Quantcast
Channel: ZAMAN-PAZAR
Viewing all 3284 articles
Browse latest View live

Suriyeli mülteciler Türkiye’ye müteşekkir

$
0
0
Suriyeli göçmenler, kendilerine gösterilen ilgiden çok memnun. Hatta mültecilerin kurduğu ‘Oğuz Boyları Derneği’ Başkan Yardımcısı Cuma Maçan, “Size müteşekkiriz.” diyor. Haberlere istatistiki bilgi olarak konu olan Suriyeliler bakın bizim için ne düşünüyor?Suriye’de 3 yıldır süren iç savaş yüzünden Türkiye’ye sığınan yüz binlerce Suriyeli gerek kamplarda gerek şehir merkezlerinde hayatlarını idame ettirmeye çalışıyor. Sivil toplum kuruluşları ve belediyelerin desteğiyle yaşamlarını sürdüren Suriyeliler, kendi içlerinde de sivil inisiyatif oluşumlarını kuruyor. Gaziantep’te de Türkmen asıllı Suriyeliler, ‘Oğuz Boyları Derneği’ni kurarak yardım faaliyetlerini tek bir elden yönlendirmeyi amaçladı. Derneğin kurucu üyesi ve başkan yardımcısı Cuma Maçan ise Türkiye’ye çok yakın bir isim. Hem Arap hem de Türk dili ve edebiyatı eğitimi alan Maçan, şimdi göçmen Suriyelilere Türkçe öğretiyor. Maçan, Esed rejiminin kendilerini 40 yıl boyunca eğitimden, özellikle de din eğitiminden uzak tuttuğunu söylüyor.9 kişilik ailesiyle Halep’ten Gaziantep’e göç eden Maçan, Suriyeli bir Türkmen. Kurdukları dernekle Suriyeli Türkmenler başta olmak üzere, ülkede zor durumda bulunan insanlara giden yardımları organize etmek olduğunu anlatan Maçan, “Suriye’de 3,5 milyon Türkmen yaşıyor. Biz burada sadece Türkmen kardeşlerimize de değil, zulmü gören bütün herkese yardımların ulaşmasını sağlamak, dayanışma içerisinde olmayı amaçlıyoruz. Amacımız insani. Elektriği, suyu olmayan insanlarımız var. Bayram bile yapamadılar. Bu mağduriyete bir nebze çare olmak istiyoruz.” ifadelerini kullanıyor.Maçan, Türklerin, ilk geldikleri günden bu yana kendilerine gösterdikleri desteğe müteşekkir olduğunu söylüyor. Maçan, “Bu millet cennetin kilidini elde etmiş. Bu sözümde abartı yok. Bir mahalleye Suriyeli geldiğinde nasıl yardım edeceklerini şaşırıyorlar. Türk milleti, Kürt, Arap dinlemiyor. Bizi sadece insan olarak görüyor.” diyor.

Kurtlar Vadisi'nde çok şey değişecek

$
0
0
Kurtlar Vadisi Pusu, 12 Eylül'den itibaren atv'de yeni bölümleriyle izleyiciyle buluşacak. Dizinin senaristi ve konsept sorumlusu Cüneyt Aysan, "Kurtlar Vadisi'nde sürprizler her zaman vardı, bu sezonda da yine seyircimizin arzuladığı sürprizler olacak." diyor.Soy Kitabı'na Tapınakçılar'dan önce ulaşan Polat Alemdar, heyetin geleceğini kurtarır kurtarmasına ancak kendi canından da olur! Son arzusu olarak kızı Elif'in kurtarılmasını isteyen Polat'ın ölümü KGT üyesi Akif'in elinden olmuştur! Dizi geçtiğimiz sezona 195. bölümünde Polat'ın ölümüyle veda etmişti. Peki, Polat gerçekten öldü mü? Ölmediyse nasıl ortaya çıkacak? Her türlü sürprize açık bu final sahnesi, ‘Vadi severler'in yüreğini ağzına getirirken, Türk televizyonlarında 11 yıldır yayınlanan ‘Kurtlar Vadisi efsanesinin sonu' tartışmalarını da beraberinde getirdi. 12 Eylül'de başlayacak Vadi'nin yeni sezonunda kimlerin diziden ayrılacağı, kimlerin dizi kadrosuna katılacağı merak konusu. Dizinin senaristi ve konsept sorumlusu Cüneyt Aysan, ser verip sır vermese de yazdıkları senaryonun Polat Alemdar izleyicisini tatmin edeceğini söylüyor. Kurtlar Vadisi Pusu'nun geleceğini konuştuğumuz Aysan, izleyicilerine sürprizlerle dolu yeni bir dönem vaat ediyor...Hayranlarının sabırsızlıkla beklediği yeni dönemde Kurtlar Vadisi Pusu'da ne gibi sürprizler var? Yeni yüzler, yeni karakterler ya da ayrılıklar...Kurtlar Vadisi'nde sürprizler her zaman vardı, bu sezonda da yine seyircimizin arzuladığı sürprizler var. Hem hikâye anlamında hem karakterler anlamında beklentileri karşılayacak konsept, karakter ve oyuncularımız olacak. Kurtlar Vadisi'nin en özgün tarafı da zaten her sezon yeni bir konseptin açılması, zenginleştirilmesi, bu gidişata uygun hikâyeler oluşturulması ve bu hikâyelere ilişkin güçlü karakterler yaratılması...Final sahnesi izleyicinin kafasını karıştırdı. Sizin açınızdan bu soruya cevap vermek elbette güç. Yine de sormak istiyorum, Polat öldü mü? Öldü ise nasıl dirilecek?O, bu senenin en büyük sürprizi... Bu sürprizi birlikte izleyip göreceğiz. Polat Alemdar, sadece Türkiye'nin değil, bölgenin en büyük karakteri, en büyük aksiyon ve fikir adamı. Bu soru tabii ki bütün Vadi izleyicilerini etkilemiş durumda ama yazdığımız senaryo Polat Alemdar'ın izleyicisini tatmin edecektir.Ülke ve dünya gündemi yakından takip eden dizinin yeni bölümlerinde Mısır, Suriye ve bölge sorunları ile ilgili dikkat çekici ayrıntıların ipuçlarını veriyorsunuz. Bir diziye bu denli mesaj yüklemenin, senaryo açısından ne gibi artıları ve eksileri oluyor?Biz gündemi bire bir takip ediyoruz diye bir şey demiyoruz. Ortada medyanın sunmuş olduğu bir gündem var. Kamuoyunda oluşturulan, bize dayatılan bir gündem. Biz 11 yıldır bunun arka planını; gündemin nasıl oluşturulduğunu, nasıl yaratıldığını, bunu yaratan güçlerin kimler olduğunu ve bundan nasıl nemalandığını, gündem oluşturmanın bunlara maddi manevi getirisini anlatıyoruz.Dizinin başarısı da buradan gelmiyor mu zaten?Tabii ki politik aksiyon dizi yapmak çok zor bir iş. Sonuçta dramatik bir eser ortaya koyuyorsunuz. Dramatik eserin unsurları var, buna da çok fazla politik bir şeyi yoğunlaştıramazsın. Ama Kurtlar Vadisi'nin en büyük başarısı, bu dramatik eser içerisinde politik söylemi, Türkiye ve bölgedeki politik oyunları da çok güzel bir şekilde anlatması.Politik bir diziyi geniş kitlelere izletmek çok zor ve sıkıntılı bir iş değil mi?Neticede bu eğlence sektörü ve siz bu sektörde insanların tamamen stratejik düşünmelerini, kendi ülkesinin ve bölge ülkelerinin sorunlarına karşı hangi stratejilerin oluşturulduğunu, bunlara karşı nasıl yeni stratejiler oluşturması gerektiğiyle seyircinin düşünce biçimini değiştirmeye, daha farklı düşünmelerine sebep oluyorsunuz. Bu çok kolay bir iş değil, çünkü kısa bir sürede bunu yapmaya çalışıyorsunuz. Ama biz bunu yaptığımıza inanıyoruz. Şu an 1 milyarlık bir seyirci kitlesi diziyi izleyip dizi bittikten sonra bu şekilde yorum ve analiz yapıyor. Bu da insanlarımızın ülkesinin ve bölgenin toplumsal, siyasal ve ekonomik sorunlarına karşı ne kadar duyarlı olduğunu gösteriyor.11 yıldır devam eden bir dizi var ortada. Vadi izleyicisiyle kurduğunuz bağı neye borçlusunuz?Yılların oluşturduğu bir bağ bu. Bunun için büyük emek harcandı. Gerçekliği senaryoya uygun bir şekilde yerleştirmek için stratejik çalışma yapıldı. Bu da çok zor ve riskli bir durum. Biz bu riski aldık. Bunun karşılığında da seyircimiz bize takdirlerini ve beğenilerini iletti. Kurtlar Vadisi'nin en büyük başarılarından biri de budur. Bu sektörde farklı bir pencere açtık, izleyicilerimizi bir dünyaya soktuk. Hem izleyicimiz hem biz bundan çok büyük haz aldık. Bu entelektüel bir haz. Çünkü neticede Türk insanı ve bölge insanı burada yapılan toplumsal olaylara bir şekilde emperyalizm müdahalesi olarak bakıyor ve bu emperyalizmle mücadele etmek için yöntem ve şekiller üzerinde çok kafa yoruyor. Kurtlar Vadisi de buna bir nebze olsun ışık tutmaya çalışıyor.Emperyalizmle mücadelede dizi önemli bir araç diyebilir miyiz?Kurtlar Vadisi'nin bir sözü var: Bölgenin emperyalizmden kurtulması. Bu bölgede emperyalizmin çok fazla kök salmış olduğunu, emperyalizmle mücadele etmenin en önemli unsur olduğunu ve emperyalizmin bütün bu sömürüyü devam edebilmek için etnik, dinsel, tarihsel her türlü argümanı kullandığını anlatan Kurtlar Vadisi, insanlar gerçek anlamda kendi tarihine, kültürüne döndüklerinde ve bunları tekrar incelediklerinde bundan kurtulmanın mümkün olduğunu söylüyor. Çünkü Türkiye bölgede emperyalizme karşı tek büyük güç. Bugünkü hal, kuşatılmış ama bu kuşatma sonsuz değil dönemsel…İzleyicinin diziyi sahiplenmesi bu yüzden mi?Kurtlar Vadisi kültür emperyalizmiyle bunun hiçbir şekilde aşılamayacağını veriyor. Tam tersine, dönemseldir ve mücadele edildiği takdirde bu aşılacaktır. Bu önemli bir vaattir. Seyirci de bu yüzden bu diziye çok fazla itibar ediyor.Her ne kadar geniş kitlelere hitap etse de sevmeyenleri de vardır dizinin. Penguenli fragmanla bu algıyı değiştirme niyetinde olmadığınız anlaşılıyor. Bunu; 'Bizi sevmeyen zaten sevmeyecektir' gibi mi yorumlayalım?Sevmemek değil de görmezden gelmek diye bir taktik var. İzlemeyebilir, ama aslında izlemedim diyenlerin büyük bir kısmı diziyi izliyor. Sadece politik söylemiyle uyuşmayabiliyor. Ama Kurtlar Vadisi toplumsal, ekonomik, siyasal ve kültürel olaylara farklı bir pencere açtığı için o pencereyi de görmek istiyor. Katılıp katılmaması sorunu var. Biz bir iddiada bulunuyoruz. Bu bizim yorumumuz. İddiamızın geçerli olup olmadığına tarih karar verecek. Şimdiye kadar pek yanılmadık, bizim en büyük başarılarımızdan biri de bu.'Kurtlar Vadisi izliyorsanız haberlere gerek yok' algısı yeni dönemde de değişmeyecek anlaşılan. Haberleri yine Vadi'den mi alacağız?Bence işin en güzel tarafı bu algı. Çünkü haberler çok ayırt edici, çok bulandırıcı, çok fazla kanaldan pompalanıyor. Bunu sadece Türk basını için değil, tüm bölge basını için söylüyorum. Emperyalizm sadece ekonomik veya siyasi güçle değil kültürel hegemonyasıyla bölgeyi kontrol ediyor. Algıyı bozuyor, değerleri yıpratıyor. Haberler de bunun en büyük enstrümanlarından biri. İzlediğiniz haberler o kadar farklı veriliyor ki. Kurtlar Vadisi'nin en belirgin tarafı Türkiye ve bölgedeki toplumsal, siyasi, ekonomik ve kültürel sorunlara bağımsız analiz yapması ve strateji oluşturması.Kurtlar Vadisi farklı bir göz yani...İnsanlar o kadar çok kandırılmaya çalışıldı ki... Yine de Türk insanının kendine özgü bir feraseti var. Bir şeyler eksik veya yanlış anlatılıyor dendiğinde, Kurtlar Vadisi izlediğinde 3. bir gözle bakıyor ve diyor ki “Aaa öyle de değilmiş”. Kurtlar Vadisi, o açığı kapatıyor. Toplumda güven sorunu var. Kurtlar Vadisi o güvenilirliği sağlayan bir eser. Modernizmin en büyük özelliği hakikati gizlemesi ve bozması. Bu bozmaya karşı bir bayrak var, o da Kurtlar Vadisi.Dizinin ne kadar devam edeceği konusunda bir öngörünüz var mı?Bu izleyicimizin takdiriyle alakalı. İzleyicimiz bize itibar ettiği, bizi izlediği, bize inandığı müddetçe bu eseri onlara vereceğiz. Bir de kanalın ekonomik unsuru var. Ekonomik unsurlar ve izleyicinin beğenisi devam ettiği müddetçe biz bu diziyi yapmaya devam edeceğiz.

Madalyon, solun ‘mağdur edebİyatı’na bir tepki olarak doğdu

$
0
0
Yönetmen İbrahim Elma ve ekibi tarafından çekilen Madalyon belgeseli, başta Metin Yüksel cinayeti olmak üzere sağ camianın tarihindeki dönüm noktalarına ışık tutuyor. Önümüzdeki günlerde televizyon ekranlarında yayınlanacak belgeselin ilk üç bölümlük kısmı, 80’leri ve Milli Cephe dönemini tanıklarıyla anlatıyor.İstanbul, karlı ve ‘kanlı’ bir kış gününe uyanmıştı 23 Şubat 1979’da. Cuma namazı vakti yaklaştıkça Fatih Camii biraz daha kalabalıklaşıyordu. Az sonra kılınacak olan namaz, kader planında diğerlerinden farklı olacak, şehrin sembol camisi büyük bir provokasyona alet edilecekti. Dönemin Akıncı liderlerinden Metin Yüksel, İzmir’deki bir toplantıdan henüz yeni dönmüş, eve uğramadan kendi kurduğu dernekte biraz dinlendikten sonra camiye geçmişti. Fakat ortada ters giden bir durum vardı. Ülkücüler, her zamankinden biraz daha kalabalıktı. Fısıltılar, 40 silahlı ülkücünün camide olduğunu söylüyordu. Arkadaşları, Metin’i camiye girmemesi için uyardı çünkü kendileri silahsızdı. Akıncılardan bazıları polisi aramış ve önlem alması için güvenlik görevlilerini uyarmıştı. Ama polisler bu uyarıya yeterince kulak asmadı. Zaten uzun bir süredir akıncılar ile ülkücüler arasında içten içe bir sürtüşme yaşanıyor, ülkücüler, akıncıları, “Sola karşı biz savaşıyoruz siz bir şey yapmıyorsunuz.” diyerek pasiflikle suçluyordu. Birkaç gün önce Fatih karışmış, Metin’in kardeşi Müfid sopalarla dövülmüştü. Cuma namazı çıkışında Metin Yüksel, her zamanki gibi arkadaşlarıyla selamlaşmak için arka kapıya yöneldi. Her saniye onu ölüme götürüyordu. Kalabalık yavaş yavaş dağılmaya başlamıştı ki Metin’in arkadaşı Mehmet Ali Tekin, ülkücü gençlerden Ali Bilir’in üç kez, “Metin!” diye bağırdığını duydu. Ali Bilir, “Gel, Metin biraz konuşalım.” dedikten sonra elini paltosundan çıkardı, işte ne olduysa o anda oldu. İddialara göre Ali Bilir’in silahından çıkan kurşunlar Metin’i şehit etmişti. Hatta son kurşun da kafasına sıkılmıştı. Sonra cinayeti işleyenler tekbir sesleriyle olay yerinden uzaklaştı! Ne gariptir, ölen de öldüren de inançlı, sağ görüşten iki gençti… Bu arada Ali Bilir’e yardım ve yataklıktan 12 yıl hapis cezası alan İhsan Barutçu da silahını çekti, Metin’in arkadaşı Mehmet Ali Tekin’e doğrulttu. Mehmet Ali Tekin, Barutçu’ya şunları söyledi: “Daha düne kadar bizim semtimizde, korumamız altında okula gidiyordun.” Barutçu’dan aldığı cevap ise bir hayli şaşırtıcıydı: “Artık Fatih sizin değil bizim semtimiz!” Peki, Metin Yüksel cinayetinin altında yatan sadece bir semt kavgasından mı ibaretti gerçekten? İhsan Barutçu Cinayet hakkında ilk kez konuştuYönetmen İbrahim Elma ve ekibi tarafından çekilen Madalyon belgeseli, başta Metin Yüksel cinayeti olmak üzere sağ camianın tarihindeki dönüm noktalarına ışık tutuyor. Önümüzdeki günlerde televizyon ekranlarında yayınlanacak olan belgeselin ilk üç bölümlük kısmı, 80’leri ve Milli Cephe dönemini tanıkları ve belgeleriyle anlatıyor. İlk etapta 20 bölüm çekmeyi düşünen ekip, Cumhuriyet’ten bu yana sağ ve muhafazakâr camianın yaşadığı mağduriyetleri ekranlara taşıyacak, Maraş, Çorum, Madımak ve faili meçhul cinayetlere bu gözle bakacak. Ekip, Metin Yüksel cinayetinin tanıklarını cami avlusunda toplayıp o gün yaşananları ilk ağızdan izleyicileri için kayda almış. İstanbul Bağımsız Milletvekili İhsan Barutçu, cinayet günü ile ilgili ilk kez kamera karşısına geçmiş. Barutçu, konuyla ilgili üstü kapalı olarak bazı açıklamalar yaparak derin devleti işaret ediyor: “Metin’in öldürülmesinde muhatap ben değilim, darbecilerdir.” Barutçu, davayla ilgili hüküm giymesine rağmen, “Suçlamaları işkenceye maruz kalmamak için kabul ettik.” demeye getiriyor. Cinayetin faili olarak askeri mahkeme tarafından yargılanan ve 17 yıl hapis cezası alan Ali Bilir ise İbrahim Elma’nın tüm ısrar ve çabalarına rağmen konuyla ilgili görüş bildirmek istememiş. Peki, ama niçin Metin Yüksel? Olay sadece Fatih semtinin liderliğini ele geçirmek miydi yoksa cinayetin arkasında gerçekten de derin güçler mi vardı? Ali Bilir gibi namaz kılan muhafazakâr bir kişi Fatih Camii avlusunda neden bir cinayet işlesin? Bu soruların cevabı ne olursa olsun, sonuç itibarıyla işlenen cinayet, 80 darbesine giden yola bir taş daha döşedi, sağı bıçak sırtı ikiye bölerek darbecilere hizmet etti.Zaten birilerinin de isteği bu değil miydi? Metin Yüksel cinayeti sonrasında sağdaki saflar tam olarak netleşti. Öncesinde, akıncılar ve ülkücüler arasında bazı sürtüşmeler yaşanıyordu fakat iki taraftan aklıselim kişiler husumeti gidermeye çalışıyordu. 1965-69 arasında Milli Türk Talebe Birliği’nde (MTTB) etkin olan sağcılar, 1969 sonrasında hâkimiyeti İslamcılara bırakıyordu. Bu gelişme sonrasında ülkücüler bazı MTTB bürolarına bomba koydu. İslamcıların ilk şehitlerinden sayılan Mustafa Bilge, ülkücüler tarafından bu dönemde öldürüldü. Daha sonra ise Alparslan Türkeş’in direktifleriyle ülkü ocakları kuruldu. İnşaat mühendisliğinden belgesel yönetmenliğineYönetmen İbrahim Elma, üniversitede inşaat mühendisliği bölümü okuduğu dönemde Türkiye’nin yakın tarihine ilgi duyar. Sınavlara çalışmak yerine siyaset, sosyoloji ve tarih kitapları okur. Okulu bitirdikten sonra mühendislik yapmayı hiç düşünmez. Birkaç arkadaşıyla birlikte küçük bir prodüksiyon şirketi kurar, belgesel ve film alanında çalışmalara başlar. Bu arada iki yıllığına Amerika’ya gider, sinema alanında eğitim alır. Türkiye’deki belgeselciliğin belirli kalıplar içerisinde boğulduğunu söyleyen Elma, “Herkes 90’larda başlayan ve bir kesim tarafından çekilen belgeselleri örnek alıyor. Bu alanda bir tekel oluşmuş adeta. Bugüne kadar sağ ve muhafazakâr kesimin önde gelen isimleri ile ilgili belgeselleri bile hep solcular çekti. Sol, darbelerin tek mağduru olarak lanse edildi. Oysa bu ülkede ezilen ciddi bir sağ kesim var. Madalyon fikri, solun mağdur edebiyatına bir tepki olarak doğdu aslında. ‘Belgeselci sosyalist olur. Belgeselci solcu olur.’ gibi bir algı var. Biz bunu kabul etmiyoruz ve kırmaya çalışıyoruz. Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi öğrencileri bu alanda bize büyük destek sağladı.” diyor. b.koseli@zaman.com.tr

Bir maymun İstiklal Savaşı’nı kazanmamıza nasıl yardım etmişti?

$
0
0
Tuhaf ama tarih bazen bize saçma gibi gelen olaylarla şekillenir. Aslında o sırada arkasındaki “büyük plan” okunamadığı içindir saçma görünmesi.1920 Ekim’inde Yunan kralını ısıran maymunun hikâyesi bunun en çarpıcı misalidir. İstiklal Savaşı’nın henüz başlarında Yunan işgali İzmir’den Batı Anadolu’nun içlerine doğru bütün hızıyla genişlerken Atina’daki Tatoi Sarayı’nın bahçesinde meydana gelen esrarlı bir ‘ısırma’ olayı Milli Mücadele’nin lehimize dönmesini sağlayacak ve askerinden alimine, şairinden siyasetçisine kadar moralimizi düzeltecektir.İşte 1917 yılında babası Konstantin’in yerine tahta çıkarılmış ve Anadolu’nun işgali ile Yunanistan’la birleştirilmesi fikrini (megalo idea) en büyük dava edinmiş olan Yunan Kralı I. Aleksander’in bir maymun tarafından ısırılması olayı ve hiç beklenmedik sonuçları…Milli Mücadele’nin İzmir’in işgaliyle başladığını kabul edersek, ikinci adımının 10 Ağustos 1920’de Sevr’in imzalanmasıyla atıldığını söyleyebiliriz. Gerçi İstanbul’da Sevr’den memnun olabilecek bir Allah’ın kulu yoktur, imzalayanlardan Rıza Tevfik bile onu Anadolu’ya vakit kazandırmak için imzaladıklarını söyler, Sultan Vahdettin ise “Mecelle-i mesâib” adını verir, yani “Musibetler belgesi”…Onaylanmaz, ayrı; ama imzalanmasının Anadolu’daki yankısı biraz abartılı olur ve Mehmed Akif ve Yahya Kemal dahil şair ve yazarlar, vaaz ve yazılarında Sevr’in, bu topraklarda din ve varlığımızın kökünü kazımaya ahdettiğini haykırırlar. Meclis de bu görüşü yayar etrafa.Oysa Sevr’i parlamentosuna getiren tek devlet, Yunanistan’dır. Ne İngiltere, ne Fransa, ne diğerleri böyle bir teşebbüste bulunmuşlardır. Çünkü bir ‘aptallık anıtı’ olan antlaşmanın uygulanamayacağını, imzalatanların kendileri de biliyorlardı.Her şey Başbakan Venizelos’un 7 Eylül 1920 günü Sevr Antlaşması’nı parlamentoya getirmesiyle başladı. Hemen meclisi feshederek 7 Kasım’da kendi hükümetinin gözetiminde yeni bir seçim yapılacağını bildirdi. Sıkıyönetim ve sansür kaldırılmıştı. Kampanya hararetli başladı ve umulmadık bir şekilde 27 yaşındaki Kral Aleksander etrafında bir tartışmaya dönüştü.Kral, Venizelos’un adamıydı ama soylu bir aileden gelmeyen ‘Kralcı’ bir Yunan kızıyla evlenmek istiyor, Venizelos buna karşı çıkıyordu. Böylece Kral ile Cumhuriyetçi Venizelos’un araları açılıyordu. Venizelos, Kral’ın kralcı, yani monarşist bir aileden gelen bir kızla evlenirse bunun aleyhine olacağını düşünüyordu. Üstelik Kral dediğin halktan biriyle evlenemezdi; Yunan bile olsa.Ancak Kral dediğim dedik biriydi. Evlenecekti. Venizelos yalvardı acele etmemesi için. İşe yaramadı. Sessiz sedasız evleniverdi. Tam bu haber Atina’da duyuluyorken hiç beklenmedik bir olay iç politikadaki bütün kavgaların seyrini değiştirdi.Maymun ısırığıGüneşli bir 30 Eylül sabahıydı. Kral Aleksander, Fritz adlı kurt köpeğiyle Tatoi Sarayı’nın bahçesinde mutad yürüyüşlerinden birine çıkmıştı. Köpeğin birden bir çalılığın içine atladığı görüldü. Havlama, hırlama ve dalaşma sesleri birbirini kovalıyordu. Kral koştu; gördüğü manzara karşısında şaşkındı. Köpeği, evcil bir maymunu ağzına almış, şiddetle sarsıyordu. Maymunu köpeğin ağzından almaya çalıştığı sırada Kral darbeyi bir başka maymundan yiyecekti.Dişisinin saldırıya uğradığını görerek harekete geçen erkek maymun ona bir kötülük yaptığını zannederek Kral’a saldırdı. Onu baldırından ve vücudunun çeşitli yerlerinden kötü bir şekilde ısırdı. Adamları yetiştiğinde Kral kan revan içindeydi. Maymunlar öldürüldü ama iş işten geçmişti.Yaralar alelusul temizlenip sarıldı. Kral, hadisenin sarayın dışında duyulmasını istememiş, yaralarını ciddiye almamıştı. Ancak gece ateşlenme başladı ve giderek arttı. Üç hafta süren hayatta kalma mücadelesinden sonra Kral, bir mikrobun kanda, vücut sıvılarında veya dokularda çoğalması neticesinde ölümle sonuçlanabilen bir hastalık olan sepsis’ten öldü.Kralın ölümü üzerine Meclis toplanıp seçimleri bir hafta erteledi. 3 yıl önce İngiliz, Fransız ve Rusların dayatmasıyla Alman taraftarı diye tahttan indirilen babası Konstantin yeniden tahta çıkarıldı. O da gerçek Krallık yetkilerini kullanma şartıyla kabul etti bu teklifi. Ne var ki, dönüşte tam bir tasfiye bekliyordu Yunan Genelkurmayı’nı.Seçimleri kaybeden Venizelos, Başbakanlığı bıraktı ve yurdu terk etti. Yenilgisinin sebebini “Yunan halkının savaşlardan bıkkın” oluşuna bağladı. İngiltere, Cumhuriyet’ten Krallık’a dönmüş olan Yunanistan’ın kendi politikalarını yürüteceğine inancını kaybetmişti. Nitekim Savunma Bakanlığı’nı Ruslara yaklaşmakta olan Türkiye’yi kaybetme korkusu ağır basmıştı. Winston Churchill “İngiltere’nin Mustafa Kemal’le iyi bir barış yapılabileceğini” yazıyordu. (Michael Llewellyn Smith, Yunan Düşü, Ayraç: 2002.)Tarihler 23 Kasım 1920’ydi. Yani Lozan’a gidilmesine daha 2 yıl vardı. İngilizlerle anlaşma yolu açılmıştı. Ardından başta İngiltere olmak üzere İtilaf devletleri Türk-Yunan savaşında tarafsız olduklarını, Yunanistan’ı tutmadıklarını bildireceklerdi.Ey uğurlu maymun!Yunan ordusundan işgali ‘başarmış’ ve Bursa’ya kadar genişletmiş olan Venizelosçu generaller hızla tasfiye edildi, yerlerine savaş tecrübesi eksik komutanlar atandı. Hemen o günlerde Karabekir Paşa’nın Doğu’daki zaferiyle başlayan başarılar Başkomutanlık Savaşı’yla hedefe ulaştı. Ancak yendiğimiz Yunan ordusunun içinden bölündüğünü ve dış yardımın büyük ölçüde kesildiği bir ordu olduğunu da unutmamak gerekir.Maymun ısırığı adeta düğmeye basmış ve Yunanistan’ın talih rüzgârı tersine dönmüştür. İşte Bediüzzaman Said Nursi bu haberi aldığı zaman “Mücahid bir hayvan mersiyesi” başlıklı manzumeyi yazarak “Uğurlu Maymun”a övgüler düzmüş ve en umutsuz bir anda bile Allah’ın hangi enstrümanı devreye süreceğinin bilinemeyeceğini şöyle vurgulamıştı:Ey maymun-i meymûn!Kâfirleri mahzun, Yunan’ı da mecnun eyledin.Öyle bir tokat vurdun ki, siyaset çarkını bozdun.Lloyd George’u kudurttun, Venizelos’u geberttin.Mizan-ı siyasette pek ağır oturdunKi, küfrün ordularını, zulmün leşkerlerini bir hamlede havaya fırlattın.Başlarındaki maskelerini düşürüp maskara ederek bütün dünyaya güldürdün.Cennetle mübeşşer olan hayvanların isrine (safına) gittin.Cennette saîdsin; çünkü gazi, hem şehidsin.

Mevcut muhalefet internet kadar muhalif olamıyor

$
0
0
Avrupa’da hızla yayılan ve meclislere giren, yeni nesil seçmenlerin alternatifi Korsan Partisi, Türkiye’de de kuruldu. Uluslararası Korsan Partiler Birliği PPI derneğine üye olan Korsan Partisi ekibiyle hedeflerini ve çalışmalarını konuştuk.Piratpartiet, Türkçesiyle Korsan Partisi, 1 Ocak 2006’da İsveç’te kurulan siyasi bir parti. Yakın zamanda ülkemizde de 10 kişilik bir ekip tarafından kurulan parti, Türkiye’de siyasetin ya da siyasilerin eski ideoloji, kavramlar kısacası hâlâ eski kafayla ilerliyor olmalarını eleştiriyor. İktidarı değil siyaseti değiştirmeyi planlıyor. Asıl ilgi noktası ifade özgürlüğü, telif, patent hakları olan Korsan Partisi internetle değişen ve farklı anlamlara dönüşen yeni düzeni, siyasi platformlarda da dile getirerek bir nevi baskı grubu oluşturmaya çalışıyor. Bir anlamda partinin kurucuları sayılan, çalışma gruplarını oluşturan avukat Selin Kaledelen, bilgisayar mühendisi Harun Esur ve reklamcı Umutcan Öner ile Korsan Partisi’ni, Türkiye’deki siyaset anlayışı, sorun olarak gördükleri ve çözüm önerilerini konuştuk.Korsan Parti’yi Türkiye’de kurma fikri nasıl ortaya çıktı?Harun Esur: Parti kuralım, partileşelim diye bir araya gelmedik. Zaten öyle bir hevesimiz de yok. Biz sadece siyaseti, siyasi anlayışı değiştirmek istiyoruz. Korsan Parti’yi dünyadaki örnekleriyle çok fazla kıyaslayamıyoruz. Çünkü Türkiye’nin siyasi yapısı yurtdışındaki gibi değil. Türkiye’de siyasetin ya da siyasilerin problemi eski ideoloji, siyasi kavramlar ve eski kafayla ilerliyor olmaları. Hâlâ yüzyıl öncenin problemleri tartışılıyor, polemik haline getiriliyor. Oysa biraz daha modern, çağın gerisinde kalmayan konulara eğilip, insana, teknolojiye daha fazla yatırım yapılması gerekiyor.Peki Korsan Parti ne üretiyor, neyi destekliyor?Selin Kaledelen: Bizim çıkış noktamız fikir üretimini desteklemek. Kendimizi STK ya da örgüt olarak tanımlamıyoruz. Sadece fikri olan insanların bir araya gelip bunları konuşabileceği, fikir üretebileceği bir ortam. Aslında hiçbir grup ya da durumu ayırt etmeden özgürlükleri savunuyoruz.Partiye üyelik için bir şart var mı?H.E.: Din, dil, ırk, yaş ve meslek gibi kriterlerimiz yok. Üye olacaklar insan olsun yeter. Şeyh Edebali’nin görüşünü benimsiyoruz: “İnsanı yaşat devlet yaşasın” İktidarla da bir sorunumuz yok. Genel olarak sorun iktidarlarda değil bireylerin yorumlarında zaten. Bundan sonra bir iktidar gelir o da kendi kafasına göre yönetebilir. Ama biz halkı kendi haline bıraksınlar istiyoruz. Nasıl yönetilmek istediğini, neyi istemediğini, kısıtlamayı, özgürlük alanını kendi belirlesin.Bu partiye katıldıktan sonra siyasete bakış açınız değişti mi?H.E.: Kendi dünya vizyonuma göre siyasi düşüncelerimi ifade etme şansım oldu.S.K.: Okulda siyaset okudum ama aktif olarak içinde değildim. Sadece dışarıdan eleştirmeyi, yorum yapmayı severdim. Bu ortamda kendimi mutlu hissediyorum.Üzerinde yoğunlaştığınız alanlar neler?H.E: İnternette dijital güvenlik, gözetim, sansür, telif hakları ve fikri mülkiyetle ilgili ciddi tartışmalarımız var. İlk aşamada derdimiz bunları aşabilmek. İleriye yönelik adımlarımız olacak.‘Rant ve mafyalaşma var’Telif hakkı demişken, MÜYAP ile ilgili geçtiğimiz haftalarda bir yolsuzluk iddiası çıktı. MÜYAP gecikmeli de olsa açıklama yaptı. Bunu nasıl yorumluyorsunuz?H.E.: Burada sorun sanat eseri sahibinin telif hakkı. Bu, fikri mülkiyetin devlet tarafından onaylanması demek. Ama günümüzde öyle bir noktaya gelindi ki artık telif hakkı eşittir para olarak anlaşılıyor. İnsanlar kendi mülkiyetlerini paraya çevirme konusunda fazla kapitalist. Mesela bir kitap yazılıyor, fotoğraf çekiliyor ya da müzik yapılıyor. Bunun paraya çevrilmesiyle ilgili bir dengesizlik var. Çünkü sanat eserinin birim fiyatı diye bir şey yok. Çünkü ranta çok açık, mafyalaşma var. Sadece telif hakkını alan şirketler ve mafyalar arasında dönüyor iş. Halka çok yüksek maliyetlerde satılıyor. Oysa bunun iki yöntemi var. İlki, sanat eseri yapıldıktan sonra fikri mülkiyet hakkını devlet teslim etsin. İkincisi ise herhangi bir eserden herkesin faydalanacağı açık bir kaynak oluşturulsun.Umutcan Öner: MÜYAP ve benzeri kuruluşlar sanatı üreten sanatçı ve tüketen halk arasında kan emen oluşumlar. Sanatı, eseri, sanatçıyı ya da son kulanıcıyı( end-user)korumak gibi bir derdi yok. Bu tür oluşumların önü alınmalı.Nasıl alınabilir önü, siz ne öneriyorsunuz?U.Ö.: Ne yazık ki emeğin başka türlü korunamayacağı fikri hâkim. Oysa gerçekte öyle değil. Eser sahibi araştırsa çok farklı gelir modelleri olduğunu görebilir.H.E.: Bizim çözümümüz toplum ile sanatçı arasındaki bağın sağlamlaşması. Zaten bu olursa toplum sanatçıya bakar. Bundan şüphemiz yok. Global örnekleri de var. Mesela Amerika da bir rock grubunun albümü internet üzerinden ücretsiz bağış usulü satıldı. İlk 30 günde 1,2 milyon kişi ziyaret etti. Toplam da 2,2 milyon dolar para kazandı gönüllü bağış üzerine. Yıllarca Anadolu halkı âşıklara, halk ozanlara bakmıştır. Tabii sanatçıya da iş düşüyor burada. Sanatçının derdi sanat değil de para olmaya başladıkça, sanatçıyla eser arasındaki ilişki de yozlaşmaya başladı.S.K.: Harun sosyal yönünü değerlendirdi. Hukuki olarak baktığımızda ise Türkiye’de ve kıta Avrupa’sında olan telif hakkı koruması, eser sahibininhayatı artı 70 yıl. Bu çok uzun bir süre. Mesela İngiltere’de ise bu süre eser sahibinin hayatı artı 50 yıl. Fakat İngiltere korsan Partisi’nin manifestosuna baktığımızda onların önerileri bu sürenin 10 yıl olması yönünde.Bizde eser kitleye ulaşamadığında zaten bir önemi kalmıyor, kamuya ulaşması lazım. Türkiye’de patent konusu da hem hukuki hem sosyal olarak sıkıntılı. Bu konuda düzgün bir çalışma yok. Patent konusunda da çalışmalarımız var.Assange, Anonymous, Red Hack, Snowden gibi kişi ve oluşumlar özellikle son dönemde, toplumsal muhalefet olmaya çalışan gruplar. Bu muhalefete nasıl bakıyorsunuz?U.Ö.: Şahsi kanaatimce bu tip oluşumlar ve kişiler kanunların gri bölgelerinde hareket ediyorlar. Bunlar işin yasa dışı kısmında kafalarına göre hareket ediyor. Biz insana yönelik çalışıyoruz. İnsanların fikirlerini değiştirmek ve fikir üretmelerine katkıda bulunmak istiyoruz. Biz bu yönümüzle onlardan farklıyız ve onların anlayışında bir muhalefet değil bizimki.H.E.: Şu anda mevcut muhalefet internet kadar muhalif olamayıp, muhalefet yapamadığı için Redhack gibi örgütler etkin. Bir süre sonra muhalefetin de muhalefeti oluşuyor.Bu muhalefetin oluşamamasını neye bağlıyorsunuz?S.K.: Ana akım medyanın özgür ve tarafsız olmaması, internetin bu kadar etkin ve özgür olmasını sağladı.H.E.: İnternetin herkese gazetecilik yapma hakkı vermesinden kaynaklanıyor. Herhangi biri kendi bloğunu kurup, kitlesini oluşturuyor, haber yazıyor, fikirlerini yayıyor. Ama şu anda ana akım medya zaten bunun karşısında duramaz. Kaldı ki ana akım medya internet kadar güçlü değil.İnternette herkesin kafasına göre gazetecilik yapması bilgi kirliliğine sebep olmuyor mu peki?S.K.: Bilgi kirliliği her zaman oluyor. Ana akım medyada da görüyoruz. Savunulan şey bilgiye erişimse iş bireyde bitiyor.H.E.: Mesela Mısır’la ilgili dezenformasyon bir haber var. Ama siz bundan emin değilsiniz. O an elinizin altında internet varsa zaten bir şekilde kontrol edip farklı kaynaklardan gerçekte ne olduğunu görebilirsiniz. Yani kişi aslında bilgi kirliliğine maruz kalmadan da bilgi edinebilir. Yorum sonuçta kişinin yine kendisine kalıyor.Gençler oy verecek alternatif parti arıyor‘Şu sorunu da çözün’ diye sipariş verenler oluyor mu?H.E.: Mesela ‘Kürt meselesiyle ilgili ne düşünüyorsunuz, çözümünüz var mı?’ diye soruyorlar. Oysa bunun için bir altyapı olması lazım. Bu sistemde kitap almak için paranızın olması gerekiyor. Diğer türlü kitap okumadan edinilen bilgi sakat oluyor. Biz de diyoruz ki insanların birtakım sorunları tartışması için açık kaynaklar olsun. Herkes özgürce fikir edinsin ve sorunlara çözüm getirsin. Bunun gibi şu soruna da el atın diyenlere gelin beraber ele alalım diyoruz. ‘Partiyi kurun da oy verelim. Alternatif yok, siz gençlerin alternatifi olun.’ diyenler var. Çünkü bizde ensesi kalın amcalar hep siyasetçi olduğu için gençler alternatif arıyor.Korsan kitap ve CD ile mücadeleye dair bir çalışmanız var mı?S.k.: Valla bu sistemin kendi sorunu. Artık onu da kendi çözsün. Sistem korsana, mafyalaşmaya göz yumduğu sürece kimse bir şey yapamaz.H.E.: Mesela MÜYAP gitsin, bu müzik mafyasıyla uğraşsın insanlarla uğraşacağına.Avrupa’da yeni nesil seçmen hayli aktif. Sizin meclise girme gibi bir düşünceniz var mı?H.E.: Hemen meclise girelim, bir siyasi oluşuma dahil olalım gibi bir kaygı içinde değiliz. Öncelikle bu problemleri meclise girmeden de çözebileceğimiz kanaatindeyiz. Bu anlamda kendimizi meclisle sınırlandırmanın bir anlamı yok diye düşünüyorum ilk etapta.S.K.: Aslında şu anda kendi içimizde de tartışıyoruz. Önce icraat bazında bir şeyler yapmalıyız. Çok konuşup da bu tür polemiklerle vakit harcamak istemiyoruz.

Gelir zengine, tasarruf fakire emanet

$
0
0
Avrupa’daki krize inat ülkemizin refah seviyesi son yıllarda bir hayli yükseldi. Bu gelişme herkesin daha çok harcama cesaretini artırdı. Ama uzun süredir devam eden, ‘zenginiz, tüketiyoruz’ fikri son dönemlerde yerini, ‘artık tasarruf etmeliyiz, olmuyor böyle’ye bıraktı.Zira ekonomi yönetimindeki uzmanlar Türkiye’nin çok harcadığını, artık kendini dizginlemesi gerektiğini söylüyordu.Bu politikanın ürünü olan kampanyalarda ise dikkatimizi çeken bir takım gariplikler var. Zira bu faaliyetler çerçevesinde yapılan bütün reklam, eğitim ve seminerlerde hedef kitle toplumun zaten zor geçinen kesimi.‘Enerji Hanım’ şehir şehir gezerek kadınlara tasarruf dersi veriyor. Ancak bu kadınlar zaten ay sonunda faturayı daha düşük görebilmek için neredeyse akan sudan elektrik üretebilecek durumda. Hükümet ise öteleyemediği ihtiyaçları karşılamak için kredi kartına sarılan dar gelirliye hafiften sitem ediyor. Ya da ekonomik alışverişin sembolü haline gelen ‘ekonominin sultanı Ayşe Hanım’ en ucuz marketten, en ucuz deterjanı alıyor. Devlet okullarında çocuklar harçlıklarını en tasarruflu şekilde kullanmayı öğreniyor…Halka tasarrufu öğretmeyi hedefleyen faaliyetlerden biri de İstanbul genelinde düzenlenen ‘Finansal okuryazarlık kursları’. Burada elbette faydalı bilgiler verilliyor. Ancak bizim dikkatimizi çeken, ‘para biriktirmiyorsan, yanlış yoldasın’ zihniyetine sürükleyen söylemler. Kursiyerler arasından kadınları sahneye davet ederek canlandırma yapan eğitmenin bir elinde biber, bir elinde çikolata var. Birçoğu bin liradan az maaşla geçinmeye çalışan kadınlara önce birer ev alma hedefi veriliyor. Hedefi gerçekleştirmek için ise bazı ipuçları veriyor! Bunlar arasında en çok dikkatimizi çeken, alınması planlanan ev için kadının her akşam eşinin ‘başının etini yemesi’. Olur da ev için kenara para konulamazsa bunun için kendini cezalandırması...Ünlü eğitmenin kursiyerlere bir de sitemi var: “Ayağınızı yorganınıza göre uzatın. Gücünüzün yetmeyeceği evlere yerleşip fazla kira veriyorsunuz. Bu rakam 400 TL’yi geçmemeli.” Oturulabilecek durumda ve merkezlere yakın evlerin 600 TL’den başladığı İstanbul’da bu sözler salonda hafiften mırıldanmalara sebep oluyor. Bütün meşguliyeti bankacılık işlemleri olan bir ‘uzman’ın eğitimi bu.Yıldız Teknik Üniversitesi Sosyoloji Bölüm Başkanı Prof. Dr. Bedri Gencer, bu tür faaliyetleri, “Kapitalizmin farklı süreçleri ve sektörleri arasındaki çelişkiden kaynaklanan çarpıklıklar dizisinin bir sonucu.” olarak tanımlıyor. Çünkü kapitalizm reklam yoluyla gelir seviyesi ne olursa olsun insanları alabildiğine tüketime teşvik ediyor. Finans sektörü ise kendi çarkını işletebilmek, paradan para kazanabilmek için birikime yöneltiyor. Zaten sınırlı bir gelirle sürekli tüketime teşvik edilen insanların nasıl tasarruf edeceği ise merak konusu. Tasarruf biriktirmek değil, israf etmemektirModern iktisat, ekonomiyi sınırsız ihtiyaçların, sınırlı kaynaklarla yönetilmesi olarak tanımlar. Bütün dünya ekonomisi bu tanımlama üzerine kuruludur. Reklamlar, bankacılık işlemleri, üretim ve tüketim politikaları... Kampanyalar satın alma iştiyakını var gücüyle artırırken, bankalar reklamların cazibesine dayanamayan ‘sınırsız ihtiyaç sahiplerine’ kredi kartı dağıtır. İnsanoğlunu asla gözü doymayacak varlık olarak gören üretici ise her dönem en gereksiz modasını bile güvenle sunar piyasaya. Prof. Dr. Gencer’e göre, böyle bir ortamda daha da vahim çarpıklık ise ‘tasarruf’ kelimesinden çıkardığımız anlam. Türkçe tasarruf kelimesi “bir malı ölçülü kullanmak, boşa harcamamak, zayi olmaktan kurtarmak” anlamına geliyor. Örneğin bir kişinin eşyasına iyi bakarak daha uzun süre kullanabilmesi ya da başkasının faydası için bağışlaması. Kelimenin İngilizcedeki karşılığı ise ‘to save money’ yani ‘para tutmak’.Gelir dağılımındaki eşitsizlik önemli bir sorunTürkiye, her ne kadar zenginleşse de gelir dağılımındaki farkı bir türlü azaltamayan ülkelerden. Nitekim geçtiğimiz aylarda Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü’nün (OECD) yayınladığı rapora göre Türkiye, gelir dağılımı adaletsizliğinde Çin ve ABD ile ilk üç sırayı paylaşıyor. Diğer iki ülkenin bu sorunu yaşaması dağınık coğrafi yapısından ileri geliyor. Türkiye’nin ise diğer iki ülkeye göre kaynaklarını eşit dağıtabilecek kadar sınırları dar.Türkiye İstatistik Kurumu’nda yer alan 2011 yılına ait veriler de bu eşitsizliği doğruluyor. Nitekim nüfusun yüzde 60,2’si haftada üç kez et ürünü tüketemiyor. Isınma gibi hayati bir ihtiyacı düzgün şekilde karşılayamayanların oranı bile yüzde 35’in üzerinde. Yüzde 80,3’ü eskimiş mobilyalarını değiştiremiyor. Yüzde 86,5’inin tatil yapma imkânı yok. Beklenmedik harcamaları karşılayamayanların oranı yüzde 67,6. Bütün bu rakamlar, toplam nüfusun yüzde 20’sini oluşturan en alt gelir grubunda ise çok daha vahim noktalara ulaşıyor.Böyle bir tabloda lüksten de lüks yaşamak için israfı günden güne artan üst gelir grubu, büyüyen ülke ekonomisinin mesut yüzleri. Tasarruf politikaları deyince akla ay sonunu zor getirenlerin gelmesi de ahlaki bir tutum olarak görülmüyor haliyle. Prof. Dr. Gencer’e göre, her ülkede asıl kaynağı tüketen kesim fiilen ‘kayıt dışı’ kabul ediliyor. Bu sebeple tasarruf teşviki ya da vergilendirme dar gelirli kesime kalıyor. Bu anlayış, ‘zenginden alamıyoruz, onun yerine diğerlerinden daha çok alalım’ mantığıyla baskının hedefi haline geliyor.Çalışmak saadet vesilesiBediüzzaman Said Nursi’nin iktisat hakkındaki görüşleri de malın ve servetin Allah tarafından verilmiş bir emanet olarak telakki edilmesi gerektiği yönünde. Sermayenin belirli ellerde toplanmasından ziyade herkesin refahına hizmet edecek şekilde dağılması gerekir. Bediüzzaman, çalışmanın dünyevi saadet vesilesi olup tembelliğin işsizliğe, işsizliğin de ızdıraba sebep olduğunu söyler. Sosyal tabakalaşmanın önlenip bencilliğin yerine diğerkamlığın gelmesini savunur. İdeal toplum tanımında hırsa karşı kanaatin, tüketim toplumu yerine ubudiyet ve şükür toplumu öne çıkarılır. Helal ve haram hassasiyetlerinin gözetildiği, israfın yasaklandığı bir toplum görüşünü benimser.

Karıncadan, kahveden, sarımsaktan sabun yapıyor

$
0
0
Mardinli sabun ustası Mehmet Yüksel, jojoba, nar, sarımsak, buğday, havuç, fesleğen, yosun, kına, karınca, yılan ve haşhaş gibi ürünlerle sabun üretiyor.Böyle 155 çeşit sabun yapan Mehmet ustanın dünyanın dört bir yanından müşterisi var. Sabunlarının ilginç olması kadar cilt hastalıklarına iyi gelmesi ve saç dökülmesini önlemesi sebebiyle de müdavimi çok. Mardinli sabun ustası, “Sağlık Müdürlüğü ve Tarım Müdürlüğü’nün uzman ekipleri denetiminde doğal olarak üretilen sabunlar dünyanın birçok ülkesinden özel siparişler alıyor.” diyor. Hatta sadece Hollanda’dan bir firma 1,5 ton sabun sipariş etmiş.Ortaya karışık olsunBitkisel ve hayvansal yağlardan sabun yapan Mehmet usta, işe 55 çeşit sabunla başlamış. Tecrübelerinden yola çıkarak yaptığı Ar-Ge çalışmalarıyla ürün çeşitlerini artıran Mehmet usta yıl sonuna kadar üretimini 200 farklı sabuna çıkarmayı hedefliyor. Müşterilerinin talepleri üzerine sorunlara yönelik üretim de yapıyor. Mesela kadın müşterilerin en çok korktukları cilt lekesini temizleyen kapari bitkisinden sabun üretmiş. Yine kadınların korkulu rüyası olan selüloitlere karşı kahve sabunu; yüzdeki kırışıklığı gidermek için de 8 çeşit bitkiden sabun üretmiş. Mehmet usta yılan, karınca, yosun gibi farklı türlerden de sabun yapıyor.Müşterilerinin yeni gözdesi ise karışık sabunlar. Güllü ısırgan karışımı, ballı brokoli, üzüm çekirdeği badem karışımı, bal, gül karışımı, karanfil, kayısı karışımı, kefir, kakao karışımı, haşhaş ve biberiye, ballı kabaklı…Mehmet ustanın en iddialı ürünü, ten açıcı ve yüzdeki kırışıklığı gideren sabun. En çok sipariş edilen sabun ise ağrı giderici özelliği taşıyan çörek otu ve kekikten üretilen sabun olmuş. Ustanın, manken ve siyasetçilerden de müşterileri varmış.Mehmet ustanın her derde deva sabunlarıKapari sabunu: Cilt lekesini gideriyor.Salatalık özlü sabun: Ergenlik sivilcelerini gideriyor.Ebe gümeci sabunu: Çatlak cilt tedavisinde kullanılıyor.Kahve sabunu: Selüloitlerin tedavisinde kullanılıyor.Ballı kabaklı sabun: Cildin yenilenmesini sağlıyor.Kekik sabunu: Yorgunluğu gideriyor.İnci tozu sabunu: Gözaltı kırışıklıklarının tedavisini sağlıyor ve cildi yeniliyor.Mercan tozu sabunu: Ten açıcı özelliği ile cilt bakımı sağlıyor.Ağrı giderici sabun: Kekik ve çörek otundan üretiliyor.Yeşil çay sabunu: Cilde parlaklık veriyor.Tarçın sabunu: Aşırı terlemeyi önlüyor.Tuz sabunu: Sedef, mantar, egzama ve deri hastalığını tedavi ediyor.Çilek sabunu: Cildi sıklaştırıyor.Sütlü sabun: Yüzü güzelleştiriyor.Hurma sabunu: Cilt kırışıklığı, cilt temizliği için.Kehribar sabunu: Deri kaşıntısı ve cilt bakımını sağlıyor.Yosun sabunu: Selüloit ve cildin temizliğini sağlıyor.Lale sabunu: Cilt temizliği ve bakımı için.Kil maskesi sabunu: Sivilce, güneş lekesi, siyah akne tedavisini sağlıyor.

Rüzgâr sörfçüleri Alaçatı’da buluştu

$
0
0
Egenin zorlu rüzgarlarına göğüs gerenler bu sefer windsurf ve kiteboard’çulardı. Alaçatı’da hız, dayanıklılık, güç ve yeteneği bir araya getiren sörf tutkunları, düşük rüzgâr koşullarına rağmen kıyasıya yarıştı. Bitiş çizgisini ise sadece beş sporcu görebildi.İzmir'in Çeşme ilçesine bağlı küçük bir tatil beldesi Alaçatı. Bağrını rüzgârlara açmış bu belde taş dokulu evleriyle, rüzgâr sörfçülerinin uğrak yeri haline gelmiş. Alaçatı Çark koyunda kurulan rüzgâr sörfü okullarıyla Türkiye'nin genç yetenekleri burada yetişiyor. Son yıllarda dünya çapında yarışlara da ev sahipliği yapan Alaçatı, bu konuda merkez sayılabilecek bir konuma da ulaşmış. Geçtiğimiz yaz Alaçatı'da yapılan Dünya Rüzgâr Sörfü Şampiyonası'nın ardından bu yıl da Red Bull büyük bir organizasyona imza attı. Küçük belde, farklı ülkelerden ve Türkiye'den 95 sporcuya kapılarını araladı. Düzenlediği ekstrem sporlarla karşımıza çıkan Red Bull, bu kez de windsurf ve kiteboard'çuları Alaçatı'da buluşturdu. Bu yıl ikincisi düzenlenen yarışlarda sporcular Ege'nin zorlu rüzgârına göğüs gerdi. Hız, dayanıklılık, güç ve yeteneği bir araya getiren windsurf ve kiteboard'çular, düşük rüzgâr koşullarına rağmen podyuma çıkabilmek için kıyasıya yarıştı. Yer yer durma noktasına gelen rüzgârda sporcular zor anlar yaşarken bitiş çizgisini sadece beş sporcu görebildi.Red Bull Aegean Cross, yıl boyunca sporcular tarafından sabırsızlıkla beklenen bir yarış. Yarışa bu özelliği katansa Türkiye'de yapılan tek mesafede dayanıklılık yarışı olması ve iki farklı disiplinden sporcuları aynı parkurda bir araya getirmesi. Bu heyecan dolu yarışın parkuru da oldukça zorlu. Sporcular, 14 knot civarlarında seyreden bir rüzgâr ile Alaçatı Çark Plajı'ndan start aldı. Yer yer 7 knotlara düşen rüzgâr şartlarında Sakız Adası açıklarından dönerek Alaçatı'daki bitiş noktasına ulaştılar. Yarış mesafesi kuş uçuşu olarak profesyoneller için 32 km, amatörler için ise 10 km.Sporcuların aynı zorlu koşullarda ve fiziksel güç olarak maksimum seviyeye çıkarak yarıştığı Red Bull Aegean Cross, geçtiğimiz yıl büyük çekişmelere sahne olmuştu. Bu sene de oldukça zorlu geçen yarışa katılan sporcu sayısı 95 olmasına rağmen sadece 5 sporcu varış noktasına ulaşabildi. Yaklaşık üç saat süren yarışmada windurf kategorisinde erkeklerde Amerika'dan Jimmy Diaz, kadınlarda Yunanistan'dan Gelly Skarlatou birinci oldu. 2016'da olimpiyatlara aday gösterilen Dilara Uralp yarışı ikinci olarak bitirdi. Kiteboard kategorisinde ise erkeklerde Türkiye'den Salih Alexander Çakır birinci oldu. Kiteboard kategorisinde yarışan kadınlar, etabı tamamlayamadı. Red Bull Aegean Cross 2013'te yarışan sporcular arasında da birçok rekora ve şampiyonluğa imza atmış isimler vardı. Toplamda 42 kez dünya şampiyonluğu kazanmış Red Bull sporcusu Björn Dunkerbeck, 41.25 knot ile windsurf eski dünya hız rekoru sahibi İsviçreli Karin Jagi de yarışlarda boy gösterdi.

[Haftanın Albümleri] Zeybekler, Efelerin Tezenesi’nde

$
0
0
Ege denince akla ilk gelenlerden biri de zeybektir. Ne yazık ki, kültürümüzün vazgeçilmezlerinden olan zeybeklerin son yıllarda çok kötü icralarına şahit oluyoruz.Bu mirasın korunması için geçtiğimiz günlerde önemli bir adım atıldı. Kalan Müzik etiketiyle yayınlanan Efelerin Tezenesi adlı albüm, zeybeklerin en doğru ve geleneksel şekilde icralarının yer aldığı bir çalışma. Bu özel eseri hazırlayan isim ise yıllardır özellikle bağlama, zeybekler ve türküler üzerine yaptığı çalışmalarla bilinen Fikret Döğücü. Döğücü’nün, Talip Özkan, Yılmaz İpek, Özay Gönlüm gibi ustaların icralarının ışığında, zeybeklerin bağlamaya uyarlanması üzerinde çalışmalar yaptığını biliyoruz. Ayrıca Döğücü ismini Ege Üniversitesi Devlet Türk Musikisi Konservatuarı Ses Eğitimi Bölümü Bağlama Takımı ile yaptığı çalışmalarla hatırlıyoruz. Zaten Efelerin Tezenesi adlı albüm projesinin hayata geçmesine vesile olan da bu bağlama takımı. Hem bağlama meraklıları hem de halk müziği âşıkları Yağmur Yağdı Zeybeği, Yağcılar Zeybeği, Çandarlı Zeybeği ve Basbas Zeybeği gibi eserlerin en iyi icralarını bu albümde bulabilir.Mirkelam, Denizin Arka Yüzü’nü anlatıyorMüzikseverler onu koşan adam olarak tanıdı. 1995 yılında Her Gece adlı şarkısıyla müzik dünyasını sallayan Mirkelam, o günden bu güne nevi şahsına münhasır şarkılarıyla gündemde kalmayı başardı. Yaklaşık yedi yıllık bir aradan sonra sanatçı, Sony Music etiketiyle kariyerinin altıncı solo albümü ‘Denizin Arka Yüzü’ ile on bir şarkıyı müzikseverlerle buluşturdu. Kendine has yorumu ve sözleriyle Türk pop müziğinde çok farklı bir yer edinen Mirkelam, üç senelik birikimini, yaşadıkları anları, gözyaşları ve alın terini biraz da kendini anlatıyor Denizin Arka Yüzü’nde. Albümde yer alan tüm şarkıların söz ve müziği sanatçının imzasını taşıyor. Priz 220 şarkısının bestesinde Mirkelam ve albümün aynı zamanda prodüktörü de olan Yves Jongen imzası bulunuyor. Albüm, hikâyesi, anlattıkları, şarkılarıyla dikkat çekiyor. Yedi yıldır Mirkelam’dan yeni şarkılar duymayı bekleyen müzikseverlerin beklediğine değecek bir albüm, Denizin Arka Yüzü.Özcan Uçarer’den Bir B’aşk’a ezgilerGüftesi III. Murad’a, bestesi Ali Ufki Bey’e ait olan ‘Uyan Ey Gözlerim’ ilahisini dinleyip de etkilenmeyenimiz yok gibidir. Sözleri Pir Sultan Abdal’a ait olan Güzel Aşık’ı duyduğumuzda da aynı hislerle dolar kalbimiz. Özcan Uçarer, Turkuaz Müzik etiketiyle yayınlanan Bir Başka isimli albümünde hem tasavvuf müziğinin dillerden düşmeyen eserlerini hem de yeni besteleri yorumluyor. Özcan Uçarer, Türk sanat musikisi ve fantezi müziğiyle yıllarca iç içe oldu. 2005 yılında Türk tasavvuf müziğine ilgi duydu. Sonrasında sanat müziği ve müziğini beraber icra etmeye başladı. Bir Başka, sanatçının ikinci albümü. Albümde hem geleneksel hem de Batı müziği çalgılarının oluşturduğu dingin bir müzikal altyapı var. Uçarer, eserleri geleneksel tavırdan farklı olarak kendine has bir şekilde yorumlamış. Bir Başka isimli albüm, tasavvuf müziğiyle sanat müziğinin iç içe geçtiği dinleyeni yormayan huzurlu bir çalışma.

Kütüphanelerin sonu!

$
0
0
"İlk kütüphanem bir kuru üzüm sandığıydı” cümlesini yıllarca tekrarlayıp durmaktan zevk duydum; sonraki zaman içinde o kuru üzüm sandığı, şekil ve muhteva olarak değişti, büyüdü.Zaman zaman tasfiye etmek ihtiyacı hâsıl oldu. Her taşınmada, “Bunu niçin yıllarca saklayıp durmuşum” diye hayret ettiğim kitap, dergi vesaire türünden yayını elden çıkardım, ama hacimde azalma olmadı başka kitaplar aldı gidenlerin yerini. Bu gel-git içinde niyetim hep petekten balı süzmek gibi sadece el altında bulundurulması gereken hayatî ve önemli şeyleri tutmaktı. Bu faaliyet -Elhamdülillah- hâlâ devam ediyor. Şimdi, sıla-i rahîm fikriyle geldiğim memleketimde, kırk seneden beri biriktirdiğim kitaplarımın arasında, kütüphanemdeyim. Hepsini elden geçirmeye, sağına-soluna bakmaya, her kitapta bıraktığım şahsî izleri aramaya cesaretim yok. Anlıyorum ki kitaplarım biraz da şahsi tarihimdir. Şehrin en kalabalık en ayaküstü mevkiindeki eski tekel binası yıkılmış, yerine yeni bir şehir kütüphanesi yapılıyor. Okur-yazarlar arasında “lâzım mı değil mi?” tartışması başlamış. Bu tartışma, içinde yaşadığımız yeni haberleşme daha doğrusu bilişim teknolojilerinin dayattığı farklı bir fikirden kaynaklanıyor. Mâlum, artık kitaplar dijital teknoloji ile kolayca kopyalanabiliyor. Gençlik zamanlarımızın sihirli icadı fotokopi çaptan düştü düşecek. Pek çok ihtisas kütüphanesinde arzu ettiğiniz kitabın kopyasına pek küçük bir ücret mukabilinde sahip olabiliyorsunuz. Dijital kopya çok daha pratik. Sekiz-on liralık bir taşınabilir belleğe, okkalı cinsinden yüze yakın kitabın PDF formatındaki nüshası sığıyor. Özellikle nadir bulunan ve iyi korunması gereken elyazması türünden eserlerin dijital kopyası, kütüphaneciler için muhteşem bir imkân haline geldi. Vaktiyle batı kütüphanelerinden birindeki yazma eserin mikrofilmini temin etmek, sonra onu fotoğraf kâğıdına bastırıp büyüteçle okumaya çalışmak çilesi ebediyyen sona erdi. Otuzlu yıllarda büyük tarihçilerimizden Mükrimin Halil Yinanç’ın galiba Paris’teki kütüphanelerde istifade etmek istediği bir nadir yazmayı kopyalamak için çok şaşırtıcı ve olağanüstü hafıza isteyen bir usûl izlediğini duymuştum: Kütüphane içine kâğıt kalem sokmanın yasaklandığı bir kütüphanede rahmetli, galiba her sayfayı hafızasına alıp ezberledikten sonra dışarı çıkıp defterine yazarmış. Bu hadise kitap dostları arasında bir efsane gibi anlatılır ve hakikattir. Mükrimin Hoca bugünlere yetişebilseydi kaynakla okuyucu arasındaki mesafenin nasıl kısaldığını -hatta biraz da değersizleştiğini- görüp şaşırırdı. Dünün dünyasında bilgiye erişmek bir mazhariyet, bir öncelik ve marifetti; bugün bilgiye erişim için dünün dünyasına göre çok daha az zaman, para ve emek harcanıyor. Bugünün meselesi, ezelî ve ebedî meseledir: Bilgiyi işlemek, ona istikamet ve çerçeve koyarak anlamak ve kullanılır hale getirmek! Hâl böyle olunca kamu adına büyük kütüphaneler kurmak için büyük binalar yapmak, sonra yıllarca para ve dikkat sarf ederek içini kitapla doldurmak tartışma götürür bir şey haline geldi. Öyle tahmin ediyorum ki, kamuya ait kütüphanelerin büyük bir çoğunluğu, okuyucuların bilgi ihtiyacını karşılamaktan çok öğrencilerin ders hazırlaması için sâkin bir ortam olarak hizmet veriyor; dolayısıyla şehir kütüphanelerinin, üniversitelerin, bakanlıklara veya sair kamu kuruluşlarına ait kütüphanelerin içine mümkün olan en fazla sayıda gerekli kitabı koyup onu muhafaza etmenin mânidar bir faaliyet olup olmadığı sorgulanabilir çünkü bu tür kütüphanelerin önemli bir kısmı daha şimdiden internet üzerinden üyelik işlemiyle elektronik yayın hizmeti veriyor. Bu uygulamanın daha gelişip yaygınlaşacağı muhakkak. Ee, kütüphanelerin geleceği ne olacak? Selüloz tabanlı kağıttan kitap tutkunlarının üzülmesine gerek yok. Kütüphaneler hep olacak ama diyelim ki uzak bir kasabada kitaba ihtiyacı olan okuyucular için klasik bir kütüphane binası ve kitap edinme ihtiyacının karşılığı kalmadı. Maksad bilgiye erişmek ise, kapasitesi yüksek bir sabit diske bağlı muhtelif ekranlar iş görecektir. Kitaba verilen paranın çok daha azını sarf etmek suretiyle her kitabın dijital nüshasına erişmek, eski tarz kütüphane kurmaktan çok daha ucuza gelecek ve pratik bir kıymet taşıyacak. Üstelik demirbaş kitapların çalınma, yırtılma, yıpranma tasası da yok. Dijital kitabın güzelliği şurada: Birkaç saniyede kopyalayabiliyorsunuz ve asıl nüshadan hiçbir şey eksilmiyor, halbuki fotokopi, yüksek ısı ve ışıkla elde edildiği için asıl nüshayı yıpratıyordu. Bilgisayar teknolojisi kitap dünyasına hışım gibi indi, Gutenberg dönemiyle aynı esasta işleyen kitap baskı teknolojisini sarstı ve geriletti. Her evde değilse bile artık her mahallede bilgisayara bağlı bir yazıcı, küçük çapta matbaa anlamına geliyor. Bu arada yazıcıların ucuzlaması ve eskiye göre çok kaliteli baskı yapabilmesi imkânını da hatırlamadan geçmeyelim. Her bilgisayar bir bilgi deposu şimdi; tabii isteyene. Her yazıcı cihaz bir matbaa. Her tarayıcı -ki fiyatları düne göre çok ucuzladı- bir kopyalama makinesi ve her taşınabilir hard disk bir kütüphane. Bilgi demokratikleşti fakat bilgiyi işleme hâlâ sıra dışı bir marifet. “Artık böyle kolaylıklar var, eski tarz kütüphaneler, kütüphane binaları demode oldu” diyebilmek için hâlâ çok erken. Özellikle her şehirde çok iyi tasarlanmış, zengin ve iyi işletilen kütüphane binaları elbette olmalı ve inşallah olur (Kamu kütüphanelerimizin mimarlığı da ayrı hicrândır!). Bildiğimiz kitap şekli, ta ortaçağlardan beri genetik kayıtlarımıza geçmiş büyük bir kültür formudur. Ayrıca genç kuşakları kitapla, kütüphanelerin sessiz ve büyülü iklimiyle tanıştırmak hâlâ vazgeçemeyeceğimiz bir müessese. Ne var ki, büyük, görkemli ve göz alıcı merkezi kütüphanelerden sonra her semtte, her kurum bünyesinde kütüphane kurmak niyetinde olanların bilişim teknolojisinde neler olup bittiğinden haberdar olmaları, en azından bu hususta bir kere daha düşünmeleri lâzım. Aynı şeyi şahsi kütüphaneler için de söylemek mümkün mü; şu anda yılların şahsi izini taşıyan kütüphanemde kitaplarımın arasında dururken karışık duygular içindeyim. “Bu kitapları bana ver, bütün kitaplarının dijital kopyalarını sana küçücük bir hard disk içinde verelim” diyen birisi çıksa cevabım herhalde olumsuz bir şey olurdu; ne de olsa eski kuşağa, selüloz nesline mensup biriyim ve kâğıtla ilgimi kesmem o kadar kolay kabullenilecek bir durum değil. Kaldı ki kitap denilen şeyi fiziki yapısıyla, cildi, kapak tasarımı, sayfa düzeni, baskısı ve kenarına köşesine çiziktirdiğim şahsi notlarla severim. Bir kitabın elektronik kopyası ile aslını yan yana koyup, “hangisini istersen al” deseler, elim hemen babadan kalma selüloz tabanlı bildiğimiz kitaba gider. Genel kütüphaneler konusunda son söz: Dijital veya babadan kalma olsun, bir kütüphanenin faydası ve güzelliği, okuyucularıyla renklenen bir mânâdır. Biz kütüphanelere biraz da, “Bulunsun, belki lazım olur” fikriyle bakmıyor muyuz; haydi itiraf edelim. Biraz bayat bir klişe ama zaman değişiyor; 50 sene sonra kütüphanelerin nasıl bir şekil ve muhteva kazanacağını görmek doğrusu pek şaşırtıcı olurdu. Yaşayan görür.

Buyrun Leonardo sofrasına

$
0
0
Rönesans İtalya’sında, karabiber elmas kadar değerli miydi, un etten daha mı pahalıydı, meyve neden zararlı besinler arasında yer alıyordu?Papa II. Paul kavun yüzünden mi öldü? Catherine de Medici’nin sevdiği sebzelerden hangisi, halk arasında skandala neden olmuştu? İtalyanlar sebze yediği için neden açgözlü ilan edildi? Bu ve bunun gibi daha birçok ilginç konuya yer veriliyor ‘İtalyan Mutfağının Gizli Tarihi’ adlı kitapta.Oğlak Yayınları’ndan çıkan kitap, yemek programcısı ve Amerika’nın tanınmış yemek eleştirmenlerinden Dave Dewitt’in, uzun süren araştırmalarının ürünü. İtalyan Mutfağının Gizli Tarihi, okurlarını dünyaca ünlü ressam Leonardo Da Vinci’nin sofrasına davet ediyor. Ancak yalnızca Da Vinci’nin beslenme felsefesine odaklanmıyor, İtalyan yemek kültürünün tarihini de şaşırtıcı hikâyelerle irdeliyor. Da Vinci mevzu bahis ise sırlardan, şifrelerden bağımsız bir hayat düşünemiyoruz. Yazar Dewitt uzun süre Da Vinci’nin matematikten botaniğe, zoolojiden resim ve geometriye kadar birçok alanda ayna usulü (Bütün satırlar sağdan sola harfler de ters olarak yazılmış) tuttuğu notlarının yemekle ilgili olanlarını araştırmış ve şifrelerini çözmeye çalışmış. Da Vinci’nin aşçılığı, beslenme diyeti, içecek önerileri ve yemek pişirmeyle ilgili buluşlarının yer aldığı onlarca defter karıştırmış. Dewitt, kitabında bir yandan bu defterlerin şifrelerini çözüyor öte yandan da 15. ve 16. yüzyıllarda İtalyan yemek kültüründeki gelişmeleri, dönemin ünlü şeflerini, ihtişamıyla hayran bırakan saray ziyafetleri ve köylülerin neler yiyip içtiği konularını genişçe ele alıyor. Dewitt projesini bir yemek kitabından ziyade yemek tarihi kitabı olarak tasarlamış olsa da araştırmaları sırasında karşısına çıkan onlarca tarifi görmezden gelmemiş.İtalyanlar çorbaya tuz yerine şeker mi katıyordu?Kitapta Leonardo’nın kendi yaptığı salata sosundan, Rönesans İtalyası mutfağı şeflerinin günümüze uyarlanmış orijinal yemek tariflerine kadar birçok reçete bulunuyor.Tarifler iki açıdan ele alınmış: Eski ustaların sözcükleri gerekli düzeltilerle korunarak yazılanlar ile modernize edilerek yazılmış olanlar. Kitapta modern tariflere de yer verilmesi geçmişteki malzemelerin günümüzde nasıl kullanıldığını ve bunlarla yapılan yemeklerin bugün nasıl hazırlandığını gösterme açısından oldukça önemli. İtalyan mutfak Rönesansı’nın tatlarına dair kitapta ilgili bölüm sonlarında yer alan kolay tarifler İtalyan mutfağına ilgi duyan amatör ya da profesyonel aşçıların bir hayli işine yarayacak türden.Kitapta Rönesans İtalyasında malzemelerin kullanım şekli ve o dönem insanının bu malzemelere atfettiği değer günümüzdekinden bir hayli farklı. Bunlardan en ilginci ise şeker. Şimdilerde tatlı yapımında kullandığımız şeker, o dönemde şimdinin tuzlu yemeklerine tat veriyormuş.Şeker, baharata alternatif olarak gösterilir ve şekerli yemekler daha çok yemeğin başında servis edilirmiş. Jambon ve salam tariflerinde etin şekerli sütte kaynatılmasından söz ediliyor. Soslarda da kullanılırmış. Rönesans döneminde şeker, İtalyan mutfağının en önemli unsurlarından biriymiş. Kullanıldığı en ilginç yer ise çorbalar.Kitapta yer verilmiş es­ki bir İtal­yan ya­za­rı Costanzo Felici şöy­le diyor: “Şeker her şeyle çok iyi uyum sağlar. Hatta bir söz vardır, ‘şeker çorbayı bozmaz’ diye. Yemeyi daha rafine bir hale getirir, içmeyi de öyle. Her iki eyleme de tat ve çeşni katar, insanoğlu da bundan büyük keyif ve mutluluk duyar.”Bir diğer enteresan bilgi ise birçok baharat çeşidi olmasına karşın karabiber miktarının, İtalya’nın ithal ettiği toplam baharatın yarısına eşit olması. Üstelik o dönem diğer hiçbir baharat karabiberin onda biri kadar değerli değil. Peki karabiber neden bu kadar seviliyordu? Dewitt, yemek tarihçisi Henry Hobson’ın bu durumu şöyle yorumladığına yer vermiş kitabında: “Avrupa’da tuzlama dışında saklama tekniği bilinmezken, fazlaca tuzlanmış eti, karabiberden başka hiçbir baharat yenilir hale getiremiyordu. Tuz ve karabiber, etobur insanoğlunu özellikle denizde ya da topraktan iyi ürün alınmayan kıtlık günlerinde açlıktan koruyordu.”Tarihçi Wolfgang Schivelbusch, karabiberin yemekte kullanmanın yanı sıra değerli bir nesne, bir mücevhermişçesine hediye edilip saklandığı bilgisini veriyor. Baharat genelde toz halinde yemeğin suyuna ya da sosuna ayrıca konuyor, bu su daha sonra süzülerek yemeğe ekleniyormuş. Baharatın yemekle pişirilmemesi yöntemi yoğun kokuyu iyi muhafaza etmesini sağlıyordu.Bakla halk yiyecekleri arasında en kötü üne ve en ilginç geçmişe sahip sebzelerden biriymiş. Dönemin yemek yazarlarından Castelvetro, baklanın yalnızca hamileler, aptal çocuklar ve diğer hayvanlar tarafından yenebileceğini söylemiş.Sağlıklı yaşam reçetesi(Leonardo, bu yazıyı 1515'te ölümünden dört yıl önce, hastayken Roma'da şiir formunda yazmış.)Açlık hissetmiyorsan yemek yeme, akşam yemeğinde az ye.İyi çiğne ve midene giden her şey basit malzemeden yapılmış ve iyi pişmiş olsun.Her kim ilaç alırsa o hasta olur.Öfkeden ve kirli havadan uzak dur.Yemekten kalktıktan sonra bir süre ayakta dur.Da Vinci’nin salata sosuMaydanoz, nane, kekik, sirke, bir miktar tuz yazan bir liste. Yazar da bu taslağı kendine temel alıp içine zeytinyağı eklemiş bunu Platina usulü marul, rezene, maydanoz, kekik, ve mercanköşkten oluşan bir salatayla servis edilmesini tavsiye ediyor.Malzemeler:10 çay kaşığı ince kıyılmış maydanoz1 çay kaşığı ince kıyılmış nane1 çay kaşığı ince kıyılmış kekik¾ bardak zeytinyağıÇeyrek bardak sirkeTuz ve taze çekilmiş karabiberYapılışı:Bütün malzemeleri karıştırıp bir kavanoza koyup iyice sallayarak karıştırın. 1 bardak sos elde edeceksiniz.Passato di Spinaci alla Nocciole (Fındıklı ıspanak çorbası) (6 kişilik)Bu çorba Rönesans İtalya’sında oruç günlerinde papaya sunulacak en mükemmel yemeklerden biriymiş.Malzemeler:1,5 kg taze ıspanakYeteri kadar su2 kaşık oda sıcaklığında tereyağıÇeyrek bardak un1 bardak sıvı krema5 bardak tavuk suyu1 çay kaşığı taze rendelenmiş küçük Hindistan cevizi¾ bardak kavrulmuş, irice dövülmüş, kabuksuz fındıkYapılışı:Bolca tuzlu su kaynatın. Ispanakları içine atıp 3 dakika haşlayın. Suyunu süzüp bu kez de buz gibi suya atın. Tekrar süzüp püre haline gelinceye dek blenderdan geçirin. Orta ateşte, geniş bir tencerede tereyağı eritin. İçine unu serperek iyice karıştırın. Karıştırmaya devam ederken yavaşça sıvı krema ekleyin. Püre halindeki ıspanakları, tavuk suyunu ve küçük Hindistan cevizini de yine karıştırırken ilave edin. Çorbanızı ara sıra karıştırarak, kısık ateşte 5 dakika pişirin. Dövülmüş fındıkları üzerine servis edin.Mükemmel kıvamlı sos15. yüzyılda yazılmış yemek kitabında iyi kıvamlı bir sos tarifi şu şekilde geçiyor.Malzemeler: Biraz karanfil Biraz tarçın Bir miktar kakule Birkaç közlenip soyulmuş fındık Biraz ekmek içi ve şeker. Yapılışı:Hepsini birden dövüp içine bir miktar sirke katın. Bu sos bütün ızgaralarla iyi gider.Dave Dewitt’ten birkaç öneri: Zeytinyağında maddi gücünüzün yettiği ya da bulabildiğinizin en iyisini kullanın. Parmesan, sert peynir çeşitlerine verilen genel addır; mümkünse İtalyan markalarını tercih edin.

Bizim Köy

$
0
0
Organ değil saç mafyası!Venezuela’nın ‘başı’ şu sıralar mafyayla fena halde dertte. Üstelik organ değil saç mafyasıyla. Ülkede son aylarda ‘piranhalar’ olarak adlandırılan çeteler, sokakta kadın-erkek ayırmadan insanların zorla saçını kesip güzellik salonlarına satıyor. Halk ise bu hırsızlığa karşı kampanya başlattı. Gönüllüler saçlarını kestirip kanser tedavisi gören çocuklara bağışlıyor. Böylelikle kesilen saçlar mafyaya yar olmuyor.Amerika’nın Paris’iÖvmek istediğimiz şehirler için örneğin ‘Doğunun Paris’i’ gibi benzetmeler kullanmayı pek severiz. Lakin sıra şimdi Amerikalılarda. Azıcık da onlar övünecekler bu sıfatla! Dünya genelinde yapılan bir araştırmaya göre ABD’nin New York şehri en popüler şehir seçildi. 24 ülkede 18 binden fazla insanla görüşülerek yapılan kamuoyu yoklamasında New York, en büyük rakipleri olan Paris ile Londra’yı solladı. İngiltere merkezli Ipsos MORI pazar araştırma şirketi yaptığı çalışmada deneklere yöneltilen ‘Nerede yaşamak isterdiniz?’ sorusuna en fazla New York cevabı verildi. Bu kategoride New York’tan sonra Londra, Paris aynı puanla ikinciliği paylaşırken, daha sonra sırasıyla Abu Dabi ile Sidney yer aldı.Dikkat kafatası çıkabilirSokaktaki çöp konteynırlarından fırlayan kediler hemen hepimizin korkulu rüyası. Bu korku filmi geriliminden kediciklerin büyük zevk aldığı kesin. Ancak Prag’da öyle bir olay meydana geldi ki bu vakaya taş çıkarır. Zira sokaklarında yaşayan bir evsiz çöp kutusu içinde kafatası bulunca polise haber verdi. Telefonla yapılan bir ihbarın ardından alarma geçen polis, bu sabah bir çöp konteynerinin yakınında 15 kafatası daha buldu. Üstelik tüm kafataslarının üzerlerinde numaralar olduğu öğrenildi. Olayın sırrı ise henüz çözülebilmiş değil. m.tuncel@zaman.com.tr

Haftanın Albümü

$
0
0
80’li yılları ‘Hatırla’mak isteyenlereMüzikseverler Aylin Şengün Taşçı ismini Aşktan Yana ve Huzur adlı albümleriyle tanıyor. Sanatçı, Hatırla isimli yeni çalışmasıyla karşımızda. Müzik piyasasına yeni bir Türk müziği albümü sunan Aylin Şengün Taşçı, 80’li yılların şarkılarıyla hafızaları tazeliyor. Akustik Müzik etiketiyle yayınlanan albüm, o yılların çok sevilen şarkılarından seçilen bir demet esere, henüz seslendirilmemiş birkaç güzel şarkının da eklenmesiyle ortaya çıkmış. Hatırla adeta bir ustalar geçidi: Amir Ateş, Halil Karaduman, Zekai Tunca, Aşkın Tuna, Mehmet Ebrulan gibi Türk müziğinin büyük isimlerinin eserleri yer alıyor. Albüm, Beni Hatırla adlı nihavend şarkıyla başlıyor. Aynı Çatı Altında Aşkımız Bir Yalanmış, Üzüldüğün Şeye Bak, Rüyalarda Buluşuruz gibi dillere pelesenk olan şarkılarla adeta o yıllara ait müzikal bir geçit töreni yaşatıyor. Albüm o dönemde çocukluğunu ve gençliğini yaşayanlara 80’li yılları hatırlatıyor. Dahası 25-30 yıl önce ne kadar güçlü ve kalıcı şarkıların üretildiğini de... Aylin Şengün Taşçı, yorumuyla şarkıların hakkını veriyor. Hatırla; huzurlu, dingin ve özel bir çalışma.Anadolu’nun müzikal ‘Renkler’i bu albümdeDeğişik dillerde şarkılara yer verdiği ilk albümünü dört yıl önce yayınlayan Çağdaş Toprak, uzun bir süredir üzerinde çalıştığı yeni projesi Renkler ile karşımızda. Her şeyden önce söylemek gerekir ki albüm Anadolu’nun her köşesine müzikal anlamda dokunuyor. Titizlikle hazırlanmış ve müzikal altyapısı güçlü bir çalışma Renkler. Bunda Nail Yurtsever, Cem Tuncer, Ercüment Orkut ve Öner Gerçek gibi müzisyenlerin büyük payı var. Renkler albümünde birçok farklı dilde (Türkçe, Kürtçe-Zazaca, Ermenice ve Hemşince) ezgilerle birlikte, farklı müzik türlerini de duyabilmek mümkün. Albüm; yenilikçi, dillerin yaşatılmasına olan inancıyla özgürlükçü, yıllardır sürdürülen araştırmacı yanıyla kardeşçe bir arada yaşamaya bir çağrı olması özlemiyle hazırlanmış. Çağdaş Toprak’ın güçlü yorumunu da yabana atmamak gerekiyor. Zira farklı dillerde ve farklı müzik türlerinde bu denli başarıyı yakalamak her yorumcunun harcı değil. Ada Müzik etiketiyle hazırlanan bu çalışmada Anadolu’nun birçok müzikal rengini keşfedebilir, farklı duraklara uğrayabilirsiniz.Michel Camilo, What’s Up? ile döndüGrammy ödüllü ünlü caz piyanisti Michel Camilo, ülkemizdeki müzikseverler tarafından yakından takip edilen bir sanatçı. En çok satan Latin caz müzisyenlerinin başında gelen Camilo, dünya çapında çıktığı turnelerle de ses getirmiş bir isim. Müzisyen uzun bir aradan sonra yayınladığı What’s Up? ile karşımızda. Sanatçı son olarak 2005’te Solo isimli bir albüm yayınlamıştı. Yaklaşık dokuz yıllık bir aranın ardından dinleyicilerle buluşan Michel Camilo’nun; Chan Chan, Take Five, Love For Sale gibi klasikleşmiş şarkıların özgün yorumlarının yanı sıra kendi besteleri de What’s Up? albümünde yer alıyor. Efsanevi Dave Brubeck’in anısına yorumladığı Take Five şarkısı başta olmak üzere albümde; Sandra’s Serenade, Island Beat, Alone Together, Paprika, On Fire gibi şarkılar yer alıyor. Sony Müzik etiketiyle yayınlanan çalışma caz severler için arşivlik bir eser. Camilo’nun tekniğindeki ustalığının yanı sıra güçlü yorumu da bu albümde hissediliyor.

Neşenin son nefesi: Köpürcekli Ali

$
0
0
“Gitmediğim köy, çalmadığım düğün kalmadı” diye söze başlıyor Ali Karaalp, nam-ı diğer Köpürcekli Ali (1949). Kütahya Tavşanlı’dan Balıkesir’in Dursunbey’ine kadar bazı akranları, arkadaşları aynı işi yapmış olsalar da, her zaman onun zurnası öter.Davulunun sesi diğer köylerden daha başka türlü duyulur. Her kulağa hoş gelir… İlkokulun son sınıfında başlar 50 yılı çoktan geçen meslek hayatı. Ali Muslu ve Süleyman Ağa’ya çırak olarak kendine yer açar. Zurna ile eşlik eder onlara. Yörede dümbelek diye de adlandırılan kudümle devam eder. Mehter takımından sonra en çok Osmanlı’nın neşet ettiği bu mübarek topraklarda hayatın içinde olan kudümle. Güm güm öten davulun yanında ikincil bir ritim olarak yüreklerin atışına tekabül eder kudüm. Derken cümbüşe merak salar Köpürcekli Ali. Bağlamaya terfi ettiğinde ise fakirlik ve çaresizlik amansız bir rekabet halindedir. Zeytinyağı tenekesinden yaptığı saza kablo tellerini gerer. Sadece ‘iki tıngırdasın’ diye. Akıl danışacağı, el alacağı biricik şahsiyet yakınlardadır aslında; Kütahya türkülerinin babası Hisarlı Ahmet.Bursa Harmancık’ın Kışmanlar Köyünde Fatih Tekdemir’in ve müstakbel eşi Nurdan’ın düğününde oğulları Canan ve Cemil’le ortalığı şenlendirirken bulduk kendilerini. Eski günler ve düğünler yoktu tabii. Fakat yeniden üretilen modern bir coşku hakimdi köyde. Artık cuma günleri ‘danışık’la başlayan, pazar ikindi sonrası ‘gelin alma’yla biten o düğün senin, bu düğün benim dönemi elbette gerilerde kalmıştı.Yetmişlerde Tavşanlı, Harmancık ve havalisini elektro sazla tanıştırmış Köpürcekli Ali. Her ne kadar iki yassı pille çalışsa da; 100 vatlık hoparlörü, 75 vatlık amfisi olsa da yıkılırmış sokaklar. İçinden Şerife, Hatice, Ayşe ama ille de Fadime geçen türküler, Kütahya’nın pınarları gibi gürül gürül akarmış. Herekenin Bağları, Elif Dedim Be Dedim ise usta Hisarlı Ahmet’e bir vefa selamı gibi olmazsa olmazıymış köy düğünlerinin. Köpürcekli Ali dendi mi, davulun ve bendirin yanında neredeyse nefes alınmadan çalınan zurna akla gelirmiş elbette. Dağ yöresinin son icracısı Ali, civar köylerden gelen düğüncüleri köy dışında beklermiş. Kaşık şaklata şaklata, diz kıra kıra misafirler ‘konak’a, yani misafir edilen eve bırakılıp yemeklerini yerken diğer köylerin gençleri karşılanırmış. Sabah ezanında damat uyandırılır, kendileri dinlenmeye çekilirlermiş. Bir iki saat kestirdikten sonra yine aynı gayri resmi geçitler sürermiş ‘aralıklar’da. “Gelin alma günü önce çeyiz çıkarılırdı” diyor Köpürcekli Ali; “Beygire sararlardı sandık yatak ne varsa… Bunları oğlan evinden kız evine götürürdük. Kız evi yemek verirdi. Bir saat sonra sağdıç hazırlanır. Sağdıcı düğüne getirdikten sonra sıra misafirlere gelirdi. Gelinin düğüne çıkacağı günde tüm köylü düğüne çıkar, sonra gelin alma faslı başlardı. Davul zurna ile bütün düğüncüleri toplarız. Doğru kız evine. Kız evinin önünde de bir iki oynarlar. Gelini alıp oğlan evine teslim ettik mi, düğün de biterdi.”

Güneşi göremeyen kız

$
0
0
Erzurumlu Zeynep Atmaca, ailesinin en büyük kızı. 10 yaşında üçüncü sınıf öğrencisiyken güneş ışınlarından rahatsız olduğu için eğitimine ara vermiş.O tarihten bu yana köyündeki iki odalı toprak damlı evde gündüzleri hiç dışarı çıkmadan yaşıyor. Gözlerindeki rahatsızlık nedeniyle gündüzleri görme yeteneğini kaybeden Zeynep, ancak akşam saatlerinde ya da bulutlu günlerde dışarı çıkabiliyor.Mecburen pencerelerden bile uzak duran Atmaca’nın hastalığının kesin tedavisi bulunmuyor. Günlerini farz namazlarının yanı sıra nafile namazla değerlendiren, yılın önemli kısmını oruçla geçiren Atmaca haline şükrediyor. Gündüz ışığına bağlı olarak gözlerinde kalıcı hasar oluşan Zeynep, rahatsızlığını Allah’ın kendisine bir ikramı, nimeti olarak görüyor. Zeynep Atmaca’nın tek üzüntüsü ekonomik yetersizlik nedeniyle hac ya da umreye gidememek. Gözleri çok az gördüğü için Kur’an-ı Kerim okuyamayan Zeynep, “Halime çok şükür. Rabb’ime ne kadar şükretsem az. O’ndan gelen her şey başım gözüm üstüne. Şikayetim yoktur. Rabb’im için yaşıyorum. Efendimiz’e layık bir ümmet olmak için yaşıyorum. Tek hayatım var o da ibadet. Bu dünyada bir kez olsun umreye ya da hacca gitmek istiyorum. Ancak ekonomik durumum buna elverişli değil.” diyor. Zeynep Atmaca babasını da üç yıl önce kanserden kaybetmiş. Devletten üç ayda bir 800 liralık özürlü maaşı alıyor. Bu parayla yetim kız kardeşi, dul annesi ve askerdeki kardeşinin bakımını da üstlenmiş.Şikayetim yoktur65 yaşındaki anne Mihriban Atmaca ise Türkçe bilmiyor. Komşularının tercümesiyle konuşan Mihriban anne de kızının yaşadığı dramdan şikâyetçi değil. Ne Mihriban anne ne de Zeynep, hastalığının tam olarak ismini ya da teşhisini bilmiyor. Zeynep’ten (26) 3 yaş küçük olan Nurşen, ablasının günlük hayatında vazgeçilmez yardımcısı.Zeynep’in her türlü ihtiyacına yardımcı olan kardeşi Nurşen, “Ablamın ışıkta gözleri görmüyor. Ellerinden tutarak ben dışarı çıkartıp gezdiriyorum. Yemeğini yemesine, çay bardağını tutmasına yardımcı oluyorum.” diyor. Erzurum’un Tekman ilçesi Deliler köyünde yaşayan ailenin tüm sıkıntılarına rağmen şikayetçi olmaması ve tevekkülü komşularını çok etkiliyor. o.yildirim@zaman.com.tr

Yaşlandıkça kırılganlaşıyor insan

$
0
0
Yaşlandıkça hassaslaşır insan. Daha kırılgan, daha titiz olmaya başlar. Küslükleri daha uzun sürer.Daha çok aranmak, daha çok nazlanmak ister. Daha fazla ağlamaya, ufak tefek mutluluklara daha çok sevinmeye başlar. Genç bir insana göre sese karşı daha duyarlı hale gelir. Bir dede ne kadar torunlarını sevse de onların ağlaması, mızmızlık etmesi rahatsız eder onu. Daha canı dardır yaşlı insanların, bir işin olması gerektiğini düşünüyorsa hemen olacaktır, oyalamaya gelmez. Genç kesim tarafından bu durum kimi zaman daha kibar bir tabirle ‘Ne kadar da hassas oldun sen de.’ ifadesiyle karşılık bulur kimi zaman da daha sert bir ifadeyle ‘Yaşlandıkça huysuzluğun arttı senin!’ denilir. İsviçre’de yapılan bir araştırma ise 50 yaşından sonra insanların mizah anlayışını kaybettiğini, bu yüzden daha alıngan ve hassas bir hale geldiğini söylüyor. Oysa insanın yaşı ilerledikçe eskisine göre daha titiz olmasını sadece buna bağlamak doğru olmasa gerek.İnsanlar yaşlandıkça çocuklaşırPsikolog Mehtap Kayaoğlu, insanların yaşlandıkça bir çocuk hassasiyetine sahip olmaya başladığını söylüyor: “Psikolojide temel bir bilgi vardır. O da yetişkinlerin duygusal hassasiyet dönemi ile çocuklardaki duygusal hassasiyet döneminin birbirine denk olduğu gerçeğidir. Bebekler ve çocuklar daha duygusal ve hassastır. Çünkü duygu gelişimini daha tamamlamamışlardır. Yaşlılar da aynı hassasiyete sahiptir. Onların hassas olma sebebi ise sinir sisteminin gereğinden fazla kullanılması ve yıpranmasından kaynaklanır.” Kayaoğlu’nun dikkat çektiği başka bir nokta ise gençlik yıllarında kolay espri kaldıramayan bir insanın yaşlandıkça daha kırılgan bir hale geldiği: “Kimi insanlar gençlik yıllarında şakaları, esprileri çok kaldıramaz ama idare etmek, alttan almak zorunda kalır. Ve o insanlar yaşlandıkça bu özelliğini kaybetmeye başlar, daha kırılgan bir hale gelir. Bu da etrafta ‘yaşlandıkça kırılganlaşıyor’ şeklinde yorumlanır. Oysaki o insan gençliğinde de öyle bir mizah anlayışına sahip değildir, sadece idare ediyordur.”Yaşlı insanların tecrübelerine saygı duyunÇoğu zaman yaşça bizden büyük insanların bize nasihat vermesinden şikâyet ederiz. Hayat tecrübelerini anlattıklarında önemsemez, ‘O zamanla bu zaman bir değil.’ diye dikkate almayız. Yaşlı insanlardaki bu nasihat verme sevdası rahatsız eder hep genç kesimi. Oysa yaşlı insanlar en çok gençler tarafından tavsiyeleri dikkate alınmadığında kırılıyor. Psikolog Mehtap Kayaoğlu, bu tecrübelere saygı duyulmasının önemine dikkat çekiyor: “Yaşlılık psikolojisi zordur. Çünkü onlarda ciddi bir yaşanmışlık, bir tecrübe ve birikim vardır. Yaşlı insanlar da hayatlarında edindikleri tecrübeleri gençlerle ve etraflarındaki insanlarla paylaşmak ister. Bu tecrübeler etraftan değer görmedikçe, onaylanmadıkça da kırılırlar. Bunu şöyle bir örnekle de açıklayabiliriz: Mesela siz 20 senedir bir meslekle uğraşıyorsunuz. Aynı meslekten yeni mezun biri gelip size akıl veriyor ya da tecrübelerinizi acımasızca eleştiriyor, itibar etmiyor. Bu aslında birikiminize, tecrübenize yapılan saygısızlıktır. Bu durum sizde nasıl bir kırılganlığa sebep oluyorsa yaşlı insanlarda da durum böyledir. O yüzden gereksiz alınganlık yaptıklarını düşünmemek, tecrübelerine saygı duymak gerekir.”‘Babam en ufak bir sesi bile kaldıramaz hale geldi’26 yaşındaki Nesrin İnal, babasındaki değişimi söyle anlatıyor: “Babam 57 yaşında. Ben dört çocuğundan en küçüğüyüm, o yüzden babamın sakin dönemlerini pek göremedim. Annemin anlattığına göre çocuklar oldukça, sorumlulukları arttıkça ve yaşlandıkça daha da hassaslaşmış. Özellikle sese hiç dayanamıyor. Eğer o evde uyuyorsa ve zil çaldıysa hepimiz telaşa kapılıyoruz. 5 tane torunu var ve hepsini çok sever ama ağlamaya başladıklarında ortadan kaybolmaları lazım. Yeğenlerim geldiklerinde bir dakika yalnız kalmamalarını ister. Bir tanesini yalnız başına balkonda yakalarsa çok kızar bize. Önceleri babamla herhangi bir konuda tartışabiliyorduk ama şimdi haklı dahi olsak susmak zorundayız. Bizim babamla çok telefon ilişkimiz yoktur. O da önceleri dikkat etmezdi buna. Ama şimdi özel günlerde aramadığımız zaman sitem ediyormuş anneme. Babamın yaşlandıkça hassaslaştığını en iyi Ramazan günlerinde anlıyoruz. İftar sofrasında bütün aile bir arada olmamızı istiyor. Kimse tek başına plan yapamıyor. Yemeğin tuzu, sıcaklığı gibi noktalarda aşırı tepki verebiliyor.”‘Yaşlandıkça daha sık ağlamaya başladım’52 yaşındaki Ayşe Evliyaoğlu, yaşlandıkça daha sabırsız bir karaktere sahip olduğunu anlatıyor: “Zaten gençken de sabırsız bir insandım ancak yaşlandıkça bu huyum daha da ağırlaştı. Özellikle çocuklarıma karşı çok fazla tahammülüm kalmadı. Bütün aile hep bir arada olmak istiyorum. Okulu şehir dışında okudular, eve geldiklerinde kendi hallerine çekilmelerini, bilgisayarla ilgilenmelerini kaldıramıyorum. Ev temizliği konusunda da titizliğim arttı. Kızımın eve geldiğinde boş boş oturmasına dayanamıyorum. Mutfağa girsin, yemek yapsın, temizlik yapsın istiyorum. Özellikle erken kalkmak konusunda çok hassasım. Yaşım gençken sabahları ben de uyurdum ancak yaşlandıkça uyuyamaz oldum. Çocukların da erken kalkmasını istiyorum. Böylece gün daha bereketli geçiyor. O yüzden geç saatlere kadar oturmalarını da kaldıramıyorum. Bir de daha alıngan olmaya, daha sık ağlamaya başladım. Çocuklarım benimle ilgili bir sıkıntılarını dile getirdiklerinde kırılıyorum.”‘Ben büyüğüm, saygı bekliyorum’73 yaşındaki Mehmet Tuna’yı konuşmaya ikna etmek çok da kolay olmadı. 7 kardeşin en büyüğü olan Tuna, şu an birçok kardeşiyle konuşmuyor. Hepsiyle farklı sorunları var. Ama o bu sorunları kendisine saygı gösterilmemesine bağlıyor: “Gençken ben hepsine abilik yaptım. İş kurmalarına yardım ettim. Kız kardeşlerime babalık edip onları evlendirdim. Şimdi yaşlandım ve artık bana saygı gösterilmesini istiyorum. Ama hepsi kendi çocuklarıyla, torunlarıyla ilgilenir oldu. Oysa hepsinin sık sık benim evimde toplanmaları, bir işe kalkışmadan önce bana danışmaları gerekiyor.” Mehmet Tuna, çocuklarının da kendisini az aradığından şikâyet ediyor. Aslında ona göre az aranıyor dersek daha doğru olur: “Haftada birkaç kez arıyorlar. Zaten hepsi benden uzakta yaşadığı için senede birkaç kez görüşebiliyoruz. Ben artık yaşlandım. Sık sık aramaları, halimi hatırımı sormaları, beni kontrol etmeleri gerekiyor.”b.apak@zaman.com.tr

Köleliğin yeni tanımı: İnsan kaçakçılığı

$
0
0
Köleliğin modern dünyada artık yer almadığını düşünürüz. İnsanların prangalara vurularak yurtlarından koparılıp başka ülkelere satılmaları eski zaman hikâyeleri gibi gelir.Fakat ABD Dışişleri Bakanlığı tarafından hazırlanan 2013 yılı insan ticareti raporuna göre bugün dünyada 27 milyon, ülkelerinden kaçırılmış yahut zorla çalıştırılan insan bulunmakta. Bunlar arasında ailelerinden kaçırılıp ağır şartlarda çalıştırılan çocuklardan, kendi rızasıyla vatanlarından yasa dışı yollarla ayrılıp insan tacirlerinin eline düşenlere kadar niceleri var.Raporda, insan kaçakçılığının Çin’den ABD’ye, Küba’dan Türkiye’ye kadar tüm dünyada var olduğu belirtiliyor. Afrika, Uzakdoğu, Karayipler, Ortadoğu ve Latin Amerika bölgeleri, modern köleliğin hüküm sürdüğü başlıca bölgeler arasında yer alıyor. Ayrıca açıklanan rapora göre Rusya ve Çin modern köleliğin en yüksek olduğu ülkeler arasında.Raporda dikkati çeken diğer bir husus ise refah seviyesi yüksek olan ülkelerin mağdurlar için hedef, yoksulluğun hüküm sürdüğü ülkelerin ise kaynak ülke olarak karşımıza çıkması. Zira insan tacirlerinin ağına takılan mağdurların çoğu ekonomik beklentilerle yurtlarından ayrılıyor. ABD, Kanada ve İngiltere gibi gelir düzeyi yüksek olan ülkeler insan kaçakçılığı mağdurlarının hedef ülkelerinin başında geliyor. Kişi başına düşen milli gelirin 10 bin doların üzerinde olduğu ülkemiz de hedef ülkeler arasında sayılabilir. Peki nedir modern zaman köleliği? 150 sene öncesine gömülmüş olması gereken bu kavram günümüzde ne şekilde karşımıza çıkıyor? Günümüzde uluslararası örgütler tarafından yapılan çalışmalar, ülkeler arasında yürütülen işbirliği ve uluslararası koruma mekanizmaları neden bu sorunu çözemiyor? Dahası insan hakları ve demokrasi gibi kavramların beşiği kabul edilen Batılı ülkelerde dahi modern köleliğin yoğun şekilde görülmesinin sebepleri neler?Günümüzde yaşanan kölelik için 150 sene öncesiyle kıyaslandığında nitelik ve nicelik açısından çok daha hunharca bir şekil almış diyebiliriz. Modern insanın ihtiyaçları ve doyumsuzluğu arttıkça, kişileri sömürme ivmesinin de bu oranda hızlanmış olduğu görülüyor. Öte yandan, güvenlik birimlerinin ve uluslararası mekanizmaların gelişmesine paralel olarak suç şebekelerinin teknolojik ve lojistik imkânlarının artması bu suçlarla mücadeleyi zorlaştırıyor.Uluslararası Çalışma Örgütü’nün (ILO) sunduğu raporda ise dünyada 21 milyon insanın zorla alıkoyularak çalıştırıldığı kaydedilmiş. Kuruluşun raporunda 21 milyonun yüzde 90’ı şirketler veya bireyler tarafından zorla çalıştırılıyor, kalan yüzde 10 ise devlet, isyancı gruplar yahut hapishaneler tarafından zorla istihdam ediliyor. Raporda daha iyi standartlarda iş imkânına kavuşacağını düşünen kadın ve erkeklerin kaçırıldıkları ülkelerde insan tacirleri tarafından fuhşa sürüklendiği de kaydedilmiş. Bu şekilde fuhşa sürüklenenlerin oranı yüzde 22 dolaylarında verilmiş. Kendi rızasıyla ülkesinden çıkıp, tacirler tarafından korkunç şartlarda çalıştırılanların yüzdesi yüzde 29. Geriye kalan yüzde 56 ise bulundukları ülkelerde zorunlu çalışmaya tabi tutulmuş durumda.Ülkelere göre insan kaçakçılığıAfganistan: İnsan kaçakçılığının sonunun gelmemesinin en büyük sebeplerinden biri kaçırılmış kişilerin borçlu tutulması. Çalıştırılmak üzere ailelerinden alınan birçok çocuk, borca bağlanarak ağır şartlar altında istihdam ediliyor. Uyuşturucu ticaretinde kullanılan Afgan çocukları, İran, Pakistan, Suudi Arabistan’da da çalışmaya zorlanıyor. Birçok kişi afyon tarlaları ve tuğla fabrikalarında çalışmaya mahkûm ediliyor. Etiyopya: Etiyopya, insan kaçakçılığı mağdurlarının kaynak ülkelerinden. Ülkedeki yoksulluk, vatandaşları ülke içinde zorla çalışmaya veya gelir seviyesi yüksek ülkelere göç etmeye itiyor. Etiyopya içinde mağdur edilen kızlar genellikle çocuk bakıcılığı ve ev işlerinde, erkekler tezgâhtarlık, tekstil ve güvenlik gibi sektörlerde çalıştırılıyor. Yurtdışına çıkanlar ise Ortadoğu’ya geçmeye çalışıyor. Ancak birçok Etiyopyalı kadın, Ortadoğu’ya geçemeden Sudan, Cibuti ve Yemen gibi ülkelerde istismar ediliyor, hedef ülkelere ulaşanlarsa türlü kötü muameleye tabi tutuluyor. ABD: ABD’ye gelen mağdurlar alışılmış illegal sektörlerin dışında tarım, inşaat ve sağlık gibi yasal hizmetlerde de çalıştırılıyor. ABD’deki bazı diplomatik misyonların ve uluslararası kuruluşların da zorla çalıştırma ihlallerinde bulunduğu belirtiliyor. ABD’deki yabancı kökenli insan ticareti mağdurları ağırlıklı olarak Meksika, Tayland, Filipinler, Honduras, Endonezya ve Guatemala gibi gelir seviyesi düşük ülkelerden.İngiltere: İngiltere’deki mağdurlar genellikle Afrika, Asya ve Doğu Avrupa ülkelerinden gelmekte. Ebeveyni bulunmayan göçmen çocuklar, insan kaçakçılığı piyasasının en savunmasız mağdurları. Esrar tarlalarında çalıştırılan bu çocukların suç işlemeye zorlandığına da sıklıkla rastlanıyor. Çin: Birçok Çinli başka ülkelerde iş bulabilecekleri düşüncesiyle Çin’den yasal olmayan yollarla ayrılıyorlar. Avrupa, Amerika, Rusya ve Asya ülkelerinde insan tacirlerinin eline düşen Çinliler, borca bağlanarak ve ellerindeki evraklara, pasaportlara el konularak kömür madenlerinde, inşaatlarda, güzellik salonlarında zorla çalıştırılıyor.Türkiye: Ülkemizdeki yabancı mağdurlar genellikle Türkî Cumhuriyetler, Gürcistan, Bangladeş, Belarus, Moldova, Rusya ve Ukrayna gibi ülkelerden. Çocuk bakıcılığı, ev temizliği gibi maksatlarla getirilen kadınlar, pasaportlarına el konulup, otel, gazino ve disko gibi mekânlarda fuhuş yapmaya zorlanıyor. Çingene olarak nitelendirdiğimiz Roman çocukların sokaklarda dilencilik yapmaya zorlanması da modern köleliğin ülkemizdeki diğer bir acı örneği. Suriye’deki savaştan kaçıp ülkemize sığınan Suriyelilerin gelecekte bu sektörün potansiyel mağdurları olabileceği de raporda yer alıyor. Mısır: İşverenler, yurtdışından gelen mağdurların “yasa dışı ikamet durumunu” ve “çalışma izni bulunmamasını” bir tehdit ve zorlama aracı olarak kullanıyor. Güvenlik ve asayişin düşük olduğu Sina Yarımadası’nda durum daha da vahim. İnsan ticareti, işkence, adam kaçırma ve cinsel kölelik gibi muamelelere maruz kalan Sina’daki mağdur topluluk, yoksulluğun yüksek olduğu Etiyopya, Sudan ve Eritre gibi Doğu Afrika ülkelerinden gelen siyahilerden oluşuyor. Jamaika: Jamaika, küçük yaştaki çocukların yoğun şekilde mağdur edildiği bir Karayip devleti. Çocuklar, Jamaika içinde gece kulüplerinde, barlarda ve evlerde alıkonuluyor. Yurtdışına kaçırılanlar ise Kanada, ABD ve İngiltere gibi ülkelerde fuhşa zorlanıyor. Fakir ailelerin “daha kaliteli eğitim” almaları ve “daha iyi yaşam” koşullarına sahip olmaları için zengin ailelerin yanına gönderdikleri çocuklar insan ticareti sektörünün gözde mağdurları arasında. Jamaika genelinde çok sayıda kayıp çocuğun insan tacirlerinin ağına düştüğü tahmin ediliyor. Gana: Çocukların mağdur olduğu ülkelerin başında geliyor. Altın arama, balık avcılığı, seyyar satıcılık, tarım işçiliği gibi işleri yüklenen çocukların bazıları ailelerinden küçük yaşlarda kaçırılıyor. 7-8 yaşın altında ailelerinden koparılan çocuklar, köleliğin içerisinde büyüyor ve erişkin yaşlarında da aynı işte devam ediyorlar. Altın madenlerinde çalışan kişilerse kullanılan siyanürden etkileniyorlar ve çoğu genç yaşlarda uzuvlarını kaybedebiliyor.Filipinler: Filipinler, Tayland, Vietnam, Sri Lanka, Kamboçya gibi Asya ülkelerinin en büyük sorunlarından biri bu ülkelerde oluşmuş olan fuhuş turizmi. Kadınların ve erkeklerin mağdur olduğu kadar, çocuklar da ailelerinden koparılarak bu illegal sektöre sürükleniyor. Yerin altında yer alan küçük hücrelerde yaşam savaşı veren mağdurların bu bataklıktan kurtulma şansları çoğu zaman imkânsız. 36 farklı ülkede 10 milyon kadar Filipinli farklı alanlarda çalışıyor. Fakat bunların birçoğu çalıştıkları yerde evraklarına el konularak zorla çalışmaya sürükleniyor. Ülkelerinden ayrılarak daha çok domestik alanlarda çalışan Filipinlilerin çoğu; Suudi Arabistan, Katar, Kuveyt ve Malezya’da bulunuyor.s.okcu@zaman.com.tr

#direnruhsağlığım

$
0
0
Son zamanlarda gündeme gelen ‘diren’ hareketi malumunuz. Bunun son yansımasıysa ‘direnmerdiven’ etiketi. Sosyal medyadan uzak olanlar için olayı baştan anlatmakta fayda var.Hüseyin Çelikel isimli bir vatandaş, eline fırçasını aldığı gibi rengarenk boyayıverdi İstanbul Fındıklı’daki merdivenleri. Lakin olayın nedeni henüz anlaşılamadan kızılca kıyamet koptu sanal âlemde. Merdivenin ‘gezi ruhunun renkleri’ni yansıtmak için boyandığından tutun da bu eylemin eşcinsellerin haklarını savunan bir Gezici tarafından yürütüldüğüne dair türlü şehir efsaneleri yayıldı ışık hızıyla. ‘Direnmerdiven’ etiketiyle tüm Geziciler boya ve fırçalarını alıp muhtelif noktalardaki merdivenleri boyamaya davet edildi, ‘farklı renklerden korktuğunu’ iddia ettikleri otoriteye karşı. İş dallanıp budaklanırken, Beyoğlu Belediyesi griye boyadı merdivenleri. Sonra tekrar gök kuşağına… Derken gerçek ortaya çıktı. Merdivenleri gökkuşağına çeviren vatandaş sadece ‘güzel görüneceği, daha estetik duracağı’ düşüncesiyle yapmıştı bunu. Yani öyle siyasi bir amacı filan yoktu, üstelik verdiği röportajda Beyoğlu Belediye Başkanı Ahmet Misbah Demircan’ı öve öve bitiremedi. Gerçek anlaşılınca, hortlatılmaya çalışılan ‘Gezi ruhu’ da bir anda sönüverdi.Hamile ve şort da ‘diren’mişti!Gezi ruhunun bir kabarıp bir kaybolmasına pek de yabancı değiliz aslında. Zira daha önce bir iftar programında hamilelerle ilgili yaptığı değerlendirmelerde bir anda ‘direnhamile’ hareketine dönüvermişti. İş o kadar çığırından çıkmıştı ki, karnına yastık koyup Gezi Parkı’na koşan erkekler mi dersiniz, sosyal medyadan göbeğinin boy boy fotoğraflarını yayınlayan hamileler mi… Sanki söz konusu olan ekrandaki şahsi bir yorum değildi de bir kanun çıkmış ve hamilelerin sokağa çıkması resmen yasaklanmıştı. Derken ardından Meral Tamer’in çok konuşulan ‘cenazede bile şort giyenler’i eleştiren yazısı geldi. Tabii, tahmin edilebileceği gibi ‘direnşort’ kampanyası da... Öyle dallanıp budaklandı ki mevzu, kendisinin de ‘şortu severek ve beğenerek giydiğini’ söylemesi dahi kurtaramadı Tamer’i Gezi destekçilerinin dilinden. Bu kez de şortlu eylemler başladı, sanki o da yasaklanmışçasına. Öyle ki olayın üzerinden haftalar geçmesine rağmen ‘X ünlü, son günlerdeki tartışmalara inat, davete minicik şortuyla geldi’ konulu haberlerle karşılaşıyoruz. Adeta bir paranoya hali yaşanıyor. Peki, her polemiğin ucunu Gezi Parkı’na bağlamak toplumsal açıdan sağlıklı bir davranış mı? En alâkasız yerde, bir yazar ya da din adamının hatta bazen sıradan bir vatandaşın yaptığı bir hareket nasıl oluyor da birdenbire Gezi Parkı olaylarına bağlanıveriyor? Bu ‘Gezi-noya’ ne zamana kadar devam edecek? İşin uzmanlarının da bu konuda kesin bir tahmini yok, seçimlere kadar böyle gidip sonra söneceğini düşünen de var, üniversitelerin açılmasıyla daha da şiddetlenip büyüyeceğini öngören de… Ancak çoğunun hemfikir olduğu konu sosyal medyanın ‘diren’ mevzusunu sulandıran bir numaralı fail oluşu.Siyaset diline alternatif bir dil geliştirildiDr. Nil Mutluer (Fatih Üniversitesi, Sosyoloji Bölümü Öğretim Görevlisi): Gezi olayları, bir grubun çıkıp da planladığı bir şey değildi. Hükümetin sertleşen üslubuna karşı birdenbire oluşmuş bir tepkiydi. Burada zihniyetlerin çarpışması söz konusuydu. Modern siyaset, kutuplaşmadan memnundur her zaman ancak önemli olan birbirimizi tanımaya çalışmak. Gezi bu anlamda birçok tabuyu yıktı. Farklı gruplar bir aradaydı ve erkek egemen dil kırıldı. Mizahi yönü de güçlüydü. Bu yönüyle bir sembol oldu ve insanlar bu yüzden bırakmak istemiyor siyaset diline alternatif ‘Gezi dili’ni. Bunu yapanları da tutamayız. İnsanları yanlış yönlendiren bu değil, olayları ve kişileri kafalarında oluşturdukları kategorizasyonlarla değerlendirmeler. Bu dil ya kendi kendine yok olacak ya da başka bir şeye evrilecek. Bunu zamanla göreceğiz.Gezi Parkı’nı sembolize etmek büyük bir yanlışProf. Dr. Sami Şener (Sakarya Üniversitesi Sosyoloji Anabilim dalı Başkanı): Gezi olaylarının sosyal değil siyasi bir olay olduğunu düşünüyorum. Toplumsal bir meseleden kaynaklanmıyor. Güdümlü, planlı ve programlı yürütüldü çünkü. Marjinal gruplar ve toplumsal kaygıları olmayan kişiler de oradaydı. Gezi Parkı’nı sembolize etmek büyük bir yanlış. Özgürlükle ilgili, aynı ağızdan çıkmışçasına her tartışmada bu dili kullanma ve yaşatmaya çalışma durumunu yabancı yayın organlarında da gördüm. Bir gazeteci bana “Taksim’de Tahrir’e benzer şeyler mi oluyor?” diye sordu. Her tartışmada kullanılan bu dilin toplumu daha fazla kamplaştırdığını düşünüyorum.‘Diren’ olayı çok sulandırıldıProf. Dr. Mümtaz’er Türköne (Siyaset Bilimci-Yazar): ‘Diren’ tarzı kampanyaların fazla abartıldığı kesin. Bunun nedeni Türkiye’deki siyasal muhalefet boşluğu. Sosyal alandaki en ufak hareketlilik bu boşluğu kapatmak için kullanılıyor. Sonuçta iki taraflı bir paranoya üretiliyor. İki tarafta da büyük bir endişe ve korku hali mevcut. Bir tarafta dış bağlantıların olduğu bir komplo korkusu, diğer tarafta birbirine benzemeyen grupların bir arada yürüttükleri sosyal muhalefet var. Gezi Parkı çok büyük bir sembolik anlam kazandı ve kenarda köşede kendini ifade edemeyen tepkililer de kendilerini Gezi üzerinden ifade etmeye çalışıyor bu yüzden. Yani bir nevi Gezi’nin ‘itibar’ından istifade etmeye çalışanlar doğdu. Bence bu sembol hali uzun süre ve farklı konularda böyle devam edecek. Özellikle üniversitelerin açılmasıyla hareketlilik de artacak. Ancak her meselede ‘diren’ lafının gündeme gelmesinin işi sulandırdığı ve çocuksulaştırdığı fikrindeyim. ‘Diren’ başlığını sosyal medyada görünce, dikkate almıyorum artık. Gayri ciddi olduğunu düşünüyorum. m.tuncel@zaman.com.tr

Kraliçeyle ‘tatlı’ bir gün

$
0
0
İrlanda’nın yemek kraliçesi olarak tanınan şef Rachel Allen, geçtiğimiz hafta bir organizasyon için İstanbul’daydı. Basın toplantısı sonrası gerçekleştirilen workshopta dünyaca tanınan şef eşliğinde tatlı yapmak eşsiz bir deneyimdi.İrlandalı şef Rachel Allen, hafta içi Carte D’or tarafından organize edilen Tatlı Sırlar kitabının tanıtımı için İstanbul’daydı. Basın toplantısında kitapla ilgili bilgi veren Allen’ın dondurma ile baklava, gül suyu, lokum ve pişmaniye gibi geleneksel lezzetlerimizle buluşturduğu tarifleri oldukça pratik. Toplantı sonrası bir grup gazeteci, usta şef tarafından geliştirilmiş üç dondurmalı tatlıyı yapmak için mutfağa geçtik. Bu deneyimi paylaşmadan önce Allen’ın özgeçmişi ile ilgili kısa bir bilgi vermekte fayda var. Şef, yazar, gazeteci, aynı zamanda aşçılık okulunda öğretmenlik yapan Allen’ın yemekle ilgili yeteneği küçük yaşlarda keşfedilir ve ailesi tarafından desteklenir. Dünyaca ünlü Ballymaloe Aşçılık Okulu’na gönderilen Allen, eğitimini tamamladıktan sonra Ballymaloe House otel mutfağında çalışmaya başlar. Zaman içinde çıkardığı yemek kitapları ve televizyon programlarıyla birçok kategoride ödül üstüne ödül alan Allen, İrlanda’nın bugüne kadar en çok satan yemek kitabı yazarı ve en ünlü şefi haline gelir. Ancak onun dünyaca tanınan bir isim olması, İngiltere Kraliçesi Elizabeth’in 2011’de İrlanda ziyareti sırasında öğle yemeği yemesine rastlar. Prens Charles, Marlin Brando, Johnny Depp ve Debra Winger gibi ünlü isimlere yemek yapmış böylesi ünlü bir şefin tecrübesinden Carte D’or yetkilileri faydalanmak istemiş olacak ki, kitaptaki 75 tariften 20’sinde Allen’ın tariflerine yer vermiş. Kitapta yer alan ve yemek kraliçesinin bizim için seçtiği lokumlu saray dondurması, dondurmalı pişmaniye yatağında tarçınlı armut ve kaymaklı dondurma ile şeftalili yaz kompostosunu onunla birlikte yapmak unutulmaz bir deneyimdi. Son derece keyifli geçen workshop sonrası şefle röportaj gerçekleştirdik.Tatlı konusunda uzman bir şefi yakalamışken İrlanda tatlılarıyla bizimkileri kıyas ettirmemek olmazdı: “İrlanda tatlılarında hamur işleri ön plana çıkar. Dolayısıyla Türk tatlılarına kıyasla biraz daha ağır. Türk tatlılarında olduğu gibi fındık, fıstık, ceviz kullanmıyoruz. Bunun yerine bolca puding ve tereyağı ekliyoruz.”Türkiye’de son yıllarda dondurma ile tatlıyı birlikte tüketmek gelenek haline geldi. Dondurma ve tatlılı birçok tarif geliştiren Rachel, aynı geleneğin ülkesinde de var olduğunu söylüyor. Sıcak tatlı ile soğuk dondurma kombinasyonu kimilerine garip gelse de Allen dondurmanın sanılanın aksine tatlıyı hafiflettiğini dile getiriyor. Şimdiye kadar birçok ünlü isme yemek yapan Allen’a kime ne hazırladığını soruyoruz. Cevabı bir hayli şaşırtıyor: “Çok farklı yemekler yapmıyoruz. Örneğin otlu tereyağı eşliğinde hazırlanmış taze balık. Sanırım hepsinin en sevdiği yemek böylesi basit tarifler oluyor.”Herkesin mesleğiyle ilgili kötü anıları vardır. Allen da başına gelmiş bir iş kazasını paylaşıyor bizimle: “Singapur’daydım. Televizyon programım için düzenlenmiş 500 kişilik bir gala yemeği vardı. Yemekler servis edilirken şefler sahneye çıkıyor ve davetliler için şov yapıyordu. Ben de omlet yapacak ve iki ünlüye tattıracaktım. Tavanın çok ısındığını fark ettim ama umursamadım. Yağı koyar koymaz öyle bir alev aldı ki herkes kaçışmaya başladı.”Kaymaklı dondurma ile şeftalili yaz kompostosuMalzemeler (4 kişilik)3-4 şeftali, 1 çb toz şeker, 1 sb su, 1 limon, 2 çk doğranmış naneServis içinKaymaklı dondurmaŞerbet için: 1 sb suyu ve 1 çay bardağı şekeri tencereye boşaltın, orta ateşte şeker eriyene kadar pişirin. Kaynamaya başladıktan sonra 2 dakika kadar daha ateşte tutup soğumaya bırakın.Yapılışı: Şeftalileri soyup hilal şeklinde dilimleyin. Şeftali dilimlerini bir kaba koyup üzerini soğuttuğunuz şerbetle kaplayın. Bir limon kabuğunu rendeleyin, doğranmış nane ve limon suyuyla birlikte kompostoya ekleyin. Kompostonuzu yumuşaması için en az yarım saat buzdolabında bekletin. Üzerine kaymaklı dondurma koyup taze nane yaprakları ile süsleyerek servis edin.Bitter çikolatalı dondurma ile pişmaniye yatağında tarçınlı armutMalzemeler (4 kişilik)1,5 sb toz şeker, 450 ml su, 1 tarçın çubuğu, 50 ml limon suyu, 4 sert armutServis içinPişmaniye ve bitter çikolatalı dondurmaYapılışı: Şeker, su, tarçın çubuğu ve limon suyunu bir tencereye koyup şeker çözülene dek orta ateşte sürekli karıştırarak kaynatın. Armutları soyup ikiye bölün ve çekirdeklerini çıkarın. Ortadan ikiye böldüğünüz armutların kesilmiş yüzleri üste bakacak şekilde kaynayan şerbetin içine atın. Armutların şerbet içinde batmış halde kalması için üzerini pişirme kâğıdı ile örtüp tencerenin kapağını kapatın. 20-30 dakika boyunca, ara sıra üzerlerinde kaşıkla şerbeti gezdirerek pişirin. Pişmaniyeleri servis tabağına tiftik ederek yerleştirin. Üzerine, tencereden dikkatlice aldığınız armutları, kesilmiş tarafları yukarıya bakacak şekilde dizin. Eğer tarçın şerbeti çok sulu olursa armutları çıkardıktan sonra şerbeti birkaç dakika daha üzerini kapatmadan, koyulaşana kadar kaynatmaya devam edin. Armutların üzerine biraz şerbetten dökün, en üste bitter çikolatalı dondurma topunu yerleştirerek soğuk servis edin.Kaymaklı dondurma ile lokumlu saray dondurmasıMalzemeler (6 kişilik)1 litre kaymaklı dondurma, 2-3 çk gül suyu, 2 sb lokum, 1,5 sb kavrulmuş ve doğranmış Antep fıstığı, 2 çk pudra şekeriServis içinTaze gül yapraklarıYapılışı: Antep fıstıklarını ve lokumları doğrarken yumuşaması için dondurmayı buzluktan çıkarın. Gül suyunun tümünü, lokumun ve Antep fıstığının dörtte üçünü dondurmaya karıştırın ve dondurmayı buzluğa geri koyun. Lokumun geri kalanını pudra şekeri ile karıştırın ve kenarda bekletin. Kalan Antep fıstıklarını da servis için ayırın. Servis yapacağınız zaman dondurmanızı tabaklara ya da kuplara koyun, üzerine Antep fıstığı ve lokumları serpin. Üzerini birkaç gül yaprağı ile süsleyerek servis edin.r.gul@zaman.com.tr

Hukuk fakültesi öncesi çobanlık stajı

$
0
0
Peygamberler, aciz insanoğlunu o sonsuz cehaletine karşı aydınlatan, saptığı tehlikeli ve tuzaklı yollar içinde rehberlik eden, karşılaşılacağı musibetlere karşı uyaran seçilmiş insanlar.Bu kudsî vazifeye başlamadan önce hepsi, İlahi bir yönelme ile çobanlık yapmışlar. Bu meslek Hz. Adem’den bu yana peygamber mesleği olarak bilinse de günümüzde pek rağbet gördüğü söylenemez. Buna rağmen arka planındaki felsefe ile kıymetini takdir edenler her zaman bulunuyor.İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi birinci sınıfa başlayacak Abdullah Etka’nın hikâyesi bu felsefe ile örülü. Liseden bu sene mezun olan Abdullah, üniversite sınavı için giriştiği hummalı çalışma sonrası herkes gibi dinlenmeye ihtiyaç duymuş. Modern çılgınlığın bir çeşit göstergesi olan sahile akın etmek yerine, yazı farklı bir deneyim elde ederek geçirmek istemiş. Bu hususta babasına danışan genç hukuk öğrencisi, çobanlık yapma tavsiyesi almış. Tüm peygamberlerin çobanlık mesleğini yaptığı ve bu güzel işin kendisine ileride yapmak istediği yöneticiliğe bir giriş kapısı olabileceği tavsiyesinde bulunmuş babası. Bu teklif, şehirde büyüyen Abdullah’ı bir müddet düşündürse de sonunda kabul etmiş.Her sene misafir olarak gittiği köyüne bu sefer çoban olarak gitme macerasını şöyle anlatıyor Abdullah: “Üniversite sınavı sonrasında boş geçmesini istemediğim günleri, köyde farklı bir deneyimle değerlendirmek istedim. Babam beni, Antalya’nın Kaş ilçesine kadar götürdü. Fakat Antalya’ya kadar geldikten sonra kendi köyümüz Gökçeören’e gitmem sıkıntılı oldu. Herkes şehre göç ettiği için köyde sadece yaşlılar kalmış. Çok nadir gidip geliniyor. Toplu taşıma olmayınca, ben de otostop çektim. Başka bir köyden cenaze almak için giden bir araç beni köye getirdi. Köyde herkes geleceğimi öğrenmiş. Küçük bir yerleşim birimi olduğundan ufak bir olay hemen herkes tarafından duyuluyor. Ben geldiğimde herkes görmeye geldi. Köyün yaş ortalaması 60 civarında. Bana ‘Sen misin çoban olmak isteyen, herkes okumak ister sen neden çoban olmak istiyorsun?’ diye sordular. Teker teker anlattım.”Çobanlık yaparken tefekkür ediyor insanAbdullah Etka, köyde geçirdiği yaklaşık 15 gün kerpiç, dışarıda tuvaleti olan köy evlerinde kalmış. Geleceğin hukukçusu, taşrada hayatın şehirden çok evvel başladığını anlatıyor. Herkesin kendine has komik bir lakabı olduğunu belirttikten sonra vakti nasıl geçirdiğini anlatıyor: “Daha güneş doğmadan sabah namazı ile kalkıp sürüyü ahırdan çıkarıyorduk. Hayvanlar serin havada otlamayı seviyor. Koyunlar da insanlar gibi bizi yüzlerimizden tanıyordu. Bana çobanlık yapmayı öğreten büyüğümle beraber, sürüyü yüksek yamaçlara yönlendiriyorduk. Onlar da insanlar gibi doğru yön verince tüm kalabalık senin istediğin yere yöneliyor. Güneş hafiften yükselince koyunları kuyudan çektiğimiz suyla suluyorduk. Sonra akşama doğru ikinci bir sefer daha. Onları zamanında otlat, suyunu ver senden iyisi yok. Keçiler gelince onlar koyuna göre biraz dik başlı. Koyunlara oturduğun yerden yön verebilirken, keçileri dürtmen, seslenmen gerekiyor.”Köy yaşamı, Abdullah’a kendine has kolaylığıyla görünmüş. Güler yüzlü insanların arasında birbirleriyle kaynaşan köylülerin arasında dolu dolu iki hafta geçirmiş. Hayvanların insana hizmet etmek için gönderilmiş zararsız varlıklar olduğuna şahitlik etmiş.Genç yöneticiden köy hayatı analizleri:Gökçeören köyü sakinleri hayvanlarını eskisine göre ucuza satıyor. Köylülerden biri bunu yurtdışından ithal edilen hayvanlara bağlamış. Köylüler hayvancılık yaparken, kendilerini yeterince geliştirmişler.Daha kolay yoldan geçinmek isteyenler şehre gitmeyi tercih etmiş. Kapsamlı bir planlama olsa belki bu surette şehirlere göç yavaşlayabilir.Köy insanının haber ve bilgilenme bakımından en büyük kaynağı televizyon. Hayatı dizilerden takip ediyorlar.Bu noktada bir teklifi var Abdullah’ın: Televizyon dizilerine çobanlıkla ilgili bilgiler sıkıştırılsa veya tarımla, köy işlerini özendirici sahnelere yer verseler belki insanlar köyleri daha cazip görür ve geriye dönüş başlar.İlerde iyi bir yönetici olmak için böyle bir deneyimi tavsiye ediyor. Çünkü, yöneticiliğin en küçük birimi çobanlık. Üstelik peygamber mesleği. Abdullah Etka, diyor ki; “Gelecekte yöneticilik yapmak isteyen gençler, çobanlık deneyimini tatmalı.”Öbür taraftan gençler artık şehirde yetişiyor ve oranın kültürü ile büyüyor. Köy hayatı şu anda yaşlı nüfusun elinde. Şehre göçler biterse köy hayatını ancak romanlardan hatırlayacağız. e.emre@zaman.com.tr
Viewing all 3284 articles
Browse latest View live