Quantcast
Channel: ZAMAN-PAZAR
Viewing all 3284 articles
Browse latest View live

Türbülans uçak düşürür mü? [KUŞ BAKIŞI]

$
0
0
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, hafta içinde gerçekleştirdiği Roma seyahatinde uçakta gazetecilerin sorularını yanıtlarken ilginç bir benzetmede bulundu.Gazetecilerin, ‘Hükümet-cemaat gerginliği’ ile ilgili sorusuna, “Türbülans gibi bir tartışma içindeyiz. Türbülansa girersiniz, çıkarsınız. Şimdiye kadar türbülansta düşen bir uçak yok bildiğim kadarıyla. Ama yolcuları rahatsız eder.” benzetmesiyle cevap verdi. Biz de bu vesileyle gündeme gelen türbülans konusunu detaylı şekilde ele almak istedik. ‘Hava boşluğu’ olarak bilinen türbülansı kısaca, ‘gökyüzündeki sıcak ve soğuk havanın yer değiştirmesi ya da rüzgârın etkisiyle bulutlarda meydana gelen hareketlilik’ şeklinde tanımlayabiliriz. Burada havanın hareketi söz konusu olduğundan türbülansa giren uçakta sarsıntı yaşanabilir, kulağımıza rahatsız edici sesler gelebilir ve kanatlar aşağı-yukarı esneyebilir. Şiddetli türbülanslarda ise uçakta ciddi hasar da yaşanabilir. Tüm olumsuzluklara rağmen Cumhurbaşkanı Gül’ün de dediği gibi gökyüzünde meydana gelen türbülanslarda düşen uçak kaydı bulunmuyor. Gök gürültülü ve fırtınalı bölgelerdeki türbülanslar, radarlardan fark edilir. Pilot, yolcuların da konforunu düşünerek rotasını değiştiremiyorsa radar sisteminin yardımıyla en az şiddetteki türbülans bölgesinden uçmaya çalışır. Ancak açık hava türbülansı radara yakalanmaz. En tehlikeli olarak bilinen bu tip türbülanslar, genelde havanın dikey şekilde yükseldiği dağ yakınlarında meydana gelir. Ayrıca yükseklerde batıdan doğuya doğru dünyanın çevresinde hareket eden jet stream diye bilinen ve saatte 400 kilometre hıza ulaşan rüzgâr da, açık hava türbülansına neden olur. Bir diğer açık hava türbülansı çeşidi, ‘uyanış türbülansı veya girdaptan kurtulma türbülansı’ da, radarda görünmez. Kısa ama etkili türbülanslardır.Kanatlara yakın oturunTürbülans sırasında yaşanan şiddetli sarsıntı, başta uçuş korkusu bulunanların yanı sıra hemen her yolcuyu tedirgin eder. Bu yüzden türbülans sırasında daha az sıkıntı yaşamak istiyorsanız bazı tedbirler almayı unutmayın. Mesela uçağın merkezinde yer alan kanatlara yakın koltuklarda oturun. Diğer bölgeler daha esnek hareket ettiğinden türbülans sırasında daha çok sarsıntı yaşayabilirsiniz. Emniyet kemerinizi bağlı tutun ve ikaz dışında asla çözmeyin. Yaralanmalar, türbülans esnasında sağa sola dağılan eşyalardan da kaynaklanabilir. Bu yüzden çatal-bıçak gibi kesici ve delici aletler, cam şişe ve bardak gibi kırılabilir eşyaların dışında sıcak içeceklerinizi de muhafaza etmeniz gerekir. Şiddetli bir sarsıntıyı dikkate alarak, olası bir çarpmadan korunmak için koltuk tepsinizi de kullanmadığınız müddetçe kapalı tutun.Su içinUçaklardaki klimalardan kaynaklanan kabindeki kuru hava, susuzluğa ve baş ağrısına yol açabilir. Bu da türbülans esnasında sağlıklı düşünemeyip heyecanlanmanıza neden olur. Bu yüzden su içmeyi unutmayın. Panik halindeyken, yavaş ve derin nefes alarak tedirginliğinizi üzerinizden atabilirsiniz. Türbülans sırasında koltuk tutacaklarını sıkıca tutmayın ve vücudunuzu kasmayın. Panik halindeyseniz veya korkuyorsanız, kabin memurlarını izleyin. Onlar sakinse demek ki korkacak bir şey yoktur. Gözlerinizi kapatıp müzik dinleyin. Şarkı sözlerine dikkat etmeye çalışın, kitap okuyun. Arkadaşınızla seyahat ediyorsanız oyunlar oynamaya çalışın.

Dört günde devr-i Hindistan

$
0
0
Kendisine has kokusuyla Delhi, büyük bir aşkın son durağı Agra ve tezatlar şehri Bombay... Farklı renkleri ve egzotik atmosferiyle Hindistan’da keşfedilmeyi bekleyen öyle çok şey var ki...Uçağımız Delhi’ye doğru hareket ettiğinde içimizde çok farklı duygular beliriyor. Dünyanın en kadim medeniyetlerinden Hindistan’ı dünya gözüyle görecek olmanın heyecanını yaşıyoruz. Bugüne kadar ekranlardan gördüğümüz ve ‘renkler ve kokular’ ülkesi olarak tarif edilen Hindistan’ı keşfetmek için sabırsızlanıyoruz. Dört günde dünyanın en kalabalık ikinci ülkesini keşfetmek elbette mümkün değil ancak yine de ne görürsek kârdır hevesindeyiz. Altı saatlik yolculuğun ardından Delhi havaalanına iniyoruz. Bizi ilk karşılayan, ülkenin kendine has kokusu. İstanbul’dan gelen biri için Delhi, yabancılık çekilecek bir yer değil. İstanbul’a rahmet okutan trafiği, oradan oraya koşuşturan insanlar, seyyar satıcılar… 23 milyon nüfuslu bu dev şehrin Yeni ve Eski olarak ikiye ayrıldığı bilgisini verelim. Tarihi yerler Eski Delhi’de. Yenide ise başkent olduğu için resmi binalar, yönetim merkezleri, askeri bölgeler hâkim. Alışveriş yapmak istiyorsanız Janpath’taki turistik alışveriş merkezini ve Pahar Gan’ı ziyaret etmeniz gerek. İndia Gate’in (Hindistan Kapısı) bulunduğu meydanda biraz soluklanabilir, ulusal müzeyi ziyaret edip tarihi bir yolculuk yapabilirsiniz.Tac Mahal’i görmek için bile değerHindistan denince belki de akla ilk gelen Tac Mahal’i görmek için yola çıkıyoruz. Büyük bir aşkın son durağı olan, dünyanın yedi harikasından biri kabul edilen bu muhteşem yapıyı görmek için Delhi’den otobüsle dört saatlik bir yolculuk yapmak gerek. Yağmurlu bir hava eşliğinde Tac Mahal’e doğru yol alıp, kapısına özel araçlarla gidiyoruz. Uzun bir bahçeden geçip görkemli bir kapıdan girdikten sonra gördüğümüz manzara bizi bambaşka bir dünyaya götürüyor. Şah Cihan ve eşi Mümtaz Mahal’in ebedi istirahatgâhı, herkesi etkiliyor. Belki de Hindistan’ın kendine has kokusu sadece burada değişiyor, manevi hava ve koku içimizi sarıyor. Tac Mahal’i geziyorsanız yanındaki mescidi görmenizi ve arkasındaki muhteşem Yamuna Nehri’ni de ihmal etmemenizi dileriz. Sadece Tac Mahal için bir gününüzü ayırmanızda fayda var. Agra’ya gelmişken kaleyi ve içindeki sarayı da mutlaka görmelisiniz. Böylesine güzelliklerin olduğu şehirde büyük bir yoksulluğun olduğunu da söylememiz gerek. Öyle ki birçok insan sokaklarda yaşıyor. Eğer Agra’da alışveriş yapmak istiyorsanız hiç zorluk çekmeyeceksiniz zira siz istemeden peşinize onlarca satıcı takılıyor. Sıkı bir pazarlıkla on liralık bir şeyi bir liraya alabiliyorsunuz. Agra’dan otobüsle yeniden Delhi’ye dönüyoruz. Buradan uçakla Pune şehrine hareket ediyoruz, gezimize vesile olan Bajaj Auto firmasını görmek için. Pune diğer gördüğümüz iki şehre göre daha küçük, daha derli toplu bir kent. Burası daha çok bir sanayi şehri. Bajaj’ın fabrikalarında başka bir Hindistan olduğunu gözlemliyoruz. Genelinde fakirlik ve yoksulluğun göze çarptığı ülkede bir yandan da ne kadar teknolojik çalışmaların yapıldığını hayretle izliyoruz. Ne kadar bir sanayi şehri olsa da Pune’de, Darshan Müzesi, Jain Tapınağı, Balaji Tapınağı, Parvati tapınağı gibi birçok gezilecek yer var.Mumbai’yi görmeden ‘gezdim’ demeyinGezimizin son durağı Mumbai. Hemen herkes burayı Bombay olarak bilir ama Hindistanlılar özellikle Mumbai denilmesinde ısrar ediyor. Mumbai, Hindistan’ın en egzotik şehirlerinden. Eski ile Yeninin, fakirlik ile lüks hayatın iç içe olduğu devasa bir kent. İhtişamlı gökdelenlerin hemen yanında teneke evleriyle büyük bir tezatın şehri. Şehir merkezindeki İngilizlerin inşa ettiği yapılar hemen göze çarpıyor. Burada da görülecek çok fazla yer var. Şehir merkezindeki Gateway of India (Hindistan’ın Giriş Kapısı), Tac Mahal Oteli, tarihi üniversite binası, saat kulesi, Gandhi’nin evini ve müzeyi mutlaka ziyaret etmelisiniz. Yapay bir adaya inşa edilen Hacı Ali Camii’ni görmeden şehirden ayrılmamanızı tavsiye ederiz. Bu şehirde Hindistan kültürünü her şeyiyle keşfetme imkânına sahipsiniz. Eğer fırsat bulursanız bir Hint düğününe katılmanız çok yerinde olur. Film tutkunu iseniz Bollywood’u ziyaret etmenizi öneririz.Hindistan yolcularına tavsiyelerÜlkenin para birimi rupi ama dolar ya da Euro götürürseniz her yerde bozdurabilirsiniz. Ülkenin genelinde ulaşım için tuk tuk denilen üç tekerlekli motosikletler kullanılıyor. Fiyatları oldukça ucuz. Yiyeceklere dikkat edin. Alışık olmadığınız tatlar ve baharat karışımları midenizi bozabilir. Sokak satıcıları yerine restoranları tercih edin. Açıktan su tüketmeyin. Alışverişte pazarlık yapın, fiyatı yarıdan daha aza düşürmek mümkün. İnekler kutsal sayıldığı için yolda gördüklerinize dikkatli davranmak gerekiyor.

Unutmanın en zor hali: Alzheimer

$
0
0
Paspası salonun ortasında bırakan bir anne ya da sokağa terlikle çıkmaya başlayan bir baba… Hayatta kahramanınız olan insanların çocuklaşmasına neden olan alzheimer Türkiye’de giderek artarken, Türkiye Alzheimer Derneği hastalıkla ilgili bilgilendirme çalışmalarını sürdürüyor. Hastaları hayata bağlayan Yaşam Evi de bunlardan biri.Bir şirketin muhasebesini 25 yıl boyunca eksiksiz tutmuş babanız, şimdi size, “Para aldın mı yanına?” diye soruyor. Gün içinde bu soruyu 20 kez daha sormuş. Bıkkınlıkla, “Aldım baba” diyeceksiniz. Beş dakika sonra yine aynı soru. Bu diyalog Türkiye’de 400 binlerle ifade edilen alzheimer hastalığının klasik tablolarından biri. Türkiye Alzheimer Derneği tarafından hayata geçirilen Yaşam Evi’ndeyiz. Duvarda makarnadan yapılmış çerçeveler, geçen bahardan kalma çiçek resimleri, baskı çalışmaları... Bakarsanız, kreşten farkı yok ama sakinleri farklı.Türkiye’de bir ilk olan Yaşam Evi, alzheimer hastalarının sosyalleşmesini, zihinsel fonksiyonlarının kaybolmasını geciktirmeyi hedefliyor. 2009’dan beri faaliyette olan Yaşam Evi ücretsiz. Perşembe ve cuma günleri hastalarla etkinlik gerçekleştiriliyor.Kışla beraber artan enfeksiyonlar katılımcı sayısını düşürmüş. Normalde 13-14’ken bugün 7 hasta var. Müzik dinleyip, boyama yapmak için bekliyorlar. Haftada bir gün sekiz saatlerini geçirdikleri bu ev, onların en önemli ihtiyaçlarından birini, sağlıklı sosyalleşmeyi sağlıyor.Vasili Bey, “Nerelisiniz?” sorusuyla karşılıyor bizi. “Ben” diyor, “aşçıyım, aşçıyla oyun olmaz.” Biberin faydalarını anlatıp, masaya vuruyor, “Allah korusun ülsermiş, kansermiş uğramaz evine biber yersen.” Sonra bana dönüp, “Peki ne yapacaksın biber yedikten sonra?” sorusuna “Ayran içerim” cevabı alınca pek memnun, “Biliyor bu işi biliyor” diye yine aynı hikâyeyi anlatmaya başlıyor. 67 yaşındaki Vasili Bey, hastalığın 2. evresinin ortalarında.Ruveyda Hanım müzikten memnun, “İyi oldu bak ne güzel müzik seçmişler” diye İlmiye Hanım’la sohbet ediyor. İlmiye Hanım, elleriyle tempo tutarak, “Oyun mu oynayacağız bugün?” diye soruyor.Yaşam Evi’ne sabah getirilen hastalar sekiz saat boyunca sosyalleşiyor, egzersiz ve el işleri yaparak motor becerilerini geliştiriyor. Bu 7 gün 24 saat özel bakım isteyen hastalar için de yakınları için de bir nefes fırsatı.Sorumlu Hemşire Ümmügül Geyik, “Üç evresi bulunan hastalığın birinci evresini teşhis etmek zor, çok zaman teşhis edilemeden geçiyor. Biz ikinci evreden itibaren hastalığın evre atlamasını geciktirmek için çeşitli faaliyetlerle sosyalleşme sağlıyoruz.” dedikten sonra ekliyor: “Burası bir huzurevi değil, hastalar burada dışarı çıkıp farklı insanlarla bir araya geldikten sonra evlerine geri dönüyor. Bazı aileler hâlâ ‘dışarıdan ne derler?’ önyargısını atamadı ama burada aldığımız sonuçları görünce onlar da mutlu oluyor.”Sabır, yakınlarının en büyük ihtiyacıAlzheimer, yalnız hastalar için değil, yakınları için de önemli bir sınav. Sizin için o zamana kadar büyüğünüz olan bir insanın değişimini görmek, sürekli aynı soruları sormasına katlanmak, konuşurken kelimeleri unutmasına şahit olmak sabır gerektiriyor. Yakınların düştüğü hatalardan biri, zaman zaman kendilerine mantıklı cevaplar veren hastaların numara yaptığını düşünmek ve inatlaşmak. Bazen de aynı sorulara, aynı cevapları vermekten sıkılıp ‘nasılsa hatırlamıyor’ diye yalan söylemek.Aktif yaşayan ve üreten bir yetişkinin giderek çocuklaşması, geçmişte edindiği becerileri birer birer yitirmesi ve tamamen bakıma muhtaç hale gelmesi yakınlarını da zorluyor, hastalığı kabul etmeleri zaman alıyor. Derneğin Başkanı Fügen Kural, bu durumu altını çizerek açıklıyor: “Alzheimer hastası hiçbir şeyi hatırlamaz, diye düşünmeden karşınızdaki insanla konuşmalısınız. Bazen öyle bir anda bir şeyi hatırlar ve size belli etmez ki, bu yalan aranızdaki güvenin sarsılmasına neden olur.”‘Ben bu ağacı tanıyorum’Yaşam Evi sakinlerine hocaları Banu Muratlı, “Ellerimizi göğsümüze pıtı pıtı vuruyoruz” diye ilk egzersizlerini anlatırken, İlmiye Hanım ona “Vuralım, dert keder kalmasın gitsin” diye karşılık veriyor. Bu egzersizlerin ardından ağaç boyama etkinliği var.“Delik düşmanıyız biz, kağıtta hiç beyaz yer kalmasın” şiarıyla yeşil boyaları masaya saçıp başlıyorlar çalışmaya. Arada Ruveyda Hanım, resmini gösterip, “Oldu mu?” diye sorduktan sonra yeni boya istiyor. İlmiye Hanım, “Ben bu ağacı biliyorum, çam değil mi bu?” derken, Vasili Bey, önündekinden bıkmış, yeni bir resim istiyor. Altlarına imzalarını atıp bitiriyorlar resimleri. Resimlerdeki ağaçlar da duvara asılacak, Banu Muratlı’nın deyişiyle “bir orman olacak.”Sağlıklı menü yarışması düzenleniyorAlzheimer hastalığında beslenmenin önemine dikkat çekmek isteyen dernek, EKS Mutfak Akademisi işbirliğiyle Sağlıklı ve Lezzetli Menü Yarışması düzenliyor. 28 Şubat’a kadar süren başvurulardan sonra ilk 10’a kalan menüler EKS Mutfak Akademisi’nde aralarında Eyüp Kemal Sevinç, Sahrap Soysal ve Emine Sporel’in de bulunduğu jüri tarafından değerlendirilecek. Derneğin Başkanı Fügen Kural, yediğini unutan ya da yemek yemeyi unutan hastalar için beslenmenin önemine dikkat çekiyor. Beynin beslenmeden etkilendiğini vurgulayan Kural, yarışmayla bu konudaki farkındalığı artırmayı hedeflediklerini söylüyor.Alzheimer hastasıyla yaşarken...-Hatalarını vurgulayıp belirtmekten kaçının.-İnatlaşmayın.-Güleryüzlü olun, dokunarak iletişim kurmaya çalışın.-Unuttuğu kelimeleri nazikçe hatırlatın. Mesela aynayı gösterip istediğinde “Aynayı” diye adlandırın.-“Ben kimim?” sorusundan kaçının. Bu soruların kafasını karıştırabileceğini unutmayın.-İnatlaşmak, ters cevap vermek, kötü davranmak kontrolsüz öfkeye neden olabilir. Bu durumlarda geriye çekilip sakinleşmesini bekleyin.-Karşınızdakinin çocuk olmadığını unutmayın, çocuklara davrandığınız gibi davranmaktan kaçının.-Şakalaşın ama dalga geçmeyin.-Mümkün mertebe evde eşyaların yerini değiştirmeyin, alıştığı rutini bozmayın. Ufak değişikliklerin bile evre atlamaya neden olabilecek kadar büyük bir tepki oluşturabileceğini unutmayın.-Basit kelime ve cümleler seçin, konuşurken göz teması kurun, cevap vermesi için zaman tanıyın.-Plan yaparken bir gün önceden haber vermeyin, sabah kalktığında o günün planını açıklayın. “Ertesi gün hastaneye gidiyoruz” demek sağlıklı uyku almasına engel olabilir, kaygı oluşturabilir.-Alzheimer hastalarının kaybolması durumunda, ‘kayıp vakalarında 24 saat geçmeden bildirim yapılmaz’ kuralı geçerli değil. Hastanın kaybolduğunu düşünüyorsanız, hemen polise haber verebilirsiniz.

Böyle olur vatozların göçü

$
0
0
Bazı dönemlerde bir çok hayvan türü ideal yaşama ortamlarına periyodik olarak göç eder. Bu büyük göçler bilim adamları tarafından oldukça ilgi görür ve takip edilir.Meksika'nın Baja Kaliforniya Sur Körfezi'nde devasa vatoz balıklarının şaşırtıcı göçü ise ilk kez görüntülünebildi."Munkiana Devil Rays" olarak adlandırılan Orta Amerika sahillerinde sıkça rastlanan bu vatoz balığı türünün nereye göç ettiği ve göç etme sebebi ise tam olarak belli değil. Yapılan tahminlere göre vatozların beslenmek amacıyla göç ediyor olabileceği söyleniyor.Büyük vatoz göçünü ilk kez görüntüleyen ve bu fotoğrafıyla da 2010 yılında çevre fotoğrafçılığı dalında ödül kazanan Florian Schulz, bu alanı 20 yıldır inceleyen rehberinin bile böyle bir şey görmediğini ifade ediyor.Bilim adamları arasında bu balık türünün gelecekleriyle ilgili büyük bir kaygı var. Vatozların sayısı, düşük üreme oranı ve balıkçılar tarafından avlanma nedeniyle iyice azaldı.Yapılan araştırmalara göre, her dişi balık sadece bir tane yavru dünyaya getiriyor.

Yarım asırlık aşklar...

$
0
0
“Şakaklarıma kar mı yağdı ne var?/Benim mi Allah’ım bu çizgili yüz?Ya gözler altındaki mor halkalar?/Neden böyle düşman görünürsünüz,/Yıllar yılı dost bildiğim aynalar?” dizeleriyle anlatmış Cahit Sıtkı Tarancı yaşlılığı... Geçip giden yıllardan artakalan hüzündür aslında yaşlılık... Bazen de o yorgun yüzlerin yıllarca koparıp attığı binlerce takvim yaprağı... Bir yastıkta 50 yıl...Evlenmeyi planlayan her çiftin, en büyük arzusudur bir yastıkta yaşlanmak. Bembeyaz bir gelinlikle atılan adımda, masalın bir ömür sürmesi istenmez mi? “Hastalıkta ve sağlıkta, zenginlikte ve fakirlikte birlikteyiz” sözüyle başlayan yolculukta karşınıza çıkacak nice farklı kilometre taşları bulunur. Doğan çocuklar, yapılan borçlar, iş hayatındaki yükselmeler, inişler, kayıplarla uzar gider liste. Hayat inişli çıkışlı, kimi zaman dalgalı kimi zaman fırtınalı bir denize benzer. Önemli olan, bu fırtınada dümene birlikte geçip durumu kontrol etmektir. İşte size her biri bir filme konu olacak asırlık aşklar... Mehmet (74) ve Sabiha Bulut (74) 54 yıllık evli. İstanbul Büyükçekmece’de oturan çiftin 1 çocukları ve 2 de torunları var. Yıllar onlardan çok şey götürse de aşkları sapasağlam ayakta... Mehmet Bey’in annesi, Sabiha Hanım’ı görüp beğenir ve ‘Bu kızı alacaksın, çok yetenekli biri.’ deyip oğlunu ikna eder. Evliliğin ne olduğunu bilmeden evlenirler. Aşkları yaşlarından büyüktür. Sabiha Hanım ‘Evliliklerin yüzde 90’ı kadınların fedakârlığı ile yürütülüyor. Kadın bir evin her şeyi.’ diyor. Mehmet Bey ise evliliklerin sevgi, saygı, fedakârlık ve güven temeline sağlam oturtulması görüşünde. “Gerektiğinde üç maymunu çok iyi oynamak lazım.” diyen Mehmet Bey, eşine hediye almak için Sevgililer Günü’nü beklemiyor, onlar için sevgi bir güne sığmıyor. Ve sevda hikâyeleri böyle devam ediyor:Hatice (92) ve Hasan Yenilmez (96) 74 yıldır evli. Görücü usulü ile evlenen çiftin 6 çocukları var. Hasan Dede, sevgisini; “Pikaptan başka araç, Hatice’den başka hatun tanımam.” diyerek yorumluyor.Suzan (73) ve Orhan Kotan (73) 54 yıllık evli. Orhan Bey, 33 yıldır Büyükçekmece Güzelce Mahallesi’nin muhtarlığını yapıyor. Camdan cama yaşanan aşka, Suzan Hanım’ın annesi karşı çıkınca kaçarak evlenmişler. 3 çocuk ve 5 torun sahibi olan çift, gençken fırsat bulamadıkları kavgalarını yaşlılıkta yapıyorlar.Nafia (83) ve Ahmet Çeliktaş (92) çifti 68 yıldır evli. 3 çocukları, 8 de torunları olan çift, “Birbirimizin hatırını kırmadık ve eksikliğimizi görmezlikten geldik.” diyerek, uzun evliliğin sırrını veriyor.Kaniye (70) ve Birol Çağlayan (73) 50 yıllık evli. 3 çocukları 4 de torunları var. Birol Bey polis memurluğu yaparak, Kaniye Hanım ise dikiş işleri ile geçimlerini sağladı. Bugünlere kadar evliliklerini sürdürmelerini, karşılıklı sevgi ve saygıya bağlıyorlar. Eşinin polis olmasından dolayı bazı günler eve geç geldiğini söyleyen Kaniye Hanım, onsuz asla yemeğe oturmadığını anlatıyor.Ayşe (80) VE Ömer Çolak (85) çifti 60 yıllık evli. İstanbul’un Güzelce semtinde komşu olan çift, burada evlenmiş. Ömer Çolak, çiftçilik yaparak geçimlerini sağladı. Çocukları olmayan çift, 1990 yılında hacca gidip 1993 yılında Güzelce Sağlık Ocağı’nı yaptırır. Ayşe Hanım, kadınların kocalarına itaat etmesinin, evliliklerini bu zamana kadar sürdürmelerinde en önemli etken olduğunu söylüyor.Sabiha (74) ve Mehmet Bulut (74) 54 yıllık evli. Mehmet Bey, Türkiye’nin ilk otomobili Anadol’un yapım ekibinden. Onlar da evliliklerin yüzde 90’ının kadınların fedakârlığı ile yürüdüğüne inanıyor.

Fotoğrafçıyı pes ettiren poz

$
0
0
Kedi gözlü ağaç yılanı ve Morelet ağaç kurbağası Orta Amerika’da bir ormanda bu şekilde kenetlenmiş halde bulundu. Yılan, kurbağayı öldürüp yutmaya teşebbüs etti fakat yılanın dişleri kurbağanın çenesinde kaldı.2008 yılında çektiği bu fotoğrafla “Yılın Vahşi Yaşam Fotoğrafçısı” ödülünü kazanan Maitland, o anları anlatırken yılanın kurbağayı bırakmayı kabullenmediğini söyleyerek “Bana göre, kurbağa zıplayıp gidecekti. Fakat, yılan kurbağayı yutamadı. Cesur kurbağa ise hiçbir zayıflık belirtisi göstermedi ve inatçı yılan da hiç hareket etmedi. Bu tam bir kilitlenmeydi” dedi.Fotoğrafçı David Maitland, Belize’de bulunan Chiquibul Orman Koruma Bölgesi’ndeki ölüm-kalım savaşıyla bir rastlantı sonucu karşılaşmıştı. Maitland, bu kareyi gece yarısına doğru çekti ve 3 saat boyunca kimin kazandığını görmek için filmin baş rol oyuncularını izledi. Fakat sonunda vazgeçti ve hayvanları kenetlenmiş şekilde bırakıp uyumaya gitti.

Martin Scorsese filmine gidiyorsanız

$
0
0
Martin Scorsese filmine gidiyorsanız, Leonardo DiCaprio’yu izleyeceksiniz demektir. 5 filmdir böyle. Peki ikili birbirine ne kadar uğurlu geliyor?

Bu vapurda herkes birbirini tanır!

$
0
0
‘Adalar’da yaşayıp İstanbul’da çalışmak’, hafta içi her gün en az 3,5 saati yolda geçirmeyi göze almak demek. Ama öyle tıklım tıkış, insanların birbirini ezdiği türden bir yolculuk değil bu. Hemen herkesin birbirini tanıdığı, çaylar eşliğinde muhabbetlerin koyulaştığı bir yolculuk. Her gün 18.40’ta kalkan Kabataş-Adalar vapuruna bindik. Hayat daha güzel göründü gözümüze.Daha iskelenin bekleme salonuna girer girmez selamlaşmalar başlıyor. Kimi hafif bir tebessümle, kimi el sallayarak, kimi de doğrudan ‘Ooo Ahmetçiğim, nerelerdeydin?’ diye söze girerek yapıyor bunu. Simaen de olsa hemen herkes tanıyor birbirini. Ayaküstü muhabbet, en tatlı yerinde vapurun gelişiyle kesiliyor. Mühim değil, daha uzun bir yol var önlerinde nasılsa. İskele veriliyor ve İstanbul ulaşımındaki keşmekeşin aksine sakin sakin acele etmeden biniliyor gemiye. Burası 18.40 Kabataş-Adalar vapuru. İçeride her şey rutininde işliyor. Kimin nereye gideceği belli. Uyuyacaklar ya da kafasını dinleyecekler aşağıya, günün yorgunluğunu, stresini dostlarla iki lafın belini kırarak atacak olanlar yukarı tarafa yöneliyor.‘Günde ortalama dört saati yolda geçirmek’ gibi zorlu bir deneyimi ortaklaşa gerçekleştirmenin gizli bir dayanışması hakim vapurda. Bu yüzden herkes birbirini anlıyor ve alt katta uyumak isteyenlere ‘ilişilmiyor’. Aşağıdaki bu sakin havanın aksine yukarıda çaylar geliyor, boşlar alınıyor. Çay kaşığı sesi, gazete hışırtısını bastırıyor. Gazetede okunan bir haber üzerine yorum yapılıyor. Malum seçimler yakın, konu siyaset: “Sizinkiler şunu demiş, bizimkiler çok çalıştı.” Birbirinden taban tabana zıt fikirler dile getiriliyor ama katiyyen kavga yok. Nedenini doğma büyüme Burgazadalı olan 44 yaşındaki Ozan Murat Yıldırım anlatıyor: “Ablacım bizi deniz birleştiriyor. Denizin üstünde bir avuç insanız, herkes birbirine muhtaç. Mesela ben Alevi’yim, öbürü Laz, bu yanımdaki Yahudi. Ama nerelisin diye sor, hepsi ‘Adalıyım’ der.”‘Vapurda tanışıp evlenenler var’‘Adalar’da yaşayıp İstanbul’da çalışanları ‘pes ettirmeyip her gün dört saat yollara düşüren’ sebepleri merak ediyor, soruyorum. Yıldırım, şimdilerde olmasa da uzun yıllar bu hatta bahsedilen türde yolculuk yapmış. “Şimdi de güzel ama eskiden bambaşkaydı. Buralarda millet börek pasta getirirdi, kâğıt oynarlardı. Aile gibiydik.” diyor. Yıldırım’a göre eskiden vapurdakilerin yüzde 90’ı birbirini tanırmış. Şimdilerde akıllı telefonlar yüzünden bu oran yüzde 50’ye düşmüş. Hatta dediğine göre vapurda tanışıp evlenenler bile varmış zamanında. Dedik ya neredeyse herkes birbirini tanıyor diye. Yıldırım “Tam senin aradığın gibi biri var.” deyip telefon açıyor bir arkadaşına ve yaklaşık iki dakika sonra ‘laz’ diye lakap taktıkları Erdinç Özten geliyor. 36 yaşındaki Özten de doğma büyüme Burgazadalı ve yaklaşık 7 yıldır hafta içi her gün Adalar’dan Mecidiyeköy’e işe gidiyor. Yolu toplamda 3 saatten fazla sürüyormuş. Onların deyişiyle ‘İstanbul’a taşınmayı düşünüp düşünmediklerini soruyorum. “Adalar’da yaşamaya alışmış birinin İstanbul’da olması çok zor.” diye cevap veriyor. Adalar’daki zorlukları ise ‘sağlık, ulaşım ve eğitim’ olarak sıralıyor. Bir de yılda üç-beş kez lodostan dolayı sefer yapılmadığını öğreniyoruz. Olur da bir gün taşınmak zorunda kalsa tercih edeceği yer Kadıköy ya da Bostancı olurmuş. Sonraları aynı soruyu başka yolculara da soruyoruz. Aldığımız cevaplar, Üsküdar, Bostancı, Beşiktaş, Florya oluyor. Yani biraz olsun Adalar’ı hatırlatan ya da bizzat Adalar’a yakın olan semtler.‘Her sabah taşınmayı düşünüyor, her akşam vazgeçiyorum’Sonra birden akıllarına Engin Abi diye bahsettikleri biri geliyor ve ‘“O, bu işleri çok güzel anlatır.” diyerek, oturdukları yerden üç-dört koltuk ötede gazetesini okuyan beyefendiye sesleniyorlar. Engin Dayı, oturuşu kalkışı ve nezaketiyle tam bir ‘Adalar sakini’. 52 yaşındaki Dayı, 25 senedir haftanın 5 günü Heybeliada’dan İstanbul’a gelmek için bu vapuru kullanıyor. Seyrantepe’deki bir ithalat-ihracat şirketinin gümrük müdürüymüş kendisi. “Hiç taşınmayı düşünmediniz mi?” sorusuna ilginç bir cevap veriyor: “Her sabah aklıma geliyor, her akşam vazgeçiyorum.” Eee akşam vapuru demek, Adalar’a yani eve dönüş demek, biraz da. Bu arada yolun uzun olmakla birlikte çok keyifli olduğunu sık sık söylemeden de edemiyor Engin Bey. Ona göre, vapur yolculuğu ‘Mecidiyeköy’den Sirkeci’ye tıklım tıkış gidilen otobüs yolculuğundan çok daha az yoruyor insanı. Yaz aylarını hariç tutuyor tabii. Çünkü yazın Ada vapuru, yazlıkçılar ve piknikçiler için coşkunun zirveye çıktığı yerler olurken sakinleri için ‘oturacak yer bulamamak’ anlamına geliyormuş.Engin Dayı’ya sabahları gelen ‘taşınma düşüncesi’, hiçbir zaman gerçek fikri olmamış: “Adalardan ayrılmayı gerçek anlamda hiç düşünmedim. Hanımın ailesinin Acıbadem’de evi var. ‘Gel otur’ diyorlar. Hiç ciddiye almıyorum.” Bütün güzelliklerine rağmen sıkıntılar da yok değil. Diğerleri gibi o da Adalar’daki en büyük sorunun eğitim olduğunu söylüyor ve ekliyor: “Okul konusunda alternatif yok. Çocuklar lisede bile İstanbul’a gitmeye başlıyor. Bu da yeni sıkıntılar demek.”‘Vapurdakileri dışarıda görsek tanıyoruz’Engin Bey’in hoş sohbetini kısa kesmek zorunda kalıp, ‘yukarıdakiler’in ‘koğuş’ diye tabir ettiği alt kata geçmek için müsaade istiyorum. Sabahki kadar olmasa da uyuyanların sayısı çok. Kalanı da ya kitap okuyor ya da akıllı telefonlarıyla haşır neşir olmuş vaziyette. Yol arkadaşı olduklarını tahmin ettiğimiz Sunay Dolunay ve Hatice Duman’ın yanına oturuyorum. Kendimi kısaca tanıttıktan sonra şaka yollu “Eskiden insanlar börekler pastalar getirirlermiş, yok mu sizde?” diye laf atıyorum ortaya. “Valla doğrudur. Yukarıda hâlâ vardır belki. Gittiyseniz görmüşsünüzdür, yukarıda bir sürü arkadaş grubu var.” diyor Hatice Duman. Aslında onlar da dört kişilik bir grupmuş. “Diğer iki arkadaş bugün yok, bir sonraki vapura binerler herhalde.” diyor doğma büyüme Adalı olan Sunay Dolunay. Kendisi bankacı ve Eminönü’nde çalışıyor. 8 senedir bilfiil bu yolu kullanmış. Ama öncesi de var. Başlıyor saymaya: “Liseyi Bostancı’da, üniversiteyi Bahçelievler’de, yüksek lisansı da Göztepe’de yaptım. Ha bir de dershaneye geliyordum Kadıköy’e.” Bir ayağı hep ‘karşıda’ymış yani. Bu arada onlar ‘yukarıdakiler’in aksine ‘karşı’ diyor ‘İstanbul’a. Aynı soruyu onlara da soruyorum, yani hiç taşınmayı düşünüp düşünmediklerini. Dolunay’ın cevabı, “Karşıyı her gördüğümde ‘Biz Adalar’da oturmaya devam edelim’ diyorum.” oluyor.Karşı’da Adalı birini görsem aileden birini görmüş gibi oluyorumHatice Duman, özellikle de çocukları için hiç düşünmemiş Adalar’dan ayrılmayı. Hoş, çocuklar bazen istiyorlarmış “Adalar’da hiç alışveriş merkezi yok.” diyerek. 41 yaşında ve iki çocuk annesi olan Duman, Kasımpaşa’daki işyerine gitmek için 19 yıldır bu yolu kullanıyor. Heybeliada’ya 5 yaşındayken gelmiş ve “Karşı’da Adalı birine rastladığım zaman sanki aileden birini görmüş gibi oluyorum.” diyecek kadar bağlı buranın sakinlerine: “Tuhaf bir güven hissediyor insan. Konuşmasanız, merhabanız olmasa bile Adalı olduğu için tanıyormuş hissine kapılıyorsunuz. Mesela cebimde para olmasa bile gidip ondan isteyebilirim gibi geliyor.”Vapuru kaçırınca ‘deniz taksi’ye 100 lira ödemiş“Vapuru hiç kaçırdınız mı peki?” diye soruyorum. ‘Çoook’ diyor Sunay Hanım elini sallayarak. Çoğu zaman ‘karşıdaki’ arkadaşlarında ya da akrabalarında kalıyorlarmış o gibi durumlarda ama bir keresinde ‘deniz taksi’ye 100 lira vermek zorunda kalmış Adalar’a geçmek için. Birkaç kişi bir araya gelip taksi tutanlar da çok oluyormuş. En çok konser, sinema vs. sonrası oluyormuş vapur kaçırmalar. Yeri gelmişken iş çıkışı hemen eve gitmek zorunda kalmaları bu durumun birazcık can sıkıcı tarafı. Kabataş’ta başlayıp Büyükada’da sona eren yaklaşık bir buçuk saatlik yolculuğun sonuna yaklaştığımızı fark ediyoruz. Uyuyanlar yavaş yavaş yerlerinden kımıldamaya başlıyor. Kendiliğinden uyanamayanlar için de sıkıntı yok. Nasıl olsa “Heybeliada yolcusu kalmasın.” diye bağıran birileri çıkar mutlaka. Çünkü burası Ada Vapuru ve burada herkes birbirini tanır!

Avrupa’da bir zamanlar Türk modası vardı

$
0
0
Hollandalı ressam Van Mour’un 1714’te Paris’te yayımlanan ve Avrupa’da ‘Türk modası’nın oluşmasına vesile olan kıyafet albümü, orijinal boyutlarda ve üç dilde yeniden basıldı. Kitabı notlandıran tarihçi Sinan Ceco’nun hem eserle hem de Saraydan Kız Kaçırma operasıyla ilgili yeni tespitleri var.Mozart’ın 1782 yılında yazdığı Saraydan Kız Kaçırma operasının, Doğu kaynaklarını referans aldığını biliyoruz. Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Devlet Konservatuarı Müzikoloji Bölümü Başkanı Prof. Dr. Gülper Refiğ’in yönetmenliğinde yayımlanan Müzik-Bilim Dergisi’nin ikinci sayısında (Mayıs 2013) Refiğ, Mozart’ın ünlü eserinde Doğu bilgeliğini, adalet anlayışını korkusuzca övdüğünü belgeleriyle ortaya çıkarmıştı. Çünkü Mozart, orijinali bir İngiliz oyunu olan ve daha sonra başka bir Alman şairi tarafından da yazılan Saraydan Kız Kaçırma’nın Müslüman Türkleri, Osmanlıları gaddar olarak gösteren hikâyesini 1782’de değiştiriyor. Mesala operanın finaline, Selim Paşa’ya eski metinlerde olmayan bir tirad ekliyor: “Seni babana, ‘hayatta mazluma, zor durumdaki insana gaddarlık ve zulüm etmek değil, şefkat ve merhamet göstermek mutlu eder’ demen için serbest bırakıyorum.” Tarihçi Sinan Ceco ise ünlü operayla ilgili yeni bir bilgi veriyor: “Lâle devri ressamı olarak tanınan Hollandalı sanatçı Jean-Baptiste Van Mour’un, 1714’te Paris’te yayımlanan albümü, ilk günden itibaren Paris halkının ilgisine mazhar oldu ve kitabın yeni baskıları yapıldı. Bu kıyafet albümüne duyulan ilgi, Avrupa’da “Türk Modası” isimli akımın oluşmasına katkı sağladı. Kitabın yayınlanmasından 68 yıl sonra Topkapı Sarayı’nı konu edinen “Saraydan Kız Kaçırma” operasının yazılmasının ve operadaki kıyafetlerin referansı da yine bu eserdir.”Gravürleri iki yılda tamamlanıyorVan Mour’un İstanbul’a gelme ve Osmanlı vatandaşı olana kadar bu topraklarda kalma hikâyesi 1699’da başlıyor. Fransa Kralı XIV. Louis, İstanbul’a yeni bir büyükelçi atıyor. Hollandalı ressam Van Mour’u da yanında getiren büyükelçi M. de Ferriol, 1711’de görevden alınınca Paris’e dönüyor, fakat Van Mour dönmüyor. 1737’de vefat edene kadar İstanbul’da yaşıyor. Lale Devri’ni en iyi yansıtan ressam olarak bilinen Van Mour, İstanbul’da kalıyor ama büyükelçinin talimatıyla hazırladığı çizim defterini krala sunmak üzere Paris’e gönderiyor. Kral çok beğeniyor bu çizimleri ve kendi matbaasında basılması için emir veriyor. Eserin önce gravürleri çıkarılıyor. Kraliyet gravürcüsü Mösyö Le Hay tarafından ahşap ve bakır lehvalara hazırlanan 103 gravürün tamamlanması iki yıl sürüyor (1712-1713). 1714’te de “Çeşitli Şark Milletlerini Temsil Eden Yüz Baskı Resim Üzerine Açıklamalar ile Türk Merasimlerini Temsil Eden Yeni Baskı Resimler Ve Açıklaması” gibi uzun bir adla kıyafet albümü yayımlanıyor. Hollandalı sanatçının eseri, Avrupa’da ekol oluşturuyor. Albüm referans alınarak onlarca benzer kitaplar hazırlanıyor. İsteyenler, kitaptaki resimleri Le Hay’ın La Chaise Sokağı yakınındaki, Grenelle Fauxbourg Saint Germain adresinden temin edebiliyor. Yine isteyenler için gravürlere renklendirme yapılıyor. Kitabın etkisiyle, Avrupa’da yeni bir moda akımı başlıyor. Dönemin terzileri bu ve benzeri kitapları referans alarak kostümler dikiyorlar. Avrupalılar bu kostümlerle partilere katılıyor, sokaklarda dolaşıyorlar.İstihbarat raporu gibiEser, bugüne kadar çeşitli şekillerde basıldı fakat Kültür A.Ş kitabı, orijinal boyutlarda ve Fransızca-İngilizce-Türkçe olmak üzere üç dilde ilk kez yayımladı. Geçtiğimiz haftalarda çıkan “Lale Devri Ressamı Van Mour’un Çizimleriyle Osmanlılar Kıyafet Albümü”nü yayına hazırlayan ve notlandıran Sinan Ceco ile görüşmek üzere mecburen Eminönü’nde yeni açılan İstanbul Kitapçısı’nda buluştuk. Çünkü burada özel bir vitrinde satılan eserin ağırlığı 6 kilo, eni ve boyu ise 335 x 460 cm. Van Mour, eserinde padişah başta olmak üzere (o zaman tahtta III. Ahmet var) en alt kademeye kadar tüm saray çalışanlarını, onlarca kez ziyaret ettikten sonra gözlemlerine dayanarak çiziyor. 103 çizimin yer aldığı eserde, haseki sultan, ibriktarağa (padişaha su döken kişi), zülüflü baltacılar, silahtarağa, mutfaktan sorumlu bölükbaşı, aşçıbaşı, helvacı, solakbaşı, sarayın güvenliğinden sorumlu bostancıbaşı, haseki, ilmiye sınıfından müftü ve imam, kazasker, Hz. Peygamber’in soyundan gelen emirler, reisü’l-küttap efendiler, dervişler, sakalar, sadrazam, Yeniçeri kaptanı, çorbacı, tören kıyafetlerini giymiş aşçıbaşı, kaptan-ı derya, sünnet çocuğu, kahve ikram edenler, santur çalan, mangala oynayan Türk kadınları, sokak kahvecisi, berber vs.. hem günlük hem de tören kıyafetleriyle yer alıyor. Mour, kitabında sadece kıyafetleri çizmiyor, mesela sipahiyi görevinden karakterine varana kadar tarif ediyor. Osmanlı denizcileri leventler için ‘serkeş ve serseridirler’ diye not düşüyor ve devam ediyor: “Hatta İstanbul’un başına gelen üç felaketin olduğu konuşulur burada: Veba, yangınlar ve leventler.” Ceco, “Batılıların, Doğuyu anlama kaygısıyla hazırlandığı bu kitap, 18. yüzyılın başında Avrupa insanının, Osmanlı coğrafyasına olan yaklaşımına dair ipuçları vermektedir ki bu, üzerinde durulması gereken bir husustur.” diyor. Bunun dışında kitapta Osmanlı topraklarında yaşayan diğer milletlerin de kıyafetleri mevcut. Sinan Ceco’ya göre bu açıdan bakıldığında eser ciddi bir istihbarat raporu özelliği taşıyor ve Van Mour’un Tatarları çizdikten sonra yazdıklarını aktarıyor: “Tatar diyarı fetih yoluyla alınmamıştır. Fatih Sultan Mehmet onlara bir imtiyaz tanımıştır. Eğer Osmanlı hanedanından tahta çıkacak bir şehzade kalmazsa Kırım Tatarlarından biri tahta çıkabilir. Bu kitapta yer alan o dönem için önemli bir bilgi.” Eserin rahatsız edici tek yanı; padişahın ve saray halkının duruş şekilleri. Padişahın elini, kolunu sosyetikler gibi eğip bükme ihtimali oldukça zayıf. Sinan Ceco’ya göre bu pozlar, Fransız ekolüne göre tasarlanmış.

Dev, Akıl Tutulması yaşıyor [Haftanın Albümleri]

$
0
0
Baran Bayraktar ile Kaan Metin’den oluşan alternatif rock grubu Dev, ilk albümü Akıl Tutulması’nı yayınladı. Grup, tekdüze popüler kültüre yeni ve taze bir soluk kazandırma iddiasında. Albüm, Demir Demirkan prodüktörlüğünde hazırlanmış. Çalışmada şarkıların altyapıları kadar sözler de dikkat çekiyor. Dinleyicileri şarkılarının ruhuna göre zaman zaman yükselen, bazen de dinginleşen bir albüm bekliyor.Minor Empire’dan ilk albümOzan Boz ve Özgü Özman tarafından Toronto’da kurulan Minor Empire, ilk albümü Second Nature’ı Türk müzikseverle buluştu. Albümde sevdiğimiz türküler, alaturka sazları en geleneksel ve Batı enstrümanlarının en modern şekliyle kullanılarak yeniden yorumlamış. Her parçada sadece bir geleneksel enstrüman var. Türkülerde Doğu ve Batı’nın sesleri birbirinin içinde erimeksizin, özgür ve özgün bir şekilde yer alıyor.Adile Yadırgı türkülerle HemhalAdile Yadırgı ikinci albümü Hemhal ile karşımızda. Çalışmada sanatçının yorum gücünü artırdığına şahit oluyoruz. Hemhal’deki müzikal altyapı da dikkat çekiyor. Düzenlemeleri Cenk Erdoğan‘a ait. Eserlerde geleneksel ile modernin birlikteliğine tanık oluyoruz. Buna Adile Yadırgı’nın özgün yorumu da eklenince ortaya tam bir müzikal şölen çıkıyor.

Dünyanın ritmi bozuluyor

$
0
0
‘Ritmin Efendisi’ olarak bilinen Okay Temiz, 11 Şubat’ta CRR’de 11. Ritim Günü konserini verecek. Küresel ısınma, su kaynakları ve ozon delinmesine dikkat çekecek olan sanatçı, birlik beraberlik duygusunun gelişmesi için herkesin ritim öğrenmesi gerektiğini söylüyor.11 Şubat’ta, 11 Ritim Günü konseri vereceksiniz. Konserle neyi amaçlıyorsunuz?Küresel ısınma, su ve ozon tabakasının delinmesine dikkat çekmek istiyoruz. Şu an yeterince farkında olmadığımız ama ileride başımıza büyük sıkıntılar açacak sorunlar bunlar. Adım adım büyük felaketler yaklaşıyor. İnsanlarda bir farkındalık olsun diye bir paylaşım konseri bu. Şimdiye kadar biz bütün bu konserleri eğlenceli olarak yaptık, ritim şöleni oldu.Eğlenceli şovlar olmayacak mı?Bunu ilk kez gerçekleştireceğimiz için konserin ilk yarısında yapılacak müzikler eller havaya tarzında olmayacak. Belki insanlar sıkılabilir diye konserin ilk yarısını buna ayırdık. İkinci sette ise ritim ağırlıklı coşkulu bir gösteri sunacağız. Küresel ısınmaya dikkat çekmek için iki özel ismi davet ettik. Sainkho Namtchylak özgün vokaliyle küresel ısınmayı, kuraklığı dile getirecek. Yine çılgın saksafoncu olarak niteleyebileceğim Peter Brötzmann da bu konuya dikkat çekecek.Neden böyle bir dertle dertlendiniz?Ben köyde ve tarlada büyüdüm. Ekin ektim, koyun sağdım, çobanlık yaptım. Büyüdüğüm ve her geçen gün silinen bu tabiatı elimle itemem. Daha önce de bu konuyla ilgili bir konser vermiştim. 23 sene İsveç’te kaldım. Orada buzullar var bilindiği gibi. Küresel ısınma orada daha belirgin görünüyor. Buzullar gün geçtikçe eriyor, ozon deliği sinyal veriyor. Ayrıca bununla dertlenmek için İsveç’te yaşamaya da gerek yok. Apaçık her yerde görülüyor. Bu bir sorumluluktur. Aklı olan her insanın buna dur demesi lazım.Hayatın temelinde ritim olduğunu söylüyorsunuz. Tüm bunlar dünyayı ve hayatın ritmini nasıl etkiliyor?Maalesef dünyanın ritmi bozuluyor. Bakın dünyaya, her yeri sel basıyor, şehirler sular altında kalıyor. Birçok yerde büyük kasırgalar, tayfunlar oluyor. Bunun şakası yok, iklimler değişiyor. Ülkemize bakın, bir kuraklık tehlikesiyle karşı karşıyayız. Dünya ikliminde bir kaos meydana geldi, devamı da olacak. Bu kadar endüstriyel gazlar, atıklar tabiata çok büyük zarar veriyor. Henüz işin başındayız. Benim yapmak istediğim bu mesajları müzik yoluyla insanlara verebilmek. Bu konsere özellikle politikacıların da gelmesini isterim.Politikacıları bu konuda yeterince duyarlı görüyor musunuz?İşin içinde maddi şeyler var. Bir de dünyanın her yerinde politikacılar kendi pozisyonlarını garanti altına almak için bunlara ses çıkarmıyor. Çok yanlış. Oysa bunlara ses çıkaran politikacılar kendi konumunu daha da sağlamlaştırır. Halkın gözünde daha iyi yerlere gelir. Bunlarla savaşsa bütün gençliği de arkasına alır.Çevreciler ülkemizde de bu tür sorunlara dikkat çekiyor. Siz ne düşünüyorsunuz ülkemiz hakkında?Bizi de büyük çevre felaketleri bekliyor. Dereler kuruyor, çevre mahvoluyor, kimyasal atıklar suya karışıyor. O atıkların tabiatta kaybolması uzun yıllar alıyor. Onlar kaybolana kadar biz kaybolacağız. Böyle giderse, çocuklarımıza, torunlarımıza çok kötü bir dünya bırakacağız.Siz aynı zamanda öğretmensiniz. Öğrencileriniz bu konuda duyarlı mı?Buraya gelenler, zaten bu konuların bilincinde olan insanlar. Suyun ne kadar güzel bir şey olduğunu biliyorlar. Çok değişik aletler çalınacak. İnsanlar eskiden hep davula vurmak için geliyordu. Bu konserde çalacakları aletler tabiat sesleri çıkaracak, bunlarla bir paylaşım yapacaklar. Bizim çocuk saatimiz de var, onlarla da çalışıyoruz. Bu bilinçle yetişiyorlar.Çocuklar demişken, siz çocukların küçük yaşlarda ritimle tanışması gerektiğine inanıyorsunuz. Neden bu konuya bu kadar eğiliyorsunuz?Çocuklardan önce müzik öğretmenlerinin ritim öğrenmesi gerek. Bizim böyle bir projemiz var. Milli Eğitim Bakanlığı’na da sundum. Türkiye çapında bütün müzik hocalarına ritim dersi verilsin diye. Müzik öğretmenleri konservatuarda başka şeyler öğreniyor ama çoğu ritim bilmiyor. Ben bunu İsveç’te devlet desteğiyle yaptım. Çok da güzel oldu, müzik eğitimine büyük katkı sağladı. Burada da yapmamız gerek.Politikacıların ritim dersine ihtiyacı varSon zamanlarda çok hoşgörüsüz bir toplum olduk. Ritim, bunun tersine dönmesi için katkı sağlar mı?Bu birlik ve beraberliğimizi, birbirimizi daha dikkatli dinlememizi sağlar. Kafamıza göre konuşmamızı önler. Ritim, kontrol, beraberlik ve anlaşmamızı sağlar. Televizyondaki tartışma programlarında her kafadan bir ses çıkıyor. Kimse kimseyi dinlemiyor ama ritimde bu olmaz. Her kafadan bir ses çıkmaz.Toplumda en yüksek perdeden konuşan kişiler politikacılar. Onlara da ritim dersi vermek gerekir mi?Ben bunu kaç yıl evvel söyledim. Meclis’te bir oda açalım, kavga edeceklerine gelsinler ritim öğrensinler istedim. Hâlâ aynı şeyler geçerli. Hatta buna ihtiyaç daha da arttı diye düşünüyorum. Böyle güzel bir iş yaparsak dünyaya da iyi örnek oluruz. Sempatileri de artar. Siyasilerin ateşi düşerse toplumun ateşi de düşer. Düşünün ki bütün partiler bir uyum içinde çalıyor. Bu durum her şeyden önce barışı sağlar. Politikacıların öfkeleri biter zira müzik birleştiricidir.Bugüne kadar dünyanın bütün ritimlerini keşfettiniz. Hangi ülkelerin ritimleri size daha yakın geliyor?Uzak olması benim için daha iyi. Her zaman farklı şeyler arıyorum. Ritmin en derinine inen Hindistan’dır. Neredeyse ritme tapıyorlar. Sabah ayinlerine gidiyorduk. Tapınaklarda bizim için konser veriyorlardı.Papa sahip çıktı, bizimkiler ilgilenmediPopüler müzikteki ritimleri nasıl buluyorsunuz?Popüler müzik dinlemiyorum çünkü çok kötü. Bu ülkenin folklorunda çok ritim var ancak biz bundan gereğince faydalanamıyoruz. Olduğu gibi, estetize etmeden çalıyoruz. Onu işleyen yok, işleyene itibar da yok.Sürekli yeni enstrümanlar icat ediyorsunuz. Nedir arayışınız?Aslında bulunacak bir şey yok. Bir sonsuzluk var, onun içinde yürüyoruz. Buldum, ben buyum demek bana yakışmaz. Hep arayış içinde olacağız.Bu kadar enstrümanı nasıl değerlendirmeyi düşünüyorsunuz?Bu çalışmaları en güzel değerlendirecek olan Kültür ve Turizm Bakanlığı’dır. Müze yapıp müzenin alt katında enstrüman yapım atölyesi olmasını isterdim.Bir dünya orkestrası kurma düşünceniz vardı? Şu anda ne aşamada?Kendi alanında en iyi isimlerle orkestra kurmak istiyorum, değişik din ve ırklardan. Buna Başbakan ışık yakmıştı ama bir türlü devamı gelmedi. Bu ülkemiz adına büyük bir kariyer olurdu. Projemi Papa da duydu. Okay Temiz gelsin burada yapsın, dedi. Bu orkestra ile Efes ve Konya’da tüm dünyanın ilgiyle takip edeceği iki konser vermek istiyorum. Ancak yetkililerimiz yeterince anlayamadı projeyi.

Böyle vicdansızlık görmedim

$
0
0
BTK ve TİB’in, CHP milletvekili Umut Oran'ın yolsuzluk tapeleriyle ilgili meclis soru önergesi haberini kaldırmasını istediği T24’ün sahibi ve genel yayın yönetmeni Doğan Akın, yaşanan bu olayın detayını, interneti sansürleyen yeni yasayı ve medyanın bugünkü halini anlattı.Yaklaşık 5 yıldır yayın yapan, T24 bugünlere nasıl geldi?Cumhuriyet gazetesinde başladım gazeteciliğe. Daha sonra 12 yıl Doğan Grubu'nda çalıştım. 2008'de Doğan Grubu'nda bir internet portalı kurmuştum, doğanburada ortaklığı için. Fakat ortaklığın Alman tarafı küresel ekonomik kriz nedeniyle bütün yeni projelerin durdurulmasını istedi. 1,5 yılda hazırlanan Tempo 24, üç buçuk aylık yayın hayatından sonra kapatıldı. Ondan sonra bir hayalin peşine takıldım. Bağımsız gazetecilik girişimleri oldu Türkiye'de benimki de öyleydi. Ama bir finansal modeli olmadığı için bağımsızlık iddiasıyla yola çıkıp, insanlardan kurumlardan destek istemeye, hatır reklamı istemeye başlayanlar oldu.Siz hiç kimsenin kapısını çalmadınız mı?Bir yere bağlı olmak istemediğim için kapı çalmadım. Ama bazı kurumlara gittim. O kurumlara internet sitelerindeki, fotoğraf ve metinlerin çok kötü olduğunu, ajanslara çok para ödediklerini, daha düşük maliyetle daha iyi fotoğraf, metin ve video ile iş yapabileceğimi söyledim. Oradan kazanacağım para ile de bağımsız gazetecilik girişiminde bulunacağımı anlattım. Nitekim 20-30 bin liralık bir anlaşma yaptım. Gençleri topladım buraya, onları kayıtsız, sigortasız çalıştırmayacağımı ancak düşük bir ücret verebileceğimi söyledim. Sadece takıntısız bir gazetecilikle, Türkiye'de her kesimin yazacağı, gazeteciliğin önüne hiçbir görüş ve inancı koymadan gazetecilik yapacağımızı anlattım. 1 Eylül 2009'da başladık. Kiradan ücretlere, yol ve yemek masraflarına, telefon parasına varana kadar her şey bu 20-30 binle karşılandı.Bugün Türkiye'de nasıl bir gazetecilik anlayışı var?Sadece ekonomik ya da siyasi olmayan, gazetecilerin kendilerinden kaynaklı sorunları olduğunu düşünüyorum. Bence gazeteciler kendi durumlarına ilişkin eleştiri yapmayı unutmamalı. Sürekli ekonomik durumdan, siyasi baskıdan yakınarak gazetecilik yapılmaz. Bu yönüyle Türkiye'de gazeteciliğin sorunlu olduğunu düşünüyorum. Türkiye'de hâlâ şirket gezilerinde bedava ağırlanan gazete yöneticileri var. Bu gazeteciyim diyen kişinin neye gönül indirdiği, neye tenezzül ettiği ile ilgili bir problem. Bir de herkes bir kanaat getirmeye hevesli. Herkes kanaat önderi. Ama gazeteci olarak yapacağı katma değer konusunda geldiği nokta itibarıyla sıkıntılar var.Anlattıklarınıza bakılırsa pek de itibar edilecek bir iş yapmıyoruz…Gazetecilerin bir itibar sorunu var. Bu ancak hataların ne olduğunu görüp sonra deneyime çevrilerek halledilebilir. Ama ben ve arkadaşlarım, hiçbir şeyin gazeteci için gazetecilikten daha değerli olamayacağı düşüncesiyle yola çıktık.T24, işten çıkarılan köşe yazarlarının, muhabirlerin alternatif medyası mı? Siz mi davet ediyorsunuz, kendileri mi geliyor? Bu süreçte işsiz kalan herkesin sığınağı değiliz elbette. Görüşü nedeniyle işsiz bırakılıyor insanlar. Bu bizim için bir fırsata dönüşüyor belki ama hiç sağlıklı değil. Biz bazı isimleri çağırırken çok ihtiyatlı davranıyoruz. Muhabirler için söz konusu değil ama yazarlara ‘Biz ancak kendinizi ifade etmek isterseniz, sayfaları size açık olan bir mecrayız.' diyoruz. Birilerini davet ederken ölçülüyüz de. Mesela bugün işsiz kalsa davet edemeyeceğimiz, gazetecilik kriterleri açısından bir arada çalışamayacağımız çok sayıda insan var. Yani her önüne gelen burada yazamıyor.20 yıldır aynı şeyleri söyleyen köşe yazarları varGezi'den bu yana dikkat çekiyor T24. Diğer internet gazeteler neden farkınız ne?Biz eski alışkanlıklarla yayın yapmamaya çalışıyoruz. Önümüze gelen olay hayatın olağan akışına ne kadar uygun ona bakıyoruz. Çok çekici, tahrik edici başlıklar atılabilir ama T24'te asla bir tane ‘şok' başlıklı haber görülemez. Bizim herhangi bir yerle parasal, siyasi, ideolojik bir bağlantımız yok. Bir de biri hakkında her şeyi yazıp sonra ‘iddia edildi' notunu düşmek bana etik gelmiyor. ‘İddia edildi' yazınca iş bitmiyor. Biz yolsuzluk iddiası operasyonuna dair ağır hakaretler içeren bazı yazıları, yazarlarıyla da konuşarak yayınlamadık.T24 yazar kadrosundaki isimler itibarıyla da öne çıkıyor. Hasan Cemal, Yasemin Çongar, Oya Baydar, Nilüfer Göle, Ergun Babahan, Yavuz Baydar... Bu isimlere telif ödemesi yapılabiliyor mu?Yazarlarımıza ne yazık ki önemli ölçüde bir telif veremiyoruz. T24'ü bu yıldan itibaren beka sorunu olmayan bağımsız bir yer olarak kurumlaştırmaya çalışıyoruz.Kâğıt gazeteciliğinin biteceği ve internet gazeteciliğin hüküm süreceği yorumlarına katılıyor musunuz?Haber artık internet ve TV'de tüketiliyor. Kâğıda basılı gazetelerin yine de bir önemi vardı. Kanaatler gazetelerin köşelerinde inşa ediliyordu. Ama T24 ile bu biraz değişti. T24 kendi yazarlarıyla kanaat oluşturulan bir internet gazetesi oldu. Diğer haber ya da gazete siteleri genelde gazetelerin köşe yazarlarını kullanıyor. Bir de köşe yazarlığının kötüye kullanıldığını düşünüyorum. 20 yıldır bir gazetede olup da hâlâ aynı şeyleri söyleyen, bir katma değer oluşturmayan köşe yazarları var. Gazetelerin önündeki engel bence internet siteleri değil, köşe yazarlığı yapısı. Bir gün gazeteler biter mi bilmiyorum ama teknolojiye dair bir kehanet var. Sürekli güncellenen neredeyse sayfa inceliğinde gazeteler olacağı söyleniyor. Ne kadar mümkün tabii zaman gösterecek.T24'ü Hasan Cemal'den önce sonra diye ayırıyor musunuz?Bunun hakkını vermemek olmaz. T24 Hasan Cemal'den önce, Hasan Cemal'den sonra olduğu kadar görünen bir site değildi. Bunu asla inkâr edemeyiz. Genel olarak yazarların siteye katkısı çok büyük.TİB'den ‘paralel yapı' açıklaması gelebilir!Umut Oran'ın internete düşen ses tapeleriyle ilgili soru önergesi haberinizi Telekomünikasyon İletişim Başkanlığı (TİB) kaldırmanızı istemişti. Sonra (Bilgi Teknolojileri Kurumu) BTK ve TİB'den ‘sehven' açılması geldi. Olayın arka planında bilenmeyen neler var?Hâlâ kafa karıştıran noktalar var. T24'ün genel mail adresine BTK ve TİB ortak imzalı bir bildirim geldi. İstanbul 2. Asliye Ceza Mahkemesi'nin kararı gereğince haberin URL uzantısını veren ve ‘derhal' kaldırılmasını talep eden bir bildiri. Önce internet linki olduğu için inanmadım. Sonra Umut Oran'ın yakınındakilere sordum. Öğrendim ki onlara da gitmiş. Önce bu meseleyi haber olarak siteye ekledim. BTK ve TİB'e cevap yazdım. ‘Bildiride karar yok, mahkemenin kararını bildirip yasal haklarımızı kullanmamıza zaman tanır mısınız?' diye. Bir karşılık gelmedi.Sonra…BTK Başkanı Tayfun Acarer ve internet medyasından birkaç isim ile bir araya geldik. Kendisi de çok şaşkındı ve nasıl olduğunu bilmiyordu. BTK'nın imzasının prosedür uyarısınca olduğunu aslında TİB'in yaptığını söyledi. TİB, BTK'ya bağlı ama özerkleşen bir kurum. Bakan'ın da bilgi almak istediğini TİB ile temas kurduğunu söyledi. Sonra da sehven olduğuna dair bir açıklama yapılmasına karar verip, araştırılacağını söylediler. TİB o maili nasıl gönderdi, nasıl bir açıklama yapacaklar, incelemeleri nasıl sonuçlanacak bilmiyorum. Yine bir ‘paralel yapı' açıklaması gelebilir! Ama TİB idaresi anamuhalefet partisinin soru önergesinin çıkarılmasını bizden talep etti. Biz de kaldırmadık.Toz bulutu kalktığında pişman olacaklar var İnterneti sansürleyen yeni yasa maddeleri Meclis'ten geçti. İçeriğine dair çoğu insan ne olup bittiğinden haberdar değil. Bundan sonra ne olacak?Devlet yargı kararı aramadan, 4 saat içinde, benim de haberim olmadan erişim sağlayıcıları birliğine gönderip haberi çıkarabilecek. Şu anda ‘yargı yavaş, hukuk işlemiyor' diye özel hayatı koruma adı altında internet sansürleniyor. Acarer'e de söyledim. ‘TİB başkanını atayan bakan arayıp, bu ses kaydı niye çıkarılmıyor?' dediğinde kendini atayan bakana ne diyebilir başkan? Ayrıca yeni bir dokunulmazlık alanı oluşturuluyor. TİB başkanının göreviyle ilgili aldığı kararlardan dolayı soruşturulması bakanın iznine tabi. TİB çalışanları ile ilgili soruşturma da TİB başkanının iznine tabi. Hukuk devleti prensipleriyle kabul edilmesi mümkün değil. Bu kanunlar Başbakan'ın telefon açıp Habertürk TV'ye muhalefet liderinin alt yazı olarak TV ekranında geçen son derece makul ‘Cumhurbaşkanını göreve çağırıyor' ifadesini kaldırttığı bir ülkede uygulanacak.Başka çelişkili noktalar var mı?İnternet kullanıcılarının trafik bilgileri yeni yasayla altı aydan bir çıkarıldı ve şimdi bilgilerimiz 2 yıla kadar saklanacak. İnternette nereye, hangi sayfaya giriyor, hangi linki tıklıyorsanız, kimlerle yazışıyor, mailinizde nelerden bahsediyorsanız idare istediğinde alacak. Bu özel hayatın ihlali değil de nedir? Bu parti döneminde önemli demokratikleşme adımları da atıldı. Ama sonra dönüp böyle şeyler yapılıyor. AK Parti 3 genel, 3 yerel seçim ve 2 referandumla 7 kez sandıktan zaferle çıkmış bir parti. Meşruiyetini seçmenden alan bir kudreti var. Bu tür yasalarla, kudretini kaba kudrete dönüştürüyor.Gazeteciler bu noktada nasıl durmalı?Gazetecilerden çok medya elitleri var, onlardan da umudum yok. Medya elitleri gazeteciliği araçsallaştırıyor. Ama gazetecilerin kendi kişisel durdukları noktada yapacağı mutlaka bir şey vardır. Çok büyük cümleler kullanarak gazetecilik yapılması gerekmiyor. Çünkü bugün nasıl geçmişteki gazetecilik anlayışı utanç veriyorsa, bugün o kadar utanılacak şeyler yapılıyor ki. Gazetecilik rafa kaldırılmış durumda. Vicdani sorunlar var. Toz bulutu kalktığında pişman olmak var. İnsanlar inanmadığı şeyleri yazıp çiziyorlar. Medyadaki vicdansızlığın örneğini, daha önce bugünkü kadar görmemiştim.AB İlerleme Raporu'nda ifade ve düşünce özgürlüğüne, medya sahiplerine yönelik eleştiriler vardı. Nasıl değerlendiriyorsunuz?Türkiye'nin 2012-2013 son ilerleme raporuna ilk kez ifade özgürlüğünün önündeki engel olarak, başka işleri de olan medya patronlarının yayınları gösterildi. Bu konudaki eleştiriler doğrultusunda bir düzelme yok, tam tersi şeyler oluyor. Mesela bir Sabah-atv satışına bakılabilir bunu anlamak için. Habertürk olayındaki gibi ya da. Muhtemelen emir almak üzere getirilmiş, gazeteci bile olmayan bir TV yöneticisinin yaptığı gibi. Yani daha vahim bir yere gidiyoruz. Raporda mevcut yasaya karşı bile çok eleştirisi vardı. Yeni yasa tamamen sıkıntılı. Bu yasanın derhal veto edilip, AB müktesebatına yaklaştırılması gerekiyor. AB'nin medya kriterlerinden uzaklaştıran bir yasa. Bence bu yasayla bile gerçek gazeteciliği, haber alma özgürlüğünü engelleyemeyecekler. Eğer engellerlerse işte o zaman Türkiye'nin ligini değiştirirler.

Uzun süre iktidarda kalınca devletlû oluyorsunuz

$
0
0
‘Seçimi Kazanan İdare Fırkasıdır Çocuk!’ kitabında Osmanlı’dan bugüne 150 yıllık demokrasi pratiğini tartışan İsmet Berkan, “Halkın partisi olma iddiası devleti ele geçirmeye dönüşüyor.” diyor. Bu kısırdöngüden kurtulmak için önerisi, yeni bir anayasa.Gazeteci İsmet Berkan, Osmanlı’da ilk demokrasi denemelerinden günümüze Türkiye’nin seçim pratiklerini ‘Kazanan İdare Fırkasıdır Çocuk!’ kitabında masaya yatırdı. “Türk modernleşmesi tam olarak sindirilemedi.” diyerek söze başlayan Berkan’a göre, önümüzdeki 25 yıllık süreç kritik önem taşıyor. Bu sürecin sonunda ya yoksul ve yaşlı ya zengin ve yaşlı bir nüfus olacağız.Kitap ismini çarpıcı bir anekdottan alıyor, Atatürk’ün “Kazanan idare fırkasıdır” sözünden hareketle bunun nedenlerini sorguluyorsunuz. Bu sözün günümüzdeki karşılığı nedir?Valla bu sözün karşılığının günümüzde de değişmediğini, seçimleri hâlâ esasen idare fırkasının kazandığını düşünüyorum. Türkiye’de siyaset devleti ele geçirmek için yapılıyor. Devlet ele geçirilmesi gereken bir yer olmaya devam ettiği sürece de öyle yapılacak korkarım.Türkiye’nin içine sıkça düştüğü demokrasi/ dikta ayrımını nasıl değerlendirirsiniz? II. Meşrutiyet’te yaşanan umut neden sürekli olamıyor?Aslında kitabın merak edip cevabını aramaya çalıştığı soru da bu. Buna böyle şıpın işi bir cevap vermek kolay değil; çünkü bence mesele esasen Türk modernleşmesinin çarpıklığında ve bir türlü tam olarak içe sindirilememiş olmasında. Biz daha işe başlarken milleti değil devleti kurtarmayı öncelediğimiz için, çoğulculuk bizde ‘çatlak ses’ veya ‘kakafoni’ olarak algılanıyor; rahatsızlık yaratıyor. II. Meşrutiyet sonrasında çok kısa bir süre için yaşanan çoğulculuk maalesef kalıcı olamadı bizde.Değişime duyulan arzuyla, değişimi gerçekleştirmeye yönelik istikrarın sağlanamaması karşı karşıya iki mesele. Kitapta örnekleriyle anlatıldığı üzere, bu tekerrürün altında ne yatıyor?Belki şöyle bir şeydir: Seçimi ‘halkın partisi’ olma iddiasıyla kazanıyorsunuz, ama devleti ele geçirmeden kendi siyasetinizi uygulayamayacağınızı görünce, önceliğinizi devleti ele geçirmeye veriyorsunuz. Devleti ele geçirmek o kadar kolay değil ve zaman istiyor. O zamanın sonuna gelindiğinde, tabii eğer gelinebilirse, baştaki siyasi amaç ve hedeflerinizi unutmuş, sözlerinizi çoktan yemiş yutmuş oluyorsunuz. İktidar paradoksunun bir boyutu bu. Uzun süre iktidarda kalınca ‘Ankaralı’ oluyorsunuz; ‘devletlû’ oluyorsunuz. Sonra bir bakıyorsunuz, yıkmaya söz verdiğiniz ve bu sözünüzle oy aldığınız düzenin kendisi siz olmuşsunuz.“AK Parti mi otoriter, Erdoğan mı diktatör” bölümünde “Türkiye diktatörlükle yönetilen bir ülke” tespiti yapıyor, rejimin otoriter karakterini veren özelliklerin değişmediğini söylüyorsunuz. Bu karakteri değiştirmek için nasıl bir irade gösterilebilir?En önce Türkiye’de anayasayı halktan korkan, halkın çoğulcu yapısından çekinen ve halktan bir ‘makbul vatandaş’ tipi yaratmaya çalışan bir anayasa olmaktan çıkartmak gerekiyor. Kitapta yok ama ben bunu bir sefer köşemde yazdım. Başarısızlığa uğrayan Meclis Anayasa Uzlaşma Komisyonu’nun tutanaklarını okudum ve ‘İyi ki Anayasa’yı değiştirememişler’ dedim. Çünkü mevcut Anayasa’nın yerine koymak için tartıştıkları ve neyse ki anlaşamadıkları Anayasa metinlerinin tamamı 1982 Anayasası’ndan o kadar da farklı değillerdi. Anayasa’nın temel hak ve özgürlüklerin kısıtlanabilirliğini düzenleyen özel maddelerin ve kimi temel hak ve özgürlükleri tanımlayan maddelerin içine sıkışmış olan kısıtlayıcı hükümlerin yerini koruduğu bir anayasa ‘yeni’ olmayacaktır. Ama baksanıza bizim partilerimiz daha çocuk haklarında bile anlaşamadılar...Kitaptaki Japonya örneğinden hareketle Türkiye’nin taklit ettiği şeyi tam olarak alamamasının ortaya çıkardığı sorunlar nedir?E işte her şeyin yarım yamalak olması, melez olması, tam olmaması, ne kuş ne deve olması. Demokrasimiz uluslararası standartta ‘melez demokrasi’ olarak anılıyor; ekonomimiz aynı şekilde ‘melez kapitalizm.’ Siyasi partilerimiz kendi üyelerinden çekiniyor, onların söz hürriyetini kısıtlıyor. Daha sayayım mı?Gezi Parkı’nı demokrasi/özgürlük talepleri içinde Türkiye tarihinde nereye koyarsınız, bir milat denilebilir mi?Gezi’nin bir milat olup olmadığını ileride göreceğiz. Geçenlerde yaptım bu benzetmeyi, hoşuma da gitti, burada tekrar edeyim: 1930’da Serbest Cumhuriyet Fırkası kurulduğunda Fethi Okyar İzmir’e gidiyor, muazzam bir kalabalık onu karşılıyor. Nedeni belli: İnsanlar bir muhalefet istiyorlar ve o yüzden İslamcısından komünistine, liberalinden azınlığına kadar ne kadar memnuniyetsiz varsa oraya koşuyor. Gezi de bir yerde benzer bir işlev gördü; o bakımdan 2007’nin Cumhuriyet mitinglerinden farklıydı. Gezi bir siyasi parti değil ama AK Parti’ye karşı geniş bir muhalefet özleminin ifadesi oldu. Gezi’nin mesajı bence hükümet kadar bir temsil sorunu yaşadığı aşikâr olan muhalefeteydi.“Milli konuların azalmasına tanıklık ediyoruz” tespitinizi açar mısınız? Bunun artıları ne olacak?Bu bir anlamda demokrasinin bir kanadının gelişmesi demek. Eskiden ‘milli’ olanı devlet belirlerdi, herkes de ona uyardı. 2003-2004’te Kıbrıs tartışmaları sırasında bu ‘milli’nin tek elden belirlenmesinin yıkılışına şahit olduk; sonra da başka örneklerle bu sürdü. Bence olumlu. ‘Milli’ olan, milletin o konudaki çıkar algısından farklı olamaz ve koca bir milletin farklı farklı çıkar algılarına sahip olması da çok normal.“Halkın iradesini sandıkta ortaya koymak” Türkiye’de muhalefetin de iktidarın da sıkça kullandığı bir argüman. Buna rağmen bu konuda yol alınamamasını neye bağlayabiliriz?Bence her seferinde siyasi partilerimiz demokrasi yerine iktidarı seçiyor; kendi iktidara gelmesini demokrasinin varlığının delili kabul edip yoluna devam ediyor. Demokrat Parti böyle yaptı; Adalet Partisi böyle yaptı; ANAP böyle yaptı; şimdi de sıra AK Parti’de. Bakalım onlar iktidardan başka bir şeyi seçecek mi?“Türkiye’de siyaseti okuma kılavuzunun” olmazsa olmazları nelerdir? Dışarıdan bakan bir insana anlatılması gereken temel maddeler nelerdir?Özellikle Batılılar Türkiye’de siyaseti kendi ülkelerindeki gibi ‘siyasi tercihler’ olarak okuma eğiliminde. Oysa değil. Türkiye’de siyaset kültürel kodlar üzerinden ve kimliklerle yapılan bir şey. En belirgin iki kimlik Türkçülük ve İslamcılık. Bunlar çok geniş şemsiyeler. Türkiye’de siyaseti okurken ‘sağ’, ‘sol’ gibi kavramları kafamızdan silip bu büyük kültürel kimlikler üzerinden bakmaya çalışmak gerek.2040’ta fakir ve yaşlı bir nüfus olabiliriz“Normalleşmesini arayan ve 200 yılını kaybeden ülke” sizce bu normalleşme sürecinde daha ne kadarlık bir kayıp yaşayabilir?Vallahi önümüzdeki 25 yıl çok kritik. Türkiye bu 25 yılda değişmeyi, gerçek bir demokrasi ve hukuk devleti olmayı başaramazsa, 2040’lı yıllardan itibaren hem fakir hem yaşlı bir ülke olacağız. Ama değişirsek, yaşlılığımızı görece bir refah içinde geçirebiliriz. Aslında seçim bizim ve yumurta kapıya dayandı. Fırsat penceresi sonra kapanacak. Gençlik yıllarımızın çoğunu boş kavgalarla harcadık bile. Ortalama yaşımızla ilgili bu fırsat penceresini eğer biz ilk on yılda kullanabilirsek, yaşlanmaya başladığımız 2040’tan itibaren biraz daha sağlam bir zeminde durmaya başlayabiliriz. İkilem, zengin ve yaşlı olmakla fakir ve yaşlı olmak arasında. Zenginliğe de sadece demokrasi ve hukuk devleti yoluyla, eğitimimizi dogmalardan arındırarak varabiliriz.

‘Fildişi kuleler’ tehlikede - [Bizim Köy]

$
0
0
Siyasilerin sürekli birbirini suçlamalarına alışkınız. Yok efendim fil dişi kulelerde oturuyorsunuz da halktan kopuksunuz falan filan…Siyasi jargonda pek bir sevilen bu “fildişi” mevzusuna Fransız politikacılar el attı. Fransa’nın başkenti Paris’te, son 20 yıl içinde gümrüklerde yakalanan ve piyasa değeri bir milyon Euro olan yaklaşık 3 ton fildişi, fildişi avcılarına karşı yürütülen mücadele kapsamında Eyfel Kulesi önünde imha edildi.Giremezsin kızım “yassah”Kadınlara “Saçı uzun aklı kısa.” derler, “Elinin hamuruyla erkek işine karışma!” derler. Derler de derler anlayacağınız. Ancak İran bu sözleri lafta bırakmamaya kararlı gibi. İran Bilim ve Yüksek Eğitim Bakanlığı 77 lisans bölümünde kadın öğrencilerin eğitim almasını yasakladı. Gerekçesiyse ‘kadınların mezun olduklarında iş bulamıyorlar’ı. İşin komik tarafıysa kadınların ülkedeki kontenjanların yüzde 65’ini doldurarak üniversite giriş sınavında daha başarılı olması.Özürlü kadına idam!İdamlar dünyada tartışıladursun ABD’de almış başını gidiyor. Bunların çoğuysa erkek. 38 yıl aradan sonra ilk kez bir kadın idam edildi. Suzanne Basso, 1998’de hayat sigortasından yararlanabilmek için zihinsel engelli Louis Musso’yu beş arkadaşıyla birlikte öldürmüştü. İşin ilginç tarafıysa 59 yaşındaki Basso’nun obez, felçli ve zihinsel özürlü olması. Suzanne Basso’nun idamı, fiziksel ve ruhsal durumu nedeniyle halen tartışılıyor.

Yolsuzluklar o kadar ayan beyan ki gündemi değiştiremiyorlar

$
0
0
Gazeteci, yazar Nevval Sevindi ile hem gündemdeki olaylar hem de nefret söylemi üzerine konuştuk. Yok saymanın nefret söyleminin temelini oluşturduğunu düşünen Sevindi, “Toplum da buna itiraz etmez. Çünkü içselleştirilmiştir. Nefret söylemi bu nedenle çok tehlikeli.” diyor.Uzun süredir ortalıklarda görünmüyordunuz. Habertürk’te katıldığınız Türkiye’nin Nabzı programı epey konuşuldu. Neler oldu o programda?Program sürekli olarak aynı dört kişiyle yapılıyordu. İkisi Salih Tuna ve Hilal Kaplan. Hükümet yanlısı olarak oradalardı. Onlar gittikten sonra Cumhuriyet Gazetesi yazarı Şükran Soner, ‘Geçen hafta da hiç konuşamamıştım.’ diyerek genel olarak hiç konuşturulmadığını söyledi. Diğer beyefendide de (Nazif Okumuş) aynı şikâyet vardı. Benim anladığım, ikisinin sazı eline alıp diğer ikisini çok konuşturmadıkları. Fakat kendi gazetelerinin yolsuzlukla ilgili aylar öncesinden yapılmış birinci sayfası ve manşetini görünce programı terk ettiler.Reklam arasında ne oldu?Çok ilginç bir şey yaşandı. Salih Tuna geri dönüp, ‘Sen zaten 28 Şubat’ta da köpek demiştin.’ gibi bir laf etti. Demek istediği anlaşılır değil. Bugüne kadar benim karşı duruşumu hiç beğenmemiş ve bunu söylemek için de kendi gazetesinin birinci sayfadan verdiği yolsuzluk haberinden haberi olmadığının ortaya çıktığı güne denk getirmiş. Gazetecilik adına utanç verici bir şey.Sunucu, programı bitirmek zorunda kaldı. Stüdyoda ne yaşandı? Görevi değişenler olduğu söyleniyor...Tam bilmiyorum içeride neler olduğunu ama bildiğim, o programın artık kaldırıldığı.O programdan sonra başka programlara da çıktınız. Hâlâ sizi davet edecek cesur editörler var galiba...(Gülüyor) Valla işte Samanyolu Haber, Halk TV, Ulusal TV cesaret etti. Şimdi de iki gündür Sokak TV’de çıkıyorum. Yani alternatif durumda olanlar. Yoksa başka cesaret eden çıkmaz tabii, mümkün değil. Bir de CNN beş dakika verdi. (Gülüyor)Medya açısından bugün yaşanan süreçte 28 Şubat ile ne gibi bir benzerlik var?Medya kendisine bir düşmanı hedef seçiyor ve onu şeytanlaştırıyor. Sonra etraftaki diğer fikirler silinmiş oluyor. Sadece herkesin o düşmanı taşlaması isteniyor. O gösterilen hedefe karşı siz başka türlü de düşünülebilir, buna farklı açıdan da bakılabilir diye en ufak bir itiraz yaptığınızda –ki benim 28 Şubat’ta başıma gelen buydu- sizi de şeytanlaştırıyor.Şu an bu düşman, paralel devlet metaforu üzerinden gidiyor...Gizlenmeye çalışılan bir şey var elbette. Paralel devlet diyerek bir düşman yaratıldı: Cemaat. 11 yıldır görmedikleri cemaat şimdi düşman. Çeşitli dezenformasyonla karalama en tepeye çekiliyor ki herkes onu taşlasın. Neden bunu yaptı? Çünkü 11 yıl içinde zaman zaman bu yöntemle birçok şeyden kurtuldu. Ama yolsuzluk o kadar ayan beyan ortada ki kurtulamıyor, gündemi değiştiremiyor.‘Ama yolsuzluk yok’ deniliyor.Savcı, MASAK, polis… Bütün bunlar devlete ait kurumlar. Devletin memurları ve uzmanları bu bilgileri oluşturmuş. Fotoğraflar ve kamera kayıtları polis tarafından çekilmiş. Tüm bunlar böylesine açık ve net bir şekilde yasal prosedürler içinde yapılmışken bunları karalama, yalan, dolan diye bizi inandırmak için elbette etrafa saldırmak zorundalar.MİT’in bilgi verdiği de anlaşıldı...MİT iki defa rapor yazdı 2011’de ve 2013’te. Tüm olanları bildiği için hükümete ve Başbakan’a rapor veriyor. Başbakan’a bunun sonuçlarından doğrudan zarar görebilirsiniz diye bir not yazıyor. Raporun kendisi yeterli gelmiyor, ayrıca not yazılıyor. Yani durum o kadar vahim demek istiyor.Peki neden dikkate alınmadı?18 Aralık bunun cevabıdır.Farklı nasıl davranabilirdi hükümet?Milyarlarca dolar kaybettik. Ülke fakirleşti, enflasyon ve devalüasyon oldu. Dövizin durumu ortada. Yok olan kurumlar, insanların hayatı... Olanları herkes biliyor. Bu kadar felaketi yaşamamıza neden olan şey 17 Aralık’ın kabul edilmemesi. 18 Aralık’ta ne denebilirdi? Aslında çok basit. Yetkili bir isim veya Başbakan’ın kendisi çıkar ve derdi ki, ‘Ben çiğ yemedim. Karnım ağrımıyor. Bu olay kime gidiyor diyorsanız herkesi sorgulayabilirsiniz. Suç unsuru kimde bulunursa -bakanlarım, çocukları veya bana yakın olanlar da- bunların takibinin yapılmasından yanayım ve kendim de takipçisi olacağım.’ Bu kadar.Önümüzde seçim var...Mahalli seçimler artık bir güven oylamasına dönüştü. Ağır bir propaganda yürütülüyor. O nedenle internet yasasına sansür bugün torba yasadan çıkıyor.Bu kadar savcının, polisin yerinin değişmesi uzun vadede Türkiye’ye nasıl bir fatura çıkarır?Ekonomik fatura, önümüzdeki 15 yıla damgasını vuracak. Yani çocuklarımız ve torunlarımız etkilenecek. Yakın vadeli olan fatura bu. Esas olarak ekonomi ve devlet çöktü. Çünkü yargı sistemi, polis teşkilatı, ordu çökertildi. Şöyle bir bakıyorsunuz devlette ayakta kalmış bir kurum yok neredeyse. 28 Şubat’ta daha sınırlıydı yapılan. Ama şimdi inanılmaz bir kasırga, tayfun halinde önüne geleni cemaatçi diye ‘cemaatölçer’ bir alet mi var 5 bin kişiyi ölçüyorsun? Neye göre ölçüyorsun?Virüs, çete, örgüt, Haşhaşi, paralel devlet, sahte peygamber, içi boş alim müsveddesi gibi birçok kelime kullanıldı. Nefret söylemiyle ilgisi nedir?Ağır bir hakaret ve yok sayma var. Yok sayma zaten nefret söyleminin temelidir. Yok etme talebini böylece insanların içselleştirmesini sağlamak, nefret söylemi. Onun üzerine gidip sonunda Yahudileri yakar. Toplum da buna itiraz etmez. Çünkü içselleştirilmiştir. Nefret söylemi bu nedenle çok tehlikeli.2007 yılında miletvekili adayı olmuştunuz. Tekrar aday olacak mısınız?Eğer toplumda böyle bir talep oluşursa siyasete tabii devam ederim. Beni kabul edecek bir parti var mı çok merak ediyorum.Hocaefendi’nin değiştiğini düşünmüyorumBugün yaşananlar fikirlerimi değiştirmedi. Benim tanıdığım bir Hocaefendi portresi var. Bunu zaten hem söyleşi çerçevesinde hem de kendi görüşlerim olarak bir kitapta değerlendirdim. Bundan sonra kişisel olarak Fethullah Gülen değişmiştir diye bir düşüncem yok. Ancak Kürt meselesi ile ilgili beni hayrete düşüren birkaç şey oldu. Kürt sorununun çözülmesi için hükümete destek veriyoruz dedi galiba. Ben Kürt meselesini çözecek bir program olmadığına inanıyorum en başından beri. Bu beni rahatsız etmişti ama onun dışında kişisel olarak herhangi bir değişime uğradığını gözlediğim bir şey yok. Toplumu bölen, kamplaştıran söylemler her zaman tehlikelidir. Bu tehlike geçmeden de her şeyin ikinci planda olduğunu düşünüyorum.AKP’nin kendi paralel yapılanması varCemaat iddia edildiği gibi paralel yapı olabilir mi sizce?Bunun için önümüze bir belge koyulması, kanıtlanması lazım. O zaman 28 Şubat’ın ne günahı vardı, o da yaftalıyordu. O zaman insanları biz tamamen dedikodunun, iftiranın, pespayeliğin, haksızlığın eline bırakıyoruz. Herkes canının istediğini yapabilir. Bireysel özgürlüklerimiz tamamen tahakküm altına alınabilir durumda şu anda. Bu çok büyük bir tehdittir.Paralel yapı var mı peki?Önceden PKK-KCK yapılanması vardı, şimdi de AKP’nin devlet içinde kendi yapılanması var.Bülent Arınç ‘Biz yoksak cemaatler de yok’ dedi. Bu ne demek?(Gülüyor) Gerçekten bu çok ilginç. Birçok şey söylenebilir. Kendisini cemaat vasiliğine atamış sanıyorum. Çelişkiye bakın: ‘Türkiye’deki bütün cemaatler onlardan önce yoktu ve hiçbir şey yapmadılar ama çok ağır baskılar altındaydı’. Ama biz sizinle var olmadık ki diyecek cemaatler. Bir yığın cemaat var. Bu da bir vesayet üstelik.

Olağanüstü dönemde olağanüstü gazetecilik olmaz!

$
0
0
Emine Dolmacı, ‘yılların muhabiri’ tanımını hak eden gazetecilerden... 28 Şubat’ın zor dönemlerinde yaşadıklarını kitaplaştıran Dolmacı, “28 Şubat’ta yaşanan kamplaşmanın bir benzeri bugün tüm Türkiye medyası üzerinde yaşanıyor. Dünün mağdurları, yeni medyanın aktörleri oldu.” diye konuşuyor.28 Şubat’ın dükkânından çıkan en doğru haber: Yalan… Öyle mi gerçekten?28 Şubat, diğer darbe dönemlerinde olduğu gibi, toplumun tüm kesimleriyle beraber medyanın da yaşadığı bir olağanüstü dönemdi. Bu olağanüstü dönemde, meslek ilkeleri ve medyanın ahlakına taban tabana zıt düşen bazı davranışlar içine girdi medya organları. Toplumu ve süreci yönlendirmek için yapılan mühendislik haberleri, bu algıyla sunuldu. Toplum, adım adım bir darbeye, örtülü bir müdahaleye hazırlandı. Bu tarihten sonra yaşanan tüm değişiklikler de bunun üzerinden yapıldı. Zorunlu eğitimin kesintisiz sekiz yıla çıkarılması, imam hatip liselerinin orta kısmının kapatılması, Kur’an kurslarına sınırlamalar getirilmesi vb. algıyı oluşturduktan sonra bunlar adım adım uygulandı.O dönemde gazetecilere yönelik algı nasıldı?Kalemini eline alıp, vicdanlı bir şekilde doğruları yazan gazeteciler olduğu gibi karargâh gazetecileri de vardı. Bunlar darbenin başarıya ulaşmasında, yani taşlarının döşenmesinde askere büyük destek oldu. Şunu söyleyebilirim, bazı gazetelerin manşetleri olmasaydı, haber bültenlerinde irtica soslu korkutucu haberler verilmeseydi bu darbe, dönemin seçilmiş hükümetinin alaşağı edilerek, ülkenin olağanüstü bir döneme götürülmesi başka bir şekilde izah edilemezdi. Operasyon genelde, Ankara gazetecileri üzerinden yürütüldü. Basın-yayın organlarının temsilcileri neredeyse karargâhın temsilcileri de oldular. Bunu ilerleyen yıllarda birçoğu itiraf etti. TBMM Darbeleri Araştırma Komisyonu’na giderek gözyaşı döküp, günah çıkardılar. Ama iş işten geçmişti ve ülkenin üzerinden de bir darbe silindir gibi ezip geçmişti.Güzel bir üçlemeniz var, dinci-muhafazakâr-yandaş… Neden ısrarla medya organları için bir tanımlamaya ihtiyaç duyuluyor?Ne yazık ki, geçmişten bugüne hep gazeteciler için bazı yakıştırmalar yapıldı. 12 Eylül darbesinden sonra toparlanmaya başlayan muhafazakâr kesimin gazetelerinde çalışan gazetecilere ‘dinci-yobaz’ dendi. Aradan yıllar geçti, yeni kurulan gazete, televizyon ve haber ajanslarında çalışanlar ‘İslamcı’ diye adlandırıldı. Daha sonra biraz yumuşatılıp ‘muhafazakâr’ ifadesi kullanıldı. Bu kesimin medya organları büyüyüp pazardan pay almaya, reyting ve tirajını artırmaya başlayınca da ‘yandaş’ sıfatı yakıştırıldı. Her dönemde, askerle, iktidarla ve güç odakları ile iş tutan medya hep bunu perdelemek için bu tür tanımlamalara başvurdu. İşte bu tanımlamalar ve etiketlemeler nedeniyle 28 Şubat sürecinde tam 19 gazete, 110 dergi, 86 televizyon ve 81 radyo hedefteydi. Bunu takip ve cezalandırma işlemleri ise ‘Batı Eylem Planı’ çerçevesinde yapılıyordu.Şimdi bu sıfatların yerini ‘paralel’ mi aldı?Etiketlemekte üzerimize yok gerçekten. Bir dönemin mağdurları, muhafazakâr basın ve yayın organları daha kısa bir süre önce yaşadığımız bu mağduriyetten pek ders çıkarmamış görünüyor. 17 Aralık’ta başlatılan operasyonlar sonrasında da ‘paralel’ basın ve yayın organlarından bahsetmeye başlanıldı. Bu, daha önceki dönemlerde yaşadığımız kamplaşma ve kutuplaşmaların maalesef bir benzeri. Yani laik-antilaik, ilerici-gerici diye tanımladığımız kamplaşma bugün yerini ‘paralel’ ve diğerleri karşıtlığına bıraktı.28 Şubat benzeri bir süreç günümüzde de yaşanıyor. Peki, bugün neyle suçlanıyor gazeteciler?28 Şubat’ta yaşanan kamplaşmanın bir benzeri bugün tüm Türkiye medyası üzerinde yaşanıyor. Bu herkesin gözü önünde cereyan eden bir süreç… Ancak kimileri buna siyasî beklentiler, tarafgirlik ve benzeri düşüncelerle karşı çıkmıyor. Kimilerinin bu yönde bir tartışma işine geliyor. Darbe dönemleri başta olmak üzere her olağanüstü dönemde, medya etiği ciddi anlamda yara alıyor. Gazeteciler, patronlarıyla birlikte veya bağımsız olarak çeşitli işbirlikleri içine giriyor. Bundan sıyrılıp yeniden bir yol tutturmak da kolay değil.Medya ahlakı var mı(ydı)?Bu uzun bir tartışma sanırım. Ama medyanın toptan bir özeleştiriye ihtiyacı var. Hem bunu biz profesyoneller yapacağız hem de daha demokratik, daha huzurlu, daha müreffeh bir ülke için çalışan herkes yapacak. Medyanın ahlakı var mıydı? Bu, cevaplanması zor bir soru ama kararlılıkla şunu söylememiz lazım; olmalı. Eğer dördüncü güç diyorsak, toplumdaki önemli bir kontrol mekanizması olarak kabul ediyorsak buna mecburuz.28 Şubat mağdurlarının mağrur halleri, yeni medyayı nasıl şekillendiriyor?Geçmişte 28 Şubat’ın mağdurları medyada bugünün aktörleri aslında. Geriye dönüp henüz üzerinden çok fazla bir zaman geçmeyen bu olağanüstü döneme bakıp, dersler çıkarılması gerekiyor. Bu çalışma biraz da bunu hatırlatmak, unutturmamak için yapıldı. Olağanüstü dönemde, olağanüstü gazetecilik diye bir şey yok. Bu dönemin ayrı bir ahlakı söz konusu değil. Tek tek 28 Şubat döneminde muhafazakâr medya üzerindeki baskılara, cezalara, kapatmalara dönersek, o günleri mağdur olarak yaşamış bugünün muktedirlerinin de benzer hataları yaptığını görüyoruz. 17 Aralık operasyonlarıyla başlayan süreçte inanılmaz bir bilgi kirliliği, etik kuralların tümden ihlali var.‘Türbanlı muhabir’ basın toplantısında!Bugün dolaşımda olan ‘cemaat, silahsız terör örgütü’ ifadesi, 28 Şubat’ın da argümanlarındandı.Şimdi, paralel yapı diye itham edilen Hizmet Hareketi, 28 Şubat’ta Nuh Mete Yüksel’in hazırladığı iddianameye konu olmuştu. Bugün yaşananlar, çok benzer bir şekilde o gün de cereyan etmişti. 1999 yılında Yüksel’in ‘Fethullah Gülen Örgütü’ olarak isimlendirdiği yapının suçu, “Laik devlet yapısını değiştirerek yerine dinî kurallara dayalı bir devlet kurmak amacıyla yasa dışı örgüt kurup bu amaçlar doğrultusunda faaliyetlerde bulunmak” şeklinde tanımlanıyordu. 35 ülkede açılan toplam 279 eğitim kurumu bu yapının suç organları arasında yer alıyordu. Örgütün en büyük 20 kuruluşunun başında Zaman Gazetesi, Samanyolu Televizyonu, Cihan Haber Ajansı, Aksiyon ve Sızıntı Dergisi gösteriliyordu. Bu yayın organları kapatılacak, yöneticileri ve çalışanları hapse atılacaktı.Bir de size yönelik ‘türbanlı muhabir’ basın toplantısını izledi, haberi var…Tam Fazilet Partisi bölünmüş, yenilikçi-gelenekçi ayrışmasının yaşandığı günlerdi. Bir tarafta Saadet Partisi kuruluyor, diğer tarafta da ‘yenilikçiler’ AK Parti’yi kurma hazırlığını yapıyordu. Bülent Arınç veya Recai Kutan’ın basın toplantısıydı, tam hatırlayamadım. Meclis Basın Bürosu’nda yapılan bu toplantıyı izlemiş, gazeteye dönmüştüm. Telefonum çaldı, arayan bir gazeteci arkadaşımdı. “Türbanlı gazeteci basın toplantısı izledi diye haber yapıyorlar” sözleriyle uyardı beni. Ankara’nın o hareketli günlerinde haber peşinde koştururken haber olacaktım. Son anda hem haberi yapan arkadaşı hem de gazetenin yazı işlerini arayarak rica ettim. Sağ olsunlar, haberi kullanmadılar.

Hepimizin ortak utancı

$
0
0
Türkiye gündeminin yoğunluğunda kendine bir türlü yer bulamayan bir sorun, sokakta yaşayan insanlar. Ne devletin ne de toplum vicdanının dikkatini çekebilen evsizler ancak sokakta donarak öldüğünde akıllara geliyor. Görüştüğümüz kişilerse dernekler tarafından hatırlanmayı bekliyor.Geçtiğimiz günlerde gazetelerde, Sakarya’da bir börekçiye girerek üç gündür bir şey yemediğini söyleyen kimsesiz kadını okuduk. Esnafın börek ikram ettiği kadın, ilk lokmasından sonra bayılınca haber değeri taşıyıp tüm Türkiye’ye ulaşmıştı. Bundan birkaç gün önce de Ankara ve İzmir’de ısınmak için girdikleri boş binada yangın çıkması sonucu ölen iki evsizi ve son olarak ‘ Sokakta yaşayan adam donarak öldü’ başlığıyla verilen Konya’daki olayı öğrendik.Aslında her gün gördüğümüz sokak insanları, ancak soğuktan donarak öldüğü zaman hakkında konuşulmayı hak ediyor sanki. Kendi hayatına, hayallerine, hırslarına kapılıp gidenlerin umarsızca yanından geçtiği bu insanlara karşı devlet de bir o kadar ilgisiz. Biz şimdilik devletin evsizler için herhangi bir sosyal politikaya sahip olmamasını bir kenara bırakıyor ve ‘şu koca dünyada’ bir insanın nasıl kimsesiz ve evsiz kalabildiğine cevap arıyoruz.Bu düşüncelerle hayatı henüz üçüncü sayfalarda yer alacak kadar dramatikleşememiş sokak insanlarının yalnız kalma hikâyelerine kulak veriyoruz. Konuştuklarımız arasındakilerin birçoğu bir zamanlar herkes gibi düzenli hayata sahipti. Bu hikâyeler, beklenmedik imtihanların her insanın başına gelebileceğini ve Türkiye’de bu insanlar için yürütülmüş ciddi hiçbir proje olmadığını fark ettiriyor dinleyene.Hafız olan Mehmet, yıllardır sokakta ve madde bağımlısıİstanbul Tophane’deki Şefkat Der’in sığınma evinde tanıştığımız Mehmet Âdem ve Yusuf bu çocuklardan. İkisi de çamaşırlarını yıkamak için bir saatliğine sokaktan gelmiş. Mehmet Âdem, 23 yaşında bir hafız ve madde bağımlısı. Ailesi varken Kur’an kursuna giden ve hafız olan Mehmet Âdem, bugünkü durumunu bize tek cümleyle özetliyor: “Annem babam ölünce abimler istemedi, ben de sokakta kaldım.” Anlatırken dolan gözleri, bizden konuyu daha fazla deşme cesaretini alıyor. Uyuşturucu maddenin etkisiyle sokakta dünyanın en gamsız insanı gibi görünen Mehmet Âdem’in hali, aslında bu hayata asla alışılamayacağını anlatıyor. Onun banyo sırası gelince sohbetimiz sona eriyor. Yusuf da oradaki bir yatakta biraz uyumak için izin istiyor. Sonra ikisi de sokaktaki mekânlarına geri dönecek.‘Cami avlusunda bulundum, o kadar da kötü bir hayatım yok’Sığınma evinde kalanlardan biri de Burak. “O kadar da kötü bir hayatım yok.” diye söze başlayan Burak, “Altı aylıkken cami avlusunda bulundum. Yetiştirme yurdunda büyüdüm.” diyor. Devletin verdiği 20 yıllık yurtta kalma süresinden sonra askere giden Burak, döndüğünde sokaktadır artık. Bu şekilde bir süre sokakta yaşamını sürdüren Burak, şimdilerde Şefkat Der’in sığınma evinde kalıyor.Yetiştirme yurdunda geçirdiği onca yılda Burak’ın unutamadığı olay, bir ailenin onu almaktan son anda vazgeçmesi. 12 yaşındayken yurda Antalya’dan bir aile gelir, Burak ve bir arkadaşını evlatlık almak ister. Ancak arkadaşının sigara içtiğini öğrenince ikisini de almaktan vazgeçer. “Onun yanında ben de yandım. Yoksa o kişiler benim ailem olacaktı.” diyen Burak, daha sonra aileyi her yerde araştırır. Genç adam bir aileye sahip olabilme serüvenini şöyle tamamlıyor: “Bilinmeyen numaralara ve Türk Telekom’un sarı sayfalarına baktım. Neredeyse yüzlerce isim çıktı ve hepsini aradım. Ama hiçbiri onlar değildi.”‘Ailem ve işim vardı, tepeden düşer gibi kendimi sokakta buldum’Abdullah Bey 54 yaşında. Tam 15 yıl sokakta yaşamış. Bir süredir de Şefkat-Der’in evinde kalıyor. Önceleri herkes gibi normal bir hayatının olduğunu anlatan Abdullah Bey’in yaşamı iflas ettikten sonra altüst olur. Psikolojisi bozulur, zamanla eşiyle anlaşamayıp boşanır. “Herkes sokaklara düşebilir. Tepeden atlar gibi birdenbire de olabilir. Ne acı ki durumunuz zayıflamaya başladığı an herkes yabancı olur.” diyen Abdullah Bey, eşinden ayrıldığında çocukları 10 yaşındaymış. Bugün hiçbiriyle görüşmüyor. Sokağa yabancı olduğu için kendini koruma konusunda paranoya derecesinde tedirgin hale gelmiş. “Daha çok Üsküdar, Güngören gibi sakin semtlerde kalmaya çalıştım.” diyor. Akşamları kimse olmadan girdiği sessiz mekânlardan sabah da kimse uyanmadan ayrılıyor. Zamanla alkole başlayan Abdullah Bey yaşamını sürdürmek için mendil satıyor, seyyar satıcılık yapıyor. Bugün sığınma evinde nispeten iyi koşullarda olsa da insanlara karşı gönlündeki kırgınlık hiç bitmeyecek gibi.‘Cahil ‘âdem’ yok bu dünyada ama herkes kulaklarını kapatmış’“Kimse dünyada kalmaz, biz buna (parayı gösteriyor) ibadet ediyoruz buna…” diyen amcayı Eminönü’nde hasırcıların önündeki parkta görüyoruz. Gündüz burada dilenen yaşlı adam, geceleri bir dükkânın deposuna sığınıyor. Üç kızı olan amca, altı ay önce Siirt’ten İstanbul’a gelmiş. Kızları hâlâ memlekette. Ancak ne arayan var ne de soran. Bu sebepledir ki bütün insanlar onun için aynı. Ve hepsinden ‘âdem’ diye bahsediyor. İsimler öylesine yok olmuş ki dünyasında, bizim bile aklımıza gelmiyor ismini sormak. Yoldan geçenleri işaret ederek, “Allah bu âdemi zengin yaratmış, beni fakir. Bana diyor ‘git, Allah versin’. Peki, sana bunları kim vermiş, sen hatırlamıyorsun?” diye sitem ediyor geçenlere. İstanbul’da hiç mi kimsesinin olmadığını soruyoruz tekrar: “Bir akrabam var ama çok zengin. Gidemem yanına.” Asıl onun yanına gitmesi gerektiğini söyleyince, “Vallahi dünyanın sonudur bacım. Allah’tan korkan âdem kalmamış bu dünyada. Parası olan fakirden kaçıyor.” diyor sessizce.Cami bahçelerinde, evsizler için bir bölüm yapılabilirDernek ve vakıfların faaliyetleri de sokak insanlarını genelde es geçiyor. Yaklaşık 20 yıldır evsizler için çabalayan Hayrettin Bulan ise bu alanda ilham alınabilecek isimlerden. Bulan, kurucusu olduğu Şefkat-Der’in Konya ve İstanbul’daki sığınma evleri aracılığıyla evsiz insanlara ulaşıyor. Yıllarca sokakta yaşamış kişilere barınma imkânı sağlayan bu ev, sınırlı imkânlardan dolayı çok az kişiye hizmet verebiliyor. Diğer evsizler ise haftada bir banyo yapıp çamaşırlarını yıkayabiliyor. Burada kalanların sıcak yuvalarından değil, sokaktan kaçıp gelmeleri unutulmuş olsa gerek, doktoru olmadığı ve toplu yaşam koşulları sağlanmadığı gerekçesiyle sığınma evi kapatılmış. Bugün tabelasız bir şekilde hizmet veren sığınma evi sokakta kalanlar için çalışmaya devam ediyor. Bulan, Türkiye’de devletin yanı sıra yardımseverlerin de bu konuda duyarsız olduğuna işaret ediyor. Türkiye’de vakıflara ve derneklere hayır geleneğinin yaygın olduğunu hatırlatan Bulan, buralardaki faaliyetlerde evsizlerin de düşünülmesi gerektiği görüşünde. Örneğin Avrupa’da kiliselerin bir bölümü evsizler için ayrılıyor ancak Türkiye’de camilerin avlusunda yatmak bile yasak.Ne yapılmalı?Evsizlerin çoğunun akıl, ruh sağlığı yerinde olmuyor. Bu insanlar için ilk yapılması gereken, en yakın bir sağlık kuruluşuna gitmelerini sağlamak. Kimlikleri belli olmasa da yeşil kart gibi sağlık güvencesi olmasa dahi tedavileri hastanelere bîmekân kimsesiz kodlu giriş yaptırılıyor ve tedavileri ücretsiz oluyor. Masrafları hastaneler, valilik, kaymakamlık, sosyal yardımlaşma ve dayanışma vakıflarından isteniyor ve bu vakıflar ücretini ödüyor. Hastanedeki görevliler ihmalkâr davranırsa 184 Sağlık Bakanlığı danışma hattı aranabilir. Ayrıca duyarsız personel başhekimliğe, hasta hakları birimine ve valiliğe, il insan hakları kurulu gibi birimlere şikâyet edilmeli. Hepsinden önemlisi de onların sürekli kalabileceği sıcak bir ortama kavuşması için kendi elimizden gelmiyorsa çeşitli sosyal yardımlaşma vakıflarını harekete geçmeye sevk edebiliriz.

‘F-16 görünce peşine takılmak istiyorum’

$
0
0
Türkiye’nin ilk kadın F-16 savaş uçağı pilotu Berna Şen Özmen, 2012 Aralık’tan bu yana SunExpress Havayolları’nda uçuyor.Türk Silahlı Kuvvetleri’nde (TSK), gökyüzünün Ferrari’si F-16’ları yaklaşık 2 bin 500 saat uçuran pilot Özmen, şimdilerde yeni nesil Boeing 737-800 tipi yolcu uçaklarının kokpitine alışmaya çalışıyor. Neden mi? Çünkü uçuş sırasında ne zaman bir savaş uçağı görse eski günlerini hatırlıyor ve tarif edilemez bir heyecan yaşıyor. “Onları görünce uçağı sağa-sola yatırıp arkasından takip etmek istiyorum. Bu içgüdüsel duyguyu engellemek mümkün değil.” diyen Özmen, yeni görevinde yolcuları gidecekleri yere sorunsuz şekilde ulaştırmanın gururunu yaşıyor.Berna Şen Özmen, Hava Harp Okulu’ndan yaklaşık 20 yıl önce gelen bir davetiye üzerine savaş pilotu olmaya karar vermiş. Başarılı bir öğrenci olan Özmen’in hayallerini o güne kadar endüstri mühendisliği süslüyormuş. ‘Size savaş pilotu olma imkânı sunuyoruz’ yazılı davetiyeyi alınca çok heyecanlanan Özmen, tereddüt etmeden uçuş kampına katılmaya karar vermiş. Hem de annesinin tüm itirazlarına rağmen. Uçuş kampına katıldıktan sonra savaş pilotu olmayı kafasına koyan ancak bunu annesinden gizleyen genç pilot adayı, endüstri mühendisliği eğitimi de alarak savaş pilotu olma hayalini gerçekleştirmiş. 1997’de Hava Harp Okulu’ndan mezun olan ve 2000’de 5’inci Ana Jet Üssü’nde F-16 ile uçmaya başlayan savaş pilotu, 19 yıl boyunca TSK’ya hizmet sunmuş.‘BİR SORTİ UÇ, MORALİN DÜZELSİN’Özmen’in, “Savaş pilotu olmak istiyorsan bu süreçte yanında yer alamam.” diyen annesi ise daha sonra kızının en büyük destekçilerinden olmuş. Eğitimler veya meteorolojik şartlar nedeniyle bazen uçuş gerçekleştiremeyen ve bu yüzden mutsuz gözüken Özmen’e, annesi her zaman moral vermiş:“Annem, kendimi kötü hissettiğimi telefonla konuşurken anlıyordu. ‘Git bir sorti uç gel, daha sonra konuşalım.’ diyordu. Uçarken hissettiğiniz o özgürlük duygusu ve mutluluk, gerçekten ruh halinize yansıyor.”BOMBA YERİNE YOLCU TAŞIYORTSK’dan ayrıldıktan sonra THY ve Alman Lufthansa’nın ortak kuruluşu SunExpress’te işe başlayan Özmen, ikinci kaptan pilot göreviyle yurtiçi ve yurtdışı seferler gerçekleştiriyor. Başka bir deyişle daha önce tatbikatlar için bomba taşıyan Özmen, şimdilerde aralarında bebek, çocuk, hasta ve yaşlılar bulunan onlarca yolcuyu en konforlu şekilde uçurmaya çalışıyor.Savaş uçaklarının, yüksek hızı ve manevra kabiliyeti gibi çok aktif formatı bulunduğuna dikkat çeken Özmen, yolcu uçaklarında ise pilotların uçuş operasyonunun her aşamasında aktif rol aldığını ifade ediyor. Özmen, uçuş boyunca, yolcular, meteorolojik şartlar, gidilecek meydanın durumu, kule görevlileriyle kurulan irtibat gibi birçok konuyla ilgilendiklerini dile getirerek, tüm yorgunluğa rağmen yolcuları istedikleri yere en hızlı, en güvenli ve en konforlu şekilde ulaştırmanın büyük mutluluk verdiğini söylüyor.PİLOTLUK SEVGİ MESLEĞİTürk Silahlı Kuvvetleri ve sivil havacılık sektöründe erkek pilot sayısı kadınlara göre oldukça fazla. Ancak Berna Şen Özmen, kadın-erkek ayrımı yapılmaması gereken pilotluğun, sevgi mesleği olduğunu dile getiriyor. İçinde havacılık tutkusu bulunan herkesin, tüm zorlukları aşarak pilot olabileceğine dikkat çeken Özmen, özellikle sivil havacılıkta kadın pilot sayısının artmasını istiyor. Son yıllarda pilot ve kabin memurluğuna gösterilen ilginin kendisini çok sevindirdiğini anlatan Özmen, her alanda olduğu gibi kokpite de kadın eli değmesinin sektöre ayrı bir renk getireceğini düşünüyor.Özmen, pilotluk mesleğini sevdirmek amacıyla uçuşlardan vakit buldukça çeşitli organizasyonlara katılarak tecrübelerini aktarıyor. Sektöre yeni kokpit ekibi kazandırmayı arzu eden Özmen, sosyal medya üzerinden kendisine ulaşan havacılık tutkunlarına da her türlü yardımı yapmaya çalışıyor.

Sürülen polislere mikrofon uzattık: Gezi'de 'kahraman'dık, 17 Aralık'ta 'hain' mi olduk?

$
0
0
Gezi’de ‘destan’ yazdılar, birkaç ay sonra da örgüt üyesi ilan edildiler. Türkiye’yi sarsan yolsuzluk operasyonunun faturası hırsıza değil, polise kesildi. ‘Lüzum görüldüğü üzere’ ülke genelinde binlercesinin yeri değiştirildi. Peki, onlar bu süreçten nasıl etkilendi, tasfiye sonrasında teşkilat içinde son durum ne?İstanbul’da 17 Aralık’ta yapılan ve Türkiye’yi sarsan yolsuzluk ve rüşvet operasyonunun ardından binlerce polisin yeri değiştirildi. Emniyet Teşkilatı’nda Türkiye genelinde başlatılan görevden almalar hâlâ devam ediyor. Operasyon henüz ikinci ayını doldurmamışken yurt genelinde 6 bini aşkın polis aktif görevden pasif görevlere kaydırıldı. Özellikle Terör, İstihbarat, Organize, Mali ve Kaçakçılık Suçlarla Mücadele şube müdürlüklerinde çalışan, branşında uzman binlerce tecrübeli polisin yerlerine ise liyakatsiz kişilerin tayin edildiği iddia ediliyor. Emniyet’teki bu kıyım daha ne kadar sürer bilinmez ama gelişigüzel yapılan tasfiyelerin kısa vadede görev yeri değiştirilen polisler ve aileleri, uzun vadede ise teşkilat ve toplum üzerinde ciddi hasarlara neden olacağı aşikâr. Dünün kahramanları bugünün örgüt üyesi, organize, terör ve istihbarat gibi birimlerden sürülen 10 polis ve aileleriyle görüştük. Bu süreçten nasıl etkilendiklerini, psikolojilerinin ne durumda olduğunu konuştuk.Polis 1: Kaçakçılık birimleri en az bir sene iptal18 yıllık memur P1, Ankara Organize Suçlarla Mücadele Müdürlüğü’nde çalışır ve operasyonun Ankara ayağını takip eden birim içindedir. Bu yüzden yerinin değiştirilmesi deyim yerindeyse Allah’ın emridir. Organize’deki sekiz yıllık tecrübesi sonrası onun da sonu farksız olur. P1 şu anda yalnızca nöbet tutuyor. Bütün gün boş boş oturduğunu söylüyor. P1’nin verdiği bilgiler, sürece ilişkin tespit ve açıklamaları bir hayli çarpıcı: “Devletin imkânlarıyla yıllarca bir sürü kursa tâbi tutulduk. Aldığımız eğitimler, devletin bizim için harcadığı para ve onca yıllık tecrübemiz heba oldu. Ancak burada asıl tehlike, yerimize atanan kişilerle ilgili. Çoğu sıradan memur. Ayrılmadan önce 3-5 gün birlikte çalışma imkânı bulduk. Kesinlikle Organize’de çalışacak liyakate sahip değiller. Mesleki refleksleri de yok. Oysa bu birimde çalışacak memurun en az bir yıllık tecrübesi olmalı. Kaçakçılık birimlerinde branş diye bir mesele var. Emniyet Genel Müdürlüğü’nün personel için yayınladığı bir yönerge söz konusu. Buna göre branşlı personelin branş aldığı birimde çalıştırılması zorunludur. Biz branşlı personeliz. Yani kaçakçılığa atandığımızda 3-5 ay içinde yeterli performansı gösterirsek bize kurs verilir, bu kursu başarıyla bitirirsek karşılığında branş alırız ve artık başka birimlerde görevlendirilmeyiz. Bu nedenle bizim genel hizmet kadrosuna atanmamız bu yönergeye göre yapılamaz. Zaten bizim direkt atamamız olmadı, geçici görevle atama yaptılar. Kadromuz yine Kaçakçılık’ta gösteriliyor ama geçici görevle karakollara atandık. Geçici görevle atamanın şartı ise ihtiyaç duyulan birime gönderilecek personelin çalıştığı yerde herhangi bir aksaklığa meydan vermemek şartıyla görevlendirme yapılması. Türkiye’deki bütün Kaçakçılık şubeleri için söyleyeyim elimizde süre gelen işlerimiz vardı ama tayinimiz çıkana kadar bir ay çalışamadık. Bizlere hiçbir evrak tanzim edilmedi. Yerimize gelen arkadaşların işi öğrenip çalışmaya başlaması da en az bir seneyi bulur. Bu demek oluyor ki Türkiye’de kaçakçılık şubeleri en az bir sene iptal oldu. Bir de 35 yaş şartı var. Buna göre 35 yaşından gün almamış personeller Kaçakçılık birimlerine geçebilir. Yerimize geçenlerin birçoğu emekliliği gelmiş arkadaşlar.” P1, taltiflerin yalnızca cemaate mensup memurlara dağıtıldığı konusuna da açıklık getiriyor: “Eğer öyle bir iddia varsa Emniyet’in tamamı cemaatçi demektir. Zira taltifin şartları, yönetmeliği var. Kimse kafasına göre dağıtamaz. Önce şunu açıklayayım. Taltifi sıradan polislere verilmez. Yani hırsızı yakaladı diye polis ödüllendirilmez. Çünkü hırsızı yakalamak zaten polisin asli görevidir. Taltifler sadece planlı, projeli, örgütlü dosyalarla ilgili yapılan çalışmalarda gösterilen başarı, beceri ve performansa göre verilir. Örgütlü suçlara yönelik bu çalışmalar uzun sürer (en az bir sene). Kısaca normal bir polisin harcayacağından çok daha fazla emek ve zaman gerektirir. Peki, bu süreç nasıl işler? Taltif dosyalarını çalışmayı yapan şube müdürlüğü hazırlar, il emniyet müdürüne gönderir, il emniyet müdürü de bütün yardımcılarıyla birlikte dosyaları inceler. Bunlara taltif verilsin veya verilmesin diye dosyaları eler. Elde kalan dosyalar da genel müdürlüğe gönderilir. Genel müdürlükte ikinci bir elemeye tâbi tutulur. Bunu da daire başkanları, genel müdür ve yardımcıları yapar. Yani taltif sadece şubeler tarafından verilemez.”Polis 2: Ne işte ne evde huzurum varOperasyon öncesi KOM (Kaçaklık ve Organize Suçlarla Mücadele) Şube’de görev yapan P2, önce ilçe emniyete gönderilir, bir hafta sonra karakola, oradan da devriye ekiplerine verilir. Üç haftada üç kez görev yeri değiştirilen P2, henüz birkaç aylık evli. Görev yeri bu kadar kısa sürede üç kez değişince çalışma sistemi de altüst olur. Doktor olan eşiyle nöbet saatleri bir türlü denk gelmeyince aynı evde birbirlerini zor görür hale gelirler. Stres ve motivasyonsuzluk karı koca arasında ciddi tartışmalara neden olur. Yaşadıklarını şu şekilde anlatıyor: “Operasyondan bîhaberdik ama hiçbir gerekçe gösterilmeden görevimizden olduk. İstanbul’da yapılan atamalarda bir ölçü yok. Yerinin değişmesi için eski olması yeterli. KOM şubenin yüzde 99’u değiştirildi. Her gün ‘Bugün acaba nereye gönderileceğim?’ psikolojisiyle işe gidiyorum. Önümü göremez haldeyim. Ne evde ne işte huzurum var. Her yer dar geliyor. Bu böyle gitmez, hukuken hakkımı arayayım dedim. Bunu yapanların doğuya sürüldüğünü duyunca vazgeçtim.”Polis 3: Eşim bile benden şüphe duyuyor“Neredeyse suç işlediğime kendim bile inanacağım.” Organize Şube’den P3’nin ağzından dökülen cümlelerden yalnızca bu bile içinde bulunduğu psikolojik durumu özetlemeye yetiyor. Devamını kendinden dinleyelim: “Ankara Organize 140 kişiydi. 100’ümüzün tayini çıktı. Geriye kalan 40 kişi samimi arkadaşlarımızdı. Şimdi hiçbiri ne arıyor ne soruyor. Biz aradığımızda ise telefonlarımızın dinlendiğini düşündükleri için açmıyorlar. Şu anki mesai arkadaşlarım da mecbur kalmadıkça ‘paralelci’ olarak algılanmamak için asla yanımıza gelmiyor, konuşmuyorlar. Bir konu hakkında görüş beyan etmeye görelim. Hemen siz zaten paralelcisiniz diyorlar. Bu baskı ve stres ile işimi nasıl yapabilirim? Devlet nerede görev verirse orada işimizi yaparız. Ancak arkadaşlarımızın bu tarz tavırları yeni görev yerlerimize adapte olmamızı zorlaştırıyor. En kötüsü de eşim, annem ve babamın bile ara sıra ‘Gerçekten bir şey yapmadın değil mi?’ diye sorması. Bu durum boynumu inanılmaz derecede büküyor. Biz işimizi yaptık, rüşvetçileri, yolsuzluk yapanları yakaladık ama vatan haini, yaramaz adam, örgüt üyesi olarak yaftalandık. ‘Devleti zor durumda bıraktınız.’ diyorlar. Kanunlar devleti zor bırakır mı bırakmaz mı’ya göre uygulanmaz ki... Ortada bir suç varsa kanun devreye girer, polis işini yapar.Polis 4: Kişisel husumeti olanlar birbirini fişliyorTerör Şube’deyken yeri değiştirilen P4’nin paylaştığı bilgiler teşkilattaki kıyımın ne denli vahim sonuçlar doğurduğunu ortaya koyuyor: “Değişik sebeplerle birbirleri arasında problem yaşayanlar ya da kişisel husumeti olan polisler asılsız ihbarlar yapmak suretiyle birbirlerini cemaatçi, tarikatçı, Menzilci, şucu bucu diye damgalayabiliyor. Tasfiyelerden sonra teşkilatta hizipçilik arttı. Çocuğuna odasında Kur’an öğreten müdürü ‘bu da cemaatçi’ diye şikâyet edip görevinden ettiler. Özel kalemi, hatta çaycısı bile değiştirildi. İşin ironik tarafı müdür cemaatçi değil Milli Görüş’çüydü. Darbe dönemlerinde birbirlerine kuşkuyla bakan insanlar gibi bir durum söz konusu.”Polis 5: Sabıkalı kişiler göreve geri alındıOrganize’den P5’in iddiaları yenilir yutulur gibi değil. P5’e göre kaçakçılık birimlerinde daha önceden çalışmış ve haklarında soruşturma yapılmış, kaçakçılık birimlerinde çalışamayacağı tescillenmiş bazı personel de bu birimlere geri alındı. P5 bir de isim veriyor: “Örneğin E.A.’nın iki kez örgüte üye olmak ve yardım etmekten hakkında işlem yapılmış, Organize Suçlar’da hakkında açılmış iki tane örgüt davası ve disiplin soruşturması var. Bu personeli Ankara’da Mali Suçlar’a geri aldılar. İstanbul’da da hakkında çocuk tacizinden dosyası bulunan kişi göreve geri alındı.” İddiaya göre yetişmiş eleman azlığı bu tür sorunlu isimlerin de atanmasını kaçınılmaz kılıyor.Polis 6: ‘Paralel ev’ yalanının aslı“Sabah Gazetesi’nde Emniyet’in paralel evleri, ofisleri diye manşetten bir haber yayımlandı. Sanki bu polisler bağımsız ev tutmuş, orada Emniyet’ten, devletten gizli işler yürütüyormuş gibi lanse edildi. Bu tamamen yalan. Ankara’da bizim hayalet dediğimiz ekiplerimiz var. Bu ekipler tanınmamak, deşifre olmamak için emniyete gelip gitmez. Çalışmaları amacıyla Kaçakçılık Daire Başkanlığı tarafından Çankaya’da ev tutuldu ve bizzat kirası devlet tarafından ödeniyor. Hayalet ekiplerimiz de bu evin bir odasını ekip olarak kullanıyor. Yani tamamen yasal bir ofis ve bütün kaçakçılık şubelerinin kullandığı bir tekniktir. Ama basında paralel ev, ofis şeklinde yer aldı. Emniyet bunu yalanlamadı. Emniyet, medyanın insanları manipüle etmesine izin veriyor ve maalesef insanlar bu haberlere inanıyor.”Polis 7: Yanımda Fethullah Gülen’e ağır ithamlarda bulunup tepkimi ölçmeye çalışıyorlar15 yıldır Narkotik Şube’de görev yapan ve cemaat ile herhangi bir bağı bulunmadığını dile getiren P7 de binlerce meslektaşı gibi ‘lüzum görüldüğü üzere’ tayin edilir ve Koruma Şube’de geri hizmete alınır. P7 yeni yerinde karşılaştığı ağır olayları şu şekilde özetliyor: “Cemaat ile herhangi bir bağlantım yok. Ancak yerim değiştirildiği için ben de cemaatçi olarak yaftalanan arkadaşlar gibi işyerinde kötü muamelelere maruz kalıyorum. Örneğin mesai arkadaşlarım yanımda Fethullah Gülen ile ilgili çok ağır ithamlarda bulunup nasıl tepki vereceğimi ölçmeye çalışıyor. Geçenlerde “Burada gerekirse rüşvet alınır. Sen de yavaş yavaş alışırsın. Bunun geçmişte aldığınız taltiflerden ne farkı var?” diyerek dalga geçtiler. Onca yıldan sonra bu tarz tavırlar çok ağrıma gidiyor. Eski görev yerimde çok sevdiğim saydığım amirlerim vardı. ‘Paralelci’ olarak yaftalandığımız için benim yüzümden onlara da zarar gelir, görevlerinden edilirler diye ziyaretlerine gidemiyorum. Aramaya bile çekiniyorum. Bizde komiser yardımcısı dahi amire, ‘ben şu memurla çalışmak istemiyorum’ dese, o memur ağzıyla kuş tutsa gönderilir. Kendi adıma 20 yıllık memurum, bir kere bile böyle bir olay yaşamadım. Sicillerimiz incelensin, yüzde doksanımızın en ufak bir disiplin soruşturması dahi yoktur. Yaş haddine 10 yıl olmasına rağmen mayısta maaşsız emekliliğim doluyor. Aynı baskılar devam ederse istemediğim halde emekli olacağım. Görevden almaların fişlemelere göre yapıldığı bariz ama sadece cemaate mensup olduklarını düşündükleri kişileri görevden alsalar çok dikkat çekecekti. Bu yüzden benim gibi alakasız kişileri de yaktılar.”Polis 8: Davayı kazansak bile daha kötü yerlere tayin edileceğiz“Hukuki yollara başvurduk ama davanın sonlanması aylar sürecek. Ayrıca kazansak bile geri döndüğümüzde bizi şubede çalıştırmayacaklar. Bu durum sadece bu olaya mahsus değil. Emniyet Teşkilatı’nın her zaman yüz karasıdır. Çünkü idarenin iş ve işlemlerine dava açmak, idareye karşı çıkmak, ihanet etmek, teşkilatta emri sorgulamak gibi anlaşılıyor ve kara listeye alınıyorsunuz. Atama, terfi, yer değiştirmelerde mutlaka karşınıza çıkıyor. Yaşanacak süreci peşinen söyleyeyim. Davayı kazanıp şubelerimize geri gideceğiz ve 3-5 gün içinde müdür bey, ‘Bu personel uyumlu çalışmıyor, emre itaat etmiyor.’ diyerek hakkımızda rapor tutacak. Onun sözü delil kabul edilecek, kınama ve uyarma cezası verecekler bize. Bunlar re’sen verilen cezalar olduğu için yargıya taşınamayacak. Tekrar tayinimiz yapılacak. Bu sefer büyük ihtimalle çok daha kötü bir yere gönderileceğiz. Psikolojik bir yıldırma söz konusu olacak ama yine de bu bir hak arayışıdır. Ne olursa olsun hakkımızı arayacağız.”Polis 9: Operasyon ne zaman yapılsa zamanlama ‘manidar’ olacaktı!“Başbakan’ın çok başarılı biri olduğunu düşünürdüm. Hâlâ da aynı fikirdeyim. Geçmişe bakarsak ülke adına güzel işler yaptı ama bu süreçte bir memur olarak beni müthiş hayal kırıklığına uğrattı. Bir Başbakan neye istinaden bu kadar yalan söyler, nasıl bu kadar küçülür? Bizi toplum nezdinde itibarsızlaştıran iftiraları karşısında şaşkına uğradım. Operasyonun, zamanlamasının manidar olduğunu söylüyor. Neyi manidar? Organize suçlarda en az üç kişinin suç işlemek için bir araya gelmesi ve bu suçun süreklilik arz etmesi gerekiyor. Dolayısıyla adam bir kere suç işlediğinde yakalayamazsın, yakalarsan örgütlü suç olmaz. Türkiye’de yapılan bütün örgütlü suç soruşturmalarına bakın bir, seneden önce hiçbir operasyon yapılmamıştır. Çünkü suçun sürekliliğini ispat etmeniz lazım ki, bu olay örgütlü olmuş olsun. Toplum, medyanın yalan haberleriyle manipüle ediliyor. Emniyet’ten bir yetkili çıkıp da bu tartışmaları sonlandıracak gerekli açıklamayı yapmıyor, örgütlü suçların sürekliliği olması lazım demiyor. 14 ay örgütlü suçlar için çok kısa bir süre. Diğer dosyaları takip edin iki sene, üç sene izlenenler var. Farz edelim ki bu operasyon yapılmadı, seçimden sonraya bırakıldı. Önümüzdeki sene cumhurbaşkanlığı ve genel seçim var. Dolayısıyla bu operasyon hangi tarihte yapılırsa yapılsın zamanlama manidar olacaktı.”Polis 10: Kurumsal hafıza yok oldu, sokaklar artık güvensiz“İstihbarat ve terör gibi hassas dairelerin kısa süre içinde değiştirilmesi, ülke asayişini çok olumsuz etkileyecek. Zira bu birimde çalışanların örgütler içinde samimi oldukları muhbirleri vardı. Bu muhbirler sayesinde önemli istihbarat toplanıyor, operasyonlar düzenleniyordu. Bu kişilerin yerlerinin değiştirilmesiyle hem kurumsal hafıza yok oldu hem de tecrübe. Bu değiştirilen şubelerde devam eden bir sürü operasyon mevcuttu. Terör, uyuşturucu, mafya, çete ve hırsızlık gibi suçlarla ilgili birçok çalışma bu tayinlerle sekteye uğramış oldu. Bu da haliyle asayişin bozulmasına, sokakların güvensiz olmasına etki edecek. Zararını millet çekecek. İstanbul başta olmak üzere diğer büyük şehirlerde yakın zamanda kamuoyunu etkileyecek çapta terör ve asayiş olaylarının olması, son senelerde sıfırlanan faili meçhul olayların tekrar artması ihtimali yüksek. Toplumsal olayları yönetmek için tecrübe lazım. Bu tecrübesizlik birçok olayda yanlışlar yapılmasına, belki de olayların çığrından çıkmasına sebep olabilir.”AK Parti’den adaydım, bir daha oy bile vermemS.T. 39 yıl emniyet teşkilatına hizmet eden emekli emniyet müdürü bir baba. Oğlu da 17 Aralık öncesi İstihbarat’ın onlarca takdirnamesi, üstün başarı belgesi bulunan gözbebeği şube müdürlerinden biri. O da binlercesi gibi hiçbir gerekçe gösterilmeden pasif göreve çekilir. Oğlunun onca başarısından sonra pasif pozisyona çekilmesi babayı derinden etkiler. Son seçimlerde AK Parti’den milletvekili aday adayı olan S.T., oğlunun psikolojisini altüst eden bu partiye bir daha asla oy vermeyeceğini söylüyor ve konuyla ilgili duygularını şöyle ifade ediyor: “39 sene teşkilata hizmet etmiş biri olarak söyleyeyim. Cumhuriyet tarihinde komünist zihniyetin hâkim olduğu dönemler de dâhil Emniyet’te bu denli büyük bir kıyım yapılmadı. Hırsızlıkların üzerini örtmek için hem emniyet yakıldı hem de sivil masum insanların geleceği ateşe atıldı.”‘Oğlun örgüt üyesi’ demesinler diye dışarı çıkamıyorumBir diğer polis babası T.Y. 66 yaşında bir çiftçi. Yıllarca elinde avucunda ne varsa oğlunun eğitimine harcamış. Oğlu da ailesini utandırmamış, akademiden dereceyle mezun olmuş. Operasyon öncesi KOM Şube’de emniyet müdürü olan oğlu şimdi karakolda çalışıyor. Bu olay yaşandığından beri ne eşinin ne kendisinin gözüne uyku girmediğini ve ailesinin bu süreçten çok olumsuz etkilendiğini anlatıyor: “Oğluma örgüt üyesi diyorlar. Vatanına hizmet etmekten öte ne yapmış? Başbakan’ımızın sözleri bıçak gibi batıyor kalbime. ‘Konu komşu, oğlun da mı örgüt üyesi, devleti mi yıkmaya çalışmış’ diyor. Bunları duymamak için evden çıkamaz hale geldim. Üç torunum var. Okul arkadaşları paralelci diye dalga geçiyor. Hepimizin hayatı altüst oldu.”‘Lüzum görüldüğü üzere’ yeterli bir gerekçe değilPolis Akademisi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Halil İbrahim Bahar:Kanunların kendilerine verdiği yetkiye dayanarak operasyon yapan polisleri görevden almak, kanunları askıya almak demektir. Bu şekilde yolsuzlukların üzerinin örtülmesi, polisleri etkisizleştirmektedir. Seyir halindeki bir uçağın pilotunun görevinden alınarak, yerine deneyimsiz bir pilotun verilmesinin doğuracağı olumsuz sonuçlar neyse, alanında uzman ve işini sağlam yapan polislerin görevlerinden alınarak yerlerine deneyimsiz polislerin getirilmesinin doğuracağı olumsuz sonuçlar da odur. 6 binden fazla polisin görevlerinden alınması, onların farklı şekillerde yaftalanmasının bireysel sonuçlarından çok Türkiye’nin güvenliğine ve uluslararası saygınlığa darbe vuracağı açıktır. Teşkilatın toplum yerine iktidara hesap veren bir yapıya dönüşmesi, polisi toplumun değil, iktidarın polisi yapar. Bu da polisin tarafsızlık ilkesini ortadan kaldırır. Hukuk devletinin temel esası olan herkesin kanunlar önünde eşit olduğu ilkesinden söz edemeyiz. Polislik mesleğinin profesyonellikten uzaklaştırılıp, polisin iktidarın bir maşası haline getirilmesi, polislik mesleğine olan ilgiyi de azaltır. Polisliğin vasıfsızlaştırılmasından en çok suçlular fayda görür. Emniyetteki bu itibar kaybının düzeltilmesi için polisin hesap verebilirliği yeniden düzenlenmelidir.Avukat Cüneyt Toraman: ‘İdarenin bütün eylem ve işlemlerinin yargı denetimine tabi olması’ (AY.125.mad.), idarenin her işlem ve eyleminin, haklı ve makul sebebinin olmasını gerektirmektedir. İdare, herhangi bir personeli için idari tasarrufta bulunurken, bu tasarrufunun ‘gerekçesini’ bildirmek zorundadır. Yani ‘Lüzum görüldüğü üzere’ gerekçesiyle görevden almalar yeterli bir gerekçe değildir. Kamu görevlisi hakkında tesis edilen işlem açıklanan gerekçeye uygun değil ise yargı yoluna başvurabilmelidir ama gerekçe belirtilmediği için yürürlükteki mevzuat ile kamu hizmetlerinin kesintisiz ve etkin bir şekilde yürütülebilmesi için idareye oldukça geniş bir ‘takdir yetkisi’ verilmiştir. Ancak bu yetki, işlemin amaca uygunluğuyla sınırlıdır. İdare, makul ve haklı bir gerekçe belirtmediği takdirde, işlemin iptal edilme ihtimali oldukça yüksektir.Polisi Koruma Platformu:Görev yeri değiştirilen memurların aile düzeni bozuldu, çocuğu okuyan memurlar büyük sıkıntı içinde. Bununla birlikte sosyal düzen de bozuluyor. Aile içinde tartışmalar yaşanıyor. İşte asıl psikolojik sorunlara sebep olan bu düzenlerin bozulması intiharlara kapı aralıyor. Bilindiği üzere 2013 yılında intihar eden polis sayısı 52, bu bir dünya rekorudur. 2014 yılı başında iki meslektaşımız intihar etti, bunlardan biri ne yazık ki eşini vurarak ölümüne sebep oldu. İntihar sebepleri olarak birçok madde sıralanabilir ama ilk sıralarda bu yer değiştirme ve kurum içindeki mobbinglerdir. Buna rağmen Emniyet Teşkilatı’nda hiçbir memur psikolojik destek almaz, alsa da gizli saklı alır. Bilir ki psikolojik destek aldığı öğrenilirse özellikle amirleri tarafında deli muamelesi görmeye başlayacaktır. Ardından psikolojik teste tâbi tutulup pasif göreve çekilecek ve belki de silahı elinden alınacaktır. Zaten EGM’nin psikolog kadrosu oldukça az, onlar da bürolarında sinek avlıyor. Çünkü memurlar kurum psikologlarına başvurmaya çekiniyor. Psikoloğa anlattıklarını, ertesi gün amirinden dinliyor.Psikolojik Danışman Hasan Ali Göncü: Mesleki geleceğini tehdit altında hisseden, kariyeri açısından hiçbir beklentisi kalmayan bu insanların çalışma motivasyonu ve performansları çok fazla düşecektir. Yeni görev yerlerinde arkadaşları tarafından uygulanan mobbing uzun vadede onları tükenmişlik sendromuna itebilir. Mesleki yaşamlarındaki bu ani ve travmatik süreç onları depresif ve daha kızgın yapabilir. Bu durum yalnızca polislerde değil, ailelerde de travmatik bir değişim oluşturabilir. Çocukların okul yaşamı olumsuz etkilenir vb...

Anadolu müzik tarihinin bekçisi

$
0
0
Anadolu'yu karış karış dolaşıp tarihi türkülerimizi kayıt altına alan Gomitas Vartaped'in derlemeleri arasında bir de ezan bulunuyor. Anadolu milliyetçilik akımlarıyla kavrulmadığı ve her bir köşesinden ayrı renkte, ayrı lezzette ve ayrı seste güzelliklerin yükseldiği bu coğrafyayı çantasında dolaştırmaya ahdetmiş bir kişinin hikâyesi bu. Kültürün kulaklarda tecessüm ettiği türküler, dengbejler, aşuğlar ve hatta ezanın peşine düşen bir Ermeni bir rahip Gomitas Vartapet... Yaptığı çalışmalarla Türk, Kürt, Ermeni ve Ezidi halk müziğinin bugünlere aktarılmasında büyük emekler sarf etmiş bu Osmanlı müzikoloğunun binlerce derlemelerinin arasından yapılan bir seçki geçtiğimiz günlerde Kalan Müzik tarafından yayımlandı. 'Yerkaran' adlı albümde Anadolu'nun dört bir yanını dolaşarak toparladığı ve kayıt altına aldığı derlemelerin yer aldığı albüme Aram Kerovpyan, Murat Aydemir, Ara Dinkjian, Murat İçlinalça, Aşuğ Bingöl, Ali Tekbaş, Ertan Tekin, Aytekin Ataş ve Şevval Sam gibi isimler, sesleri ve enstrümanlarıyla katkıda bulunmuş. Asırlardan beri söylenen türküleri 19. yüzyıldan 20. yüzyıla geçiş aşamasında kayıt altına alınarak korunmasını sağlayan Gomitas'ın derlemeleri, Anadolu müzik ve kültür tarihi açısından zengin veriler içeriyor. Kütahya'dan çıkan bir dünya müzisyeni Gomitas Vartapet, 1869 yılında Kütahya'da sadece Türkçe konuşan bir Ermeni aile içinde dünyaya gelir. Asıl adı Soğomon Kevork Soğomonyan'dır. Erken yaşta kaybettiği anne-babasının yanından şu an Ermenistan sınırları içinde bulunan Eçmiyadzin'e giderek buradaki ruhban okulundan mezun olur. Ermeniceyi buradaki Kevorkyan Cemaran okulunda öğrenir, kendisine büyük bir dünyaya sürükleyecek müziğin temellerini burada atar. Klasik Batı müziği ve Ermeni kilise müziği ile tanışması bu süreçtedir. Daha sonra kendisiyle özdeşleşecek ‘Gomidas' adını alarak aynı okulda müzik öğretmeni göreviyle görevlendirilir. Bu dönemde halk müziği yakın bağ kurmaya başlayan Ermeni müzikolog, o dönemde Rusya sınırları içinde yaşayan Ermeniler de dahil olmak üzere Türk, Kürt, Ezidi halk müziği eserlerini yazıya dökerek, çok sesli düzenlemeler yapar ve bunları başında olduğu korolara okutur. 1896'da, müzik eğitimi için Berlin'e gönderilirken, buradaki konservatuvarda bir yandan kompozisyon, orkestra şefliği, şan ve müzikoloji eğitimi alır, bir yandan da konferanslar verir ve makaleler yazar. Buradan sonra dünyanın birçok önemli şehrinde konserler verecek koroları yönetecek ve şöhreti Avrupa'da da yayılacaktır. Öyle ki, Gomitas Uluslararası Müzik Cemiyeti'ne Avrupa dışından kabul edilen ilk müzik adamı olur. 19. ve 20. yüzyılın siyaseten karışık dönemlerinde Anadolu'yu köy köy, kasaba kasaba dolaşarak bunlar üzerine yurtiçi ve dışında konferanslar veren bu Osmanlı müzik adamı, devrin kör ideolojisine kurban verecekler arasındadır. 1915 yılında çıkarılan zorunlu tehcir kanunu kapsamında 180 kadar Ermeni ileri geleniyle birlikte İstanbul'dan Çankırı'ya sürgün edilir. ABD büyükelçisi Morgenthau ve diğer diplomatların baskısı ve bir rivayete göre dönemin önemli simalarından Halide Edip'in de ricasıyla diğer 7 aydınla birlikte İstanbul'a geri dönmeye muvaffak olur. Fakat burada kaldığı günler içinde akıl sağlığını yitiren Gomitas Vartapet, Şişli'deki Fransız Lape Hastanesi ve daha sonda yine tedavi için gideceği Paris'teki klinikte tedavilere olumlu cevap vermez. Çok kültürlü yaşamı içinde sivrilerek o zamanki ahvalde dünyada ismini duyurabilmiş bu müzik araştırmacısı, hayatî melekelerini günden güne yitirmiş ve bilincini kaybetmiş bir şekilde yaşayacak, 1935 yılında hayata gözlerini yumacaktır. Müzikologlar için başucu albümü Daha önce hiç kayda alınmamış Gomitas derlemeleriyle oluşturulan bu albümdeki parçalar, Türkçe, Ermenice, Kürtçe ve İngilizce açıklamalarının yanı sıra tarihî notlarıyla müzik geçmişiyle ilgilenenlerin kaçırmaması gereken bir çalışma. Yayıncılar, albümdeki şarkıları yorumlarken Gomitas'ın notalarla beraber eklediği etnografya bilgilerini ve tarihsel referansları da ihmal etmediklerini belirtiyor. Tarihî görsel ve malumat albümü niteliğindeki bu eserde sanatçının görev yaptığı okullardaki fotoğrafları, konser programları, nota kayıtlarının yanı sıra şarkı sözleri de Türkçe, Ermenice, Kürtçe ve İngilizce açıklamalarına mukabil, muhtelif alfabelerdeki şekliyle de albümde yer alıyor. İtinayla hazırlanmış albümün tek kusurlu kısmı ezanın yorumlandığı yedinci parçada yer alıyor. Arapça harflerle yazıya dökülen ezanın, Arap harflerinin o dildeki kaidelere göre bitişik olarak değil de tıpkı Latin harfleri gibi ayrı ayrı yazılması, garip bir görüntü arz ediyor. Hatta ezan kelimesinin de yine aynı bu şekilde sağdan sola değil, soldan sağa yazılması gözlerden kaçmayacak bir hata.
Viewing all 3284 articles
Browse latest View live