Quantcast
Channel: ZAMAN-PAZAR
Viewing all 3284 articles
Browse latest View live

Gelin küçük, dert büyük

$
0
0
Samanyolu'nun iddialı yeni dizisi Küçük Gelin, kanayan bir yaraya parmak basacak. Dizinin senaristi Erkan Çıplak, "Hikâyeyi tamamen istismar üzerinden kurgulamak yerine pek çok gerçeği göz önünde bulundurarak farkındalık oluşturacak bir çalışma yapmayı amaçlıyoruz." diyor.Zehra, 14 yaşında arkadaşlarının ve öğretmenlerinin çok sevdiği parlak bir öğrencidir. Küçük hikâyeler yazar, öğretmen olma hayalleri kurar… Fakat ağabeyinin, yörenin en varlıklı ailelerinden birinin kızı olan Berfin’i kaçırması ile Zehra’nın hayatı birden değişir. Aile, kan dökülmemesi için küçük kızı okuldan alıp berdel usulü evlendirir. Zehra’yı çok seven öğretmeni Melek ise çocuk yaşta töre kurbanı olan öğrencisi için çabalamaya başlar. İdealist öğretmen, Zehra’yı kurtarmaya uğraşırken aynı zamanda kendi geçmişi ile yüzleşecektir.Bu akşam ilk bölümü Samanyolu TV’de yayınlanacak ‘Küçük Gelin’ dizisi, Türkiye’de küçük kızların zorla evlendirilme sorununu ele alıyor. Küçük gelin Zehra’yı ekranlardan tanıdık bir isim Çağla Şimşek canlandırıyor. İdealist öğretmen Melek rolünde ‘Arka Sıradakiler’ dizisi ile yıldızı parlayan Gözde Mukavelat var. Senaryo ise ‘İki Dünya Arasında’ dizisinin senaristi Erkan Çıplak’a ait. Çıplak, çocuk gelinler konusunu işleyen diğer yapımların aksine dizinin durumu yalnızca töre üzerinden değerlendirmediğini söylüyor. “Çocuk gelinler, çok küçük yaşta yapılan evlilikler var, çünkü yasalar bu durumu engellemek için yeterli değil. Yasadaki boşluklar bugün hâlâ çok sayıda çocuğun töre, ekonomik zorluklar ya da cehalet kurbanı olmasına sebep oluyor.” diyor.Akil adamların raporu ile Türkiye’de terörden sonra en büyük problemin çocuk gelinler olduğu gündeme geldi… Dizi fikri buradan mı çıktı?Bizim de aklımızda zaten bir proje vardı, rapor üzerine çalışmalarımızı hızlandırmış olduk. Rapordan sonra gerçek küçük gelinlerle röportajlar yapıldı. Çok trajik hikâyeler çıktı. ‘Küçük Gelin’ senaryosu da gerçek bir hikâyeden yola çıkılarak hazırlandı. Dizi için bir sosyal sorumluluk projesi diyebiliriz. Dizi ile çocuk yaşta yapılan evliliklere dikkat çekerken bunun niçin hâlâ engellenemediğini, sayının azalması gerekirken niçin arttığını da araştırdık. Çünkü ortada çok büyük bir sorun var ve biz yaptığımız işle bir şeyleri değiştirmek istiyoruz.Nasıl bir araştırma yaptınız? Neler çıktı karşınıza?Eğitimsizlik ve annelerin gerektiği kadar varlığını gösterememesi çok ciddi bir sorun. Bunun yanı sıra bazı noktalarda gelenek ve din birbirine karışmış durumda. Töreye baktık, ilahiyatçılar ve araştırmacılarla görüştük. Doğuda bazı insanlar töre kanunlarının dinde var olduğunu zannediyorlar ve o yüzden bu kadar sıkı sarılıyorlar.Çocuk gelinlerin sayısının sürekli artmasının bir başka sebebi yasalardaki boşluklar mıdır?Tabii ki… Özellikle bu tip evliliklerin engellenebilmesi için yasalardaki boşlukların giderilmesi çok önemli. 14 yaşındaki bir kızı kemik yaşı entrikası ile 16 gösterip evlendirebiliyorlar. Evlilik yaşı yukarı çıkarılması gerekirken aşağı indiriliyor. O yüzden ‘Küçük Gelin’ seyirciden iyi karşılık bulursa kanunlarda değişiklik yaptıracak bir dizi.Bunu nasıl başaracaksınız peki?Bugüne kadar çocuk gelinleri konu alan çeşitli projeler yapıldı. Bir şeylerin değişmesi için konunun gündemde tutulması elbette önemli ama yapılan bazı işler ne yazık ki meseleye çanak tuttu. Yaşanan dramı fıtrat dili ile anlatmak gerekiyor. Her şeyden önce hikâyenin merkezinde küçük bir kız var. Bu yüzden sansasyonel olmak adına cinselliği kullanmak doğru değil. Hikâyeyi tamamen istismar üzerinden kurgulamak yerine probleme neden olan pek çok gerçeği göz önünde bulundurarak farkındalık oluşturacak bir çalışma yapmayı amaçlıyoruz.Mesela…Töre, terör, eğitimsizlik, önyargılar pek çok etkenin etrafında şekilleniyor olay örgüsü. Dolayısı ile hepsinin içine girmiş oluyorsunuz. Dizi çocuk yaşta evliliği merkeze alıyor ama hangi yaşta olursa olsun insan istemediği bir evliliğe zorlanmamalı.Bugüne kadar birçok yapımda çocuk gelin sorunu işlendi… Problemi nasıl etkiledi? Bu noktada ‘Küçük Gelin’den ne bekliyorsunuz?Bunun son örneği Mahsun Kırmızıgül’ün ‘Hayat Devam Ediyor’ dizisiydi. Ancak tam tersi bir sonuç çıktı ortaya. Dizinin etkisinden sonra kumaların yaşları bile düşmüş. Eskiden adam 45 yaşındaki eşinin üstüne 30 yaşında birine bakarken şimdi 15’lik, 20’lik birini arıyor. Vicdanlara dokunmazsan çark devam ediyor ama yaptığın işin yanlış yönlendirmemesine dikkat etmen gerekiyor.Bunun için neler yaptınız?Bugüne kadar Doğu kültürünü, töreleri konu alan pek çok iş yapıldı. Daha doğru bir iş yapmak adına hepsini izledik. Barış sürecine hizmet etmek için önyargıları kıracak bir iş yapmak istiyoruz. Bu proje için biri Mardinli, biri Siirtli iki asistan aldık, çekilen her sahnenin sağlamasını yapıyorlar. “Azad çıkarken Dicle ve Berfin’le vedalaşır” diyorum, beni uyarıyorlar “Abi Berfin’le vedalaşmaz” diye.Amacımız bir şeyleri değiştirmekGözde Mukavelat (Öğretmen Melek rolünde): Melek, yıllar sonra ilkokulu okuduğu topraklara öğretmen dönüyor. Küçük gelin Zehra’yı kurtarmaya çalışırken aynı zamanda sürpriz bir gerçeği öğreniyor. Kendi geçmişiyle yüzleşiyor. İlkokulda birlikte okuduğu Azad, Zehra’yı kurtarma çabalarını destekleyen tek kişi. Herkes Melek’i engellemeye çalışıyor ama Melek pes etmiyor. Ben de Melek gibi cesur bir insanım. İnandığım şeyin arkasından giderim. Hayatın içinden bir hikâye, bizim amacımız da tabii ki böyle yapımlarla bir şeyleri değiştirebilmek. Herkesi etkileyen bir konu olan berdelin kabul edilir hiçbir tarafı yok. Tabii ki konudan etkileniyorsunuz. Seçtiğim projelerin öncelikle neye hizmet ettiğine bakarım. Ama tabii hedefim, hep beni bir üst basamağa taşıması. İnşallah bundan sonraki projelerim de öyle olur. Genelde farklı roller tercih ediyorum. İlerleyen dönemlerde sinema filmlerinde de yer almak istiyorum.Saflık, iyilik değildirOrhan Şimşek (Azad karakteri): Bu şekilde dizilerin yapılması ve konunun gündemde tutulması güzel bir şey, çünkü bir şeylerin değişmesi için konunun unutulmaması gerekiyor. Bu dizi bizim için o yüzden anlamlı. Bence saflık, iyilik değildir. İyilik, aklı başında olan bir insanın iyi olanı tercih etmesidir. Biz saf olanı, temiz olanı iyi olarak kabul ediyoruz. Azad da böyle bir karakter, iyiliğin çabasını vermeye çalışıyor. Ailesine ve geleneklere rağmen Zehra için bir şeyler yapmaya çalışıyor. Azad’la aramda bir benzerlik olduğunu söyleyemem. Zaten bir oyuncunun asla karakteri olduğunu düşünmüyorum. Kıvraktır, durumdan duruma girer, çelişkiler yaşar… O yüzden çok fazla bir şeyleri oturtamaz. Azad da benden bağımsız bambaşka bir karakter.İyi bir oyuncu olmak istiyorumÇağla Şimşek (Küçük gelin Zehra):Zehra’yı, ağabeyi yüzünden berdele kurban ederek evlendiriyorlar. Çok sevdiği okulundan ayrılıyor. Ailesini de, okulunu da çok seviyor ama başına gelenler için hiçbir şey yapamıyor. Zehra’ya yardım etmeye çalışan bir öğretmeni var fakat ona, evlendiğini söyleyemiyor. Çünkü ağabeyinin ölmesini istemiyor. Çıkmazda yani. Bu rol için çekimler Malatya’da yapılacağı zaman teklif gelmişti. Malatya’da olacağı için başta kabul etmemiştim. Fakat set İstanbul’a taşınınca kabul ettim. İleride iyi bir oyuncu olmak istiyorum.

Ahmet Kaya ile aynı sahnedekiler nerede?

$
0
0
Ahmet Kaya'nın sürgün yıllarının belgeselini çeken Hayri Argav'ın hikâyesi de ünlü sanatçıyı aratmıyor. "Kaya'nın medya tarafından linç edildiği Berlin konserinde sahnede tanınmış başka sanatçılar da vardı." diyen Argav, sessiz kalanların korktuklarını söylüyor.Ahmet Kaya’nın sürgün yıllarını anlatan “Yağmurlu Ülkenin Sürgünü” belgeseliyle gündeme gelen Hayri Argav, Kaya’nın linç edilmesine sebep olan Berlin konseri için ilginç detaylardan söz ediyor. 1993 yılında yapılan konserin görüntülerini ortaya çıkaran Argav, “Ahmet Kaya ile birlikte o gece sahneye çıkan sanatçılar, Kaya’nın linç edilmesine seyirci kaldı. Bunun hesabını nasıl verirler bilemem.” diyor. Argav da 20 yıldır Almanya’da sürgündeydi. Türkiye’ye geçtiğimiz günlerde döndü. 12 Eylül döneminde yargılanmış ve Kayseri Cezaevi’nde işkence görmüştü. Argav’la hem kendi hikâyesini hem de Ahmet Kaya belgeselini konuştuk.12 Eylül askerî darbesinden sonra yargılanmış ve bu süreçte işkence görmüşsünüz…Altı ay gibi uzun bir süreyi gözlerim kapalı olarak ‘sorgu’ denen bir işkence merkezinde geçirdim. Birçok şeye tanık oldum. Henüz daha 3 günlük iken annesiyle birlikte hastaneden alınarak getirilen bebeğin ölmesi bunlardan biridir. Altı ay sonra üzerinde sigaralar söndürülmüş bir beden, parçalanmış ayaklar ve hareket etmeyen iki kolla yarı çıplak bir halde, bir koğuş kapısından içeri atıldım. İşkenceler, bu koğuşun alt katında yapılıyordu. Kadın, hatta çocuk çığlıklarını duyuyorduk. İşkencenin en zor olanı, başkalarının çığlıklarını dinlemektir. Gördüğümüz işkenceleri mahkemelere kabul ettiremedik.Size işkence yapanları biliyor musunuz?12 kişilik bir işkence timi görev yapıyordu. Listelerini, benimle birlikte işkence gören ülkücülerden almıştım. İşkenceyi yönetenler, Seyfettin diye bir binbaşı, o zaman ikisi de başkomiser olan Reşat Altay ve Abdurrahman Toygar idi. Listeyi II. Ordu Sıkıyönetim Mahkemesi’ne sundum, davacı olduğumu söyledim. Mahkeme, “Bizim işimiz değil” dedi. Cezaevine götürüldüğümde ise tekrardan sorguya alındım. Ve ölümle tehdit edildim. Ama verdiğim liste, sıkıyönetim mahkemesindeki dosyalara girdi.Cezaevinden çıktıktan sonra ne yaptınız? Bir gazetede çalışmaya başladım. Bu arada 12 Eylül’ü anlatan Güneş Doğmadan Asılmak romanını yazdım. Arkasından darbenin idamlarını araştırmaya başladım. Bu çalışmayı yaparken birçok kez gözaltına alındım ve ölümle tehdit edildim. Faili meçhuller dönemiydi. Kitap (O Şafağın Atlıları / 12 Eylül İdamları) çıktıktan hemen sonra toplatıldı. Bana yeniden cezaevi yolu göründü. Cezaevi yaşamını biliyordum, sürgün yaşamım böyle başladı.Dönemeyebileceğinizi düşündünüz mü?İnsanın ülkesini, halkını terk etmek zorunda kalması kadar acı bir şey tanımadım. Korkaklıkla suçluyor kendini. Bir gün dönmek umuduyla başlıyor bu acı yolculuk. Eşimi ve henüz 2 yaşında olan kızımı geride bırakarak sürgün yolunu tuttum.Sürgün yaşamanızın hukuki sebebi neydi?Önce bir kitabım toplatıldı. Üç yıl geçmeden “Batı’nın Yeni Doğu Seferi / NATO–Doğu-Türkiye–Kürtler” kitabım toplatıldı. Böylece hakkımda istenen cezalar da katlandı. Toplam 7 yıl 7 ay ceza demekti bu.Yıllar sonra döndüğünüzde neler düşündünüz?Sürgün yılları her şeyden önce özlem yıllarıdır. Aileniz, arkadaşlarınız, köyünüz, yaşadığınız sokaklar, hatta içinden geçtiğiniz şehirler çıkmıyor aklınızdan. Sürgünlük, bizim ülkemiz aydınlarının kaderi. Avrupa, sürgün merkezi gibi… Geçtiğimiz aralık ayında “Avrupa Sürgünler Platformu” adıyla bir oluşum kurduk, bütün sürgünlerin Türkiye’ye dönüşü için çalışıyor. Bu insanlık ayıbını umarım aşarız.En acı tarafı neydi sürgün yaşamanızın?Sevdiklerinizi yitirmeniz. Ablamı yitirdiğimde umutsuzluğu ve çaresizliği daha derin yaşadım. Kardeşim ölmüştü ama ben onun ölümünü uzaktan izleyebiliyordum. Annemin amansız hastalığını da bu koşullarda uzaktan izledim. Akciğer kanseriydi.Anneniz için mi döndünüz?Hasta olan anneme gidiyordum. Ama İstanbul kaç saat çeker, üç mü, beş mi, bilmiyorum. Zaman uzuyor uzadıkça. İstanbul’a indiğimde onu bir cemevinin morgunda buldum. Bir battaniyeye sarılmıştı. Yorgun yüreği birkaç saat daha bekleyememişti. Tarifsiz bir acı...Darbecilere ayrıcalık yapılıyor12 Eylül davası başladı. Bu, size neler hissettiriyor? “Hukukta bireye ayrıcalık yoktur” denirken, darbecilere ayrıcalık tanınıyor. Bu da yargılamanın göstermelik olduğu algısını doğuruyor. Ergenekon davasında takınılan tutum, 12 Eylül darbecilerine gelince yumuşuyor. Oysa bunların suçu sabit… Bir ülkenin anayasasını yıkmaya kalkışmamışlar; yıkmışlar. Sadece işkence ve cinayet suçu işlememişler, ülkeye zarar vermişler. “Türkiye artık askeri darbelerden kurtuldu” kanısında değilim. Türkiye’de iktidarlar hâlâ güçler dengesi üzerinde duruyor.Eski Türkiye ile yeni Türkiye arasında ne gibi farklar var?Kentleri korkuttu beni. Kentler sanki taşmıştı… Yüksek katlı konutlar bütün bir kenti gözetler olmuş. Avrupa’da bu tür yüksek binalarda yoksullar oturtulur genellikle. Burada etrafı tel örgülerle çevrili olan bu yerlerde oturmak için bir servet yatırıyor insanlar... Diğer yandan, eskiden sokaklarda, faili meçhuller, kan ve gözyaşı vardı. İnsanlar tek kimlik üzerinden ağlamaya, tek kimlik üzerinden konuşmaya zorlanıyordu. Süren kirli bir savaş vardı. Şimdiyse barışın sesi duyuluyor. Faili meçhuller durmuş. Empati gelişmiş, insanlar birbirlerini daha anlar olmuş. Bu yeterli değil, ama sokağa bu ılıman havanın egemen olması, barış umutlarını daha çok güçlendirdi. Sizce barışın sesi amacına ulaşacak mı?Demokratik açılımın başarıya ulaşmasında hâlâ ciddi engeller var. Türkiye çok zaman kaybetti. Bir kere Kürt sorunu 1990’lardaki boyutta değil. O yıllarda Kürt sorunu Türkiye’nin bir iç sorunuydu. Saddam’ın etkisinin devrilmesiyle bölgesel, 2000’den itibaren de uluslararası bir sorun durumuna yükseldi. Bölgeye dönük plan yapan hiçbir merkez güç, Kürtleri dikkate almadan edemez. Giderek tıkanma belirtileri görülüyor. Bunun ilk işaretleri Paris’te işlenen cinayetlerle verildi. Buradan “teslim mi olalım” sonucu çıkmasın. Bu süreçten çıkmak için bütünlükçü, demokratik bir iradenin ortaya konulması bir zorunluluktur.Bununla neyi kastediyorsunuz?Barış sürecinde bütün güçlerin elini taşın altına koyması gerekiyor. Önyargıları ve güvensizlikleri ortadan kaldırmak için parlamento içi ve dışı bütün siyasal eğilimlerin, sivil toplum örgütlerinin yer aldığı bir ‘barış hükümeti’nin kurulması, barışı hem içte hem de dışta sağlama alır. Süreç bu güçten yoksundur. Bu nedenle bir çıkmaza girme riski çok yüksektir. Peki, Başbakan Erdoğan’ın Kürt sorununun çözümü için elini taşın altına koyması ile ilgili ne düşünüyorsunuz?Kürt sorununun masa başında taraflar arasında bir çözüm amacıyla konuşulabilir duruma gelmesini çok önemli buluyorum. Bütün ırkçı saldırı ve söylemlere karşı, Sayın Başbakan’ın ve dolayısıyla da AK Parti hükümetinin bu çizgide ısrar etmeleri büyük bir adımdır. Ama bunun arkası mutlaka gelmeli. Tehlike şurada: Hükümet bu sorunu çözmek için çok önemli adımlar atmış, ama diğer yandan devletin geleneksel tutumundan da kendisini sıyırmış değil. Anadilde eğitim, seçim barajının indirilmesi gibi konularda takındığı tutum, sürecin işlemesini engelliyor. Kürt sorununun çözümü cesaret ister. Hükümetin söylediklerinin gerisinde kalması, ona karşı ‘tutarsız’lık algısı geliştiriyor. Umarım bu süreç aşılır. Çünkü barış ve demokrasinin galip gelmesi AK Parti’ye de çok şey kazandırır.Sürecin örgütlenmesi konusunda PKK’nın ciddi hataları olduKürt sorununda BDP’nin (ya da Kürtlerin) hiç mi kabahati yok?Barış sürecinde belirlenen yöntem hatası sadece hükümetin değil, aynı zamanda PKK’nın dolayısıyla da BDP’nin de hatasıdır. Hükümet “Akil Adamlar”, PKK ise “Konferanslar” yöntemiyle herkes kendi cephesinden süreci kitleselleştirme yöntemini benimsedi. Bu süreçte PKK’nın da bölgesel güçler ve uluslararası merkez güçler gerçeğini tam olarak gördüğü söylenemez.Gezi Parkı olaylarının çözüm sürecine denk gelmesi bir tesadüf mü?Gezi Parkı olaylarının ortaya çıkış biçimi ilginç... Herkes Türkiye’de Kürt-Türk barışına dikkatini yöneltmişken Gezi olayları patladı. Ortaya çıkış biçimi ve zamanlama olarak bir bakıma barış sürecine alternatifmiş gibi bir algı yarattı insanlarda. Kemalist bir söylem ve kullanılan semboller bunu yansıttı. Ki bence öyleydi de. Kürt hareketinin ilk günler olayı izler konumda kalmasının nedeni bu olsa gerek. Kürt siyaseti son dönemlerde hareketi çözüm süreci için verilen mücadele ile bütünleştirme savaşı verdi ise de bunda başarılı olduğu söylenemez.‘Ahmet Kaya ile sahneye çıkanlar sessiz kalmanın hesabını nasıl verecek?’Berlin konserinde Ahmet Kaya’dan başka sahne alan sanatçı var mıydı?29 Ocak 1993’te Dersimli işadamları Berlin’de bir konser düzenliyor. Konserde Ahmet Kaya yalnız değildi. Orada başka sanatçılar, ‘aydınlar’ da bulunuyor. Ama bunlar içinde bir tek Ahmet Kaya kurban seçildi. O konserde bulunanlar, çıkıp Ahmet Kaya’ya destek olmadılar, sustular. Onun leş kargaları tarafından gagalanmasına seyirci kalmayı tercih ettiler. Bunun hesabını nasıl verirler bilemem. Kendi vicdanlarına kalmış bir şey.Kimdi o sanatçılar? Neden konuşmamış olabilirler?Kim olduklarını ben söyleyemem. Kendileri açıklasınlar. Korktular bence. Bunu başka türlü izah etmek olanaklı değil.Ahmet Kaya’nın sürgün dönemi nasılmış?Çok acı çekmiş. Yalnızlık, her sürgün gibi onun da yakasını bırakmamış. Özlem ve kavuşamamak canını, ruhunu acıtmış. Acıtmaya da devam ediyor. Çünkü o bir sürgün hâlâ.

Beş kelimenin ikisini izleyici bilmiyor

$
0
0
Kürtçe TV kanallarının kurulması ve yayınlarının çoğalması ile önemi artan az sayıdaki Kürtçe çevirmen, bir hayli sıkıntılı.Uzun süre yasaklarla boğuşan Kürtçe, kitap dili ile halk dili arasında sıkışmış durumda.Açılım sürecinin en somut adımıydı TRT Şeş'in açılması. Yıllarca Kürtçeyi yok sayan devlet, Kürtlerin anadilleriyle yayın yapabileceği bir kanal açtı. Sonrasında Türkiye'nin ilk özel Kürtçe kanalı Dünya TV yayın hayatına başladı, Kürt eserlerini yayınlayacak yayınevleri kuruldu. En son gelişme Anadolu Ajansı'nın Kürtçe yayına başlaması… Kanal ve yayınevi sayıları artarken en büyük zorluk Kürtçeye hâkim çevirmenler, haberleri yazacak, çevirecek muhabirler bulmak. Kemal Burkay'ın deyimiyle yasaklı yıllarda anadiline yabancılaşanların ‘toprak altındaki yitik altınları' gün yüzüne çıkardığı bir dönemde, dildeki hasarlar giderilmeye çalışılırken yükün büyük kısmı çevirmenlerin sırtında. Onların çözüm aradığı sorunlar ise farklı farklı.Önce televizyondan başlayalım. Açılım sürecinin en büyük meyvesi TRT 6, alanında ilk olduğu için dağ gibi sorunlarla mücadele etti. Kürtçenin 3 farklı lehçesini (Kurmançî, Zazaca, Soranice) kullanıp günde 6 canlı bülten hazırlayan kanal, muhabir, çevirmen ve spikerlerden oluşan 30 kişilik bir kadroyla Kürtçe yayın yapıyor. Bültenlerde yer verdikleri haberlerin hemen hepsi çeviri. TRT'nin haber havuzundan aldıkları Türkçe haberleri çevirip kullanıyor, bölge ile yaptıkları özel haberleri ise Kürtçe düşünüp Kürtçe yazıyorlar. Çeviri konusunda sorun yaşamamak için bölgeyi bilen, dile hâkim kişilerden faydalanıyorlar. Doğu ve Güneydoğu'nun hemen her ilinde muhabirleri var. Seçtikleri kişiler de yörenin kimliğini iyi bilen, lehçesine hâkim isimler. Zazaca çeviri yapan muhabirleri, bu dilin yoğun olarak konuşulduğu Diyarbakır, Elazığ ve Bingöl'den mesela. Irak'ın Kürt bölgesinin resmi anadili olan Soranice lehçesinde hazırladıkları haber bülteni için; Erbil ve Süleymaniye'den muhabir istihdam ediyorlar.Kürtçe zengin bir eğitimle öğretilmediği, dar bir alana sıkışıp kaldığı için ortaya çıkan farklı şiveler, yayıncı için çözülmesi zor bir ayak bağına dönüşebilir. Kanal, bu sorunu çözmek için ortak kelime ve sözcüklere yer vererek herkesin anlayacağı ortak bir dil sunmaya çalışıyor. Günlük hayatta kendisine yer bulan basit bir dil kullanıldığı için dizi, müzik, eğlence programlarında anlama sorununun yaşanmadığını anlatan kanalın haber müdürü Cumali Çaygeç, en büyük sıkıntıyı haber dilinde yaşadıklarını söylüyor: “İlk dönemde haber dilinin çok ağır olduğuna dair serzenişler geliyordu. Lehçelerin izleyiciler tarafından iyi anlaşılması, kullanılan dil kalitesinin artırılması için TRT eğitim dairesi ile ortaklaşa dil eğitimleri tertip ettik. Bu sayede sunucu, muhabir, yapımcı ve spikerlerin dil seviyelerini yükseltip sorunu çözdük. Bu sayede özellikle Doğu ve Güneydoğu'nun farklı bölgelerinde yaşayıp değişik Kürtçe şiveleriyle konuşan TRT 6'dan en iyi şekilde istifade etmesini sağladık.”‘Beş kelimenin ikisini izleyici bilmiyor’Farklı dillerde yayına hazırlanan haber, program ve belgesellerin Kürtçe dublajı da bir hayli meşakkatli. Dile hâkim seslendirmenler bulmak zor bu alanda da. Kanallar dublajları ya yetiştirdikleri kendi personeline yaptırıyor ya da bir elin parmağını geçmeyen şirketlere yaptırıyor. TRT Şeş Haber Müdürü Çaygeç, dublajın yeterince profesyonelce yapılamadığından şikâyetçi. “Haber merkezi olarak dublaj konusunda da önemli çalışmalarımız var. Yetişmiş personelimiz, çok rahat bir şekilde hangi alan ya da konu olursa olsun Türkçe yapılan bir konuşmayı aynı anda canlı yayında Kurmançîye, Zazacaya çevirebiliyor.” diyor Çaygeç. Dünya TV'nin dublajları Samanyolu stüdyolarında yapılıyor, dizilerin senaryoları, haber metinleri burada çevriliyor. Bunu yapan da dört kişilik bir ekip. Dublaj yapan ise 30-40 kişi. İhtiyaca göre stüdyoya kayda geliyor. Dublaj Koordinatörü Cemil Aksoy çeviri ve seslendirme yaparken yaşadıkları sıkıntıyı şöyle özetliyor: “Bazı Türkçe kelimelerin Kürtçede karşılığı yok. Ahmed-i Hani gibi yazarların eserlerinde kullandığı deyimleri halk bilmiyor. Herkesin anlayabileceği seviyeye çekmeye çalışıyoruz. Ağırlıklı olarak Kurmançîyi kullanıyor, lehçe kullanmıyoruz. Beş kelimenin üçünü izleyici biliyor, ikisini tahmin ediyor.”‘Çevirmenler kanallardan’'Çeviri tamamen çevirmenin metnidir' denir. Bunun için çeviri yapacak kişiden iki dile de hücrelerine kadar hâkim olması beklenir. Kürtçe söz konusu olduğunda dile hâkim çevirmen bulmak daha da zor. Son dönemde raflardaki Kürtçe kitap sayısında ciddi bir artış olsa da nitelikli, güvenilir çevirmen sıkıntısı devam ediyor. Yayınevleri bu açığı kapatmak için farklı çözümler bulmuş. Mesela, Nil Yayınları dile hâkim yazar bulamadığı için TRT 6 ve Dünya TV kadrosundan destek almış. Çeviri yapan isimler kanallarda program yapan, haber sunan isimler. Çevirdikleri kitapların hepsi de Kurmançî lehçesi. Sebebi, Türkiye'de herkesin anlayabileceği lehçenin Kurmançî olması. Zazaca konuşanlar da Kurmançîyi anlıyor.‘Türkçeye daha hâkimim’Fethullah Gülen Hocaefendi'nin İnancın Gölgesinde, Çekirdekten Çınara başta olmak üzere beş kitabını Kürtçeye kazandıran Nezir Gümüş, Kürtçe çeviri yapanların diğerlerine göre farklı sorunlarla karşılaştığını söylüyor. Anadili Kürtçe olmasına rağmen, Türkçeye daha hâkim olması birçok şeyin özeti. Türk dili edebiyatı bölümünde okurken anadiline merak saran, boş zamanlarında yaptığı okumalarla dilinde derinleşen Gümüş'e göre edebiyatta ve şiirde Kürtçe, Türkçeden daha üstün. Düz yazıda ise Türkçe daha ileride. Sebebi tahmin edileceği gibi 70-80 yıldır Türkçenin eğitim dili olarak kullanılması, ince ince işlenmesi.Nezir Gümüş'ün çevirileri normal bir kitabı çevirmekten daha zor ve meşakkatli. Hocaefendi'nin çok katmanlı, anlamı yoğun cümlelerinin Kürtçedeki karşılığını bulmak bir hayli vakit alıyor. “Derin bir dili var. Normal bir çeviri bir ay sürerken, Hocaefendi'ninkiler üç-dört ayı buluyor.” diyor bunun için Gümüş. Anlattığı bir diğer ayrıntı hayli dikkat çekici: “İslami kesim uzun yıllar Kürtçe için girişimde bulunmadığı için başkaları bu alana hâkim olmuş. Örgütün kullandığı kelimelerin birçoğu oturmuş, halk tarafından kullanılıyor. İnancımıza ters düşen kelimeler var, onları değiştirmek kolay değil. Farklı niyetlerle veyahut dilden anlamayan insanların dile soktuğu yüzlerce sözcüğü kullanmamaya çalışıyoruz.” Nil Yayınları Yabancı Diller Editörü Fikret Yaşar'ın da aynı konuda önemli bir hatırlatması var: “Kürtçeyi siyasi amaç için kullanan gruplar, Arapça ve Kürtçe kelimeleri bilinçli bir şekilde değiştiriyor. Peygamber Efendimiz'in adı gibi. Mekke yazılırken de şedde kullanılmıyor mesela. Mekke yerine Meke yazıyor. Bu hataları tespit edip dilde tashihe gidiyoruz.”a.hulagu@zaman.com.tr

Bombaları veren ya ordu ya da millî emniyettir

$
0
0
6-7 Eylül olayları, yakın tarihimizin trajik sahnelerinin yaşandığı karanlık günler. Menderes Hükümeti'nin tertibi olduğu söylenen mezkûr hadise, derin devletin ilk kontgerilla denemesi. Yassıada Mahkemeleri’nde bomba eyleminde adı geçenler beraat ederken, Adnan Menderes ve Fatin Rüştü Zorlu ceza almıştı.1955 senesinde gerçekleşen 6-7 Eylül olayları, Cumhuriyet tarihinin en karanlık sayfalarından. İstanbul’da yaşayan başta Rumlar olmak üzere azınlıklara karşı yürütülen bu linç, Demokrat Parti zamanında vukua geldiği için Başvekil Adnan Menderes ve arkadaşları mezkûr tertipten dolayı suçlandı. İstanbul’daki olayları ateşleyen fitil ise Selanik’te Atatürk’ün evinin bombalandığı iddiasıydı. Bu sebeple dönemin Selanik Başkonsolosu Mehmet Ali Balin, mahkemece suçlu bulunup yargılanmıştı. Yassıada Mahkemeleri’nde 6-7 Eylül olaylarının DP hükümetince çıkarıldığı suçlaması yapıldı. Celal Bayar, Adnan Menderes, Fatin Rüştü Zorlu, Fuad Köprülü, İstanbul Valisi Kerim Gökay, İstanbul Emniyet Müdürü Alaaddin Eriş, İzmir Valisi Kemal Hadımlı, Selanik Başkonsolosu Mehmet Ali Balin ve diğerleri Selanik’te Atatürk’ün evinin bombalanması ve Rum evlerinin mallarının yağmalanması organizasyonuyla suçlandı. Bu davadan diğer isimler beraat ederken Menderes ve Zorlu’ya ceza verildi. Peki, işin aslı, hâkimlerin ve dönemin medyasında kaleme alınan yazıların dediği gibi miydi? Tarihçi Ahmet Yaşar Akkaya, sürecin başlangıcıyla ilgili olarak, “Kıbrıs politikasının iç siyasetteki yansımaları etkili olacaktır. Özellikle adadaki gelişmeler ve bunun arkasında Yunan hükümeti ile Türkiye’deki patrikhanenin olduğu görüşü, Rum azınlık vatandaşlarımız üzerinde bir baskı ortamının oluşmasına ortam hazırlayacaktır.” ifadelerini kullanıyor.Basın derin devlete hizmet ediyorduTarihçi Akkaya, bu süreçte gayr-i nizami harp tekniklerinin ustaca kullanılacağı ortamın oluşturulduğuna dikkat çekiyor: “Önce basın kullanılarak 1955’in Ağustos ayından itibaren aşırı milliyetçi bir havayla gergin ortam oluşturuldu, mitinglerle sert dozajlı mesajlar verildi. Sonra adadaki Rumların eylemleri üzerinden Türkiye’deki Rum vatandaşlarımız ve patrikhane üzerinden kamuoyunda ‘Rum karşıtı’ bir propaganda oluşturuldu.” Ona göre derin güçler o kadar profesyonel çalıştılar ki, 6-7 Eylül olaylarından önce azınlıkların yoğun olarak yaşadığı semtlerdeki muhtarlıklardan ev ve işyerlerinin listeleri alınmış, olası gösterilerde kargaşa çıkararak tahribat yapacak grupları kamyonlarla olay yerine hızlıca taşımışlar. Nitekim dönemin Özel Harp Dairesi subayı Sabri Yirmibeşoğlu, bir dergiye yaptığı açıklamada, “6-7 Eylül bir Özel Harp Dairesi işiydi ve muhteşem bir örgütlenmeydi, amaca da ulaştı.” diyor.Ata’nın evinin bombalanması asparagası!Ülkedeki atmosfer öyle hale getirilmişti ki bir kıvılcım memleketi ateşe vermeye yetecekti. Nitekim bu ateş de Selanik’te Ata’nın evinin Rumlarca bombalandığı haberiydi. Uzun zamandır Kıbrıs gerginliğiyle çatışma ortamına itilen Türk kamuoyu için bu haber gerçekten bomba etkisi oluşturur ve kontgerilla devreye girer. 6-7 Eylül’de başta İstanbul olmak üzere Ankara ve İzmir’de Rum, Ermeni ve Yahudi azınlıklara ait ev, işyeri, okul, kilise gibi kurumlar tahrip ve yağma edilir. Tarihçi Akkaya, “Menderes iktidarı, olaylar karşısında doğal olarak şaşkındı.” diyor ve şöyle devam ediyor: “Hemen sıkıyönetim ilan etti. TBMM toplantıya çağrıldı, olaylar uzun uzun konuşuldu. Kıbrıs konusunda Menderes iktidarına her türlü desteği veren muhalefet partileri, başta İnönü olmak üzere iktidarı, 6-7 Eylül olaylarını tertip etmekle suçlayacaklardı. Fakat meclisteki oturumlarda söz alan azınlık milletvekillerinden Zakar Tarver ve Aleksandros Hacopulos, DP iktidarının bir tertip içinde olduğunu söylemeyecekler, tam aksine Bayar ve Menderes’e gayretlerinden dolayı teşekkür edeceklerdir.”‘Yunanlılar suçu kabul etmem için beni dövdü’Tarihçi Akkaya’nın ulaştığı belgelerde, bomba olayının faillerinin savunmalarında bilinenlerin tam aksi görüşler öne sürülüyor. Güçlü savunmalarla Başsavcı Altay Egesel’in iddiaları yersiz kalıyor. İşte savunmalardan pasajlar:Selanik Başkonsolosu Mehmet Ali Balin’in Avukatı Atalay Peköz’ün 12 Aralık 1960 tarihli müdafaanamesinden:‘Bu bombaların Tekinalp’e verildiğine dair makbuzlar nerededir?’“…müvekkilim Balin’in canibinden vukuuna dair gerek kararnamede ve gerekse savcının esas hakkındaki iddianamesinde dermeyan edilmiş tek delil, kesinleştiği beyan olunan ve Hasan Uçar ile Oktay Engin’in mahkûmiyetlerine müteallik bulunan Yunan Ceza Mahkemesi ilamıdır. Bunun dışında ne kararname ve ne de savcı, müvekkilime isnat edilen fiiller hakkında bir tek delil dermeyan edebilmiş ve getirebilmiş değildir… Bombaları konsolos muavini Mehmet Tekinalp’e veren ya ordu ya da millî emniyettir. Ordu depolarından vida dahi makbuzsuz verilmez. Bu bombaların Tekinalp’e verildiğine dair makbuzlar nerededir? Makbuz olsa dahi fiilen temsil eden şahıs nerededir? Tekinalp, askerî depolara veyahut millî emniyetin binalarına gizlice girmek sureti ile bu bombaları çalmış ise söyleyeceğimiz yok. Üstelik konsolos Tekinalp’in diplomatik masuniyeti bulunmaması itibariyle Yunan ve Türk gümrüklerinden geçerken aramaya tabidir. Ayrıca Yunan ilamı, bu bombaların Tekinalp tarafından getirildiği hususunda katiyen bir delil ihtiva etmemektedir. İddia makamı, müvekkilim Mehmet Ali Balin’e ve muavin Mehmet Ali Tekinalp’e mezkûr bombayı patlatma anı hakkında emir verildiği keyfiyetidir. Bu emir ne zaman, kime, nerede, ne vasıta ile ve kim tarafından verilmiştir? Bütün bu hususlar hakkında tek bir açıklama yapılmadan ve delil dermeyan edilmeden insanların haysiyet, şeref ve hayatları ile nasıl oynanır?”‘Bomba emri için telgraf nereden çekildi?’“…bir iddia da, 6-7 Eylül’e takaddüm eden günlerde bombanın patlatılması için müvekkilimin telgraf çekmiş bulunduğudur. Bir kere bu telgraf nereden çekilmiştir? Hariciye Vekâleti’nden, PTT kayıtlarından, Selanik Başkonsolosluğu’ndan ve bunlara mümasil resmi mercilerden bahis olunan telgrafın bir suretinin bulunmadığıdır. Esasen mevcut olmayan bir şeyin bulunması mümkün olabilir mi? Böyle bir telgrafın mevcudiyeti bir Yunan uydurması, iftirasıdır… Yüksek Soruşturma Kurulu kararındaki beyan aynen (patlama tarihinin ve talimatının üzerine Türkiye’de bulunan Başkonsolos Mehmet Ali Balin tarafından Selanik’e ulaştırıldığı) der. Görülüyor ki, kararnamede telgraf mı çekilmiş, telefon mu edilmiş, mektup mu yazılmış, kurye mi gönderilmiş hiç, hiçbir kayıt yok. Ve keza bu ulaştırmanın Balin tarafından yapıldığına dair tek delil yok. Böylece yuvarlak bir cümle ile bu işin içinden çıkılıvermiş.” Selanik Başkonsolosu kavası (koruma görevlisi) Hasan Uçar da, 19 Aralık 1960 tarihli kendi el yazısı ile yazdığı savunmasında şunları anlatır:‘Bana birçok Rumca mektup yazdırdılar’“…hadiselerden 12 gün sonra beni tevkif ettiler. Birkaç gün sonra da Oktay Engin’i, güya bombayı biz atmışız. Ellerinden geldiği kadar çalıştılar delil yaratmak için. Beni bir bodrumdan bir bodruma sokup dövüyorlardı ve suçu kabul etmem için zorluyorlardı. “Son saatlerini yaşıyorsun. Eğer bizim söylediklerimizi yapmazsan seni öldüreceğiz.” diyorlardı. Benim suçsuz olduğumu kendileri de biliyorlardı. Bana iğne yaptılar, kendimi bilmez hale getirilmiştim, ne derlerse onu yapıyordum. Türk sefaretinin avukatı benimle görüşmek için iki defa hapishaneye gelmişti. Her iki defasında da avukatı kovmuştum. Çünkü beni korkutmuşlardı ve kabul etmememi söylemişlerdi. Seni avukat çıkaramaz, seni biz çıkaracağız diyorlardı… Bana birçok Rumca mektup yazdırdılar. Bütün mektupları bana zorla ve silah tehdidi ile yazdırıp imzalatmışlardı. Yunanlılar beni değil bütün Türk milletini ve Türk milletini ve Türkiye’mizi lekelemek için çalışmışlardır…” s.altintas@zaman.com.tr

Allah'a şükür, kimse Ergenekoncu demedi

$
0
0
Gazeteci Hilmi Hacaloğlu, Gezi olayları sırasında canlı yayında yaşadığı protesto ile ilgili konuştu: "Arkadaşım Mehmet Karlı'dan böyle bir tavır ağrıma gitti ama gelir konuşursa kırgınlığım biter. "Hacaloğlu, istifa baskıları için ise, "Benim gazeteciliğe ihtiyacım var, kahramanlığa değil." diyor.Nasıl başlıyor gazetecilik hikâyeniz?Üniversite dönemlerinde paraya ihtiyacım olduğu için gazetecilik yapmaya başladım. 90’lı yılların başında HBB Televizyonu’nda bir arkadaşım çalışıyordu. Onun yanına gittim. Ertesi gün dış haberler servisinin editörü oldum! Maaş konuşmamıştık televizyonla. Bir ay sonra para istemeye gittim. Para veremeyeceklerini söylediler stajyer olduğum için. Tabii o zamanlar serde solculuk var. Çeker giderim dedim. Öğrenim kredisinin altı katı maaş verdiler.İstanbul’da geçiyor değil mi çocukluk döneminiz?Evet, ama aslen Rizeliyiz, Laz’ız. Büyük dedem, orada üç kişi tarafından öldürülüyor. Kan davası olmaması için Rize’den ayrılmak zorunda kalıyorlar.CHP’li bir aileden geliyorsunuz.CHP’li eski devlet bakanı Algan Hacaloğlu, babamın yakın akrabası. Özellikle baba tarafım CHP geleneğinden geliyor. Saint Joseph mezunusunuz, ‘amca’ dediğiniz Algan Hacaloğlu Robert Koleji mezunu… Rize’den çok Nişantaşılı bir aileyi andırıyor sizinkisi…Beyaz Türk bir aile değiliz. Rize’den göçme sebepleri biraz da mecburiyete dayanıyor. Memlekette fındık bahçelerimiz var. Akrabalarım hâlâ fındık bahçelerinde çalışır.Boğaziçi tarih bölümünde okuyan Hilmi Hacaloğlu’nun nasıl bir dünya görüşü var 1990’larda?Her zaman politik birisiydim. Sosyal demokrat bir gençliğim vardı. Fakat Uğur Mumcu öldürülünce biraz Kemalist tarafa kaydık. Çağdaş Yaşamı Destekleme Vakfı’nda çalıştım, Genç Kadro diye bir oluşumun içinde yer alarak sol Kemalist bir çizgiye kaydımHâlâ o Kemalist çizgide misiniz?Ben sosyalist olarak tanımlıyorum kendimi.Kemalistlik?Mustafa Kemal ve Kemalizm bana göre çok ilerici bir ideoloji. Bugün Kemalizm adına yapılanların ne kadarı doğru, bu ayrı bir tartışma konusu. Bir tarihçi olarak her şeyi kendi içinde değerlendiriyorum. Hatalar yapmadılar mı? Bugünden bakınca evet. Belirli alanlarda belli kişilerin müthiş jakoben tavırları da oldu. Yarından bugüne bakınca da bugün yapılan hataları göreceğiz. Toplumda her renkten insanın olması gerekiyor. Eşitliğe, gelir adaletine ve demokrasiye inanıyorum. İnsanların birbirlerini ötekileştirmesinden yana değilim.Ergenekon süreciyle birlikte solun bir kanadının Kemalistleşerek ulusalcı bir çizgiye kaymasını nasıl değerlendiriyorsunuz?Ulusalcıların bazı refleksleri beni rahatsız ediyor. Mısır’da yapılan bir darbedir mesela. Bunun savunulacak, tartışılacak hiçbir yanı yok. Biz bu memleketin solcuları olarak orada demokrasi, adalet ve özgürlüklerden yana tavır almalıyız.Tekrar üniversite yıllarına dönersek nasıl bir faaliyet gösteriyordunuz Genç Kadro’da?İlginçtir ilk yenilgimizi siyasal İslamcılara karşı aldık. Boğaziçi’nde Uluslararası İlişkiler Kulübü’müz vardı. İçinde radikal İslamcılar da vardı, solcular da. Biz de orada Kemalistler olarak vardık. Seçimler yapılacaktı. Solcular iki dönemdir kulübü yönetiyordu. Biz bahçede maç yaparken İslamcılar örgütleniyordu seçimler için. Seçimler oldu, biz kaybettik. Herkesin suratı düştü tabii. Aslında Refah Partisi’nin 1994’te seçimleri kazanacağının ilk ışığı orada belirmişti.Hem çalışıp hem okuması zor oldu mu?Hiç sorma! Üniversiteyi 11 yılda bitirdim. 17 Ağustos 1999 depreminde 3 ay okula uğramadım. Haber neredeyse ben oradaydım. Arkadaşlarınız sizin için ‘basındaki dayak yeme rekoru kıran muhabir’ diyor.Çok dayak yedim. (Gülüyor) 2004 yılında Beşiktaş-Samsun maçı sonrasında bir arkadaşımı Taksim’de feci bir şekilde dövmeye başladılar. ‘Bırakın zaten o Beşiktaşlı’ demeye kalmadı onu bırakıp beni dövmeye başladılar. Taksim’de aynı yıl bir de polisten dayak yedim. Seyyar satıcıları döven bir polis vardı. Ona müdahale ettim. Sonra beni dövmeye başladılar. Karakolda da dayak yedim. Dükkân sahipleri benim aleyhime ifade verdi. Polislerle davalık olduk. Sonra Güney Osetya’da ölümden döndükten sonra bizi bir yere aldı askerler. Her gelen asker bir iki tokat attı. İki doktor vardı o gece. Bizim tek parça çıkmamızı onlar sağladı.Gezi Parkı olayları sırasında belki de meslek hayatınızın en ilginç protestosuyla karşılaştınız. Galatasaray Üniversitesi’nden Mehmet Karlı’nın program öncesinde böyle bir protesto yapacağını sezmiş miydiniz?Mehmet eleştirel konuşacağını söylemişti. ‘Ben seni sansürlemem’ dedim. Mehmet keşke programı terk etmeseydi. O gidince programda denge değişti.Sonra görüştünüz mü kendisiyle?Görüşmedik. Bir gönül kırıklığım var ama bugün gelse oturur konuşurum. Dün dünde kaldı benim için.Programı bitirme kararı alıp sonra bu kararınızdan vazgeçmeniz bir tutarsızlık olarak değerlendirildi.Duygusal bir insanım. Bunun sorumluluğunu üstlendi ve istifa ettim ama ertesi gün telefonlarım susmadı. Yanlış bir şey yaptığımı söyleyip beni ikna ettiler. Hepimiz mütevazı paralara çalışıyoruz. Kahraman değilim ben, gazeteciyim. Namusumdan ödün vermediğim sürece sorun yok. Memleket cepheleşti. Ortada durmak zor ve ben ortada durmaya çalışıyorum. Yakın arkadaşımdan bu tavrı görmek ağırıma gitti.Türkiye’de bir kesim kendileri gibi düşünmeyenler üzerinden yoğun bir linç kampanyası başlatıyor özellikle sosyal medyada. Siz de Gezi Parkı olaylarında bundan nasibinizi aldınız…Bizler, içinde bulunduğumuz camialar, cemaatler ve siyasi yapılar tarafından daha fazla ötekileştiriliyoruz. İşler yolunda gitsin diye bir eleştiri getirince kendi camian seni aforoz ediyor. Hoşgörü ve tolerans olmadan normalleşme gelmeyecek. İstifa etsem, başka kanala gitsem belki iş bulurdum. Belki insanlar da ‘bak demokrasi kahramanı’ derdi. Benim demokrasi kahramanlığına ihtiyacım yok, gazeteciliğe ihtiyacım var. Ve gazetecilik yapmak istiyorum.İşe Metrobüsle gidip geliyorumErgenekon sürecinde medya çalışanları arasında da çok ciddi bir kutuplaşma oldu. Sizin bu süreç içinde selamı sabahı kestiğiniz kişiler oldu?Allah’a şükür kimse bana Ergenekoncu demedi! İsteyen istediğini söyler ama değilim. Bu süreç içinde de kimseyle selamı sabahı kesmedim.Skytürk 360’a el konulmadan önce programda muhalif isimler daha fazlaydı. Fakat şu an muhafazakâr kesimden de isimlere yer veriyorsunuz…Yapısal bir değişiklik oldu. Programın süresi uzadı. TMSF’den sonra da çok muhalif isim aldık. Daha fazla denge gözetmeye başladık diyebilirim. Bir de tabii katılımcı bulmak büyük mesele. Yalvar yakar getirdiğimiz insanlar oluyor programa. Fehmi Koru ile Oral Çalışlar’ı çıkardık geçenlerde. Hemen birileri, ‘Ooo yalaka mı oldun?’ dedi. Fehmi Koru’nun barajın düşürülmesini istemesi Gürsel Tekin’in istemesinden daha önemlidir mesela. Bir de Gazeteciler Cemiyeti aktif olsa, meslektaşlar birbirimizi tanısak. Ben konuk tavsiyesi almak için hep kendi çevremdeki insanları aramak zorunda kalıyorum maalesef.Sizi işkolik olarak tanımlıyorlar...Bir dönem NTV’de hiç tatil yapmadan çalışıyordum. Biraz da para kazansaydık iyiydi.İş dışında neler var hayatınızda?17 aylık bir kızım var, onunla ilgilenmeyi çok seviyorum. Eşim de eski bir gazeteci. İşime metrobüsle gidip geliyorum. O vakitleri de yolda gündemi takip ederek değerlendiriyorum. 5-6 yıl öncesine kadar Fenerbahçe hayatımda çok hâkimdi. Bütün şike eylemlerine katıldım. b.koseli@zaman.com.tr

Çok önemli insanlar Pamuk eller cebe!

$
0
0
Uzun yıllardır amacı dışında kullanılan havaalanlarındaki VIP (İngilizce'de çok önemli insanın kısaltması) salonları paralı oluyor.Yeni uygulama ile bundan sonra VIP salonlarını kullanmak isteyen yerli ve yabancı kişiler, tıpkı birçok Avrupa ülkesindeki havalimanlarında yaygınlaşan uygulamalar gibi ‘ücret ödemek' zorunda kalacak. Belirli sayıda kişinin ücretsiz faydalanacağı salonlarda özellikle emekli bürokrat ve beraberindekilerin oluşturduğu yoğunluğun önüne geçilmek isteniyor.Cumhurbaşkanı, başbakan, bakan ve milletvekilleri ile yabancı devlet adamlarının havalimanlarından geçişlerini kolaylaştırmak amacıyla hizmete sunulan VIP salonlarının (Very Important Person-Çok Önemli Kişi), kullanımı ile ilgili radikal kararlar alınıyor. VIP salonlarını kullanmak isteyen kişilerin sayısında yaşanan artış üzerine Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, bu konuda yeni bir çalışma yapılmasını istedi. Bunun üzerine harekete geçen Başbakanlığa bağlı Personel ve Prensipler Genel Müdürlüğü ile Dışişleri Bakanlığı, Devlet Hava Meydanları İşletmesi (DHMİ) Genel Müdürlüğü’nden bazı veriler istedi. DHMİ de, VIP salonlarını kullanan yolcu sayıları, personel, ikram, elektrik ve su gibi giderlerin yanı sıra yaşanan sıkıntılarla ilgili bir rapor hazırladı. Rapor, gerekli düzenlemelerin ardından Başbakan Erdoğan’a sunulacak. Daha sonra da Başbakan’ın onayı ile belirlenecek yeni ücret tarifesini ödeyenler salondan faydalanacak. Çalışma kapsamında, ‘VIP salonlarını kimlerin kullanabileceği’ ile ilgili liste de yenilenecek.İşadamları görüşme imkânı buluyorVIP salonları başbakan, bakan ve milletvekilleri ile görüşme fırsatı yakalanan en ideal yer. Randevu alamayan işadamları, genelde VIP salonlarında sorunlarını dile getirme şansı bulabiliyor. Başbakan ve bakanlar da uçuşları öncesi havalimanına erken gelerek bazı görüşmelerini kendilerine tahsis edilen özel odalarda gerçekleştirebiliyor. Bu yüzden, özellikle başbakan ve bakanların geçişleri sırasında bu özel salonlarda ciddi yoğunluk yaşanıyor.Başbakan Erdoğan, VIP salonlarında yaşanan yoğunluğun azaltılması amacıyla ilk olarak 2004’te talimat vermişti. Salonları kullanacaklar ile ilgili liste yenilendi. İstanbul Atatürk Havalimanı ile Ankara Esenboğa Havalimanı’nda yaşanan yoğunluk ciddi oranda düşürüldü. Ancak bir süre sonra yoğunluk yeniden artış gösterdi. Başbakan sonraki yıllarda da, bu konuda uyarılarda bulundu. Her uyarının ardından artırılan tedbirlere rağmen soruna kalıcı çözüm bulunamadı.Emekliler yoğunluğu artırıyorDaha önce, Türk ve yabancı ricalin dışında sözlü müracaatta bulunan genel müdür, daire başkanları ve liyakat nişanı sahibi işadamlarının VIP salonlarını kullanımı engellenmişti. Bu kişiler ancak çok önemli yurtdışı heyetlerinde bulunmaları halinde VIP geçişi yapabiliyordu. Yetkililer, yoğunluğun artmasında yıllar önce emekli olmasına rağmen geçiş yapan milletvekili, asker ve sivil üst düzey bürokratların da etkili olduğuna dikkat çekiyor. Hatta VIP salonlarını kullananların yanlarında getirdiği kişiler de, yoğunluğun en büyük sebeplerinden biri olarak gösteriliyor. Salonlarda görevli yetkililer ise ‘şikayet edilecekleri endişesiyle’ bu konuda bir girişimde bulunmaktan kaçınıyor.En yoğun VIP salonu, İstanbul Atatürk Havalimanı’nda bulunuyor. Üst düzey kamu görevlilerinin kullanımına sunulan salondan, yılda ortalama 200 bin kişi geçiyor. Havalimanındaki salon, iki bölümden oluşuyor. Normal geçişlerin yapıldığı salonun yanı sıra Dış Hatlar Terminali’ne bağlanan yeni ek binada sadece cumhurbaşkanı ve başbakan tarafından kullanılan iki ayrı salon (VVIP salonu) yer alıyor. VIP salonundan geçme hakkına sahip yolcular, burada en iyi şekilde ağırlanıyor. Yolcular uçuşlarında sıra beklemeden, çeşitli ikramlarla ağırlanıp, özel araçlarla uçağa transfer ediliyor.Uçuşlarımızın süresi neden farklı?İstanbul’dan Ankara’ya veya İstanbul’dan İzmir’e yapılan seyahatlerde, ‘uçuş süresi’ her zaman aynı dakikada gerçekleşmez. Bu kural, tüm iç ve dış hat uçuşları için geçerlidir. Uçuş süresindeki farklılıklar genel olarak iki olaydan kaynaklanmaktadır. Birincisi, iki nokta arasında uçaklar her zaman aynı rotayı takip etmeyebilirler. Uçağın rotası üzerindeki bir tatbikat, gösteri uçuşu ya da yoğunluk gibi nedenlerden dolayı uçuş farklı bir güzergahtan planlanabilir. İkinci ve en önemli neden ise rüzgarlardır. Kafa veya baş rüzgarı dediğimiz ön rüzgar uçağı yavaşlatırken, kuyruk rüzgarı yani arka rüzgar hızlandırır. Uçuşta seviye rüzgarlarının estiği yön ve hızları da, uçuş süresini azaltır ya da artırır. Tabii ki bu durum, yakıt sarfiyatını da ciddi şekilde etkiler. Pilotlar, uçuş için en uygun irtifayı seçmeye çalışsalar da, talep ettikleri irtifa trafik durumuna göre her zaman mümkün olmayabilir. Ayrıca kuzey yarımkürede hakim rüzgarlar batıdan doğuya estiğinden, batıya uçuşlarımız, aynı mesafe olduğu halde, doğuya uçuşlarımızdan fazla zaman alır.Uçakta midemiz bulanırsa ne yapalım?Mide bulantısı, hareket hastalığı (motion sickness) şeklinde tanımlanır ve denge duyusu, iç kulak, gözler ve merkezi sinir sistemi arasındaki karmaşık ilişki sonucunda oluşur. Mide bulantısı yaşamak istemiyorsanız uçağa binmeden önce sindirilmesi güç ve baharatlı gıdalardan uzak durun, sigara, kafein ve tuz gibi maddelerden de kaçının. Uçakta ise yağlı yiyecekler ve gazlı içecekleri tüketmeyin. Kanat önündeki koltukları tercih edin ve başınızı da hızla sağa-sola çevirmeyin. Doktorunuzun önereceği bulantı önleyici bir ilaç da fayda sağlayacaktır. m.gun@zaman.com.tr

Masallara devam!

$
0
0
Futbol özünde bir oyun ve eğlence. Ancak bu güzel oyunun asıl işlevi çoktan unutulmuş gibi.O artık etrafında milyarlarca doların döndüğü dev bir endüstri. Güzel oyun kavramı çoktan gündemden düştü. Şimdi kazanmak uğruna verilen bir ölüm-kalım savaşı var. Biz bu savaşta kaybedenler safında yer alıyoruz. Üstelik yapılan olağanüstü yatırımlara ve harcanan akıl almaz paralara karşın uluslararası alanda sözü edilmeye değer başarılarımız çok az. Buna karşılık sanki sürekli büyük başarılar kazanıyormuşuz gibi önem veriliyor bu işe. Bu illüzyonun nasıl oluşturulduğunu anlamak zor değil. Medyada bu işi üstlenmiş ‘masalcı dedeler’ çok. Hep anlatıyorlar. Siz de dinlemekle yetinmiyor katılıyorsunuz da bunlara...Elbette ki Galatasaray’ın UEFA Kupası’nı kazanması, Milli Takım’ın 2002 Dünya Kupası üçüncülüğü ve aynı başarının 2008 Avrupa Şampiyonası’nda tekrarlanmış olmasını görmezden gelemeyiz. Ancak yapılan yatırım ve harcanan olağanüstü paraların yanında bunlarla avunabilmek pek kolay değil. Dünya Kupası’na 48 yıl aradan sonra katılabilmemiz ve bu gidişle bir o kadar daha beklemek zorunda kalacak gibi görünmemiz, Polonya (1968) ve İngiltere karşısındaki 8-0’lık yenilgiler (1984 ve 1987), dünyanın en zayıf takımlarından San Marino’nun ilk golünü bize atması ve ilk puanını da bizden almış olması gibisinden skandallar bizim futbolumuzun olağan işleri arasında sayılabilir.Lüksemburg’a bile yenilmiş olmamız (1972, 2-0) elbette ki hatırlamak istemeyeceğimiz türden rezaletlerden biri ama bunlar o kadar çok ki. Üstelik o kadar uzaklarda kalmış filan da değil, çok yakın tarihte Azerbaycan’a da kaybetmedik mi? 500’ü aşkın resmi ve özel milli maçtan zafer olarak sayabileceklerimizin sayısı kesinlikle iki elin parmaklarından daha fazla değil. 1951’de Almanya’yı, 1958’de Hollanda’yı özel maçlarda da olsa deplasmanda yenmemiz şimdi hayal gibi geliyor insana. Zaten onları bir kez daha yenebilmek için yarım asır beklemek zorunda kaldık.Bizden çok daha düşük yatırımlarla önemli başarılar kazanan ülkeler hiç az değil. Örneğin, Çek Cumhuriyeti ve hatta Balkan ülkeleri. 7’ye bölünmüş Yugoslavya’nın en zayıfı gibi görünen Slovenya bile ilk milli maçta bizi yendi. Hırvatistan önemli bir futbol ülkesi. 2008’de penaltılarla geçip yarı finale çıkmıştık ama 2012’de bizi fena dağıttılar! Sırbistan hatta Karadağ da öyle. Bosna Hersek çoktan bizi geçti. Romanya ve Bulgaristan’ın dönem dönem önemli başarıları var. Yunanistan Avrupa şampiyonluğu kazandı. Dünya sıralamasında bizim rüyada görebileceğimiz bir noktada küçük komşumuz...Rus takımlarının yükselişini paraya bağlayabilirsiniz ama onların bizden çok daha sağlam ve güçlü bir futbol geleneğinin bulunduğunu nasıl inkar edebilirsiniz? Ukrayna da müthiş bir sıçramayı gerçekleştirip çoktan önümüze geçti. Polonya Milli Takımı çoğu zaman bizi dağıttı, kulüp takımları bazında da onlara karşı önemli bir başarımız olmadı.Beşiktaş’ın vukuatı çok!Kulüp takımlarımız transfere ve futbolla ilgili öteki konulara inanılmaz paralar harcıyor ama Galatasaray’ın UEFA Kupası dışında elde avuçta hiçbirşey yok. Avrupa kupaları 1956’dan bu yana oynanıyor, Fenerbahçe ilk kez geçen sezon UEFA Avrupa Ligi’nde çeyrek ve yarı finali peşpeşe gördü. Yıllarca kendisinden çok daha zayıf takımlara elendi. En büyük fiyasko Sigma Olomouc gibi kimsenin adını bile bilmediği bir takımdan 7 gol yemeleri oldu. O hafta sonunda Ali Sami Yen’de Galatasaray’ı 1-0 yenmeleri bu rezaleti unutturdu. Aynı 7 gollük facia Benfica karşısında da yaşandı.Bu konunun asıl uzmanı Beşiktaş oldu. Karakartal öylesine inanılmaz biçimlerde kayıplara uğradı ki akıllara zarar! Norveç’in Valerenga’sı gibi yine adı bilinmeyen bir rakip karşısında ilk maçı 1-0 kaybettikten sonra İstanbul’daki rövanşın ilk yarısını 3-0 önde bitiren Karakartal tur atlamış gibiydi. Ancak maçın sonucu 3-3’tü. Ertesi gün idmana gelen bir taraftar baba, Şifo Mehmet’le ağlayarak şöyle konuşuyordu: “3-0 olunca ertesi gün okula gidecek olan oğlumu, ‘Bu iş tamam oğlum, boşuna uykundan olma’ diye yatırdım. Şimdi ben ona ne söyleyeceğim?”Tabii ondan önce 1970’lerin ortasında Romanya’nın S.Roşu takımı karşısında İstanbul’daki 2-0’lık üstünlüğün ardından deplasmanda son 3 dakikada 3 gol yiyip elenmek, bu inanılması zor fiyaskolar içinde ilk sıraya yazılacak niteliktedir... Malmö karşısında deplasmanda Recep’in kendi kalesine attığı golle 3-2 kaybedilen maçın rövanşında da 2-0 öne geçtikten sonra 2 gol yiyip elenmek bu listeye yazılabilecek olaylar arasındadır. 8-0 kaybedilen Liverpool maçı gibi yakın tarihin yıkıcı sonuçları da kolay unutulacak gibi değildir.Siyah Beyazlı takımın 1958’den bu yana katıldığı Avrupa kupalarındaki en büyük başarısı UEFA Kupası’ndaki çeyrek finali olmuştur. Kuşkusuz deplasmanda Chelsea’yi 2-0 yenmiş olmak, İstanbul’da Barcelona karşısındaki 3-0’lık, Liverpool önünde 2-1’lik galibiyetler yabana atılmayacak sonuçlardır ama bunlar Beşiktaş’ı hiçbir yere götürmemiş, tek maçlık avunmalar olarak kalmıştır.Fenerbahçe’nin kupalardaki en büyük başarısı geçen sezonki yarı finaldir. Onun öncesinde 2007-08’de Şampiyonlar Ligi’nde çeyrek finali de bunun yanına yazabiliriz. Fakat bir başka başarı bulabilmek için taa 1968’e kadar gidip Manchester City’i elemiş olmasını söyleyebiliriz. 40 yıl kendi sahasında yenilmemiş M.United’ı yenmek de olaydır ama bir sonuç çıkmamıştır bu tek maçlık zaferlerden...Arsenal’i eleyebilse 45 yıl sonra böyle bir iş başarılacaktıYine bu tek maçlık önemli galibiyetlerin büyük olay gibi gösterildiği bir temsilcimiz de Trabzonspor olmuştur. Elbette ki Bordo Mavililerin Liverpool, Barcelona, İnter gibi devleri yenmiş olması önemlidir ama sonrasını ne siz sorun ne ben söyleyeyim. Kuşkusuz O.Lyon ve Aston Villa gibi rakipleri elemiş olmak da büyük başarıdır. Peki ya adı sanı bilinmeyen rakiplere elenmek! Anorthosis ve Videoton gibi asla dengi olmayan takımlara kaybetmek!Galatasaray Avrupa kupalarındaki en başarılı takımımız. Yaptığı işler ve buna bağlı olarak artan toplam maç sayısı (247) bunu gösteriyor. Öteki takımlarımız arasında henüz 200’e gelebilen yok, Fenerbahçe 190’larda, Beşiktaş 160’larda... Başka alanlarda aralarında kılpayı farklar varken burada ara epeyce açılmış.Ezeli rakipleri gibi Sarı Kırmızılılar da Avrupa kupalarında bir Tromsö faciası yaşadı. Norveç’in bu zayıf ekibi karşısında orada balçık tarlası halindeki sahada 1-0 yenilip burada da maçın başında gelen bir ofsayt golle yıkıldı. Fakat kabul etmek gerekir ki bu nazarlık olarak kaldı, başka büyük bir fiyasko olmadı. Tam tersine Cim Bom’un 1993-94’te M.United’i kupa dışında bırakmasından sonra Şampiyonlar Ligi’nin formatı değiştirildi!Ancak bunlarla avunabilmek mümkün değil çünkü başkaları önemli işler yapıyor. İşte 10 yıl önce kimsenin adını bile bilmediği Shakhtar Donetsk’in neler yapabildiğini görüyoruz. Bate Borisov, Victoria Plzen kimi o türden çok dar bütçeli takımlar bile zaman zaman önemli sıçramalar gerçekleştirebiliyor. Bizse birbirimize masal anlatıp duruyoruz. Örneğin, Fenerbahçe’nin Arsenal karşısında en küçük bir şansı bile yokken yorumcular ne yapıp yapıp Sarı Lacivertli takıma tur atlattı! Sonuç? İki maçta yenen 5 gol. Eeee? Yıllardır hep bu masalı dinliyoruz: O kadar gözümüzde büyütmemek gerek, onlar da 11 kişi, biz de. Şunu bunu yaparsak eleriz, bilmem ne... İyi de o dediğinizi 50 yılı aşkın süredir o kadar az yapabilmişiz ki...Bu masallar yüzünden, gerçekten ne yapmamız gerektiğini konuşmaya imkan kalmıyor. Milli Takım ve kulüp takımlarımız ileriye doğru sağlam adımlar atamıyor, kalıcı nitelikte işler yapılamıyor. Çünkü kimse böyle zahmetli işlere kulak asmıyor, herkes günlük başarı peşinde. Bu işin temeli olan özkaynak düzeni sadece lafta kalıyor. Futbol Federasyonu hiç tartışmasız tarihin en kötü yönetimi! Avrupa’da ve dünyada şikeci olarak damgalandığımız dönemde tam siper olmayı marifet sanıyor. Terim onlara şu son 4 maçı kazandıracak da onlar da paçayı kurtacak! Böyle bir yönetim perişanlığıyla varacağımız yer elbette ki burası olacak... a.cakir@zaman.com.tr

Nefret suçu üniversiteden defol!

$
0
0
ODTÜ’de hafta içi başörtülü öğrencilere yapılan sözlü şiddet saldırısı bir kez daha örgütlerin gençleri nasıl marjinalleştirdiğini gözler önüne serdi.Hayatının baharındaki öğrencilerin nasıl bu kadar tahammülsüz ve ideolojik körlük içinde oldukları analiz edilmeden, sorunun çözülmesi mümkün olmayacak. Nefret suçu işleyen gençlerin birçoğu, yasa dışı örgütlere yakınlığı ile bilinen gruplara üye. Yeni çıkan “Gençlik ve Radikalizm” kitabında Sosyolog Dr. Necati Alkan, sağ ve sol örgütlerin nasıl gençleri devşirdiğini inceledi. Yapılan araştırmalar, örgüt üyelerinin neredeyse yüzde 70’inin 14-25 yaş arasında olduğunu gösteriyor. Gençlerin radikalleşmesinde ekonomik ve sosyal sebeplerin yanında 'değer verilmemek ve güvensizlik duygusu' da yatıyor. Gezi sonrası karıştırılmak istenen üniversitelerde ailelere çok iş düştüğü gibi devletin de marjinal örgütlerle akıllı yöntemler kullanarak mücadele etmesi gerekiyor.Marjinal sol gruplar, yayınlarında ODTÜ’deki başörtülü gençlere karşı saldırıyı savundu.Örgütlerin üniversite öğrencilerini nasıl marjinalleştirdiği yine üzücü bir hadiseyle gündeme geldi. Yer, protestolarıyla ünlü Ortadoğu Teknik Üniversitesi’ydi. (ODTÜ) Daha sonra kendi sitelerinden Dev-Gençli oldukları anlaşılan birkaç kız ve erkek öğrenci, önce başörtülü kızlara sözlü saldırıda bulundu, bununla yetinmedi ve ellerindeki, ‘ODTÜ’de cemaatçi istemiyoruz’ yazılı pankartlarla başörtülüleri kampüs dışına atmaya yeltendi… Oysa konuştuklarında demokrasi, eşitlik, halkların kardeşliğinden dem vuruyorlardı her seferinde! Peki ama onları böylesine radikalleştiren neydi? Belki de biraz gerilere, 30-40 yıl öncesine gitmek gerekiyor. 70’li yıllarda, örgüt liderleri ‘aynı zamanda’ birer üniversite öğrencisiydi. Biz onları hep bir militan olarak tanıdık, ‘öğrencilik’ yönleriyle neredeyse hiç tanışamadık. Türkiye Halk Kurtuluş Partisi-Cephesi’nin (THKP-C) kurucularından Mahir Çayan, üniversiteye adım attığı ilk gün elindeki bond çantasıyla diğer öğrencilerden pek de farklı değildi aslında. Okula hep, ‘grand tuvalet’ geliyordu. Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu’nun (THKO) kurucusu Deniz Gezmiş, ders başı yaptıkları ilk günlerde iyi bir avukat olmanın hayallerini kuruyordu belki de. Terör örgütü PKK’nın kurucusu Abdullah Öcalan, Siyasal Bilgiler Fakültesi’ne başladığı ilk yıllarda alnı secde gören bir öğrenciydi. Hizbullah terör örgütünün kurucusu Hüseyin Velioğlu da Siyasal Bilgiler Fakültesi’ne kayıt yaptırdığında radikal bir genç değildi şüphesiz… İllegal örgütler, dün olduğu gibi bugün de üniversiteleri, ‘bakir alanlar' olarak görmeye devam ediyor, yeni üyeler kazanmak için yoğun bir çaba sarf ediyor. Özellikle kayıt dönemleriyle birlikte okulların açıldığı ilk birkaç ay, öğrenci ve veliler için hayati önem taşıyor. Tam da böylesi bir zaman dilimine tevafuk eden sosyolog Dr. Necati Alkan'ın, Gençlik ve Radikalizm isimli kitabı hem öğrencilere hem de anne ve babalara yol gösterici bir nitelik taşıyor. 2000'den bu yana terör alanında çalışmalar yapan Alkan, zaman içinde bu alandaki en yetkin isimlerden bir tanesi haline geldi. Terör hadiselerine bir sosyolog penceresinden bakarak devletin son dönemlerde değişen yüzünü temsil etti. İllegal yapılarla baş etmede bilimsel yöntemlerin ne derece önemli olduğunu ortaya koyan son kitabı, Karakutu Yayınları'ndan çıktı. Terör ve terörizm kavramlarını bütün boyutlarıyla ele alan çalışmanın merkezinde lise ve üniversite talebelerinin olması da boşuna değil zira her yıl yüzlerce genç militan olarak devşiriliyor, sonu olmayan bir maceraya sürükleniyor. İşte Gençlik ve Radikalizm-Terör Örgütlerinde Kimlik İnşa Süreçleri isimli kitaptan dikkat çeken bölümler...Her örgütün bir insan kaynakları birimi var!Tüm örgütlerde, militanların çok büyük bir kısmını 14-25 yaş aralığı oluşturuyor. Mesela bu rakam DHKP-C'de yüzde 65'e tekabül ederken, dini motifli örgütlerde rakam yüzde 73'lere çıkıyor. Bu da gösteriyor ki sol-sağ ya da dini motifli illegal yapılar, militanların neredeyse tamamını gençlerden seçiyor.‘Gençler niçin radikalleşiyor?' sorusu belki de cevap aranması gereken en önemli başlıklardan. Yapılan araştır­malar, gençlerin ekonomik, sosyal, kültürel, siyasi ve psikolojik nedenlerden dolayı terör örgütlerine katıldıklarını gösteriyor. Örgütler, gençleri kazanmak için bu sorunları istismar ediyor, propaganda ve ajitasyon yapıyor...Gençlerin bütün zaafları rapor ediliyorGençler ergenlik dönemlerinde kendilerini değersiz görüyor ve güven­sizlik duygusu yaşıyor. Duyguları sürekli iniş çıkış gösterdiğinden çabuk seviniyor, çabuk üzülüyor ve birden sinirlenip olur olmaz şeyleri sorun yapabiliyor. Ana-babadan devlete varana kadar otoriteyi temsil eden herkese başkaldırma eğilimi taşıyabiliyorlar. Genç, bu dönemde aileden gerekli ilgiliyi göremezse terör örgütlerine sığınıyor.Yapılan araştırmalarda, gençlerin anne ve babalarından en büyük şikâyeti yetişkin yerine konmamak, anlayışsızlık, güvensizlik, baskıcı ve katı tutum ile sürekli çocuk yerine konmak olduğu görülmüş. Bir genç, aile ortamında kendine değer verilerek yetişkin yerine konmadığı için, kendine değer veren, yetişkin yerine koyan ortamları aramaya başlıyor.Örgütlerle yeni tanışan geçlerin aile yapıları, zaafları, irtibatta oldukları arkadaşları, ekonomik düzeyleri, dini, etnik ve kültürel kökenleri, fizyolojik, psikolojik ve sosyal ihtiyaçları hakkında raporlar tutuluyor. Örgütte bu işi yapanlar adeta bir insan kaynakları uzmanı gibi çalışıyor.Polis, aile, öğretmen ve din görevlileri ortaklaşa çalışmalıBireyler, grupla ters düşmemek, grup üyeleri tarafından alaya alınmamak ve hor görülmemek için uyma davranışı gösteriyor. Bireyler, ‘uyma' davranışı gös­terirken, grubun kendileri gibi düşünmeyeni dışlayacağı ve kabul etmeyeceğini düşünüyor. Yani illegal bir yapının çekimine giren genç kolay kolay geri dönemiyor.Örgütten ayrılanlara ya da ayrılmak isteyenlere bir aşağılama sözü olan 'dönek' ya da 'hain' damgası yapıştırılıyor. DHKP-C'nin ölüm orucu ve açlık grevlerini bırakan mensuplarına hitaben, örgüt dergilerinde yayınlanan, 'Tanıyın Bunları! Bunlar Sattı Yoldaşlarını!' isimli makaleler bu durumun en iyi örneklerinden.Gençlik, cesaretin çekingenliğe, macera isteğinin rahata, duyguların mantığa üstün geldiği anları yaşar. Öğrenme ve dinamizm çağındaki gençlik döneminde en etkin duygu otoriteden kurtulma duygusudur. İşte tüm suç türleri, özellikle de terör örgütleri bu dönemin özelliklerinden sınırsızca yararlanmak ister.Terörle mücadele alanında sadece ailelere değil, polislere, lise müdürlerine, müdür yardımcılarına ve rehber öğretmenlerine ve din görevlilerine büyük sorumluluk düşüyor. Herhangi olumsuz bir durumda gençlerin istikbali için vakit kaybetmeden harekete geçilmesi gerekiyor.‘Kitabı emniyet bastırdı iddiaları doğru değil’Gençlik ve Radikalizm kitabı raflardaki yerini alır almaz bazı gazete ve internet sitelerinde Emniyet Genel Müdürlüğü'nün isteğiyle böyle bir çalışmanın yapıldığı iddia edildi. Kitabın Gezi Parkı olayları sonrasında çıkması da bu iddialara dayanak olarak gösterildi, “Polis teşkilatı, bu kitapla eylül ayında çıkarılması planlanan eylemler için hazırlık yapıyor.” denildi. Edinilen bilgilere göre, kitabın böyle bir misyonu yok ancak bu çalışma emniyet teşkilatının dikkatini çekmiş olacak ki çok sayıda polis, Gençlik ve Radikalizm'i almak için sıraya girmiş hatta toplu siparişler verenler olmuş. Kitabı okuyan polisler, önümüzdeki dönemde terör örgütlerine karşı daha bilinçli hareket edeceğe benziyor. Bunun en güzel örneği, üniversite kayıtları sırasında kampüslere stant açanlar arasında bu yıl polislerin de olması. Dağıttıkları broşürlerle üniversiteli gençleri ve ailelerini uyaran emniyet teşkilatı, illegal sol grupların internet sitelerinde kendi paylarına düşeni aldı: 'Polis, kampüsten defol!' b.koseli@zaman.com.tr

Dönme dolap değil mülteci kampı!

$
0
0
İş dünyasında rekabet sınır tanımaz, özellikle de eğlence sektöründe. Şimdilerde dünyanın en büyük dönme dolapları ABD’nin Las Vegas kentinde yapılıyor.Mayıs ayında inşaatına başlanan Skyvu Las Vegas dönme dolabı önümüzdeki yıl dönmeye başlayacak! 25 kişi kapasiteli 40 ayrı vagondan oluşacak dönme dolabın yüksekliği ise yaklaşık 150 metre. İnşaatı yapan şirket Compass Investments’in ezeli rakibi Caesars Entertainment’ın ürettiği dönme dolap ise tam 167 metre olacak. Aynı anda bin kişi taşıma kapasiteli bu oyuncaklar, dönme dolaptan çok mülteci kampına benziyor.Ormanda 16 yılAilesi tarafından ormana bırakılan sonra da hayvanlar tarafından yetiştirilen çocuk hikayelerine Tarzan filmlerinden alışkınız. Lakin bu kez film değil gerçek bir hadise ile karşı karşıyayız. Tabii bir tek farkla... Sibirya’da Odzhan isimli erkek çocuğu ailesi tarafından 4 yaşındayken ormana götürüldü ve burada anne-babası dışında kimseyle iletişim kurmadı. Odzhan 16 yıl sonra bir orman köyü yakınlarında bulundu. Zorlukla iletişim kurabilen 20 yaşındaki genç, birkaç ay önce ailesi tarafından terk edilmiş. Ormandaki tek odalı kulübede 16 yıl, dünyadan kopuk yaşayan Odzhan’ın bulunduğunda ilk sözü, “Şehir pis kokuyor, burada yaşamak istemiyorum.” olmuş. Buradan Sibirya’daki belediyelere duyurulur…‘En yaşlı’ ama şahidi yok!‘Dünyanın en yaşlı adamı’ unvanı, amcalar Hakk’ın rahmetine kavuştukça el değiştiriyor. Son olarak Etiyopya’ya geçecek gibi. 160 yaşında olduğunu söyleyen Dhaqabo Ebba’nın iddiası ispatlanırsa ‘en yaşlı insan’ olarak rekorlar kitabına girecek. İtalyanların 1895’te Etiyopya’yı işgalini bile hatırladığını iddia eden Ebba’nın sağlığı da yerinde. Etiyopya devlet kanalı Oromiya TV’ye konuşan Ebba’nın yaşı doğrulanabilirse dünyanın en yaşlısı ve dünyanın gelmiş geçmiş en uzun yaşayan kişisi unvanlarına sahip olacak. Ancak ortada büyük bir sorun var. Yaşlı adamın doğum belgesi yok. Ve maalesef bu iddiasını ispatlayacak bir şahidi de!

Bitlis'ten Wembley'e Arafat'ın hikâyesi

$
0
0
Arafat 12 yaşında. Futbola Bitlis’te başladı. İstanbul’da beden eğitimi öğretmeni sayesinde Danone Uluslararası Kupası’na katılarak profesyonel futbola atıldı. Türkiye elemelerinde gol kralı oldu. Londra’da Türkiye’yi temsil eden takımda forvet oynadı. Şimdi Beşiktaş’ın altyapısında top koşturuyor.Daha iki yıl öncesine kadar Bitlis sokaklarında top koşturuyordu Arafat. Futbolcu olmanın hayalini kuruyordu ama bir halı sahada hiç top oynamamıştı. İstanbul’a taşınınca futbolcu olma hayalini gerçekleştirebileceğini ümit ediyordu. Babası işsizdi ve 12 yaşındaki Arafat, ailesine destek olmak için hafta sonları tekstil atölyesinde çalışıyordu. Danone Uluslar Kupası’na katılmak isteyen okul takımına seçilmesiyle hayalini gerçekleştirecek fırsatı yakalamıştı. İstanbul elemelerini geçip, ülke finalinde şampiyon olunca Türkiye’yi İngiltere’de temsil etme hakkı kazandılar. Londra’nın dünyaca ünlü Wembley Stadı’na giden, okul takımından Beşiktaş’ın altyapısına seçilen golcü Arafat Akgün, hâlâ yaşadıklarına inanamıyor: “İki yılda hayatım değişti. İngiltere’de ülkemizi temsil ettik. Zidane ile tanıştık.”Bir insanın hele de ihtiyaç sahibi bir ailenin çocuğunun hayatı iki yılda nasıl değişir? İşte Arafat Akgün’ün hikayesi buna en iyi örneklerden. Arafat, 7 kişilik ailenin en küçük ferdi olarak 2001’de Bitlis’te dünyaya gelir. Çocukluğu yokluk içinde geçer. Hiçbir zaman top oynayacağı bir spor ayakkabısı olmaz. Geçim derdi yaşayan aile İstanbul’a göçmeye karar verir. Baba sürekli bir iş bulamaz ve ailenin yükü ağabeydedir. Sultanbeyli Hasan Ali Yücel İlköğretim Okulu 6. sınıf öğrencisi Arafat da hafta sonları tekstil atölyesinde çalışarak ayda 200 TL kazancı ile ailesine destek olur. Arafat, taşındıktan sonra uzun süre top oynayamaz. Geçen yaz okul takımı için seçmelerin yapılacağını öğrenir. Beden eğitimi dersi hocaları Danone Uluslar Kupası’na katılmak için bir takım oluşturmak için kolları sıvamıştır. Arafat, sınıflararası turnuvada öğretmeni Ergin Kubatlıoğlu’nun dikkatini çeker ve takımın forveti olur. Hafta içi takımla hazırlanır, hafta sonu tekstilde çalışır.Hasan Ali Yücel İlköğretim Okulu, İstanbul seçmelerinde 480 takım arasında üçüncü olarak Türkiye finalinin yapılacağı Antalya’ya gitmeye hak kazanır. Antalya’da 96 takımın katıldığı seçmelerde birinciliği elde eder ve 13 kez fileleri havalandıran Arafat, gol kralı olur. Okul, bu başarısı ile Türkiye’yi İngiltere’nin Wembley Stadı’nda dünya finalinde temsil etme hakkı kazanır. Bu arada Arafat, Antalya’daki performansı ile Beşiktaş’ın altyapısına seçilir. Geçen hafta turnuvanın yapıldığı Wembley Stadı’nda 32 ülke arasında iyi bir derece elde etmek için mücadele veren Arafat’ın takımı 28’inci olur. Burada da takımın 9 golünden 5’ini atarak iyi bir forvet olacağını gösterir.Bitlis’te top oynarken futbolcu olmayı çok istediğini anlatan Arafat Akgün, bu isteğinin gerçekleşiyor olmasına hâlâ inanamadığını söylüyor: “Bitlis’teyken bir gün Londra’ya gideceğim aklımdan bile geçmezdi. Burada farklı ülkelerin takımları ile maç yaptık. Ülkemizi temsil ettik. Dünyaca ünlü futbolcu Zinedine Zidane ile fotoğraf çektirdik.”Takımın bu başarıyı sağlamasında büyük emeği olan okulun beden eğitimi öğretmenlerinden Ergin Kubatlıoğlu da, futbola meraklı ve yetenekli öğrenciler sayesinde Türkiye şampiyonu olduklarını söylüyor. Büyük bir organizasyona katıldıklarını İngiltere’ye geldiklerinde anladıklarını ifade eden Kubatlıoğlu, şöyle konuşuyor: “Takım olarak çok başarılı bir derece elde edemedik ama çocuklar güzel bir tecrübe edindi. Maç sonuçları yerine turnuvanın öğrencilere kazandıkları bizim için daha önemliydi. Bu yaş grubunda her çocuğun yaşaması gereken arkadaşlığı, paylaşmayı, dostluğu ve sporun önemini anladılar. Takıma seçilen bütün öğrencilerin hayatı değişti. Şimdi hepsi hayata daha sıkı tutunup hayallerine ulaşacakları konusunda daha umutlular.”Danone Türkiye seçmelerine 100 bin çocuk katılıyorBu yıl 14’üncüsü düzenlenen Danone Uluslar Kupası’na 32 ülkeden 400 küçük futbolcu katıldı. İngiltere’nin başkenti Londra’daki efsane Wembley Stadyumu’nda düzenlenen organizasyon, 4-7 Eylül tarihleri arasında yapıldı. 10-12 yaş grubu öğrencilerin katıldığı turnuvada Türkiye’yi Hasan Ali Yücel İlköğretim Okulu temsil etti. Minik öğrencilerin 28’inci olduğu turnuvanın şampiyonu finalde Brezilya’yı penaltılarla geçen Fransa oldu. İki defa FIFA tarafından yılın futbolcusu seçilen Zinedine Zidane, hamiliğini üstlendiği turnuvada Fransa’nın kupasını verdi. Danone Türkiye Genel Müdür Yardımcısı Adnan Çavuş organizasyonun Türkiye ayağında okulların çok büyük bir ilgisi olduğunu söylüyor. Organizasyonu Danone, Milli Eğitim Bakanlığı ve Gençlik ve Spor Bakanlığı ile düzenledikleri bilgisini veren Çavuş, şunları söyledi: “10-12 yaş grubuna yönelik dünyadaki tek organizasyon bu. Çok değerli bir faaliyet. Bu sayede Türk futboluna önemli katkı sağladığımızı düşünüyoruz.”Fenerbahçeli Salih Uçan, Danone Kupası’nda keşfedildiFutbol kulüplerinin de yakından takip ettiği Danone Uluslar Kupası’ndan yıldız futbolcular da çıkıyor. Fenerbahçe’nin gelecek vaat eden oyuncusu Salih Uçan bunlardan birisi. Muğla’da beden eğitimi hocası tarafından keşfedilen Salih’in kupaya katılması Fenerbahçe’nin dikkatini çeker ve altyapıya seçilir. Aydın Yılmaz, Recep Niyaz ve Necip Uysal da bu turnuvada göze batan ve büyük takımlarda top koşturan oyuncular. Hasan Ali Yücel İlköğretim Okulu’ndan da bu yıl Arafat Akgün ve kaleci Eren İlhan Beşiktaş altyapısına seçilirken, Murat Akar, Ethem Maral, Serkan Sekmen ve Yavuz Selim Saraç Fenerbahçe altyapısına alındı.

O gerçek bir Kral’dı

$
0
0
Türk futbolunun gelmiş geçmiş en büyük golcülerinden biri olarak gösterilen ve Taçsız Kral olarak anılan Metin Oktay’ı, 22 yıl önce 12 Eylül’ü 13’e bağlayan geceyarısı, bir trafik kazası sonucunda kaybetmiştik. Attığı gollerin yanı sıra centilmenliğiyle de sadece Galatasaraylıların değil bütün Türkiye’nin sevgilisi olan Metin Oktay, sarı kırmızılı kulübün taraftarının artmasında da çok büyük rol oynamıştı.Türk futbol tarihine adını altın harflerle yazdırmış biri Metin Oktay. Galatasaray ve Milli Takım’da attığı gollerle milyonların sevgilisi olmuş bir kral... Golcülüğünün yanısıra efendiliğiyle de sadece Galatasaraylıların değil bütün Türkiye’nin sevgilisi olmuş bir adamdı. Aynı zamanda tam bir erkek güzeliydi ve Yeşilçam bunu değerlendirebilmek için ‘Taçsız Kral’ adlı bir film yaptı. Atıf Yılmaz’ın yönettiği film, anlaşılabilir nedenlerden dolayı pek başarılı sayılmazdı ama bizlere Metin Oktay’dan birşeyler kalmasını sağladığı için gönlümüzdeki yeri ayrıdır.Aramızdaki bağ, okumayı yeni öğrendiğim zamanlarda, gazetelerde onun attığı gollerle ilgili haber ve fotoğrafları görmemle başlar. 1958 yılında Kastamonu’nun Bozkurt ilçesinde başlayan ilintimiz, 18 Aralık 1960’ta İstanbul’un Halıcıoğlu semtinde oturduğumuz sırada onun için yediğim bir sopayla güçlenmiş sayılır mı? O gün Galatasaray ezeli rakibi Fenerbahçe’yi 5-0 yenerken, Metin Oktay sakat çıktığı maçta tam 4 gol atmıştı. Ben de bu golleri anlatan radyonun sesini sonuna kadar açıp mahalleyi rahatsız etmiştim. Sopanın nedeni buydu.Tabii bundan önce ağları yırtan gol olayı var ki, bugün Türkiye’de futbolla uzak yakın ilgisi olup da bundan habersiz biri bulunabileceğini pek aklım almaz… Türkiye 1. Ligi’nin ilk yılının finalindeki birinci maçta Galatasaray ezeli rakibini 1-0 yenerken, Metin Oktay’ın Özcan Arkoç’un kalesine attığı golün ağları yırtması bugün hâlâ konuşulan bir konudur.İtalya dönüşü 1962-63 sezonundan itibaren onu sürekli seyredebildim. O yaşlarda maçlara girecek param yoktu ama ne gam! İkinci yarıda kapılar açılır ve o kadarı da bize yeterdi. Bugün insana rüya gibi gelen pek çok maçı ve o dönemin büyük yıldızlarını beş kuruş ödemeden izleyebilmiştim…Metin Oktay’ın İzmirspor’dan Galatasaray’a gelişi son derece ilginçtir. Teknik direktör Gündüz Kılıç yanındakilerle birlikte onu izlemeye gider ve maçın daha 20. dakikasında “Bu mu o kadar övdüğünüz çocuk!” diye öfkeli biçimde stadı terkeder. O dönemlerde teknik adamlar böyle numaralar da yapmak zorundaymış demek ki… Gerçekte Baba Gündüz. uzun yıllar birlikte çalışacağı Metin’i çok beğenmiş ve hemen transfer edilmesini istemiştir.‘Bizi sevenleri üzmeyelim baba’ Sarı Kırmızılı takımda attığı gollerle ülkenin en tanınmış kişilerinden biri olan Metin Oktay’ın 27 Mayıs darbesi sonrasında, askerliğini eksik yaptığı gerekçesiyle hapse girmiş olması çok ilginç bir olaydır. Hesapça Kral, 8 gün eksik askerlik yapmıştır ve bunun için 45 gün hapis yatması gerekecektir. Bunu, askeri yönetimin bir güç gösterisi olarak değerlendirenler yanılmıyor olsa gerek… Hapisten çıkışının ertesi günü oynadığı Karagümrük maçında 2 gol atması da Metin Oktay efsanesinin kilometre taşlarından biri olacaktır.Kral’ın futbol hayatındaki ilginç olaylardan biri ilk eşi Oya Sarı’nın ısrarla İzmir’e dönme isteğidir. Bunun için İzmirspor kulübü önemli miktarda parayla kendisine teklifte bulunur. Kral, gönülsüzdür. Sonunda iş o kadar büyür ki Oya Hanım, “Ya ben ya Galatasaray!” deme noktasına gelir. Kral’ın seçimi Sarı Kırmızılı forma olur. Arada Galatasaray taraftarlarının onun gitmemesi için para toplamaları gibisinden müthiş gelişmeler yaşanır.Kuşkusuz ki Fenerbahçe de onu almak istemiştir ve bununla ilgili kendisine yapılan astronomik öneri karşısında Sarı Lacivertli kulübün efsanevi yöneticilerinden Müslim Bağcılar’a yanıtı bugün pek çok taraftar platformunda dolaşan bir slogandır: “Bizi sevenleri üzmeyelim baba!”Adının Galatasaray’la bütünleşmesinde ve adının bugün hâlâ tribünlerde bir bayrak gibi dalgalanmasında buna benzer durumların önemli bir payı vardır. Teknik adamlık ve yöneticilik dönemlerinde geleceğin efsane isimlerini Cim Bom’a kazandırmaya çalışır. Başardığı Fatih Terim’dir ama Cemil Turan’ı elinden kaçırmış, akrabası Fethi Heper’in de Eskişehirspor’da kalma isteğine saygı göstermiştir.Gollerin ve rekorların adamı 1961-62 sezonunda rekor ücretle gittiği Palermo’da mutlu olamayıp kısa sayılabilecek sürede geri dönmesi, onun futbol hayatının buruk bir sayfasıdır. Ancak dönüşte fırtına gibi esecektir. 1962-63’te oynadığı 26 maçta attığı 38 golle tam 25 yıl kırılamayan rekor oluşturması ve 1969’da bırakana kadarki başarılarıyla Metin Oktay, Sarı Kırmızılı kulübün taraftar sayısının artmasında büyük katkıda bulunmuştur.Oynadığı 20 Avrupa Kupaları maçında attığı 15 gol geçen sezona kadar oransal bir rekordu, Burak Yılmaz olağanüstü başarısıyla bunu ele geçirdi. 38 gollük rekorunu 25 yıl sonra -biraz da yadırganacak biçimde- kıran Tanju Çolak’a Ali Kırca’nın isteği üzerine verdiği krallık tacı ise yürek burkucu bir tatsızlık olarak yaşanmıştır.1969 yılında takımı şampiyon ve kendisi de gol kralı olarak futbolu bırakan Metin Oktay’a başka hiçbir futbolcuya nasip olmayan jübile yapılmış, bu unutulmaz futbolcunun uğurlanması İstanbul ve İzmir’deki karşılaşmalarla, şanına yakışır bir şekilde olmuştur. Ankara’da da bir maç planlanmış ancak o dönemdeki yoğun program nedeniyle gerçekleştirilememiştir.İstanbul’da yapılan jübile maçında Galatasaray-Fenerbahçe 1-1 berabere kalmış, İzmir’de ise Göztepe, Galatasaray’ı 1-0 yenmiştir. İstanbul’daki jübilenin en ilginç yanını ise Metin Oktay’ın kısa bir süre Fenerbahçe, Can Bartu’nun da Galatasaray formalarını giymesi oluşturmuştur. Böylece, iki takımın taraftarlarının belki de en büyük özlemlerinden biri, simgesel olarak yerine gelmiştir.Henüz 33 yaşındadır ve tribünlerin sevgisinden uzak kalmak ona epeyce zor gelecektir. Denilebilir ki sonrasındaki hayatını tümüyle bir hüzün destanı gibi yaşamasının temel nedeni budur. Hatta futbola dönmeyi bile düşünür ama Necmi Tanyolaç büyüğümüzün efsanevi “Bir Kral Palyaço Olamaz” başlıklı yazısı bunu önler.O, herşeyiyle gerçek bir kraldır ve sonsuza kadar da öyle kalacaktır.Milli Takım’da 19 gol attı1936 yılında İzmir’de doğan Metin Oktay, Damlacık kulübünde futbola başlamış, Yün Mensucat takımından sonra geçtiği İzmirspor’da kendini göstererek genç milli takıma yükselmiştir.1955 yılında Galatasaray’a gelen Metin Oktay, İtalya’nın Palermo takımına transfer olduğu 1961-62 sezonu dışında sürekli sarı kırmızılı formayı giymiştir.Daha İzmirspor’da oynarken attığı 17 golle İzmir Profesyonel Ligi gol kralı olan Metin Oktay, ondan sonraki yıllarda da bu unvanı nadiren başkalarına kaptırmıştır.Metin Oktay kral olamadığı yıllarda da çok sayıda golle listenin hep ilk sıralarında yer almış, toplam 608 golle bir rekorun sahibi olmuştur. 1.Lig tarihinde de 217 golle en çok gol atan oyuncular arasındadır.Metin Oktay, 36’sı A, 4’ü de genç olmak üzere Milli Takım formasını 40 kez giymiş, 7 kez kaptanlık yaparken, 19 gol atmıştır.Metin Oktay Avrupa Kupaları’nda en çok gol atan Türk futbolcusu unvanını uzun süre korumuştur. Oynadığı 20 maçta attığı 15 gol geçen sezona kadar oransal bir rekor durumundaydı. Avrupa Kupaları’nda bir Türk takımının ilk golünü atan da odur. Kral’ın 10 Haziran 1959’da Fenerbahçe kalesinin ağlarını yırtan golü, Türk futbol tarihine geçen büyük olaylarından biridir.Metin Oktay, Türkiye’deki Galatasaray sevgisinin büyümesinde çok önemli bir rol oynamıştır. İslam Çupi’nin nitelemesiyle İnönü Stadı’nın kapalısında iki direk arasına sığacak sayıdaki Galatasaray taraftarı, onun döneminde çığ gibi büyüyüp milyonları bulacaktır.1965 yılında “Taçsız Kral” adlı bir filmde de rol alan Oktay, futbol yaşamı boyunca sadece 1 kez oyundan atılmıştı. Ona da Fenerbahçeli Yılmaz Şen’in tahriki neden olmuştu.Büyük bir golcü oluşunun yanısıra, efendi ve sportmen kişiliğiyle de Türk futbolseverlerinin sevgilisi olan Metin Oktay, futbolu bıraktıktan sonra yine futbolla ilgili çeşitli işler yaptı. Sarı Kırmızılı kulüpte yönetici ve menajer olarak görev yapan Oktay’ın son işi, futbol yorumculuğu idi. Oktay, Galatasaray ve Bursaspor’da teknik adam olarak da görev yapmıştı.Metin Oktay’ın gol krallığı listesi:1955-56 İstanbul Profesyonel ligi 18 golle,1956-57 İstanbul Profesyonel ligi 19 golle,1957-58 İstanbul Profesyonel ligi 19 golle,1958-59 İstanbul Profesyonel ligi 22 golle,1959 Türkiye ligi 11 golle,1959-60 Türkiye ligi 33 golle,1960-61 Türkiye ligi 36 golle,1962-63 Türkiye ligi 38 golle,1964-65 Türkiye ligi 17 golle,1968-69 Türkiye ligi 17 golle.Gündüz Kılıç ile sahadan çıkarken.Kaptan Metin Oktay.Metin Oktay ve Ajda Pekkan ‘Gol Kralı’ adlı filmin bir sahnesinde.jübile davetiyesi.Jübilede forma değiştirirken.Transfer parasını alırkenAntremana hazırlanırkenGündüz Kılıç ve Metin Oktay

Ürdün çölünün zoraki misafirleri

$
0
0
Arap Baharı’nın etkisiyle 2011’de Suriye’de başlayan olayların üzerinden neredeyse iki buçuk yıl geçti. Bu süre zarfında Birleşmiş Milletler raporuna göre 93 bin kişi hayatını kaybederken yüz binlerce Suriyeli de ülkelerini terk etmek zorunda kaldı.Esed yönetiminin geçtiğimiz ay kimyasal silah kullanmasıyla uluslararası kamuoyunda Suriye’ye müdahale konusu tartışılmaya başlandı. Ülkelerini terk eden Suriyeli mültecilerin büyük bir kısmı bu gelişmeyi umut verici olarak nitelendiriyor. Ürdün’de bulunan ve dünyanın en büyük ikinci mülteci kampı olarak nitelendirilen Zaatari Kampı’nda da hareketlilik yaşanıyor.Ürdün hükümeti her ne kadar Zaatari Kampı’nda mültecilere iyi bir ortam oluşturmaya çalışsa da, 120 bin insanın bir arada yaşadığı, taşıma suyla temizliğin sağlanabildiği çöl iklimine sahip bölgede bu çok zor. Bir senedir eşi ve dört çocuğuyla kampta yaşadığını söyleyen Ebu Ahmed el Huseyin, ‘’Evimiz Dera’da ve şimdi orası Özgür Suriye Ordusu’nun elinde ama döndüğümüzde ne ile karşılaşacağımızı bilmiyoruz. Kampta hayat çok zor. Burada perişan haldeyiz. Evimizi özledik. Gitmek mi yoksa kalmak mı zor bilmiyorum.’’ diyor. Bir taraftan birçok Suriyeli, evleri Özgür Suriye Ordusu’nun kontrolündeki bölgede olsa bile, hava saldırısından zarar görme ihtimali nedeniyle kampa gelmeye devam ediyor. Bununla birlikte her türlü riske rağmen ülkesine dönen çok sayıda aile de var. Ayrıca birçok Suriyeli genç ise rejim güçlerine yapılacak olası bir müdahaleye karadan katılabilmek için Özgür Suriye Ordusu’na katılmaya gidiyor.

Dünyevî aşktan, İlahî aşka

$
0
0
Yeni sezonda vizyona girecek filmlerden biri Aşk-ı Suzan. Yönetmen Murat Tüter, ana teması dünyevi bir aşktan İlahi aşkı bulmak olan filminde, çok tüketilen iki kavramı ‘aşkı' ve ‘tasavvufu' alışılmışın dışında bir şekilde anlatıyor.Yaz bitiyor ve yeni filmler yavaş yavaş görücüye çıkıyor. Sessiz sedasız çekilen, gösterime girmek için uygun takvimi bekleyen bir hayli film var. Onlardan biri Murat Tüter'in yönettiği Aşk-ı Suzan. Film, bir derviş ile Musevi kızın aşk hikâyesini anlatıyor. Tasavvuf dilinde "Rüya-yı Sadıka" denen bir rüyayla başlıyor hikâye. Halveti dervişi rüyasında sürekli aynı kadını görüyordur. Bir gün konuyu şeyhine açar. Şeyh, "Rüyanda gördüğün kızın peşinden git, Allah aşkının nasıl bir şey olduğunu anlamak istiyorsan, o kızdan geçiyor.” der; derviş, kızın peşine düşer ama onu sürprizler karşılar. Kız hem farklı bir inanca sahip, hem de gebedir. Derviş, çıkmaz sokakta doğru yolu bulmaya çalışır.İki farklı zamanda geçiyor hikâye. Bugün ve 20 yıl öncesinde. Musevi kızın dünyaya gelen oğlunun gözünden aktarılıyor her şey. Travmalarla boğuşan çocuk bir gün annesinin odasında bir fotoğraf buluyor, onu babası zannedip bıçaklıyor, sonradan işin aslını öğreniyor. Makara 20 yıl öncesine sarıyor ve yukarıda değindiğimiz aşk hikâyesi gün yüzüne çıkıyor. Flashbacklerle geçmişe gidip gelen seyirci, bugünlerde su ve ekmek gibi ihtiyaç duyduğumuz iki farklı kültürün beraber yaşama azmine, hoşgörüsüne tanıklık ediyor.İnsanlar kendilerini iyi hissettiren her şeye aşk diyorYönetmen Murat Tüter'in yıllar evvel ziyaret ettiği bir tekkede film fikri aklına düşmüş. Bir şeyhin dervişine, “Bir kadına âşık olmayı bilmeyen Allah aşkını bilemez.” dediğini, bunu tasavvufla açıklayıp menkıbelerle desteklediğini duymuş. Bu söz çok hoşuna gitmiş Tüter'in. Mecazi aşkın İlahi aşka yelken açmakta önemli bir vesile olduğunu düşünerek filmi kurgulamış. Onu kamera arkasına sürükleyen iki neden var: Birincisi toplumun farklı kutuplarını birleştiren ve beraber yaşamaya teşvik eden umut dolu hikâyelerin azlığı. İkincisi aşk kavramının içinin boşaltılması: “İnsanlar kendilerini iyi hissettiren her şeye ‘aşk' diyor. Bunu çok kolay tüketiyoruz. Mum ışığında yemek yemek, tek taş yüzük almak vb. dayatılan, gelip geçici şeyler. Hâlbuki aşk böyle olmamalıydı. Mesnevi'de, tasavvuf kitaplarında geçen aşk böyle değil. Bu kadar basit olmamalı. Bu algıyı sinema filmiyle sorgulatmak istedim. Toplumu ayrıştıran değil, birleştiren bir hikâye üzerinden yapmak çok anlamlıydı.”TEKKE BULMAK KOLAY OLMADIFilmin başrolünde çok kültürlülüğün başkenti İstanbul var. Hikâye iki farklı zamanda ilerlediği için mekân tercihleri de ona göre yapılmış. Malum, İstanbul çok çabuk değişen bir şehir, 20 yıl öncesi atmosferini oluşturmak kolay değil. Bunun için İstanbul'un hiç değişmeyen mekânlarını kullanmış Tüter: “Karagümrük, Edirnekapı, Balat'ın taşlı sokaklarına girdiğinde bile yine bir çanak antenle karşılaşıyorsun. Dönem atmosferini oluşturacak mekânları bulup kullandık. Doku, fon olarak bir sıkıntı yaşamadık. Ömer Hayyam, Yıldız Parkı, Taksim, Cihangir'de çekimleri yaptık.” Film, dervişin hayatına odaklandığı için onun yaşadığı atmosferi yakalamak için bir hayli çaba sarf edilmiş. Ekibi en çok zorlayan derviş ve şeyhinin sahnelerini çekecek tekkeyi bulmak olmuş. Bunun için bir hayli mesai harcamışlar: “Tekkeler müze olduğu için çekim yeri sıkıntısı yaşadık. Vakıf üniversitesinin yerleşkesinde olan Yenikapı Mevlevihanesi'nde çekim yaptık. 23 Nisan'a ve hafta sonuna denk getirdik ki rahat çalışalım. Diğer türlü o da mümkün olmayacaktı. Dervişlerin olduğu hücrelere giremedik. Çok basıktı ve ışığı iyi değildi.

Uzakdoğu’nun bize yakın tarafı: Güney Kore

$
0
0
Güney Kore ve Türkiye, aradaki binlerce kilometre mesafeye rağmen birbirine ilginç şekilde yakın iki ülke. Biz de aradaki dostluk lafta kalmasın diye Kore’yi gezdik. Gördüklerimizi meraklıları için derledik…Güney Kore’yle Türkiye’nin yarım yüzyılı aşan dostluğu, son yıllarda her iki ülkede de düzenlenen kültürel etkinliklerle pekişerek devam ediyor. Bizde Kore ilk olarak sineması ve dizileriyle akıllara gelse de ya da Koreliler Türkleri savaş dönemindeki destekleri nedeniyle kan kardeşleri olarak bilseler de iki ülke arasındaki bağ bunun çok ötesinde. On bin kilometre ötedeki Kore’yi her şey uzaktan göründüğü gibi mi diye dolaştık, Türk’ün böyle karşılandığı başka bir ülke daha aklımıza gelmedi…Kiraz çiçekleri eşliğinde tapınak ziyaretiModern ve geleneksel arasında kendince bir denge yakalamayı başaran Kore’de, inançlar oldukça çeşitlilik arz ediyor. Yuvarlak hesapla nüfusun yarısını bir dine mensup olmayanlar, çeyreğini Budist, diğer çeyreğini ise Hıristiyanlar oluşturuyor. Kilise sayısı yıldan yıla artsa da ziyaretçilerin gözdesi hâlâ Budist tapınakları. En çok ziyaretçi çeken tapınak ise Toham Dağı’nın eteklerindeki Bulguksa Tapınağı. Kore Budizm’inin merkezi kabul edilen Bulguksa, UNESCO Dünya Kültür Mirası Listesi’nde de yer alıyor.Aslında Kore’yi ziyaret etmek isteyenler için en uygun zaman, nisan ayının ilk iki haftasına denk gelen, kiraz çiçeklerinin dökülme mevsimi olan Sakura dönemi. Kiraz çiçekleri çok kısa bir süre görülebildiği ve daldan düşmeleri muhteşem bir doğa olayı kabul edildiği için festivallerle kutlanıyor. Biz bu dönemi kaçırmış olsak da, Sakura dönemi dışında da kiraz çiçeklerinin izlerini pek çok yerde görmek mümkün oldu. Budizm’de insan hayatının gelip geçiciliğini ve yaşlanıp elden ayaktan düşmek yerine en güzel dönemde inzivaya çekilmeyi sembolize ettiği için kiraz çiçeği yaygın bir motif olarak kullanılıyor.Saraya sırtını verince…Başkent Seul, Korecede de başkent anlamına geliyor. Şehir içinde gezerken, modern binaların arasında birçok sarayla karşılaşıyorsunuz. Özellikle şehrin merkezinde yer alan Gyeongbokgung Sarayı’nın önünde her saat geleneksel kostümlerle eski Kore askerleri gösteri düzenliyor. Ayrıca Türkiye’de dikkate değer bir hayran kitlesine sahip olan ve uzunca süre TRT’de yayınlanan tarihi Kore dizilerinin de bu sarayda çekildiğini öğreniyoruz. Ön taraftaki meydanda ise bundan neredeyse 600 yıl önce yaşamış ünlü Kral Sejong’un devasa bir heykeli var. Kâğıt paralar üzerinde resimleri basılan Sejong’un sevilen bir lider olmasının yanı sıra, halk okuma yazma öğrenebilsin diye Koreceyi Çin alfabesinden kurtarıp basitleştiren isimmiş. Hatta basitliği nedeniyle Uzakdoğu’da Koreceye tuvalet lisanı deniyor.Koreli de asker doğuyorSovyetler Birliği ve Amerika’nın kararıyla bir gecede ikiye bölünen Kore’nin, aynı ırka, ortak dile ve hafızaya sahip iki düşman ülke doğurmasının üzerinden 65 yıl geçmiş durumda. Burada Güney’in Kuzey’le birleşmesini isteyip istemediklerini sorduğumuz gençler, birleşmeye pek de sıcak bakmadıklarını söylüyor. Çoğu için Kuzey Kore, akrabaları orada olsa bile, herhangi bir yabancı ülkeden çok da farklı değil. Üstelik hiçbir şeyini bilmedikleri, sadece hakkında ürkütücü söylentiler duydukları yabancı bir ülke... Bu nedenle savaş sonrasında iki ülkenin esir askerleri takas ettikleri Özgürlük Köprüsü ve köprünün sonunda, Güney ve Kuzey’in birleşmesi yönündeki temennilerin yazılıp asıldığı duvar, gençlerden ziyade yaşlı Korelilerin ve barışsever turistlerin ilgisini çekiyor. Kuzey’in gözetlenebileceği tek yer ise biraz daha yüksekte bulunan bir lise binası. Buraya girişte, minik bir Kuzey Koreli asker maketi dikkat çekiyor. Erkeklerin 11, kızların 7 yıl zorunlu askerlik yaptıkları Kuzey tarafında, askerliğe başlama yaşının 16 olduğunu öğreniyoruz. Kuzey Kore kadar değilse de Güney’de de askerlik şartları pek hafif sayılmaz. Erkekler, okusalar da okumasalar da 18 yaşında askere alınıyor ve 2 yıl zorunlu askerlik yapıyorlar. Asker maketinin üzerinde ise buradaki öğrenciler için ‘Kuzeyli askerlerin boyu ortalama bir buçuk metre. Boy ölçüşmek ister misiniz?’ yazılmış. Temelinde korku olsa da Güney Kore, gençlerine her fırsatta düşmandan üstün oldukları mesajını vermekten geri kalmıyor. Aynı durum karşı taraf için de geçerli. Kuzey’de uzaktan da olsa görebildiğimiz binalarda aslında kimsenin oturmadığını, güç gösterisi için zamanında özel olarak inşa edildiğini, birkaç yıl öncesine kadar da karşıdan propaganda ve moral bozmaya yönelik ses yayını yapıldığını söylüyorlar.Şehitliğe uğramadan geçmeyinKore’de ziyarete değer bir başka yer ise Pusan şehrindeki anıtsal mezarlık. 1950 yılında başlayan Kore Savaşı, 16 ülkenin asker gönderdiği ve 3 milyon can kaybıyla dünya savaşlarının ardından en kanlı savaş kabul ediliyor. Bu nedenle Birleşmiş Milletler, hayatını kaybedenler anısına savaşın hemen ardından bu mezarlığı inşa etmiş. Burada yatan 2 bin 300 askerden 462’si Türkiye’den. Aslında savaşta verdiğimiz kayıp bini aşkın olsa da, bu sayı yalnızca naaşı bulunabilmiş Mehmetçiklere ait. Türkler Kore’ye ilk gittiklerinde diğer askerlere nazaran cılız bulundukları için önce yedekte tutulsalar da, gösterdikleri başarılarla ve halkla kurdukları yakınlık sayesinde buradakilerin özel bir saygısını kazanmışlar. Bu nedenle gittiğinizde mezarlık görevlileri tarafından haklı bir minnetle karşılanıyorsunuz. Mezarlık girişinde savaş sırasında çekilmiş fotoğraflar ve askerlerden kalma eşyaların yer aldığı anı salonu ile savaşa katılan her ülke için özel olarak hazırlanmış belgesel gösterimlerinin yapıldığı tören salonu da bulunuyor.Lahana turşusunun 200 çeşidi…Uzakdoğu mutfakları arasında en makul olanı Kore mutfağı olsa da damak tatları bizimkinden hayli farklı. Dolayısıyla bu ülkeye gidenler en çok karnını doyurmakta zorlanıyor. Korecede ‘yemek’ diye bir kelime olmaması, bunun yerine Korelilerin öğünler için bile pilav kelimesini kullanmaları (sabah pilavı, akşam pilavı...) zaten tabloyu ortaya koyuyor. Sofraların bir diğer olmazsa olmazı da ‘kimçi’… Lahana turşusunu andırsa da, kimçi Koreliler için çok daha fazlası demek... Yaklaşık 200 çeşidi olan bu yemek olmadan sofraya oturmak içlerinden gelmiyor. Kulvarları farklı olsa da sırf bu sebeple kimçi bizdeki ekmeğe tekabül ediyor. Ayrıca Koreliler yemeklerinde kırmızı eti de pek tercih etmiyorlar. Tarım ülkesi oldukları dönemlerde tarlalarda büyükbaş hayvanlarla çalıştıkları için onları iş arkadaşı olarak görüyor, bu nedenle kesip yemeye sıcak bakmıyorlarmış. Protein ihtiyaçlarını karşılamak için de deniz mahsulü tüketmeye dayalı bir beslenme alışkanlığı edinmişler. Sokaklarında kedi ve köpek görmenin de pek mümkün olmadığı Kore’de, özellikle et konusunda seçici olmak gerekiyor.Nasıl gidilir?Pronto Tur Pazarlama Müdürü Sarp Özkar, “Güney Kore ile geçmişe dayalı önemli bir dostluğumuz var. Dünyada Türklerin seyahat ederken belki de en çok ilgi ile karşılaştıkları ve sempati gördükleri ülkelerden biri Güney Kore. Bu nedenle turistik faaliyetlerimizi artırmak, Türk seyahatseverlerin bu güzel coğrafyayı keşfetmesini sağlamak için Pronto Tur olarak hazırlıklarımızı tamamladık. Direkt uçuşla gidilebilen Seul ve Tokyo şehirlerine Türk Hava Yolları tarifeli seferleri ile turlarımızı planladık. Dileyenler Güney Kore’de Seul’ün yanı sıra Pusan, şu an İstanbul’da Kültür Expo’su yapılan güzel şehir Gyeongju’nun da dâhil olduğu programımıza katılabilir, Japonya’nın Tokyo, Kyoto ve Osaka şehirlerini de keşfederek Uzakdoğu’nun bambaşka yüzü ile tanışabilir.” açıklamasında bulundu.

Yeni sistem öğrenci-öğretmen ilişkilerini olumsuz etkileyecek

$
0
0
Son yıllarda neredeyse her öğretim dönemine yeni bir sistemle başlıyoruz. Yarından itibaren sekizinci sınıflar, gelecek yıl da altı ve yedinci sınıflar, “Temel eğitimden orta öğretime geçiş” adı verilen bir uygulamaya tabi tutulacaklar.Bir de bu yama dikilecek milli eğitim bohçasına. Bakalım bu kez tutacak mı? Uzmanlara bakılırsa, öğrenciler kadar öğretmenleri de deneme tahtasına döndüren bu dalgalanmalar durulmayacak. Dalgaların eninde sonunda çarpacağı yer üniversiteler. O nedenle meseleye akademisyen gözüyle de bakmak istedim. Süleyman Demirel Üniv. Eğitim Fak. Dekanı Prof. Dr. Menderes Coşkun, yeni sistemin artı ve eksilerini bakın nasıl değerlendirdi. Milli Eğitim Bakanı, “sınav odaklı” eski sistemin yerine “sınıf odaklı” bir sistemi getirdiklerini söyledi. Bir yılda 12 merkezi sınav yapmak, bu iddia ile bağdaşıyor mu sizce?Sorular ders müfredatına göre belirleneceği için okul ve öğretmenin ön plana çıkacağı doğrudur. Soruların bizzat öğretmenin anlattığı konulardan seçilmesi okulu, öğrencileri sınava hazırlayan bir dershane haline getirecektir.Yeni sistem dersanelere olan ihtiyacı azaltacak mı yani?Yeni sınav sistem okullardaki öğretmenleri dersane hocası gibi yapacaktır. Bu bağlamda öğretmenlerin performansına göre dersane ihtiyacını azaltabilir. Ancak merkezi sınavlar, daha doğrusu bilgi ezberleme “yarışı” devam ettikçe, öğrenciler dersanelerden veya illegal öğretim yollarından yardım almaya devam edeceklerdir. Dersanelerde öğrenilen bilgi yanlış veya haram değildir.Sınavlar tek mi olmalı, çok mu? Hangisi daha yararlı olur çocuklara?İkisinin de kendine has fayda ve sorunları var. Mevcut sistemde öğrencilerin başarısı hafızalarındaki bilgi sayısı ile ölçülüyor. Hafızasında daha fazla bilgi taşıyanlar daha başarılı sayılıyor. Bu yanlış bir değerlendirme. Eğer sınavlardan maksadımız öğrencileri elemek veya onları sıralamak ise tek sınavlı değerlendirmeler daha sorunsuzdur. Zira hafızaya bilgi depolamak ve bu bilgileri uzun süreli hafızada taşımak zordur; her öğrenci bunun için yeterli imkân ve motivasyona sahip değildir.Ancak maksadımız, herhangi bir konuyu kısa bir zaman diliminde öğrenci tarafından öğrenilip öğrenilemediğini kontrol etmek ise o zaman çok sınavlı sistem daha mantıklıdır. Zira Tam Öğrenme Kuramına göre herhangi bir zihni sorunu olmayan herkes her bilgiyi uygun şartlarda öğrenebilme yeteneğine sahiptir. Yani mesela 6. sınıfta öğretilen bir konuyu öğrencilerin yüzde sekseni anlayabilir ve sınavda konuyla ilgili soruları çözebilir. Ancak bu öğrencilerin çoğu bu konuyu daha sonra unutur ve 8. sınıfta yapılacak bir sınavda ilgili soruları çözemez.Öyleyse ne yapmak gerekiyor?Bana göre sınavlar, eğitimin sonunda yapılmalıdır. Sınavların maksadı, herhangi bir dersle hedeflenen kazanımın ne ölçüde gerçekleşip gerçekleşmediğini ortaya çıkarmak olmalıdır. Meselâ altıncı sınıf, birinci dönem İngilizce dersinin maksadı, günlük konuşma dilini kullanmayı öğrenciye öğretmekse, bu eğitim bir bütün olarak verildikten sonra sınav yapılmalıdır ve dersin nihai hedefi veya amacı göz önünde bulundurularak sorular hazırlanmalıdır. Meselâ 7. sınıf matematik dersinin maksadı, bir konu zemininde öğrencilerin matematik zekâsını ortaya çıkarmak ise, ilgili konu bir bütün olarak iyice anlatıldıktan sonra sınav yapılmalıdır. Bu matematik konusunun gerektirdiği bütün formülleri, ezberleri, öğrenci yıllarca zihninde taşımamalıdır. Meselâ 7. sınıfta Türkçe dersinin maksadı öğrencinin hikaye yazma yeteneğini ortaya çıkarmak ve geliştirmek ise öğrenciye onlarca hikaye okutturulup yazdırıldıktan sonra, yani eğitimin sonunda merkezi bir yazılı sınav yapılmalıdır. Öğrenci kendisini daha hazır ve başarılı hissettiği zaman bu merkezi sınavlara tekrar tekrar girebilmelidir. En son alınan not esas alınmalıdır. Önemli olan öğrenciyi elemek değil onu eğitmektir çünkü. Sonuç olarak sınavlarda dersle hedeflenen bilgi ve becerinin ne ölçüde kazanılıp kazanılmadığı ölçülmelidir. Ara sınavlar ancak ana sınava hazırlık bağlamında, öğrenciye gidişatını gösterme maksatlı olarak yapılmalıdır. Çünkü ara sınav döneminde öğrenme süreci devam etmektedir, hedeflenen kazanım gerçekleşemez.Çok sınavlı sistemle öğrenci her an teyakkuzda olacak, işi son dakikaya bırakamayacak gibi geliyor bana.Doğru. Çünkü çalışma programı zamana dağıtılmış oluyor. Bu, çok önemli zira öğrencilerin çoğu yaşadığı anın ve aldığı derslerin önemini fark edemez. Birçok öğrenci çalışmak için sınav dönemini, yani son yılı ve hatta son ayları bekler. Üç yıldır koşan bir öğrenci ile son yıl veya son üç ayda koşan bir öğrenci arasında elbette fark olacaktır. Bu fark, zekâ ve yetenek farkı değildir; sorumluluk, imkân ve özellikle çevre farkıdır. Vaktini israf etmeyi zevk haline getirmiş bir arkadaş çevresine düşen bir öğrenci, ne kadar zeki olursa olsun, önce “genel sınavda”, sonra “hayatta” başarısız olacaktır. Bundan dolayı genç ve tecrübesiz insanlarımızı, kendi heva ve heveslerine bırakamayız.Ben kafayı, belki mesleğim gereği öğrencilere yöneltilecek açık uçlu sorulara taktım. Bu tip soruların düzenlenmesi kadar değerlendirilmesi de zor gibi geliyor bana. Ne dersiniz?Açık uçlu sınavlar ileriye dönük bir niyetten ibaret. Nasıl yapılacağına dair bir bilgi yok. Açık uçlu sınavların gerekçesinin beyan edilmesi, bu gerekçe üzerinde tartışılması gerekir. Öğrencilerin edebi ve etkili anlatım “yetenek”leri ancak yazılı sınavlarla ölçülebilir. Bu doğru. Ancak bilgi ölçümünde test sistemi daha adildir. ÖYS bu adaletin en doğru şahididir. Ana dili Türkçe olan herkes, bildiklerini yazabilir. Ancak yazarken kimisi kötü, kimisi edebi bir üslup kullanır. Sınavlar değerlendirilirken edebi üslup kullananlara daha fazla mı not verilecek? Hayır. Güzel ve etkili yazım için iyi bir eğitim gerekmektedir. Sınavları yazılı yaparak öğrencilerin yazma yeteneklerini geliştiremeyiz. Ezberi güçlü olan bir öğrenci, hocasının bilgilerini kelimesi kelimesine aktarabilir. Yazılı sınav daha fazla ezber demektir.Liselere yerleştirmede yıl sonu başarı notunun yüzde otuz oranında değerlendirmeye alınmasını nasıl karşılıyorsunuz?Doğru bulmuyorum. Zira her öğretmenin değerlendirme sistemi farklıdır ve birçoğunun ölçme-değerlendirme mantığı yanlıştır. Merkezi değerlendirme sisteminde, öğretmen notunun kısmen de olsa hesaba katılması durumunda, “notu kıt” olan öğretmenlerle öğrenciler arasına husumet girecektir. Baskılarla notunu yükseltmek zorunda kalan öğretmenler olacaktır. Bazı öğretmenler hislerini ve ideolojilerini notlarına yansıtabileceklerdir. Öğrenci, bir öğretmeninin psikolojisinin, ideolojisinin veya bilgisizliğinin kurbanı olabilecektir. Veya öğrenci başarısızlığının sebebi olarak bazı öğretmenlerini suçlayacaktır. Bütün bunlar öğretmen-öğrenci ilişkilerini olumsuz yönde etkileyecek; insanlar arasındaki bazı husumetlere gerekçe oluşturabilecektir.Ama zaten hâlihazırda bütün bu durumlar yaşanmıyor mu?Yanlışın yenisi de eskisi de yanlıştır.Yani yıl sonu başarı notu hiç mi dikkate alınmasın?Hiç alınmamalı. Yıl sonu başarı notu merkezi sınavlarla belirlenmelidir.Sınavların merkezi olarak yapılması öğretmen ve öğrenci ilişkilerini rahatlatır mı?Rahatlatır. Eğitimi verenle onu değerlendiren kişi ve kurumu ayırmak gerekir. Öğretmen öğrenciye bilgi ve donanım kazandıran, onu sınavlara ve hayata hazırlayan kişi olmalıdır. Ona düşük not veren, onu sınavlarla aşağılayan kişi olmamalıdır. Dershanelerdeki öğrenci-öğretmen ilişkisinin, okullara göre, daha saygın ve daha verimli olmasının sebebi, sınavların merkezi olmasında gizlidir. Sonuç olarak öğretmenin, öğrenciye not veren değil, merkezi bir sınavda başarılı olması için ona yardım eden, onu yetiştiren konuma yükseltilmesi gerekir.Yeni sistemle öğretmenler denetlenebilecek mi?Evet, merkezi sınavlar öğretmenin denetlenmesine de imkân tanıyacaktır. Aynı okulda eğitim veren iki Türkçe öğretmeninin başarıları ölçülecektir. Veya aynı sınıfa giren Matematik ve Fen öğretmenlerinin başarısı veya performansı değerlendirilecektir. Mesela bir öğrenci fizik sorularında başarılı, matematikte başarısız ise, muhtemelen sorun matematik öğretmenindedir. Ancak bütün bu faydalarına rağmen bu yeni sınav sistemi eğitim sisteminin asıl sorunlarını çözemeyecektir. Zira gerek ortaöğretimde gerekse yükseköğretimde ciddi bir misyon, zihniyet ve müfredat sorunu vardır.Zihniyet ve müfredat... Zurnanın zırt dediği yer!Zihniyet değişimi için öncelikle bilgi, amaç değil araç olarak görülmeli. Eğitim sistemi, Doğuda bilgiyi ezberleyen ve aktaran, Batıda ise bilgiyi üreten, işleyen, şekillendiren, faydaya dönüştüren bireyler yetiştiriyor. Doğulu öğrenciler hafızasını, Batılı öğrenciler aklını ve muhakemesini kullanarak başarılı oluyor. Ders kitaplarındaki bilgileri azaltıp çoğaltarak veya değiştirerek yapılan müfredat değişiklikleri faydasızdır. Şimdiye kadarki eğitim reformlarında ezber konuları değiştirildi ama ezberci ve aktarımcı mantık değiştirilemedi maalesef.Ben bunun en vahim sonucunu Türkçe derslerinde görüyorum. Öğrenciler, edebi eserlerin adını, yazarını ve konu özetini ezberliyor ama bir dilekçe bile yazamıyorlar.Haklısınız. Oysa Türkçe ve edebiyat derslerinden amacımız, öğrencinin fikrî veya edebî bir metni anlama, onun üzerinde düşünme, metni oluşturan kişinin zihniyetini fark etme, bilgi kaynağını tenkit etme, dili etkili ve doğru olarak kullanma olmalı. Bunun için öğrencilere önce roman, senaryo, hikâye, fıkra, deneme, şiir, eleştiri ve tanıtım yazıları okutulmalı, sonra öğrenciler okuduklarından hareketle kendi şiir, senaryo, masal ve hikâyelerini yazmalılar, yazdıklarını sözlü olarak sunmalı ve tartışmalılar. Böylece öğrencinin kendi zihnindeki birkaç bilgiyi metne dönüştürebilme, onu insicamlı bir şekilde sunabilme becerisi gelişecektir.Öğrenciye terim, tanım, tarih ezberletmek daha bilimsel ve saygın görünür fakat faydasızdır. Dil bilgisini, edebiyat, tarih ve terimlerini iyi bilen bir öğrencinin dili iyi kullanacağı faraziyesi tamamen yanlıştır. Nitekim Türkçenin grameri ile ilgili ciddi kitaplar hazırlamış olan birçok Batılı Türkolog, Türkçeyi konuşmaktan acizdir. Diğer yandan en başarılı Türk şair ve edipleri dilbilgisi terimlerini öğrenemeden vefat etmişlerdir.Kaldı ki vehamet Türkçe ve Edebiyat dersleriyle de sınırlı değil, hemen her derste öğrenciye tanım, terim ve bilgi ezberletiliyor.Maalesef bu çağda hâlâ ezberciliğe tumturaklı gerekçeler üretmekte ve bu gerekçelere inanmaktayız. Öğrenciye ikna edici bir maksadı olmadan matematik veya fizik konularını öğretmek bile vakit ve zihin israfıdır. Maksatsız veya klişe gerekçelerle öğrencinin hafızasına bilgi depolamak, onu bilgiden ve eğitimden nefret ettirmektedir. Hâlbuki öğrenci, meselâ matematik dersini, birkaç faydalı maksatla alabilir. Bu maksatlardan birisi hayatta herkesin bilmesi gereken matematik konularını öğrenmektir. Çevre, çap, oran vs. hesaplamaları gibi şeyler herhalde. Tabi bunlar benim bildiğim şeyler değil.Yine öğrenci, kendisinin matematik zekâsını, matematik bilgisi gerektiren alanlara yönelip yönelmeyeceğini belirleme maksadıyla, matematiğin belirli konularını öğrenmelidir. Bu maksatla alınan bir matematik dersi daha zevkli, daha işlevsel ve daha faydalı olur. Herkes matematik zekâsına sahip olduğunu göstermek için ilgili konuyu öğrenir herhalde.Merkezi sınavlarda kimin matematikle ilgili daha fazla ezber yaptığı, kimin matematik hafızasının daha geniş olduğu bulunmaya çalışılmamalıdır. Bunun yerine kimin matematik bilgisini farklı alanlarda kullanma ve geliştirme yeteneğine sahip olduğu belirlenmelidir.Yeni sistemde öğrencilerin sosyal, sportif, sanatsal alanlardaki yetenek ve meraklarının da değerlendirileceği belirtiliyor. Teorik olarak doğru da, uygulamada ne gibi sorunlar çıkabilir sizce?Bunlar güzel niyetler ve ifadeler. Yetenekler mümkünse ilköğretimde, değilse ortaöğretimde keşfedilmelidir. Sanat ve spor dersleri öncelikle öğrencilerin öz yeteneklerini ortaya çıkarma maksatlı olarak verilmelidir. Üçüncü sınıf sanatkâr ve sporcu yetiştirmeye gerek yoktur. Birinci sınıf sanatçı veya sporcu olamayacaklar ancak boş vakitlerinde eğlence olarak bu alanlarla ilgilenmelidirler. Herhangi bir dalda yeteneği ortaya çıkan öğrenciler, kendileri isterlerse, ilgili sanat veya spor okullarına gönderilmelidir. Bir kişinin uluslararası sanatçı ve sporcu olabilmesi için özel bir eğitim alması, küçük yaştan itibaren “bütün vaktini” ve “bütün zihnini” sanatına harcaması gerekir. Gerçekten insanlar farklı özelliklere, farklı zekâ türlerine, farklı ilgi alanlarına sahiptirler. Kimisi musikiye, kimisi spora, kimisi teknik konulara, kimisi sosyal bilimlere, kimisi fen bilimlerine daha yatkındır. Dünya çapında futbolcu, senarist, sanatçı vs. olabilecek bir öğrenciyi matematiği veya edebiyat tarihini ezberlemeyi sevmediği için okuldan ve hayattan uzaklaştırmak yanlıştır, bu kendi insan kaynaklarımızı heder etmektir. Eğitimde yetenek keşfi çok önemlidir. Sanatta, sporda, siyasette, bilimde vs. kendi dehalarını bulup yetiştiremeyen, onları koruyup kollayamayan milletler hep takipçi, taklitçi, alıcı, pazarlamacı olmaya mahkûmdurlar. Kendi öz yeteneklerini heder eden milletler gelişemezler.

[HAFTANIN ALBÜMLERİ] Leonard Cohen’in tüm şarkıları

$
0
0
Yazar, şair, söz yazarı ve efsanesi müzisyen. Bu sıfatlar yaşayan en önemli sanatçılardan Leonard Cohen’e ait. Dünyanın dört bir yanında milyonlarca hayranı bulunan yaşayan efsane Cohen’in ilk müzik yıllarından bugüne tüm stüdyo albümlerinin yer aldığı çok özel bir boxset Sony Music etiketiyle müzikseverlerle buluştu.Leonard Cohen’in başucu eseri olmuş 1967 tarihli Leonard Cohen ve 1969 tarihli A Room albümlerinden başlayarak sırayla Love And Hate, New Skin For The Old Ceremony, Death of A Ladies’ Man, Recent Songs, Various Positions, I’m Your Man, The Future, Ten New Songs ve Dear Heater albümleri The Complete Studio Albums Collection isimli tek bir boxset’te bir araya geldi. Leonard Cohen’in diskografisi niteliğinde, geçmişten günümüze müzikal bir yolculuk sunan bu boxset’te, sanatçının en beğenilen ve hafızalardan silinmeyen eserleri yer alıyor. Leonard Cohen hayranlarının arşivinde yer alması gereken bu çalışma, sanatçıyı keşfetmek isteyen müzikseverler için de biçilmiş kaftan.Emel Sayın pop söylüyorTürk sanat müziğinin sevilen ismi Emel Sayın, bir pop single ile karşımızda. İlk defa kendi tarzının dışına çıkarak pop şarkısı seslendiren Sayın’ın Hep Bana isimli single’ı Poll Production etiketiyle yayınlandı. Usta sanatçının albümü iki şarkıdan oluşuyor. İlk şarkının sözü ve müziği Tarkan’a ait. Single ile aynı adı taşıyan Hep Bana oldukça iddialı bir şarkı. Tarkan’ın genelde bu tarz bestelerini Sibel Can’ın sesinden duymaya alışmıştık. Emel Sayın’dan bu şarkıyı dinlemek müzikseverler için de farklı bir deneyim olacak. Kendi tarzının dışında olmasına rağmen Sayın’ın bu şarkıyı oldukça iyi yorumladığını söyleyebiliriz. Sanatçının sevenlerine bir diğer sürprizi de, Sinan Akçıl’dan. Akçıl imzalı Dönme Dolap duygusal bir çalışma. Sayın’ın duygusal şarkılara olan hakimiyeti ve güçlü yorumu, şarkıyı başka bir yere taşımış. Albümün kapağı da Emel Sayın’ın tarz değişikliğini anlatıyor. Umarız sanatçı, zaman zaman böyle sürprizler yapsa da pop rüzgârına kapılıp asıl kulvarı olan sanat müziğini bırakmaz.Fettah Can Yalanlar Cumhuriyeti’ndeFettah Can, önemli söz yazarı ve bestecilerden. 21 yıldır yüzlerce hit şarkıya imza atan Can, müzik kariyerine yorumcu olarak da devam ediyor. Sanatçının üçüncü albümü Yalanlar Cumhuriyeti, müzikseverlerin beğenisine sunuldu. Çalışmada daha önce başka şarkıcılar tarafından yorumlanmış Fettah Can şarkılarının yanı sıra yepyeni besteler de yer alıyor. Sanatçı albüm kayıtlarında ağırlıkla sahnede birlikte çaldığı müzisyen arkadaşlarıyla çalışmayı tercih etmiş. Ayrıca şarkıların düzenlemelerini yaparken tamamını canlı kayıtlar üzerine kurmuş. Bu iki tercihin şarkıların daha samimi bir duyguyla dinleyiciye geçmesini sağladığını söyleyebiliriz. Dokuzsekiz Müzik etiketiyle müzikseverlerle buluşan albümde her ruh haline uygun kimlikte şarkılar var. Dinleyeni zaman zaman duygusal, zaman zaman hareketli bir müzikal atmosfere götürecek Yalanlar Cumhuriyeti’nde bildiğiniz şarkıları sahibinin sesinden dinlerken Fettah Can’ın yeni şarkılarını da keşfedeceksiniz.

Darbe anayasasıyla Olimpiyat da alamayız, AB’ye de giremeyiz

$
0
0
Edebiyatçı Adalet Ağaoğlu’nun evine misafir olduk. Önce günlük hayatı konuştuk, sonra edebiyatı, Türkiye’nin siyasi gündemini... Bilinmeyen bir hayli şey anlattı: Romanlarını nasıl yazdığını, yeni anayasa çalışmalarıyla ilgili ne düşündüğünü, oyunlarının Devlet Tiyatrosu’nda neden oynanmadığını, üzerinde çalıştığı yeni projelerini...Hayatınızı oyun olarak yazsanız komedi mi olurdu, dram mı, vodvil mi?Tek perdelik bir oyunum var: Tombala. Anne babamdan yola çıkarak yazdığım yaşlı bir karı kocanın hikâyesini anlattığım bir oyun. Şimdi eşimle Tombala’nın ikinci perdesini oynuyoruz. Yazdığımda onlar 50 yaşındaydı, şimdi biz 80 yaşındayız. Türü ne olurdu bilemem ama başrol oyuncusu kesin isyankâr bir kadın olurdu.Neden isyankâr?Bilmiyorum ki. Hiçbir zaman eşitsizliğe ve haksızlığa dayanamadım. Çocukluğumda da böyleymişim. O kadar ısrarcı olurmuşum ki ‘inatçı keçi’ derlermiş bana. Baskılara tahammül edemiyorum.İsyankâr olduğunuz kadar biraz yalnız bir kadın gibisiniz...Bundan şikâyet etmek gerekmiyor. Eğer böyleysen yalnızlığa da muhtaçsın. Ayrıca yalnızlığı her zaman sevdim. Yine çocukluğuma gideceğim: İki katlı ahşap bir Ermeni evinde büyüdük. Merdiven altında boş bir yere saklanıyormuşum. Bakıcımız önüme bir perde çekip ‘burası senin odan’ diyormuş. O zamanlar da seviyormuşum yalnızlığı.Nedir yalnızlığı cazip kılan?Yalnızken zamanı daha iyi değerlendiriyorum duygusu var belki. Bilmiyorum. Bazısı eşi yanında yokken yatıp kalkamaz değil mi? Ben kalkarım. Halim’ciğim (eşi) o bakımdan hiç cefa çekmedi. Kendisi büyük bir kara yolcu. Türkiye’nin her yerine gidiyor, şantiye şantiye dolaşıyor. Ben her yerde yalnız yatıp kalkıyorum: 15 gün, 20 gün filan... Adada bir evimiz vardı. Komşu kadın derdi ki: Eşim yanımda olmayınca adaya gelemiyorum. Siz nasıl yapıyorsunuz? Çok memnunum diyordum: Yazıyorum, müzik dinliyorum. Yalnızlığı hep sevdim. Yanında güvendiğin, sevdiğin bir dostun olunca o yalnızlığı sürdürebiliyorsun.Yaş biraz ilerleyince insan şikâyetçi olmuyor mu yalnızlıktan?Öyle bir şey hiç düşünmedim. Üçü erkek, dört kardeşiz biz. Belki sevdiklerinden, belki koruma duygusuyla erkek kardeşlerimin devamlı gözetimi altındaydım. Bu durum hoşuma gitmediği için herhalde hep yalnız kalmak istedim. İnsan geçmişi en çok yaşlılıkta düşünüyor. Şimdi anne-babamın değerini çok daha iyi anlıyorum. Düşünsenize dört çocuk var. Çamaşır-bulaşık makinesi yok, hazır yemek yok. Şu yok, bu yok. Yardımcısıyla beraber her şeyi halletmeye çalışıyor. Hiçbir zaman öyle kalabalık aile istemedim. İnsan yaşlanınca çaresizlik duygusu hayatını kaplıyor. Halim’de de var bu, bende de. Geçmişte yabancı bir yazarın deneme kitabında şu cümlenin altını çizmiştim: “İnsanın en hayırlı belası çaresizliktir. Çünkü yaratıcıdır.” Sahi bıçağın, ateşin bulunuşu hep çaresizlikten…Bu dönemde kendinizi daha üretken hissediyor musunuz?Yaratıcılığım içimde kalıyor, o kadar. Eski enerjim yok. Yaşadıklarım da az buz şeyler değil. Her yazarın kafasında bir şeyler dolaşır. TRT’de çalışırken her şey içimde kalıyordu. Enerjimi radyoda harcıyordum. Oradan ayrılıp kendimi tamamen yazarlığa verince çok daha verimli oldum.Hiç çocuk sahibi olmayı düşünmediniz mi?Öyle üç çocuğu olacak kafada insanlardan değilim. İkimiz de hiç istemedik. Böyle bir sorumluluk duygumuz olmadı. Hangi dünyaya çocuk getireceğim düşüncesi çok baskındı. Bunun hesabını veremem. Nüfus kâğıtları bile bizim değil. Devlet kimliğine İslam yazıyor. Nereden biliyorsun Müslüman olduğumu. Belki olurum, belki olmam. Bırak da ben seçeyim. Bunlara hep karşı oldum.Evlendiğiniz günden bugüne bakış açınız hiç değişmedi mi?Değişmedi. Belirsiz bir döneminde daha da baskınlaşıyor bu. Gençken amacınız oluyor: Cumhuriyet olacak, demokrat olacağız falan filan. Evlendiğimizde 25-30 yaşındayız, bunları tartıp biçme yaşında. O umutlar kayboldukça belirsizlik dünyasının içine düştük. Kendi kendimizi var edelim şimdi.Savaş olmasın demek yetmiyorDünya büyük bir kaos içinde. Kaleminizle dünyayı değiştireceğinize hâlâ inanıyor musunuz?Böyle soruların cevabı hem çok kolay hem çok zor. Bugünler barış isteme günü. Keşke barış olsa deyip işin içinden çıkarım ama asla demem. Barış istemek çok naif bir kelime… Nükleer silah var şimdi. Kimin elinde para, petrol varsa orada nükleer silah var. Hangi barıştan bahsedeceksin? Savaş olmasın demek yetmiyor. Bütün mesele tüketim ekonomisinin nasıl işlediği sorunu. Nükleer silaha değinmeden ‘barış’ diyemiyorum.Yazmak dışında bir şey yapamamak sizi nasıl bir duyguya sürüklüyor?Çaresizlik. Bir dönem edebiyata müthiş küsmüştüm. İlişkiler hoşuma gitmiyordu, güven ortamı sarsılmıştı. 10 yılda bir roman yazmayı düşünmedim. Zorunlu olarak hayatımın dışında kılındı. Hiçbir kabahatim yokken beni araba ezdi, üç yıl hastanede kaldım. Yürüyemiyorum, geceleri tek başıma dışarı çıkamıyorum. Bir de yaşlılık var. O zaman insan ya içine çekiliyor ya da küsüyor. Susuyor...Edebiyat dünyasından görüştüğünüz, sizi dinleyen kimler var?Henüz yıpranmamış, leke almamış arkadaşlarım var. Bir iki sinemacı, yazar… Eski dostlarıma çok bağlıyım, onlarla her zaman görüşüyorum. Sayıları çok fazla değil.Az olmasının sebebi ‘ben olabilir miyim?’ diye düşündüğünüz oluyor mu?Adım adım yaşanan şeylere bağlı. O zaman, o an gelmişse ‘iyi arkadaşım’ dediğim birisine başını çevirip gidebiliyorsun. Geçebilmek de lazım. İkiyüzlülükten hiç hoşlanmadım. Yüzüne söylemediğim bir şeyi kimsenin arkasından söylemedim. Dedikodu bir kulağımdan girer, diğerinden çıkar.Yazarlar milyarder bile oluyorEdebiyatın çok satan kitaplara emanet edilmesini nasıl değerlendiriyorsunuz?Tüketim ekonomisinin ahlakı böyle. Yayınevleri yaşayabilmek için çok satan yazar istiyor. Eskiden çoğu kişi Behçet Necatigil gibi hem öğretmenlik hem yazarlık yapardı. Bir işi olmadan yazar olunamazdı. Şimdi öyle değil. Yazarlar milyarder bile oluyor. Ben yazımı yazıp bir yere veriyorum, okunursa okunuyor.Kitaplarınızın çok okunmasını istemez misiniz?Bizim zamanımızda reklam, kitap yoktu. İki edebiyat dergisi vardı, eleştirmeni iyi yazarsa ‘romanın iyiymiş’ denirdi. Biz o dönemin yazarıyız. İlk romanımın okuyucusuna olan sorumluluğumu devam ettiriyorum. Çoğu zaman yazmayışımın altında bile onun beslediği iyi duyguyu hak edemem düşüncesi var. Oyun yazarıyken edebiyat yazarı olduğum dönemden daha ünlüydüm. Yüksek Gerilim ile Sait Faik Hikâye ödülü (1975) almam beni öbür hikâye yazarlarına düşman kıldı.Neden düşman kıldı?İnsanlarda kıskançlık, kötüleme duygusu var. Herkeste yok ama olanları görüyoruz. Ben ödül aldıkça düşman kazandım. Öyle yazarlar oldu ki bu ülkede ödülün peşinde koşuyor. Ödüle başvurulmaz, seçilir. Başvurarak ne zaman seçilir? Resmi bir yer olduğunda. Namık Kemal veyahut Nazım Hikmet ödülü konulur, jüri oluşturulur. Gönderirsin, değerlendirilir. Başka türlü olmaz. Cumhurbaşkanlığı ödülünü aldığımda beş yazar gazetede açık açık küfretti, lanetlediler beni. Ertesi yıl Cahit Külebi’ye verildiğinde mutlulukla karşılamışlardı.Siz neden böyle bir tepki aldınız?O sıralarda Aziz Nesin’le birlikte düşünce özgürlüğü adına sesimizi duyurmak için bildiriler yayınlamıştık. Kitapların toplatıldığı bir dönemde Cumhurbaşkanlığı edebiyat ödülü veriyor, Türk Edebiyatı’na sahip çıkılıyor diye teşekkür ettiğim için… Neler söylemediler ki. Bir tanesi ‘bunun ne mal olduğu soyadından belli’ dedi. İktidar sahiplerinden, Samet Ağaoğlu’ndan sanıyorlar beni. Ödül alınca beni eleştiriyorlar, seçici kurulu değil. Bunlar tam romanlık konular.Hepimiz Hrant’ız dediğim için sokaktan ismim silindiKaç kere yazılarımdan dolayı başım belaya girdi. Derin devlet beni çürütmeye, pisletmeye kalkana kadar yazdım. Kendime hiç oto sansür uygulamadım. Çok satarmış, şu olurmuş, bu olurmuş düşünmedim. Canım ne istiyorsa onu yazdım.En isyankâr günlerimden biri Hrant’ın (Dink) vurulması oldu. Çocuk doğurmayarak ne kadar iyi bir şey yaptığımı anladım. Ölümünden sonra ‘Hepimiz Hrant’ız’ diye yürüdüğüm için Nallıhan’da (doğduğu yer) bir sokağa verilen ismim kaldırıldı, yerine kardeşimin ismi verildi. Başka bir yönetim olsa başka bir karar verir. Zihniyet meselesi.Belediye başkanları partisiz olmalı. Parti olunca seçim sandığı araya giriyor. Herkes partisinin keyfine, ilkelerine göre oynuyor. Başkan şehircilik ve iletişimden anlamalı. Ülkemiz öyle profesörlerle dolu. Keşke böyle isimler adaylığını koysa.Başındakini çıkar diye boğaza sarılanı meclisten kovarım!Referandumda ‘evet’ dediğiniz için mahalle baskısı gördünüz mü?Üst katımda Muğla’daki üniversitede ders veren genç bir hanım vardı. Adalet Hanım siz gerçekten AKP’li mi oldunuz, dedi. Uzun süre öyle olduğumu düşündüler. Ki ben ömrüm boyunca hiçbir partiye girmedim. ÖDP’den beni, Can Yücel’i, Fakir Baykurt’u onur üyesi olarak aday gösterdiler, orada bile imzam yoktur. Yeni anayasa için ‘evet’ demiştim, hâlâ bunu istiyorum. CHP dâhil kimse kırmızı çizgilere dokunmuyor. İlk dört madde ırka dayalı. Onlar düzeltilmedikçe yeni anayasa olmaz. Yamalı bohça gibi eskinin orasını, burasını düzeltmekle olmaz. Şimdiki anayasa darbeden kalmadır ve gayrimeşrudur.Sizin kırmızı çizgileriniz neler?Çizgisi olmayan bir anayasa. Eşitlikçi, demokratik, yeni… Irka bağlı olmamalı. Yeni bir anayasa olmadan demokrat bir ülke olamayız. Onun için olimpiyatı da kaybedersin, Avrupa Birliği’ne de almazlar. Çünkü sözde demokratsın. Laik de denemez. Laiklik mitingleri de çok gülünçtür. Postal öpe öpe laiklik mitingi yapanlar şu soruyu soruyor mu: Devlet parasıyla Diyanet İşleri kurulur mu?Kurulur mu?Mustafa Kemal bunu yapmaya mecburdu. Çünkü toplumun çoğunluğu Müslüman’dı. Onları avucunda tutmak için yaptı. Çoğunluğu yan yana getirip Türkiye’yi kurdu. O dönemin şartları içinde öyle olması gerekiyordu. Şartlar değiştikçe, her şey değişir. Ülke azınlıklarla dolu. Ne o bölmek, herkes Türkçe mi konuşacak, bilmem ne. Yeni anayasa yapılmadan Kürt sorunu da çözülemez. Onları yok farz etmişiz.PKK’nın geri çekilmeyi durdurmasını nasıl yorumluyorsunuz?Bunlar beni hiç ilgilendirmiyor. BDP de demokratik bir anayasa istiyor. PKK’ya değil, Meclis’teki partiye bakarım. Bu ülkede ölüm durdu. Kan akmadı, hepimiz memnuniyetle karşıladık. Kürt sorununun çözülmeyişini, atılan güzel adımın askıda kalışını anayasa yapılmamasına bağlıyorum.Sizce anayasa neden yapılamıyor?Ordu ülkenin gözbebeği olduğu için... Darbelerden sonra asker meclisi MGK’yı oturtuyor. Meclisin yeni bir partisi var, Milli Güvenlik Partisi. Diğer siviller onun emir kulu. Böyle düşünürsek her şey çözülür. Kılıçdaroğlu neden Dersim olaylarına hiç değinmiyor. Onların zamanında hep demokrasi mi vardı, bu olaylar yaşanmadı mı? Cumhuriyet kızıyım ben. Bunları söylemek nankörlük gibi gelebilir ama ona olan borcumu ödedim. Millet hep devlete borç ödüyor. Tam tersi olmalı, devlet millete borç ödemeli. Devlet, anayasayla bu borcu öder.Seçimlerde AKP başörtülü milletvekili adayı gösterecek.Başörtüsü temel haktır. Kamuda da olabilir. Bunu yasaklayamazsın, üniversiteye böyle giremez diyemezsin. Orası herkese açıktır. CHP İzmir milletvekili gibi boğazına yapışıp çıkar bunu demeyeceksin. Başörtüsünün üstüne bu kadar gidilmeseydi çoktan çözülmüştü. Televizyona çıkan başörtülü kızları görüyorum, ne kadar güzel hepsi, güzel giyiniyorlar. Kendini öyle güzel görüyorsa ne diyeceksin? Millet başörtülü birini seçtiyse o öyle Meclis’e girer. Şart seçilmek değil mi? Buyurun işte sandık iktidarı… Ben olsam başındakini çıkar diye diğerinin boğazına sarılanı Meclis’ten kovarım. Tuttular bu kadını CHP milletvekili seçtiler. Açık konuşursak oy verecek bir parti bulamıyorum.Orhan Pamuk Nobel’i kaldıramadıBugünlerde neyle meşgulsünüz?Bütün yaz boyunca üç hastane dolaştım, iki ameliyat geçirdim. Buna rağmen iki kitap yazdım. Bir tanesi 12 Eylül’ü protesto kitabı. O dönem basın tutuklananları yazıyordu. Gündemi farklılaştırmak için Milliyet’teki köşemde dışarıdakileri yazdım. Aileler çocuklarının, kocalarının nerede olduğunu bilmiyor, hapishane hapishane dolaşıyorlardı. Hikâyeler, uzman görüşüyle beraber 1987-88 yıllarında yayınlandı. Gezi Parkı olayları beni o günlere götürdü. Bugünü ve Evren Paşa dönemini düşündükçe hastalığıma rağmen sorumluluk duygusayla çalıştım, bunları ‘Duvarların Dışında’ adıyla kitap haline getirdim.Görüştüğünüz kişiler arasında tanıdığımız isimler var mı?Eşber Yağmurdereli ile başladım. Hapisteyken onun kız kardeşini bulup konuştum. Anne-babası vardı, yaşlılardı… O kadar içten, berraktı ki, anlatamam. Üç yıl önce kaybettik, o güne kadar dostum kaldı.İkinci çalışmanız nedir?2012’nin Aralık ayında karnıma düştü. Romanlarım için hep böyle derim. Ocak ayında yazmaya başladım, Fikrimin İnce Gülü gibi bir yılda bitirmeyi düşünüyordum. Londra’ya kitap fuarının dönüşünde 30 sayfam bilgisayardan silindi. Vakit biraz uzadı.Günlük programınız nasıl?Eskiden sabahlara kadar çalışırdım. Şimdi sekiz saat çalışınca kendime şaşıyorum. Zaman avcılığı yapıyorum. Yazmak için sakin ve huzurlu zaman gerekiyor. Orhan Pamuk’a bakın Nobel’i kaldıramadı mesela. Nobel iyi bir yük değildir, ödetirler. Dünyanın her yerinden çağırıyorlar, gidip konuşuyor. Bunun altından nasıl kalkıp yılda iki kitap çıkarıyor, bunu aklım almıyor. Yalnız onun için söylemiyorum. Yanında biri varken yazanlardan değilim. Tamamen konsantre olmam lazım, yanımdan kedi bile geçmeyecek.Eşiniz bu duruma nasıl ayak uyduruyor?O benim dostum. Yazarlara, sanatçılara büyük saygısı var. Beni de bunun için seçti diyerek takılıyorum. Viyana’ya gidip üç ayda Romantik Bir Viyana Yazı’nı yazdım. Hangi koca buna razı olur? Bu kültüre bağlı.Askeriyeyi eleştirdiğim için DT oyunlarımı oynamıyorBugünkü tiyatroları takip edebiliyor musunuz?Ne yazık ki gidemiyorum. Çok üzülüyorum. Eskiden figürana kadar herkesi ezbere bilirdim. Bugün yeni sanatçıları tanımıyorum.Üzerinde çalıştığınız oyunlar var mı?Yazdığım oyunlar oynanmadı ki. Duvarın Öyküsü’nü 40 yıl önce yazdım, Ankara’dan aradılar bunu çocuk oyunu olarak yazar mısınız diye rica ettiler. Yazıp gönderdim. Ne oynayacağız dediler, ne de reddettiler. Ses seda yok. Devlet ve Şehir Tiyatrosu repertuarına giren oyunlarım var, onlar da oynanmıyor.Zor oyunlar oldukları için mi? Yoksa…Siyasete bağlı bir şey. Bir şey diyemiyorsun. Neden oynanmıyor, soruma cevap veren yok. Adım, sanım var, kendiniz istemişsiniz üstelik. Bir Düğün Gecesi romanımdan sonra peşime derin devlet ajan taktı. Çalıntı deyip karalamaya çalıştılar. Devlet Tiyatrosu (DT) benim adıma çok güzel bir kütüphane kurmuş, müze açıyorlar. Ancak 12 Mart’tan beri DT’de bir tek oyunum oynanmadı. Bunun altında 12 Eylül’de kalan bir şeyler var.12 Eylül’de neler yaşadınız ki?Fikrimin İnce Gülü romanını askeri kötü gösteriliyor gerekçesiyle toplamaya niyetliymişler. Bir Düğün Gecesi ile Türk romanında ilk defa TSK’yı küçük düşürüyormuşum. Sonradan anladım ki bizim romanlarımızda askeriye yüceltilmek için var. Temiz, kahraman olarak… Romanımda darbeleri tartıyordum, çıktıktan sonra 12 Eylül patlak verdi. Ölmeye Yatmak romanım o yılın bütün ödüllerini aldığı için toplayamamışlardı. Fikrimin İnce Gülü’nün mahkemesi iki yıl sürdü. Bunlar yaşanırken neden böyle oluyor demeye lüzum kalmıyor.

Güvercinlere taş atan vekil

$
0
0
Milletvekili olduğu günden beri dikkatleri üzerine çeken bir isim Hüseyin Aygün. Kaçırılmasıyla popülerliğinin daha da arttığı söylenen Aygün’ün son toplumsal olaylardaki tutum ve davranışları hafızlara kazılacak türden. Tanıyan isimlerin yorumlarıyla Hüseyin Aygün portresi…Tunceli’nin iki milletvekili var. Biri Türkiye’nin yakından tanıdığı bir isim; Kamer Genç. Diğeri ise yeni yeni tanımaya başladığımız CHP Tunceli Milletvekili Hüseyin Aygün. Tunceli merkeze bağlı Pulê Dewresu (Erdoğdu) köyünde 1970 yılında doğar. Ankara Hukuk Fakültesi'nden mezun olur. Emine Aygün ile evli olan Hüseyin Aygün'ün Taylan Özgür ve Deniz İdil adlı iki çocuğu olur. Emek Partisi'ne (EMEP) dönüşen ve Marksist bir hareket olan Halkın Kurtuluşu çizgisiyle yakınlaşır. Fakülteden mezun olduktan sonra Ankara'da durmaz, hemen memleketine döner. Serbest avukatlığa başlar. Daha çok ceza davalarına bakar. Tunceli Barosu'nun kurulmasına öncülük eder ve 2003-2005 yılları arasında baroya başkanlık eder. Avukat kimliği bir süre sonra insan hakları aktivistliğine evrilir. Gözaltında kayıplar, 1994 yılında köylerin yakılması, Dersimlilerin zorla göçü, işkence ve adil olmayan yargılamalar, Dersim 1938 Katliamı başta olmak üzere Dersim'e dair pek çok hukuki girişimde bulunur. Bölgedeki çeşitli sivil toplum örgütleriyle yakın çalışmaları olur. 1938 felaketine olan ilgisi konuya dair üç kitap yazmasına vesile olur. Biri Zazaca olmak üzere üç kitabı yayınlanır: “Eve Tarixê Ho Têri Amaene”, “Dersim 1938 ve Zorunlu İskân” ve “0.0.1938 Resmiyet ve Hakikat”. Zazaca bir gazete çıkarılmasına da destek olur.Sol ve demokrat bir CHP için milletvekilliğiSene 2011. CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, o yılki seçimlerde Tunceli'den ikinci milletvekilini çıkarabilmek için isim arayışına girer. Karşısına Hüseyin Aygün adının çıkmasının tesadüf olmadığı söylentileri yayılır. Bazıları akrabalık bağına işaret ederken, kimine göre de Aygün kentte sevildiği için, aday gösterilirse CHP'ye oy getireceği bellidir. Kılıçdaroğlu, Aygün'ü çağırıp partisinden aday olmasını önerir. Aygün, başlangıçta tereddüt eder. Ne de olsa CHP'li değildir. CHP'de ne yapar, dünya görüşüne uygun bir parti değildir! Kılıçdaroğlu, Dersim konusundaki çalışmalarını CHP çatısı altında sürdürebileceğini söyleyince milletvekilliği kapıları açılır. Verdiği bir söyleşide “Sol ve demokrat bir CHP oluşması için girmeliyim partiye. Dersim bir alt başlık. Sol ve sosyalist değerleri savunan, demokrasi mücadelesinin evlatlarından biri olarak Meclis'te olmalıyım.” diye neden CHP'ye katıldığını anlatır. CHP'nin birinci sıra adayı Kamer Genç'tir. Aygün de ikinci sırada, BDP'nin adayı sanatçı Ferhat Tunç ile çekişir seçimlerde. Türkçenin yanı sıra Zazaca seçim afişleri de hazırlaması büyük bir değişimdir CHP için. Kim bilir bu adım belki de parti içinde ileride yaşanacakların habercisiydi. Tunceli Valiliği afişleri kaldırtır kaldırtmasına ama artık Aygün amacına ulaşır. Aygün, BDP'yi ve Ferhat Tunç'u geride bırakarak seçilir. Milletvekili seçili ve artık Ankara yolu görünür. Parlamento'ya gelir gelmez, Meclis albümüne Zazaca bildiğini yazdırmak için uğraşır. Şu anda Meclis albümünde bu bilgiye veriliyor. Bütün metinlerde ve konuşmalarında Dersim milletvekili olarak takdim eder kendini.Sözlerinin arkasında duramadıTaze milletvekili Meclis'teki ilk günlerinde Zaman Gazetesi'ndeki (Habip Güler, Zaman, 10 Kasım 2011) Dersim ile ilgili bir demeciyle dikkatleri üzerine çeker. Dersim'de yapılanı “ isyan” olarak sunan resmi tezi eleştirir. "Dersim'de kanlı şekilde bir katliam sergilenmesinde sorumlu kimdir?" sorusuna "Bana göre Türkiye Cumhuriyeti Devleti'dir, önce öyle söyleyeyim. Tabiî ki sonra CHP'dir. Atatürk'ün de bu olaylardan haberi vardı." karşılığını verir. Aygün, CHP'nin bugüne kadar Dersim olayları konusundaki politikalarıyla tamamen ters düşer. Bu sözleri üzerine, CHP içinde Aygün'e karşı ciddi tavır alan, partiden ihracını isteyen milletvekilleri olur. Parti yönetimi de parti içinde Aygün'ün açıklamaları üzerine savunmasını isteyince, Aygün ‘Sözlerim çarpıtıldı' beyanında bulunur. Zaman Gazetesi açıklamayı ve ses kadını yayınlar ama Hüseyin Aygün sözlerinin arkasında durmaz.Milletvekili olduktan sonra Zaman ‘a verdiği ve daha sonra yalanladığı röportaj.‘Dağda birkaç gün gezintiye çıktık'12 Ağustos 2012. Başta sosyal medya olmak üzere, televizyon ve gazetelerin haber merkezlerinde bir telaş. ‘ Hüseyin Aygün kaçırıldı' haberleri bir anda yayılır. Kim, niye, ne zaman, nerede sorularının cevabı kısa sürede cevabını bulur. Hüseyin Aygün yanında bulunan danışmanı Deniz Tunç ve Akşam Gazetesi muhabiri Kadir Merkit'le seçmen ziyareti için gittiği Ovacık ilçesinden Tunceli'ye dönmektedir. Bindikleri otomobilin önü saat 18.30 sularında PKK'nın sık sık yol kestiği Tunceli–Ovacık Karayolu 35. km'de Karafırtına ve Veliçeşmesi mevkiinde uzun namlulu silahları bulunan 2 PKK'lı tarafından kesilir. Silah tehdidi ile araçtan indirilirler. PKK'lılar ‘ Hüseyin Aygün'ü alacağız. Birkaç gün misafir edeceğiz. Siz gidin' diyerek ayrılırlar. Hüseyin Aygün 2 gün sonra serbest bırakılır ve basın toplantısı düzenler. Geldikten birkaç gün sonra kaçırılmasıyla ilgili yaptığı bu basın toplantısında kullandığı dilin yumuşaklığı dikkat çeker ve eleştirilir. “Beni kaçıran arkadaşlar ülkenin genç evlatları. Dağda birkaç gün gezintiye çıktık. Bırakırken sarıldılar, öptüler, ‘Bu kardeşlerini unutma abi' dediler.” diye beyanda bulunur. Bu, Aygün'e “PKK ile danışıklı dövüş içinde” diyenleri doğrulayan bir açıklama olur.Başbakan'a ağır küfürlerVe Haziran 2013. Gezi olayları ülkenin dört bir yanına yayılmış eylemlerle protesto ediliyor. Hüseyin Aygün bu kez Twitter'dan gönderdiği mesajlarla sahnede. “Faşist Diktatörün polisinin plastik mermileri göstericiyi bu hale getirdi" cümlesiyle paylaştığı fotoğraf, birçok insanı kışkırtmaya yeter. İstanbul Valisi Hüseyin Avni Mutlu Twitter'dan açıklama yaparak "Milletvekili Hüseyin Aygün'ün kullandığı polisi suçlayan bu fotoğraf, Arap Baharı'ndan alınmış fotoğraftır. Çok şükür ülkemizle ilgili değil." der. Kısa sürede işin aslı ortaya çıkar. Fotoğrafın 25 Mayıs'ta Suriye askerlerince vurulmuş bir çocuğa ait olduğu söylenir. Olaya büyük tepki gösteren takipçileri bile Aygün'ü provokatörlükle suçlar. Aygün Gezi boyunca söylem ve davranışlarıyla hem dikkatleri çekmeyi hem de polemik oluşturmayı sürdürür. “Ankara Direnîşinden birkaç not: 1) Kızılay'da toplanan binlere gaz bombardımanı var, 2) Kitlenin cevabı …. Tayyip!',++” yazılı tweeti uzun süre tartışılır.Cami-cemevi açılışına taşlı-sopalı baskınSon olarak 8 Eylül Cumartesi günü Ankara'nın Mamak ilçesinde cami ile cemevini aynı bahçede buluşturan Cami-Cem Evi Kültür Merkezi açılışındaki görüntüleriyle gündeme geldi Hüseyin Aygün. Yüzü maskeli birtakım radikal gruplar, taş ve sopalarla, temel atma töreninin yapıldığı alana yürümek istedi. Polis, eylemcilere tazyikli su ve biber gazıyla müdahale ederken, eylemci grupların içerisinde CHP'li Hüseyin Aygün'ün olması da dikkat çekti. Bir diğer CHP milletvekili Sinan Aygün ise Cami-Cemevi Kültür Merkezi'nin açılış törenine katılanlar arasındaydı. Olaydan sonra konuşan Kemal Kılıçdaroğlu, Sinan Aygün'ün açılışa partinin bilgisi dahilinde gittiğini belirtirken, Hüseyin Aygün'ün ise partinin bilgisi dışında açılışta yer aldığını söyledi. Kılıçdaroğlu, "Orada bir çatışma çıkmış, halkla polis arasında daha şiddetli çatışma olmasın diye oraya gitmiş." demekle yetindi.Yazar Cafer Solgun: Bizim bildiğimiz Aygün gitti, tipik CHP'li Aygün geldiSayın Hüseyin Aygün'ü milletvekili olmadan önce tanıdım. Tunceli Barosu başkanlığını yaptı. Dersim ve çevresindeki insan hakları ihlali çalışmalarıyla tanıştım. Sonrasında Seyid Rıza'nın torunlarının vekâletiyle ve na'şına ne yapıldığına dair hukuki girişimleriyle tanıdım. Dersimle ilgili hukuki çalışmaları olan hukukçu bir arkadaşımız idi. Sadece Dersimin meseleleri ilgili sınırlı değildi kimliği. Araştırmaları kitapları olan çeşitli belgeler de yayınlayan bir yazar kendisi. Ve buraya kadar bir sürpriz yok. Sayın Aygün Kılıçdaroğlu'nun ricasıyla ya da dayatmasıyla aralarında akrabalık bağı olduğunu biliyorum. Onun ısrarı ile milletvekili olduktan sonra bizzat Aygün'ün ağzından duydum. “ ‘CHP'li değilim' dememe rağmen aday olmamı istedi ben de kıramadım.” Bu CHP milletvekili olmadan önceki Hüseyin Aygün'dü. Burada bir CHP'li isim yok. Milletvekili olduktan sonra Dersim meselesini gündeme getiren bir çıkış yaptıktan sonra ve kamuoyuna da yansıdığı gibi CHP genel merkezi ve Kemal Kılıçdaroğlu tarafından uyarıldıktan sonra bizim bildiğimiz tanıdığımız Hüseyin Aygün bir CHP'li Hüseyin Aygün haline geldi. Değişik slogan ve söylemler atan. Ergenekon'un avukatlığını yapan partinin tutumlarına destek veren biri oldu. AK Parti hükümetini icraatlarını ben de eleştiriyorum ama Hüseyin Aygün ağzını açınca ‘Faşist diktatör Tayyip’ diyor. Ben Hüseyin Aygün'den faşist diktatör Kenan Evren'le, 12 Eylül'ün 33. Yıldönümünde 12 Eylül davasının kapsamının genişletilmesiyle ilgili bir çaba görmedim. Tipik bir CHP'li haline geldiğini üzülerek görüyorum. Benim tanıdığım bildiğim Hüseyin Aygün bu değildi. Dersimli Hüseyin gitti CHP'li Hüseyin geldi. Dersim 38 gerçeğini Aygün benden çok daha iyi bilir. Bu gerçeğe dair bir çıkış yaptı ama ne bu çıkışın ne de sarf ettiği sözlerin arkasında durdu. Partisi tarafından kendisine bir ayar verildi. O da bu ayar çerçevesinde bir vekillik performansı sergilemek için elinden geleni yapıyor. Sayın Aygün buna mahkûm olmamalı. En azından ağzından çıkan cümlelerin Dersimlilerin arkasında durmalı bir mecburiyeti varsa o da bu olmalı.Tunceli Üniversitesi Sosyoloji Bölüm Öğretim Üyesi Yrd. Doç. Dr. Ali Kemal Özcan: Türk Solu'nun geçmişten gelen çöküntüsünün sonucuBen de Alevi bir aileden geliyorum ve o toplumda yaşıyorum. Hüseyin Aygün'le bir dostluğum da vardır. Ama ne var ki sosyal medya ve medya üzerinden verdiği çeşitli mesajlarını, davranışlarını doğru bulmuyorum. Aslında bu Türk solun geleneksel rahatsızlığın ve geçmişten gelen çöküntünün sonucu. Bana da bazen mesajları geliyor. Bazı gruplar içerden ve dışardan sınıfsal ve sosyolojik zeminler oluşturarak ülkeyi karıştırmak istiyor. Çatışmayı esleyecek herhangi bir söz ya da davranıştan kaçınılmalı. Mesela ben cami- cem evi projesini bazı gerekçelerden ötürü doğru bulmuyorum. Ama buna cephe alarak, taşla sopayla saldırmaya tepki göstermeye gerek yok. Konu metot olarak doğru olmayabilir. Fakat amaç çeşitli grupların bir araya gelmesi. İşin olumlu tarafından bakmak gerekiyor. Geleneksel sol 40 yıldır bir yere varamadığı için kavga ve çatışmalardan medet umuyor. Maalesef hemşerimiz de soldan gelen bu gelenekten payına düşeni almış ve öyle hareket ediyor. Oysa kışkırtıcı söylemlerden uzak durmalıyız. Artık kavga etmekten yorulmuş bir toplum var. Bugün çok şey değişmese de aslında çok şey değişmiştir. Şiddetle provokasyonla bir yere varılmaz. Sadece taş sopayla değil sözle de şiddete kavgaya yer vermemeli. Biz kendi mesaj ve eğilimlerimizi sözün en güzelliye ifade etmeliyiz. Metotlarımız birbirimizi incitici değil, uyarıcı geliştirici yanlışlardan arındırıcı mesajlar olmalı. Hüseyin Aygün'ün de bu metotlara riayet etmediğini düşünüyorum.CHP milletvekili Sinan Aygün: Milletvekili eylemcilerle hükümet arasında köprü olmalıHüseyin Aygün'le milletvekili olduktan sonra mecliste bir grup toplantısında tanıştım. Hatta soy isim benzerliğinden dolayı uzun bir diyaloğumuz olmuştu. Ben Hüseyin Aygün'ün son zamanlardaki tutum ve davranışlarından çok bir milletvekilinde asıl olması gereken duruşu anlatmayı tercih ediyorum. Toplumsal olaylarda milletvekili toplumu, halkı itidale davet etmeli. İnsanları sakinleştirmeli. Eylemcilerle hükümet arasında köprü olabilmeyi becermeli. Eylemcilerin polise taş- sopayla saldırmadan yasal haklar çerçevesinde gösteri yapabileceği gibi, polisin de orantısız güç kullanmaması gerektiğini düşünüyorum. Tabi her milletvekilinin tarzı başka oluyor. Bir de bugüne kadar ‘cemevleri ibadethane olsun' talebi geldi. Yıllar sonra bu talep güzel bir projeyle hayata geçirildi. Bunun bu kadar tepkiyle karşılanmasını, yadırganmasını anlamıyorum. Kimse kimsenin ne namazına ne de semahına karışacak değil. Kimseyi asimile etme girişimi de değil. Bu bir birlik ve kardeşlik projesi.Dersim Defterleri kitabı yazarı Emirali Yağan: Sırrı Süreyya Önder gibi olmasını beklerdimSayın Hüseyin Aygün, son dönem memleketimden seçilmiş bir milletvekili. Onun içinde siyaset yaptığı CHP'ye ne ölçüde inandığı, kendi inandıklarıyla partisinin nesine, nereden, hangi saiklerle bağlandığını bilemem. İzleyebildiğim kadarıyla muhalif çıkışları, açıklamalarıyla dikkat çeken bir performans sergiliyor. Zaman zaman tasvip etmediğim bir dil kullanıyor. Gerilim üzerine siyaset fikirsizlerin, argümansızların işi. Kendisinden daha nitelikli söylemler, son dönem meclisin en renkli siması; özgün birikimine, zekâsına, diline, adabına hayranlık duyduğum Mamak cezaevinden koğuş arkadaşım Sırrı Süreyya Önder'in gösterdiği sahicilikle, ağırlığınca yer tutmasını beklerdim. Öncesinde Aygün bir avukat, insan hakları savunucusu ve de Dersim 1938'e ilişkin tanıklıklar, resmi belgeler, tarihi sorgulamalar içeren kitaplarıyla az çok tanıdığım bir memleketlim. Milletvekilliğiyle, özellikle kaçırılması hadisesi ve salıverilmesinin sonrasında yaptığı açıklamalarla ülke çapında popüler bir isim haline geldi. Şahsen ben Sayın Aygün'ün CHP kürsüsüyle tuttuğu politik cenaha yakın değilim. Onu, seçildiği bölge olarak Dersim'in özgün sorunlarının, tarihi mağduriyetlerinin, dili ve inancıyla temel aidiyetlerinin, ülkenin azları, azınlıkları, farklı inanç grupları, değişik sosyal kesimleriyle hak ve özgürlük taleplerinin takipçisi olabilecek bir milletvekili olarak mecliste bağımsız yer tutmasını isterdim. Bunu yaparken de eski kuşak Dersim kâmillerinin hakkaniyet ölçülerini hiçbir ikbal hesabına değişmemesini de dilerdim. Bütün bir dönemi Silivri avukatlığı üzerine geçirmiş CHP'nin muhalefet argümanları bazında sıkıştığı dar alanda onun da zaman zaman darallar geçirdiğini düşünmüyor değilim. “İnsan yaşadığı yere benzer; o yerin suyuna, havasına, toprağına” sirayet eden akıldışı söylemlerin, çığırtkanlıkların, kuru gürültülerin toplamına eklemlenebiliyor insan arzusu. Sayın Aygün'ü partisinden bağımsız düşünemem. Partisi CHP'ninse, adını taşıdığı cumhuriyet tarihinin gelmiş geçmiş en sorunlu, inandırıcılığını kaybetmiş partisi olduğunu ifade etmekten de beis duymam. Emsalleri tarihe karışmış, miadını doldurmuş mevcut yapısıyla tarihin önünde ayak sürüyen bir yerde duruyor... İnandığım o ki eskinin molozlarından yeni bir yapı inşa edilmiyor. Dünden sorunlu olan bugüne ve yarına karşılık gelmiyor. Mevzubahis olan 50 yıllık bir muhalefet partisiyse, zamanın sorunlarına, ruhuna, yığınların hak ve özgürlük talepleri ve beklentilerine karşılık gelebilen yeni bir muhalefet partisinin oluşmasına da varlığıyla engel teşkil ediyor. Bir insan, bir siyasal grup ya da parti gerçekten tarihin önünde ayak sürüyen bir raddeye gelmişse kendisini kenara çekmenin erdemini ortaya koyabilmeli ki yenilerine yol açılabilsin. Kuşaklardır CHP kanalından yol tıkalı. Ondan ümit yok!Aygün’ün Gezi olayları sırasında Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ile ilgili tartışmaya sebep olan tweet’i. Suriye’de vurulduğu iddia edilen bu çocuğun görüntüsünü Gezi Olayları sırasında gerçekleşmiş gibi yazdığı tweet...

Savaşlarla beraber tarih de yok oluyor

$
0
0
Suriye, Irak, Mısır, Afganistan, Bosna ve Kosova gibi dünyanın farklı coğrafyalarında yaşanan iç karışıklık ve savaşlar, tarihi ve kültürel eserlere büyük ölçüde zarar veriyor.Özellikle İslam coğrafyasındaki tarihi yapılar, son çeyrek asırda büyük zarar gördü. Suriye’de 2 buçuk yıldır devam eden iç savaşta, UNESCO Dünya Mirası listesinde yer alan altı tarihi mekân; Halep Antik Kenti, Şam Antik Kenti, Bosra Antik Kenti, Krak Des Chevaliers (Haçlı Kalesi) ve Qal’at Salah El-Din Kaleleri ile antik şehir Palmira zarar gördü. UNESCO’ya göre Suriye’de yaklaşık 10 müze iç savaştan etkilendi, dördü ağır hasar aldı, biriyse tamamen yıkıldı.1991’de patlak veren Birinci Körfez Savaşı ve 2003 Amerikan işgali de Irak’taki tarihi ve kültürel değerlere büyük zarar verdi. Irak Ulusal Müzesi verilerine göre, işgal sırasında yaklaşık 15 bin tarihi eser yağmalandı. 2006’da bu eserlerin bir bölümü, ABD’de Christie’s gibi ünlü müzayede evlerinde ortaya çıktı. Bugün yaklaşık 3 bini bulunup geri getirilebilen tarihi eserlerin, büyük bir oranı bulunabilmiş değil. Arap Baharı ile birlikte Mısır’da Hüsnü Mübarek’e karşı patlak veren protestolarda nedense tarihi eserler ana hedef oldu. UNESCO, 22 Ağustos 2013’te yayınladığı bildiride, Malavi Müzesi’nde yaklaşık 48 parça eserin çalındığını belirtti. Afganistan’da ise 1992-1996 arasında süren iç savaş Kabil Ulusal Müzesi çatısına yerleştirilen bombaların patlatılması büyük zarar görmüş ama daha vahimi, bu patlamanın ardından müze yağmalanmıştı.Yugoslavya’nın dağılmasıyla patlak veren Bosna Savaşı’nda ise yaklaşık 255 cami büyük hasar gördü. Bosna Hersek Kültür Mirası Haritası raporlarına göre yüzde 60’ı Osmanlı döneminde inşa edilen tarihi camiler büyük hasara uğradı. Balkanlar’ın bir diğer ülkesi Kosova’da ise 1998-1999 yılları arasında cereyan eden Kosova-Sırp Savaşı’nda birçok tarihi eser tahrip oldu. Amerika Michigan Üniversitesi’nden, Mimar Prof. Dr. Andrew Herscher ve Harvard Üniversitesi’nden Aga Khan İslam Mimarisi Programı Dokümantasyon Merkezi Müdürü András Riedlmayer’in yaptığı ‘Kosova’da Tarihi Mimarinin Yıkımı’ adlı akademik çalışmaya göre savaş sırasında 207 cami zarar gördü. Çalışma aynı zamanda, 500’e yakın tarihi çeşme, kütüphane ve pazarın da ağır tahribe maruz kaldığını ortaya koyuyor.UNESCO’nun çalışmaları yetersizFatih Üniversitesi Tarih Anabilim Dalı Başkanı Doç. Dr. Erdoğan Keskinkılıç, uluslararası toplumun, savaş dönemleri içinde tarihi yerlerin, müzelerin zarar görmemesi adına belirli normlar ve yasalar geliştirmesi gerektiğini söylüyor. Uluslararası hukukta tarihi eserlerin yağmalanma ve tahribine karşı caydırıcı yasaların oluşturulması gerektiğini savunan Keskinkılıç, UNESCO’nun tarihi eserleri koruma konusunda yaptığı çalışmaların yetersiz olduğunu düşünüyor: “İllegal yollarla yağma edilen tarihi eserlerin devlet müzelerinde veya özel müzelerde sergilenemeyeceği uluslararası hukukta açık ve net bir şekilde belirtilmeli.”Tarihi eserleri koruma adına yapılacak ilk iş savaşların durdurulmasıDoç. Dr. Erhan Afyoncu ise tarihi eserleri koruma adına yapılacak ilk işin savaşların durdurulması olduğunu söylüyor. İnsanları öldüren kişilerden tarihi korumayı beklenemeyeceğini söyleyen Afyoncu, uluslararası örgütlerin çalınan ve tahrip edilen eserlere yasak koyması gerektiğini anlatıyor. Mısır’daki kütüphanede Osmanlı’ya ait birçok yazmanın bulunduğunu söyleyen tarihçi, “Türkiye olarak yaşananlardan ders çıkarmak gerek. Osmanlı’ya ait birçok tarihi eser de bu ülkelerde bulunuyor. Bu sebeple arşiv malzemelerinin ve yazmaların kayıt altına alınması, kayıt altına alınan eserlerin de bir kopyasının Türkiye’de bulunması gerekir.” diyor.Köprüden ne istediniz!Yugoslavya’nın dağılmasıyla patlak veren Bosna Savaşı’nda yaklaşık 255 cami büyük hasar gördü. Yıkılan ve zarar gören camiler arasında, Kanuni Sultan Süleyman döneminde yapımı tamamlanan, Bijeljina ve Foça şehirlerindeki Atik ve Aladza camileri de bulunuyor. Bosna Savaşı sırasında Bosnalı Sırp ve Hırvatlar tarafından tarihi Mostar Köprüsü yıkılmıştı. Köprü, Türkiye’nin de desteğiyle 2004 yılında tekrar yapılmıştı.Tarih yok oluyorSuriye’de 2 buçuk yıldır aralıksız devam eden şiddet olaylarında, farklı dinlere ait tarihi ibadethaneler de hava bombardımanına tutularak büyük hasar gördü. Saldırılarda Halep’te bulunan ve yapımı 715-717 yılları arasında tamamlanan, içinde Hz. Zekeriya peygamberin de kabrinin bulunduğu Emevi Camii, Humus’ta içinde Halid bin Velid türbesi yer alan Halid bin Velid Camii, Dera’da bulunan Hz. Ömer Camii, milattan sonra 5. yüzyılda yapıldığı tahmin edilen, Dera’nın Busra eş-Şam beldesinde Aziz Sergius Linus ve Bacchus Katedrali, Humus’ta Şebbiha milisleri tarafından vurulan Ummu’z-Zunnar Kilisesi saldırıların hedef tahtası haline geldi. Yine Humus’ta Lübnan sınırı yakınlarında bulunan Haçlı Kalesi Krak Des Chevaliers de ülkedeki şiddetten payını aldı.Afganistan’da tarihin çatısını yıktılar1992-1996 arasındaki iç savaşta birçok tarihi eserin yok olduğu Afganistan’da da durum pek farksız değil. Mart 1993’te Kabil Ulusal Müzesi’nin çatısına yerleştirilen bombaların patlatılması, müzenin yağmalanmasına neden olmuştu. 2002’de ise 5. yüzyıla ait ünlü iki Buda heykeli de yok edilmişti.Arap Baharı, müzelere sonbaharını yaşattıİlginçtir, Arap Baharı’nda diktatöre karşı yapılan protestolarda göstericiler Kahire’deki Mısır Müzesi’ni de basmış, tarihi iki mumyaya zarar vermişti. Müzede bulunan 10 tarihi eser de kırılmıştı. El Minye şehrindeki Malavi Müzesi ise geçen hafta ülkenin yakın tarihinde görülmüş en ciddi ve şiddetli müze yağmalamalarından birine maruz kaldı. UNESCO, 22 Ağustos’ta yayınladığı bildiride, Malavi Müzesi’nde yaklaşık 48 parça eserin çalındığını belirtti. Müzede çalınan veya tahrip edilen objeler arasında kireçtaşından yapılmış 3500 yıllık bir heykel ve 18. hanedanın Firavunu Akhenaton’un kızının heykeli de var.Irak’ta tarih yağmalandıMezopotamya toprakları üzerinde kurulan ve derin bir geçmişe sahip olan Irak Milli Kütüphanesi, Irak Ulusal Müzesi ve tarihi birçok cami ve külliye 1991 Körfez Savaşı ve 2003 Amerikan işgalinde büyük hasar gördü. Birinci Körfez Savaşı’nda İmam-ı Azam ve Abdülkadir Geylani türbeleri bombaların hedefi oldu. İçinde binlerce yıllık Kur’an ve elyazmalarının bulunduğu Bağdat Kütüphanesi, bu savaşlarda yağmalandı. Irak Ulusal Müzesi verilerine göre, işgal sırasında 15 bin kadar tarihi eser çalındı. 3 bin kadarı Amerika’nın ünlü müzayede evlerinden bulunup getirtildi ama geri kalanının akıbeti hakkında bilgiye ulaşılamadı. Savaşlar boyunca ayrıca, Nasiriye kentinde bulunan Babil İmparatorluğu’ndan kalma Ur Zigurratı tapınağı, başkent Bağdat’ta yer alan Ebu Hanife Camii, Huzistan eyaletindeki Seyyedoşada Camii ve Felluce’deki Hulafa El Raşid Camii de ağır hasar gördü.

Meğer Esed’in dedesi Suriye’ye ihanet etmiş

$
0
0
Suriye’yi her manada bitirecek gibi görünen Beşşar Esed’in dedesi Süleyman Esed de ülkesinin hayrına çalışmamış, manda döneminde Fransa’ya mektup yazarak Nusayrilerin işgalci devlete dostluklarını bildirmiş, bu arada Filistin topraklarına akın eden Yahudilerin faziletlerini övmeyi de ihmal etmemişti.Suriye’de Osmanlı sonrasında kurulan Fransız mandası 30 yıla yakın devam etti. Son Fransız askerinin 1946 yılında ayrılmasının ardından bu defa darbeler dönemi başlayacak ve 10 başarılı, bir o kadar da başarısız askeri darbe yapılacaktır. 23 Şubat 1966’da Baas Partisi’nin askeri kanadından gelen darbe, Hafız Esed’i öne çıkarınca Suriye’yi yöneten ailenin kaderi de çizilmiş olacaktı.Lakin Esed ailesinin hikâyesi biraz daha eskiye gider. Osmanlı döneminde Hatay’ın güneyindeki Kardaha’da Süleyman el-Vahhiş adlı bir Nusayri aşiret reisi yaşardı. Vahhiş, vahşi hayvan demek, Süleyman kuvvetli, cengâver biri olduğu için böyle anılırdı. Oğlu Ali Süleyman Fransız işgalini gördü ve ‘vahşi hayvan’ anlamına gelen aile adını 1927’de kahramanlığın timsali olan Aslan anlamındaki Esed ile değiştirdi (P. Seale, Asad of Syria, CUP: 1995).Beşşar Esed’in dedesi Süleyman Ali ve beş Nusayri şeyhinin Fransa Başbakanı Leon Blum’a yazdıkları mektubun Fransa Dışişleri Bakanlığı’ndaki orijinalleri.Darbeci Hafız Esed 1963’te ölen Ali Süleyman’ın oğludur, Beşşar da torunu. Demek ki bugün Suriye’deki vahşet, Esed ailesinin yabancısı değil. İsmiyle müsemma bir aile diyebiliriz.Süleyman Ali Fransa ile Suriye arasında antlaşmanın yapıldığı 1936’da diğer Nusayri aşiret liderleriyle Fransız manda yönetimine öyle bir mektup yazdı ki, hem aman bizi Sünnilere bırakıp gitmeyin dedi, hem de Müslümanların kendilerini ‘keseceklerini’ ihbar etti. İşte o mektubun ayrıntıları.Resmi belgeyiFabius açıkladı 30 Ağustos 2012’de Suriye’nin BM daimi temsilcisi Beşşar el-Caferi, Güvenlik Konseyi’nde Suriye’nin Fransız mandasında yaşadığına atıfta bulununca Fransa Dışişleri Bakanı Laurent Fabius’tan hiç beklemediği bir tepki almıştı. Esed’in dedesini Suriye’ye ihanet etmekle suçlayan Fabius şöyle demişti:“Madem Fransa işgali döneminden bahsettiniz, benim de Başkanınız Esed’in dedesinin Fransa’dan, Suriye’den çıkmamasını ve bağımsızlığını vermemesini talep ettiğini hatırlatmam gerekir. Bu, imza atmış olduğu resmi belgeyle tescilli olup Fransa Dışişleri Bakanlığı’ndadır. İsterseniz bir kopyasını veririm.”Belgenin orijinalini Dr. Mordechai Kedar geçen yıl neşretti (www.jewishpress.com). Ondan yararlanarak Suriye tarihinin bu bilinmeyen yönünü açıklıyoruz. (Haberdar eden Tahir Alperen’e teşekkürler.)“Biz Suriye’deki Alevi liderler” diye başlayan mektupta özetle şu noktalar öne çıkıyor: (Metinde “Aleviler” denilmekte ama ben bunları çevirirken “Nusayriler” yaptım, zira “Alevi” tabiri Fransızlara aittir.)“1. Nusayri milleti dinî inanç, örf, adet ve tarihi itibariyle Sünnilerden farklıdır ve Müslümanların idaresinde yaşadıkları vaki değildir.2. Nusayri milleti Müslüman Suriye tarafından ilhak edilmeyi reddeder. Çünkü İslam, ülkenin resmi dinidir, Nusayrilerse İslamiyet tarafından zındık sayılır. Eğer manda kalkıp da Suriye’ye ilhak olunur ve kanunlar din esasına göre yapılırsa Nusayrileri korkunç bir akibet beklemektedir.3. Suriye’ye bağımsızlığını bağışlamak ve mandadan vazgeçmek sosyalist ilkeler açısından iyi olabilir ama tam bağımsızlık Kilikya, İskenderun ve Ensariye dağlarında Nusayri milleti üzerinde birkaç Müslüman ailenin hakimiyeti demektir. Meclis ve anayasa bile kişisel özgürlüğü güvence altına almayacaktır. Meclisin kontrolü yüzeyde kalacak, esasen dinî fanatizmin kontrolüne girecek, bu da azınlıkları hedef tahtası haline getirecektir. Fransa Nusayrileri Müslümanların insafına terk etmek ve sefaletin kucağına mı atmak istiyor?4. Fanatizm ve dar bakışın ruhu -ki, kökleri Arap Müslümanlarının gayrimüslimlere karşı tavrında yatar- İslam dinini besleyen ruhtur ve onu değiştirmek mümkün değildir. Eğer manda idaresinden vazgeçilirse Suriye’deki azınlıklar için ölüm ve imha tehlikesi ortaya çıkar. Bugün bile Şamlı Müslümanların, himayeleri altındaki Yahudilerin Filistin’de felaketten mustarip Yahudi kardeşlerine gıda göndermelerini nasıl yasakladıkları görüyorsunuz. Filistin’deki Yahudilerin durumu Müslüman Arapların gayrimüslimlere nasıl davrandıklarının en güçlü ve somut kanıtıdır. Müslüman Araplara barış ve medeniyet getirmiş olan ve Filistin’e para ve refah dağıtmış olan bu iyi Yahudiler kimseyi rahatsız etmiyor, hiçbir şeylerini gasp etmiyor, Müslümanlarsa onlara cihad bayrağı açıyor, çocuk ve kadınlarını kurban etmekte tereddüt etmiyor, hem de bunlar İngiltere Filistin’de, Fransa Suriye’deyken oluyor. Manda idaresi iptal edilir ve Müslüman Suriye Filistin’le birleşirse Yahudileri ve diğer azınlıkları karanlık bir gelecek beklemektedir.“Fransa’ya yalvarıyoruz…”5. Suriye halkını savunmaktaki alicenablığınızı ve bağımsızlıklarını gerçekleştirme arzunuzu takdir ediyoruz. Lakin Suriye bu zamanda ona ilham verdiğiniz âli gayenizden uzak, çünkü hâlâ dinî feodalizmin ruhuna sahip. Fransa ve Sosyalist Parti’nin Suriye’nin bağımsızlığını kabul edeceğini sanmıyoruz. Zira bu, Nusayrilerin boyun eğmesine sebep olacak, onları ölüm ve imha tehlikesine atacaktır. Nusayrilerin Suriye’ye ilhak edilmesi yönündeki Suriye’nin ricasını kabul edemezsiniz, çünkü âli ilkeleriniz bir milletin diğerinin özgürlüğünü boğmaya çalışmasını kabul edemez.6. Fransa-Suriye antlaşmasında Nusayriler ve diğer azınlıkların haklarını garanti alınmasını yeterli bulabilirsiniz. Fakat Suriye İslam zihniyetinde akitlerin hiçbir değeri yoktur. Burada imzası olan Nusayri milleti, yani biz Fransa hükümetine ve Sosyalist Parti’sine yalvarıyor ve rica ediyoruz: Küçük de olsa bağımsız bir Nusayri devletinin bağımsızlığını güvence altına alın. Nusayriler Fransız sosyalist liderlerinin ellerinde huzur bulacaktır.Mektup burada bitiyor. Dr. Kedar Yahudilerden gayet olumlu bir dille bahsedildiğine dikkat çekiyor ve ‘Kimbilir’, diyor, ‘Nusayriler bir gün Suriye’deki Müslüman şehirlerinden firara zorlanırlarsa Ensariye dağlarında bağımsız bir devlet kurar ve belki o zaman –baskı altındaki azınlık devleti gibi- tarihin bir alayı olarak “Siyonist oluşum”la el ele vermeye çalışırlar.‘Bizi kesecekler’ diye Avrupa’dan yardım dilenenlerin 40 yıldır onbinlerce Sünniyi kesmesidir Esedlerin Suriye’si… Bu sözü 28 Şubat döneminden hatırlıyor olmalısınız. Efendim?
Viewing all 3284 articles
Browse latest View live