Quantcast
Channel: ZAMAN-PAZAR
Viewing all 3284 articles
Browse latest View live

Felsefede ‘düşünüyorum öyleyse varım’dan öteye ne zaman geçeriz?

$
0
0
YÖK’ün ilahiyat fakültelerinde felsefe derslerini azaltma kararı Mevlana’nın, “Cennettekilerin çoğu saf kişilerdir, böylelikle felsefenin şerrinden kurtulurlar.” sözünü hatırlattı.Allah sevgisine aklın kibrinden uzaklaşarak varılabileceğini söyleyen Mevlânâ, gerçek aşka giden yolun kalpten geçtiğini anlatır. Acaba ilahiyat da aklın kibrinden uzak ‘saf kişiler’ mi yetiştirmeye karar vermişti? Böyle ise ne âlâ. Ancak ilahiyatçılar ve din felsefesi uzmanları, çağımızda inançsızlığı dayatan pozitivist söylemlerle baş etmek için felsefeye ihtiyacımız olduğunu düşünüyor. Çünkü felsefe aynı zamanda pozitif bilimlerin de temelini oluşturan ve disipline sokan bir bilim dalı.Tarih boyunca faydalı olup olmadığı tartışılan tek bilim dalıdır belki de felsefe. Otoritelerden bağımsızca fikirlerini ortaya koyan filozoflar, her zaman düzene karşı tehdit olarak algılanır. Türkiye’de de öteden beri temkinli yaklaşılan felsefeyi özellikle muhafazakâr camia kırmızı çizgilerinin dışında tutar.Felsefe denilince İslam tarihinde medeniyetlerin gelişmesine öncülük yapan Al-Kindi, Farabi ya da İbn-i Rüşd’ler akla hiç gelmez. Okullarda, felsefenin tartışıldığı ortamlarda konuşmalar inançsızlık ve karmaşık önermeler üzerine kurgulanır. Bu durum ‘imanıma halel gelmesin’ endişelerinin haklı gerekçesi olabilir elbet. Felsefe ile uğraşan camianın yakın zamana kadar kendini fildişi kulelere kapatması ve dini değerlere karşı tutumları ise felsefenin halka inememesinin diğer nedenlerinden. Marifet filozof ismi ve yaşadığı çağı ezberletmek değilTürkiye’de gençlerin felsefe ile tanışması lise yıllarında başlar. Temelinde düşünme ve soru sormanın yattığı bu bilime, filozofların isimlerini ve yaşadıkları çağı ezberleyerek giriş yapılır. Garip isimler ve Roma rakamlarıyla dolu bir tarihi ezberlemek yeterince can sıkıcıdır. Böylece sorular, Descartes’in “düşünüyorum, öyleyse varım” önermesinden öteye geçemez. Her şeye rağmen felsefe ile ilgilenen bir öğrencinin okuyabileceği kitaplar ise ‘tehlikeli’ yaftasını çoktan yemiştir. Bunlar arasında ilk akla gelen ve bir dönem çok tartışılan kitap ise Sofie’nin Dünyası’dır. Kitapta insanlığın tarih boyunca eşyanın aslını ve kendi varlıklarını sorgulamasına şahit oluruz. Ancak bütün dünyada klasikler arasına giren bu eser, Türkiye’de çoktan ‘tehlikeli’ kitaplar arasına girmiştir.Üniversitelerde ise belirli grupların okuldaki uzantıları haline gelen kulüpler, bu alana ilgili öğrencilerin bile felsefeden uzak kalmasına sebep oluyor. Yıldız Teknik Üniversitesi’nden Prof. Dr. Alparslan Açıkgenç, “Maalesef felsefe, her yönde kullanılmaya açık bir alan olduğundan bazı gruplar bunu suiistimal etti. Bu elbette ki muhafazakâr öğrencilerin felsefeye karşı tepkisini çekti.” diyor. Ancak bu durumun giderek değiştiğine dikkat çekiyor.İslam tarihinde de Asr-ı Saadet’ten sonra Müslüman toplumların altın çağında felsefe, desteklenen bilimlerin başında geliyordu. Doğu İslam Felsefesi’nin babası olarak bilinen Farabi, İbn-i Rüşd, İbn-i Sina gibi filozoflar tıptan gökbilime, matematikten eczacılığa kadar çok sayıda bilim dalının kurulmasında bu dönemlerde etkili olmuştu. Sonraki çağlarda özgür düşünce ortamının ortadan kalkmasıyla İslam toplumlarında gerileme başladı. İşte bu çağlarından bize miras kalan ‘felsefe dine zarar verir’ fikri, batıda gelişen rasyonalist fikirler karşısında yetersiz kalmamızın önemli sebeplerinden biri olarak görülüyor.Nitekim Fethullah Gülen Hocaefendi de günümüzde muhafazakâr camianın pek de ilgilenmediği felsefenin gerekliliğini şu cümlelerle ifade ediyor: “İslam âlimlerinin birçoğu ilk devirlerde felsefeye karşı çıkmış hikmetin felsefe manasında kullanılmasını uygun bulmamışlardır. Felsefecilerin fikirlerine tepki olarak, kelam ilminin kural ve kaideleriyle cevap vermişlerdir. Böyle bir yolla İslam’ı müdafaa etmenin de hiçbir zararı olmadığı gibi felsefi düşüncelere felsefi yolla cevap verilmesi açısından da faydalıdır.” Tefekkür, İlahiyatçının en büyük ihtiyacıBugün YÖK’ün kararıyla yeniden başlayan felsefe tartışmalarında ortak fikre göre amaç, bilgiyi ezberlemek değil, veriyi analiz etmek ve üzerinde tefekkür etmek olmalı. Bunun yolu da insana sistemli bir düşünce disiplini kazandıran felsefe derslerinden geçiyor. İlahiyatçılara ve din felsefesi uzmanlarına göre felsefe ve sosyolojiyi bilmeden iyi bir hadis-i şerif uzmanı, fıkıhçı ya da tefsirci olunamaz. Çünkü bütün bu bilimlerde karşılaştırma ve metodolojiye ihtiyaç var. Felsefe, Müslüman’ı saptırır mı gibi şüphelere verilen cevap ise: Kafa karışıklığının arttığı, her taraftan dinsizliğin propagandasının yapıldığı bir çağda gençleri felsefeden uzaklaştırmak çok daha tehlikeli.İslam filozofları denilince akla ilk gelen isimlerden Al-Kindi de felsefenin bazı Müslüman filozoflara göre karşılığı olan hikmet sözcüğünü şöyle açıklıyor: “Bu, düşünce gücüne ait bir fazilettir. Bilgelik külli varlıkların hakikatini bilme ve bu bilgiyi hakikat doğrultusunda gerektiği gibi kullanmaktan ibarettir.” Bu açıklama Batılı filozofların felsefe hakkındaki tanımlarına uyuyor. Günümüzde felsefe biliminin hakikati anlama ve anlatmada faydalı olduğu fikrini de destekliyor. Akıldan istifade mi, istifa mı?Bediüzzaman’a göre felsefe isimli kitabında Mahir Şahin, Üstad’ın eserlerinin birçok yerinde felsefe ve hikmetten bahsettiğine dikkat çekiyor. Hatta risalelerde en çok kullanılan kelimeler arasında bu sözcüklerin olduğuna değinen Şahin, “Felsefe ve hikmet arasında mana ve muhteva açısından farklar olsa da, o yer yer iki kelimeyi birbiri yerine kullanmıştır.” ifadesine yer veriyor. Hikmetin gayesi Allah’a ve ruha giden yolları aydınlatmaktır. Üstad’a göre bu aydınlatma, zaman zaman tümdengelim ve tümevarım metodları kullanılarak gerçekleşir.Felsefenin Cumhuriyet sonrası sicili parlak değil - İshak Arslan (İstanbul Şehir Üniversitesi): ‘Türkiye’de felsefe tehlikeli ilimdir’ algısı varsa öncelikle bunun sosyolojik, kültürel ve tarihsel içeriğini araştırmak gerekir. Başka bazı alanlar gibi felsefenin de özellikle Cumhuriyet sonrası sicili pek parlak değil. Hatta olumsuz yargıları tetikleyen tuhaf uygulamalarla dolu. Bu algının değişmesi için ortak aklın derinleşmesi gerekir. Böylesi tartışma ortamlarında amaç gürültüyü artırmak değil, dünya çapında kabul görecek nitelikli ürünler ortaya koymaktır. Türkiye’de felsefeyle ilgili bir tartışma gündeme geldiğinde, söylenenlerin kendisinden çok, doğrudan siyasetin alanına bakmak daha doğru olur. Felsefe etrafında yapılacak sahih bir tartışma asgari bir entelektüel olgunluk ve incelik gerektiriyor.İnsan beyninin neleri kendi başına bileceğini ortaya koymak gerekir - Prof. Dr. Alparslan AÇIKGENÇ (Yıldız Teknik Üniversitesi): Felsefe insan düşüncesi olduğu için ve insan her zaman hata yapabileceği için dinle çatışabilir. Ancak felsefenin dinle çatışması kaçınılmaz değil. Felsefenin doğru algılanıp doğru yorumlanması ve uygulanması gerekir. Bunu bir bilgi nazariyesine dayanarak yapabiliriz. Bunu ilk olarak Gazali savunmuştur ancak bilimsel temele Immanuel Kant tarafından oturtulmuştur. Buna göre insanın neleri kendi başına bilebileceği, neleri bilemeyeceği açık bir şekilde ortaya konmalı. İlahiyat fakültelerinde henüz felsefenin tefsir ve hadis gibi din ilimlerinde nasıl kullanılması gerektiğine dair bir usûl geliştirilmediğinden bazı sorunlar yaşıyoruz. Bunlar felsefe, ilahiyat fakültelerinde yasaklanarak çözülemez. Çünkü ilahiyatçılarımız da konularını bilimsel bir zemine oturtmak isteyeceklerdir. Felsefe dersleri olmasa da felsefeye ihtiyaç duyacaklar ve felsefeyi derslerinden bağımsız olarak çalışacaklardır.Din aleyhine geliştirilen söylemlere hazırlıksız ilahiyatçılar yetişir - Prof. Dr. Recep Kılıç (Ankara Üniversitesi): Felsefenin kaldırılması, İslam ilahiyatçısının eleştirel düşünce becerisi kazanmasına engel olacak, uzun vadede ufuk daralmasına sebep olacaktır. Dinle ilgili değerlendirmelerin belirli bir mezhep görüşüne göre yapılmasına yol açarak, toplumun mezhepler ölçeğinde ayrışmasıyla sonuçlanacak. Felsefenin sınırlandırılması, ilahiyat fakültesinin alanının daralıp sadece Diyanet İşleri Başkanlığı’na eleman yetiştiren bir kuruma dönüşmesine sebep olabilir. Toplumlar arasındaki kültürel bariyerlerin kalktığı günümüzde, felsefi bakış açısına yabancı bir ilahiyatçı, İslam’ın mesajını uluslararası seviyede hangi terminoloji ya da yöntemle anlatacak? İslam ilahiyatçısının din aleyhine geliştirilen bilgi, varlık ve değer ile ilgili anlayışlar karşısında söyleyecek sözü olmalı. Felsefî birikim ve perspektif olmadan bu anlayışlara cevap üretmek mümkün gözükmüyor.

‘Skandal’ filan değil, buz gibi cumhuriyet dönemi katkısı!

$
0
0
Bu ayın ilk günlerinde refikimiz Bugün gazetesinde sanat tarihiyle ilgili bir haber yayımlandı. Haber, konuya hakimiyetini yakından bildiğim ve tanıdığım gazeteci dostum Tuncay Opçin’in imzasını taşıyordu ve yakınlarda esaslı bir restorasyon geçiren Fatih Camii’nde bir kitâbenin yeniden yazılıp yerine konulması hakkındaydı.“Fatih Camii’ne kaçak kitâbe” başlığını taşıyan haberin ilk cümlesi, okuyanlarda, “Vay canına bu kadarı da olmaz ki canım!” dedirtecek türden iddialı ve biraz da tartışmalı bir muhtevadaydı: “29 Mayıs 2012’de restorasyonu tamamlanarak ibadete açılan Fatih Camii’nde büyük bir skandala imza atıldı. Hattat Prof. Dr. Hüsrev Subaşı, caminin tarihi giriş kapısı üzerine kendi yazısını kazıttırdı. Subaşı, restorasyon sırasında caminin hatları ile ilgili danışmanlık yapıyordu.”*Tuncay Opçin’in haberinde “Skandal”ın ne olduğunu anlatan ayrıntılar var. Buna göre “Skandal”dan bir şekilde haberdar olan Opçin, kitâbeyi kaleme alan hattatla görüşmüş ve Hattat Hüsrev Subaşı durumu şöyle izah etmiş: “Restorasyon sırasında bu eksikliğin tamamlanması için bilim heyetinden talep geldi. Belirttiğim bilgiler ışığında orada mutlaka bir kitabe olması gerektiği düşünüldü. Biliyorsunuz Fatih Sultan Mehmet’in yaptırdığı Fatih Camii yıkılmıştı. III. Mustafa döneminde tekrar inşa edildi. Burada bir ihmal olduğunu düşündük ve tamamlamayı uygun gördük. Bir daha el değmez, hazır başlamışken burayı da bitirelim istedik.”Sözü edilen kitâbe, caminin şadırvanlı avlusuna açılan (Çarşamba cihetine bakan) taç kapıya konulmuş bulunuyor. Kitâbede, pek çok camide numunesini gördüğümüz Nisâ Sûresi’nin 103. Âyetinin “İnne’s-salâte kânet...” diye başlayan son cümlesi yer alıyor.“Skandal” yorumuna yol açan hadiseyi doğru kavrayalım: Fatih Camii, Hazreti Fatih’in sağlığında, onun emri üzerine 1470 yılında inşa edildi. Evvela 1509’da, ardından 1766’da iki kere büyük deprem hasarına maruz kaldığı için III. Mustafa zamanında neredeyse tamamen tecdîd edildi, yeniden inşâ olundu ve orijinal mimari özellikleri değişime uğradı (Bu konuda İstanbul Müftülüğü’nün web sitesinde oldukça ayrıntılı mâlumat bulunuyor.) 1766’da yeniden inşâ edilirken, tarif ettiğim kapıdaki kitâbe yerinin boş bırakıldığı anlaşılıyor. Bütün selâtin camilerinde mevki itibarıyla bu kapıların üstünde bu veya benzer âyetlerin hakk olunduğu bir kitabe var zaten; bu bir gelenek adeta. Restorasyonu yapan bilim kurulu, işte bu eksikliğin tamamlanması gibi bir düşünceyle kitâbeyi geleneğe uygun tarzda yazdırıp yerine koydurmuş bulunuyor. “Skandal” denilen şey işte bundan ibâret.*İki üniversite mensubu, Opçin’in haberini yorumlarken aleyhte görüş bildirmişler. Prof. Dr. Selçuk Mülayim şöyle diyor: “Olmayan bir şeyi koyamazsınız. Restorasyon kurallarına aykırı.” Yrd. Doç. Dr. Teyfur Erdoğdu ise, “Sanat tarihi açısından yapının orijinalitesini değiştiren bir müdahaledir. III. Mustafa döneminde yapılan camiye müdahaledir. Tamamen işgüzarlıktır. Osmanlı mimari geleneğinde tamir yapılan esere, tamirin yapıldığı yere tamir kitabesi yerleştirilebilir. Ancak Fatih Camii’nde yapılan böyle bir şey değil.” diye itirazını belirtiyor.*Tarihî eserlerin restorasyonunda “dönem katkısı” diye bir kavram var. Diyelim ki M.S. 7. asırda inşa edilmiş bir kilisenin, zaman içinde tahribe uğramasıyla geçirdiği tamirler esnasında geçirdiği değişikliklerin de korunmasını irdeleyen bir kavram bu. Türkiye’de pek çok eserde bir Bizans yapısının daha sonra Selçuklu, Osmanlı, hatta Cumhuriyet döneminde uğradığı ihyâ ve tamir izlerini önemseyen bir yaklaşım.*Konuya soğukkanlılıkla bakalım. Ortada bir “skandal” görmüyorum, bana göre sadece estetik nokta-i nazardan değerlendirilmesi gereken bir“dönem katkısı” söz konusudur. Fatih Camii’nin orijinal hali hakkında bilgi ve belge çok az. Uğradığı büyük yıkımdan sonra ihyâ edilirken, bütün selâtin camilerinde tekrarlanan gelenek belli ki unutulmuş. Kitabe yerinin boş bırakılması saygı duyulacak bir restorasyon tercihidir ama sonraki döneme dair bir katkı olduğu vurgulanarak, geleneği canlandıran edâ ile taç kapıya bir kitabe ilâve edilmesi, doğrusu hiç de skandal filan değildir. Haberi bu açıdan çok yadırgadım ve üzüldüm.Bana göre tartışılması gereken asıl mesele, kitâbenin hat sanatı açısından değerlendirilmesi olabilirdi; kezâ, yeni kitabe, sanki eskiymiş havası verilerek kaleme alınıp yerine konulsaydı bu dahi ehlinin tartışacağı bir mesele teşkil ederdi. Bildiğim kadarıyla kitâbenin ketebe kaydı bulunmaktadır (yani kim tarafından hangi tarihte yazıldığına dair kayıt var; sonradan binaya katıldığı belli bir obje sözkonusu). Öyleyse bu kitâbeyi, Fatih Camii’ne Cumhuriyet döneminde hat sanatının katkısı olarak değerlendirmek daha doğru ve yakışıklı bir davranış olurdu.Skandal ağır kelime; yaraşmamış, olmamış.*Selçuk Mülayim Hoca tenkidinin devamında, “Başka eserlerde de böylesi hatalarla karşılaşabiliriz. Kaldı ki Fatih Camii’nde minareler hatalı restore edildi. 1950 öncesi fotoğraflarına baktığınız zaman minarelerde kurşun külah olmadığını görürsünüz. Caminin minaresinde taş tepelikler bulunur” diyerek bize başka bir hatırlatmada bulunuyor. Eski eser restorasyonunda öyle hatâlarla karşılaşıyoruz ki, doğrusu “skandal” kelimesi, aslında bunlar için reva görülmeliydi. Meselâ bu örnekte, tarihi belge olduğu halde taş minare tepeliklerinin kurşun çatı ile değiştirilmesinden “skandal” diye söz edilmemiş. İlginç değil mi?*Haber yayımlandığı gün, ilginç bir tevafuk eseri, Edirne Valisi Hasan Duruer ve kitâbenin hattatı Prof. Dr. Hüsrev Subaşı ile birlikte Balkanlarda Türkçe konuşan gençlere eğitim hizmeti veren Rumeli Akademi isimli program çerçevesinde Edirne’de, üstelik Selimiye Camii’nin içinde bulunmaktaydık. Hüsrev Bey, son onarımından sonra yarım kubbelerin iç kasnağındaki hüsn-i hatların nasıl aslından uzak bir işçilikle “onarıldığı”nı gösteriyordu.Ne yazık ki tarihî eserlerimizde onarım hataları, yer yer skandal boyutlarını da aşan derecelere varıyor. Gerek eski hat kuşaklarının onarımında, gerek yeni yazılar ilâvesinde akıl almaz zevksizlikler ve bozukluklar var. Keşke yeni kitâbenin taç kapıdaki yerini almasını eleştirmek yerine, konulan hattın estetik kıymeti hakkında tartışma yapmayı hatırlayabilsek, keşke bütün yanlışlıkları gösterecek veya doğrusunun nasıl yapılacağına işaret edebilecek bir güce sahip olabilseydik. Yüzlerce yanlış örnek dururken, bana göre tamamen doğru bir örneğin “skandal” adı altında mercek altına konulmasını çok yadırgadım. a.alkan@zaman.com.tr

Kısa uçuşlar bürokrasinin radarına takıldı!

$
0
0
Sivil Havacılık Genel Müdürlüğü, hava trafiğindeki yoğunluğu azaltmak amacıyla yılbaşında askeri uçuş koridorlarını mercek altına almıştı. ‘Kısa uçuş rotası projesi’ ile uçakla seyahat süresinin azaltılması bekleniyordu. Ancak bürokraside ağır işleyen çalışmalar nedeniyle proje askıya alındı.Uçakla seyahat süresini azaltacak ‘kısa uçuş rotası projesi’, bürokrasideki ağır-aksak işleyen çalışmalar nedeniyle askıya alındı. Geçen şubatta, ‘Asker onaylarsa uçuş rotaları kısalacak’ başlığıyla analiz ettiğimiz konuda maalesef bugüne kadar olumlu gelişme yaşanmadı. Sivil Havacılık Genel Müdürlüğü’nün (SHGM) girişimleriyle başlatılan çalışma, Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK) ve Devlet Hava Meydanları İşletmesi (DHMİ) Genel Müdürlüğü’nün gerekli hassasiyeti göstermemesi nedeniyle neredeyse bitme noktasına geldi. Proje, her üç kurumun da, üzerine düşen görevi yeterince yerine getirmemesi nedeniyle sekteye uğradı. Uzun uçuş rotaları, bürokraside yaşanan umursamaz yaklaşım nedeniyle, hem yolcuları mağdur etti hem de havayolu şirketlerine milyonlarca dolar kayıp yaşattı.Dört uçuş koridoru istendi SHGM, hava trafiğindeki yoğunluğu azaltmak amacıyla yılbaşında askeri uçuş koridorlarını mercek altına almıştı. Ticari uçakların izlediği rotaların kısaltılması amacıyla taslak proje hazırlayan kurum, TSK’nın kapısını çaldı. İlk etapta, TSK’ya tahsis edilen dört uçuş koridorunun, başta Türk Hava Yolları (THY) olmak üzere yerli ve yabancı havayolu şirket uçaklarının kullanımına açılması talep edildi. Daha sonra da, DHMİ Genel Müdürlüğü’nün destek verdiği projeyle ilgili çalışma başlatıldı. Ancak yürütülen görüşmelerde, yeni talepler nedeniyle ilerleme kaydedilemedi. Ayrıca benzer çalışmaların, TSK ve DHMİ tarafından da yapılması ve ortak karar alınması istendi. Maalesef gerekli çalışma yapılmadığından, heyecanla başlatılan ve havayolu şirketlerinin de merakla beklediği projede hayal kırıklığı yaşandı.Hac uçuşları da kısalacaktıProjeyle özellikle İstanbul’daki Atatürk Havalimanı ve Sabiha Gökçen Havalimanı’ndaki uçak rötarlarının en aza indirilmesi planlanıyordu. Havayolu şirketleri, yeni uçuş rotalarıyla İstanbul çıkışlı yurtiçi seferlerinin yanı sıra özellikle hac ve umre uçuşlarında ciddi yoğunluk yaşanan Suudi Arabistan ile Ortadoğu seferlerinde zaman ve yakıt tasarrufu sağlayacaktı. Kısa rotalar, özellikle İstanbul Atatürk Havalimanı’nda yıllardır çözülemeyen yoğun hava trafiğine büyük rahatlama getirecekti. Projenin ilk etabındaki dört yeni kısa rotanın, havayolu şirketlerine yıllık 200 milyon dolar civarında tasarruf sağlaması beklenirken, yeni rotaların yaygınlaştırılması ile tasarruf miktarının yıllık 500 milyon dolara ulaşması hedefleniyordu.SHGM, kısa uçuş rotalarıyla ilgili projede başarılı olamayınca İstanbul-Ankara arasındaki uçuşlarda ‘havada ve yerde beklemeleri önleyecek’ yeni uçuş koridorunu açmak için harekete geçti. İstanbul Sabiha Gökçen Havalimanı ile Ankara arasındaki 12 bin feette gerçekleşen seferlerde gecikmeleri engelleyecek yeni uçuş koridoru, 17 Ekim’de uçuşlara açılacak. Gelecek ay hizmete sunulacak ‘yedek yol’, İstanbul’dan çıkıp Ankara üzerinden Doğu’ya giden veya Ankara hava sahasını kullanarak İstanbul’a sefer düzenleyen uçaklara tahsis edilecek. Kalkış için neden bekleriz?Araştırmalara göre, yolcu şikayetlerinde ilk sırayı rötarlar alıyor. Ancak hiçbir havayolu şirketi, uçuşlarında gecikme yaşamak istemez. Çünkü rötarlar şirketlere, hem prestij hem de para kaybettirir. Öyleyse uçaklar neden gecikmeli kalkış gerçekleştirir? Bunun birçok sebebi var. En büyük nedenlerinden biri yaşanan teknik arızalar. Bakıma alınan uçaklar, arızanın giderilmesinin ardından uçuşa verilir. Arızanın uzun sürmesi halinde ise uçuşa başka bir uçak tahsis edilir. Bazen seferi gerçekleştirecek uçağın, diğer uçuştan geç gelmesi nedeniyle de gecikme yaşanır. Bavulların uçağa yüklenme işlemleri sırasında yaşanan aksilikler de, uçuşun gecikmeli yapılmasına neden olur. Ayrıca uçuş ekibinin havalimanına geç gelmesi de rötar gerekçesi olarak gösterilebilir.Yaşanan gecikmenin ardından uçağa binseniz dahi kalkış için ‘hiçbir sorunun kalmadığını’ söyleyemezsiniz. Yolcularını alan ve kalkış için hareket eden uçakta da arıza yaşanabileceğini unutmayın. Bazen de, hava trafik kontrol kulesindeki görevliler, pilota, belirli bir noktaya kadar ilerlemesini ve orada ikinci bir talimata kadar beklemesini söyleyebilir. Beklenecek nokta taksi yolları üzeri (pisti aprona bağlayan yol), pist girişi ya da pist içinde olabilir. Bu durumun sebebi ise o sırada inişte başka bir uçağın olması, iniş yapmış fakat henüz pisti terk etmemiş bir uçağın bulunması ya da yeni kalkmış büyük gövdeli bir uçağın oluşturduğu kuyruk türbülansı denilen anafor şeklindeki hava akımları olabilir.

Bu hobi 50 bin liradan başlıyor

$
0
0
Klasik otomobil sevgisi sınır tanımıyor. Yarım asırlık aracıyla şehirler arası yol giden de var, internetten gördüğü araba fotoğrafına aşık olup köyün imamına kadar ulaşan da… Ancak bu hobinin maliyeti hayli yüksek.Erkekler için otomobilin bir tutku olduğu söylenir durur. Öyle ki “Arabana benden çok ihtimam gösteriyorsun.” diye eşlerine kızan hanımlar bile var. Ancak klasik otomobil sevgisi bunu bile geride bırakacak kadar baskın. Klasik otomobil severlerin bir de derneği var. İstanbul Klasik Otomobilciler Derneği’ne (İKOD) üye olmak içinse arabanızın olması şart değil. Dernek üyeleri arasında garajında 150 adet klasik arabası olan da var, hiç aracı olmayıp bu hayal gönlünde yatan da…Her şey Yeşilçam ile başladı…Derneğin Başkanı ve kurucularından Serkan Okay, bir belediyenin basın ilişkilerini yürütüyor aynı zamanda. Klasik oto merakına gelince, tüm sevgisini Yeşilçam’a borçlu olduğunu söylüyor. Lise yıllarından beri izlediği bol miktarda Türk filmlerinde görüp çok beğendiği bu arabaların izini sürmeye başlamış Okay. Okul çıkışı sıkça gördüğü eski bir Amerikan otomobilinin aklını başından alması da tuzu biberi olmuş. Böylelikle liseden sonra ilk Vosvos’unu aldığını anlatıyor, anneanne ve dedesinin de katkılarıyla. Ailesi onun bu sevgisine saygı duyup destek olsa da “Bu külüstürle ne uğraşıyorsun?” diyenler de olmuş. Derken etrafında kendisi gibi eski araç meraklılarının hiç de az olmadığını fark etmiş. Bundan 10 yıl önce klasikoto.org adlı internet sitesiyle, meraklıları tek platformda buluşturmaya başlamışlar. Hangi parça nerede bulunur, tamir kime yaptırılır gibi birçok konuda bilgi paylaşımında bulunuluyormuş.İşine gidip gelen bile varGel zaman git zaman eski otomobil meraklılarının sayısı artar olmuş. Öyle ki sokaklarda gördükleri arabaların üstüne ‘şu gün şurada buluşuyoruz’ gibi notlar bırakmaya başlamışlar. İlk buluşmaya 50 araç sahibi gelmiş. Daha sonra araç sahiplerinin yanında, otomobili olmayıp eski modelleri sevenler de eklenince bu sayı katlanarak artmış. Bundan dört yıl önceyse dernek kurulmuş. Klasik otomobillerin İstanbul trafiğindeki ‘dur-kalk’a adapte olması zor ve yakıt masrafı da fazla olduğundan garajdan ancak özel ve güneşli, güzel günlerde çıkarılıyor. Ancak günlük olarak kullanıp işine ya da okuluna gidenler de yok değil. Eski araçlarla şehirler arası yol gittiklerini de anlatıyor Okay, üstelik konvoy halinde. Derneğin bir de yolda kalma durumuna karşı teknik aracı var, tahmin edebileceğiniz gibi o da klasik.Artık eskisi kadar ucuz değilİKOD Başkanı Serkan Okay, bundan 15-20 yıl önce 3-5 bin liraya mal olan klasik otomobillerin şimdi katbekat pahalı olduğunu söylüyor. Zira artık eski araç bulmak o kadar kolay değil. Hurda indirimleriyle elden çıkarılanlar, durumu daha da zorlaştırmış. Bir de artık bakım-onarım masrafları da çok fazla. Zira klasik oto tamircisi ustaların sayısı bir elin parmaklarını geçmiyor. Parçalar da nadir bulunduğundan bazen kaporta tamiri 5-6 ayı bulabiliyor. Arabayı komple restore edecekseniz ödeyeceğiniz miktar da katlanıyor. Bir de bundan neredeyse yarım asır önce üretilen bu otomobillerin yakıt masrafları da fazla. Kaba bir hesapla, bakım ve onarımı dahil klasik bir otomobil sahibi olmak için yaklaşık 50-60 bin lirayı gözden çıkarmanız gerekiyor.Diyanet’e kadar ulaştı!Serkan Okay ile konuşurken ta Samsun’dan bir misafir geliyor İKOD’a. Günay Dinçer isimli bir otomobil meraklısı ve küçük oğlu Taha. “Dört yıldır klasik otomobilimi adam etmek için uğraşıyorum. Serkan Bey’den de yardım alıyorum telefonda. Tanışmak nasip olmamıştı, kısmet bugüneymiş.” diyor Dinçer. Eski araba sevdası, babasından yadigar. Öyle güçlü bir sevgi ki bu, Diyanet İşleri’ne kadar uzanmış. Zira Dinçer, internette görüp beğendiği eski bir araba fotoğrafının peşine düşmüş. Erzincan’ın bir köyünden olduğunu öğrenince Diyanet’i arayıp cami imamının telefonunu alarak köylüye ulaşıp aracı satın almış.

Havalimanları AVM'ye döndü!

$
0
0
Her gün binlerce kişinin uğrak yeri haline gelen havalimanları, açılan lüks mağaza ve restoranlar nedeniyle adeta alışveriş merkezine (AVM) döndü.Herhangi bir AVM’de göreceğiniz her şeyi, hatta daha fazlasını havalimanlarında bulmanız mümkün hale geldi. Mağaza ve yiyecek-içecek alanlarının beklenenden daha fazla gelir getirmesi yenilerinin açılmasında önemli rol oynadı. Bu yüzden uçuşunuza saatler kala havalimanına gitseniz veya uçağınız rötara da girse, banka işlemlerinizi gerçekleştirebilir, hediyelik eşya seçebilir ya da bir restoranda yemeke yiyip, ardından çay veya kahve içerek güzel vakit geçirebilirsiniz.ÇİÇEKÇİ DE VAR, POSTANE DEHer gün 24 saat süreyle hizmet sunulan havalimanlarında, yolcuların yanı sıra çalışanlar ile karşılayıcı ve uğurlayıcıların ihtiyaçlarına cevap verecek pek çok kuruluş bulunuyor. Yolcu terminallerinde, başta sağlık alanında faaliyet gösteren poliklinikler olmak üzere eczane, kuyumcu, döviz bürosu, postane, banka, araç ve otel kiralama acentesi, GSM şirketi, restoran, market, büfe, çiçekçi, kuaför, masaj ve fitness salonu, gazete bayii, ayakkabı bakım ve tamiri yapılan lostra bölümleri yer alıyor.Havalimanında sunulan hizmetler sadece yukarıda saydıklarımızla da sınırlı değil. Yolcuların konaklama yapabilecekleri lüks otellerin yanı sıra hediyelik eşya satılan lüks mağazalar da, en gözde mekanlar arasında gösteriliyor. Gümrüksüz satış mağazalarında (duty free) dünyanın tanınmış markaları satışa sunuluyor. Gümrüksüz alanda satılan giysi, saat ve parfüm gibi yüzlerce pahalı ürünü, KDV ödemediğinizden ucuza da alabiliyorsunuz.BİR DE PAHALI OLMASA!Havalimanlarında satışa sunulan pek çok ürün, maalesef şehir merkezinde alabileceğinizden birkaç kat pahalıya satılıyor. Bu yüzden yolu havalimanına düşenler ve uçağını uzun süre beklemek zorunda kalanlar oldukça büyük mağduriyet yaşıyor. Ancak bu konuda sadece işletmecileri suçlamak haksızlık olur. Havalimanlarını işleten şirketler, devlete ödeyecekleri ihale tutarını karşılayabilmek ve biraz da kâr etmek amacıyla ticari alan sahiplerinden yüksek kiralar talep ediyor. İşyeri sahiplerine de, zarar etmemek için pahalı satış yapmaktan başka çare kalmıyor. Bu yüzden marketten aldığınız suya 50 kuruş yerine 2-3 TL, içtiğiniz çaya bir lira yerine 3-5 TL, yemeğe 7-10 TL yerine 15-20 TL, tatlıya 5-8 TL yerine 10-13 TL ödemek zorunda kalıyorsunuz. Ancak bu konuda da, yapabileceğiniz bir şey olduğunu unutmayın. Eğer yiyecek ve içeceklere yüksek fiyat ödemek istemiyorsanız, havalimanındaki marketlerden alışveriş yapın. Marketlerdeki ürünler, şehir merkezindeki fiyatlarla aynı seviyede satışa sunuluyor. Bu yüzden cebinizden fazla para çıkmadan istediğiniz ürünü rahatça alabilirsiniz.AYDA 20 TON ET TÜKETİLİYOR!Geçen yıl 45 milyon 91 bin 962 yolcu geçişi ile havalimanları arasında ilk sırayı alan İstanbul Atatürk Havalimanı, ocak-ağustos döneminde ağırladığı 33 milyon 910 bin 349 yolcu ile 52 havalimanı arasında yine birinci oldu. Havalimanları arasında en büyük AVM olarak gösterilebilecek Atatürk Havalimanı’nda, yiyecek-içecek istatistikleri de bir hayli ilginç rakamlara ulaşıyor. 60’a yakın noktada yiyecek-içecek hizmeti sunan BTA Catering Services şirketi, havalimanında günde ortalama 35 bin kişiye ikramda bulunuyor. Sadece BTA’ya ait restoran ve kafelerde ayda ortalama 40 ton sebze-meyve, 20 ton et, 10 ton tavuk, 10 ton bakliyat, 1,4 ton kahve, 0,55 ton çay, 190 ton su, 23,4 ton unlu mamul tüketiliyor. 233 tuvaletin bulunduğu terminallerde, günde ortalama 7 bin 680 rulo tuvalet kâğıdı, 120 litre sıvı el sabunu kullanılıyor.YOLCULAR SİNEMA VE UYKU ALANI İSTİYORAVM’ye dönüşen havalimanlarında daha çok aktivite yer almasını isteyen yolcular, terminallerde sinema, uyku bölmesi ve kitaplığın da bulunması gerektiğini düşünüyor. Avrupa’nın en çok kullanılan uçak bileti karşılaştırma motoru Skyscanner, bu konuda dünya genelinde 10 bini aşan seyahat severin katılımı ile gerçekleştirdiği anketten ilginç sonuçlara ulaştı. Ankete katılanların neredeyse yarısı (yüzde 49) havalimanlarında en çok sinema olmasını istediklerini belirtiyor. Seyahat severlerin oylarından (yüzde 36) anlaşılacağı gibi uyku bölmesi uygulaması önümüzdeki dönemde diğer havalimanlarında da yaygınlaşacağa benziyor. Abu Dabi Havalimanı’nda iki ay önce uygulanmaya başlanan ‘uyku bölmeleri’ yolculardan oldukça ilgi görmüştü. Saatlik kiralanabilen uyku bölmeleri, özellikle uzun saatler boyunca seyahat eden yolcular için havalimanı otellerine oranla daha pratik ve hesaplı fırsatlar sunabiliyor. Yolcuların (yüzde 32) tercihleri arasında üçüncü sırayı ise tatile çıkmadan kitap ödünç alabilecekleri ve indikleri havalimanında kitabı bırakabilecekleri ortak kitaplık alıyor.Diğer yandan ankete göre, havalimanlarında açık alan isteği de ön plana çıkıyor. Açık park alanı (yüzde 31) ve yapay sahil (yüzde 12) gibi istekler de, seyahat severlerin havalimanlarının kapalı ortamlarından uzaklaşmak istediklerinin göstergesi şeklinde yorumlandı. Ankete katılan kadın yolcular havalimanında, çocuk oyunu alanı (yüzde 45) ve ücretsiz makyaj malzemelerinin yanı sıra saç bakımı ve temizlik ürünleri sunabilen güzellik salonu (yüzde 30) bulunmasını istiyor.

Mutlugil ‘mutsuz’ döndü

$
0
0
Geçtiğimiz hafta Berlin’de gerçekleştirilen Avrupa Bayanlar Voleybol Şampiyonası’nda Türkiye Voleybol Federasyon Başkanı Özkan Mutlugil ile görüştük. Başkan Mutlugil, aktif spor yapan kişi sayısı artarsa uluslararası arenada daha başarılı olacağımız görüşünde...Hem Avrupa Bayanlar Voleybol Şampiyonası yarı final ve final maçlarını izlemek hem de doğrudan satış şirketi Amway’in yeni yatırımlarından biri olan Berlin Tanıtım Merkezi’ni ziyaret maksadıyla geçtiğimiz hafta Almanya’daydık. Hayalimiz Berlin Halle’de gerçekleştirilen final maçında filenin sultanlarının heyecanına ortak olmaktı. Milli Takımımız çeyrek finalde elenince bize de Almanya-Rusya maçını izlemek düştü. Maç öncesi Federasyon Başkanı Özkan Mutlugil ile bir araya geldik. Voleybolun mevcut durumunu, geleceğini ve çözüm yollarını konuştuk.Son iki maçta da aynısı oldu; sonuna kadar geldik ama kazanamadık...Hedefimiz final oynamaktı ama sporda her zaman iki kere iki dört olmuyor maalesef. Almanya maçı önemliydi. Yenmiş olsaydık arkasından finalde Rusya ile oynama şansımız olacaktı. Servis karşılamada çok fazla hata yaptık. Birçok sette oyun başa baş gitti ama son sayıyı kullanamadık ve eşleştirmede Rusya’ya düştük.Yağmurdan kaçarken doluya tutulduk desenize...(gülüyor) Öyle oldu biraz... Rusya son yılların en iyi milli takımına sahip. Çok genç bir takım ve fizik olarak son derece güçlü. Önceki Rus milli takımları yine böyle yüksekti ama özellikle defansta ve servis karşılamada çok hata yapıyordu.Rusya’dan Almanya’dan neyimiz eksik?Her branşta olduğu gibi voleybolda da altyapı sorunu mevcut. Eğitim sistemimizde spor dördüncü beşinci sıralarda yer alıyor. Özellikle 6-14 yaş grubunda bu sıkıntıyı yaşıyoruz. Kurslar, sınavlar öğrenciye nefes aldırmıyor. Oysa geleceğin sporcuları o yaşlarda yetişiyor. Genç bir ülkeyiz ama bu sorundan dolayı aktif sporcu sayısı açısından çok düşük. Mevcut duruma baktığınızda Avrupa ortalamasının bile altındayız.Avrupa’da durum nasıl?Avrupa’da çocuklar çok küçük yaşlarda sporla tanışıyor ve performans sporcusu olmasalar dahi sporu yaşam biçimi haline getiriyorlar. Biz ancak, o da futbolda ve belli maçlarda bunu başarabiliyoruz. Anadolu’da durum daha da vahim. Küçük yaşta spora eğilim olmadı mı insanları seyirci de yapamıyoruz. Bu yüzden spor yapan, voleybol oynayan çocuk sayısı da artmıyor. Milli takım havuzları belirli küçük gruplar içinden seçilmek durumunda kalıyor.Bunun için halihazırda yürüttüğünüz bir çalışma var mı peki?Voleybolu geliştirmek ve okullardaki voleybol faaliyetlerini artırmak adına beden eğitimi öğretmenlerine seminerler düzenliyoruz. Önümüzdeki ay fabrika voleybol projesiyle de voleybol okullarıyla 6-12 yaş çocuklara saha içi ve dışı fair play’i öğreteceğiz. Zamanla birçok ile yayılacak bu proje.Geleceğin milli takımlarını buradan yetiştirmek istiyoruz ama birinci amacımız çocukları voleybolla buluşturmak.İlköğretim müfredatının çocukların ders dışındaki vakitlerde bir hobi edinmesini engellediğini söylüyorsunuz. Cem Yılmaz’ın dediği gibi eğitim de şart, öneriniz nedir?Bu ikisi beraber yürüyebilir aslında. Milli takımlarda yıllarca oynadım. Biraz zorlandım ama isteyince oluyor.E o zaman kendi söylediğinizi çürütmüş oluyorsunuz...Sıkıntı şu; ilköğretimdeki spor ders sayısı az ya da hiç yok. Temel beden eğitimi ders saatlerinin artırılması gerekiyor. Sınıf öğretmenleri beden derslerinde sosyal faaliyet yaptırıyor.Ekonomik açıdan değerlendirecek olursak voleybola gerekli yatırım yapılıyor mu?Diğer spor dallarıyla mukayese ettiğimizde iyi durumda. Ama voleybolun ülke sporu haline gelmesi için finansman gerekiyor.Finansman demişken bu yıl itibarıyla Amway Türkiye Voleybol Federasyonu Milli Takımlar tedarik sponsorluğunu üstlendi.Özerk bir federasyonuz, devletten bütçe yardımı alıyoruz ama bunun dışında yeni bütçe kaynakları bulmak zorundayız ki, operasyon faaliyetlerini tüm Türkiye’ye yayabilelim. Bu da ancak sponsorluk anlaşmalarıyla mümkün. Amway’e, özellikle Amway Avrupa Dış İlişkiler Bölge Müdürü Candan Çorbacıoğlu’na hem maddi hem de manevi desteklerinden dolayı çok teşekkür ediyorum.Dünya ile kıyasladığımızda Türkiye nerede?Dünya klasmanında en üst sıralardayız. Gerçi Grand Prix’te aldığımız düşük puanlardan dolayı iki sıra geriledik.7.lik sizi tatmin eden bir yer mi?Tatmin olmamalıyız elbette. Aktif spor yapan kişi sayısını artırabilirsek daha fazla sporcu bizi daha fazla uluslararası başarıya taşıyacak.Son dönemde birçok branşta doping krizi yaşanıyor. Sporcular çok mu özgüvensiz?Küçük yaşlarda temel spor eğitimi verilmediğinden ileriki yaşlarda performans sporcuları bilinçsiz oluyor. Sporcularımızın bilinçli olarak doping yaptığına inanmıyorum.Bilmeden mi kullanıyorlar yani...Birçoğu ya antrenörün ya da başka kişilerin yönlendirmesi. Aldığı ilacın vücut gelişimini sağlamaya yönelik olduğunu düşünüyorlar. Artık doping listesi de değişti. Birçok ilaçta ya da yardımcı gıdalarda doping maddesi olabiliyor.Federasyon olarak siz bu konuyla nasıl başa çıkıyorsunuz?Yeni doping programı hazırladık. Küçük yaşlardan itibaren sporcularımızı bilinçlendirmeye çalışıyoruz.Japonya’daki olimpiyatın dünya sporuna ne katkısı olur?Geçtiğimiz haftalarda İstanbul’un 2020 Olimpiyatları’na adaylığı gündemdeydi. Yapılan yorumlar İstanbul’a haksızlık edildiği yönünde. Olimpiyat Komitesi’nde yer alan bir isim olarak siz ne düşünüyorsunuz?IOC (Uluslararası Olimpiyat Komite-si)’nin aldığı bu karardan ötürü son derece üzgünüm. Büyük bir hata yaptıklarını düşünüyorum. Sporun gelişmesine katkıda bulunmak IOC’nin birinci görevidir. Olimpiyatlar ülkemizde yapılmış olsaydı bu hem Türkiye’deki sporun ivme kazanmasına katkıda bulunacak hem de bölge ülkelere bu anlamda büyük bir sinerji yayılacaktı. Gerek şu ana kadar yapılan gerekse planlanan yatırımlarla bu organizasyonun altından rahatlıkla kalkabilecek bir ülkeyiz.Politik bir karar mıydı sizce?Nasıl bir karar verdiler bilemiyorum ama bu biraz politik bir karar gibi geliyor bana. Bugün Japonya’da düzenlenecek bir olimpiyatın dünya sporuna ne katkısı olacak?Olimpiyatlar için hazırlanan tanıtım filmi olimpiyat ruhundan çok uzaktı...Şu kadarını söyleyeyim olimpiyat komitesi üyesiyim. Bütün hazırlık aşamalarını, projeleri biliyorum. IOC heyetine yapılan sunumlarda da bulundum. İstanbul’un projeleri mükemmeldi.O halde tanıtım filmine hiç yansıtılamamış planlar. Haliç’te kürek çeken sporcular dışında spora dair bir görüntü yoktu...Stratejik bir karar verilmiş olabilir. Bilmiyorum ama bahsini ettiğiniz filmin emin olun karara hiçbir etkisi yok. O sadece bir hatırlatmaydı. Bir buçuk senelik zaman diliminde kaç komisyon denetledi, rapor yazdı. Türkiye elinden gelen her şeyin fazlasını yaptı. Bu noktada hiçbir problem yok.

Fabrikatör baba bu kez gülmedi!

$
0
0
Zengin kız fakir oğlan aşkına Türk filmlerinden alışkınız. Hani hanım kızımızın babasının, damat adayına küçümseyerek “Kaç para istiyorsun, kızımın peşini bırakmak için söyle?” dediği ancak sonunda hep aşkın kazandığı sahnelerden.Fakat İngiltere’de durum bizimkinden biraz farklı. Zira orada para uğruna sevdiceğinden vazgeçmeyenler erkekler değil kadınlar. Yapılan bir araştırmada kadınlara ve erkeklere, “Bir milyon sterlin için sevdiğiniz insanı bırakır mısınız?” sorusu soruldu. Her 10 erkekten biri soruya “evet” yanıtını verirken, kadınlarda bu oran 20’de birdi. Ankette erkeklerin yüzde on biri bu para için en yakın arkadaşlarından vazgeçeceğini, kadınlarınsa yüzde 50’si çikolatayı bırakacaklarını söyledi. Ankete katılanların para için yapabilecekleri diğer şeyler arasında “Bir seneliğine kayınvalidenin yanına taşınmak” da bulunuyor ki, yorumsuz!Bir anlık gaflet...Anne-babalık ihmale gelmiyor. Bunun son örneğiyse İspanya'da yaşandı. Alicante şehrinde bulunan L'Altet havalimanında anne-babası tarafından valizlerin alındığı bagaj taşıma bandında unutulan 5 aylık bebek hayatını kaybetti. Aile şimdilerde psikolojik destek alırken, jandarma olaya ilişkin soruşturma başlattı.Binlerce yılan var!Bizde özellikle yaşlıların çanak çömlek ne varsa biriktirip atmama hastalığı mevcut. Zaman zaman çöp evler de çıkmıyor değil bu yüzden. Lakin şükretmek gerek. Zira çöp değil yılan biriktirme hastalığıyla mücadele eden ülkeler var. Amerika’da bir evde, içerisinde yaklaşık iki metrelik Burma pitonlarının da yer aldığı yüzlerce yılan ele geçirildi. Yasa dışı yollardan satıldığı tespit edilen 850 yılanın sahibi Richard Parrinello’nun, “evde piton bulundurma” ve “yılan ticareti yapmak” suçlamasıyla yargılanması bekleniyor.

Takımım için ölürüm kitabını okumam!

$
0
0
Daha önce defalarca söyledim ama bilmeyenler olabilir, bir kez daha yineleyeyim: Olimpiyat Oyunları’nın İstanbul’a verilmesini elbette ki çok istiyordum. Üstelik bunun çok açık ve anlaşılır nedenleri de var.Yaşım 60’ı geçtiğine göre İstanbul’da yapılacak Olimpiyat Oyunları’nı görebilme şansım giderek azalıyor. Bu kişisel nedenin yanında kıtaların birleştiği yer, oyunların yapılacağı ilk Müslüman ülke, olimpik anlayışın yaygınlaşması ve daha pek çok nedenle oyunlar İstanbul’a verilebilirdi. Çok da iyi olurdu.Ancak bütün bunlar bizim bakışımız ve özlemimiz. Oyunları verme yetkisindeki oy sahipleri başka birtakım ölçütlere göre değerlendirme yapıyor. Bunlar da bilinmeyen şeyler değil. Biz 11 ana ölçütün bir bölümünü karşılayabilecek durumdayız ama 2020’de bile hâlâ giderilmemiş epeyce sorunumuzun olacağı açık. Japonya ise böylesi sorunları çoktan aşmış ve başka bir dünyaya geçmiş durumda. Onlar dünyanın en gelişmiş ekonomilerinden birine sahip olmanın yanında kültürel açıdan da bizden fersah fersah denilebilecek kadar öndeler.Bunun sadece kitap boyutu üzerinde durmak istiyorum. Nedeni de geçen haftaki yazımda konu edindiğim Metin Oktay’la ilgili kitabıma Ali Ece kardeşimin gösterdiği olağanüstü ilgi. O, kitaba gösterilen ilginin inanılmaz derecede düşüklüğüne isyanla Lig Radyo’da program yaptı. Öncesinde de kitapla ilgili bazı konuları sordu. Örneğin, ne kadar basılmıştı ve şu andaki satış durumu neydi? Sayılarının 20 milyondan az olmadığı söylenen Galatasaraylılar, Metin Oktay’ı ölümüne sevenler neredeydi?Açıkçası yanıt vermeden önce uzunca bir girizgâh yapmak zorunda kaldım. Bu tür kitapların belli bir satış düzeyine ulaşmasını beklemek için çok saf olmak gerek. Bu ülkede milyonlarca insanın kulüp ya da bazı oyunculara dönük sevgilerinin en üst düzeyde olduğu ileri sürülür hatta onlar için ölüneceği yolunda ölçüsüz sözler edilir ama bunlarla ilgili tek kitap bile alınıp okunmaz.Taçlı Kral Metin Oktay adlı kitabım 2 yıl önce 3 bin adet olarak basıldı. Dediğim gibi Kral’ın vefatının 20. yılında ona bir saygı duruşu amaçlıydı. Böyle bir işin bugüne kadar yapılmamış olması da utandırıcıydı. Bunu dile getiren kişiler olmuştu... Hiç yabana atılmayacak kadar çok sayıda eşe-dosta armağan ettim. Bir bölümü Galatasaray mağazalarında, birazı da kitapçılarda satılıyor. 2 yıldır tükenmediği gibi bu sürenin 22 yıl olması da kimseyi şaşırtmaz!10 yılda bin adet kitabı satamadıKişisel bir sorunumu dile getiriyor ya da yakınıyor filan değilim, tam tersine bunları zaten biliyor ve böyle kitapları bir görev duygusuyla yazıyorum. Bu konuda benimkinden çok daha dramatik durumlar söz konusu. Örneğin, rahmetli İslam Çupi yaşarken kitap yazmadı. Ardından İletişim Yayınevi bu konuda büyük bir değerbilirlik örneği verip onun yazılarından 3 kitap hazırlattı. 1.000 (yazıyla bin) adet basılan ilk kitap olan Futbolun Ölümü bile 10 yılda satılamadı!Bir yanda Fenerbahçe’nin 25 milyon taraftarından söz edilir, öte yanda onu en iyi yazmış olan yazarın kitabına kimse kulak asmaz! Bir başkadır benim memleketim!Edebiyatla da iyi kötü ilgim olduğundan o dünyada kitapları 100 binler satan yazarlarımızın olduğunu bilmiyor değilim. Onlara karşı herhangi bir tepki ya da küçümseme durumum yok. Tam tersine çok takdir ediyorum hepsini. Ancak bu kitap konusundaki genel perişanlığımızı değiştirmiyor.Uygar dünya ile Türkiye’nin herhangi bir alandaki rakamlarını karşılaştırdığınızda en acıklı tablo herhalde burada ortaya çıkar. Kitap okumaya öylesine sırtını dönmüş bir toplumda yaşıyoruz ki bu kadarına inanmak bile zor! Bizim kitap okuma sayılarımız öylesine yetersiz ki istatistiklere bile girmiyor...Spor kitapları bu ülkede hiçbir zaman ilgi görmedi. O nedenle yakın döneme kadar yılda sözü edilmeye değer tek spor kitabının bile yayınlanmadığı oldu. Bunu da kimse yadırgamadı. Oysa içlerinde altın değerinde yayınlar vardı. Herhangi bir güncel konu hakkında esaslı kitaplar yazıldı. Hiçbirine aldırış eden olmadı. Bir yandan da okumanın, öğrenmenin iyi birşey olduğunu hep söyleriz. Demek ki bunu kendimiz için değil başkaları için istiyoruz. Nasıl olsa kendimiz herhangi bir şeyi öğrenmeye gerek duymadan her şeyi biliyormuş gibi görünerek hayatımızı sürdürebiliyoruz. Spor kitaplarına ilgi duyan kişi sayısı taş çatlasa 500-600 kişi.Eh, isterseniz darılın ama o zaman da size olimpiyat filan vermezler kardeşim! Hem de çok haklı olarak... Çünkü olimpiyat dediğiniz kavram, temelinde kültüre, o da kitaba dayanır. Bunu kavrayana değin beklememiz gerekecek. Acı ama böyle...Kitaba ilgimiz konusunda dehşet verici rakamlar!Toplam nüfusu sadece 7 milyon olan Azerbaycan'da kitaplar ortalama 100 bin tirajla basılırken, Türkiye'de bu rakam 2-3 bin civarında. Pek çok kitap bin adet basılıyor, şiir kitaplarında bu rakam 500 adete kadar düşüyor.Gelişmiş ülkelerde kitap alımı için kişi başına yıllık 100 dolar harcanırken, Türkiye'de bu rakam 10 doların altında kalıyor.Türkiye'de her 100 kişiden sadece 4,5 kişi kitap okuyor. Bu rakam Japonya'da 80'e kadar yükseliyor.Japonya'da kişi başına düşen kitap sayısı yılda 25, Fransa'da yedi. Türkiye'de ise yılda 12 bin 89 kişiye bir kitap düşüyor.Japonya'da yılda 4 milyar 200 milyon kitap basılıyor. Türkiye'de sadece 23 milyon.Birleşmiş Milletler İnsani Gelişim Raporu'nda, kitap okuma oranında Türkiye, 173 ülke arasında 86.Türkiye'de yüksek öğrenim görenlerin oranı 1965'e göre 14 kat arttı. Ama yükseköğrenim mezunlarının kitap okuma oranı 1965'in de altında.

Şiir festivalleri şiire katkı sağlıyor mu?

$
0
0
Ülkemizde birçok yerde şiir festivali düzenleniyor. Peki bu festivaller şiire, edebiyata ve şairlere katkı sağlıyor mu? Halkın şiire olan ilgisini artırıyor mu? Şiirin geleceği adına ümit veriyor mu? Yeterince işlevsel mi? Eksikleri neler? Herkesin aklına gelen bu soruların cevaplarını bulmaya çalıştık.Neredeyse yüzde doksanı şiir yazan bir milletiz. Evet şiir yazmayı seviyoruz. Ama aynı oranda şiir okumayı sevdiğimiz söylenemez. En önemli şairlerimizin kitapları en fazla bin-iki bin basıyor. Önde gelen edebiyat dergilerinin satışı beş bini bulmuyor. Birkaç büyük ismi saymazsak, şair denince birkaç popüler şiir yorumcusunun adı akla geliyor. Şiir denince de çoğu zaman onların okudukları. Son yıllarda bu tablonun değişmesi adına birçok etkinlik düzenleniyor. Bu etkinliklerin başını ise şiir festivalleri çekiyor. Sayıları her geçen gün artıyor şiir festivallerinin. İllerde, ilçelerde Anadolu’nun dört bir yanında şiir festivalleri düzenleniyor. Her geçen gün yeni birinin adı çalınıyor kulaklarımıza. Festivallerden bir kısmı programı, katılımcıları ve takip edenleri ile dolu dolu geçiyor. Lakin bazıları için bunu söylemek mümkün değil. Birçoğu şairlerin ağırlandığı ve birkaç şiirini okuyup gittiği programlar olarak kalıyor. O yörenin halkının gerçek şiiri ve şairi tanıması adına bir işlevi olmuyor. Uzun süredir edebiyat dünyasında tartışılan bu konuyu masaya yatırdık. Ülkemizdeki festivaller şiire, edebiyata ve şairlere katkı sağlıyor mu? Halkın şiire olan ilgisini artırıyor mu? Şiirin geleceği adına ümit veriyor mu? Eksikleri neler? gibi soruların cevaplarını bulmaya çalıştık.gelecek adına ümit vermiyorŞair Gonca Özmen bazıları dışta olmak üzere, ülkemizdeki çoğu festival için olumlu şeyler söyleyebilmenin zor olduğunu belirtiyor. “Teoride, ideal olarak kuşkusuz iyi şeyler düşünülüp beklenerek girişilen etkinlikler bunlar.” diyen şair ama uygulamada gerek şiir ve katılan şairler adına, gerekse halk ve şiirin geleceği açılarından önemli bir katkı sağlayıp umut verdiklerini ileri sürmenin zor olduğunu söylüyor. Gonca Özmen şöyle devam ediyor: “İyi bir duyuru ve tanıtımın yapılamaması, ilginç bir içerik belirlenememesi, çağrılan şairler arasında dünya görüşü/ideolojik eğilimlerinden sanat anlayışlarına, yaş ve cinsiyetlerinden tanınırlıklarına dengeli bir dağılımın yapılamaması benzeri eksiklikler ilk aklıma gelenler. Kimileri sırf etkinlik yapmış olmak için yapılıyor izlenimi veriyor. İşte bu ‘dostlar festivalde görsün’ anlayışı ile düzenlenen festivaller; şiire de, şaire de, şiir okuruna da hiç iyi gelmiyor.” Daha çok şaire katkısı varŞair Mehmet Aycı da şiir festivallerinin şiire ve edebiyata bir katkı sağlayacağını düşünmüyor. Ama şaire “bazı” katkılarının olduğunu söylüyor: “Şair için belki en önemli katkısı, bir türlü tanışma fırsatı bulamadığınız, eserleri üzerinden tanıdığınız bir şair arkadaşınızla o festivalde yüz yüze gelmeniz, tanışmanız.” Birçok festivale katıldığını dile getiren Aycı, halkın kendi mahalli şairleriyle, manzumelerle daha çok ilgilendiğini gözlemlemiş. “Zaten her kentte şiirle ilgilenen bir avuç insan var. Onun için festival düzenlemeye gerek var mı, bilemedim.” diyor. Şiirin geleceğinin festivallerin belirlediği bir şey olmadığını, festivallerin de bu konuda ümit vermediğini, hatta zahmet verdiğini söylüyor. Niteliksiz olanı meşrulaştıran taraflarının olduğunu da belirtiyor.Şiir böyle böyle birikirTepebaşı Belediyesi’nin düzenlediği Eskişehir Şiir Buluşması’nın direktörü olan şair Haydar Ergülen, festivaller hakkında o kadar da olumsuz düşünmüyor. Bu festivalleri de şiir dergileri, şiir yıllıkları, antolojileri gibi düşünebileceğimizi söylüyor. Nasıl oralarda farklı şiir anlayışları ve dünya görüşlerinden şairleri bir arada okuyorsak, buralarda da onları görme, dinleme, konuşma imkanımız olduğunu. Öğrenciler, öğretmenler, akademisyenler yararlanıyor bundan en çok. Şiire ilgisi olan, kendi deyimleriyle ‘amatörce’ yazıp çizmekte olan şair adayları için de yararlı oluyor bence. Çeşitli ülkelerden 20 kadar şair geldiğini hatırlatan Ergülen, Türkiye’den de her dünya görüşünden, kuşaktan ve anlayıştan şairleri çağırdıklarını, hatırlatıyor ve ekliyor; “Eksikleri kuşkusuz vardır. Onlar giderildikçe de daha işlevsel olacağı kuşkusuz. Ben iyimser tabiatlı bir insanım. Şiir de böyle böyle birikir, bazen taşar, bazen içe çekilir, bazen odasından çıkmaz, bazen festivallerden eve girmediği olur.”geniş kesimlere Ulaşıyoruzİstanbulensis Şiir Festivali’nin koordinatörü şair Özcan Ünlü, iyi şiir festivallerinin edebiyat tarihine birer çentik attığını düşünüyor. Anadolu’nun birçok ilinde, ilçesinde düzenlenen ve eskiden eş-dost ağırlama biçiminde başlayan festivallerin son yıllarda daha kurumsal bir yapıya dönüşmesinin olumlu bir gelişme olduğunu söylüyor. Ünlü, “Festivaller şiir üretimine katkı sağlamaz; ancak şiirin ve şairin bilinirliğini geniş kesimlere duyurur, tanıtır. “Daha da önemlisi, şiir programlarının düzenlendiği bölgelerde az veya çok ayırt etmeksizin bir farkındalık sağlar, sağlıyor. Adı şiir festivali: Ortada şiir yok. Böyle düzinelerce etkinlik yapılıyor bu ülkede. İstisnası bir elin parmakları. Onlar da festival değil zaten, başka bir şey.”

Kanuni’nin kalbi

$
0
0
Kanuni’nin kalbi bir kuşatmada durdu. Hayır, kuşatılan değil, kuşatandı kalbi. Yoksa 72 yaşında ne işi vardı Zigetvar’da. Vezirlerinin değil, kalbinin sesini dinlediği için oradaydı.Kalp ne çok şeyi barındırıyor. Yalnız aşkın değil, hakikat bilgisinin ve ilhamın da kürsüsü. Yalnız küfrün değil, nifakın ve zulmün de barınağı. Yalnız Musa’nın değil, Firavun’un ve Haman’ın da sarayı. Yunus’un lügatiyle “Ha demeden hayran” olabilen o hassas vasıta, zıt kutuplar arasında ancak ölümle sona erecek ring seferleri yapar ve “Bir dem gelir İsa gibi ölmüşleri diri kılar / Bir dem girer kibr evine Fir’avn ile Haman olur.” Sonu ölümle biten yolculuk dediğime bakmayın, ihtişam bitmez. Çünkü ölmez diriyi konuk etmiştir içinde. Kalp gömülmüşse, öldüğünden değil, yeni kalpler fışkırsın diyedir yerden. İlahi bir tohumdur kalp ve ilahi olan her şey gibi kuşatılamaz.Kanuni’nin kalbi bir kuşatmada durdu. Hayır, kuşatılan değil, kuşatandı kalbi. Yoksa 72 yaşında ne işi vardı Zigetvar’da. Vezirlerinin değil, kalbinin sesini dinlediği için oradaydı. Kalbinin atışlarını duymak isteyen Sultan’ın mısralarını okuyabilir: “İmtisal-i cahidu-fi’llah oluptur niyyetim, / Din-i İslâm’ın mücerret gayretidür gayretim.” Ah Muhibbî! Nasıl bir mahlas seçtin! Bir yandan dünyayı titret, diğer yandan “Âşık” de kendine. “Âşık” olunmadan “Kanuni” olunamayacağını mı öğretti sana hocaların? Bahçendeki ağaçları saran karıncalardan kurtulmak için Ebussuud Efendi’den, “Dırahta ger ziyân etse karınca / Zararı var mıdır ânı kırınca,” mısralarınla fetva istedin de, şiirle mi cevap verdi hocan: “Yarın Hakk’ın divanına varınca/ Süleyman’dan hakkın alır karınca.”Karınca hakkını Süleyman’dan alır da, Şehzade Mustafa almaz mıydı! Fitnenin “yakın”ı “uzak” haline getiren sağır ve dilsiz elleri, uzandığında şehzadene, haberdar olsaydın yüzlerce yıl sonra yazılacak mısralardan, gözyaşlarıyla gürlemez miydin: “Ey yeşil sarıklı ulu hocalar bunu bana öğretmediniz!” Kalp nasıl da dönüyor! Nasıl da kayıp gidiyor bir balık gibi yabancı sulara. Nahcivan Seferi dönüşünde seni bir “Kaside” ile karşılayan genç şairi keşfinden duyduğun neşeyi, “Ömrümün üç yerinden çok hazzetmişimdir; bunlardan biri de Bakî gibi bir şairi bulup, çıkarıp iltifat etmekliğimdir!” diye ilan etmiştin de, kalbin dönüvermişti bir gün, Baki’nin hakkında ileri geri konuştuğunu duyup. Bursa’ya sürgün fermanını şiirle vererek, nüktedan olduğunu da göstermiştin cevrederken dostuna:“Bâki-yi bedNefy-i ebedBursa’ya red”Fakat tahmin etmemiştin şairlerin ölümle aralarının iyi olduğunu. Durur mu Baki, cevap verdi fermana:“Öldünse ey Bâkî!Değildir mülki cihânSüleyman’a bâkîBuna çark-ı felek derlerNe sen bâkî, ne ben bâkî”Bir nilüfer gibi açmıştı yüzünde gülümseme. Kalp yeniden dönmüş, affedilmişti şair. Öyle ya, kim başkaldırabilir, “Değildir mülk-i cihan Süleyman’a bâki” fermanına. Son seferindi Zigetvar. 1566 Eylül’ünde bir Macar kalesinin önünde çekiyordun tesbihini. Her tanesi bir memleket, bir şehir, bir açık deniz, bir kale, bir adaydı: Şam, Belgrad, Rodos, Petrovardin, Mohaç, Budin, Estergon, Güns, Koron, Bağdat, Halep, Cezayir, İtalya, Tunus, Tebriz, Şira, Patmos, Naksos, Boğdan, Suceava, Besarabya, Preveze, Kastelnova, Mora, Dalmaçya, Venedik, Aden, San’a, Siklós, Székesfehérvár, Szeged, Marsilya, Nice, Gürcistan, Gozo, Trablus, Korsika, Reggio Calabria, Sofya, Slankamen, Beçe, Lipve, Temeşvar, Vesprem, Solnok, Maskat, Arap Yarımadası, Basra Körfezi, Katar, Bahreyn, Nahçıvan, Revan, Karabağ, Cerbe, Sakızadası, Malta… Sıra Zigetvar’a gelmişti. Zafer bir ömür olduğu gibi yanındaydı Süleyman!Yaralandın ya da hastalandın ne çıkar, zaferden bir gün önce yanına aldı Hakk seni. “Saltanat dedikleri, ancak cihân gavgâsıdır/ Olmaya baht ü sa’âdet, dünyada vahdet gibi” diyen Muhibbî kavuştu sevdiğine. Ölümün 48 gün orduya duyurulmadı maneviyatları bozulmasın diye. Bedenin İstanbul’a getirilirken, kalbin bir altın kaba konarak Zigetvar’a gömüldü. Hocan Ebussuud Efendi arkasında muhteşem bir kalabalıkla yolcu etti seni Süleymaniye Camii’nden. Vasiyette bulunmuşsun ondan aldığın fetvalarla gömülmeyi. Bilsen ne kadar ağladı cenazende hocan!Kalbinin koordinatları tespit edilmiş yüzyıllar sonra; ne zordur bir kalbin koordinatlarını bilmek. Atmaya devam etmiş olmalı ki koordinatları belirlenebilmiş. Bulunması an meselesiymiş. Bulunsun elbette. Macaristan’da büyük bir türbe inşa edilecekmiş onun için. Evet, bir türbe yapılmalı ona. Bir kalbin türbesi olması ne güzel! Gömülecek tek şey insan kalbidir. Fışkıracak tek şey odur çünkü. Kâh cami, medrese, hastane, imarethane, su kemeri, köprü, dergâh; kâh, Bâkî, Fuzulî, Hayâlî, Ahmet Paşa, Necati Bey, Zâtî, Pir Sultan Abdal ve Bağdatlı Ruhî; kâh, Mimar Sinan, Ahmet Karahisâri, Matrakçı Nasuh, Şehnameci Arifî, Nakkaş Nigarî olarak. Kalp gömülmüşse, öldüğünden değil...

Haliç Metro Geçiş Köprüsü hazır

$
0
0
Tarihi siluete olan etkisi nedeniyle gündemden düşmeyen metro köprüsü artık tamamlanmak üzere.İstanbul’un incisi Haliç’in silueti adeta yeniden çizildi ve Taksim metrosunun, Yenikapı’ya inmesine sayılı günleri kaldı. Rayların döşendiği köprünün üzerinde yer alacak metro istasyonu da gün yüzüne çıktı. Hummalı çalışmanın devam ettiği hattın ilk test sürüşünü Marmaray’ın açılışı ile aynı günde Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın yapması bekleniyor. 29 Ekim 2013’te başlayacak testler iki ay sürecek ve köprü 2014 Ocak ayında hizmete alınacak.İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin yaptığı köprü ilk kez 1952’de gündeme gelmiş. 1982’de etütler yapılmış. 1990 yılında Koruma Kurulu hattın yapımını onaylamış. 1998 yılına gelindiğinde ise tünellerin inşası için ihaleye çıkılarak bir yılda Şişhane-Karaköy ve Unkapanı-Yenikapı tünelleri açıldı. Haliç’i geçecek köprü için ise 2005 yılına kadar 21 proje Koruma Kurulu’na sunuldu. Ancak hiçbir proje tarihi siluete uygun bulunmadı. 2005 yılına gelindiğinde Mimar Hakan Kıran’ın hazırladığı mevcut proje Koruma Kurulu’nda onaylandı. Ancak ilk günden itibaren köprünün siluete etkisi gündemden düşmedi. Tartışmaların gölgesinde çalışmaları süren köprünün taşıyıcı kulelerinin yüksekliği ilk projede 82 metre idi.UNESCO’nun İstanbul’un Dünya Miras Listesi’nden çıkarılarak “risk altındaki dünya miras listesine” alınacağı yönündeki uyarıları üzerine yükseklik birkaç kez düşürüldü. Süleymaniye Camii siluetine olan etkisi yüzünden taşıyıcı kule yükseklikleri 65 metreye, çelik askıların başlangıç noktası ise 47 metreye kadar indirildi. UNESCO, her aşamada rapor sunulmasına karar verdi.Köprü hakkındaki son sunum ise Nisan 2012’de Paris’te yapıldı. Bu aşamadan sonra ise her iki ayda bir sunumlar yapıldı. Köprünün kule yüksekliğinden rengine kadar UNESCO ile görüşülerek karar verildi. Renk çalışması için dört mevsim ve günün değişik saatlerinde köprünün çevresinden çeşitli açılarda fotoğraflar çekildi. Çevredeki renklerin tanımlanmasıyla köprünün gri ve istasyonun açık kahverengi olmasına karar verildi.Köprüden geçecek olan Taksim-Yenikapı metro hattı toplam 5,2 km uzunluğunda 4 istasyondan oluşuyor. Taksim metrosu Şişhane eteklerinde Azapkapı’da yeryüzüne çıkarak köprü ile Haliç’i geçtikten sonra Süleymaniye eteklerinde tekrar yer altına girecek. Köprünün üzerinde hem metro istasyonu hem de yaya yürüyüş yolları bulunuyor. Haliç’in 13 metre üstünde Tarihi Yarımada’yı seyrederek yürüme imkanı sağlayan köprünün Karaköy ayağında kafeler yer alacak.Köprünün deniz üzerindeki uzunluğu 460 metre. 180 milyon liraya mal olan köprü, Unkapanı ve Azapkapı viyadükleri ile köprü 936 metreye ulaşıyor. Denizden 13 metre yükseklikte yapılan köprüyü 5 ayak taşıyor.Zemini balçık olan köprüde herhangi bir çökme yaşanmaması için köprünün ayaklarının altına onlarca kazık çakıldı. Denizin 110-120 metre altına çakılan 36 kazık köprüyü taşıyor. Polonya’da özel olarak hazırlanan çelik kazıklar milimetrik hesaplarla yerleştirildi. Her bir kazık için arkeolojik kazılar yapıldı.Tarihi eser çıkması halinde kazıkların yerleri değiştirildi. Ancak bunu yapmak kolay değil. Çünkü köprü bir bütün halinde değişmiş oluyor. Köprünün Unkapanı kısmında ise büyük gemilerin geçişine imkan tanıyan açılır-kapanır bir kısım yer alıyor. Yaz aylarında haftada bir kez kış aylarında iki kez geceleri 01.00 ile 05.00 arasında açılacak. Köprü ile İstanbul Metrosu, Yenikapı Aktarma İstasyonu’na kesintisiz ulaşacak. Yenikapı’da Marmaray ve Aksaray-Havalimanı hafif metro hattına aktarma sağlanabilecek. Günde 1 milyon yolcunun kullanması beklenen güzergâh 2014 Ocak ayında hizmete alınacak.

Gayrimüslim okulları okutacak öğrenci bulamıyor

$
0
0
Tarih Vakfı “Geçmişten Günümüze Azınlık Okulları: Sorunlar ve Çözümler Projesi” adlı raporunu yayınladı. Yrd. Doç. Dr. Selçuk Akşin Somel ve Nurcan Kaya tarafından yapılan çalışma, Türkiye’deki azınlık okullarının tarihsel gelişimi ve günümüz sorunlarına derinlikli bir bakış yöneltiyor.Gökçeada’da açılan Rum İlköğretim Okulu, dört öğrencisi ve bir müdürü ile eğitim hayatına başladı. Yıllar sonra atılan bu olumlu adım, Ege’nin her iki yakasında heyecanla karşılandı. Fakat yeni açılan okul tarihten gelen ağır acıları yüklenmiş gibi. Öyle ki dört öğrenci ile eğitime başlayan Zeytinli ilköğretim okulu, Türkiye’deki tüm azınlık okullarında yaşanan sorunlara özet teşkil ediyor. Tarih Vakfı geçen hafta, Nurcan Kaya ve Yrd. Doç. Dr. Selçuk Akşin Somel öncülüğünde yapılan ‘Geçmişten Günümüze Azınlık Okulları: Sorunlar ve Çözümler Projesi’ni basınla paylaştı. Toplantıda, aralarından Yeşilköy Ermeni İlköğretim Okulu Müdürü Garo Paylan ve gazeteci Mihail Vasiliadis’in de bulunduğu bir heyet, azınlık okullarının tarihsel gelişimi ve sorunlarını masaya yatırdı. Son günlerde sıkça gündeme gelen anadilde eğitim sorunu girizgahında, ülkeler arası siyasi çekişmeye kurban giden azınlık okulları problemlerine çözüm arandı.100 yıl önce Amasya’daki işitme engelliler okulu. Öğretmen, deneysel okulda, elinde ayna tutan öğrencilerine konuşmayı öğretiyor.Osmanlı, onlara ehl-i zimmet demiştiYüzyıllardır dostluk bağlarını sıkı sıkıya tutmuş halkların beraberce yaşadığı Anadolu, maalesef günümüzde aynı görüntüyü vermekten uzak. 19. yüzyılda yükselen milliyetçilik akımlarıyla kaçınılmaz bir hal alan toplumsal kutuplaşmadan, en fazla zarar gören gayrimüslim okulları olmuş. Osmanlı’da şeriat hükümleri icabı, ana unsur Müslümanların koruduğu ve ‘ehl-i zimmet’ dediği halklar, bugünkü yapının tersine eğitimlerini bağımsızca sürdürmüştü. Ruhani liderlerin öncülüğünde bulunan kurumlar, başta dini hizmet verebilecek öğretmenler yetiştirirdi. Son döneminde artan gerginlikler neticesinde, bir nevi hedef haline gelen okulların sayısı yıllar geçtikçe azaldı. Tarih Vakfı’nca hazırlanan rapor bu konuya yönelik, 19. yüzyıl sonlarından günümüze önemli istatistikler sunuyor. 1984 yılı verilerine göre Osmanlı İmparatorluğu bünyesinde 6437 gayrimüslim okulu varmış. Raporda, bu okulların sadece İstanbul’da 302 şubesinin olduğu ve eğitimin serbestçe sürdürebildiği belirtiliyor. Bu döneme ait ilginç bir detay ise Musevi, Ermeni ve Rum gayrimüslim okullarının yanı sıra Bulgar, Keldani, Süryani ve Marunilere ait okulların da bulunması. Bugün bu sayıya göz atıldığı vakit hayli vahim rakamlarla karşılaşıyoruz. Bir asır evvel ülkenin her köşesinde bulunan gayrimüslim okullardan bugüne, biri Cumhuriyet döneminde açılmak kaydıyla, 22 tane kalmış.Öğrenci azlığı nedeniyle sadece İstanbul’da eğitimine devam edebilen okulların 16’sı Ermenilere, beşi Rumlara ve biri de Musevilere ait.Sorunun tarihi kökenine ve Osmanlı dönemi bölümüne yoğunlaşan Selçuk Akşin Somel, toplantıda ekalliyet (azınlık) kavramının ortaya çıkma hikâyesine açıklık getirdi. Buna göre, II. Meşrutiyet’le birlikte yönetimi eline alan İttihat ve Terakki, toplumsal mühendislik politikaları ile gayrimüslim tebayı, çeşitli dayatmalarla göçe zorlarken ve Lozan Anlaşması’nda azınlıklar başlığı olarak ele alınana kadarki sürece başaktörlük etti. Lozan Anlaşması kapsamında, bu kitlenin eğitim hakkını özerk biçimde sürdürmesi ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kendi bütçesinden okullara kaynak aktarması gerekiyordu. Fakat sayıları nispeten azalmış gayrimüslim okulları, Cumhuriyet döneminde hepten somutlaşan tektipleştirici politik hamlelerden nasibini fazlasıyla aldı.İstanbul Zoğrafyon Rum Lisesi Öğrencileri Milli Bayram şenlikleri için hazırlık yaparken.Tüm eğitim kurumlarını bir çatı altında toplayarak denetim altına alan Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile birlikte, gayrimüslim okullarında sıkıntılar da baş göstermeye başladı. Azınlık Tali Komisyon raporları ve ötekileştirici resmi tarihle dayatılan milli kültür de gayrimüslim toplumda göçle neticelenecek farklı sıkıntılar doğurmuş oldu. Milli Eğitim Bakanlığı tarafından okullara atanan müdür baş vekilleri ve okulları denetim için gönderilen müfettişlerin bu eğitim kurumlarını potansiyel bir fesat yuvası olarak görmesi, gayri müslim halkta kalıcı yaralara sebep olmuştu. Vatandaş Türkçe konuş kampanyası, Varlık Vergisi, 6-7 Eylül olayları ve Kıbrıs meslesi gibi hadiseler, zaten azınlık durumundaki nüfusu, büyük oranda göç ettirdi.Bursa Kevorkyan Okulu öğretmenleri...Suriyeli Ermeni çocuklar Türkiye’den karne alamıyorRaporda genişçe yer verilen konulardan biri de son dönemlerde tekrar gündeme gelen anadilde eğitim hakkı. Gayrimüslim toplum, Lozan Anlaşması’ndaki madde hükmünce kendi dillerinde eğitim verebilme hakkını elinde bulundurmasına karşın, mevcut sıkıntılardan dolayı bu hükmü uygulamak tam amlamıyla imkansız. Öncelikle Ermenice ve İbranice öğretmen yetiştiren fakültelerin bulunmaması, nitelikli öğretmen sıkıntısını doğururken, dersler için gereken materyali hazırlayacak bir kamu kurumu eksikliği de eğitimin zorunluklu olarak Türkçeye kaymasıyla neticelenmiş. Yeşilköy Ermeni İlköğretim Okulu Müdürü Garo Paylan, lise sınavlarının Türkçe olması sebebiyle, ailelerin de Türkçe’de ısrar ettiklerini ve çocuklara başta bu sebep olmak üzere kendi dillerine alıştırmakta zorlandıklarını ifade ediyor.Hrant Dink, (sol başta) orta okulda takım kaptanlığı yaparken. Dink’in çocukluğunu geçirdiği Tuzla Yetimhanesi bugün kapalı.Toplantıda altı çizilen başka bir sorun ise nüfus kaydında Müslüman yazan Ermeni veya Rum çocukların, bu okullarda okuyabilmesi için geçirdiği süreç. Zira ilgili kanun, nüfus cüzdanında Müslüman yazan gayri müslim vatandaşların, burada eğitim almasını imkansız kılıyor. Ayrıca, Suriye’deki savaştan kaçıp Türkiye’ye sığınan Ermeni çocuklar, azınlık okullarında ancak misafir statüsünde eğitim alabiliyor. Bu statüde okuyan yabancı çocuklar karne ve diploma sahibi olamıyor. Ülkeler arası mütekabiliyet esasına kurban edililen uygulamalar ise can yakıcı boyutta. Bu uygulamalarla kısırlaşan sistem dolayısıyla öğrenciler daha iyi bir eğitim için yurt dışını tercih ediyor.“İstanbul’un 100 Okulu” unutulan tarihi anlatıyorKültür A.Ş. tarafından hazırlanan yüzler serisine yeni bir kitap daha eklendi. Serinin 66. kitabı, imparatorluğun başkentinde yüzyıllardan beri iç içe yaşayan çok kültürlü hayatın göstergesi olan okullar tek tek ele alınıyor. Başta Osmanlı döneminden kalan okullar olmak üzere Ermeni, Rum ve Musevi okullarının anlatıldığı ‘İstanbul’un 100 Okulu’ kitabı Derya Baş’ın kaleminden çıkmış. Klasik Medrese dönemi sonrası, modern ve Avrupaî bir yapıya bürünen Osmanlı okulları, başta mimari olmak üzere tüm çehresini değiştirmiş. Kitap, İstanbul’un kimliğiyle bütünleşen okullar hakkında ilgi uyandıracak anekdotlara da yer veriyor. Okulların tarihi fotoğrafları, eski Dersaadet tutkunları için vazgeçilmez manzaralar içeriyor.

Yüzlerce Suriyeli, kışı parklarda karşılayabilir

$
0
0
Suriye’den gelen mültecilerin sayısı hızla artarken kamplarda kalmak istemeyip şehirlerde hayata tutunmaya çalışanlar birçok zorluk ve tehlike ile karşı karşıya. Büyük kısmı sokaklarda yaşayan ailelerin hayatı havaların soğumasıyla daha da zorlaştı. Halkın yardımlarıyla bir kısmı evlere yerleştirilse de uzmanlar koordinasyon birimi oluşturulmadıkça çabaların yetersiz kalacağı görüşünde.Savaş senaryolarının daha çok dillendirildiği son haftalarda Türkiye’ye sığınan Suriyeli mültecilerin sayısı da hızla artıyor. Resmi rakamlara göre Türkiye’de şu an 490 bin Suriyeli mülteci var. Öte yandan kayıt dışı gelenlerin sayısının ise neredeyse kayıtlı gelenlerin sayısına denk olduğu tahmin ediliyor.Suriyeli mülteciler konusunda buzdağının görünmeyen kısmı olan kayıt dışı sığınmacılar kamplarda ikamet etmeyip sınır illerinde ya da büyük şehirlerde yaşamını sürdürmeye çalışıyor. Kamplara yapılan yardımlar düzenli yürütülse de şehir merkezlerinde dağınık haldeki mültecilerin hayatı gün geçtikçe daha da zorlaşıyor. Gıda ihtiyaçlarını büyük oranda etraftaki halkın karşıladığı aileleri bekleyen en büyük sorun ise soğuk hava ile mücadele. Zira büyük çoğunluğu parklara sığınan savaş mağdurları, havaların soğumasıyla zor anlar yaşamaya başladı. Parklarda ağaçların altına yerleşip yaşam alanlarını oluşturan aileler, yağmurlu günlerde bütün eşyalarını toplayıp ayakta yağmurun dinmesini beklemek zorunda kalıyor. Çoğunluğunu kadın ve 12 yaş altı çocukların oluşturduğu sığınmacılar, hastalık durumunda ise pasaportu olmadığı için hastanelerden yardım alamıyor.Araştırmalara göre sadece İstanbul’da 100 bin kayıt dışı mülteci var. En çok mülteci bulunan ilçeler ise Fatih, Esenyurt, Ümraniye, Küçükçekmece, Bahçelievler, Başakşehir. Buralarda mahalle ve caddelerdeki parklarda yaşamını sürdürmeye çalışanların ilk isteği bir eve yerleşip iş sahibi olmak. Ancak kiraların pahalılığı ve emlakçıların Suriyelilere ev vermemesinden dolayı parklar Suriyeli savaş mağdurlarının zorunlu yaşam alanı haline geldi.Kayıt dışı mülteciler kayıt altına alınmalı, yardımlar için veri tabanı oluşturulmalıAçık havada yaşamlarını sürdürmeye çalışan çoğunluğu çocuk bu ailelerin kışın ne yapacağı konusunda ise kafalar karışık. Konuyla ilgili bilgi almak için başvurduğumuzda, İstanbul Büyükşehir Belediyesi ve valilikten yaklaşan kış mevsimi için mültecilerle ilgili bir projelerinin olmadığı cevabı geldi.Uluslararası Stratejik Araştırmalar Kurumu Sosyal Araştırmalar Merkezi (USAK) Başkanı Mehmet Güçer ise sorunun yerel yönetimlerden önce merkezi yönetim tarafından ele alınması gerektiğini söylüyor. Kayıt dışı mültecilerin bir an önce kayıt altına alınması gerektiğini vurgulayan Güçer, “Çünkü yardım edebilecek yerel yönetimlerin veya sivil toplum kuruluşlarının hangi adreste ne kadar insan bulunduğunu ve bunların ihtiyaçlarını tespit etmesi, yardımların etkinliği açısından çok önemli.” diyor.Afet ve Acil Durum Yönetimi Başkanlığı’nın (AFAD) büyük şehirlerdeki mültecileri kayıt altına alma işlemleri devam ediyor. Ancak AFAD’dan bize yapılan açıklamada kayıt altına alma işleminin sadece AFAD’a gelip bu talepte bulunanlar için yapıldığı bilgisi verildi. Parklarda yaşayan mültecilerin büyük kısmı ise ne yapacağını bilmeyen, yönlendirilmeye ihtiyaç duyan ailelerden oluşuyor. Dolayısıyla kış koşulları ağırlığını hissettirmeden kayıt altına alma işlemlerinin bitmesi zor gibi gözüküyor.Sığınmacıların kayıt altına alınmasının diğer önemi de STK ve belediyelerin acil durumlarda kendilerine kolay ulaşabilmesi. Kimin neye ihtiyacı olduğunun hemen tespit edilmesi gerektiğini düşünen Mehmet Güçer, “Sadece ekonomik anlamda yardıma veya kalacak bir yere ihtiyaç olmayabilir. İçlerinde eğitimlerini yarım bırakmış çok sayıda çocuk var maalesef.” örneğini veriyor. Bütün bunlar için ise etkin bir koordinasyon biriminin harekete geçirilmesi şart.Çalışma ve oturma izinleri verilebilirYaşanan diğer önemli sorun ise meslek sahibi olan sığınmacıların bile çalışmadığı için sürekli yardımlarla yaşamını sürdürmek zorunda kalması. Kayıt dışı olduklarından çalışma izinleri olmayan savaş mağdurları ya işe alınmıyor ya da çok düşük ücretlere çalıştırılıyor.Beş gündür İstanbul Saraçhane’deki parkta kalan Abdullah beyaz eşya tamircisi. Kendi ülkesinde işleri iyi giderken köyünü terk etmek zorunda kalan Abdurrahman İstanbul’da tutunabilmenin zor olduğunu fark edip daha küçük bir ile gitmeye karar vermiş. Kürtçe konuştuğu için Mardin’e gidip orada çalışabileceğini düşünen Abdurrahman, ülkesindeki savaş bitene kadar ailesiyle orada yaşamayı planlıyor. Parklara yerleşen mültecilerde görüştüğümüz erkeklerin hepsi ailelerini bir ağacın altına yerleştirip iş aramaya koyulmuş. Hallerde çalıştırılan birçok mülteci var. Ortalama işçi ücretlerinin çok altında çalıştırılan bu mülteciler fiyatları düşürdüğü için yerli çalışanların tepkisini çekmeye başlamış. Vatandaşların yardımıyla bir eve yerleştirilip iş bulunan Abdullah ise aylık 600 liraya anlaşarak girdiği işyerinden ay sonunda ancak 100 lira alabilmiş. Ancak sığınmacı durumunda olduğu için hakkını arayabileceği bir makam yok. Uzmanlar bu rahatsızlığın giderek daha çok yaygınlaşacağını, önünü almak için ise mültecilere geçici çalışma izni verilmesi gerektiğini savunuyor. Bu şekilde ücretler eşitlenip mağdurların istismarına son verilebilir. USAK Sosyal Araştırmalar Merkezi’nden Sema Karaca da Suriye krizinin derinleştiği sürekli dillendirilmesine rağmen oturma ve çalışma sorununun hâlâ dikkate alınmadığına dikkat çekiyor. Uzun süreli sığınma durumundan kalıcılığa doğru geçen mültecilerin sosyal hayata katılmalarını engellemenin ahlaki olmadığına değinen Karaca, “Kaçak çalışan binlerce mültecinin makul bir yasal düzenlemeyle ekonomik sisteme dahil edilmesi ve hem iş güvenliği hem de adil ücretlendirme bağlamında birçok soruna çözüm getirilmesi gerekiyor.” uyarısını yapıyor.Konu ile ilgili bilgi istediğimiz Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’ndan ise sorunun çözümüyle ilgili herhangi bir çalışma içinde olduklarına dair cevap gelmedi. Karaca, yaptıkları araştırmalarda kamplardaki mültecilere kamp içerisinde iş imkanı sağlandığını tespit ettiklerini ancak şehir merkezlerindeki iş sorununun çözülemediğini söylüyor.“Çözümün tek yolu vatandaşlık olmayabilir.” diyen Sema Karaca’ya göre, önemli olan bu insanları resmi olarak görünür kılmak. Bunun için de ne yapılabileceğinin tartışılması ve bir an önce harekete geçilmesi gerekiyor.Kış gelmeden Suriyelileri sokaktan kurtarmak isteyen halk seferber olduYaşanan mağduriyetin farkında olup imkânları dâhilinde seferber olan halk Suriyelileri kış yaklaşmadan sokaktan kurtarmak için büyük çaba sarf ediyor. Özellikle sınıra komşu yerleşim yerlerinde onlarca aile evinin kapılarını Suriyeli mülteciler için açmış. Aynı evde yaşamasa bile boş dairesini karşılıksız paylaşanların sayısı da giderek artıyor. Kayıt dışı rakamın ne kadarının sokaklarda ve büyük şehirlerde yaşadığı bilinmiyor. Parklara yerleşen bir ailenin yerini birkaç gün sonra başka bir Suriyeli aile alabiliyor. Etraftaki vatandaşların yardımıyla bir eve yerleştirilen ailelerin sayısı da oldukça fazla. Bu şekilde örgütsüz yapılan ve bireysel yardımların dışında resmi olmayan yardım platformları bile kurulmaya başlandı. Bunlardan biri de parklardaki Suriyelilerle Dayanışma Platformu. Platform, daha önce farklı sosyal sorumluluk projelerinde bir araya gelen çeşitli meslek gruplarına mensup kişilerden oluşuyor. Şimdiye kadar Fatih Saraçhane etrafındaki mültecilerin bir kısmına kendi çabalarıyla ev ve iş bulan grup örgütlü çalışmaya karar vererek kolları sıvamış. Platformun kurucularından Gökçe Değirmen, Facebook ve Twitter’da oluşturdukları hesaplar üzerinden Suriyeli ailelere yardım etmek isteyenlerin kendilerine ulaşabileceğini söylüyor. Kampanyayı bütün İstanbul’a yaymayı hedeflediklerini söyleyen Değirmen, “Önemli olan organize olup bir an önce harekete geçmek. Resmi prosedürlere gerek kalmadan sosyal medya üzerinden haberleşerek birçok aileye el uzatabiliriz. Dileyen kendi gelip yardımlarımıza bizzat katılabilir.” diyor.Kampta kalıp belirsizliğin sürmesini istemiyorlarKalıcı olarak Türkiye’ye yerleşme fikri kamp dışında kalan Suriyelilerin önemli bir kısmının temennisi. Savaşın izlerinin uzun yıllar ülkelerinden silinmeyeceğini düşünen Suriyeliler burada daha iyi ekonomik şartlara sahip olabileceğini düşünüyor. Bu yüzden kamplarda kalıp sonu belli olmayan bir bekleyişe girmek yerine dışarıda yeni bir hayat kurmaya çalışıyorlar.“Kardeşlerimle aynı şehirdeyiz ama nerede olduklarını bilmiyorum”On gündür Yenibosna’daki bir parkta yaşayan Meryem Nahson ve ailesi de ev arayan yüzlerce Suriyeliden biri. Köyleri bombalanmaya başladığında apar topar evlerini boşaltan aile, İstanbul’da birbirlerini kaybetmiş. Kardeşleriyle birlikte dört aile yola çıktıklarını söyleyen Meryem, eşi ve iki kardeşinin ailesiyle parka sığınmış. Yanlarında on tane çocukla soğukla mücadele eden Meryem, “Ülkemizde evimiz de vardı işimiz de. Köyümüz bombalanınca kaçmaktan başka çaremiz kalmadı.” diyor. Terzilik yapan eşi ve matbaacı olan erkek kardeşi kaçak durumunda oldukları için iş bulamıyor. Diğer iki kardeşinin ve ailelerinin ise nerede olduklarını bilmiyorlar.

HAFTANIN ALBÜMLERİ

$
0
0
Caz’da yeni bir isim: Başak Yavuz Türkiye caz müziğinin yeni kadın vokallerinden Başak Yavuz ilk albümü ‘Things/ Şeyler’ ile müzik dünyasını selamladı. Caz müziği takipçileri aslında bu isme aşina.Yavuz, 2008 yılında yapılan 4. Nardis Genç Caz Vokal Yarışması’nda birinci olmuştu. Ayrıca İstanbul Caz Festivali’nin yanı sıra New York, Montreal ve İstanbul’da caz kulüplerinde defalarca sahne aldı. Kalan Müzik’ten çıkan albüm, New York’ta kaydedilmiş. Albümde yaşayan caz efsanelerinden David Liebman ve Peter Eldridge de dahil olmak üzere yirmiye yakın Amerikalı, Avrupalı ve Afrikalı müzisyen yer alıyor. Parçaların çoğu ve aranjmanların tümü Başak Yavuz’a ait, mastering ise Demirhan Baylan imzasını taşıyor. ‘Şeyler’, özgün ve kalıpları zorlayan bir albüm. Baştan sona sürprizlerle dolu. Caz üretiminin çok fazla olmadığı ülkemizde gerçekten kaliteli ve özenilmiş bir çalışma. Başak Yavuz ismini hâlâ keşfetmeyenler için önemli bir fırsat.Eylül Duru’dan türkülere ipeksi yorumGeçtiğimiz günlerde Ada Müzik etiketi ile güzel bir türkü albümü yayınlandı. Çoklarımız Eylül Duru adını yeni duyuyor olabilir. Lakin bu sese kayıtsız kalamayacağımız bir gerçek. Eylül Duru her yörenin türküsünü, kendine has ipeksi bir yorumla seslendiriyor. Söz adlı albümün aranjörü Eser Taşkıran, süpervizörü Behçet Türkekul. Tüm kayıtların akustik enstrümanlarla yapılmış olması da albümdeki o yumuşak dokuya güç katmış. Galevera Deresi, Ah Bir Ataş Ver, Gesi Bağları gibi hepimizin bildiği türküler, dingin bir altyapı ve duru bir sesle bu albümde yer alıyor. Yormayan dingin bir altyapıya sahip albüm, bu türküleri bir daha sevdirecek bizlere. Türküye aşina olmayanlara da.Santana’nın en sevilen şarkılarıCarlos Santana, yaşayan bir efsane olarak kabul ediliyor. Meksikalı gitarist ve söz yazarı, aldığı on Grammy ve üç Latin Grammy Ödülü’nün yanı sıra Rolling Stone Dergisi tarafından hazırlanan “Tüm Zamanların En İyi 100 Gitaristi” anketinde 15. sırada yer alıyor. Bu büyük müzisyenin en sevilen şarkılarının yer aldığı ‘Santana – The Essential’ albümü geçtiğimiz günlerde Sony Müzik etiketi ile müzikseverler ile buluştu. Tüm dünyanın saygı duyduğu müzisyenlerden biri olan Carlos Santana her zaman müziğindeki yenilikçi, canlı dokusu ile diğer müzisyenlerden farklı bir konuma sahip oldu. Dünyaca ünlü virtüöz, müziğine kattığı Latin ritimleri ile farklılığını ortaya koydu. Sanatçının Santana – The Essential albümünde Woodstuck performansından Black Magic Woman ve Evil Ways’e kadar birçok sevilen şarkısı yer alıyor.

O dostluklar eskidendi

$
0
0
Modern hayat tarzı sadece aileyi tehdit etmiyor, toplumun temel dinamiklerinden birini; dostluğu da parçalıyor, yavanlaştırıyor. Dostluk ayrı kimlikleri kabul etmeyen bireysel çıkarların tehdidi altında.İnsan ilişkileri yüzeysel; arkadaşlıklar duygusallıktan uzak; haza ve anlık heveslere bağlı olarak ortak zaman geçirmeyi dostluk gibi görüyor insanlar. O sebeple bu çağın insanı aşklarını ve evliliklerini sürdüremediği gibi dostluklarını da devam ettiremiyor. İlkokul öğretmeniyken felsefe masterı yapan ve tezi modern toplumlardaki dostluk anlayışı üzerine olan Sandra M. Lynch, modern dünyada dostluğun özel hayata ilişkin bir kavram haline geldiğini, kamusal hayatın gelenekleri ile taban tabana zıt olduğunu söylüyor. Hâlbuki önceki zamanlarda, tüm toplumlarda dostluk temel düsturdu. Lynch, modern bireylerin öncekiler gibi bir dostluk kuramayacağını düşünüyor. 1950’lerde “Modern kültür, toplum ve kişilik doğası itibarıyla parçalanmıştır.” diyen filozof Georg Simmel, bugünün insanının dost algısını şöyle anlatıyor: “Bir bireyle aramızda sevgi anlamında, bir başkasıyla ortak entelektüel yönler anlamında, bir üçüncüsüyle dinsel duygulardan dolayı ve bir dördüncüsüyle de ortak deneyimler sayesinde bağlar kurulmasını sağlayan farklılaşmış dostluklar…”Dostluk Üzerine kitabında (Ayrıntı yayınları) Lynch, modern dostluklarda büyük bir gerilim olduğuna dikkat çekiyor: aynılık ve farklılık. Dostluklar farklılığı hoş görmeyi gerektirir. Ama bugünün insanının temel dürtüsü: özçıkar. İşte bu aynılık ve farklılıklar o özçıkarla çatışınca ilişki yürümüyor. Sanırız onun içindir ki Aristo, yalnızca iyi insanların dostluk kurabileceğini söyler.Her şeye rağmen, böylesi bir değişim geçirse de “dostluk umuttur”. Lynch’in kitabında yazdığı gibi. Çünkü dostluk, dünya ile benlik arasında yaşama adına girişilen ezici maliyetleri biraz olsun hafifletme çabasıdır.“Gerçek hayat, tamamıyla buluşmadan ibarettir. İnsan ötekiyle karşılaşarak var olur.” diyen Prof. Dr. Kemal Sayar’a göreyse, “Dünyayı bir başka insanın gözünden görmeye çalışmak ufkumuzu genişletiyor.” Yani dostun dünyasının tadı insanı bireyselliğin dar ve sıkıntılı dört duvarından kurtarıyor. Peki, dostluğu insani her özelliği yutan, yok eden hızlı ve güçlü bir girdap olan modern hayat tarzı dayatmasından nasıl koruyacağız? Mümkün mü..?Dostlukları 40 yılı geçmiş iyi insanlarla görüştük. Onların dostluklarını nasıl kurduklarını, sürdürdüklerini dinlerken umutlandık.Taş taş inşa edilir dostluk sarayıOnlarca kitabınız olabilir, adınızın başında büyük bir titriniz... 40 yılı aşmış ‘lezzetli’ bir dostluğunuz varsa işte o dostun yanında yalnızca sizsinizdir. Vehbi Vakkasoğlu dostluğu maskesiz bir ilişki olarak tanımlıyor. Güven, ilgi, mizaç uyması, vefa... Vakkasoğlu’nun dostluk için sıraladığı kelimeler. Bir keresinde radyo programında “çat kapı-çat gönül” başlığında dostlukları işlemiş. “Çat kapı gidebiliyorsanız, o kişi sizin gerçek dostunuzdur.” demiş. Programın bitiminde yapımcısı “Hocam iyi hoş anlattınız da bunlar artık fantezide kaldı, kim kime çat kapı gidebilir bu devirde?” Gecenin bir vakti... Vakkasoğlu açıklama yapmış ama 30’lu yaşlarındaki bu genci ikna edememiş. Nitekim mesai arkadaşı mevzuyu damardan bağlamış, “Sizin böyle çat kapı gidebileceğiniz dostunuz var mı hâlâ!”, “Var tabii.”, “Kim?”, “Ahmet Şahin hoca.”, “Şimdi gidebilir misiniz?”, “Giderim.” Soluğu Bahçelievler’de Şahin hocanın kapısında alırlar. Zili çalarlar. Hocanın eşi açar. Şahin hoca, dostunu görme mutluluğuyla içeri buyur eder. Selam kelam faslından sonra, aç mısınız diye sorar, tatlı ve çay ikramı yapılır, hoş da bir sohbet. Neden sonra Vakkasoğlu, sebebi ziyaretlerini söyler. İki üç saatlik bu çat kapı ziyaretten çıktıklarında arkadaşı Vakkasoğlu’na, “Hocam ağzım açık kaldı.” der.Soldan sağa Ahmet Şahin, Vehbi VakkasoğluAhmet Şahin hocanın ne kadar güzel bir dost olduğunu “Allah’a şükrederek” anlatan Vehbi hocaya soruyoruz, nerede ve nasıl başladı bu dostluk? 1960’lar… Ahmet Şahin, Yeni Asya’da yazar. Kahramanmaraşlı genç Vehbi Vakkasoğlu yazılarını okuyor. İstanbul’a üniversite okumaya geldiğinde gazetede bu yazarla tanışır. Zamanla, tanıdıkça frekanslarının uyuştuğunu fark eder: “O ortamda bulunanların yüzde 90’ı aynı görüşün insanları ama karakterin uyuşması ayrı bir şey.” Selamlaşmanın ötesine taşınır arkadaşlıkları. Derken Ahmet Şahin hem gönül hem de aile dostu olur. Vakkasoğlu, “Çoluk çocuk derdi anlatılıyorsa artık dostluk kuruldu demektir.” diyor. “Uzun soluklu bir dostluk kurabilmenizin sebebi neydi?” diye sorunca şu cevabı veriyor: “Mizaç uyması önemli. Sansürsüz konuşma, sevinme, birlikte ağlama işte bu dostluk oluyor. İlişkinin mesafesiz ve maskesiz olmasıdır. Ne kadar çok böyle insan varsa hayatınızda, işte bu en büyük zenginliğiniz oluyor.” Vakkasoğlu, gençler için kitaplar yazıyor, onlarla yakın ilişkiler kuruyor. O sebeple soruyoruz bugünün insanı neden böyle uzun soluklu dostluklar kuramıyor? İnsan kalitesi mi düştü? Cevabı şöyle: “Hayır, emek vermiyor. İnsanlar durup dost bekliyor. İnsanlar aynı mekanda olabilirler, aynı düşünce yapısında olabilirler ama duygusal anlamda uzaklar. Halbuki dostluk eşten, baba oğlu olmaktan başka bir şey. Ötekiler doğuştan kan bağıyla kurulan ilişkiler. Bizim seçimimiz değil. Dostluk seçimimiz ve taş taş dostluk sarayını inşa ediyoruz. Hak ediyoruz. Yeni nesil hak etmeden bekliyor.”Vehbi Vakkasoğlu, ilk kez denize Ahmet Şahin vesilesiyle girmiş. Deniz kenarına tatile gitmeyi de onun sayesinde öğrenmiş. Peki ya kıskançlık? Cevabı şöyle: “Benim kadar yakın dostları var mıdır diye merak ettiğim olmuştur. Aldığım intiba şu, sen nevi şahsına münhasır cins bir adamsın değişik dostlarım var ama senin tarzında değil şeklinde.”Ahmet Şahin hoca, “Tanıştığımızdan bu yana her görüşmede sevgi çoğalmış, azalmamıştır.” diyor. Şahin, “Canımız sıkıldığında, bir sıkıntımız olduğunda Vehbi hocayı çağırırız, sohbet edelim deriz. Moralimizin bozuk olduğunu anladığında bir fıkra, iki nükte… keyfimizi yerine getirir. Vehbi hocanın çok sadaka verdiğini düşünüyorum. Peygamber Efendimiz, “Müminin kardeşine karşı tebessümü sadakadır.” diyor. Vehbi hoca ise hayatı boyunca hep tebessüm etti.” şeklinde konuşuyor.Kimsenin dost kalmaya zamanı yokEski İstanbul’un son çocukları onlar. Mahalle kültüründe büyümüşler. Sabahlara kadar süren kalabalık arkadaş sohbetleri, otostopla Ege’ye tatile çıkmaları yaşamışlar. Gençlikte ‘sosyal ve aktiftik’ diyorlar. İstanbul Acıbadem’de deniz ticareti yapan Sedat Bey’in ofisindeyiz. Pencereden gözüken görkemli asırlık çınara bakıyoruz hep beraber. Devasa gövdesi ve dallarıyla etkiliyor bizi. Sohbet ilerledikçe anlattıklarıyla Recai ve Sedat beylerin kadim dostlukları da beni etkiliyor. “Dostluk ve arkadaşlık arasındaki fark nedir?” diye soruyorum mesela, Recai Bey: “Müsait olunca arkadaş olunuyor. Ama dostluk her şartta bitmez.” Peki böylesi kalabalık ve keyifli bir arkadaş grubu içinde neden siz daha yakın ve hatta dost oldunuz? Recai Bey cevaplıyor önce: “Siz bu haberi söylediğinizde arkadaşlarımın hepsini gözden geçirdim, baktım herkesle inişler çıkışlar olmuş ama Sedat’la olmadı.” Recai Bey liseden sonra okumamış, Sedat Bey iktisat fakültesine gitmiş. Türkiye’nin kutuplaştığı dönemler. Sedat Bey de hızlı solculardan. Sabahlara kadar tartışırlarmış. Gündüz ise bisikletlerini alıp beraber şehir turuna çıkarlarmış. Dostluklarına ne iş hayatları, ne evlilikleri, çocukları, ne de siyasi görüşleri zarar vermemiş. Sebebini şöyle açıklıyorlar: “Birbirimize karşı içimizden başka dışımızdan başka olmadık.”(Soldan sağa) Sedat Yazıcı ile Recai Akgün’ün ilkokulda başlayan arkadaşlıkları 50 yılda köklü bir dostluğa dönüşmüş.Tabii bir de beraber vakit geçirmekten halen keyif almaları dostluklarını perçinliyor. Sedat Bey diyor ki: “Arkadaşlığımızı hâlâ sanki 18 yaşında gibi yaşarız. Bu da dostluğu sıcak tutuyor. Recai abiyle görüşmek hoşuma gidiyor, insanın içi renkleniyor, ısınıyor.”Bugünün gençlerinin dostluk kuramamasından söz açılıyor. Sedat Bey, “İnsanlar arasında güvensizlik var. Vericilik yok. Cömertlik kalmadı. Kime ne sorsan, ama para ama başka bir ihtiyaç, müspet dönme oranı yüzde bir. Herkesin ya işi var ya müsait değil veya parası yok. Adam kendine bir dünya yapmış kimseyle paylaşmıyor. Paramı veremem, zamanımı veremem. Kuru bir akıl verir.”Yıllarca esnaflık yapan Sedat Bey’in tespitleri çok yerinde. Kendi ve dostlarının çocukları üzerinden de gençleri gözlemlemiş. İlişkilerin yüzeysel olduğunu söylüyorlar. Herkes herkesle çok irtibat halinde, mesajlaşıyor, yediğinin fotoğrafını çekip gönderiyor ama ötesi yok. Kadim dostların ortak değerlendirmesi: bugünün gençliği arasında duygusal bağlar koptu. Son cümleleri şu oluyor: “Aslında dostluk bitmiyor, insanlar dost olmayı istemiyor.”Dost, naz makamındadırÇok hasta. Koca İstanbul’da yalnız. Ne düşündü, ne yaşadı bilinmez. Ama hasta bedenini, başka şehirde olan dostunun anne-babasının evine bıraktı. Evde kimse yoktu. Eski bir İstanbul evi, ahşap. Kapıyı yukarıdaki ipi çekince kolayca açabiliyordunuz. Açtı. Yorgun vücudunu dostunun yatağına bıraktı, yorganını başına çekti. Dostu anlatıyor: “Annem eve gelmiş, anlamış biri girdi. Benim odama bakmış, yatağı dolu görünce, seslenmiş. Yorganı çektiğinde kara saçlarını görünce anlamış. Doktor getirtmiş annem, ilaçlarını almış.” Dostluk böyle bir şey işte.Edebiyat dünyasında merhum Cahit Zarifoğlu ile Rasim Özdenören’in dostluğu efsane gibi anlatılır.Güven. Hasta olan genç, Cahit Zarifoğlu, evden uzaktaki dostu Rasim Özdenören’dir. Arkadaşlıkları 1955 yılında başlıyor. Lise bir öğrencisiyken Maraş’ta tanışıyorlar. Zarifoğlu içine kapanık bir gençtir. Sevgisini de antipatisini de dışarıya yansıtmayan biri. Hatta bir defasında Maraş’ta dar bir sokakta karşılaşmışlar, selam vermiş Özdenören, almadan geçmiş: “Cahit’in huyunu bildiğimiz için alınganlık göstermedim. Orda Cahit’e karşı bir güvensizlik olsaydı, sevgi olmasaydı onu anlayışla karşılamamış olsaydım küsmem gerekirdi.” Özdenören’e göre dost, sırtını döndüğün zaman kendisinden bir zarar gelmeyeceğini düşündüğün kimsedir. Sırlarını ve mahremiyetini paylaşabildiğin, güvendiğin, kendisi için fedakarlık ve feragat edeceğin kimsedir. Ve tüm bu nitelikler de karşılıklı olmalıdır. Sevgi-aşk ilişkisi ise öyle değildir. Orada tek taraflı da olur, muhatabın haberi bile olmayabilir. Özdenören dostluklarına dair şunları anlatıyor: “Öyle şeyler olurdu ki, hayır ben bunu başkasına değil Cahit’e anlatabilirim, ancak o beni anlar derdim. Mesela yeni bir fıkra duymuşsun, diyorsun ki filana anlatırsam… hayır bunu ancak Cahit anlar. Hastalığının son dönemlerindeydi haftada bir iki defa rahmetli Erdem’le (Beyazıt) ziyaret ederdik. Ankara’daydım, Cahit Cerrahpaşa’da yatıyordu. Hafta içi de mutlaka telefonlaşırdık. Bir keresinde bana bir fıkra anlat dedi. Anlattım hoşuna gitti. O konuşmadan sonra ziyarete gittiğimde odada başka arkadaşlar vardı onlardan da fıkra anlatmalarını istemiş. Anlattıkları pek hoşuna gitmemiş. Odaya girer girmez daha selam sabah yokken, “Fıkrayı Rasim anlatsın da siz ondan dinleyin.” dedi. Cahit’le aramızda başkalarıyla olsa ilişkiyi zedeleyecek olaylar geçti, fakat ben üç gün tavır koydum yalnızca. Küsme filan gibi değil de tavır koyma. Bu dostlar arasında naz makamında olan şeyler.” Özdenören’e göre insanın hiç olmazsa bir tane dostu olmalı.Allah, kimseyi dostsuz bırakmasınAslında onların arkadaşlığı çocukluklarında başlıyor. Aynı apartmanda oturuyorlarmış. Halen o apartmandalar. Belkıs İbrahimhakkıoğlu’nu vakfa ilk götüren de Ayla Ağabegüm olmuş. Ağabegüm, “Dostluklarda mekan çok önemli.” diyor. Ağabegüm, bugün ilişkilerin karşılıklı menfaatlere dayandırıldığı için dostlukların bozulduğunu düşünüyor. İbrahimhakkıoğlu ise “İlişkinin çetelesini tutmaya başlıyorsanız o zaman işler bozulur. Hastalandım gelmedi, telefon ettim dönmedi…” diyor. İbrahimhakkıoğlu’na göre gerçek duygular çok dile gelmez, çok dile gelen çabuk tükenir. Duygusal ifadelerle pekiştirilmeye çalışılan dostluk zorlamadır.Türk Edebiyatı Vakfı’nın emektar isimleridir (soldan sağa) Belkıs İbrahimhakkıoğlu ve Ayla Ağabegüm. 40 yılı aşan dostluklarını perçinleyen de vakıf çalışmaları olmuş.Ağabegüm, “Dostlukta mizaçların aynı olması şart değil.” diyor. “Biri sakin, diğeri agresif olabilir işki o agresifliğin perde arkasını okuyabilmek.” Ağabegüm hayata daha duygusal ve kritik ederek bakarmış, hatta annesi olayları yorumlamasıyla ilgili “Öğretmen öğretmen bakma” dermiş. Bu anlamda Belkıs İbrahimhakkıoğlu ile dostluğu dünyaya daha güzel bakmasına sebep olmuş. Bu konuda çok desteğini görmüş. İbrahimhakkıoğlu ise dostlukta önemli bir detaya dikkat çekiyor: niyetinden emin olmak. Karşı tarafın niyetinden emin olunca yanlışını telafi edebiliyorsunuz. Nasıl ki ahirete inanmayanlar için hayat ne kadar zordur, her şey geçici, sıkıntılar acı vericidir. Gidecek yerinin olmadığını düşünmek ne kadar elem verir. Belkıs abla dostluğu işte ‘gidilecek yeri olmak’ olarak tanımlıyor. “O bakımdan, Allah kimseyi dostsuz bırakmasın.” diye dua ediyor. Ayla abla gözlerinin içi parlayarak bakıyor kadim dostuna, gülümsüyor ve benimle birlikte “amin” diyor.

Ne bitmez kinmiş bu Ya Rabbi!

$
0
0
Meselenin özü şu: Abdülhamid Han bir turnusol kâğıdı gibi çalışıyor hâlâ. Ülkeyi istikrarsızlaştırıp bir yangın yerine çevirmek isteyenler ile meşruiyet dairesinde hareket edenleri ayırt etmekte işe yaradığı kesin:1909’un 27 Nisan’ında tahta veda ettiğinde söylediği rivayet edilen o söz hâlâ çivi gibi akıllarda çakılı: “Benden sonra 10 yıl idare etsinler, 100 yıl idare etmiş sayacağım!” Nisan 1909’dan tam 9 yıl 6 ay 3 gün sonra, yani 10 yılın dolmasına 6 ay kala Osmanlı Devleti fiilen yok oldu! “Bu kadar basiret de biraz fazla!” diyebilirsiniz ama biz de kolay bulunan birinden bahsetmiyoruz. Ertuğrul Özkök, bir dergiye verdiği mülakatta Sultan Abdülhamid’in en başarılı padişahlardan biri olduğu gerçeğini teslim ediyor ama hemen ekliyor: “Bugün kendisinden bize kalan sadece yasaklar, istibdat dönemi ve hafiyelik sistemidir. Adı da o yüzden Kızıl Sultan diye kalmıştır...”Gerçi Özkök’ün derdi tarih değil, Başbakan’a laf çakmak ama biz işin tarih bilgisi kısmında kalalım. Gerçekten de Sultan II. Abdülhamid’den geriye kalan “sadece yasaklar, istibdat dönemi ve hafiye sistemi” miymiş? Yine gerçekten de Abdülhamid’e “Kızıl Sultan” yaftasını kim veya kimler yapıştırmış?Bir kere Abdülhamid’e “Kızıl Sultan” demek ona Fransız-Ermeni lobisinin gayri ciddi gözlükleriyle bakmak demektir. Gayri ciddi, çünkü bunlar genellikle propaganda amaçlı kitaplardı ve çoğunlukla da karikatürize eden amatörce bir gayretkeşliğin ürünüydü ve Jön Türkler tarafından tercüme ettirilip silah olarak kullanılmıştır.Prof. Dr. Şükrü Hanioğlu’nun Derin Tarih’in Şubat 2013 sayısında çıkan makalesi çok ilginç bir noktaya ışık tutmaktadır. Hanioğlu’na göre Jön Türkler tarafından bir Devr-i Sâbık (Eski Dönem) kavramsallaştırması yapılırken istibdad (otokrasi) kavramı kullanılıyor ama bu kavram, İslam siyasi düşüncesinde gayri meşru görülmediği için onun içeriğini giderek değiştiriyor ve zulüm ile eşitlemeye çalışıyorlardı. Böylece İsmail Kara’nın dediği gibi İslamcılar bu noktada Abdülhamid yönetimini İslami görüş açısından gayri meşru ve yıkılması gereken bir düzen olarak görebilirken, tam tersine laik aydınlar tarafından ‘irticâî’ bir dönem olarak damgalanabiliyordu kolaylıkla.Prof. Hanioğlu’nun asıl dikkatimizi çektiği nokta ise şu: Abdülhamid dönemine ‘istibdad’ denilmesi bu yönetimin yalnız başına siyasî açıdan baskıcı olduğunu ifade etmiyordu. Hem baskıcı yönetim meseleyse Abdülhamid, dedesi II. Mahmud’unkinden pek de farklı bir yönetim sergilemiyordu (bana kalırsa baskıcılıkta dedesinin eline su dökemezdi). Oysa dikkat edilirse laik aydınlarımız II. Mahmud’a toz kondurmaz ve onun boynuna istibdad gibi baskıcılık ifade eden bir yaftayı asmaktan kaçınırken, özellikle bu sıfatı Abdülhamid hakkında kullanmaktadırlar. Öyleyse mesele baskıcılıktan ziyade Abdülhamid döneminin dinî karakteridir ve 1931 tarihli lise ders kitabında belirtildiği gibi o dönem bir ‘irtica’ devridir! Abdülhamid de mürtecidir ve sorun buradan çıkmaktadır!Bu arada özel (mahrem) hayatıyla ilgili olmadık saçmalıklar üretilmesi de cabası. Bu da yine Avrupa kökenli bir arketipin parlayışıdır. Abdülhamid’i Doğulu Despot kavramının içerisine sokuşturma çabasının bir ürünüdür.Oysa aynı dönemde Abdülhamid’e olumlu yaklaşan ‘namuslu’ kalemlere de rastlanıyordu. Mesela Şükrü Bey’in örnek verdiği “The Times” muhabiri Henri Blowitz’in 1883 tarihli söyleşisinde Sultan’ın Osmanlı’nın sorunlarını çözme yeteneğine fazla sahip olduğunu yazması veya “New York Herald”a yazan ve Ahmed Midhat Efendi’nin dostu olan Sidney Whitman, Sultan Abdülhamid’i yakından inceleyerek hakkında “Avrupa’da yaratılan ve Jön Türkler tarafından da benimsenen despot imajının yanıltıcı olduğunu, kendisinin otokrat olarak tanımlanmasının uygun olacağını” belirtiyordu (Hanioğlu, agy, s. 73).Ermeni ayaklanmalarını bastırdığı ve ülkesi üzerinde bir Ermenistan kurulmasına izin vermediği için Avrupa’da yaratılan ve Jön Türkler tarafından benimsenen despot veya Kızıl Sultan imajının günümüzde bile pahalı müşteriler bulabilmesine hem Midhat Efendimiz, hem de Henri ve Sidney beylerin hayretler içinde kalacağından adım gibi eminim.Ne demiştik: Bu ne bitmez bir kinmiş böyle?Abdülhamid’in son cevabıSultan II. Abdülhamid’in devlete, millete ve orduya bir beyanname yayınladığını biliyor muydunuz? Belki de bugünlerde kendisine atılan iftiralara cevap olmak üzere tahttan indirilip Selanik’e gönderildikten 39 gün sonra servetine el koymak için kendisini sıkıştıran gerçek diktatör Mahmud Şevket Paşa’yı atlayarak “Devlet ve Millet ve Mebusan ve Askere Hitaben Arzıhaldir” başlıklı bir beyanname göndermişti. Şevket Paşa’yı kızdıracak olan beyannamede kendisini ve servetini savunurken bazı önemli noktaları da vurgulama imkânı bulmuştu. Daha önce Belgelerle Türk Tarihi Dergisi’nde Mithat Sertoğlu tarafından neşredilen beyannamenin çarpıcı satırlarını aşağıya alıyorum. Okuyun ve etrafınıza bakın, hakkında hâlâ okkalı iftiraların atılabildiği bir insan mezarın ötesinden bu yalan dağını nasıl delebilmiş ve sesini bugüne ulaştırabilmiş? İşte o sırrı yakalayacağımız ibretlik satırları:“Tuğgeneral Hüsnü Paşa elime tabanca vererek Allah göstermesin bir tecavüz olursa evvela kendisini tabanca ile öldürmekliğimi Vallahi, Billahi, Tallahi sözleriyle yemin ve Kur’an-ı Kerim’i de getirtip ona da yemin edeceğini anlatmışsa da, ‘Haşa Allah esirgesin, ben kâtil olamam’ diyerek teminat ve yeminlerine kanaat edip özel trenle Selanik’e gelindi.(…)İyi ve kötü, fakat hüsn-i niyetle 34 yıl Vallahi ve billahi geceli gündüzlü devlet ve millete hizmet ettim. Şeyhülislam Efendi vasıtasiyle ettiğim yemine muhalif hal ve harekette bulunmadım. Meşrutiyet aleyhine amal-i nüfuz etmedim (nüfuzumu kullanmadım). İstanbul’daki asker hadisesinde (31 Mart ayaklanmasını kastediyor) Vallahi bildiğim yoktur. (…)Servetimin asker için saklandığını tam bir hakikat olarak beyan edebilirim. Mevcudum keşke daha ileri bir derecede bulunsaydı hepsinin askere terkine muvaffakiyet şerefine erişmiş olma temennisinden kendimi alamamaktayım. Cenab-ı Hakk’a yemin ederim ki, bu fani dünyada biricik maksadım, yalnız devlet ve millete duacı olarak emniyetle belli sayıdaki nefeslerimin bulunduğum yerde tamamlanmasıdır. Katiyyen başka düşüncem yoktur.”İşte tahttan indirilen Sultan’ın dilinden düşürmediği sözler: son nefesime kadar devlet ve milletime dua edeceğim. Peki bugün kendisine Kızıl Sultan diyenlerin hangisinin ağzından sadır olur böyle dualı sözler?

Birinci hedefim gazetenin etkinliğini arttırmak

$
0
0
Türkiye Gazetesi, bu hafta salı gününden itibaren yeni logo, mizanpaj ve yazarlarla bir atılım dönemine girdi. Genel Yayın Yönetmeni Nuh Albayrak ile bu yeni dönemin parametrelerini konuştuk.-Hayırlı uğurlu olsun atılım projeniz. Şimdiye kadar hükümetleri destekleyen bir gazetedeydiniz. Bu tarzınız aynen devam mı edecek, yoksa Türkiye artık hükümetler için çantada keklik olmaktan çıkıyor mu? -Biz herhangi bir hükümetin Türk milleti için, Türkiye’nin geleceği için iyi bir icraatı varsa bunu desteklemekten herhangi bir komplekse kapılmayacağız yine.-O zaman bir politika değişikliği yok. Eskiden olduğu gibi idarecilere huzur vermeye devam edeceksiniz.-Kayıtsız şartsız destek anlamında değil, yine objektif bir bakışla gerçekten olumlu olan, millet için önemli olan icraatları desteklemenin yine boynumuzun borcu. Ama bir icraatı toplumun geleceği için faydalı bulmuyorsak onu eleştireceğiz. Huzur veren gazete sloganını çoktan bıraktık. Artık gazetenin haber vermesi gerektiğini düşünüyoruz.-Peki haber ve yorumlarla huzur kaçırmayı göze alabilecek misiniz? -Biz huzur kaçırmaya da çalışmayacağız. Türkiye Gazetesi bundan sonra birinci derecede huzur vermeyi gözetmeyecek. Eğer bir haber doğruysa ve verebileceğimiz bir haberse... Haber derken kriterlerimiz var tabii. Bu kriterlere uyan bir haberse, kime huzur vereceğiz, kimin huzurunu kaçıracağız bizi ilgilendirmiyor artık. Hükümet bülteni değiliz biz.-Gazeteye girer girmez sizi üç büyük fotoğraf karşılıyor. Bir tanesi kurucunuz rahmetli Enver Ören. Bu çok doğal. Ama diğer ikisi şaşırtıyor. Birisi Turgut Özal, diğeri Tayyip Erdoğan. Kocaman iki duvar resmi. Bu fotoğraflar ne kadar zamandır var ve kaldırmayı düşünüyor musunuz?-Yok, ben koydum onları. Her iki isim de Türkiye için, Türk milleti için çok önemli sembol isimler. Onların fotoğrafını koymaktan onur duyarız.-Ama hiçbir gazetede böyle bir şey olmaz. -Biz farklıyız her zaman. Buradan hareketle hala bunlar hükümet yanlısı diyorsanız, hükümet yanlısı olmamız gereken yerde oluruz. Niye olmayalım ki.-Deniz Ülke Arıboğan’ın ilk yazısı çok güzeldi. “İtaat et, hizmet et, canını ver gibi komutları duyduğumuzda artık nedenlerinin de ortaya koymasını istiyoruz. Bireysel davranışlarımız kadar devletin tutumunun da artık yasal ve meşru olmasını bekliyoruz” diyordu Bu sözler, sizin bakış açınızdaki değişikliği de gösteriyor mu?-İktidarın yanlışlarını vurgulama noktasında etkin olabilmenin birinci şartı objektif olmak. Cephe alıp sürekli her fırsatta hükümeti hırpalamanın yeri ne? Gerektiği zaman eleştirebiliyor, gerektiği zaman destekleyebiliyorsanız sorumlu yayıncılık yapıyorsunuz demektir. İstiyoruz ki keşke hiç eleştirilecek bir şeyi olmasın bu hükümetin. Hiç eleştirmeyelim.-Sorgulayıcı olabilmek gazetecilikte çok önemli ama.-Türkiye’de her şey değişiyor. Bugün eğer darbelerle ilgili yüzleşmeye çalışabiliyorsak bu bile bir hesap sorma kültürünün gelişmesinden kaynaklanıyor. Eskiden bir kaymakamın odasına, makamına yaklaşmak bile meseleydi. Şimdi şakır şakır hesap soruyor insanlar. Dolayısıyla bu çok doğal ki bu gelişmenin sonucunda her şey sorgulanacaktır.BENDEN FARKLI YAZMAYACAKLARSA NEDEN ALDIK Kİ?-Yeni yazarlarınız hayırlı olsun. Hepsi de okumak istediğim kişiler. Doku tutar mı, bünye kabul kabul eder mi gibi endişeleriniz oldu mu?-Biz, 1970’ten bu tarafa çok kritik dönemlerde kucaklayıcı olmaya çalışan bir yayın politikası izledik. Bugün de yine medyanın farklı düşünsek de beraber yaşamak kültürünü öğrenmede katkısı olacağını düşünüyorum. Biz bu misyona talipsek bunu kendi bünyemizle başlatmamız lazımdı. Bugüne kadarki yazar kesitimize baktığımız zaman tamamına yakını aynı çizgide olan insanlar. Demezler mi insana, mademki siz farklı düşünsek de beraber yaşayabilmeliyiz diyorsunuz, niye Türkiye Gazetesi’nde farklı düşünenleri yazdıramıyorsunuz? Onun için biz bunu önce kendi bünyemizde test etmeye kalktık. Ve şunu görüyorum, gerçekten genel anlamda böyle bir beklenti de oluşmuş. Mevcut okuyucularımızdan hep olumlu tepkiler aldık. Biz uzunca bir süre biraz rutin bir yayıncılık yaptık, bilhassa yazar konusunda.-Yazarlarda ve haberlerde. Özel haber çok fazla çalışılmadı. -Haber konusu son dönemde arttırmaya çalışıldı ama yazar konusunda hakikaten çok ciddi bir adım atamadık şu ana kadar. Zaten haber konusunda mesafe kat edip de, yazar meselesinin buna ayak uydurmamasından dolayı bir beklenti oluştu okurlarda. 180 bin okuyucuda belki 20-30 kişinin çok fazla bir önemi yok ama sembolik anlamda bana iki yıldan beri sosyal medyadan veya görüştüğümüz kişilerden hep şu şey geliyordu. Artık gazetede gerçekten çok çoğu zaman okuyacak haber, okunacak haber çok görüyoruz ama neden hala bizde kanallarda tartışan yazarlar bulunmuyor? Prensipte yazarlar konusunda yenileme, güncelleme ihtiyacı hissediliyordu. Haaa! Prensipte bunun gerektiği düşünülürken, yazarların yazılarından sonra bu yazarlar acaba beklenen isimler miydi konusunda ne olacak bilemiyorum. Onu zamanla göreceğiz.-Yeni yazarlar, sizin genel yaklaşımınızdan daha eleştirel yazılar yazabilirler. -Yazmazlarsa bir anlamı yok zaten. Niye aldık ki. Ben bu adımı atmadan önce bir araştırma şirketine iki sefer araştırma yaptırdım. Hem okuyucuların üzerinde, hem gazete okumayanların niye okumadığı üzerine. Beş bin civarında insanla görüşüldü. İlginçtir, bayiden alan okuyucu değil, sürekli okuyucu olan abonelerimiz üzerinde yapılan araştırmada çok ciddi anlamda yazar değişikliği talebi ortaya çıktı. Az önce bahsettiğiniz gibi bu yazarların yazıları konusunda ne oluşacak onu bilmiyoruz. Fakat şunu da gözlemledik. Belki yıllardan beri aynı okuyucuya gazete gidiyor ama aslında o okuyucu bile değişmiş. Biz bu gazetede 2009 yılında Karayılan ile yapılan röportajı iki gün tam sayfa yayınladık.-Ki Türkiye Gazetesi için çok uç bir şeydi. -Bizim okuyucumuzun hiç alışmadığı bir tarzdı. Ama çok cüzi bir şeyin dışında hiçbir tepki görmedik. Nitekim biz ilk defa Kürtçe manşet attık biz bu gazetede. İki üç yıldan beri hakikaten iyi haber yapmamıza rağmen büyük bir algı değişikliği olmadı. Prensip olarak Türkiye Gazetesi’nde takip etmeye değer bir şey çıkmadığı algısı oluştuğu için onu yıkmak çok zor. Ben bunu son iki üç yılda iliklerime kadar hissettim. İnanın, çok gücüme gidiyordu.-Düşünüyor muydunuz ki burada sizin de hatalarınız var. -Kesinlikle. Gücüme gidiyor derken, kimseye kızmak anlamında değil, mevcut durum gücüme gidiyordu. Nitekim onun sembolik bir örneğini size vereyim. Biz hakikaten son dönemde iyi haberler yaptık. Onların birisinin ertesi gün çıkacağı akşam, ben dedim ki sosyal medyada yarın Türkiye Gazetesi çok konuşulacak bir manşetle çıkıyor. Cevap, Türkiye Gazetesi’nin vereceği manşetleri bildiğimiz için bakmaya gerek yok!-Genel algı bu hakikaten. -Önce biraz bozuldum. Çünkü ben bulunduğum yerde bunu hak etmediğimizi düşünüyorum. Hatta cevap yazmaya başladım. Twitt’in yarılarına gelince vazgeçtim. O adam baktığı yerden haklıydı. Biz uzunca bir süre hakikaten hep huzur vermeyi hedeflemişiz. Onun için de bir süre sonra insanlar...-Huzurdan uyuşmuşlar diyebilir miyiz?-Hayır. Huzura çok ihtiyacı olmayanlar bakmaz o gazeteye. Şimdi diyoruz ki, arkadaş biz huzur değil, haber veriyoruz artık.-Rahmetli Enver Ören zamanında bu değişim neden yapılamadı? -Aslında yapılmaya başlandı. Bahsettiğim haberler anlamında büyük atılım Enver Bey’in sağlığında oldu. Enver Bey’in bu konudaki müsamahası ve izni olmadan zaten biz hayatta böyle bir şey yapamazdık. Ve eğer biz habercilikle bu bahsettiğim son üç yılda sürekli artan tempoda sesimizi yükseltmeyi başaramasaydık gazete olarak bugün şu değişikliği yaşayamazdık. Dolayısıyla aslında Enver Bey’in sağlığında başlatılan o değişimi ilan etmiş olduk biz.-Bütün bu gerek içerik, gerek yeni yazarlar seçimi konusunda başbakanın tavsiyelerini aldınız mı? Bize hangi yazarı tavsiye edersiniz? Yahut da ne düşünüyorsunuz diye?-Hayır. Hiç böyle bir görüşme olmadı. Bizim işin planlama kısmı bittikten sonra, artık yeni yazarlarımızla görüşmeler yapılıp mutabakat sağlandıktan sonra, Sayın Başbakan, zaten aynı zamanda akil insanlar listesinde olan Yıldıray Bey’e bir görüşme esnasında demiş, hayırlı olsun Türkiye Gazetesi’nde yazacakmışsın. Yani Sayın Başbakan’ın bilgi sahibi olduğu ilk Yıldıray Bey üzerinden geldi. Sonra Deniz Hanım’ı duymuş. Deniz Hanım’a da hayırlı olsun demiş.Dolayısıyla bu süreçte herhangi bir görüşme, böyle bir tavsiye kesinlikle olmadı.MAĞDURLARIN HAKKI-Vaktiyle 1 milyon 400 binleri yakalamış tirajınız. Bugün ortalama 180 bin. Niye bu kadar büyük bir tiraj kaybı oldu?-O bahsettiğimiz tiraj altı ay falan devam etti. Promosyonun çok yaygın olduğu bir dönemdi. Zaten o sürdürebileceğimiz bir tiraj değildi. Üç ayrı matbaada basılıyorduk o zaman. Mümkün değildi zaten devam ettirmek. Biz 2000 yılına 600 bin’lerde girdik. Sonra 2001’de biliyorsunuz Türkiye ekonomik bir kriz yaşadı. Diğer gazeteler ekleri kaldırdılar. Tirajlar bayağı düştü. Biz o krizi malum daha geniş çaplı yaşadık. İhlâs Finans krizi olduğu o dönem tirajımızı biz kendimiz düşürdük. Gazeteyi basacak kâğıdımız yok. Alacaklara temlikler konmuş. Reklamı basıyoruz, gazeteyi satıyoruz ama geliri bize dönmüyor. Alacaklılar alıyor onu. Biz böyle bir durumda her gün kâğıt temin edip basmak durumunda kaldık. Dolayısıyla tirajımız 100 binlere düştü. Tamamen imkânsızlıklardan dolayı. İster istemez yayıncılığınız da rutine döndü. Öyle bir dönemde iyi habercilik yapmak mümkün değildi.-O dönemde Enver Bey yargılandı, beraat etti, Mücahit Bey mahkûm oldu diye hatırlıyorum. Sonra ne oldu o yargı süreci? -Mahkûm olmadı Mücahit Bey. Savcılık soruşturma açtı. Soruşturma sonucunda hatta o ara yurtdışına çıkışları falan yasaklanmıştı. Oradan sizin aklınızda öyle kalmış olabilir. Savcı mütalaası sonrasında dava açmaya gerek görmedi.-Binlerce mağdurun hakkı ödenip bitti mi? -Bitmedi. Kendi içinde yürüyen bir süreç o. Tam bilmiyorum ama 20-25 tane ödeme zorluğuna düşerek el konan banka vardı. Bunlar içinde sadece İhlâs Finans’ın faaliyetleri durduruldu ki banka statüsünde değil finans kurumu olduğu savcının mütalaasında da yer almıştı. Kâr- zarar ortaklığı olduğu için, ödeme zorunluluğu olmadığı halde İhlâs bu borçlara sahip çıktı. O zamandan beri de çok ciddi bir biçimde ödenmeye çalışılıyor.-Ne kadar kaldı?-Çok az bir miktar. Hiçbir zaman bu borçlar inkâr yoluna gidilmedi. Bu borçlar bir kere Enver Abinin bize manevi anlamda yüklediği bir şeydir. Bunlar ödenecek. Sonuna yaklaşıldığını zannediyorum. Bu tabii ki maddi manevi üzerimizde bir yüktür. Bu benim içinde bulunduğum ve sorumlu olduğum bir süreç değil. Ama biliyorum ki ödenmeye devam ediliyor. Hatta şunu söyleyeyim. Enver bey’in vefatından sonra bir şey oluştu. Acaba borçlar ödenmeye devam edecek mi, edilmeyecek mi? Bunun üzerine holding bünyesinde bir vefa kampanyası başlatıldı. Ki kurumun kendi akışı içerisindeki ödeme planı aynen devam ederken, hani bir kararlılık gösterisi için bir kampanya başlatıldı. Çok ciddi anlamda bir destekte gelmeye başladı.-Enteresan. Kimlerden geldi bu destek? -Çalışanlar veya burası ile gönül bağı olup da dışarıda başka işler yapanlardan. Borcun ödenmesi için katkı yaptılar. Şu mesaj verildi. Kesinlikle bu borcun ödenmesinde herhangi bir irade zafiyeti yok.BİRİNCİ HEDEFİM GAZETENİN ETKİNLİĞİNİN ARTMASI-Yeni tiraj beklentinize geçelim. -Elbette her yayın yönetmeninin rüyası da tirajı arttırmaktır. Biz şu anda çok hızlı bir biçimde 200 bin bandının üzerine çıkmayı arzu ediyoruz. Birinci hedefim, gazetenin etkinliğinin artması. Bu da sadece tirajla alakalı bir şey değil.-Konuşuluyor, atıfta bulunuluyor olmasını istiyorsunuz.-Aynen. Bizim şu andaki etkinliğimizle, şu andaki tirajımızı yan yana koyduğunuz zaman mütenasip değil. Bu tirajın hak ettiği bir etkinliğe ulaşmamız gerekiyor. İkincisi, bayi satışının arttırılması bizim için çok önemli.-Orada sıkıntılarınız olabilir. Çünkü abone sisteminde bayi satışları pek artamıyor 43 yıllık bir alışkanlıktan söz ediyoruz.-Aynen. Hem abone sistem ile dağıtayım, hem de çok güçlü bir bayi satışım olsun. Bu olmuyor. Bu da ortada görünürlülüğünüzü olumsuz etkiliyor. Abone sistemini terk etmemiz söz konusu olmaz. Şu andaki yapmaya çalıştığımız şeyler yeni yazarlar, okunacak haberler vesaire ve bunların iyi duyurulması, biraz daha mizanpaj ve logo değişikliğiyle, bu algının güçlenmesi, sonuçta bayi satışını arttıracaktır diye düşünüyoruz.-Bayi satışınız kaç şu anda?-15 bin civarında. Önümüzdeki günlerde tirajımıza gelecek artışın büyük çoğunluğu bayiden gelecek diye düşünüyorum. Bunu muhafaza etmek çok önemli bizim için. O da artık kalitemizin düşmemesine bağlı. Bundan sonra artık bayide satışı da biz göz önüne alarak gazete yapmaya çalışacağız.-İki ihtimal var. Ya hiç gazete okumayanların ilgisini çekeceksiniz ki çok zor. Zaten adam gazete okuma ihtiyacı duymuyorsa, bu ihtiyacı duymaya başladığı an gider Türkiye’yi mi alır, başkasını mı alır? -Aynen.-Veya başka gazetelerden, özellikle aynı kulvardaki muhafazakar gazetelerden okur tırtıklamanız lazım. Bunu nasıl yapabileceğinizi düşünüyorsunuz? -Bu güzel bir soru. Bu kısır döngüden kurtulmak gerekiyor. Çünkü sürekli birbirimizden okuyucu çarpma peşinde olduk. Bu çıkış yolu değil. Bizim hedefimiz şu anda bir başka gazeteyi okuyanlar olamaz. Niye olamaz? Siz mesela muhafazakar gazete dediniz. O zaman o gazeteden okuyucu almak için muhafazakârlık anlamında o gazetenin şu andaki konumundan daha öne geçmelisiniz ki sizi tercih etsin. Bizim böyle bir çizgimiz yok şu anda. Bence asıl çıkış yolu bizim için, okumak isteyip de okumayan kesimden okuyucu katmak. Biz eğer önümüzdeki dönemde gerçekten birazcık yelpazeyi genişleten bir yayıncılık yapabilirsek, gazete okumayı bırakan kesimden önemli bir miktarda okuyucu kazanabiliriz. Çünkü Türkiye’de şu anda toplam okuyucu miktarı 4 milyon bile değildir.-Ve düşüyor maalesef. -Bu rakam 2000’lerdeki rakam bile değil, inanın. Ve bunun içerisinde çok ciddi anlamda takım gazeteleri var. Yani kurumların aldığı. Bizim gibi mütevazı bir gazeteye bile yirmiye yakın takım geliyor. Yani şu anda 4 milyon rakamı, 4 milyon okuyucu anlamına gelmiyor. Peki, Türkiye’deki potansiyel gazete okuyucusu 4 milyon kişi mi? Mümkün değil. O zaman çok ciddi anlamda gazete okuması gerekip de, okumayan bir kesim var. Bence bütün gazeteler birbirimizden okur koparmaktan ziyade buraya yönelmemiz lazım.LOGO DEĞİŞİKLİĞİ NE ANLAMA GELİYOR?-Logo değişikliği neyi ifade ediyor? Harflerin formatı değişince ne oluyor?-Sadece harf karakteri değişikliği her şeyi halletmiyor tabii. Araştırma yaptık okuyucular nezdinde de. Çoğu logo değişmesi gerektiğinden bahsetti.-Ne diyorlar, demode mi buluyorlar?-Hakikaten okuyucuların büyük kısmı bu logo geriye çağrışım yapıyor diyorlar. Ama bu başlı başına bir gerekçe olamaz. Aynı zamanda köklü olmak da bir övünç kaynağı değil mi? Sizin isabetli bir başlangıcınız varsa, aradan kırk yıl geçti diye bunu değiştirmeniz mi gerekir? Dolayısıyla üzerinde çok düşünülmesi gereken bir konu bu. Bizim kendine göre çok ciddi bir gerekçemiz var. Çok yerleşmiş bir algının değişmesi çok zor. Türkiye’nin en kaliteli habercilerini bünyeye katmakla bitmiyor iş. Bu kültür meselesi. Onun için geçmiş üç yılı önemsiyorum ben. İşte o geçmiş üç yılda biz gerçekten haber çıtasını çok yükselttik. Ondan sonra, işte bu yeni yapılan değişikliklerle o üç yıllık gelişimin bir sembolü olarak artık biz o sizin kırk yıldan beri okumaya sürekli alıştığınız, veya okumadığınız gazete değiliz, demek için bu mizanpaj ve logo değişikliğini yaptık.-Rahmetli Hüseyin Hilmi Işık’tan dolayı Işık cemaatinin yayın organı olarak biliniyor Türkiye Gazetesi-Hüseyin Hilmi Işık, rahmetli beyefendi, Enver Ören’in kayınpederi. Aynı zamanda bir toparlayıcı, bir önderlik fonksiyonu da var o dönemde. Ve bu gazetenin başlangıcı, Enver Bey’in başlangıcında böyle bir camia üzerinden başlayan bir hareket bu. Ben 76 yılından bugüne kadar fiilen bu camia içerisindeyim. Hiçbir dönemde o isim telaffuz edilmemiştir ve o kesinlikle şiddetle karşı çıkılmıştır. Bu tamamen dışarıdan yapılan bir yakıştırmadır. Işıkçılar diye bir şey kesinlikle reddedildi. Zaten şu anda öyle bir şey de yok artık. Pek de kullanılmıyor. Tamamen piyasada yazılan kitaplar çerçevesinde onlara uymaya çalışan bir camia.-İhlas Holding, Türkiye de onun bir parçası. Ne ölçüde profesyonelce idare ediliyor, ne ölçüde aile şirketidir? -Türkiye Gazetesi ile başlamış, sonra holdingleşmiş. Tabii ki ta başından, İhlâs Holding’in kuruluşuna kadar aktif olarak önde olan rahmetli Enver Ören Bey. Bu tür kurumlarda güçlü bir liderlikle yürüyen bir şey olduğu için, elbette liderin aile şirketi anlamına gelen etkisi hep olagelmiş. Ama aynı zamanda da kendi içerisinde farklı kişilerin ortaklığında oluşan bir yapı. Elbette Enver Bey büyük oranda ortak. Ama gerisi aile ile ilgisi olmayan kişiler. Daha da önemlisi, Enver Bey’in sağlığında tamamı olmak üzere kurumsallaşmada çok ciddi adımlar atılmış. Bunun en önemli göstergesi, çok uzun yıllar önce halka açıldı İhlâs Holding. Peşinden bizim gazetenin şirketi İhlâs Gazetecilik halka açıldı. Bundan sonra profesyonel yönetim sistemi devreye sokuldu. Aile şirketi anlayışı ile bunu böyle götüremezsiniz. Enver Bey’in vefatından sonra, daha da profesyonelleşme zorunluluğu hissedildi.-Mücahit Bey’in babasının yerine geçmesi, profesyonellik anlayışında nereye oturuyor? Bir manevi lider ihtiyacını mı karşılıyor?- Ortaklık yapısı içerisinde yönetim kurulunun toplanıp böyle karar almaları çok normal. Çünkü ortaklıkların seviyesi zaten bunu gerektiriyor. Artı, o da manevi liderlikten ziyade profesyonel anlamda gereken örgütlenmeyi veya kurumsallaşmayı sağlamaya çalışıyor şu anda.HATA VE HELALLEŞME-Yeni yayın döneminin ilk bomba haberinde vahim bir hata oldu. Özür dilediniz ama bu yeterli mi? Bundan nasıl bir ders çıkardınız? -Ben daha o durumu fark eder etmez elimden geldiği kadar her yerde özrümü dile getirmeye çalıştım. Her ne kadar başlıktaki o hata haberin sıhhati ile ilgili bir şeye dönüştürmek istense de haber doğru. Elbette mazeret değil ama o hengâme içerisinde yapılan hatayı fark edemedik. Daha dikkatli olmamız lazımdı. Bu olay, haberi yapan arkadaşların ne kadar hassas davranması gerektiğini iliklerimize kadar anlamamıza yardımcı oldu.-Ben ertesi günkü haberi de okudum. Mesela “kuruluş çalışmalarında yeralan” ifadesi de bana çok doğru gibi gelmedi. Benim anladığım, kuruluş çalışmasına katılmamışlar. Sadece kurdukları şirketle partinin bazı organizasyonlarını yerine getirmişler. -Öyle değil. Başlangıçta kuruluş çalışmalarına katkıda bulunmuşlar. Daha sonra kurdukları şirketle partinin organizasyonlarını yapmışlar.-Haberde kuruluş çalışmasına nasıl katkıda bulunduğu belirtilmiyor ki-Tabii o kadar büyük ayrıntı yok bizim elimizde. Ama o zaten dokümanlarda olan bir bilgidir. Kendi yazdığımız bir bilgi değil o, savcılıktaki. Önce kuruluşa katkıda bulunmuşlar. Halen de zannediyorum o şirket vasıtasıyla partiyle ilişkiler devam ediyor.-Nimet Baş ve Ayşe Böhürler’in gönlünü alabildiniz mi? -Ayşe Hanım’ın haklı twit’lerini gördüm. Özür dilemekle yetinmeyip ayrıca aradım kendisini. Telefonla görüştük, ayrıca ondan özür diledim. Nimet Hanım ile telefonla görüşmedik ama uzun uzun yazıştık. Her ikisi de benim görüştüğümüz, yakın dostlarım. Çok üzüldüm. Gerçekten onlar böyle bir şeyden zarar görürse çok üzülürüm.-Helalleşildi mi yani? -Elbette. Yoksa taşıyamam ben böyle bir şeyi.

Bu kez Amerikalıları değil Pakistan’ın kuruluşunu izleyeceğiz

$
0
0
İstanbul’da dün başlayan Gelişen Ülkeler Film Festivali seyircilerine alışık olunan festivallerin dışında film seçenekleri sunuyor. Sloganı ‘Çok Uzak Çok Yakın’ olan festivalde Afrika ve Asya’dan 34 filmin yer alacak.Her yıl daha fazla sayıda seyirciye ulaşan Altın Portakal, İstanbul Film Festivali, Altın Koza gibi festivaller sürerken, sinemaseverlerin kaçırmaması tavsiye edilen etkinlikler arasına başka festivaller de ekleniyor. Bunlardan biri de dün başlayan Gelişen Ülkeler Film Festivali. Geçtiğimiz yıl düzenlenen ‘Bilinmeyen Sinemalar Film Festivali’nin devamı niteliğindeki etkinlik süresince D-8 ve Ekonomik İşbirliği Örgütü’ne üye ülkelerde çekilen filmler gösterime girecek. Daha çok Batı ve Uzakdoğu’dan beslenen film festivallerinin aksine İran, Mısır, Pakistan, Endonezya, Kazakistan gibi ülkelerin filmleri meraklılarıyla buluşacak. Birçoğu gerçek hikâyelerden kurgulanan filmler, bu topraklardaki yaşanmışlıkları beyaz perde yoluyla Türkiye’deki izleyicilere aktarıyor.Şah döneminde yaşayan İranlı müzisyenlerin ilk kayıtlarını gerçekleştirmek için Fransa’ya kadar uzanan mücadelesini anlatan ‘Aşkla Vurulmuş’ adlı film, Hindistan’ın bölünmesinin dramatik hikâyesi ve Pakistan’ın kurucusu Muhammed Ali Cinnah’ın hayatını konu alan ‘Cinnah’ ve on altıncı yüzyıla ait bir Kazak halk destanını işleyen ‘İpek Kız’, merak edip yakından tanımadığımız coğrafyalarla ilgili ipuçlarını bize aktaracak filmlerden sadece birkaçı.Festivalin sloganı ise, “Çok yakın, çok uzak”. Birçok açıdan yakın olmamıza rağmen özellikle siyasi nedenlerden dolayı aramıza mesafelerin girdiği bu ülkelerdeki kültür sanat çalışmalarından da habersiziz. Slogan da bu durumdan ilhamla belirlenmiş.Festivalin genel yönetmenliğini üstlenen sinema eleştirmeni İhsan Kabil, bu coğrafyaların dünya sinema sistemindeki işleyişin dışında kalmasının kendilerini böyle bir festival arayışına sürüklediğini söylüyor. “Kendi kültürel havzamıza ve ortak medeniyet algımıza bakarak bu ülkelerin sinemalarından insanlık durumuna dair birikimin öne çıkarılmasının sinema kültürü için önemli bir kazanç olacağını düşündük.” diyen Kabil, genel temanın ortak hafızayı canlandırmak olduğunu belirtiyor.Gelişen Ülkeler Film Festivali’ne benzer film festivalleri Avrupa’da da düzenleniyor. Bunlar arasındakilerin en tanınmışı Nantes Üç Kıta Film Festivali. Afrika, Asya ve Latin Amerika’yı kuşatan bir festival yaklaşımı öne çıkarılıyor. Önümüzdeki yıllarda bu festivalin, kuruluşlara üye ülkeler arasında dönüşerek devam etmesini çok önemli bulan İhsan Kabil, “İşbirlikleri kurulmalı, ortak yapımların önü açılmalı, film marketler oluşturulmalı, dağıtım ve filmlerin televizyon kanallarına taşınması sürecinde kolaylıklar getirilmeli.” diyor.D-8 ülkeleri arasındaki sanat ve spor faaliyetleri artacak(Seyed Ali Mohammad Mousavi / D-8 Genel Sekreteri): Festival ile ülkeler arasındaki ortak payda ve kültürel zenginlikteki farkındalığı artırmayı amaçladıklarını söyleyen D-8 Genel Sekreteri Seyed Ali Mohammad Mousavi, “Umarım bu organizasyon iyi bir başlangıç olur.” temennisinde bulundu. Birliğin aslında ekonomik işbirliğini öngören bir yapılanma olduğunu söyleyen Mousavi, “Film festivali ile 16 yıllık tarihimizde ilk kez kültürel bir işbirliği faaliyeti gerçekleştiriyoruz.” diyor. Film festivali ile yapılan başlangıcın ise başka alanlarda devam etmesi için çalışılıyor. İstanbul Valisi Avni Mutlu’nun üye ülkeler arasında ortak spor faaliyetleri yapmayı önerdiğini söyleyen Mousavi, “Bu öneriyi diğer ülkelere yayacağım. Belki ileride İstanbul’un ev sahipliğinde D-8 ülkelerini kapsayan sportif faaliyetler de gerçekleştirebiliriz.” bilgisini verdi.

Koza’nın altınları

$
0
0
20. Altın Koza Film Festivali dün sona erdi. Peki bir hafta boyunca festivalde neler yaşandı? Festivalde en çok konuşulan konu neydi, hangi oyuncular nasıl tepkiler aldı, ne tür itiraflarda bulundu? Festivalin perde arkası…20. Altın Koza Film Festivali, tarihinin en görkemli açılışıyla başladı. Sinemamızın dört yapraklı yoncası Filiz Akın, Türkan Şoray, Hülya Koçyiğit, Fatma Girik bir o kadar ünlü kavalyeleriyle Adana seyircisinin karşısına çıktı, 100. yaşını kutlamaya hazırlanan Türkiye sinemasına selam durdu. Sonra yerli yabancı filmler gösterildi birer birer. Bir haftada 115 film 450 gösterimle seyirciyle buluştu. Listede yıldızı bol yerli yapımlar da vardı, Cannes Film Festivali’nden sonra Türkiye’de prömiyer yapan filmler de: Coen kardeşlerin ‘Sen Şarkılarını Söyle’si, Asghar Farhadi’nin Geçmiş’i, Amat Escalante’nin Heli’si de… Neredeyse bütün filmlerde salonlar tıklım tıklım doldu, söyleşiler dolu dolu geçti. İşte bir hafta sonunda Altın Koza’dan çıkan ayrıntılar:En mutlu an:Dört yapraklı yoncanın bir araya gelmesi başlı başına bir olay. Bir de onlara Yetkin Dikinciler, Sinan Tuzcu, Halit Ergenç, Yiğit Özşener gibi yeni dönemin gözde oyuncuları eşlik edince Koza mutluluğa boğuldu. Açılıştan önce klasik otomobillerle yapılan tur, kırmızı halı geçişi, seyirciyle buluşulan anlar ‘en mutlu an’lar olarak hafızalara kazındı. İhtişamlı açılış İzzet Günay, Çolpan İlhan’lı onur ödülleri gecesini gölgede bıraktı.En çok konuşulan konu:Festival sansür iddialarıyla başladı. Kulis gazetesinin manşetine göre Kürt yönetmen Kazım Öz’ün filmi ‘Bir Varmış, Bir Yokmuş’ son anda programdan çıkarıldı, yerine M. Kemal Uzun’un Çanakkale: Yolun Sonu alındı. Öz, yaptığı açıklamada seçici kurulun filmini seçtiğini, son anda yarış dışı bırakıldığının kendisine bildirildiğini söyledi. Kulislerde bu konu gündemden düşmedi ama ne yönetmen-oyunculardan bir açıklama geldi, ne de yönetimden.En sıkıcı an:Türkiye prömiyeri yapan filmlerden biriydi, Hadi Baba Gene Yap. Ağabeyini küçük yaşta kazayla öldüren bir çocuğun babasıyla hesaplaşmasını konu edinen uzun planlarla dolu, akmayan bir film… Baba, usta oyuncu Mustafa Avkıran; oğul, Semih Kaplanoğlu’nun Süt’üyle tanıştığımız Melih Selçuk. Film ağır ilerlediği için seyirciyi karabasanlar rahat bırakmadı. Selçuk, hemen her planda sigara yakıp bulutları uzun uzadıya seyre dalınca oflamalar filmin efekti oldu. “Oyuncu yönetiminin ne kadar önemli olduğunu bir daha gördük. Selçuk’u Kaplanoğlu oynatmış.” yorumunu birçok eleştirmenden duyduk.“Söyleşide Kafkas usulü çay tarifi”En kalabalık söyleşi:Yozgat Blues ekibi Koza’ya Tansu Biçer hariç (yeni bir filme başlamış) tam kadro çıkarma yaptı. Gösterimden sonra yapılan söyleşiye hemen hemen bütün seyirci katıldı. Filmde mizahın yeri, neden tek şarkı kullanıldığı vb. konuşuldu, hikâyenin kahramanları üzerinden varoluşsal sorgulamalara gidildi. En son hatırladığım, Ercan Kesal’ın talep üzerine seyirciye Kafkas usulü çay tarifi verdiği… Akılda kalan soru ise şu: Filmde şiir matineleri düzenleyen, radyo programı yapan taşralı bir karakteri canlandıran Nadir Sarıbacak’ı (yine küçük bir rolü alıp büyütüp zihinlere kazıyor) ne zaman başrolde göreceğiz? Hakikaten ne zaman?En radikal film:Yarım Kalan Mucize için ‘radikal’ değil, belki ‘kışkırtıcı’ demek gerekir. Köy enstitülerinin hikâyesini romantize ederek anlatan film, Kemalist ideolojiyi öve öve bitiremiyor. Okula gidenler aydın, geriye kalanlar yardıma muhtaç, cahil… Söyleşide dile getirilen şu yorum, ekibin tarihle, toplum dinamikleriyle ilişkisinin göstergesi: “Köy enstitüleri mucizesi yarım kaldığı için tekkeler, zaviyeler, cemaatler ortaya çıktı.” Toplumsal dönüşüme karşı çıkanların okul basıp Atatürk büstünü parçalaması sizce radikal bir yorum mudur, yoksa kışkırtıcı mı? Film, Altın Portakal’da gösterilseydi, Kemalist portakal teyzelerinden kesin ödül alırdı! Ufak bir stratejik hata.“Benim dört annem var”En ilginç tepki:Antalya’daki portakal teyzeleri gibi yavaş yavaş Koza’nın da teyzeleri oluşuyor. Sayıları az ama seyir alışkanlıkları aynı. Beğendikleri filme methiyeler diziyorlar, gösterim sonrası oyuncuları yakalayıp hatıra fotoğrafı çektiriyorlar. Onların olduğu yerde tuhaflık sohbetler olmaz mı? Mesela yabancı bir filmin gösteriminde 80’ine merdiven dayayan ‘Koza teyzeleri’ festival konuklarının yerine oturmuş, “biz yaşlıyız, kimse bizi yerimizden kaldıramazlar” deyip ayak diriyorlar. Sonrasında koyu bir sohbete dalıyorlar: “Yarınki filmleri de görmek lazım. –Evet, gidelim. –Aaa unuttum, yarın Demet’in (Akalın) konseri var. –Demet’i görmeye gidelim. O kaçmaz. –Önce film, sonra Demet!” Köksüz’ün söyleşisinde bir teyze söz alıp şöyle konuştu: “Markete alışverişe gelmiştim. Film var dediler, izledim. Elinize sağlık, beğendim.”En çalışkan aileler:Malumunuz birçok karı koca oyuncumuz var. Bu yıl iki çiftimizin Koza’nın misafiri farklı bir sinerji oluşturdu. Dolunay Soysert ile Sinan Tuzcu, Yarım Kalan Mucize’de küçük roller de olsa beraber oynadılar. Ercan Kesal Yozgat Blues’un başrolünde, Nazan Kesal Daire’nin… Soysert ile Tuzcu konuk oyuncu oldukları filme destek vermek için Koza’ya geldiler. Nazan Kesal, yeni bir diziye başladığı için eşini yalnız bırakmak zorunda kaldı. Çalışkan ailelerin festivallere ayrı bir sıcaklık kattığı su götürmez bir gerçek.En samimi oyuncu: Cenk Medet Alibeyoğlu. Uğur Yücel’in Soğuk’unda yürek ısıtan bir performans sergilemese de samimi üslubuyla dikkat çekti. Alibeyoğlu aslında oyuncu değil, Kars’ın eski belediye başkanının kardeşi. Söyleşide yaptığı açıklamalarla hakkında farklı şeyler öğrendik: “Dört annem var. Filmi akşam televizyonda izledim, (henüz gösterime girmedi) beğenmedim diyenler oldu. Çekimleri yapalı üç yıl oldu, ancak filmi görmediği için oynadığıma inandıramıyorum.”‘Yılmaz Güney’e selam vermek için film çekilir mi?’Festival’in ulusal uzun metraj bölümünde yarışan 12 filmden 5’i Türkiye prömiyeri yaptı. Yeni filmlerden kısa kısa…Hakkı Kurtuluş ile Melik Saraçoğlu kafa kafaya verip Gözümün Nuru’nu çekti. Filmin senarist ve yönetmenlerinden Saraçoğlu’nun yaşadığı bir olaydan yola çıkılarak çekilen Gözümün Nuru, retina ameliyatı olduktan sonra yüzü koyun 40 gün yatmak zorunda kalan bir yönetmenin hikâyesine eğlenceli bir gözle bakıyor. Saraçoğlu filmin başrolünde.Semir Aslanyürek, Yılmaz Güney’le fotoğraf çektirmek için köyden kalkıp şehre giden iki çocuğun yolculuğu üzerinden bir hikâye anlatıyor. 70’li yılların siyasi mücadelelerine değinen filmin çekilme amacı Güney’e selam durmak. Adana güzellemesiyle dikkat çeken film, özensiz senaryosu, başarısız oyuncu yönetimiyle sınıfı geçemiyor.Atıl İnaç’ın Daire’si festivalin iyilerinden. Kader mevzuunu masaya yatıran filmde Fatih Al, Nazan Kesal başarılı performansıyla dikkat çekiyor.Biket İlhan’ın Yarım Kalan Mucize’nin yapımcısı, senaristi, kurgucusu, başrol oyuncusu aynı isim:Nihan Belgin. Görev paylaşımı bile filmin neden yarım kaldığı hakkında da ipucu verebilir. Üstten perdeden seslenen hikâyeye girmiyoruz bile… Hadi Baba Gene Yap’ta Mustafa Avkıran’ın performansı da Melih Selçuk gibi beklentinin altında kaldı.

Yüksek yüksek tepelerde telefon kulübesi

$
0
0
Bugün büyükşehirlerde bir kenara itilen telefon kulübeleri, taşradaki işlevine devam ediyor. Yalnız yüksek tepelerde konuşlanan telefon kulübesi için kabin aramaya gerek yok, çünkü çep telefonları yalnızca buralarda çekiyor.Elektrik düğmesine dokundu. Kararmak üzere olan havada odanın içi zor da olsa seçiliyordu. Geçip baş köşeye oturduğunda, yanması gereken floresan hâlâ yanmamıştı. Kalkıp bir daha denedi. Bir iki tık daha... Elektriğin gittiğini anlaması pek uzun sürmedi. Perdeyi aralayıp diğer evlere göz gezdirince, diğer evlerden yükselen loş ışıklar dikkatini çekmişti. Sonra ceplerini yokladı. Her daim yanında gezdirdiği telefonu iç cebinden çıkarıp, göz attı. Cihazın zayıflayan şarjı hareketlerinde gözle görülebilecek bir telaşa sevk etmişti onu. Kalın mantosunu sırtına çekip karlı sokaklara çıkıverdi. Köyün yamacına kurulduğu tepeyi gözüne kestirip, koyulaşan havaya aldırış etmeden adımlarını sıklaştırdı.Tepenin üzerinde diline konan kar tanesi erirken, bir sesler yükselir (Telefonda):-Aman Allah'ım! Bugün de sinyal yok. Ne şanssız adamım.-Ne yapacağız?-Burada hiç çekmiyor. Karşı tepeye gidiyorum. -Bekle! Şimdi çekiyor.-Alo!-Alo!Teknoloji kadar konuşmakAnadolu kırsalındaki bu sıradan manzara, şehirliler için bir hayli tuhaf karşılanabilir. Oysa televizyonlarda dönen ve tüm ülke sathını kapsadığına atıfta bulunan reklamlar zihinlere kazınmıştır. Biz zannederiz ki; şehrin tüm tenha köşelerinde, toprağın altındaki bodrum katlarında, sandalla denize açılırken bile peşimizi bırakmaz. Nereye gitsek izimizi süren birilerinin olduğunu hayal ederiz. “Ama kameralardan kaçamadı” sesi yankılanır kulaklarımızda. Şehrin sokakları arasında kaybolmak fikri, ucuz romantiklerin tezgahına düşeli çok olmamıştır. Hayır, biz ancak kendimizi avuturuz. Teknoloji, iletişimsizliğe bir son veremediği gibi, ifrat edildiğinde aradaki mesafeyi uzattı da uzattı. Meselenin özü şu, bilim ve teknik ne kadar ilerilere giderse gitsin, insan tabiatındaki kibir ve benlik hisleriyle gizlenen acizliği yok edemiyor. Buna kudreti yok çünkü. Ve bu gerçek de yeri gelince görünmez bir duvar gibi tüm inadıyla karşımıza dikilip duruyor.Nibar Güneş'in ‘Açık Telefon Kulübesi' adını verdiği çalışması da işte tam bu gerçekle vuruyor sanatseveri. Kalabalık şehirlerin göbeğindeki bu manyetik cehennemden sıyırıp, taşranın engin tepelerine, çiçeğin kırlardan bir çiçek, karın ise dağlardan bir kar olduğu yerlere savuruyor. “Açık Hava Sergisi” isimli çalışması işte o türküsünü söylediğimiz tepeleri başkaca tarif ediyor. Yüksek yüksek tepelerde kurulan evler değil, onlar yerine açık hava kulübesi tarif edilmiş sergide.Bir telefon kadar uzakKalabalık şehirlerin baş sembollerinden biri olan telefon kulübesinin ne işi var orada diye sorarız ilk bakışta. Zira sanatçının nazarı tam bu noktada fark ettiriyor kendini. Türkiye'de hâlâ elektrik, su ve telefon gibi önemli ihtiyaçların ulaşmadığı köylerdeki, onlar için olağan bizim için eziyet denebilecek bir manzarayı tarif ediyor. Cep telefonu vericilerinin ulaşamadığı, kapsama alanı denilen o hayali elin yetişmediği insanların iletişime geçmek için sarf ettikleri çabayı resmediyor. Sanatçı bu toplumcu gerçekçi tabloyu, tüm açıklığıyla açık etmesinin yanı sıra, sinyalin ulaştığı yüksek tepeleri de tıpkı şehirlerdeki telefon kulübelere benzetmiş. Telefon altyapısının yeterli olmadığı veya yıllar önce kesildiği yerlerdeki boşluğu dolduracak yeni teknoloji ise ancak bu kadar hizmet edebiliyor köylülere. New York, İstanbul ve Viyana üçgeninde yaşayan sanatçı Nilbar Güneş kendi köyünü öykülemiş sergisinde. Video ve fotoğraf yerleştirmesinden oluşan çalışma iki ayrı bölümde sanatseverlerin beğenisine sunulmuş. “Açık Telefon Kulübesi” sergisi ilk kez 2011 yılı sonbaharında Frieze Sanat Fuarı'nda gösterildi. İki yıl sonra şu günlerde ise Beşiktaş Rampa Galeri'de meraklılarını kendine çağırıyor. Serginin hikayesi, toplumsal gerçekçi bir hikayeden yola çıkarak birbiri içinde dönen diyaloglarla örgülenmiş. Anadolu'nun kar altındaki sessiz kış aylarıyla birlikte ve pastoral yaşamın en bariz hissedildiği yaz aylarını tasvir ediyor görüntüler. Üç kanallı video yerleştirmesiyle kayıt altına alınan konuşmalar İngilizce altyazı ile Kürtçe monologlar halinde sunulmuş. Projenin merkezinde Bingöl kırsalındaki Alevi-Kürt köyleri ve buradaki doğal yaşam yer alıyor. Hikayenin can alıcı tarafı ise buna benzer birçok köyün aynı kaderi paylaşması. 1970'li yıllarda köyden geçirilen telefon kabloları bugün köye adeta bir dekor olmaktan öteye geçemiyor. Zira 80'li yıllarda bölgede baş gösteren şiddet olayları ve terör yüzünden hasar gören ve işlevsiz hale gelerek kopan telefon hatları bir daha bağlanmamış. Bundan ortaya çıkan ironik duruma da temas eden görsellerde, sağlıklı bir konuşma yapabilmek için sağa sola gitmelere, rüzgara karışan bağırışlara, yarıda kesilen diyaloglardaki hayıflanmalara şahitlik ediyor. Tepe üzerinde dikilen bir çubuğun aslında köylüler arasında telefonun sinyal aldığı bir nokta olduğu ve telefonla konuşmak isteyenlere kolaylık sağlamaya işaret ettiği ise dikkatli seyircilerin çıkarabildiği ayrıntılardan.
Viewing all 3284 articles
Browse latest View live