkezinin yargı ve emniyet bürokrasisi olması kayda değerdir. Bürokratik rejimin tasfiyesinde rol üstlenen bu yapının ve bazı aydınların, karşı oldukları 27 Mayısçı tezleri AK Parti’ye karşı savunması manidardır. Problem, bürokratik vesayetin tasfiyesinden sonra kurulacak yeni Türkiye ve yeni rejimdeki güçler dengesinin nasıl kurulacağıdır. Her büyük değişim döneminde, değişim süresi uzadıkça korku ve endişelerin artması muhtemeldir. AK Parti’nin otoriterleştiği ve liderinin kutsallaştırıldığı iddiaları, AK Parti ve Erdoğan aleyhine her şeyin bir kampanya halinde söylendiği bir zamanda inandırıcı değildir. Türkiye’de temel mesele, AK Parti’den ziyade muhalefetin değişime ayak uyduramamasından kaynaklanmaktadır. Bugün Kemalizm özellikle eğitim alanında yeniden üretilmektedir. Türkiye’de demokratik ve sivil anlayışı savunanların bu alandaki reformlara yönelmesi isabetli olacaktır.YÖK, Diyanet gibi devlet kurumları feshedilmedi, güç pekiştirmek için kullanıldıDoç. Dr. Teyfur Erdoğdu: Kemalist yerine Türkçe konuştuğumuz için Kemalci demek daha doğru. Halkın büyük bir kısmının sevmese de hatta muhalif de olsa bu akımdan etkilendiği muhakkak. Önemli bir dönüm noktasını teşkil eden 80’li yıllarda Kemalciliğin YÖK, Milli Güvenlik Kurulu, inkılâp tarihi dersleri, yeniden tasarlanan Milli Eğitim Bakanlığı, Diyanet ve askeriye gibi yeni/eski vasıtalarla güçlendirildiğini görüyoruz. Kısaca iktidarın ve toplumun tüm aygıtları 80’den sonra Kemalcilik akımı ile yeni bir tasarıma tabi kılınmak istendi ve büyük oranda da başarıldı. Hem bu memleketin çocukları olarak Kemalci eğitimden geçmiş olanlar (İmam hatip mezunları da buna dâhildir) hem de on yılı aşkın süredir iktidarda bulunanlar da bu akımdan etkilendi. Bu etkinin üzerine gitmek belki bir çözüm olabilirdi, ancak on yıl içinde bu alanda yapılanlar çok zayıf kaldı. Ele geçirilen siyasi iktidardan sonra Kemalci zihniyet ile kurulmuş YÖK, Milli Güvenlik Kurulu gibi kurumları feshetmek, Milli Eğitim Bakanlığı ve Diyanet gibi kurumları da Kemalci ‘makbul’ vatandaş yetiştirme kurumları olmaktan çıkarmak yerine, kendi gücünüzü pekiştirmek için kullanmaya başladığınızda, ters etki altında kalarak Kemalciliktrak tepkiler göstermeye başlarsınız. Bu, izlenen siyasaların ve takınılan tavırların doğal sonucudur.Kemalizm’e benzer yeni bir sivil din doğuyorDoç. Dr. İhsan Yılmaz: AKP’nin Erdoğan yönetiminde giderek Kemalo-İslâmist bir parti haline geldiğine inanıyorum. Kemalistlerin alamet-i farikalarından olan tepeden inme sosyal mühendislik metotları ve devlet imkânları ile yeni bir nesil (dindar nesil) amacında olduğunu hem Erdoğan’ın beyanatlarından hem de bazı uygulamalardan anlıyoruz. Kemalistlerin, kendilerini tanımlarken kullandıkları öteki olgusuna, Kemalo-İslamist AKP de ihtiyaç duyuyor ve kendi benimsediği kesimler dışındakileri sadece ötekileştirmekle kalmıyor onları bazen düşmanlaştırıyor bazen de şeytanlaştırıyor.‘Gavur İzmir, Aleviler (…biliyorsunuz, Sayın Kılıçdaroğlu, kendisi Alevi...), çapulcular, ayyaşlar ve Haşhaşiler’ bunların en somut örnekleri... ‘Milli irade’ kavramı kullanılarak aynen Kemalizm’de olduğu gibi bir otokrasi inşa edildiğini söylemek mümkün. Atatürk de halkın kendisini sevdiğini düşünür ve kendisini Meclis’ten üstün görürdü. İstiklal Mahkemesi reislerine kime hangi cezayı vereceklerini dikte ederdi. Erdoğan da bugünlerdeki gibi yargıyı kendine bağlamaya çalışma teşebbüsleriyle hem Meclis’teki vekillerin etkinliğini çok yüksek oranda yok ediyor hem de ‘benim valim, benim polisim’ söylemleriyle otokratik eğilimlere sahip olduğunu gösteriyor. Kefenle Erdoğan’ı karşılayıp “Öl de, ölelim” diyen acayip tipler, görünürlük kazanmaya başladı. Erdoğan’a ‘ezeli ve ebedi lider’ diyerek, övgüde bulunanlara her gün bir yenisi ekleniyor. Erdoğan’ın partisinden ayrılanlara ‘hain’ deniliyor ve istifa eden bazı milletvekilleri “İstifa ettiysem kafir mi oldum?” şeklinde açıklamalar yapmak zorunda kalıyor. AKP’nin kutsanması sonucunda toplum iyice gerilir. Barış içinde bir arada yaşamak zorlaşır. Farklı hayat tarzları kendilerini tehdit altında hisseder. ‘Erdoğancı’ gençlik radikalize olur. AKP’yi eleştirenlere sıklıkla ‘nankör’ denilmeye başlar. Hrant Dink örneğindeki gibi şeytanlaştırılan bazı birey ve gruplara saldırılar başlayabilir. Kemalo-İslâmistlik, Erdoğancıların din anlayışı haline geldi ve onlar da bunu topluma empoze etmeye çalışıyor. Metotları Kemalizm’le tıpatıp aynı içerik ise çok benzer. Ayrıca Kemalizm’in buyurgan ve jakoben üslubuyla “Bu ülkeye İslâm gerekiyorsa onu da biz getiririz” gibi, antidemokratik tavırları da Erdoğan’da görüyoruz. Kimin ne giyip içeceğine, kaç çocuk yapacağına meydanlardan sıklıkla ayar veren bir yönetici portresi var. “Ne istediniz de vermedik?” söylemi ile devlet yerine kendi şahsını koyan ve de vatandaşına ulufe dağıtılan teba nazarı ile baktığını açık eden bir tipoloji ile karşı karşıyayız.Başbakan kurtuluş savaşı ilan etti, başkomutanlık yetkileri istiyorHayko Bağdat (Gazeteci-yazar): AKP’nin Kemalist tutumu yeni değil, ancak camiadaki insanlar bunu yeni fark etmiş, acısını yeni yaşıyor olabilir. Türkiye’de Kemalizm makbul bir vatandaş istiyorsa ve makbul vatandaşın dışında kalanlara birtakım yaptırımlar uyguluyorsa bu yeni bir şey değil, hep vardı. Bugün Fethullah Gülen Hareketi paralel devlet kurmakla itham ediliyor. Ben, devlet içinde her inanç grubunun her görevi yapabilme hakkı olduğunu düşünüyorum.Ancak Fethullah Gülen cemaati bilinçli ya da değil, devlet mekanizmalarına talip olduğu algısı verirse, açtığı okullarla ya da yetiştirdiği çocuklarla değil de devletin bugün işlediği bütün suçlarla, elini bulaştırdığı bütün pisliklerle anılır. Eğer bu savcı ve polisler Cemaat’tense Cemaat bunun altında kalır. Bu noktada Camia özeleştiri yapmalı. Bunun dışında ben Başbakan gibi bu polis ve savcıların örgüt kurup darbe yapmaya kalkıştığını düşünmüyorum. AKP eski devlet dediğimiz yapısına sahip tavırlarının dozajını artırdı. Makbul olmayan vatandaşları işaretlemek için onları gayri ahlaki ve gayri İslâmi olmakla suçladı. Kemalizm makbul olmayan vatandaş ölçülerini farklı dilde yaparken, Başbakan muhafazakârlık, İslâm ve ahlâk üzerinden yapıyor. Mesela BDP çizgisine yakın insanları, ‘Allah’sız, Leninist’ olmakla suçladı. Kılıçdaroğlu’nu ‘Alevi’ olmakla meydanlarda yuhalattı. Fethullah Gülen’i ‘yalancı peygamber’likle, grubunu gayri İslâmi olmakla suçluyor. Tabii bana göre Gülen daha Müslüman, orası ayrı. Bu ülkede ne zaman milli hassasiyetler devreye sokuldu, o zaman cinayet işlendi. Başbakan, bu milli ve dini hassasiyetleri uzun zamandır kaşıyor. Bugün devleti kutsama adına söylenen her söz, bunların siyaset yapma üslubunun tekrarı. Yeni bir şey yok. Tek yeni olan Başbakan, bir kurtuluş savaşı ilan etti. Ülke işgal altında, vatan hainleri cirit atıyor. Acil bir kurtuluş savaşı başlatmak lazım. Bunun için de Başbakan, başkomutanlık yetkileri istiyor. Zamanında M. Kemal’in ‘Vakit yok, bütün yetkileri tek kişide toplayalım’ demesi gibi. Aynısını istiyor. İnternette bilgi, belge paylaşılıyor ‘Verin bana yetki, bunların hepsini engelleyeyim’ diyor. Hâkimi, savcıyı sürüyor. 5 gün sonra bir daha, 15 gün sonra bir daha sürüyor. Sürüm sürüm süründürüyor, itaat edene kadar. Toplumu ikna edemeyeceği kesin ama kendi tabanını, kefenlileri ikna etmek için büyük bir korku salıyor. Bütün antidemokratik hareketlerine destek verilmesini bekliyor.Dün otoriter laiklik vardı şimdi otoriter siyasal İslâm varProf. Dr. Mehmet Altan: Otoriterleşen, 17 Aralık’tan sonra da totaliterleşme eğilimi gösteren bir siyasal iktidar, kaotik bir şekilde çöken mevcut 12 Eylül rejiminin muhtemelen son ‘dindar Kemalist’ yönetimi. Başbakan Erdoğan ‘Laik Kemalizm’ yerine ‘Dindar Kemalizm’ ile yönetilen bir Türkiye peşinde. Kemalist gençlikten dindar gençliğe. Rakıdan ayrana. Hep aynı kod ve formüller. Hele son “Milli ordumuza kumpas kuruldu” söylemi bu zihniyet ve anlayışın şahikası. Dün laik Kemalizm vardı bugün ‘dindar’ görünümlü bir Kemalizm. Türkiye’deki Kemalizm ve siyasal İslâmcılığın ortak yanı, zıtlıklarından daha baskın. İkisinin de ortak yanı otoriter ve totaliter oluşları. Demokrasiyi, çoğulculuğu, temel hak ve özgürlükleri yadsımaları. ‘Benzeşen bir toplum’ yaratma çabaları. AKP onun için 12 Eylül rejiminin anayasa ve temel yasalarını benimsedi. Amacı, baskı ve vesayet aynı kalsın ama kurumların içini ‘bizimkiler’ doldursun. Hâlbuki bu yanlış, toplumu çürütür.Hırsızlığı, yolsuzluğu, rüşveti de patlatır. Yandaşları, tetikçileri, dalkavuklarını bir yana bırakın, acaba halk tarafından kutsanıyor mu? Ben Türkiye halkına güveniyorum. Hem abdest alıp, dua okuyup, namaz kılıp, hem de Kur’an okuyup, hırsızlığa, yolsuzluğa, rüşvete geçit verilemez. Ayakkabı kutuları görmezden gelinemez. Hırsızlık ayıptır, günahtır, suçtur. Maalesef siyasal İslâmcılık gerçek dindarları, inanç sahiplerini ağır yaraladı. Baskı, yasak, 76 milyonu kendine benzetme çılgınlığı, eleştiri ve uyarı düşmanlığı, patolojik bir egosantrizm. Kemalizm aynı kaldı, otoriter ve totaliter mevzuat aynı kaldı, sistem ve rejim aynı kaldı. Değişen, dün otoriter laiklik vardı şimdi otoriter siyasal İslâm var. Ne ki, bu ülkeyi hızla büyük bir felakete sürüklemekte. Yargının yok edildiği, polisin mahkeme kararını dinlemediği, hırsızlık, yolsuzluk ve rüşvet iddialarının üzerinin zorbalıkla örtülmeye çalışıldığı, “Alo Fatih” telefonlarıyla medyanın, internet yasası ile iletişim özgürlüğünün boğulduğu korkunç bir Türkiye. Ama bu çıldırmışlık hali uzun sürmeyecek.

İstanbul’da kaç İstanbullu kaldı?

$
0
0
Şehirli adab-ı muaşeretini temsil edenlerin sayısı günden güne azalıyor. İstanbul’un çok büyük bir bölümünde kaba, nezaketsiz bir üslup hakim olmuş durumda. Dillere destan eski İstanbul Türkçesi ise çoktan tarihe karıştı.Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK), 29 Ocak Çarşamba günü, adrese dayalı nüfus kayıt sistemi üzerinden hazırladığı raporu kamuoyu ile paylaştı. 2013 yılını kapsayan raporla büyük şehirlerden en küçük mezralara kadar ülkede hangi yaş aralığında kaç kişinin yaşadığı belli oldu. Açıklanan bu istatistikî araştırma, yeni resmi nüfusun 76 milyonu aştığı, il ve ilçelerde yaşayanların toplam nüfus içindeki oranının yüzde 91,3 olduğunu ortaya koydu. Ülkenin en kalabalık şehirleri listesinde ilk sırayı 14 milyon 160 bin kişi ile yine İstanbul alıyor. Tüm ülke nüfusun yüzde 18,5’inin ikamet ettiği şehir, Türkiye’nin hemen hemen tüm illerinden gelen vatandaşların ortak adresi.Raporda ilgi çekici başlıklardan biri de İstanbul’un demografik yapısı üzerineydi. İstanbul’a hangi şehirden kaç kişinin geldiğinin sıralandığı bu listede en başı 736 bin 542 kişi ile Sivas ahâlisi çekiyor. İstanbul’da yaşayan en kalabalık hemşehri grubu olan Sivaslıların bu sayı ile kendi memleketlerini bile aşması dikkat çekici bir detay olarak öne çıktı. Bu durumda bulunan birçok şehrin yanı sıra Sivaslıları 548 bin 546 kişi ile Kastamonulular ve 499 bin 782 kişi ile de Ordu ili takip ediyor. Göçmen ve turist gibi hareketli nüfusun dâhil edilmediği İstanbul’un 14 milyonluk nüfusu içinde kaç kişinin İstanbul nüfusuna kayıtlı olduğu ise araştırma sonucu elde edilen bir diğer önemli veri. Bu bilgiler ışığında, İstanbul’da ikamet eden toplam nüfus içinde sadece 2 milyon 178 bin 507 kişi bu şehrin nüfus kütüğüne kayıtlı. İç göçle birlikte şehirde yaşayan nüfus her geçen gün artarken, İstanbul’da yaşayan İstanbulluların şehrin toplam nüfusundaki oranı yüzde 15,3’e düşmüş durumda.Neden geldim İstanbul’a?Artan iç göç rakamlarının da işaret ettiği gibi taşradan şehre göç edenlerin istatistiklerdeki oranı seneler geçtikçe artıyor. İstanbul’da doğup büyümekle medeni bir tavır sergilemek, birbirinden farklı kavramlar elbette, fakat taşrada yaşayan nüfusun yaşlılara mahkûm edilişi ve kırsal nüfusun yaş aralığının devamlı artışı da bu değişimi teyit eden bir gösterge. Kentsel dönüşümünü ele alan “Ekümenopolis” adlı belgeselde sorunun kaynağı detaylı bir biçimde gözler önüne seriliyor. Buna göre, iç göçün temel sebeplerini anlamak için son yüzyılda yapılan büyük siyasi krizlere ve bugün bile devam etmekte olan politik hamlelere bakmak gerekli. Türkiye’de özellikle 20. yüzyılda izlenen iskân politikası ile kırdan kente göç eden nüfus adeta bilinçli bir şekilde desteklenmiş, artan nüfusun şehirlerde yoğunlaşması teşvik edildi. Hızla değişen demografik yapı çok kısa sürelerde şehirlerin de çehre değiştirmesine sebep olurken kaçak yapılaşma ile şehrin muhitinde şişen kabuk tabakalar, basit seçim vaatleriyle şehir merkezine dahil edildi. Önce tek göz gecekondularla istimlak edilen bölgeler, zamanla birbiriyle birleşik beton mahallelerine evrildi. Çok geçmeden şehirlerde biriken bu “fazla nüfus, şehrin içini oyan kurtlara dönüştü” ve şehirlilik kültürünü kemirmeye başladı. Bu birleşme ile birlikte şehir yaşamında uzun vadede izlenebilecek dejenerasyon ve muhitler arası kopuş ve nihayetinde medeni kültürün kökten değişeceğini kaçınılmaz kılıyor. Hatta, son dönemlerde, şehrin boş arazilerine yapılması düşünülen yeni projelerin de eklenmesiyle, zaten yoğun olarak devam eden göç katlanarak artmaya devam edecek.Yeni projeler, yeni göçler demekTürk şehir kültürünün en yüksek noktasında bulunan İstanbul, her gelen göç dalgasıyla birlikte bu sıfatından giderek ödün veriyor. Kendi içinde yüzyıllar boyunca tekâmül eden şehir düzeninin kısa bir zamanda bozulduğunu daha açıkça fark edebiliyoruz. İbadet, alışveriş, yeme-içme, seyahat, eğlence ve birçok alanda değişen şehir kültürü, toplumun da ne yönde evrildiğine dair önemli işaretler sunuyor. Buna ek olarak, Türkçenin en güzel ifade biçimi olan İstanbul ağzının çoktandır konuşulmadığı, yardımlaşma ve dayanışma üzerine kurulu mahalle kültürünün aşındığı, nezaket ve adab-ı muaşeretin yerini artık kaba kuvvetin aldığı sadece Türklerin değil İstanbul’daki turistler de malumu. Bu kolayca şekil verilmeyen kalabalığın arasında şehir kültürünü muhafaza edip hâlâ yaşatmaya çalışanların sayısı yok denecek kadar azaldı. Fakat, şehre gelen her yeni göç dalgasıyla birlikte, o kalabalığın arasında ezilip giden bu zümrenin, gelecek kuşağa bu edebi aktarabilmesi çok zor. Burada, her göçün basit bir yer değiştirme olmadığı ve kendi kültürünü de beraberinde getirerek şehre yeni şekil verdiği anlalışabiliyor. Diğer yandan bozulmanın tek zaviyeden kaynaklanmadığı ve toplumun tümüne sirayet eden hastalıkların bu medeniyeti yok etmekte olduğu da göz önünde bulundurmalı.“Oğlum, İstanbul’dan başka İstanbul yoktur”Nihad Sâmi Banarlı, 1950’li yıllarda gazetelerde yayımlanan şehre dair yazılarında sık sık eski bir âdeti tekrar ediyor. Şöyle diyor merhum mütefekkir. “Halbuki eskiden İstanbul büyüklerinin dilinde sık sık tekrarlanan bir söz vardı. Herhangi terbiye çağında bir insan, bir çocuk veya bir sokak adamı, terbiyesiz sayılacak görgüsüz bir harekette bulundu mu, büyükler hemen seslenirlerdi: ‘Oğlum bundan başka İstanbul yoktur!’ Şunu demek isterlerdi ki, ülkelerde kültür merkezleri, devlet merkezleri gibi, görgü ve terbiye merkezleri de vardır. Bir insan, böyle büyük şehirlerde muâşeret âdabını öğrenmez, ona uymazsa, bu eğitim kabul etmez kütüğü artık herhangi biçime koyacak bir cemiyet fabrikası bulunamaz.”Osmanlı’da ‘müruriye senedi’ aranırdıSemavi Eyice: Devlet-i Ali Osmani, 19. yüzyıldaki reform hareketlerine kadar işleyen bir şehir güvenlik sistemine sahipti. Her isteyen döşeğini sırtına alıp büyük şehre göçemezdi. Payitaht İstanbul’un giriş ve çıkış kapılarında duran bostancı teşkilatı, şehre giriş ve çıkışları denetler, müruriye senedi göstermesi kaydıyla şehre girişlere izin verirdi. Bugün İstanbul’un Anadolu yakasında bulunan Bostancı semti ve Küçükçekmece’de bulunan kapılarda bekletilir, şehre ne amaçla geldiği ve kendine kimin kefil olduğu aranarak o devrin pasaportu hükmünde olan müruriye senedi sahibi olurlardı.

Belki şurada aç kalan bir can vardır

$
0
0
İstanbul’un köpeklerinin durumu yüz yıl öncesini hatırlatıyor. Yüzyıllar boyunca mahallelerde, sokaklarda, sosyal hayatın içinde önemli bir figür olan, ancak 1910 yılında İttihat ve Terakki’nin ‘daha Avrupalı görünme kaygısı’ sebebiyle birkaç gün içinde toplatılan köpekler, mavnalara yüklenerek Hayırsız Ada’ya götürülür. Yaklaşık 80 bin can adaya bırakılarak ölüme terk edilir.Köpekler bir süre sonra açlıktan birbirlerini parçalamaya başlar. O günlerde onların acı sesleri ve ulumaları İstanbul sahillerine kadar ulaşmaktadır.Bugün yaşananlar da pek farklı değil. Belediye ekiplerince şehirden toplanan köpekler, şehrin dışında ormanlık alanlara bırakılıyor ve yiyecek bulamadıkları için adeta ölüme terk ediliyor.Bu feci manzaraya, sanayici ve aynı zamanda bir hayvansever olan Gültekin Yıldırım’la birlikte köpekleri beslemek için çıktığımız orman yolunda şahit oluyoruz. Pirinççi, Ağaçlı, İhsaniye, Işıklar ve Akpınar köyleri boyunca ormana terk edilmiş yüzlerce sahipsiz köpekle karşılaşıyoruz. Gültekin Bey, mesaisinden fedakârlık edip binbir meşakkatle topladığı yemeklerle besliyor bu kimsesizleri. Sadece beslemekle kalmıyor, yanında taşıdığı ecza çantasındaki ilaçlarla, uyuz ve yaralı hayvanları tedavi de ediyor. Beş yıldır düzenli olarak haftada iki gün köpek beslemeye çıkan Yıldırım, “Çoğu zaman aracımla beslemeden dönerken orman yolunda aç bir canla karşılaşıyorum. Ancak elimde ona verebilecek yemek kalmadığı için yanından geçip gidiyorum. Arkamdan öylece bakıyor, koşmaya mecali yok. İçimi bir melal kaplıyor tarif edemem. İnanır mısın, onları doyuramadığım zaman evladını doyuramamış bir annenin hüznüne kapılıyorum.” diyor.Birçok kez yetkililerle temasa geçerek yardım talep ettiğini belirten hayvansever işadamı, “Ormandaki köpeklerin kısırlaştırılması gerekiyor, çünkü çoğalıyorlar. Bunun için veteriner talep ettim, ancak olumlu yanıt alamadım.” diyor.

Seni böyle bilmezdik Joyce

$
0
0
‘Bildiğin Joyce’ kitabında beş dost, James Joyce’u anlatıyor. Öyle bildiğimiz Joyce değil. Lisede oyunculuk yapan, piyanoyla yatıp kalkan, profesyonel bir yüzücüyle tanışıyoruz. Farklı sorunları olan bir edebiyatçıyla.“İnsan çocukluğundan beslenerek yazar. Yazın yolculuğu, bir böcek gibi yaprağa yerleşip o yaprağı yiyerek büyümek ve olgunlaşmaktır.” diyor Bergman. Bunun için bir yazarın kişisel tarihini, yaşanmışlıklarını bilmek eserlerini algılamak için farklı pencereler açar. Ulick O’Connor’ın ‘Bildiğin Joyce’ kitabında bize usta edebiyatçı James Joyce’u anlamak için bir hayli ipucu veriyor. Pelin Arda’nın Türkçeye çevirdiği kitapta yazarın beş arkadaşı, dostları James Joyce’u anlatıyor; onun nasıl bir öğrenci olduğunu, aile ilişkilerini, memleket sevdasını… Yazarın eserlerinde sarıp sarmalayan hikayelere anılar üzerinden bakmamıza imkan tanıyor.Eugene Sheehy, Joyce’un üniversiteden arkadaşı. Onunla dört yıl eğitim gören, bütün hallerine tanıklık eden kişi. Talebeliğine dair anlattıkları, hayatın içinden samimi, sıcak ayrıntılar. İlk notu şu: “Joyce, bazen buz gibi soğuk olurdu, bazen insanlarla arasına kibirli bir mesafe koyardı, bazen delice şen şakraktı.” Zamanla onu tanıyınca, ne kadar farklı biri olduğunu görür, keşfeder. Joyce, derslere sürekli geç gelen, taklitler yapıp arkadaşlarını güldüren bir öğrencidir. Dersleri-sınavları ciddiye almadığı için hocaların insafıyla zar zor okulu bitirir. En iyi dersi yabancı dil. Anlatılanlara göre inanılmaz bir dil zekâsı vardır. Öğrencilik yıllarında Dublin’den hiç ayrılmamasına rağmen İtalyanca’yı ana dili gibi konuşmayı öğrenmiştir. “Benim işlevim hocayla yaptıkları İtalyanca felsefe ve edebiyata dair tartışmaları dinlemekten ibaretti; diyaloglarını anlamaya çalışmaktansa Sandycove’dan derin sulara atlamayı tercih ederdim.” diye anlatır arkadaşı.En büyük tutku: OyunculukJoyce’a dair ilginç ayrıntılardan biri onun oyunculuk macerası. Edebiyat eserlerinin arasına bir de tiyatro oyunu sıkıştıran (Sürgünler) yazar, meğer gençlik döneminde sahne tozunu yutmuş. Okulun tiyatrosunda rol almış, kendine has oyunculuk üslubuyla beğeni toplamış. Öyle sıradan, basit bir oyunculuk değil. Arkadaşlarına ‘fevkalade bir aktör olabilirsin’ dedirtecek kadar etkili: “Gençlik yıllarının sonlarında doğru amatörce sahnelenen oyunlarda görev aldı. Belvedere’de Robertson’ın Caste adlı oyununda İngiliz Albay’ı canlandırdığını ve bu rolün hakkını tam anlamıyla verdiğini hatırlıyorum… Bizim evde yapılan sessiz sinema oyunlarının yıldızıydı. Zekâsı ve doğaçlama yeteneği oyunlarda baş gösterirdi. Ayrıca çok akıllı bir taklitçiydi, ifadesiz suratı taklidini yapacağı karakterlere bürünmesine son derece yardım ederdi.”Ona dair anlatılan bir diğer ayrıntı müzikle ilgili. Gençlik yıllarında şarkıcı olmak istermiş: “Sesi çok güzeldi. Annesi bazen bize gelir ve Joyce’un söylediği şarkılara piyanoyla eşlik ederdi.” Bir diğer arkadaşı Arthur Power, müzik tutkusunu şöyle özetliyor: “Bütün aile üyeleri şarkı söylerdi. Şarkı olmasaydı neşe olamazdı Joyce için. Gece yarıları kalkıp piyanonun başına oturarak notaların üzerinde müzikal dalgalanmalarla koşuşturup dururken aynı anda o alaycı ve melankolik İrlanda şarkılarını tenor sesiyle söylerdi.”Herşey yüzmek içinWilliam Fallo, Joyce’un Belvedere Koleji ve üniversiteden arkadaşı. Yazarın yarı-otobiyografik romanı ‘Sanatçının Bir Genç Adam Olarak Portresi’ndeki Fallon. O ise Joyce’un bambaşka bir yönüyle tanıştırıyor bizi, yüzücü kimliğiyle: “Profesyonel, iyi bir yüzücüydü. Ben Bull Wall’a yüzmeye tramvayla giderdik, o yaklaşık 6 km yürüyüp gelirdi. Yalnızca kurbağalama stilinde değil, diğer yüzme stillerinde de son derece başarılıydı. Bunun nedeni ince ve esnek vücudunun yanı sıra esasen pratik yapma konusundaki azmiydi.” Diğer ayrıntılar kişisel yapısına dair. Kendini farklı konumlandıran, hırçın, inatçı biri olduğu anlatılıyor: “Herhangi bir konuyu tartışmaya tenezzül etmemesi Joyce’un kişilik özelliklerinden biriydi… Bir arkadaşının Shakespeare’in gelmiş geçmiş en büyük şair olduğunu kabul etmesini söyledi. Kendisine dayatılan bir şeyi asla kabul etmezdi, etmedi… Muhteşem bir hafızaya sahipti. Gördüğü her şeyi bir fotoğraf gibi anında hafızasına kaydederdi.”Görüşmek istemiyorum, baba!Kafka’nın babasıyla olan kavgasını biliyoruz. Mektuplarında, romanlarında bu tatsızlığın izlerini görüyoruz. Meğer Joyce’un da benzer bir çatışması varmış. Kafka’nınki kadar hararetli olmasa da bir o kadar dramatik, dokunaklı. Babası hakkında sık sık konuşan Joyce, kitaplarındaki yüzlerce sayfanın ve onlarca karakterin büyükçe bir kısmının kaynağı olarak babasını görürmüş. İlişkileri zorluklarla dolu. 1912’de Dublin’i terk ettikten sonra babasını bir daha hiç görmemiş meğerse. Dört saatlik mesafede olan Devon-Torquay’da oturmasına rağmen ne ziyarete gitmiş onu, ne de yanına davet etmiş. Ki yazarlıkta büyük paralar kazandığı dönemde oluyor bunlar. Yarım milyon pound tutarında bir para eline geçmesine rağmen tek kuruşunu babasını görmek için harcamamış. Aralarındaki soğukluğun sebebinin psikolojik nedenler olabileceğini söylüyor arkadaşları: “Babası ailesini bırakıp gitmişti. On çocuklu aile Dublin’in orta sınıf labirentlerinde o ev senin, bu ev benim gezip Çingenevari bir hayat yaşamıştı. Sebep, bu yaşattıkları da olabilir.”

Hocam hani ön planda olmayacaktın?

$
0
0
“Belediyesporuz ama belediye başkanı hiçbir zaman varlığını hissettirmedi bize. Bizde herkes kendi uzmanlık alanında rahat ve özgür bir şekilde çalışır ve karar verebilir. Yöneticilerin futbola bakışı çok farklı. Yani burada her şey olması gerektiği gibi.”Son yılların en başarılı teknik direktörlerinden biri Hamza Hamzaoğlu. Öyle ya, küme düşme hattındaki Akhisar Belediyespor’u şampiyonluğa taşımakla kalmadı tarihinde ilk defa ikinci ligden Süper Lig’e çıkma mutluluğunu da yaşattı. Başarılarına emin ve istikrarlı adımlarla devam eden takım geçtiğimiz hafta Trabzonspor’u da yenerek ligde 6. sıraya oturdu. Hamzaoğlu ve takımının motivasyonu tam, neşesi yerinde. Ancak Hamza Hoca bu başarıya gölge düşmesin, takıma nazar değmesin diye son derece temkinli. Futbolculara ve hatta kendisine bile basına konuşma yasağı koymuş. Haftalar öncesinden kararlaştırdığımız için bize hayır diyemiyor. Futbolcuları bu durumdan habersiz olduğu için fotoğraf çekimlerinin bile toplu yapılmasını rica ediyor. Röportajı kendisiyle yaptığımız için çekimler sırasında önde durması konusunda ısrarcı oluyoruz, zar zor kabul ediyor ama arkadan futbolcular patlatıyor espriyi. “Hocam hani takımın önüne geçmek yoktu?” Hamza Hoca karizmayı çizdirmemek adına altta kalmıyor ve grup halinde dizilmiş takımın en arkasına geçerek bir poz daha çekmemizi istiyor. Mütevazı takımın mütevazı hocası Hamza Hamzaoğlu ile hiç de mütevazı olmayan başarısını, hedeflerini ve Akhisar’daki hayatını konuştuk.4-2 sonuçla Trabzonspor’a kendi sahasında ilk yenilgisini yaşattınız. Geçtiğimiz sezon da 3-0 yendiniz. Nedir bu Trabzon’un Akhisar uğursuzluğu? Bilemiyorum sanırım şansımız tutuyor Trabzonspor’a. Bugüne kadar 4 maç yaptık. Deplasmandaki maç hariç hepsini kazandık.3 büyükler içinde yalnızca Fenerbahçe’yi yenemediniz demek ki sizin de Fener uğursuzluğunuz var.(Gülüyor) Kazanmak istiyoruz ama iki yıldır nasip olmadı. Önümüzdeki maçta belki ama böyle maçlar zor tabii.3 yıl önce takımın başına geçtiniz. O sene Akhisar Belediyespor, tarihinde ilk defa Süper Lig’e yükseldi. Şu anda takımın seyrine baktığımızda zirveyi zorluyor.Başarıda da başarısızlıkta da mutlaka herkesin az ya da çok payı vardır. Elimden geldiğince katkı sağlamaya çalışıyorum. Takımın oluşturulmasında, oyuncu transferleri ya da sahaya sürülmesinde etkim büyük. Her takımın teknik direktörünün ne kadar payı varsa benim de o kadar payım var. Takımla iyi entegre olduğumuzu düşünüyorum. Şu anda her şey yolunda. Oyuncularımın hepsinden memnunum.Ya onlar sizden?Bunu onlara sormanız lazım.Bir röportajınızda günün birinde G.Saray’ın başına geçeceğim diyorsunuz. Yakın plandaki hedefiniz bu mu?Geçeceğim diye bir şey söylememişimdir. Tabii ki günün birinde Galatasaray’ı çalıştırmak isterim ama günün birinde yurtdışında bir takımı da çalıştırmak isterim. Hedeflerim ihtiras derecesinde değil. Burada da yapacak çok şey var. Şimdilik bunları hayata geçirmeyi arzu ediyorum. İlerleyen zamanlarda elbette kariyerimi daha iyi duruma getirmek isterim.Mütevazı bir kulüpte çok başarılı olmak mı, büyük bir kulüpte ortalama bir antrenör olmak mı? Daha iyi kulüplerde çalışmak daha iyisini yapmak isterim. Ama yine de mütevazı bir takımı alıp iyi yerlere getirmek beni daha çok mutlu eder.Bu yüzden mi Fatih Terim’in Galatasaray’da yardımcısı olma teklifini kabul etmediniz?Yanlış anlaşılmış. Ahmet abinin (Çakır) röportajında çıktı sanırım. Fatih Hoca o pozisyon için beni düşünmüş ama ben Akhisar Belediyespor ile anlaşınca söylememiş. Yani resmi bir teklif olmadı. Bir görüşmemizde laf arasında dile getirdi.Anlaşma öncesinde teklif edilse sonuç yine aynı mı olurdu peki?Galatasaray sevdam hâlâ devam ediyor ama burada kendi başıma aldığım bir yol var. İyi de gidiyorum.Galatasaray’a gelirsem tek gelirim diyorsunuz yani…Bunu da söyleyemem. Şartlar… Şu anda milli takımda Fatih Hoca’yla beraber çalışıyoruz.Nasıl anlaşabiliyor musunuz?Fatih Hoca anlaşılmayacak biri değil. Çok deneyimli, bilgili. Kendisinden çok şey öğrendiğimi söyleyebilirim. Beraber çalışmaktan da mutluyum.Akhisar gibi bir kulüp bulabilmek kolay değil diyorsunuz.Huzurluyum burada. İşime karışan yok. Sorgulayan yok.Kulüp başkanını mı kastediyorsunuz?Evet. Belediyesporuz ama belediye başkanı hiçbir zaman varlığını hissettirmedi bize. Bizde herkes kendi uzmanlık alanında rahat ve özgür bir şekilde çalışır ve karar verebilir. Yöneticilerin futbola bakışı çok farklı. Yani burada her şey olması gerektiği gibi.Böylesi kurumsal bir yapı büyük kulüpler de bile yok. Başkanlar her şeye müdahil ve çok fazla ön planda…Böyle olunca işler rahat bir şekilde yürütülebiliyor. Bu işin sahada kalması için sahada olan insanların ön planda olması gerekiyor.Aziz Yıldırım’ın eline mikrofonu alıp taraftarı azarlama, sahaya inme icraatlarını hatırlayacak olursak…Belki şartlardan ötürü bu şekilde davranmak zorunda kalıyor ama Avrupa’da kulüp başkanları ön planda olmaz. Bana göre de doğrusu bu. Sonuçta yaptığımız iş futbol.Böyle bir başkanla çalışabilir miydiniz?Ben işimi rahat yapmayı severim ve karışılmasından hiç hoşlanmayan bir yapıya sahibim. Karıştırmam da. Bilemiyorum belki biz olsak karışmazlardı. Belki de orada da karışmıyorlardır. İçinde değilim. Büyük kulüplerde farklı dengeler var. Burası gibi olmasını bekleyemeyiz.Abdullah Avcı’nın 18 maçta 6 galibiyet 4 beraberlik alması çok eleştirildi. Size göre bu başarısız bir tablo mu yoksa Avcı sabırsızlığa mı maruz kaldı?Sabırsızlık ülkemizin genelinde var. Başarılı olamayışımızın temel nedeni bu. Ayrıca başarı kriterleri çok farklı. Neye göre başarılı neye göre başarısız. Elimizde her sene Avrupa Şampiyonası’na Dünya Kupası’na katılan bir milli takım mı var? Ne bekliyoruz? Yeni bir düzen zaman istiyor. İnandığınız bir antrenör getirmişseniz sabırlı olmak zorundasınız. Kendisine zaman tanımak ve yardımcı olmak lazımdı ama yapılmadı.Fatih Hoca istediği oyun düzenini sahaya yansıtabildi mi peki?Çok kısa bir dönemdir milli takımın başında olmasına rağmen oynadığımız maçların hepsinde milli takımın farkı ortaya çıktı.Uzun yıllar geçti ama şu sıralar şucu bucu şeklinde yaftalamalar gündemde olduğu için sormak istiyorum. Galatasaray’dan ‘tarikatçı’ olduğunuz gerekçesiyle uzaklaştırıldığınız söylendi. Doğru mu?Bu söylentiler hep oldu ama asıl sebebini hiçbir zaman bilemeyeceğim. Çünkü kimse çıkıp bana seni şu sebepten dolayı gönderdik demedi. Belki de performansımdan memnun değillerdi bilemiyorum.Allah’a inancım sonsuz ancak hiçbir tarikata mensup değilim. Ama bu vatana hizmet eden, -inancı görüşü ne olursa olsun- fiili olmasa da gönülden desteklemeye çalışırım. İnsanların inançlarını özgürce yaşamasından yanayım.Çocukları paylaştık, oğlum benimle kızım annesiyle kalıyorGümülcine’den Türkiye’ye 7 yaşınızdayken iltica etmişsiniz. İlkokula Türkiye’de mi başladınız?Hayır. Bir sene orada gittim.Yunanca’yı hatırlıyor musunuz?Hiç öğrenmedim ki. Oradaki okul da Türk okuluydu. Ailem de bilmez. Hatta Yunanlılar daha çok Türkçe biliyordu.Yunanca öğrenemezsek Türkçe öğretiriz gibi olmuş…(Gülüyor) Aynen. Osmanlı asırlarca hüküm sürmüş. Onların etkilenmesi normal.İsminiz soy isminizden mi mülhem?Hayır. Yunanistan’dayken soyadımız yoktu. Baba ismini kullanıyorduk. Burada okula kaydolurken öğretmenim soyadımı sordu. Babam olmadığını ve oradayken baba adını kullandığımızı söyledi. Dedemin adı Hamza’ymış babamın Ahmet. Babamı Hamza oğlu Ahmet diye çağırırlarmış. O yüzden bana da Ahmet oğlu Hamza derlerdi. Öğretmen madem dedesinin adı Hamza o halde soyadı Hamzaoğlu olsun dedi. Öyle kaldı.Aileniz de Manisa’da mı yaşıyor?Eşimle çocukları paylaştık. Kızım annesiyle İstanbul’da, oğlum burada benimle yaşıyor. Sık sık gidip geliyoruz.

Basın cephesinde değişen bir şey yok

$
0
0
İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi öğretim üyelerinden Prof. Dr. Belkıs Ulusoy Nalcıoğlu, “Osmanlı’da Muhalif Basının Doğuşu” adlı çalışmasında basın tarihimizle alâkalı ilginç bilgiler veriyor.Osmanlı’da gazetecilik faaliyetine niye geç giriliyor?Çok nedenleri var. Bir kere Batı’ya oranla okur-yazar oranı çok az. 1860’larda Ziya Paşa, “Okur sayısı yüzde 2’yi geçmez.” diyor mesela. Hatta o dönemde yüzde iki yazar, okur daha az. Osmanlı, tarım toplumu, ekonomik sebepleri de sayabiliriz. Kitaba harcayacak hem zaman hem para yok yani. Çalışmanız, II. Mahmud ile II. Abdülhamid dönemini ele alıyor. Gazete, o dönem ne ifade ediyor?Gazeteleri çıkaranlar, gazeteyi eğitim aracı olarak görüyor. Şinasî’ye göre, halkı yetiştiren, eğiten fikir organı, Ebuzziya Tevfik’e göre medeniyetin gelişip ilerlemesinde büyük tesiri olan bir vasıta. Cahil halkı eğitiriz anlayışı hâkim hepsinde.Halk sahipleniyor mu gazeteleri peki?İlk başta hayır... Zaten gazetecilerin hedef kitlesi, üst düzey memurlar. Askeriye, ilmiye sınıfına hitap ediyor gazeteler. Tercüman-ı Ahval’e kadar içerik de üst düzey.Sonra ne oluyor?Sadece muhteva olarak değil, şekil olarak da gazeteye bir form veriyor. Ceride-i Havadis’te, Takvim-i Vekayi’deki üslup ve gazete şekli değişiyor. Şinasî, gazeteyi, gene iki sütun olarak çıkarıyor; fakat puntoları büyütüp satır aralarını açıyor. Günümüzdeki gazete şekline en yakın formu Agâh Efendi ile İbrahim Şinasî’nin kurduğu gazetede görebiliriz.İlk gazete kapatma ne zaman yaşanıyor? İlk gazete kapatma Ziya Paşa’nın Tercüman-ı Ahval’inde. Onun yazdığı bir yazıdan sonra kapanıyor. Yani gazete kurulduktan sekiz ay sonra. Ziya Paşa, orada eğitim meselesini eleştiriyor. “Halk, eğitimsiz. Bunun nedeni de eğitim içeriğinin iyi düzenlenmemiş olması, eğitim verilen kurumların fizikî şartları ve içerik yetersiz.” diyor. Çok ilginç bir tespiti var, yazısında diyor ki, “Talebelerin önüne atlası koyun, Osmanlı nerededir diye sorun. O talebeler, devletin yerini gösteremez. Eyaletler nerededir, sınırlar nerede başlar biter, kendinden başka hangi halklar var, nereden hangi gelir gelir? Bunları bilmez.” diyor. Ve bu eğitim sisteminden çıkanların devletin mevkilerine kayrılma yoluyla getirildiğini söylüyor. Gazete, iki hafta tatil ediliyor, sonra yeniden yayın hayatına başlıyor.Gazetecilerin ülkeden kovulması söz konusu Osmanlı’da da…Muhbir’in başyazarı Ali Suavi, Kastamonu’ya sürgün ediliyor. Namık Kemal ve Ziya Paşa gibi gazeteciler de yurtdışına çıkmak zorunda kalıyor. Sultan Abdülaziz döneminde, 1864’te Matbuat Nizamnamesi geliyor; ama ciddi sınırlamalar var. Padişah aleyhinde, hanedan mensupları aleyhinde, vüzera ve nazırlar aleyhinde yazılmayacak, çizilmeyecek deniyor. Yoksa şu kadar hapis, para cezası vs. gelir diye uyarılar söz konusu.Bugün de benzer süreçler yaşanıyor aslında...O zaman daha yumuşak bir uygulama var. En azından yargılanacak deniyor. Ama 1867’de Âli Kararnamesi geliyor, Sadrazam Âli Paşa’nın düzenlemesiyle. Orada, “Gazeteler, hükümet eliyle kapatılabilir. Şu gazeteyi 3, 5 hafta ya da süresiz tatil et.” deniyor. Yetkisini aştığına dair bir yazı gidiyor ve gazete kapatılıyor, politikasına müdahale ediliyor.‘Alo Fatih’ olayı gibi…(Gülüyor) Gibi…İstanbul basınının nasıl bir etkisi var kamuoyunda?İstanbul basını, bu Âli Kararname çıktıktan sonra sindiriliyor. II. Abdülhamid dönemindeki baskı dönemi gibi. Yani devletin resmî görüşü dışında fikir beyan etmek yasak hale geliyor. Bu süreç, mizah yoluyla aşılmaya çalışılıyor. Ağustos 1875’te yayıma başlayan Teodor Kasap’ın İstikbal gazetesi buna örnektir. Tek nüsha çıkıp; toplatılan gazeteler de var. İstanbul’un sokakları pis, çamur deryası… “Bizim bu sokaklarda yürüyebilmemiz için hokkabazlığı öğrenmemiz lazım.” diye yazıyorlar. Halk, mizahı bu yüzden seviyor. Ve bu sebeplerden devlet, mizahı tehlikeli olarak görüyor.O dönemde gazeteciliğe de eleştiriler var…Bu zamandaki naylon basın o dönemde de söz konusu. Hane hane dolaşılıp gazetenin tanıtımı yapılıyor, abone kaydı yapılıyor, ama ikinci sayıdan sonra adam ortalıkta gözükmüyor. Bunun gibi örnekler var. Bugün gazetelerin büyük bir çoğunluğu ne yapıyor? Çok az muhabir çalıştırıyor. AA’dan ya da Cihan Haber Ajansı’ndan ne bulurlarsa sayfalara koyup gazete çıkarıyorlar. O dönem de yabancı gazetelerdeki haberleri tercüme ederek gazete çıkaranlar var. Memurların yazdığı mektuplar üzerinden özel haber yapan gazeteler de çıkıyor.Gazeteciler, rüşvet alıyor mu peki?Alıyor tabii… Sırf o maksatla kurulan gazeteler var. Basın sektörüne dâhil olan pek çok kişi, imtiyaz kazanıp ilk bir iki sayı neşrettikten sonra soluğu piyasada alıyor. Piyasadan kasıt ise bankerler, fabrikatörler, tüccarlar, fırka başkanları, vs...‘Sınırı aşmadan gazetecilik’ nasıl oluyor?Devletin yazma dediği şeyleri yazmayarak. Nazırların yani bakanların aleyhinde yazılar yazılmıyor. Mesela Muhbir gazetesinin sahibi Filip Efendi var. Bugünün medya patronu gibi düşünün. Zaten para kazanma hevesiyle medya işine atılıyor. Hatta okuma yazmasının olmadığı iddia olunuyor. O, çalışanlarına, “Beni sizin yazdıklarınızdan dolayı sorguya çekiyorlar, saatlerce tutuyorlar. Bıktım usandım. Kendinize çekidüzen verin. Övgünüzü de, sövgünüzü de abartmayın. Sonra eziyeti ben çekiyorum.” diyor. Tevkif olunuyor, kefaletle serbest bırakılıyor. Hatta bir gün yanında para yok, kolundaki saati çıkarıp veriyor.Çalışmanız 1828-1878 arasını kapsıyor. O günlerden bugüne baktığınızda gazetecilik adına ne söylersiniz? Aslında süreç devam ediyor. Bildiğini korkusuzca yazanlar da var, çalıştığım gazete kapanmasın, ben de maaşımdan mahrum olmayayım diyenler de var. Görmeyen-duymayan ve sınırı aşmadan gazetecilik yapanlar da var. Basın özgürlüğü bugün de serbest değil. Belki bugün basın yasasında hapis cezası yok; ama aynı suç TCK’da hapis cezası olarak görülüyor. ‘Hakaret suçu, basın-yayın yoluyla işlendiği takdirde ceza yarı oranında artırılır.’ deniyor. Ne anladık bu işten? Hakaret basın yasasında yok, TCK’da var, isterse oradan vurur.

Atları da diyete sokarlar - [Bizim Köy]

$
0
0
Kış bitip de havalar biraz ısınmaya, kıyafetler incelmeye başladıkça kalın kalın kazakların ardına gizlenen göbekler ortaya çıkmaya başlıyor.Yalnız kışın kendini salıp kilo almak yalnız insanlara özgü değil. Dünyanın en eski kraliyet binicilik okulu olan Viyana’daki İspanyol Binicilik Okulu, özel olarak yetiştirilen Lippizaner türü atlara diyet programı uygulama hazırlığında. Zira kentin önemli turizm aktivitelerinden biri olan gösterileri yapan atlar, kışın bir hayli kilo almış. Umarız nisan ayına kadar planlanan atlara yönelik bu girişim başarısızlıkla sonuçlanmaz.Ninjalar yer altından çıktı!Ninja Kaplumbağalar’ı bilmeyenimiz yoktur, kendilerinin yer altında yaşadığını da. Devir değişti Ninjalar da… Kendilerine ‘Kent Ninjaları’ diyen iki Rus maceraperest, dünyanın en yüksek ikinci binası olan Shanghai Tower’ın inşaatına gizlice tırmanıp, muhteşem manzarayı fotoğrafladı. Vadim Makhorov ve Vitaly Raskalov, emniyet kemeri de kullanmadı. Polislere yakalanmamak için tırmanışlarını gece gerçekleştiren ikili, kafalarındaki kameraları sayesinde de her anlarını saniye saniye görüntüledi. 632 metre yüksekliğe tırmanan ikilinin zoru neydi, orası muamma.“Anne, 5 dakika daha!”Sabah uykusu nasıl da tatlıdır. Bu mutluluk kaynağını Çin’in Ay’a gönderdiği insansız uzay aracı Yutu da keşfetmiş olacak ki arızalanıp derin bir uykuya dalmıştı. Ancak Çin, aracın ‘uyandığını’ duyurdu. 15 Aralık’ta Ay’a başarılı bir iniş gerçekleştiren Yutu (Yeşil Tavşan), yeniden faaliyete geçti. Uzay istasyonu kurmayı ve astronot göndermeyi planlayan Çin için Yutu’nun çalışmaları önemli. Uzmanlar söz konusu arızanın sebebini araştırıyor. Bizce mevzuyu didiklemeye gerek yok. Sabahları uyumak için “Anneee, 5 dakika daha!” diye yalvaran öğrencilere sorsalar kâfi.

Bu gemi batması için üretildi!

$
0
0
Gemiler su üzerinde güvenli bir şekilde seyahat etmek için kullanılırken, Amerikan donanması tarafından 50 yıl önce geliştirilen gemi olan RV FLIP'in çok ilginç bir özelliği var. Bu gemi bilimsel araştırmalar yapabilmesi amacıyla batması için tasarlandı.RV FLIP (Ters Gemi) isimli bu gemi, 1962 yılında Amerikan Donanması Ofisi tarafından desteklenen ve Scripps Denizbilimi Enstitüsü'nün Marine Physical Laboratuarı tarafından geliştirilen ve işletilen okyanus gemisidir.108 metre uzunluğundaki gemi kısmen batması ve 90 derece geriye doğru meyletmesi için yapıldı. Gemi batırıldığında sadece 17 metrelik arka bölümü suyun üstünde duruyor. Gemi döndüğünde yüzme yeteneğinin çoğu, yüzey dalgalarının etkisinin altında derinlerdeki su tarafından sağlanıyor.Gemi dalga yüksekliğini, akustik sinyalleri, su sıcaklığını, yoğunluğunu incelemek ve meteorolojik veri toplamak amacıyla geliştirildi. Sesle ilgili cihazlarla parazit oluşturma riski nedeniyle, geminin motoru ve diğer itici güçleri bulunmuyor. Bu nedenle açık denizlere römorkörler yardımıyla çekilerek götürülüyor ve sonra açık denizde serbestçe sürükleniyor ya da demir atıyor.711 ton ağırlığındaki gemi 11 bilimadamına ve 5 kişilik mürettabata ev sahipliği yapıyor. Bilim adamları açık denizde haftalarca bilimsel araştırma yapıyorlar.Gemideki kamaralarda 2 kapı bulunuyor, kamaraların içindeki mobilyalar, yataklar, mutfak, hatta tuvalet bile 90 derece yön değiştirebiliyor. Bu sayede gemi su yüzündeyken veya 90 derece yan dönmüş durumken insanlar hayatlarını normal bir şekilde sürdürebiliyorlar.Geminin tam olarak dönmesi ise 28 dakika sürüyor.

İptal kararı gelene kadar dönüşüm bitiyor

$
0
0
İstanbul bir yanda kentsel dönüşüm ve yenileme projeleri elinde her geçen gün yeni bir çehreye bürünürken, kamuoyu gündeminde tartışılan projelerde iptal ya da erteleme kararlarına takılıyor. Peki iptal kararı nedir, nasıl uygulanır? Bu sorunun cevabını aradık.Zeytinburnu'ndan silüete dahil olan gökdelenler, Ayvansaray'da yok olan tarihi mahalle, Sulukule'de yerine yapıldığı evleri aratan villalar, Süleymaniye'yi kesen köprü… İstanbul'un yaşadığı değişim giderek hız kazanırken, bunlara itirazlar da aynı şekilde yükseliyor.Taksim'in tarihi binalarından Majik Sineması ve Maksim Gazinosu'nun yıkılmasının ardından yerine yapılacak 17 katlı otel ve AVM ruhsatı iptal edilince, “İptal kararları ne işe yarıyor?” sorusunu mercek altına aldık.İstanbul'un en çok tartışılan yeni yapılarından 16/9'un ruhsatı iptal edildi, Balat'taki kamulaştırma durduruldu, Sulukule'ye iptal kararı çıktı. Peki ne oldu? Uzmanlara göre, “Atı alan Üsküdar'ı geçti, projeler bitti.”Kararların uzun süren mahkemelere takılması, mahkemeler sürecinde projelerin bitirilmesi ya da yeni proje olarak sunulan değişikliklerin parsel değişikliklerinden ibaret olması, karşılaşılan en büyük sorunlardan.Sulukule: Hukuken kazandı, fiiliyatta yenildiSulukule'de yaşanan kentsel dönüşüm sırasında dava açanların avukatı Hilal Küey semtin “hukuken kazanıp fiiliyatta yenildiğini” anlatıyor. 2007'de iptal kararı için açılan dava 2012'de sonuçlanmış. Bu süreçte iptal kararını uyguluyor gösteren projede sadece sokak isimleri ve parselleri değiştiren düzenlemeler yapılmış. Fatih Belediyesi yürütmeyi durdurma kararını reddedince, alınan kararlar geçerlilik kazanmadan, Sulukule'de yıkım başlamış:“2012'de aldığımız ‘Kamu yararı yoktur' kararını Fatih Belediyesi temyiz etti. İptal kararında yürütmeyi durdurma konusunda herhangi bir hata görmedi. Hukuki süreç genel olarak yavaş işliyor. Hiç olmazsa ilk bilirkişi raporu geldiğinde durdurma kararı verilseydi bu raddeye gelmezdi. Üç bilirkişi raporunda da kamu yararı yok, denildi. Aldığımız bütün hukuki leh kararlarına rağmen yine de yıkıldı. Yeni binalar yapıldı. Hukuken haklı olsanız bile fiile yansımıyor.”Sulukule gibi çok insanı bekleyen bir davada bile uzun süren yargılama sonuçta etkili olmuş. Küey müvekkilleri dışındaki insanların da dönüşüm sonrası mağdur edildiğini söylüyor:“Şu anda mimari anlamda kötü, insanî anlamda kötü, mahalle anlamında kötü. Belediyeye güvenerek anlaşanlar da memnun kalmadı. Sözleşmelerinde 150 metrekare üzerinden anlaşma yapılmışken insanlara 60-70 metrekareye düştü. Herkesi mağdur eden bir projeydi ve yenileme projelerinin ilkiydi. Biraz hukukçular, mimarlar, STK'lar dinlenseydi çok daha güzel sonuçlar alınabilirdi. Eski bir yerin elbette yaşatılarak katılması olması gereken bir şey ama rant üzerinden başkalarına mülkiyet hakkı tanınması değildi.”Sulukule'de tazminat davaları sürüyor.Kahraman: Ruhsat iptal edilmiyor, bina sürüyorTMMOB Şehir Plancıları Odası İstanbul Şubesi Başkanı Tayfun Kahraman bu konuda başka emsal davalar da sayıyor. Likör Fabrikası, Park Otel, Magic Sineması, Meteoroloji arazisi birçok davaya konu olan projeler.Dava konusu edilmelerinin nedeni yapılan planlar ve değişikliklerin kente karşı ortak bir suç olarak görülmesi. Buna rağmen davalar sonuçsuz kalıyor:“Her türlü işlem bitirilmiş, iskan alınmış durumda. Oranın kamulaştırılması ve işlem yapılması gerekiyor. Diğerlerinde inşaatların durdurulması ve ruhsat iptaline gitmediği ve mahkeme kararlarının idareler tarafından kararların alınmadığını görüyoruz. Ruhsatlar iptal edilmiyor, binalar sürüyor. Bizler sürekli bunların ruhsatlarını iptal etmeyen savcılıklar hakkında suç duyurusunda bulunuyoruz.”Planlarda küçük değişiklikler yapılarak aynı projelerin yeniden onaylatıldığını Kahraman da vurguluyor. “Bu sorunun çözümü ne?” sorusuna cevabı “idareler”:“Mahkeme kararlarını gözetmeyen kararlar, mahkeme kararlarına uymayan belediyelerle karşı karşıyayız. Görev yine idarelere düşüyor. Hem böyle planların projelerinin uygulanmaması konusunda idarelerin o sorumluluğu üstlenip yasal olarak sorumluluk alması gerekiyor. İdarelerin plan yaptığı her yer punduna getirilerek yapılıyor. Bu hızla ve bu şekilde devam ederse İstanbul'da özellikle ulaşım altyapısı anlamında daha da büyüyen sorunlarla karşılaşacağız. Önümüzdeki projeksiyonda planlı bir gelişme izlenmesi ve noktasal projelerin önlenmesini gerekiyor.”Muhcu: Piramit İş Merkezi numunelikTMMOB Mimarlar Odası Başkanı Eyüp Muhcu yargının kararından 13 yıl sonra Fenerbahçe Burnu'ndaki Piramit İş Merkezi'nin numune olduğunu söylüyor.Muhcu da yargı kararlarının yürütme aşamasında takıldığı kanısında:“Yargı kararlarının uygulanması yürütme aşamasında ya geçersiz kalmakta ya engellenmekte. Bir yeşil alana yapılan bir gökdelenle ilgili yargı iptal kararı vermişse aynı plan Çevre ve Şehir Bakanlığı tarafından farklı plan numarasıyla yeniden yürürlüğe sokuluyor. Ataşehir'de hukuka aykırı şekilde yüksek yoğunluklu imara açıldı ve çok katlı binalar gerçekleştirildi. Yargı kararıyla durdurulmuş olmasına rağmen hükümet başka tasdik karar numarasıyla yayınladı, yargı kararı geçersiz kılındı.”16-9 yapımında da benzer uyarılar yapıldığı halde yol alınamadığını vurgulayan Muhcu umutsuz:“Yargı kararlarının uygulanmasının mümkün olacağını düşünmüyoruz. Yargının yükü çok fazla ve benzer nitelikteki kent suçlarının, hukuka aykırı uygulamalarla ilgili dosya sayısı da yargıyı aşıyor. Yürütmeyi durdurma kararının gecikmesi halinde bir taraftan yargı süreci devam ediyor bir taraftan yapılaşma devam ediyor. Hukuk gecikmeden dolayı fiilen uygulanamıyor. Satışlar ve devirler de söz konusu oluyor, sürecin hiç muhatabı olmayan vatandaşlar muhatap oluyor. Ataşehir'deki plan kararları, Seyrantepe'deki TOKİ konutları, Maslak'taki 1453 Konutları, Çekmece Havzası'ndaki yapılaşma kararları, içme suyu havzalarındaki havza yönetmeliğiyle ilgili açılan davalar, kültür varlığı olarak Emek Sineması… Atı alan Üsküdar'ı geçiyor.”

İstanbul’da tarihi eser kalmadı

$
0
0
Ağa Camii’nin restorasyonunu mimar Korhan Gümüş’le konuştuk. Gümüş, “İstanbul tarihine saygı gösterilerek değil, inşaat mantığıyla yenileniyor. 20 yılda bütün tarihi binalar asıllarının kopyası haline geldi.” diyor.İstiklal Caddesi boyunca yürürken dikkat kesilmeyenlerin neredeyse görmediği Hüseyin Ağa Camii, 1594’ten beri orada. Tepesinden bakan binalar arasında kaybolan caminin tartışmalı başlayan restorasyonu yine tartışmalı bitti. Yanına yapılan alışveriş merkezinin temelini sarstığı iddiasına eklenen “Binanın orijinalliği bozuldu” iddiasını mimar Korhan Gümüş’le konuştuk. Gümüş’e göre, Ağa Camii’nin restorasyonu bir simge, “Bu dönüşüm yalnızca tarihsel bir yapının yok olmasının değil, inşaat zihniyetinin öncelendiğinin de göstergesi.” diyor.Cami bir yandan cuma namazı için hazırlanırken, bir yandan avlusunda oturanlara, gelip geçenlere, duraklayanlara ev sahipliği ediyor. Şadırvanın karşısında dinlenen Metin Efe, Beyoğlu esnafı. Restorasyon sonrası ilk kez uğrayabilmiş. Bir arkadaşıyla da buluşacağı için aradaki zamanı burada geçiriyor.“Yeni halini nasıl buldunuz?” sorusuna, “Güzel, temiz olmuş. Beyoğlu’nun cami ihtiyacı malum, açılması iyi oldu.” diye yanıt veriyor. Biraz durakladıktan sonra sohbete giren 76 yaşındaki Kemal Bey’in “Güzel ama ışıklandırmaları beğenmedim. Ortamın uhrevi havasını kaybetmiş” itirazına katılıp, “Tabii eskisi gibi olamıyor. Zaten ne varsa eskide var. Biz ne yapsak onun gibi olamıyor.” diye ekliyor.Mimar Korhan Gümüş, İstanbul’un değişen çehresini uzun yıllardır takip eden isimlerden. Camide buluşuyoruz, gelmesiyle ilk itirazını dillendiriyor: “Şu haliyle 2013 modeli bir bina olmuş.” Bunun açıklaması da şöyle:“Dışarıdan baktığımızda yapının üzerindeki çok katmanlı tarihsel dönemlerin izlerini taşıyan müdahalelerin hepsi kazınarak homojen bir şeye dönüştürülmüş. 2013 model bir bina olmuş. Üzerindeki doküman korunmadığı için neyin orijinal neyin sahte olduğunu anlayamıyoruz. İkinci büyük restorasyonda yapılan çerçeveler ve dönemin özelliklerini gösteren düzenlemeler ortadan kaldırılıp yapı anonim bir 16. yüzyıl yapısına dönüştürülmüş. Tabii ona da dönüştürülemediği için yapılan her şeyin sahte olduğu anlaşılıyor. Taklit, çağdaş, her zaman yapılabilecek bir yapı olmuş.”Arada beş değil yüz fark buluruzGümüş’ün “İlk başta göze çarpan farklar neler?” sorusuna yanıtı: “Arada beş değil yüz fark bulunur.”Bir sıralama yapacak olursak şunları maddeliyor:-Saçaklarda 19. yüzyıl sonunda Osmanlı modernleşmesinin izi olan palmet filizler yok edildi. Bu fark caminin cephesinden çekilen eski/yeni fotoğraflarda da görünüyor.-Doğrama ve ince yapı detaylarında yapılan dönüşümle, II. Mahmut döneminde eklenen pencerenin dokusu bozuldu. Yapılan düzenlemeyle pencereler çift camlı hale getirildi, buna karşın “herhangi bir apartmana kullanılabilecek doğramalar konuldu.”-Engelliler için yapılan alüminyum korkuluklar da camiye yeni eklenen detaylardan. Gümüş buna “Elbette engelliler için düzenlemeler getirilmeli ama bu düzenlemeler mimari zekâdan yardım alınarak yapıldığında tarihsel dokuyla uyum sağlanabilirdi.” diye itiraz ediyor.-Değişik dönemlerde yapılan yenileme ve restorasyonlarla yine o dönemin özelliklerini taşıyan tarihsel doku son restorasyonda ortadan kaldırıldı. Özellikle dış cephede bu değişimi görmek mümkün.-Bina içindeki düzenlemelerde (mihrap, aydınlatma, yer döşemeleri) eski hali değiştirildi. Aydınlatmada kullanılan LED ışıklandırma, floresan ampuller caminin dokusuyla tamamen uyumsuz.-Pencere bordürleri, ince yapı donatıları tek tip, homojen hale getirildi.Şehir inşaatla yönetiliyor“Taksim Ağa Camii, Süleymaniye gibi bir anıt yapı değil ama Beyoğlu’nun en eski yapısı.” diyen Korhan Gümüş, restorasyon uygulamalarının dünyaya kapalı olduğunu vurguluyor: “Dönüşüm deneysel zekâya açılamıyor. Küçük Ayasofya’yı mahvettiler, Süleymaniye’yi mahvettiler. Dünyanın her yerinde restorasyon uluslararası standartlarla ve deney alışverişiyle yapılır. Bu alanın önü kapatıldı. Türk halkını rehin alıyor bu kapalı mafya sistemi. Gençlik deneysel işlere yönelmezse, ülkenin gelir düzeyi orta gelir bandında gider. Restorasyon her açıdan eğitim gerektiren zenginleştirici bir uğraştır. Ağa Camii’nin restorasyonu bunu kaybettiğimizi gösteriyor. Gençlere kendilerini geliştirme fırsatı sunmuyor bu sistem. O inşaatta amele olarak, taşeron olarak çalışabilirsiniz, yük taşıyabilirsiniz ama zekanızı geliştiremezsiniz diyorlar. O yüzden Ağa Camii’nin yaşadığını bir tarihi yapının yok olması olarak görmüyorum. Şehir sadece inşaatla kalkındırılmaya çalışılıyor. Bu alanları deneyselliğe açarsanız, doğru dürüst mimari projeler yapan, restorasyon yapan insanlar çıkar ortaya. Piyasacı mantık ‘Kaçak kat nasıl yaparım, bu projeyi belediyeden nasıl geçiririm?’ diye düşünüyor.”Hafta içinde Tarlabaşı’nda bir binanın yıkılması da Gümüş’e göre aynı zihniyetin ürünü: “Narmanlı, Beyoğlu’ndaki en eski yapılarından biri, orasını otel yapmaya çalışıyorlar. İETT binasını otel yapmaya çalışıyorlar, birine mağaza yaptılar. Bu dönüşümün nereye gideceği belli. Beyoğlu’nda bu yöntemi çok kullandılar. Gece girip duvarlara zarar verip çökmesini sağladılar. Yerin üstünde ne kadar varsa yerin altına da o kadar çok yapılıyor. Araştırmadan proje çizilir mi? Bu piyasa odaklı dönüşümün belirtisi. Bina kadar bir hacmi bir de toprağın altında üretiyorlar. Topografya değişti.”Kutsal Emanetler’e de saygı yokSurlar yok edildi. Sütlüce Mezbahası’nın dönüşümü bu anlayışla yapıldı. Topkapı Sarayı’na gidin, Süleymaniye’ye gidin, İstanbul’da bir tane tarihi eser kalmadı. Son 20 yılda hepsi taklitlerine dönüştü. Topkapı’nın bütün orijinal halini çöpe attılar. En çok değer verilen Kutsal Emanetler’in hali içler acısı. Sergileme ekipmanları, kapılar, doğramalar... Topkapı Sarayı artık yok. Uzaktan silüeti görünüyor ama içi boşaltıldı. İstanbul tarihsel topografyası içinde sur varlığını korumuş tek şehirdi. Avrupa’da böyle bir şehir yok. Zaten onlar Ortaçağ’da İstanbul gibi dünya şehri değildi. Bu zenginliği inşaat yoluyla harcadık. Turizm hedefiyle “değerlerimizi tanıtalım” düşüncesinden çıkıp, kentle insanı yakınlaştıran, tarihi dışlamayan bir anlayışın oturtulması gerekiyordu.

BİZİ BULUŞTURAN KÖPRÜ

$
0
0
Ataköy-Şirinevler Köprüsü, toplumsal yapısı ve gelir düzeyleri açısından uzak görünen ama bir o kadar da yakın olan iki farklı dünyayı birbirine bağlıyor.Bir tarafta gelir düzeyi yüksek, nisbi olarak eğitimli kesimin yaşadığı; düzenli bahçeleri, yüksek katlı benzer yapıda binaları, yürüyüş parkurlarıyla Ataköy. Diğer tarafta ise 1970’li yıllarda göçle gelen çeşitli etnik grupların, kaçak göçmenlerin tercih ettiği, konfeksiyon atölyelerinin, ucuz marketlerin, kursların, işyerlerinin ağırlıkta olduğu şehrin çarpık yapılaşmasına da örnek gösterilebilecek Şirinevler. Ataköy-Şirinevler Köprüsü, gündelik hayatın sınır, mekân ve iktidar yapısı tanımaz gücüyle, tüm bu karşılıklı algılamaların, farklı hüviyetlerin, hiyerarşik yapıların adeta buharlaştığı bir alan olarak karşımıza çıkıyor.

Kadınlar da soykırım yapar

$
0
0
Nazi hareketinin milliyetçi coşkusuna kapılıp soykırıma dahil olan Almanlar, erkeklerden ibaret değildi. Yaklaşık 500 bin kadın kimi zaman bile isteye kimi zaman da dolaylı olarak bu insanlık suçuna bulaşmış.Kadınların dünya tarihinin seyrini değiştiren büyük savaşlardaki tek dahlinin cephede vuruşan askerleri dünyaya getirmekten ibaret olduğunu düşünüyorsanız, henüz ‘Hitler’in Şirret Kadınları’ adlı kitabını okumamışsınız demektir. Wendy Lower’ın geçtiğimiz yıl çıkan ve Türkçeye yeni çevrilen kitabı, kadınların bile isteyerek dünyayı kana bulayan bir savaşa ve soykırıma nasıl katkıda bulunduğunu ortaya koyuyor. Lower, kitabında Nazi liderlerinin eşlerinden ziyade hemşirelik, öğretmenlik ve sekreterlik gibi görevlerde bulunan sıradan Alman kadınların nasıl birer ölüm makinesine dönüştüğüne mercek tutuyor. Hitler’in ‘üstün Alman ırkı’ idealine kendini adayarak Alman işgali altındaki Doğu Avrupa ülkelerine tayin edilen bu kadınlar arasında binlerce Yahudi’nin infaz emrinin altına imza atan sekreterler de var, gettolarda yüzlerce Yahudi’nin gözü önünde bir bebeğin kafasını duvara vurarak öldüren görevliler de. Zihinsel ve fiziksel engelli Çingene, Yahudi hatta Alman hastaları ‘işe yaramadıkları’ gerekçesiyle zehirli iğneyle öldüren hemşireler de ‘Hitler’in kadınları’ arasında büyük yer tutuyor. Amerika’daki Claremont McKenna Üniversitesi’nde tarih profesörü olan Lower aynı zamanda ABD Yahudi Soykırımı Anma Müzesi’ne tarih danışmanlığı yapıyor. 20 yıldan fazla bir süredir Yahudi soykırımı konusunda çalışmalarda bulunan Lower’a soykırımı bir kariyer fırsatı olarak görüp yollara düşen bu kadınları sorduk.Soykırım suçuna dolaylı ya da doğrudan dahil olan kadınların temel motivasyonu neydi? Tek tek kişisel motivasyonlarını tanımlamak çok zor. Kitapta yer verdiğimiz kadınların ortak özelliği ise ilk gençlik yıllarının I. Dünya Savaşı sonrası döneme denk gelmesi ve Nazi rejimi altında sosyalleşip eğitim almış olmaları. Çoğu lise mezunu ve meslek eğitimi sahibi. Geleneksel olarak kadınların söz sahibi olduğu meslek dallarına girmişler ancak bunu ülke Nazi rejimi altındayken yapmışlar. Dolayısıyla Hitler’in üstün ırk idealinin temel tutulduğu bir eğitimden etkilenmişler. Böylece normal zamanlarda sıradan bir kariyer olarak değerlendirilecek meslekleri, Reich’ın işlediği suçlara hizmet eden bir şeye dönüşmüş.Neler yapmış bu kadınlar?Ötanazi programı çerçevesinde çocukları ve engellileri öldüren hemşireler bulduk. Yahudi topluluklarının infaz emrini veren sekreterler var. Kadınlar yağmalama konusunda aktif rol oynamışlar. SS subaylarının eşleri ve sevgilileri de soykırım ve savaş suçu işleyen kadınlar arasında büyük yer tutuyor. İnfaz alanlarına gidiyorlar ve hatta bazıları doğrudan Yahudilere ve diğer Nazi mahkumlarına ateş ediyor. Bu olaylarda şiddetin çoğu ortalıkta yaşanıyor. Tek başına suç işledikleri gibi eşlerine yardım ederek de suça dahil olabiliyorlar.Bu kadınların her şey olup bittikten sonra pişman olduklarını düşünüyor musunuz?Bilemiyorum. Hiçbiri şu anda yaşamıyor. Çevresindeki insanlarla, aile üyeleri ile ve onları soruşturan mahkeme üyeleri ile görüştüm. Sanıyorum ortada geçmişle ilgili, yenilmiş olmakla ve rejimin çöküşü ile ilgili bir utanç var. Ancak bu utanç, rejim kurbanları ile kurulan empatinin ifade biçimi olmayabilir.Kitapta özellikle Doğu Avrupa ülkelerine giden kadınlara odaklanmanızın sebebi neydi?Nazilerin işlediği savaş suçlarının ve soykırımın ana karargahı doğu idi. En korkunç suçlar burada işlendi. Burası aynı zamanda Hitler’in ari ırk idealinin temelini oluşturduğu ütopyasını gerçekleştirmek için dönüştürülmesi planlanan bölge idi.Kitaba tepkiler nasıl?Akademisyenlerin yanı sıra sıradan insanlar da büyük ilgi duyuyor. Çünkü kadın ve erkeklerin nasıl olup da birlikte soykırım suçu işleyip daha sonra da bunun kurbanı olabildiklerini merak ediyorlar. Soykırımı inkar eden kişilerden taciz e-postaları da alıyorum. Çok detaylı okumadım ama antisemitizmde ısrar eden kişiler bunlar. Aldığım e-postalardan biri çok değerli. Soykırım kurbanlarından birinin akrabası olduğunu söyleyen bir kişi, kitabımı okurken bahsi geçen kadınlardan birinin kendi akrabasını öldüren kişi olduğunu fark etmiş. Bu tabii ki çok travmatik bir ‘farkına varış’. Ancak aynı zamanda kurbanın ailesinin yıllar sonra ‘hiçbir iz bırakmadan ortadan kaybolan’ akrabalarına ne olduğunu öğrenmesini sağlamış.Önce karınlarını doyurdu sonra kurşuna dizdiÜst rütbeli bir SS (Koruma Timi) subayıyla evli olan 23 yaşındaki Erna Petri, alışverişten dönerken birbirlerine sarılmış ve yarı çıplak halde yol kenarındaki bir çalılığın arasına gizlenmiş 6 çocuğa rastlar. Genç kadın, toplama kampından kaçtıkları belli olan çocukları evine götürür. Kendisi de iki çocuk sahibi olan kadın çocukların karnını doyurduktan ve onları giydirdikten sonra ormana götürüp bir çukurun önünde sıraya dizer. Petri, en büyüğü 12 yaşında olan 6 çocuğu, enselerine kurşun sıkarak öldürür ve evine döner.‘Güçsüzler’ diye çocuk işçileri öldürme emri vermişJosefine Block, bir SS subayının karısı ve yardımcısı olarak acımasız eylemlere imza atmış bir kadın. Elinde tuttuğu kırbacı ile sınır dışı edilmeyi bekleyen mahkumlara vurmasıyla ve çocuklara yaptığı işkencelerle biliniyor. Kendisinden hayatını bağışlamasını isteyen küçük bir kızı, yere düşürüp ölene kadar yüzüne tekme atması Lower’ın kitabına giren ayrıntılardan biri. Block’un ayrıca Ukraynalı askerlere Çingeneleri gece yarısından önce öldürmesi için acele etmeleri talimatı verdiği ve dört Yahudi kız çocuğunu çok zayıf ve güçsüz oldukları gerekçesiyle öldürme emri verdiği biliniyor.8 bin Yahudi’nin ölüm fermanını imzaladıLiselotte Meier de doğu cephesinde büyük ihtiyaç duyulan sekreterlik görevini yerine getiren binlerce Alman kadından biri. Lida’daki Fırtına birliklerinden Hermann Hanweg’in de sevgilisi. Hanweg bölgeyi Yahudilerden temizlemekle görevli bir komiser. Getto ziyaretleri ve Yahudi işçilerin verimliliğini denetlemek gibi görevleri de var. Lower’a göre 8 Mayıs 1942’de Lida sınırları dahilinde kurşuna dizilerek öldürülen 8 binden fazla Yahudi’nin infaz emrini veren ve bütün her şeyi planlayan kişinin ta kendisi.Günde ortalama 70 hastayı iğneyle öldürmüşMeslek sahibi kadınlardan soykırıma dolaylı ya da doğrudan katılanlar arasında hemşireler büyük yer tutuyor. Onlar arasında ise bir isim diğerlerinden daha fazla dikkat çekiyor: Pauline Kneissler. Kneissler çalıştığı Grafeneck Castle adlı “ötanazi hastanesinde” günde ortalama 70 fiziksel ya da zihinsel engelli insanı, canının istediği gibi öldürür. Kneissler’in ve daha birçok hemşirenin kurbanları arasında sadece Yahudiler ya da zihinsel engelli insanlar yoktur. Kneissler, mahkemeye verdiği ifadenin aksine bir arkadaşına, savaşta ağır yaralanan ya da bunalıma giren Alman askerlerini öldürdüğünü de itiraf eder.Bebek katili Bayan HannaJohanna Altvater Zelle, Nazi işgali altındaki Ukrayna’ya gönderildiğinde 22 yaşındadır ve Wilhelm Westerheide adlı komiserin sekreterliğine getirilir. Soykırımdan hayatta kalanlar onu, kötülüğüyle nam salmış Fraeulein Hanna olarak hatırlıyor. Altvater, Yahudi gettosunda bir bebeğin kafasını duvara vurması ve hastanede bazı çocukları camdan aşağı atmasıyla da biliniyor. Altvater, Almanya’ya döndükten sonra evlenip sosyal hizmet görevlisi olarak çalışmış ve bir erkek evlat edinmiş.

Havalimanlarındaki güvenlik çilesine hazırlıklı olun

$
0
0
Havayolu şirketleriyle havalimanı işletmecileri, uçakla seyahati daha keyifli ve konforlu hale dönüştürmek amacıyla yoğun çalışma yürütüyor. Bu düşünceyle hizmete sunulan havalimanlarındaki ultra lüks yolcu salonlarıyla uçaklardaki ikram ve eğlence sistemleri, uçuş stresini üzerimizden atmamıza yardımcı oluyor.Bunun tam aksine sivil havacılık otoritelerinin uçuş güvenliğini tehlikeye düşürecek olayları engellemek amacıyla uyguladığı bazı tedbirler ise yolcuları çileden çıkarıyor.Bu yüzden uçaklarda elektronik cihazların kullanımının serbest bırakılmasıyla ilgili karara sevinirken, yeni güvenlik tedbirleri moralimizi bir hayli bozacak gibi görünüyor. Neden mi? Sıvı maddelere getirilen sıkı kontrollerin ardından şimdi de ‘bomba şüphesi’ nedeniyle ayakkabılara yönelik denetimlerin artırılacağı haberleri gelmeye başladı. İşin daha da kötüsü, sivil havacılık otoriteleri tarafından alınan yeni kararlar, güvenlik konusunda oldukça can sıkıcı bir döneme gireceğimizin habercisi olarak yorumlanıyor. Güvenlik uygulamalarıyla ilgili yolcuları üzecek son haber yine ABD’den geldi. ABD İç Güvenlik Bakanlığı, ülkedeki havayolu şirketlerine, ‘ayakkabı bombalarının ticari yolcu uçaklarında kullanılabileceği’ uyarısında bulundu ve kontrollerin artırılmasını istedi. Uygulama kısa süre sonra ABD’deki havalimanlarında başlatılacak. Denetimler, daha sonra da Avrupa havalimanlarında yaygınlaşacak. Çünkü ABD, ülkesine sefer düzenleyecek şirketlerden de kontrollerin artırılmasını talep ediyor. Zaten ABD’nin aldığı kararları uygulayan AB Komisyonu’nun da, kısa süre sonra ülke sivil havacılık otoritelerinden bu yönde bir talepte bulunacağı ifade ediliyor.KUYRUKLAR GERİ Mİ GELECEK?Türkiye’de ise işler biraz karışacağa benziyor. Havalimanlarında terminal girişinde yapılan denetimlerde, ayakkabı ve kemer çıkarılması uygulamasına geçen yıllarda son verilmişti. ABD’deki uygulama bizde de başlatılacak olursa, terminal girişlerinde yine uzun kuyruklar ve sert tartışmalar kaçınılmaz olacak. ABD, ilk olarak Soçi Kış Olimpiyatları’nda eylem düzenleneceği şüphesiyle 6 Şubat’ta uyarıda bulunmuş, Rusya ve ABD arasındaki uçuşlarda tüm sıvılar, aerosoller ve jellerin el bagajlarında taşınmasına yasak getirmişti. Avrupa Konseyi de, Rusya uçuşlarında aynı kararı uygulamaya koymuştu. ABD İç Güvenlik Bakanlığı, Kış Olimpiyatları nedeniyle uçuşlarla ilgili geçen hafta yeni bir uyarı yayınladı. Bakanlık, Pegasus Hava Yolları’nın, Kharkov-İstanbul seferini gerçekleştiren uçağının Ukraynalı bir yolcu tarafından ‘bomba tehdidi’ ile kaçırılarak Soçi’ye indirilmesi eylemi sonrası, güvenlik tedbirlerinin daha da artırılmasını istedi. ABD’nin, Rusya’ya düzenlenen uçuşlarda, ‘yolcu el bagajında hiçbir sıvı maddenin taşınmaması’ yönündeki uyarısı üzerine AB Komisyonu da aynı kararı aldı. Amerikan Hava Yolları şirketinin, 22 Aralık 2001’de Paris-Miami seferi sırasında, uçağa yolcu olarak binen Richard Reid’in giydiği basketbol ayakkabısının topuğunda 100 gram plastik patlayıcı gizlediği ortaya çıkmıştı. Reid, uçak havadayken bombayı patlatmak istediği sırada, mürettebat ve yolcular tarafından etkisiz hale getirildi. Yaklaşık 12 yıl önce yaşanan hadisenin tekrarlanmaması için denetimlerin artırılmasını isteyen ABD, kontrollerde hiçbir taviz verilmesini istemiyor. Zaten ABD’ye yapacağınız uçuşlarda, bu konuda alınan kararların ne derece sert şekilde uygulandığını görebiliyorsunuz.TERMİNAL GİRİŞİNDEKİ GÜVENLİK KALKIYORArtan güvenlik uygulamaları yolcuların canını sıksa da, bazı havalimanlarında terminal girişlerindeki x-ray’lerin (elektronik arama cihazı) kaldırılmasına yönelik çalışmalar sevindiriyor. Milli Sivil Havacılık Genel Kurulu’nun aldığı karar doğrultusunda, Ankara Esenboğa ve İzmir Adnan Menderes Havalimanı terminal girişindeki güvenlik noktalarının kaldırılmasıyla ilgili çalışmalar aralıksız sürüyor. Uygulamanın mayısta başlaması planlanırken, şimdi de daha erkene çekilmesi gündeme geldi. Güvenlik konusunda herhangi bir kaygı görülmediği takdirde başlatılacak uygulama daha sonra İstanbul Atatürk ve Sabiha Gökçen, Antalya, Trabzon, Dalaman, Bodrum, Gaziantep, Erzurum ve Zafer Havalimanı’nda da devreye alınacak. Terminal girişinde güvenlik uygulaması olmayacak ama uçağa binecek yolcular eskisinden daha sıkı aranacak.

Kumpas diyenlerin kumpanyası!

$
0
0
İktidar kanadının bugün ifade ettikleri ile dün yaptığı bazı açıklamaların birbirine zıt olduğunu söylemek mümkün. Birileri orduya kumpas kurmuş ise geçmişte yapılan açıklamalarla bu komplonun içinde yer alınmış olunmuyor mu? Milli orduya kumpas kurulduğuna dair kanaatin 17 Aralık’taki yolsuzluk operasyonundan sonra oluşması manidar değil mi?Ergenekon ve Balyoz gibi darbe davalarında ‘kumpas kurulduğuna’ dair tartışmalar, Başbakan’ın Başdanışmanı Yalçın Akdoğan’ın 24 Aralık 2013’te Star gazetesindeki köşesine taşıdığı şu cümleyle gündeme geldi: “Kendi ülkesinin milli ordusuna, milli istihbaratına, milli bankasına, milletin gönlünde yer edinen sivil iktidarına kumpas kuranların bu ülkenin hayrına bir iş yapmış olmayacağını çok iyi bilir.”İddia çok vahimdi. Buna göre darbe davalarında ‘milli orduya’ kumpas kurulmuştu. İlerleyen günlerde AK Partili başka isimler de Akdoğan’a destek verdi. 29 Aralık’ta partinin Grup Başkan Vekili Mustafa Elitaş’ın açıklamaları Hürriyet’te manşet oldu. Ergenekon ve Balyoz sanıkları için ‘Yeniden yargılama adımı’ başlığı kullanılan haberde Elitaş, sanıkların itirazlarını gidermek için ‘yasal düzenleme’ yapabileceklerini söylüyordu. Ardından Başbakan Tayyip Erdoğan da konuyu gündemine aldı. 4 Ocak 2014’te Dolmabahçe’de bazı gazetecileri ağırlayan Erdoğan, yeniden yargılamalara yeşil ışık yaktı. Malezya seyahatinde (10 Ocak) konuyla ilgili bir soru üzerine ise, “Kalkıp da eski Genelkurmay Başkanı’na (İlker Başbuğ) terör örgütü lideri derseniz felakete yol açarsınız. İçeride günahsız yatan çok kişi var.” ifadelerini kullandı.BAŞBAKAN: BU PLANLARI YEDİ YILDIR BİLİYORDUKBütün bunları aklımızın bir köşesinde tutalım. Ve geçmişe, birkaç sene öncesine gidelim. Bugün Ergenekon ve Balyoz’da ‘sahte delil üretildiğini’ ileri sürenler geçmişte neler söylemişti dersiniz? Darbe planlarının deşifre olması üzerine 1 Şubat 2008’de ‘Karanlık odakların üzerine gideceğiz’ diyen Başbakan değil miydi? 21 Mart 2008’de ‘Milletin hukukunu koruyoruz’ dememiş miydi? Ve nihayet 15 Temmuz 2008’de, “Biz millet adına hak aramanın, hakkı savunmanın gayreti içindeyiz. Bu anlamda savcılıksa, evet bu davanın savcısıyım.” sözleriyle Ergenekon davasına sahip çıkan da bu Başbakan değil miydi? Sonra ne oldu ki Erdoğan, ‘savcılık’ makamından ‘avukatlık’ makamına düştü? Balyoz’la ilgili de benzer onlarca açıklamasını sıralayabiliriz. Ancak biz bir tanesiyle yetinelim. Balyoz belgeleri ortaya çıktıktan 3 gün sonra (22 Ocak 2010) AK Parti Genişletilmiş İl Başkanları Toplantısı’nda bakınız ne diyor Başbakan Erdoğan: “Bugünlerde gündeme getirilenleri siz zannediyor musunuz biz hiç duymadık! Hayır bunlar duyuluyor. Duyduk. Ama biz gerilimden yana olmadık. İşimize baktık. İlk zamanlarda bizi anlamayanlar olabilir. Ama aradan yedi yıl geçti. Türkiye’nin geldiği seviye ortada. Bu kirli senaryolara boyun bükmeyecek, dimdik duracağız. Demokrasilerde iktidar seçimle gelir, seçimle gider. Kendisini TBMM’nin ve milli iradenin üzerinde görenler gaflet ve delalet içindedir.”Burada akıllara ister istemez birkaç soru geliyor. Bugün iktidar kanadının söylediği ile dün yapılan açıklamaların taban tabana zıt olması nasıl açıklanabilir? Orduya birileri kumpas kurmuş ise siz de geçmişte yaptığınız açıklamalarla bu komplonun içinde yer almış olmuyor musunuz? Milli orduya kumpas kurulduğuna dair kanaatin 17 Aralık’taki yolsuzluk operasyonundan sonra oluşması manidar değil mi? Ve yıllardır meydanlarda “Askeri vesayeti biz bitirdik.” diyen kimdi?O BOMBALARI YOK MU SAYALIM?Ergenekon soruşturması, Jandarma’ya yapılan bir ihbarla başladı. 12 Haziran 2007’de ihbar edilen adrese yapılan baskında üzeri siyah naylonla örtülmüş ahşap bir sandıkta 27 adet el bombası, TNT kalıpları ve fünyeler ele geçirildi. Bombaların sahibinin emekli Astsubay Oktay Yıldırım olduğu tespit edildi. El bombalarının bulunduğu kasanın üzerinde ‘mukayeseye elverişli olan 8 adet parmak izi ve 2 adet avuç izinin bulunduğu’ belirtildi. Bu parmak izlerinden 3’ü Oktay Yıldırım’a ait çıktı. Bu mu kumpas?DARBE GÜNLÜKLERİ DE Mİ YALANDI?Sanıklardan eski Deniz Kuvvetleri Komutanı Özden Örnek ve Mustafa Balbay’a ait darbe günlükleri Ergenekon davasının önemli delilleri arasında yer aldı. Örnek’in günlüklerinde ‘Sarıkız ve Ayışığı’ darbe planları ayrıntılı olarak anlatılıyordu. Ve bu günlüklerin Örnek’e ait olduğu tespit edildi. Mustafa Balbay ise günlüklerle ilgili ilk savunmasında “Silmiştim.” dedi. Ardından kitap yazmak için aldığı notlar olduğunu söyledi. Son olarak günlüklere ‘eklemeler’ yapıldığını savundu. Örnek ve Balbay’a ait iki günlük arasındaki benzerlik de dikkat çekiciydi. Günlükler birbiriyle tam anlamıyla örtüşüyordu. Bu da mı kumpastı? Veya Cumhuriyet’in ‘Genç subaylar tedirgin’ manşetini atılmamış mı sayalım?LAW’LAR İÇİ BOŞ BORU MUYDU?Ergenekon soruşturması kapsamında onlarca kazıda yüzlerce el bombası ve mühimmat ele geçirildi. İşte onlardan bazıları: LAW silahı (dolu) 43, roketatar 12, el bombası 424, saatli bomba 1, boru tipi bomba 1, dinamit lokumu 53, uzun namlulu silah 22, tabanca, hakem bombası 13, sis bombası 28. Bunları ‘nereye’ koyacağız?KAOS PLANI’NIN HEDEFİ AK PARTİ DEĞİL MİYDİ?‘İrticayla Mücadele Eylem Planı’ Genelkurmay Harekât Başkanlığı Bilgi Destek Dairesi 3. Bilgi Destek Şube Müdürlüğü’nde hazırlanmıştı. Altında eski Deniz Piyade Kurmay Kıdemli Albay Dursun Çiçek’in ‘ıslak’ imzası vardı. Ve bu belgenin gerçekliği Adli Tıp, Jandarma, Emniyet ve TÜBİTAK tarafından tam 7 kez tescillendi. Plan tamamen ‘AK Parti hükümeti’ ve ‘Fethullah Gülen Cemaati’ne yönelik hazırlanmıştı. Hükümet ‘şeriatı getirmek istemek’ Gülen ise AK Parti’ye destek olmakla suçlanıyordu. Askeri savcılık bile belgeyi doğrulayarak, Çiçek’i yargıladı, mahkûm etti. Kumpası kuran kim?O SİTELERİN HABERLERİ KAPATMA DAVASINA GİRMEDİ Mİ?Hükümeti yıpratmak için Genelkurmay Başkanlığı bünyesinde kurulan ve kara propaganda yapan internet sitelerine ne diyeceksiniz? Söz konusu sitelerde AK Parti düşmanlığı yapılıyor, laik rejimin tehlikede olduğu ileri sürülüyor, en büyük tehlike olarak ‘irtica’ gösteriliyordu. Türkçe ve yabancı dillerde yayın yapan 400’den fazla internet sitesi günlük olarak izleniyordu. Kara propaganda için ise 42 internet sitesi kurulmuştu. Sitelerin ‘ödemeleri’nin Bilgi Destek Daire Başkanlığı’nda görevli şube müdürlerinin kredi kartlarıyla yapıldığı tespit edildi. Ve bu sitelerde kullanılan haberler AK Parti’ye yönelik kapatma davasında delil olarak gösterildi. İnternet andıcı davası sanıklarının tamamı dönemin Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ’u işaret etti.DANIŞTAY’DA CİNAYET İŞLENMEDİ Mİ?Danıştay 2. Dairesi Üyesi Mustafa Yücel Özbilgin’in hayatını kaybettiği Danıştay saldırısı Ergenekon’un eylemlerinden biriydi. Tetikçi Alparslan Arslan’ın Ergenekon sanıklarıyla irtibatı iletişim tespit tutanaklarıyla belirlendi. Ümraniye’de ele geçirilen el bombalarıyla Cumhuriyet Gazetesi’ne atılanların aynı seriden olduğu görüldü. Üstelik Cumhuriyet’e bomba atanlarından biri de Danıştay saldırganı Alparslan Arslan’dı. Danıştay saldırısı, hükümete yönelik eleştirilerin fiili saldırıya dönüştüğü bir olaydı. Dönemin Cumhurbaşkanı ve muhalefet partileri doğrudan hükümeti hedef gösterdi. Hükümetin bakanları cami avlusunda vatandaşlar tarafından kovalandı, üzerlerine su şişeleri fırlatıldı. ‘Siyasete kan bulaştı’ açıklamaları yapıldı. Meydanlarda ‘Hükümet istifa’ sloganları atıldı. Bütün bunları yaşanmamış mı kabul edelim?27 NİSAN’DA KİME MUHTIRA VERİLDİ?Demokrasinin kırılma noktalarından biriydi 11. Cumhurbaşkanlığı seçimleri. Birkaç yıl önce ‘Genç subaylar tedirgin’ manşetleri atanlar, Cumhurbaşkanlığı seçim sürecinde (Nisan 2007) bir AK Partilinin neden cumhurbaşkanı olamayacağını maddeler halinde sıralıyordu. AK Parti’nin adayı Abdullah Gül’dü. İlk turda seçilmek için Anayasa’nın öngördüğü 367 oyu sağlayamadı. Oylamaya 361 milletvekilinin katıldığı açıklandı. CHP, toplantı yeter sayısının 367 olduğu gerekçesiyle ilk turun iptali ve yürürlüğünün durdurulması istemiyle Anayasa Mahkemesi’ne dava açtı. Aynı gece Genelkurmay internet sitesinde 27 Nisan bildirisi yayınlandı. Bu bir e-muhtıraydı. Yüksek Mahkeme, 1 Mayıs’ta ilk tur oylamanın, Anayasa’ya aykırı bularak iptaline karar verdi ve yürürlüğünü durdurdu. 6 Mayıs’ta yenilenen 1. tur oylamada toplantı yeter sayısında 367’ye ulaşılamaması üzerine Gül, adaylıktan çekildiğini açıkladı. Yıllar sonra ortaya çıkan ses kayıtları 28 Şubat’ın Genelkurmay Başkanı İsmail Hakkı Karadayı’nın muhalefet partilerinin Genel Kurul’a katılmaması için baskı yaptığını ortaya koydu. Söz konusu ses kaydının Ergenekon’un ‘derin kulağı’ Levent Ersöz’ün işyerinde ele geçirildiği ortaya çıktı. İlerleyen günlerde Ergenekon sanığı emekli Albay Levent Göktaş’ın ofisinde ele geçirilen 51 No’lu DVD içerisinde yer alan bir belge de 367 krizinin perde arkasına ışık tutuyordu. Altında dönemin Genelkurmay İstihbarat Şube Müdürü Albay Turgut Ak’ın imzası bulunan ‘Gizli’ ibareli belgede, dönemin Kara Kuvvetleri Komutanı İlker Başbuğ’un, danışmanı Nuran Yıldız’ı parti liderlerine göndererek Cumhurbaşkanlığı seçim sürecini yönettiği öne sürülüyordu. Belgeye göre Başbuğ, dönemin Anavatan lideri Erkan Mumcu’ya özetle şu mesajı iletmişti: “Anayasa Mahkemesi’yle konuştuk, AKP’yi kapatacaklar. Erdoğan, Gül ya da Arınç’tan biri seçilirse TSK müdahale edecek. Yeni oluşum sözü veriyoruz.”GÖLCÜK DONANMA’DA ÇIKAN BELGELER Mİ KUMPAS?Balyoz, bugüne kadar hazırlanmış en kapsamlı askeri darbe planıydı. 12 Eylül Bayrak Harekat Planı örnek alınarak hazırlamıştı. Yüzlerce siyasi ve bürokrat tek tek fişlenmişti. 5-7 Mart 2003’te yapılan plan seminerinde hedefte AK Parti hükümeti vardı. Sanıkların da kabul ettikleri ses kayıtlarına göre cuntanın tek hedefi AK Parti’yi devirmekti. ‘İstanbul’un üzerine çökerim. Artık acımak yok, tepeleme var.’ diyenler Balyoz sanıklarından başkası değildi. Çetin Doğan, söz konusu semineri kabul etmiş ancak bunun bir harp oyunu olduğunu savunmuştu. Harp oyunu idiyse ‘gerçek’ isimler neden kullanılmıştı? Hedefin ‘dış güçler’ olduğunu savundular sonra. ‘O halde neden İstanbul’un üzerine çöküyorsun, milleti neden stadyumlarda topluyorsun?’ sorusu cevapsız kaldı. Ve ele geçirilen belgeler TSK’ya ait bilgisayarlarda hazırlanmıştı. Gölcük Donanma’da zeminin altında çıkan belgeler Balyoz’un bir darbe planı olduğunu teyit ediyordu. Orada görevli personel, o belgelerin, hard disklerin bizzat sanıklar tarafından oraya konulduğunu itiraf etti. Burada kumpas nerede?HRANT DİNK YAŞIYOR MU YOKSA?“Rahip Santoro, Malatya Zirve Yayınevi ve Hrant Dink operasyonları sonrasında, Türkiye ‘de yaşayan gayrimüslimlerin irticai grupların hedefinde olduğu yönünde kamuoyu oluşmuş, ancak AKP tarafından, karşıt medyanın da desteğiyle, söz konusu olayların Ergenekon tarafından organize edildiği şeklinde yoğun propaganda faaliyetlerinde bulunulmuştur.” Bu cümleler Ergenekon soruşturması kapsamında ele geçirilen Kafes Operasyonu Eylem Planı’ndan. Dink cinayetinin ‘operasyon’ olduğu anlatılıyor. Dink, yazdığı bir yazı sebebiyle Ergenekon sanıklarından Kemal Kerinçsiz’in aralarında bulunduğu ‘ulusalcı’ bir kesim tarafından hedef gösterildi. Yargılandı. Yargılandığı davanın duruşma salonuna belinde silahla giren kişi Ergenekon sanığı Veli Küçük’ten başkası değildi. Vatanseverler arasında geçen bir telefon görüşmesinde ise kendisinden ‘zıbartılan adam’ olarak bahsediliyor, olayın failinin ‘bizim arkadaşlar’ olduğu anlatılıyordu. Ergenekon soruşturması kapsamında ele geçirilen azınlıklara yönelik suikast ve korkutma, sindirme planları da işin tuzu biberi… Şimdi bütün bunları yok mu sayalım?
Viewing all 3284 articles
Browse latest View live