Quantcast
Channel: ZAMAN-PAZAR
Viewing all 3284 articles
Browse latest View live

Bu sorunun bugün çözümü yok!

$
0
0
İsrail ile Filistinliler arasında barış görüşmeleri önümüzdeki hafta başlayacak. İki ülke arasındaki ilişkileri en iyi bilen isimlerden Oslo Barış Süreci kitabının yazarı Euronews Türkiye Temsilcisi Dr. Bora Bayraktar’la barış umudunu, iki taraf arasındaki son durumu ve bölgeyi konuştuk. Karşımızda yabancı basının temsilcisi olunca Gezi’yi sormamak olmazdı.2010 yılında kesilen İsrail-Filistin arasındaki barış görüşmeleri önümüzdeki hafta yeniden Washington’da başlayacak. Umutlu musunuz?Barış görüşmeleri aslında fiilen ve resmen 2000’de bitti. Ondan sonra birkaç cılız deneme oldu. Amerikalıların pek etkili olmayan girişimleri oldu. Ama ben bu yeni başlayacak görüşmelerin de altının dolu olduğunu düşünmüyorum. Bence boşa çıkacak. Şu andaki mevcut bölgesel ve uluslararası güç dengelerinde bu sorunun adil ve barışçıl bir çözümü yok.Her iki tarafın da iki devletli çözüm isteği var. Peki çözümsüzlüğün temel sebebi nedir? Toprak paylaşımındaki anlaşmazlık mı?İsrail-Filistin sorununun özelliği salt toprak ve kaynak paylaşımı olmaması. Böyle olsaydı çoktan çözülürdü. Bu iki toplumun kimlik savaşı, varoluş savaşı. Birbirine karşı ‘ya hep, ya hiç savaşı’. Bu nedenle toprak paylaşımı ile çözüm mümkün olamıyor. Şöyle bakmak lazım. Taraflar Batı Şeria’dan Gazze’den ya da İsrail’in belirli yerlerinden toprak paylaşımı yapabiliyorlar. Fakat bazı yerler var ki bunun üzerinde tartışma bile yapılamıyor; El Halil gibi, Kudüs gibi.Her iki devletin başkentinin Kudüs olduğu çözümler var. Batısı İsraillilere, doğusu Filistinlilere…İsraillilerin Doğu Kudüs dediği şey Filistinlilerin Doğu Kudüs dediği şeyle aynı değil. İsrailliler bu meseleyi halletmek için Kudüs’ün sınırlarını genişlettiler. Kudüs ile hiç alakası olmayan uzak köyleri Doğu Kudüs diye Filistinlilere kabul ettirme niyetindeler. Filistin tarafı bunu görüyor ve kabul etmiyor. Dolayısıyla ‘iki devletli çözümü’ sözde herkes istiyor. Ama iş realiteye geldiğinde İsrail tam bağımsız bir Filistin devletini kabul etmiyor. Filistinliler de İsrail’in öngördüğü esir bir devleti kabul etmiyor.Filistin Devlet Başkanı Mahmud Abbas (solda) ve İsrail Başbakanı Benjamin Netanyahu.Bir Filistin devletinden İsrail’in anladığı nedir?Bir Filistin devleti olsun fakat sınırlarının güvenliği İsrail’de olsun, hava sahasını İsrail kontrol etsin. Yollarla bölerek bunun egemenlik alanını daraltsın. Yani İsrail tamamen kendi kontrolünde bir Filistin devletini kabul ediyor.Filistinliler mağdur durumdayken El Fetih ve Hamas arasındaki parçalanmanın sebebi nedir?Neticede bir iktidar mücadelesi var. Seçimlerde birbirine rakip partiler bunlar en başta. Gazze, Mısır; Batı Şeria da Ürdün’dür. Dolayısıyla bu ikisinin Osmanlı dönemi hariç siyasi bir birlikteliği hiç olmadı. İdeolojik bir ayrım var. Hamas siyasi İslamı önceliyor; El Fetih laik-milliyetçi ve Batı ile diyaloğa sahip. Türkiye’de kabaca El Fetih için CHP benzetmesi yapılıyor, bu çok hatalı bir benzetme. Eğer İslam açısından ya da Müslümanlık açısından bakarsanız El Fetih’in çok geri kalır tarafı yoktur. Örneğin sözde din adına yapılan intihar saldırılarını Hamas’tan, El Fetih’e kadar hatta Marksist Filistin Halk Kurtuluş Cephesi de yapmıştır. Kudüs konusunda hepsi çok hassastırlar. En önemli ayrılık noktası barış süreci ile ilgili. El Fetih ve FKÖ İsrail’in varlığını 67 sınırları içerisinde tanıyor ve müzakere ediyor. Hamas buna tamamen karşı görünüyor.Türkiye’nin iki tarafı barıştırma niyeti vardı...Türkiye’nin bunun için çok fazla enstrümanı yok. Türkiye’nin söyleminin Hamas’ın yanında olması El Fetih’in pek hoşuna gitmiyor. Çünkü Mahmud Abbas’ın iktidarı, Hamas Batı tarafından ambargolu olduğu için dış desteğe bağlı. Türkiye ise seçimleri kazandığı için Hamas’ın meşru iktidar olduğunu savunuyor. Ankara’nın tutumu Abbas’ı sıkıntıya sokuyor.İsrail bu anlaşmazlıktan memnun şüphesiz...Bu İsrail için bir nimet, çok iyi bir fırsat. İsrail’in tezi şu: Abbas Filistin’in tamamını temsil etmiyor. Gazze’de hükmü geçmiyor. Hamas zaten bir ‘terör örgütü’. Dolayısıyla muhatap olmadığına göre İsrail’in masaya oturmasına gerek yok. Kendi tek taraflı politikasını uygulamaya devam edebiliyor.Türkiye, İsrail ile Filistin görüşmelerinde nerede?Uzakta. Ben 2001 yılında Arafat’la karargahında görüştüğümde sordum bu soruyu. “İlk önce barışın bir numaralı sponsoru Amerika’dır. Sonra Arap Birliği gelir. Ondan sonra Avrupa Birliği gelir. Daha sonra Rusya gelir. BM gelir, dost ülkeler ve Türkiye gelir.” dedi. Arafat’ın algısı Türkiye’yi epey aşağılarda tutuyordu. Bugün baktığınız zaman Türkiye’nin rolü genellikle bu barış süreçlerinde kolaylaştırıcı ülke olarak tanımlanan statüye giriyor. Genel olarak doğrudan bir arabulucu olmasa da Türkiye son dönemde bunu yapmaya çalışıyor. Ankara özellikle El Fetih ve Hamas arasında bir ortak nokta bulunarak İsrail’in “Karşımızda muhatap yok.” sözünü elinden almak için çaba gösteriyor. Sayın Ahmet Davutoğlu bu konuya ağırlık veriyor. Mahmud Abbas’ın önümüzdeki hafta görüşmeler olacağı ile ilgili Başbakan Erdoğan ve Cumhurbaşkanı Gül’ü araması geçmişe göre meseleye daha yakın olduğumuzu da gösteriyor.Mısır’da darbe oldu, Suriye malum, Türkiye seçim sürecine girecek. Bölgedeki mevcut konjonktür ne anlatıyor?Her şey İsrail’in lehine gibi gözüküyor ama şöyle söylemek daha doğru olur bu bir temkinli mutluluk. Çünkü Suriye konusu bir muamma. Esed’den sonra ne olacağı belli değil. O yüzden bilinen zayıflamış bir Esed, İsrail’in kuzey sınırını sessiz tutacak, orada çatışmaya müsaade etmeyecek bir Esed, İsrail için olumlu. Mısır’da Müslüman Kardeşler yerine Amerika ile iyi ilişkiler içerisinde, Mübarek çizgisinde, ordu denetiminde bir Mısır, İsrail için çok iyi bir gelişme. Irak’ta direkt İsrail’i hedef alan bir tehdit yok. Türkiye’de iç gündem daha baskın. Dolayısıyla son 1-2 ayda yaşanan gelişmelerden en kârlı çıkacak ülke İsrail gibi görünüyor, hatta İran diyebiliriz.İran..?İran, Suriye’de bir varoluş savaşı veriyor. Uluslararası toplumun baskısını iyice hissediyor yaptırımlardan dolayı. Fakat son birkaç aydan özellikle Suriye’deki rejimin toparlanması İran’ın da elini çok rahatlattı. İran, bir kere diplomasiyi çok yönlü ve yüzlü oynayan bir devlet.İran, diplomasiyi bizden daha mı iyi biliyor?Evet ya da hayır demek çok toptan bir yaklaşım olur. Tarihten gelen Acem anlayışını ve kültürünü bilmek lazım. Hiçbir zaman yumurtalarını tek sepete koymuyor. Bugün Suriye’de rejimle çok iyi olmakla birlikte rejimin gidebileceğini düşünerek Suriye muhalefetinde acaba kiminle konuşuruz diye araştıran bir ülke. İran için Suriye, oradaki gruplar, hepsi birer dış politika aracı. Yeri geliyor şu an iyice gündemimize giren PYD’yi de bile kullanabiliyor.Yanlı yayınların sebebi ‘fazla açılma boğulursun’ mesajıGezi olaylarında yabancı basın taraflı tutumu sebebiyle çok eleştirildi. Yabancı bir kanalın Türkiye temsilcisi olarak siz nasıl görüyorsunuz? Yaklaşık 20 yıldır dış haberciliğin içinde olunca sair bir olayda BBC ve CNN'in nasıl yayın yaptıklarını tahmin etmek kolay. Ancak CNN'in o günkü yayını hiç normal değildi. Böyle büyük bir olayda saat başına yayına girersiniz bir süre kalırsınız, ondan sonra çıkarsınız ve bir dahaki saat başında tekrar devam edersiniz. Normali budur. CNN bunu yapmadı. Kesintisiz yayında kaldı. CNN'in Amerika'daki merkezinde katıldığım bir toplantıda sahibi Ted Turner, CNN'in Amerikan dış politikası için çok önemli bir araç olduğunu, siyaseti etkilediğini ve bunu nasıl yaptığını şöyle anlatmıştı: ‘Go live, stay with it and make it important' (Canlı yayına gir, orada kal ve önemli hale getir.) Bence Gezi olaylarında da böyle bir abartma yaptılar. Onların abarttığı kadar olmasa da Gezi olaylarının büyük bir olay olduğunu da söylemek lazım. Bazı yerel kanalların çok sessiz durması niyet edilen amaca da hizmet etmedi.Sizce yanlı yayınların sebebi nedir?Benim tezim şu: Türkiye'nin Ortadoğu'da Amerikan politikalarıyla bazı noktalarda ayrıştığı malum. Türkiye'yi kısıtlamak, manevra alanını daraltmak istediler. ‘Fazla açılma boğulursun.' dediler bence.Euronews olarak siz nerede durdunuz?Euronews biliyorsunuz AB'nin resmi kanalı gibi ve çok uluslu bir yapısı var. Oradakiler de CNN'i izleyip ajanslardan gelen haberlerin etkisinde kaldılar. Bana çok fazla talep geldi 20 gün boyunca. Bir örnek vereyim yabancı kaynakların Türk Baharı benzetmesi onları etkilemişti. Böyle bir şey olmadığını Türkiye'nin bir demokrasi geleneği olduğunu, iktidarın ne olursa olsun seçimle değiştiğini, askeri vesayetin geri itildiğini anlattık.Arapça bilmekle Ortadoğu uzmanı olunmazKitabınız aynı zamanda doktora teziniz. Gazetecilik gibi yoğun bir işte doktoraya nasıl vakit buldunuz?Çok zor oldu. Bu arada iki tane de çocuk yetiştirdik. Gittiğim her alana makaleler götürüyordum. Kafada miğfer, üstümde yelek çok makale okumuşumdur. Biriyle röportaj yaptığımda iki tane de tezimle ilgili soru sıkıştırırdım (gülüyor).Türkiye’de yeteri kadar yeterli Ortadoğu uzmanı var mı?Yok ama Türkiye’nin son yıllardaki dış politika açılımları ile beraber bu boşluğun doldurulacağına dair bir umudum var. Yeni yetişen genç arkadaşlar var, bu sevindirici.Yıllarca Arapça bile bilmeyen akademisyen ve uzmanlar Ortadoğu’yu anlattıBu doğru, ancak Ortadoğu uzmanlığı ile ilgili en büyük yanlış anlaşılmalardan biri de bu. Bugün Arapça biliyor diye birçok insan Ortadoğu enstitülerinde çalışmalar yapıyor. Uluslararası ilişkiler bir disiplindir. Ve dili bugün İngilizce’dir. Bu disiplini iyi bilmek gerekir. Kişinin uluslararası ilişkiler perspektifine sahip olması ve analitik düşünebilmesi gerekir. Arapça çok büyük bir artıdır. Kaldı ki Arap gazetelerinde yazılanları birleştirip anlatmak uzmanlık değildir. Önemli olan sizin bakış açınız. Bölgenin tarihini bilmeniz. Bölgedeki aktörlerin dış politik önceliklerini bilmeniz ve buna yönelik değerlendirme yapmanız gerekir.l.kenez@zaman.com.tr

Zor bu işler

$
0
0
Tanıştıkları kimselere ilk başta mesleklerini söyleyemiyorlar, hatta kimse korkmasın diye ‘Hemşireyiz’ dedikleri de oluyor. Onlar kim mi? Kadın otopsi teknikerleri. Hemen söyleyelim, et yiyebiliyorlar.İsmini bile duyduğumuzda tüylerimizi diken diken eden otopsi, bazı insanların günlük hayatının bir parçası. Otopsi, cinayet, intihar ve kazalarda ölümün gerçek nedeninin araştırılması için yapılan zor bir uygulama. Bir erkek için bile oldukça ağır denilebilecek bu işlem, son yıllarda kadınlar tarafından da tercih ediliyor. Normalde kadınların yapabileceği meslekler listesinin en sonlarında yer alan bu branş, hem fıtraten hem de işin doğal yapısı itibarıyla kişileri zorluyor. Kokudan tutun da çalışma saatlerinin düzenli olmayışına kadar birçok durumla mücadele ediyorlar. Ancak en büyük sıkıntıyı yeni tanıştıkları birine mesleklerini söylerken yaşıyorlar. Bunun için kendisini hemşire diye tanıtan da var, görevini adli tıp çalışanı olarak geçiştiren de.Kadın otopsi çalışanları, yapılan işlemlerden erkek meslektaşlarından daha çok etkileniyor. “Otopsiyi tamamlayıp çıkıyorsunuz. Kapının önünde bekleyen insanlar sizin içeride otopsi yaptığınız kişinin belki eşi, çocuğu ya da kardeşi. Onları görünce içerideki ayrıntılar gözünüzün önüne geliyor ve çok üzülüyorsunuz.” diyor 21 yaşındaki Zeynep Demir. Fırat Üniversitesi Sağlık Meslek Yüksek Okulu bünyesinde kurulan otopsi yardımcılığı bölümünü bitiren Demir, 40 kişilik sınıfta sadece dört kişinin mezun olabildiğini söylüyor. Özellikle kokudan dolayı büyük sıkıntı çekildiğini anlatıyor: “Asıl zorluğu mesleğimizi söyleyince yaşıyoruz. Nişanlım bile bu konuda konuşmamı istemiyor. Konu açıldığında da hemen kapattırıyor. Hastanede çekilmiş fotoğraflarıma bile bakmıyor.”‘Ölünün dili oluyoruz’20 yaşındaki Müzeyyen Alkaya ise bu bölümü kendini savunamayacak, anlatamayacak cesedin, adeta dili oldukları için seçtiğini söylüyor: “İntihar süsü verilmiş bir kişinin katilini buluyorsunuz. İlk başlarda çok zorlansam da bunları düşününce kendimi iyi hissediyorum.” Tepkiler nedeniyle ilk tanıştığı insanlara kendisini hemşire olarak tanıttığını dile getiriyor. Ona göre meslek şükür konusunda kendisine çok şey katıyor: “Aslında çok duygusal bir insanım ama dayanmaya çalışıyorum. Bazı vakalar çok etkiliyor. Sabah evden işe diye çıkan biri, trafik kazasında vefat etmişti. Biz otopsi yaparken sürekli telefonu çalıyordu. Ailesi bile öldüğünü bilmezken siz otopsi yapıyorsunuz. Bu durum insanın içini paramparça ediyor. O zaman Allah’ın size verdiklerine şükrediyorsunuz.”Otopsi sonrası bütün hemcinsleri gibi evlerine gittiklerinde yemek ya da temizlik yapan bu kadınlar daha birkaç saat önce yaşadıklarını unutmaya çalışıyor. Malatya’da iki yıldır otopsi teknikerliği yapan Şifaan Demir de, bu süre içinde 3 bine yakın vakayla ilgilenmiş. Üniversite tercihlerinde yazmasına rağmen bu bölümün çıkacağını hiç düşünmemiş. Kazandığını duyduğundaysa okula başlamak için çok tereddüt etmiş Annesi ‘başka bölüm mü yok, yapamazsın, kaldıramazsın’ demiş. Çevresinden birçok kişi de ‘hastalık kaparsın, zorlanırsın’ uyarısında bulunmuş. Ancak babası destek olup yapması konusunda onu teşvik edince otopsi yardımcılığı bölümüne başlamış. Mezun olur olmaz da işe başlayan Demir, acil yapılması gereken vakalarda gece yarısı görevinin başında oluyor. İlk zamanlar her ceset karşısında sarsıldığını ve görüntülerin günlerce aklından çıkmadığını söyleyen Demir, “Çok farklı bir duygu. Otopsi masasında yatan kişinin iki saat önce konuşan biri olduğunu düşününce kötü oluyorsunuz. İster istemez zamanla bu hassasiyetler körleşiyor ve siz de normal bakmaya başlıyorsunuz. Zira bu durumu başka türlü kaldırmanın imkânı yok.” diyor.Çevresindeki herkesin kendine et yiyip yiyemediğini sorduğunu anlatan otopsi teknikeri, hiçbir zorluk çekmeden et tüketebildiğini söylüyor. Fakat çalışma saatlerinin esnekliğinden şikayet ediyor Demir: “Otopside bulunmak çok zor bir iş. Kokuya dayanmanın yanı sıra güç isteyen bir meslek. Evli olsaydım sıkıntı olurdu bu durum herhalde. Gecesi gündüzü yok, ev düzeni yok... Açıkçası bu işi hemcinslerime önermem. Başka bir alternatifleri varsa kesinlikle onu değerlendirsinler.” diyor.Fırat Üniversitesi Tıp Fakültesi Adli Tıp Anabilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Mehmet Tokdemir, sanılanın aksine bu alanda çok sayıda kadının çalıştığını söylüyor. Tokdemir, 2008 yılında Fırat Üniversitesi Sağlık Meslek Yüksek Okulu bünyesinde kurulan otopsi yardımcılığı bölümüne başvuran öğrencilerin yüzde 80’inin kızlardan oluştuğunu vurguluyor. Otopsi teknisyenlerinin cesedin taşınmasından hekimin verdiği ölçüde vücudun açılıp kapanmasına kadar birçok noktada görev aldığını belirtiyor. Otopsiyi aynı anda birçok ameliyatın yapıldığı çok büyük bir operasyon olarak tanımlıyor: “Daha önce bu alanda eleman eksikliği olduğu için savcı şoföründen ya da hademeden yardım alınıyordu. Bu alanda artık çok daha profesyonel insan var. Kız öğrencilerimiz gayet azimli ve çalışkan. Genelde bilinçli seçerek geliyorlar. Ama yaptığımız iş cidden çok zor. Kokuyla baş etmek neredeyse imkânsız. Çünkü kokuyu önleyebilecek hiçbir yok. Özellikle otopsi salonuna girip çıkarsanız koku dayanılmaz oluyor. Birçok kişi kokuyu aldığında kusuyor.” Kaza ya da terör olaylarında günde 18-19 vakayla ilgilenmek zorunda kaldıklarını anlatan Tokdemir, işlerinin bulaşıcı hastalıklar açısından büyük bir risk taşıdığını dile getiriyor.n.celen@zaman.com.tr

Haftanın albümleri

$
0
0
Yansımalar’dan mektup var: Yansımalar, ülkemizdeki en nadide müzik gruplarından biri. Çekirdek kadrosunu Neyzen Aziz Şenol Filiz ve Tanburi Birol Yayla’nın oluşturduğu topluluk, Mektup isimli yeni çalışmalarını Kalan Müzik etiketiyle yayınladı.Yansımalar’a, Türk müziği ile enstrümantal müziğin ülkemizde yeniden gündeme gelmesinde en çok katkısı bulunan müzik grubu dersek hata etmiş olmayız. Gelenekten aldıkları ilhamı bugünün tınılarıyla harmanlayıp geleceğe taşıma gayretinde olan grup, 1991’de yayınladıkları ilk albümlerinden bu yana sayısız konser ve televizyon programına imza attı. Ayrıca yaptıkları besteler birçok görüntüye fon müziği olarak eşlik etti. Günümüzün karmaşasına karşın insanlara birazcık sadelik ve huzur sunmak isteyen Yansımalar’ın son çalışması Mektup da dingin bir albüm. Topluluğun yaklaşık 22 yıllık serüveninin damıtılmış bir yansıması olan Mektup, farklı müzikal altyapılarla bizi huzur dolu bir seyahate çıkarıyor. Sanatçılar bizim için yine incilikle işlenmiş, arşivlik bir albüm hazırlamış. Mektup’un Ramazan’da gelmesi de ayrı bir güzellik oldu. Zira Yansımalar, dinleyene her zaman bir tefekkür kapısı açıyor.Ümit Coşkun’dan Peygamber’imizin duasıÜmit Coşkun, uzun yıllardır TRT’de ses sanatçısı olarak görev yapıyor. Türk Sanat Müziği meraklıları onun sesini bir televizyon programında mutlaka duymuştur. Sanatçı, senelerin müzik birikimini 11 eserden oluşan ‘Peygamberimin Duası’ isimli albümde bir araya getirdi. Tasavvuf müziğini kendi yazdığı söz ve yaptığı bestelerle günümüz müzik altyapılarıyla süsleyen sanatçı, albümde dinimizin tüm güzelliklerini ve içinden gelen bu yoğun duyguyu notalara dökmüş. Ümit Coşkun’un çalışması içinde birçok ilkleri barındırıyor. Bu albümde ilk kez bir Hadis-i Şerif’in bestelendiğini görüyoruz. İlk ezanı okuyan büyük sahabe Hz. Brıilal-i Habeşi’yi metheden, çocuklara imanın şartlarını anlatan besteler de albümde yer alıyor. Ayrıca Pergamber Efendimiz Hz. Muhammed’in bebekliğini anlatan Nur Bebek isimli bir çalışma ile beş vakit namazı anlatan bir beste de bu albümde. Ümit Coşkun’un çalışması hem yetişkinler hem de çocuklar için rehber niteliğinde bir çalışma. Ayrıca müzikal yönü de oldukça kaliteli.Eşref Ziya ve Sinan Yağmur, Aşkın Gözyaşları’nda buluştuMüzisyen Eşref Ziya ve yazar Sinan Yağmur bir çalışma yaparak Aşkın Gözyaşları isimli bir albümle karşımıza çıktı. Müzikseverler Eşref Ziya’yı yaklaşık 25 yıldır seslendirdiği ezgi ve ilahi türündeki eserlerle tanıyor. Sinan Yağmur ise özellikle Hz. Mevlânâ ve Şems-i Tebrizi ile ilgili yazdığı ve çok okunan romanlarıyla biliniyor. Aşkın Gözyaşları’nda, Sinan Yağmur’un yazdığı şiirlere, Eşref Ziya sesiyle eşlik ediyor. Altı eserin yer aldığı albümde bütün sözler Sinan Yağmur’a ait. Üç esere Eşref Ziya güçlü yorumuyla renk katıyor. Mesut Burak ise çalışmada üç eserin bestesini hazırlamış. Stüdyo Mavi’de hazırlanan albüm hafta başından itibaren müzik marketlerde yerini aldı. Marmara Müzik etiketiyle yayınlanan Aşkın Gözyaşları, uzun süredir bu türden bir çalışma bekleyenler için özel bir albüm. Özellikle artık çok sık albüm yapmayan Eşref Ziya’nın sesini yeni eserlerde duymak isteyen müzikseverler içinde bir hediye niteliğinde.a.pektas@zaman.com.tr

Kadınlar, kamusal alanda da başörtüsünü kullanabilmeli

$
0
0
Geçtiğimiz haftalarda 57 başı açık kadın başörtüsünün serbest olması için bir bildiri imzaladı. Bildiriye destek verenler arasında Sebahat Tuncel de vardı. BDP’li vekille başörtülülere verdiği desteği ve kendisi hakkındaki eleştirileri konuştuk.Gazetecilerin ve akademisyenlerin başörtüsü özgürlüğü için düzenlediği kampanyaya destek verdiniz. Nasıl dâhil oldunuz projeye?Gezi Parkı direnişi sonrasında başörtülü bir kadının şiddete maruz kalması Türkiye’de aslında bu meseleyi tekrar gündeme getirdi ve laik, antilaik tartışmalar kutuplaşma ve kutuplaşmanın mağdurunun kadınlar oluşu söz konusu. Bir grup kadın, aslında biz buradan pozitif başka bir şey çıkarabiliriz yani bunu kutuplaştıran, derinleştiren, buradan kadınları inançlarına göre ayıran yaklaşımdan değil de aslında bunları birleştiren bir yerden bakabiliriz. Başı açık kadınlar başörtüsünü savunursak gerçek demokrasi burada ortaya çıkacaktır. Kadınların kamusal alanda da başörtüsünü kullanabilmeleri gerekiyor.BDP ve özellikle BDP’li kadın milletvekilleri başörtüsü konusunda sessiz kaldıkları için çok eleştiriliyordu.Aslında biz bu konularda daha önce çok inisiyatif aldık. Tabii medyanın yaklaşımı daha çok Kürt sorunuyla ilgili, Kürt sorununa dair sözlerimizi o da toplumda daha sert gözüken sözlerimizi yansıtıyor.Peki ilk seçimlerde BDP başörtülü bir aday çıkarır mı?Olabilir. Hatta geçen dönem tartışıldı, bizim aramızda da başörtülü bir milletvekili adayı olabilir mi diye. Yerel yönetimden de böyle bir başvuru olduğunda neden olmasın. Kadınlar sadece BDP’ye değil bütün siyasi partilere başvuru yaparak, yönetimlerde yer almak konusunda istekli olmalıdır.Özellikle Doğu ve Güneydoğu vilayetlerindeki Kürtler dindarlıklarıyla biliniyor. BDP’nin imajı ise daha seküler. BDP bu konuda tabanına ters bir duruş sergilemiyor mu? Biz BDP olarak daha seküler bir yerde duruyoruz ama bizim yapımızda Alevi var, Hıristiyan var, Sünni var, dindarlar var. Daha karma. Birbirine temas ediyorsun ve anlıyorsun. Birbirini daha iyi anlamak adına önemli. Sonuçta bizim yapımız gerçekten önemli bir kesimi dindarlardan oluşuyor. Bu bizim açımızdan önemli bir konu, bunu siyasete alet etmemek önemli. Dindarlık dinciliğe evrildiğinde ya da iktidarlaştığında başka bir şeye dönüşüyor. Bu din meselesi yeniden yeni bir demokratik yaklaşımla ele alınması gereken bir durum. Türkiye’de sol uzun süre bu meselede sınıfta kaldı. Seküler olmak insanların inancını yok saymayı, onları görmezden gelmeyi gerektirmez. Dindar olanların hepsi sağcı olacak diye bir şey yok. Mesela biz kendimizi sol kitle partisi olarak tanımlıyoruz ve insanlar kendisini burada ifade ediyor.Sınır dışına kaç kişinin çıktığı değil, irade önemliÇözüm sürecinde olmamıza rağmen PKK’ya katılımın arttığına dair somut veriler var.Bu zaten şu anki bir durum değil. Son birkaç yıldır genel itibarıyla gerillaya bir katılım oluyor. Bunu biz de tartışıyoruz. Neden acaba çözüm tartışması olurken gençler katılıyor diye, aileleriyle de sohbet ediyoruz. Mesela üniversiteden giden var, liseden giden var. Cezaevinden çıkıp, işçi gidenler var... Şöyle bir şey görüyorsunuz. Özellikle ikinci aşamada devletin herhangi bir adım atmamış olması çözüm konusunda herhangi bir irade göstermemesi bugüne kadar yaşananları da düşününce bir güvensizliği getiriyor. Gençler henüz bu çözüm sürecinin mümkün olacağına inanmıyor. Bu en temel sorunlardan. Devlet bundan rahatsızsa ‘bizim somut adım atmamız lazım, gidişleri değil gelişleri hızlandırıcı adımları atmamız lazım’ demeli.Sadece devlet mi, BDP’nin yerine getireceği ödevler yok mu?21 Mart Diyarbakır Nevruz’unda Sayın Abdullah Öcalan’ın bütün dünya kamuoyuna duyurduğu manifestoda çok önemli bir şey vardı: Kürt hareketi biz bundan sonra hedefimize demokratik siyasetle ulaşacağız. Bundan sonra ideolojik zihinsel bir mücadeleyle demokratik siyaseti geliştireceğiz yaklaşımıyla milyonların şahitliğinde bütün kamuoyuna duyurdu. PKK, KCK ne dersek diyelim kendi üzerine düşen sorumlulukları yerine getirdi. KCK güçlerini 8 Mayıs’tan itibaren sınır dışına çekiyor.Planlanan sayıda PKK’lı sınır dışına çıkmadı!İnsanlar yürüyerek gidiyor. Burada önemli olan ne kadarının çıktığı değil, bu iradenin gösterilmesi. O günden bugüne çatışma olmaması, gerilla-asker kayıplarının olmaması.Çözüm sürecinde benimle ilgili algı da düzelir artıkHiç asker cenazesine katıldınız mı yahut aileleriyle tanışma imkânınız oldu mu?Bir-iki taziyeye katıldım. Ama daha çok Kürt askerleriydi. Şöyle bir şey de var. Ben bunun üzerinden siyaset yapılmasına çok karşıyım. Asıl samimiyet bu savaşın durması için mücadele etmek. Gençlerin ölmemesi için mücadele etmek. Sizinle ilgili genelde çok sert göründüğünüze dair bir algı var. Bu konuda eleştiri alıyor musunuz?Aslında ben de bilmiyorum. Tabii medya sürekli benim kavga eden halimi veriyor. Öfkeli anlarda yaptığımız açıklamaları veriyor. Birebir insanlarla temas etme imkânımız olmuyor. Hatta ben cezaevinden çıktığım, ilk milletvekili olduğum dönemlerde bir toplantıya katılmıştım. Birisi ‘Aa dedi, siz gülüyormuşsunuz.’ dedi (gülüyor). Ben de insanım yani hem gülerim hem ağlarım. Aslında çok duygusal birisiyim, bu duygusallığım nedeniyle hep eleştirilirim. Ama yansıma tabii başka. Normalleşme sürecinde artık o da düzelir (gülüyor). Cezaevinden çıkmış terörist algısı, tırnak içerisinde söylüyorum. Bir de BDP’lilerin yaklaşımlarıyla, sağcıların yaklaşımı farklı tabii. Birisi görse sarılıyor, resim çektirelim diyor. Bir diğeri öldüreyim diyor (gülüyor).Evli değilsiniz. Hiç düşünmediniz mi peki?Çok özel sorular sormaya başladınız (gülüyor). Yani özel bir neden yok. O konulara girmeyelim. Baktığımız noktayla alâkalı kadın özgürlük mücadelesiyle birlikte yeni bir toplum, yeni bir yaşam söz konusu. Sadece senin değişmiş olman yetmiyor. Gerçekten toplumsal bir değişim, dönüşüm içerisinde olaya bakmak bence daha önemli. Dolayısıyla çok tartışmalı konular bunlar. Soruna nasıl cevap vermedim! (gülüyor)s.okcu@zaman.com.tr

Hava parası dediğin…

$
0
0
“Bizim havaya saçacak paramız yok!”. Küçüklükten beri istediğimiz her lüzumsuz şeyde annelerimizin bu cevabı tokat gibi inerdi suratımıza.Lakin bazıları için durum farklı. ABD'nin Denver kentinde bir otel, müşterilerine havada asılı şişme bir odada konaklama imkânı sunuyor. Üstelik bu hizmet sudan ucuz (!). Geceliği yalnızca 50 bin dolarcık (96 bin 250 TL). Bir sanat etkinliği çerçevesinde vinçle 6 buçuk metre yükseğe asılan küçük otel odasına öyle herkes alınmıyor. Kilo sınırlaması bulunan ve sigara içmenin yasak olduğu odada bir tuvalet, duş, lavabo, şişme yatak ve kanepe mevcut. Mimar Alex Schweder tarafından Amerika Bienali için tasarlanan odanın işletmeciliğini Curtis Otel üstlendi. Hava parası bu olsa gerek! Dolly'ye kardeş geliyorKoyun Dolly'yi 16 yıl önce klonlayarak bilim dünyasında büyük yankı uyandıran İngiliz bilim adamı Sir Ian Walmut, bu işin peşini bırakacak gibi değil. Zira kendisi bu kez de Sibirya'da bulunan donmuş mamut kalıntılarını kullanarak mamutları klonlamanın peşinde. The Conversion dergisinde yazan Walmut, modern teknolojinin mamut klonlamaya elverişli olduğunu ancak çok sayıda teknik zorluk bulunduğunu söyledi. Walmut'a göre mamutları klonlamak için DNA'sı bozulmamış mamut hücreleri gerekiyor ancak mamutların DNA'larını koruyan buzullar hızla eriyor. Ayrıca Asya fili gibi mamutun yakın akrabası olan türlerden binlerce yumurta elde etmek gerekiyor. Walmut'a göre mamut klonlamak için gerekli olan teknoloji 50 yıl içinde ancak hazır olacak. O zamana dek kim öle, kim kala?Pisikopat kedilerSokaklarda kedi kovalayan köpeklere alışkınız. Ancak şu sıralar Fransa'da bunun tam tersi yaşanıyor. Sokakta köpeğini gezdiren bir kadın, kedilerin saldırısına uğradı. Vahşi kediler hem köpeği hem de sahibini fena halde yaraladı. Uzmanlara göre sıcak hava, kedilerin psikolojisini bozdu.

Cengiz Topel Havalimanı'na go-kart pisti yapılacak!

$
0
0
MHP Kocaeli Milletvekili Lütfü Türkkan, yaklaşık 1,5 yıl önce açılışı gerçekleşen ancak yolcu azlığı nedeniyle atıl durumda bulunan Cengiz Topel Havalimanı'na, go-kart pisti yapılacağını iddia etti.MHP'li vekil, havalimanında görüştüğü yetkililerin bu yönde bilgi verdiğini söylüyor. Havalimanından ilk uçuş, Kasım 2011'de Trabzon'a gerçekleşmişti. Ancak yolcu sayısı istenildiği düzeye ulaşmayınca nisanda uçuşlar durduruldu ve bir daha yapılmadı. Devlet Hava Meydanları İşletmesi (DHMİ) Genel Müdürü Orhan Birdal ise havayolu ulaşımında serbestleşme ve kamu-özel işbirliğiyle gelirlerin artırılması amacıyla Dalaman, Milas-Bodrum, Samsun-Çarşamba ve Nevşehir-Kapadokya havalimanlarının, ‘kirala-devret' modeli ile işletme hakkı devirleri için bu yıl bitmeden ihaleye çıkma kararı aldıklarını açıkladı. DHMİ'nin sorumluluğundaki 50 havalimanının dördü kiralama olmak üzere toplam 11'inde özel sektör terminal işletmesi olduğunu dile getiren Birdal, kiralanacak dört havalimanı dışındakileri de, özel sektörden talep gelmesi halinde değerlendirebileceklerini ve bu konuda ‘kanunen kiralama yetkilerinin' bulunduğunu dile getirdi.Atlasjet'in hostesleri işbaşı yaptıAtlasjet Havayolları'nın, havacılık sektörüne pilot ve kabin memuru (hostes) yetiştirmek üzere kurduğu Atlantik Uçuş Akademisi, ilk pilot adaylarının ardından hostes adaylarını da mezun etti. Eğitimlerini başarı ile tamamlayan 21 hostes, Atlasjet'te işe başladı. Yüzde 100 iş garantili eğitim sunan Atlantik Uçuş Akademisi'nden mezun tüm uçuş ekibi adayları, şirket içi eğitimlerin ardından Atlasjet'te göreve başlıyor. Uçuş Akademisi'nin geçen ay mezun verdiği 10 pilot adayı da, kabin memurları gibi şirkette ikinci pilot olarak göreve başlayacak. AFA'daki kabin memuru eğitimlerine başvuracak adaylarda, TC vatandaşlığı, 19-30 yaş, en az lise veya dengi okul mezunu (üniversite tercih sebebi), iyi derecede İngilizce, uçuşa engel fiziki bir rahatsızlığı bulunmama, en az 1,65 cm boy ve boy-kilo arasında orantı şartı aranıyor.CIP salonu Anadolujet yolcularına paralı!Türk Hava Yolları'nın (THY) alt markası Anadolujet'in yolcuları, THY'nin CIP salonlarından belli bir ücret ödeyerek yararlanabilecek. THY'nin müşteri sadakat programı Classic Plus, Elite ve Elite Plus üyeleri, Anadolujet ile gerçekleştirdikleri İstanbul Atatürk Havalimanı dışındaki uçuşlarında CIP salonundan faydalanmak için ekstra ödeme yapacak. Buna göre, yetişkin yolcular 50 TL, çocuk yolcular 25 TL ödeyerek uçuş öncesi CIP salonlarını kullanabilecek.

Uçağın iniş takımlarında seyahat mümkün mü?

$
0
0
Yurtdışına gitmek isteyip de pasaport ve vizesi bulunmayanlar, çareyi uçakların kargo ve iniş takımlarının bulunduğu bölüme gizlenerek kaçmakta arıyor. Ancak bu seyahatler çoğu zaman ölümle sonuçlanıyor. Kız arkadaşının yanına gitmek uçağın iniş takımlarına gizlenen Hikmet Kömür’ün kaçış macerası gibi.İstatistiklere göre, en güvenli ulaşım aracı uçaklar. BBC'nin, Güvenli Ulaşım Araştırması da bu tezi kuvvetlendiriyor. Araştırmaya göre, 2011'de ticari uçuşlardaki toplam 2,84 milyar yolcunun sadece 373'ü, kazada hayatını kaybetti. Yani uçakla seyahatlerde ölme riski 7,6 milyonda bir olarak gösteriliyor. Ancak istatistiklerin bize vereceği cesarete rağmen emniyetli bir uçuş için uymamız gereken kuralları unutmamak gerekiyor. Aksi takdirde, uçuşumuz hem kendimiz hem de diğer yolcular açısından son derece tehlikeli hale dönüşebilir.Son teknoloji ile donatılan uçaklar, yolculara emniyetli ve konforlu bir seyahat imkânı sunuyor. Ancak bu konfor ve emniyet, kaçak yolcular için söz konusu değil. Çeşitli nedenlerle yurtdışına gitmek isteyip de pasaport ve vizesi bulunmayanlar, çareyi yasa dışı yollarla uçakların kargo ve iniş takımlarının bulunduğu bölüme gizlenerek kaçmakta arıyor. Tüm güvenlik önlemlerini atlatarak uçağa gizlenen kişilerin seyahatleri ise ne yazık ki çoğu zaman ölümle sonuçlanıyor. Tıpkı, kız arkadaşının yanına gitmek amacıyla geçen ay İngiliz havayolu şirketi British Airways uçağının iniş takımlarına gizlenen Hikmet Kömür'ün (32) kaçış macerası gibi.Grafiker Hikmet Kömür, internetten tanıştığı kız arkadaşı evli ve 2 çocuk annesi Portekiz asıllı İngiliz Lusi M.'nin yanına gidebilmek amacıyla bir süre önce vize müracaatında bulundu. Vize alamayan Kömür, daha sonra uçakla kaçış için plan hazırladı. İşbirlikçilerinin yardımıyla da İstanbul Atatürk Havalimanı'nda Londra uçuşuna hazırlanan British Airways uçağının iniş takımlarına gizlenmeyi başardı. Ancak kız arkadaşının yanına gitme hayali kuran Kömür'ün seyahati, saklandığı uçağın iniş takımlarında hayatını kaybetmesi ile sonuçlandı.Hayatta kalan pek olmuyorDünya genelinde yaşanan benzer hadiselerin hemen hepsinde iniş takımlarına gizlenen kaçak yolcular, oksijen azlığı, -70 dereceyi bulan soğuk veya kalkış sonrası katlanan tekerleklerin ezmesi sonucu hayatını kaybediyor. Kabindeki gibi basınçlandırma sistemi olmayan iniş takımlarının bulunduğu bölgede, özellikle dondurucu soğuğa dayanmak mümkün değil. Nispeten daha az soğuk kargo bölümünde seyahat eden kaçak yolcular ise iniş takımlarına gizlenenlerden daha şanslı olabiliyor. Kargoda saklanan kaçak yolcular, daha sonra ciddi sağlık sorunları yaşasa da, hayatta kalmayı başarabiliyor. Ancak çok sıkı denetlenen kargo bölümüne gizlenmek zor olduğundan, kaçak yolcular iniş takımlarına saklanmayı tercih ediyor. Daha önce de söylediğimiz gibi bu tercih ne yazık ki, ölümle sonuçlanıyor.Üç Türk yolcu daha öldüHikmet Kömür gibi, daha önce uçağın iniş takımlarının bulunduğu bölüme saklanarak kaçmaya çalışan üç Türk vatandaşı da hayatını kaybetti. 25 Ocak 2000'de yaşanan ilk olayda, Amerikan Northwest Havayolları'nın DC10 tipi uçağının iniş takımı yuvasına gizlenerek Amsterdam'dan New Jersey'e gitmeye çalışan Rıza Karadağ (38), Newark Havalimanı'ndaki kontroller sırasında ölü bulundu. 27 Ocak 2003'te yaşanan diğer olayda, Paris'ten Şanghay'a kaçak yolla gitmek isteyen Onur Özüyaman ile Ramazan Karaçoban da, Air France uçağının iniş takımında donarak hayatını kaybetti.Kaçak yolcularyakayı ele veriyorYurtdışına sahte pasaportla kaçmaya çalışanlar ise havalimanındaki uçuş öncesi uygulanan denetimlerde yakayı ele veriyor. Kaçak pasaport taşıyan kişiler, check-in (bilet-bagaj işlemi) sırasında kontuardaki görevliler tarafından tespit edilemezse, daha çok pasaport polisinden geçişleri sırasında yakalanıyor. Polisin fark etmediği kaçak pasaportlu kişiler, bazen de, uçağa binişte son kontrolün yapıldığı boarding sırasında yakalanıyor. Ele geçen kişiler, polis tarafından gözaltına alınarak haklarında yasal işlem yapılıyor. Hiçbir görevlinin fark etmediği sahte pasaportlu kaçak yolcular, gittikleri ülkeye girişlerinde yakalandıklarında ise geldikleri uçakla ülkelerine geri gönderiliyor. m.gun@zaman.com.tr

300 yıllık kalaycı dili can çekişiyor

$
0
0
Mardin’de kalaycı ve bakırcı ustaların 300 yıldır kendi aralarında anlaşmalarını sağlayan ‘kalaycı dili’ni günümüzde 8 kişi konuşabiliyor.Türkçe, Kürtçe, Arapça, Süryanice, Ermenice, Aramice, Toranice gibi 7 farklı dilin konuşulduğu Mardin’de 300 yıldır Ermeni, Süryani ve Müslüman kalaycı ve bakırcı ustaların kendi aralarında konuştuğu ‘kalaycılık dili’ de yaşıyor. Ancak kalaycı ve bakırcı ustalarının kendi aralarında iletişim kurmak için konuştuğu dilin bir alfabesi bulunmuyor. 70 yıldır unutulmaya yüz tutmuş olan kalaycılık dilini Mardin’de sadece 8 bakırcı ve kalaycı ustası konuşabiliyor. Teknolojinin ilerlemesi ile birlikte kaybolmaya yüz tutan el sanatları gibi bu dil de yavaş yavaş unutuluyor.Mardin’de 8 dil konuşuluyorMardin Kültür ve Turizm Derneği Başkan Yardımcısı Mehmet Fidan, Mardin’de 300 yıldır Müslüman, Süryani ve Ermeni kalaycı ve bakırcı ustaları tarafından konuşulan kalaycılık dilini tespit ettiklerini söylüyor. Kalaycılık dilinin mesleki bir dil olduğunu belirten Mardin Kültür ve Turizm Derneği Başkan Yardımcısı Mehmet Fidan, şu bilgileri veriyor: “30 medeniyetin izlerini taşıyan Mardin’de 7 dil konuşulmaktadır. 70 yıldır konuşulmayan kalaycılık dili ile birlikte Mardin’de toplam 8 dil konuşulduğunu ortaya çıkardık. Şu ana kadar kalaycılık dilini sadece eski kalaycı ustalarından 8 kişi konuşabiliyor. Dünya üzerinde 6 bin farklı dil konuşulduğu söyleniyor. Türkiye’de ise şu ana kadar 36 farklı dil konuşulduğu tespit edildi. Türkiye’de en fazla dilin konuşulduğu şehirler arasında Mardin birinci sırada yer alıyor.”3 topluluğun ortak diliMardin’de en eski mesleklerden birinin bakırcılık ve kalaycılık olduğunu kaydeden Fidan, Müslüman ve Hıristiyan sanatkârların mesleklerini icra ederken üçüncü şahısların anlamayacağı bir dil geliştirdiklerini anlatıyor. Kalaycılık dili denilen bu konuşma dilinin usta çırak ilişkisiyle nesilden nesile geçtiğini kaydeden Fidan, “Kalaycılık dili, hem müşterinin hem de ilgisi olmayan kişilerin konuşulanları anlamamasını sağlarken mesleki disiplini de elden kaçırmamak şartı ile kendi aralarında anlaşmalarına imkan tanımaktadır. Bu dil Müslüman, Süryani ve Ermeni ustaların kullandığı ortak bir dildir.” diyor.Mardin’de halen 8 eski usta bu dili konuşuyor. Aralarında en genci olan 40 yaşındaki kalaycı ve bakırcı ustası Tacettin Toparlı, bu dili 10 yaşında bakırcılar çarşısında farklı ustaların yanında çalışırken öğrenmiş. 30 yıl öncesine kadar Mardin’de 100 ustanın çalıştığı ve ekmeğini kazandığı bakırcılar çarşısında bugün sadece 5-6 dükkân kalmış.Mardin’de en eski kalaycı ustası olarak bilinen ve 75 yıl boyunca bu mesleği devam ettiren 90 yaşındaki Eyüp Fidan, 15 yaşında bu mesleğe başladığını hem Müslüman hem de Hıristiyan ustaların yanında çalışarak öğrendiğini söylüyor: “Anadilimiz gibi kalaycılık dilini konuşuyorduk. Ama şimdi bu meslek teknolojiye yenik düştüğü için bu dil de yavaş yavaş tarihe karıştı. Bu dil bir kültür, tarihtir ve yaşatılması gerek.”Ayanoğlu: Bu kültür yok olmasınBu dilin yaşayabilmesi ve mesleğin sürdürülmesi için yetkililerden bu mesleğin ve dilin üzerinde hassasiyetle durulmasını isteyen 77 yaşındaki bakırcı ustası Abit Salih Ayanoğlu ise “Bir kültür yok olmak üzeredir.” diyerek devletin bunu sahiplenmesini istiyor.‘Oğluma bile öğretemedim’Mardin’de kalaycılık dilini öğrenen en genç bakırcı ustası olan 40 yaşındaki Tacettin Toparlı, bu dilin dünyada sadece Mardin’de konuşulduğunu belirtiyor: “Bu dili, 30 yıl boyunca çeşitli ustaların yanında çekiç sallayarak öğrendim. Benden sonra bu dili hiç kimse öğrenemedi. Oğluma bile öğretemedim. Ancak bu mesleği yapan bu dili konuşabilir. Bu dilin koruma altına alınması ve yaşatılması çok önemlidir. Bu bir kültürdür.”Kalaycılık dilinde konuşulan bazı kelimelerİmgahmar: ÇayBısmar: ErkekSeloka: TasPehhatet: YumurtaSeyyehed: HorozEytun: EşekMayoz: SuKıbbet il ilsem: BulgurKıbbet il siyede: Pirinç pilavıBesaar: EtEş tıtteğğen?: Ne yersin?İkle: KöpekVinteğ: DiyarbakırIğlef: EkmekDabaş: Pekmez

‘Politik-korku çekebilirim’

$
0
0
Türkiye’de korku sineması denince akla gelen belki de tek isim Hasan Karacadağ. Yılda 3 film çekerek bu alandaki iddiasını korumaya devam ediyor. ‘Cin kelimesinin yasak olduğu bir ülkede korku filmi çekmeye çalışıyorum’ diyen ama filmleri 25 ülkede gösterilen yönetmenle korku dolubir sohbet gerçekleştirdik.Korku filmi çekmek sizde refleks halini aldı galiba. Yılda 3 film… Sayı fazla değil mi?2013’ten sonra senede 2 film çekme kararı almıştım ama talep olduğundan sayı 3’e çıktı. Hatta kasımda da ‘El-Nazar’ girecek gösterime. Onunla birlikte sayı 4 olacak. Ama salla pati bir durum yok. Her şeyine özenip ‘oldu bu’ dediğimizde gösterime çıkarıyoruz.Çok mu yoğun çalışıyorsunuz?Çok… Ama en son film 400 bin izlenince durmayalım dedik.Korku filmi sektörünü de tekelinize aldınız bu arada…Rekabeti ülke içi diye düşünürseniz dediğiniz gibi bir durum söz konusu, ama filmlerim 25 ülkede gösteriliyor. Burada 2 milyon yapmış bir film yurtdışında gösterime giremez kolay kolay, ama türü korku olunca filminizi tercih ediyorlar. Evrensel bir boyutu var çünkü korku filmlerinin. Standartları dünya çapına çekmeye çalışıyorum o yüzden. Rakibim Uzakdoğu ve Hollywood…Türk sinemasında korku türü üvey evlat muamelesi görüyor ama hâlâ…3-5 sene önce söylediğinize farklı bir karşılık verebilirdim ama bence şu an için Türk sinemasında oturan tek tür korku. Aksiyon türümüz var mı? Politik ya da tarihi sinemadan bahsedilebilir mi?Milli türümüz dram değil mi? Ya da komedi yapılmıyor mu bu ülkede?Düz ve bel altı espriler üzerine kurulu bir komedi sinemamız var.Sizin filmleriniz için de cinler üzerine kurulu diyorlar…Desinler. Cinler çok geniş bir alan. Ayrıca bir Türk olarak vampirli zombili film yaparsam Batılı bile güler. Kendi korku kültürümüz varken değerlendirmesini bilmeliyiz. Ben belli bir disiplin içerisinde ilerlediğimi düşünüyorum.Amatör isimlerle çalışıyorsunuz hep. Ünlü oyunculara teklif mi götürmüyorsunuz yoksa onlar mı size pas vermiyor?Filmlerimi belgesel formatında çektiğim için ünlü isimlere yer vermem gerçekliği zedeler. O yüzden az bilinen oyuncularla çalışmayı tercih ediyorum.‘Cinden değil ama büyüden korkarım’Çeçenistan’da bizzat cumhurbaşkanı tarafından kurulan bir cin hastanesi var. Biliyorsunuz değil mi?Duydum evet. Yemen’de de var. Doktorlar ve ilahiyatçılar birlikte tedavi ediyorlar hastaları.Bu cuma gösterime giren filminiz ‘Dabbe: Cin Çarpması’nda da bir psikiyatristin cinlerle ilişkisi anlatılıyor. Dinle bilim bizde de bir araya gelir mi sizce?Gelebilir. Amerika’da bile parapsikoloji deneyleri yapılıyor uzun süredir. Ama gerçek bir yüzleşmede bilim dünyası sarsılır bence.Şimdilik proje aşamasında olan ‘El-Nazar’da daha farklı bir konuya el atacakmışsınız gibi… Onda bu kez cin yok değil mi?‘El Nazar’da farklı bir konuyu ele alacağım gerçekten. İnsan ve nefis gibi unsurlar yan yana gelince cinlerden çok daha korkutucu şeyler çıkıyor ortaya. O filmde kıskançlık öne çıkacak. Daha gerçekçi ve yeni bir şey deneyeceğim. İnsanın kötülükle ilişkisini inceleyeceğim.Korku türüne önyargılı seyirciyle korku sinemasının arasını bulabilirsiniz belki böylelikle…Cinleri görmeyi seven çok fazla izleyici var. Ama korku sineması tabii ki sadece cinlerden oluşmamalı. Bu noktada dediğiniz olur umarım. Yeni proje önyargılı yaklaşan insanları da çekebilir gibi bir umudum var. Ama cinlere geri döneceğim. İnsanların zihninde bu kavramlar oturana kadar filmini çekmeye devam edeceğim. Çok fazla yanlış bilinen şey var çünkü.Korkuyu farklı türlerle sentezlemeyi düşünmez misiniz peki? İstihbarat örgütleri de cinleri kullanıyor mesela… Bundan farklı bir macera çıkmaz mı?Çıkmaz olur mu? Mesela ben bir filmin çekiminden önce gözlemci olarak bir medyuma gittim ve o kadar ünlü bir politikacı içeriye girdi ki cinleri medyumu filan unutup bu adamın burada ne işi var diye düşünmeye başladım. Sonradan medyuma tanıttım kendimi. Kendisine gelenlerin çoğunun inanmayan gibi görünen ‘sol kesim’ olduğunu söyledi. Yani ilerleyen dönemlerde bunlardan da bahsedebilir, bir politik-korku çekebilirim. Ama şimdilik oturtulması gereken noktalarla ilgiliyim.Kırılması gereken önyargılar da var galiba…Son film ‘Dabbe: Cin Çarpması’yla ilgili geçen perşembe çok satan bir gazetenin yazarı film çıkmadan oturup filmi izlemiş gibi eleştiri yazısı yazmış. Filmi topa tutmuş. Basın gösteriminin film yetişmediği için son anda iptal edildiğinden haberi yok belli ki… Entelektüel kesimde bile böyle kötü niyetler, önyargılar var. ‘El-Cin’ için de bir televizyon kanalına konuk olduğumda bana ‘Cin kelimesini kullanmayacaksınız.’ dediler. RTÜK’ten ceza geliyormuş. Böyle bir ülkede korku filmi yapmaya çalışıyorum. Bu Kur’an’da bir sure ismi dedim. Böyle bir yasak olabilir mi?Hasan Karacadağ’ı ne korkutur peki?Cinlerden korkup korkmadığımı merak ediyorsanız korkmuyorum. Ama büyüden çok korkarım. Özellikle simya büyüsünden.‘Başına bir şey gelse sebebini kimse merak etmez’ diyorlar sizin için. Sürekli cinlerle uğraşmak paranoyaya sebep olmuyor mu?Tam tersine… Nedir ne değildir bildiğin için kendini güvende hissediyorsun. Bilen, bilmeyenden daha fazla koruma altında. İki dua ederim geçer diye düşünmemek lazım.

Ucuz kan

$
0
0
İnsanı eşya yerine koymak ayıptı, şimdi eşyasına gösterdiği özeni bile esirgiyor insan insandan. Bir yerden bir yere taşındığında koltuğunun çizilmesine isyan ederken, bir sinema seyircisi rehavetinde patlamış mısır yiyerek izliyor koltuğunda ölümleri. Ruhundan parçalarla ödediği pahalı bir alışveriş bu. Daha pahalı bir şey yok ucuz kandan.Hiçbir mazeret hayattan daha değerli değilse, bir insanın kanını dökmenin bütün insanlığın kanını dökmekle eşdeğer olduğuna inanan bir medeniyetin çocuklarının kan denizlerinde çıkacak bir sahil bulamayışı karşısında düşünmemiz gereken nedir? İnsanlığın esenliği onların yaşamasına bağlıydı oysa. Selamı yaymak sorumluluğuyla yürümelerine.“Başkalarının ölümünü hayal edememek” olarak görüyordu Camus, öldürenlerin çıkmazını. Ölüm mimarlarının ağzından şöyle gerekçelendiriyordu eylemlerini: “Dediler ki, her siyasi doğruluk er geç öldürmek zorunda kalır. İnsan ya bu aşırılığa düşmeyi göze alır ya da dünyayı olduğu gibi kabul eder… Bu yargı büyük bir coşkunlukla öne sürülüyordu. Ama öyle sanıyorum ki, bu coşkunlukları başkalarının ölümünü hayallerinde yaşayamadıklarından ileri geliyordu. Başkalarının ölümünü düşünememek çağımızın bir bozukluğudur.”Bir itiraftı aslında bu. Katlin, “Aşırılığa düşmeyi göze almak” ibaresiyle estetize edilişinin itirafı. Öldürmek ayağı kayıp çukura düşmek gibi bir “aşırılığa düşmek” değildi. Bu göze alınan bir şeydi; bir gözü karalık, bir tercih, bir risk yönetimi… Camus’ya göre iki seçenekten birini tercih edecekti dünya hamuruna şekil vermek isteyenler. Ya dünyayı olduğu gibi kabul edecekler, ya da aşırılığa düşmeyi göze alıp kanlı kurabiyeler yapacaklardı ondan.Başkalarının ölümünü hayal edebilmek, ne uzak bizden… Yalnız katiller değil, tanıklar da başkalarının ölümünü hayal edemiyor çünkü. Şahidin hayale ihtiyacı olmadığını söyleyebilirsiniz. Hadi söyleyin! Diyelim yakmadı, o halde neden kızartmıyor ateş yüzümüzü! Neden keskin nişancıların av hayvanları gibi bir bir yere düşürdüğü insanlardan bir damla kan sıçramıyor kalbimize! Kahır mı, o bizim her günkü terimiz.Camus’nun satır aralarındaki katillerin başkalarının ölümünü hayal edemeyişlerini anlamak mümkün. Çünkü öldürülen “Başkaları”dır. Zaten dünyada bir onlar vardır bir “Başkaları.” Çılgınca hareketlerin senelerin pişmanlığıyla ödeneceği de hatırlarına gelmez. İnsan hayatından yaşamak için gerekli işlere ayrılan zaman çıkarıldığında zaten pek az bir zaman kalmaktadır. Karşıtları uzlaştırmak yerine taraflardan birini yok etmek vakit açısından daha tasarruflu olabilir. Hem barışa katkı sağladıklarını anlatmaya vakitleri olmadığı gibi, pişman olmaya da vakitleri yoktur.Selamı yaymak sorumluluğuyla yeryüzünde yürüyenler için hiç kimse yaşama hakkı açısından “Başkası” değildir. Kitapları vardır, “Ey inananlar!” hitabından çok “Ey insanlar!” hitabıyla aynı safa getiren canı. Ateşin düştüğü yeri değil, düşmediği yerleri de yaktığı bir geniş arzdır onlar için yeryüzü. Yaratılanı yaratan hatırına seven bu semavi insanlara peygamberleri şöyle seslenmiştir: “Yerdekilere merhamet edin ki göktekiler (Allah ve melekler) de size merhamet etsin.” (Ebu Davud, Edeb, 58; Tirmizi, Birr, 16.)Dünya, Müslümanların kanını ucuzlatarak kendi geleceğini de tehlikeye atıyor. Soluk alıp vermekte güçlük çeken bir yeryüzü panoramasına rağmen yapıyor bunu. Yalnız insanlar değil, bütün canlılar; hatta dağlar, taşlar ve denizler değerini İslâm esenliğinde ararken, onun bir esenlik yolu olduğunu gizleyerek insanlık suçu işliyor.İnsanlığın değer çıtasını yükseltmek isteyenler, rahmet peygamberiyle bir an önce tanışmalıdır. İslâm’ın evrensel değerleri insanlığın evrensel değerleridir çünkü. Müslümanları saha dışına atarak kazanılacak bir zafer olmadığı gibi, İslâm’ın anlaşılmadığı bir dünyanın kaostan çıkış şansı yoktur.İslâm’ın anlaşılmamasında kimi mensuplarının temsilden uzak davranışlarının rolünü inkar etmek mümkün değildir. Bizim bize yaptığımız, bizi yok sayanların bize yaptığından daha ağır sonuçlar vermiştir tarih boyunca. Davranışlarımızı temsil sorumluluğuyla güzelleştirmenin, Müslümanların şefkatli eliyle yeryüzünü yeniden buluşturmak anlamına geldiğini çıkarmamalıyız hatırdan.Ömer bin Abdülaziz, zaferden bahsedip de “Hiç Müslüman öldü mü?” sorusunu “Sadece bir adamcağız öldü!” şeklinde cevaplayan komutanını azletmiştir ateşten sözleriyle: “Bir adamcağız ha! Bu ikidir oluyor. Bana koyun, inek ve ganimetle geliyor, fakat bir müminin öldüğünü söylemiyorsunuz! Yaşadığım sürece kumandan ve vali olamayacaksınız!” Ucuz kan pahalı kandır.

Dışı da içi de yakabilir…

$
0
0
Kitap seçiminde çoğumuz için en önemli unsur kapak. Ancak satışları artıran tasarımlar, yayınevlerini mutlu etse de okuru memnun ettiği söylenemez. Bir de işin yazarlara ve tasarımcılara bakan yönü var ki, o konu bambaşka...Ambalaja olan zaafımızın uzun süredir hemen her ürünün satışında suistimal edildiği inkar edilemez. Üretimi ve tüketimi diğerlerinden çok daha farklı olsa da kitaplar da bu gruba dâhil ediliyor. Özellikle kapak tasarımları, piyasadaki mevcut rekabet nedeniyle, her geçen gün biraz daha kritik rol oynuyor. Ancak yazar, yayınevi ve okurun, kitap kapağından beklentileri birbirinden farklı olunca, ideal bir tasarım nasıl olmalı, sorusu da beraberinde geliyor. Peki kimler tasarımdan ne bekliyor ve tasarımlar satışları ve okurun beklentilerini nasıl etkiliyor?Her gerçek okur için içerik, kitabın şekil ve şemailinden önce gelir. Ancak alıcının derdi içerik olsa da, kitabın tasarımından etkilenmemesi gibi bir durum söz konusu olmuyor. Nitekim tasarıma gösterilen özen, kitabın kalitesi hakkında çok şey söylüyor. Diğer taraftan tasarım, ne istediğini bilen bir okurla kitapçıda rastgele gezinen biri üzerinde aynı etkiye sahip olmayabiliyor. Tasarımcılara göre okur kitlesi bu yönüyle ikiye ayrılıyor. Ne istediğini bilen okurun seçimini yazar ve içerik belirlerken, ne istediğini bilmeyen okurun tercihinde estetik zevkler ön plana çıkıyor. Bazı tasarımcılara göre kitap kapağının müşteri üzerindeki etkisi yüzde 50’lerde iken kimilerine göre yüzde 80’lere kadar yükseliyor. Bunun farkında olan yayınevleri de ‘kolay tüketilebilir’ şeklinde nitelendirilen kitapların tasarımlarının gösterişli ve dikkat çekici olmasına ehemmiyet veriyor. Bu nedenle gösterişli, sıra dışı ve iddialı kapak tasarımları, ‘çok satanlar’ın ortak özelliği olarak karşımıza çıkıyor. İyi tasarım, kime göre neye göre?Aslında tasarımcıların yapmaya çalıştıkları, yüzlerce sayfanın renk, resim ve boyut algısını tek bir sayfada özetlemek... Bunu yaparken yazarın dünyasından ve kitabın ruhundan kopmamak ve aynı zamanda yayınevlerinin oluşturduğu kurum kimliğini de göz ardı etmemek... Yani tasarımcının üretim esnasında hem yazara, hem yayınevine hem de okura karşı ayrı ayrı sorumlulukları bulunuyor. Ama tüm bunların sağlanabilmesi için okurun da belli bir mesafe kat etmesi gerekiyor. Kitap okuma oranı yüksek ülkelerde sıra dışı tasarımlara ihtiyaç duyulmazken düşük okuma oranına sahip ülkelerde iyi tasarım, abartılı tasarımla bir tutuluyor. Okumaya pek alışık olmayan okurun cafcaflı kapakların ardında dişe dokunur bir şey bulamaması da bir kısır döngüye yol açıyor.Bu noktada bazı tasarımcılar, kitap tasarımının diğer ürün tasarımlarından ayrılması gerektiğini, kitap tasarımının herhangi bir tasarım olmadığını, sadece yazarın ve eserin isimlerinin yazılı olduğu bir kapağın bile yeterli olacağını ve ‘görsellik çağı’ derken tasarımın amacından sapmaması gerektiğini savunuyorlar. Bazılarına göre ise tasarımı başlı başına bir sanat olarak ele almak gerekiyor. Tasarımın ülkemizde öne çıkan isimlerinden Bülent Erkmen, ‘Kitabın içindekini kapakta anlatmam, kitabı da kapağında hikâye etmem.’ diyerek kapağın içerikten bağımsız ancak okura da yol gösteren bir işaret olduğunu söylüyor.Yayınevlerinin beklentisi ise kitabın çok satmasının yanı sıra aynı zamanda tasarımda kurumsal bir kimlik de oluşmasını sağlamak. Mesela yıllardır düz beyaz bir zemin üzerine ünlü tabloları kullanan Can Yayınları, bunun en bariz örneği. Okurun uzaktaki bir rafa baktığında bile gördüğü kitabın hangi yayınevine ait olduğunu anlaması ve yayınevinin kitaptan daha ön plana çıkması isteniyor.Yazar için de çoğu zaman yıllarca üzerinde çalışılan bir eserin bir anda kalın bir sayfaya indirgenmesi de kolay olmuyor. Kendi iç dünyasını aktarmayı yetenekleri ölçüsünde başaran yazar, aynı özgürlüğü tasarımcıya tanımayabiliyor. Bu da yazar ve tasarımcı arasında sürtüşmelere sebebiyet veriyor.

HAFTANIN ALBÜMLERİ

$
0
0
50 sanatçıdan Baba Şarkılar: Son dönemin en çok konuşulan müzik projelerinden biri olan Baba Şarkılar, geçtiğimiz günlerde tamamlanarak müzikseverlerin ilgisine sunuldu. Arabesk müziğin Baba’sı Müslüm Gürses’in sağlığında başlayan ‘Baba Şarkılar’ projesi, Gürses’in ölümüyle yarım kalmıştı.Müslüm Gürses’in sanatçı dostları bir araya gelerek ‘Baba’nın, yarım kalan projesini tamamladı. Eflatun Müzik etiketiyle yayınlanan Baba Şarkılar’da 50 sanatçı Müslüm Gürses’in 45 yıllık müzik kariyerinde seslendirdiği şarkıları yorumluyor. 48 eserin yer aldığı albüm 3 CD’den oluşuyor. Çalışmanın en büyük sürprizi ise Müslüm Gürses’in kendi sesinden 5 yeni şarkı. Baba Şarkılar’da Sezen Aksu, Zara, Kenan Doğulu, Sibel Can, Kubat, Ferhat Göçer, Hakan Aysev gibi ülkemizin önde gelen sanatçılarının yanı sıra Okan Bayülgen, Necati Şaşmaz, Oktay Kaynarca gibi sürpriz isimler de yer alıyor. Elbette bu çalışmada yer alan hiçbir yorum Müslüm Gürses’in eşsiz yorumunu geçemiyor. Lakin ona saygı ve vefa anlamına gelen bu çalışma müzikseverlerin arşivine girmeye layık.Bir Hanende: Erkan MutluErkan Mutlu tasavvuf musikisinin en önemli temsilcilerinden. Sanat hayatında 33 yılı geride bırakan Mutlu, on beşinci albümü Hanende ile karşımızda. Özellikle bilinen ilahilere yaptığı farklı düzenleme ve yorumuyla dikkat çeken Mutlu, özenilmiş bir albümle karşımızda. Esen Müzik etiketiyle yayınlanan Hanende’nin yönetmenliği ve düzenlemeleri, sanatçı tarafından yapılmış. Hanende adlı albümde söz ve müzikleri Erkan Mutlu’ya ait olan O Nûr’un ki... (sas), Kalbimizde İsmin, Annem adlı eserler yer alıyor. Bunların yanı sıra; Gül Yüzünü, Sevdim Seni, Müştâkım Yâre, Ey Âşıkan, Server-i Ser, Aşkın ile Âşıklar gibi sevilen eserlerin yeni düzenlemeleri de albümde bulunuyor. Erkan Mutlu, söz ve müziği kendisine ait olan Annem adlı eserini de bütün annelere hediye ediyor. Hanende, tasavvuf müziği sevenler için zevkle dinlenecek bir albüm. Çalışmada Erkan Mutlu’nun 33 yıllık sanat yolculuğunun olgunluğunu hissetmek mümkün.İstanbul’da bir âşık: Mürsel SinanÂşıklık geleneği ülkemizdeki en kadim kültürlerden biri. Lakin bu kültürün hak ettiği değeri gördüğü söylenemez. Ülkemizdeki türkü varlığının önemli kaynaklarından biri olan bu gelenek, her şeye rağmen Anadolu’da yaşatılmaya devam ediyor. Mürsel Sinan da bu geleneğin temsilcilerinden biri. İsmini daha çok yazdığı eserlerle biliyoruz. Musa Eroğlu, Belkıs Akkale, Özlem Özdil, Gülay ve Dilberay gibi isimler onun bestelediği eserleri seslendirmişti. Mürsel Sinan, Heyder Baba isimli albümüyle karşımızda. Âşık Murat Çobanoğlu’ndan eğitim almış. Sinan, Türkiye’deki yedi büyük âşıklık kolundan sayılan Çıldırlı Âşık Şenlik geleneğinin temsilcilerinden. Yayımlanmış dokuz albümü bulunan sanatçının hayatı ve eserleri yüksek lisans tezine konu olmuş. Mürsel Sinan’ın TRT repertuarında da eserleri bulunuyor. Mürsel Sinan’ın albümünde âşıklık geleneğinin günümüze yansımalarını görmek mümkün. Hikmetli sözleri ve Mürsel Sinan’ın farklı yorumu bu albümü farklı kılıyor.

Tek başıma da kalsam kültüre hizmete devam edeceğim

$
0
0
Ender Doğan tasavvuf müziği denince akla gelen ilk isimlerden. Son yıllarda mesaisini irfani türküler alanında harcıyor. Tabiri caizse bir deli gibi tek başına bu kültürü geleceğe taşımaya çalışıyor. Doğan ile müzik hayatını ve çalışmalarını konuştuk.Sizdeki müzik aşkı nasıl başladı?Müzikle ilgim aileden geliyor. Rahmetli babam köyümüzün imam hatibi idi. Çocukluğum onunla birlikte camide müezzinlikte geçti. Köyümüzde elektrik olmadığı için aküyle çalışan televizyonlarda kandil akşamları Mevlid-i Şerif dinlerdik. Aziz Bahriyeli, Fevzi Mısır, Kani Karaca gibi mühim mevlithanları dinleme ve onların ruhundan ruhumuza ruh katmayla başladı bu aşk. Daha sonra bu isimlerin hepsiyle teşrik-i mesaide bulunma şansım oldu çok şükür. İstanbul’da imam hatip okurken Eyüp Musiki Derneği’ne başladım. Beş yıl devam ettim. Musiki ile bu denli uğraşan ilk imam hatipliyim diyebilirim. Daha sonra İstanbul Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nde okurken üniversite korosuna devam ettim. Bu arada 1987 yılında ney üflemeye başlamıştım. Daha sonra TRT İstanbul Radyosu’nda dört yıl süreyle ney üfledim.Sizi bir kısım neyzen, bir kısım yorumcu olarak biliyor. Siz kendinizi nasıl tanımlarsınız?Bir sanatçının çok yönlü olması icap eder. Biz hocalarımızdan böyle gördük. Beste çalışmalarınız olacak, koro çalıştırıp talebe yetiştireceksiniz, albüm yapacaksınız. Sahneye çıkıp icra yapacaksınız aynı zamanda bunların kitabını yazacaksınız. Hatta kendi enstrümanınızı yapacaksınız. Başka sanat dallarıyla da meşgul olacaksınız. Farklı alanlardaki meşguliyet kendi alanınızı besler. Bir sanatçıyı belli bir yönüyle öne çıkarmak onu sınırlamak olur.Peki irfani türküler serüveni nasıl başladı?İşin doğrusu halk müziği doğrudan alanım değil. Ama halk müziği içinde yer alan Anadolu’daki tekkelerin, dergahların çevresinde gelişmiş bir müzik kültürü var. Bu öteden beri dikkatimi çekiyordu. Türkü derlemeciliği 1937’den 1952’ye kadar devam eden bir süreç. Türkiye’nin birçok yeri taranmıştır. Bu derleme çalışmaları toplumu yeniden tanımlama sürecini ifade ediyor. Bu çalışmada folklorik, müzikolojik, etnolojik özellikler ön planda tutulmuş. Ortaya çıkan eserler TRT’nin arşivinde mevcut. Önce bu arşiv üzerinde tarama yaptım. Tasavvufi sözleri ifade eden türküleri araştırdım.Bir şeyler çıktı mı orada?Çıktı ama fazla sayıda değil. Birçok hata da çıktı orada. Bu çalışmadan sonra saha araştırmasına çıktım. Bizatihi Anadolu’da ziyaret ettiğim ve bir kısmı şu anda hayatta olmayan mühim kişilerle görüşmeler yaptım, bu derleme çalışmalarında özellikle dergah ve çevresinde üretilen musiki kültürüne bilinçli ya da bilinçsiz ilgi gösterilmediğini anladım. Burada kaybolan önemli bir hizmet var. Bireysel çabayla bu işlerin üstesinden gelmek mümkün değil, bir şekilde bu konuya işaret etmek için böyle bir çalışma başlattım.Hangi yörelerde çalıştınız?Öncelikle Erzurum’da çalıştım. Âşıklık geleneğinde mühim tesirleri olan âşıklar var ki bunların bir kısmı seyri süluk, tasavvufi terbiye, dergah âdabı görmüş. Âşık Emrah bunlardan biri. Kendisi Nakşî ve Kâdiri dervişidir. Aynı şekilde Âşık Sümmani bir Rufâi dervişidir. Âşık Ruhsati ki Sivas’ta çok mühim bir âşıktır. Bir Nakşi dervişidir. Bu isimler divan ve şiirlerde çok güzel bir din algısı ortaya koymuş. Bunlar şu an Anadolu’da insanların kültür ve bilinç olarak beslendiği isimler. Peygamber âşığı, muhabbeti hayatının merkezine koymuş insanlar bu rûhu âşıklardan aldı. Bu âşıklar nefesleriyle Anadolu’yu mayalamışlar. Dolayısıyla burada bir irfan geleneği gelişmiştir. Her ne kadar tekke ve dergahlar kapatılsa da değişik meclislerde bu irfanın ateşi yanık tutulmuştur. Bizim talihsizliğimiz şu; bir taraf kendi ideolojik tercihleri sebebiyle bu eserleri derleme çalışmalarının dışında tutmuş, diğer taraftan bizim din ulemamız çalgı-türkü haram demiş. İki arada sıkışmış bir kültür.Hâlâ yaşıyor mu bu kültür?Yok olmak üzere. Bir beş sene sonra bu türküleri bilen insanlar aramızdan göçecek. Benim gibi meraklı birkaç kişi bulabilirsek bunların izlerini süreceğiz. Tasnifler yapma, sözlerin doğruluğunu divanlardan karşılaştırmak suretiyle tespiti, notalarının yazılması onların kime ait olduklarının tespiti... Bütün bu hususlar uzmanlık ve titiz çalışmayı gerektiren konular. Mesela, çok meşhur hatalar var. Halk arasında çok meşhur olan uzun hava ‘Her demet zalım felek sineme dokunma benim...’ diye okunur. ‘Her demet’ ne anlama gelir? Hiçbir anlamı yok. Doğrusu, ‘Her dem ey zâlım felek...’ dir. Buna benzer birçok örnek var.Kimsedendestek almadımBaşka yörelerde de çalışmanız oldu mu?Erzurum’u bir noktaya getirdikten sonra Elazığ üzerinde çalıştım. Harput musikisi başlı başına öğrenilmesi gereken bir kültür. Harput’ta yazılı, sesli ve görüntülü arşivler oluşturmuş, bu memleketin kültürüne kara sevdalı adamlar var. Eski kayıtları muhafaza ediyorlar. Hafız Osman Öge, Bülbül Ali gibi daha birçok zevâtın ses kayıtlarına ulaştım. Sonra Sivas’ta çalıştım. Âşık Ruhsati var orada. Sırada Erzincan, Tokat ve Bayburt... İrfani türküleri ciddi bir ekip çalışmasıyla yürütüldüğü takdirde netice alınabilecek bir konu ve sıfır noktasında duran bir hizmet alanı. Benim yürüttüğüm çalışma devâsa bir işin sadece küçük parçasını oluşturuyor.Bu çalışmaları yaparken herhangi bir destek aldınız mı?Hayır, kendi sınırlı imkanlarımla çabalıyorum. Bu bağlamda yer alan seçme eserlerden oluşan özel bir repertuarla Cemal Reşit Rey Konser Salonu’nda bir konser yaptım, şükür konserimiz çok takdir gördü. Ancak insanlar henüz bu alanı tanımıyor, inanıyorum ki bir tanısalar çok sevecek ve sürekli dinlemek isteyecekler. Bununla ilgili bir imkan aradım bulamadım. Ama biz yürüyüşümüzden sorumluyuz neticeden değil, doğru bildiğimiz, bu millete, kültürümüze hizmete imkan ölçüsünde devam edeceğiz.Kültür Bakanlığı destek vermedi mi?Kültür Bakanlığı’na bir yazı yazdım. Cevabi yazıda ‘İrfan türküleri adı altında yürüttüğünüz çalışmalar bakanlığımızca takdirle karşılanmıştır. Bakanlığımız araştırma ve eğitim genel müdürlüğü halk kültürü planlı alan araştırmaları çerçevesinde bu çalışmalar yapılmaktadır ve kamunun hizmetine sunulmaktadır, başarılar dileriz dediler.’ Merak ediyorum bu alanda ne gibi çalışmalar yapıldı acaba?Ramazan’ı pazar olarak görüyorlarTasavvuf müziğiyle ilgili mevcut durumu nasıl görüyorsunuz?İnsanlar zahir gösterişe, siyasi ilişkilere veya yan tutma gibi yaklaşımlarla bu işe baktıkları sürece bu iş ölür. Liyakat ne zaman en üst seviyede tutulur, emaneti ehline teslim eder ve bu düşünceyle yürürsek o vakit gelişme görülür. Zaten biz bunu terk ettiğimiz için başımız sıkıntıdan kurtulmuyor, bizi yere düşüren kendi kendimize attığımız çelmeler. İkincisi tasavvuf müziği ne zaman diğer müzik türleri içindeki haysiyetli hak ettiği saygın yerini bulur işler o zaman gelişir. Alavere dalavereyle, okus pokusla, birilerinin desteğiyle sanatçı olunmaz. Sonra kulaklar bozuluyor, geri dönüşü olmayan yerlere gidiyoruz.Tasavvuf müziği Ramazan’dan Ramazan’a gündeme geliyor. Bir bakıma imsakiye gibi…Garip bir zaman kültürü gelişti toplumda, önerme şu; Ramazan ve kutlu doğumlarda ilahi dinlenilir. Açık konuşalım bu zamanlarda dahi en önemsiz, en gereksiz, en ucuz olmasa da olur denen etkinlikler tasavvuf müziği alanında görülüyor. Ramazan’ı maddi manevi bir menfaat zamanı, bir çeşit pazar olarak gören hain ve sinsi bir anlayış var. Böyle bir yapıda tasavvuf veya tasavvuf müziği hakkıyla nasıl sunulabilsin? Tekdüze, kendini geliştirmeyen üç-beş ilahi ezberleyen sahnelerde arz-ı endam ediyor, yazık bu kültüre. Bunlar bizim kıymetlerimiz, değerlerimizdir, tüketim malzemesi değil.Son yıllarda Türk müziğine karşı bir muhabbet var, bu size ümit veriyor mu?Ümit vermiyor. Günü yaşayan, günü gün eden, fani olan içinde bocalayan, zihni yoran aklı devreden çıkaran meşguliyetler, internette, TV programlarında zaman öldüren bir nesil güzel sanatlara nasıl ilgi göstersin? Görünürde bir ilgi var. Görünürdekinin hakikat olup olmadığını toplumun, gençliğin diğer alanlardaki tatbikatlarından görmemiz lazım.

Kör topal hikayeler

$
0
0
Fati, görme engelli bir çizgi çocuk karakteri. Maceraları kitap raflarında. Çizgi film şeklindeki kamu spotları ise ekrana gelmeye hazırlanıyor. Engellilere destek için geliştirilen projede engelli yazarlar da büyükler için “Kör ve Topal Öyküleri” kaleme aldı.Engellilerle birlikte yaşama farkındalığını artırmak için yapılan projelere bir yenisi daha eklendi. Engelli yazarlar, kendi hayat hikâyelerinden yola çıkarak engelli olmayan bireylere ulaşmayı hedefliyor. Hem çocuklara hem de yetişkinlere hitap eden kitaplar, raflardaki yerini aldı. Görme engelli Fati serisi çocuklara hitap ediyorken ‘Kör ve Topal Öyküler’ kitapları da yetişkinler için hazırlandı.İlmek Yayınları’ndan çıkan bu kitaplar hakkında konuşan Birlikte Yürüyoruz Kampanyası Genel Koordinatörü Hasan Feyzi Giray, böyle bir ihtiyacın nasıl ortaya çıktığını şöyle anlatıyor: “Engellileri evden çıkarmayı amaçlayan birçok proje üretildi. Bunun sonucunda bir başarı sağlandı fakat bir kamuoyu araştırması yapıldı ve görüldü ki, engelli olmayan bireyler engellilerle nasıl yaşayacaklarını, onlarla nasıl iletişime geçeceklerini bilmiyor.”Yakın zamanda bu yönde kamu spotlarının da başlayacağını ifade eden Giray, “Bu spotlar çizgi film olarak yayınlanacak. Çocuklar Fati karakterini çok sevecek. Engelli çocuklarsa Fati’yi kendilerine örnek alacaklar.” diyor.Fati serisinin yazarı olan Halis Kuralay da amaçlarının, çizgi karakter üzerinden çocukları eğitmek olduğunu ifade ediyor. Kuralay, “Fati ile Tanışmak ve Dirsekler Yalan Söylemez adlı iki kitap çıkardık. İlk kitapta Fati karakterini tanıtırken ikinci kitapla görme engelli bir çocuğun okula alınması adına yaşadıklarına yer vermiş oluyoruz. Aynı zamanda Fati serisi evrensel ahlak dersi de verdiğimiz bir kitap oldu.” şeklinde konuşuyor.Engelli basketbolcudan ‘Topal Öyküler’kitabıProje kapsamında Ayhan Bahçeli, birçok engellinin hayatından kesitler olduğu ‘Topal Öyküler’ kitabını yazdı. Aynı zamanda milli basketçi olan Bahçeli, ilk engelli basketçi olma özelliğini taşıyor. Bahçeli, “Toplum engellilerle yaşamanın ne demek olduğunu bilmiyor. Acaba kötü bir şey söylerim de incinir mi diye düşünüyor. İşte bu kitap, yaşanmış öykülerin dışında bir rehber niteliği taşıyor. Bu kitapta, bir engellinin spor yapabildiğini okuyacaksınız. Araba kullandığını, evlendiğini, çocuklarıyla iletişime geçebildiğini görebileceksiniz. Siyasette nasıl var olduğunu görebileceksiniz. Aslında burada her kişiye göre bir yol gösterici var, o yüzden kitabın farklı bir yanı var. Çoğunluğa katkı sağlayacak bir kitap.” ifadelerini kullanıyor.

Bu hastanenin adı Hamidiye Etfal; Şişli nereden çıktı?

$
0
0
Şişli Etfal Hastanesi’nin ismi aslına dönerek Hamidiye Etfal olmuş. ‘Efendim nasıl olur?’ diyenler mi istersiniz, ‘Osmanlı’yı geri getirmek istiyorlar’ diyenler mi. Hakkı sahibinden çalmak ne zamandan beri adalet oldu? Birinin malını çalmak ile yaptırdığı eserin ismini çalmak arasında ne fark var?‘Hamidiye’ ismi bir su markasında ve Çanakkale’deki tabya ile bazı köy isimlerinde kaldı galiba. Diğerleri itinayla temizlendi. Mesela Ordu’nun Mesudiye ilçesinin adı, Abdülhamid’in cömert yardımlarından dolayı ilçe halkının arzusu üzerine Hamidiye yapılmıştı. Meşrutiyet’ten sonra ‘mesud’ bir devreye girildiğini müjdelemek üzere değiştirildi.Maalesef ülkemizde bir dönemin marazı olan Abdülhamid düşmanlığı yüzünden Sultan’ın kataloğu bile ciltler tutabilecek eserleri gözlerden saklanmış veya ismi kazınmıştır. Hastanedeki Hamidiye ismi de tahttan indirilir indirilmez Osmanlı Etfal Hastanesi yapılmış, Cumhuriyet dönemindeyse Şişli denilmişti. Her ne kadar orijinal binadan geriye sadece mescidi ve ilginç minaresi kalmışsa da, 104 yıl sonra asıl ismine geri dönmüş olmasını hakkın iadesi bakımından önemli bir adım sayıyorum.O herkesin imrenerek baktığı sarayların bazen dışı yanar, bazen de içi. Lakin bu yanıklardan başka türlü bereketleri fışkırtma becerisi de aynı sarayın hayır çetelesine mutlaka eklenmelidir.Sultan II. Abdülhamid’in tam dört evlat acısını yaşadığını ve bu ölümlerden birinin ülkemizdeki ilk “etfal”, yani çocuk hastanesinin kurulmasına vesile olduğunu biliyor muydunuz?Yanık Saraylılarİlk evlat acısını henüz şehzadeliğinde yaşamıştır Abdülhamid. 1875 yılında 7 yaşında olan kızı Ulviye Sultan feci bir kaza sonucunda yanarak ölmüş. Sarayı yasa boğan bu feci olay şöyle cereyan etmiş:Bir gün Ulviye Sultan annesinin odasına girmiş, “şem’alı” denilen muma yatırılmış fitilden mamul kibritle oynarken üstündeki tül elbise ve saçları tutuşmuş. Annenin bütün çırpınmaları çocuğun ölümcül yanıklar içinde kalmasına engel olamamış. Babası yetiştiğindeyse gözünü açıp sadece “Baba!” diyebilmiş, sonra ruhunu teslim etmiş.Abdülhamid’in vefatına tanık olduğu çocuklarından Mehmed Bedreddin 2,5 yaşında menenjitten, Samiye Sultan da 1 yaşında zatürreden ölmüş. Ancak Hatice Sultan’ın ölümü ismini tartıştığımız bir hayır kurumunun tesisine vesile olması bakımından anlatılmaya değer.Ayşe Osmanoğlu’nun hatıratına göre Hatice Sultan, sadece 8 aylıkken hastalanmış. Hastalığı bir türlü teşhis edilememiş. Devrin önde gelen doktorları seferber olmasına rağmen kurtarmak mümkün olmamış. Abdülhamid üzüntüsünden secdeye kapanarak “Allah’ım, evladımı bana bağışla!” diye dualar etmişse de takdir yerini bulmuş.İşte Abdülhamid’in aklına tam tekmil bir anne ve çocuk hastanesi yaptırma fikri bu üzücü vesileyle gelmiş. Yanık bir babanın yüreğinden taşan şu sözlere kulak kesilelim:“Benim çocuğum kurtulmadı. Kim bilir fakir fukaranın çocukları nasıl bakılıyor? Hiç olmazsa bir hastane yaptıralım da benim gibi birçok babaların kalbi yanmasın.”Ardından inşa emrini vermiş. Kızını tedavi etmeye uğraşan Dr. İbrahim Paşa’yı hastanenin başhekimi yapmış. Son sistem ve Alman usulü hastanenin alet edevatı, hatta hemşireleri dahi Almanya’dan getirilmiş. En önemlisi, hastaneyi Abdülhamid’in kendi tahsisatından (Hazine-i Hassa’dan) yaptırmış ve tahttan indirilinceye kadar da bütün masrafını karşılamış olması.Hastane pek çok ilklere imza atmış. Bunlardan biri, ülkemizde kalorifer tesisatı kurulan ilk hastane olması. 1903 yılında o zamanın doğalgazı diyebileceğimiz havagazı bağlatılmış, şehirde elektrik yaygın olmadığı halde jeneratörü olduğu için hastanede röntgen ve fiziko-terapi işlemleri başarıyla yapılabilmiş. Öyle ki, 1,5 yaşındaki bir çocuğun yuttuğu para röntgende tespit edilmiş (bu görüntü günümüze kadar gelmiştir). Bir de hem açılışında (19 Ağustos 1899), hem de yıldönümlerinde –ki, özellikle Sultanın cülus yıldönümüne rastlatılmıştır- yüzlerce fakir çocuğun sünnet töreninin bedava ve üste hediye verilerek yaptırıldığını biliyoruz.Lüks özelliklere sahip2 Haziran 1898’de temeli atılan hastane, Hamidiye Etfâl Hastahane-i Âlisi adıyla açılmış. Berlin’deki Kaiserund Kaiserin Friedrich Kinderkrankenhaus Hastanesi’nin planlarına göre inşa edilmiş olan Hamidiye Etfal’in hızla geliştiğini, bünyesine Nisaiye (Kadın Hastalıkları) bölümünün eklendiğini biliyoruz.Hamidiye Etfal’in 20-30 yıl önceki hastanelerimize kıyasla bile son derece modern, hatta lüks özelliklere sahip olduğunu eklemek lazım. Mesela her kata ayrı bir banyo yapılmış, hastaların hava alması için yine her kata birer balkon konulmuştur. Bodrum katı ile birinci kat arasında bir hizmetliler merdiveni mevcut olduğu gibi bir de asansör –yanlış duymadınız “asansör”- yaptırılmış, etrafına hoş kokular yayan ağaçlar dikilmesine özen gösterilmiş. (Ecdadımız bir işi yaparken bu kadar çevreci düşünürdü. Ya biz?) Sonradan bir çocuk sanatoryumu, bir de bulaşıcı hastalıklar pavyonu eklenen hastanede kimya ve bakteriyoloji laboratuvarları ile diğer poliklinikler de yer almaktaydı.Bir ilginçliği de, 1907 yılına kadar yayınlanmış olan “İstatistik Mecmuası” ile hastanede yapılan çalışmaların bütün dünyaya duyurulmuş olmasıdır ki, benzersiz bir kaynaktır ve Meşrutiyetten sonra yayının kesilmesi tıp tarihimiz adına ciddi bir kayıptır. (Özgür Yıldız, JASSS, 5/ 5, Oct. 2012, s. 391-411.)Prof. Dr. Nuran Yıldırım “Kutup Yıldızı” dediği Hamidiye Etfal Hastanesi’nin akıbetini şu buruk cümlelerle özetlemiş:“II. Abdülhamid’in, dönemin en modern tıbbî araç gereçleriyle donatıp, dolaplarını Tamirhane-i Hümayun’da yaptırdığı, döşemelik kumaşlarını ve halılarını Hereke Fabrikası’ndan getirttiği, en yetkin hekimleri görevlendirdiği hastane hem iktidarının simgesi, hem de tıbbımızın göstergesi kabul ediliyordu. Avrupa’daki bazı emsallerinden bile üstün bir seviyede hizmet verip bir kutup yıldızı gibi parlarken kurucusu tahttan indirilince kadrosu dağıtıldı ve durgunluk dönemine girdi. O kadar yararlı hizmetleri vardı ki, siyasi muarızları, adını değiştirerek sabık hükümdarın kurduğu bu örnek hastaneyi yaşatmaya mecbur kaldılar.” (Hastane Tarihimizde Bir Kutup Yıldızı, 2010, Önsöz.)Birçok hizmetleri reddedildi, unutturulmaya çalışıldı. Oysa o hal kararı tebliğ edildiğinde şöyle demişti: “Hizmetimi ancak Cenab-ı Hakk’ın takdirine bırakıyorum. Ne çare ki düşmanlarım bütün hizmetime kara bir çarşaf çekmek istediler ve muvaffak da oldular.”Olamadılar Sultanım, olamayacaklar da. Millet uyanıyor ve sizi ‘geri getiriyor’ çünkü.

Padişah mektupları

$
0
0
Şehzade İmarethanesi’ne giderseniz Padişaha Mektuplar adlı sergide tahta iniş-çıkışlar, ordu desteğini alma, yardım talepleri, barış dileği, taziye ve teşekkür gibi çeşitli nedenlerle yabancı ülkelerin başta hükümdarları olmak üzere önemli kişilerinden gelen mektupları görebilirsiniz. Muhtemelen çok da zevk alırsınız ancak ne mektupların çevirisi ve ne de Osmanlı’da diplomatik yazışma usullerine dair bir açıklamayla karşılaşamazsınız.İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Siyasal Vakfı, Başbakanlık Osmanlı arşivlerinin katkısıyla 1728-1913 yılları arasında, bazı Osmanlı padişahlarına gönderilen 30 mektubu sergilemeye başladı. Eğer Şehzade İmarethanesi’ne giderseniz Padişaha Mektuplar adlı bu sergide tahta iniş-çıkışlar, ordu desteğini alma, yardım talepleri, barış dileği, taziye ve teşekkür gibi çeşitli nedenlerle yabancı ülkelerin başta hükümdarları olmak üzere önemli kişilerinden gelen mektupları görebilirsiniz. Muhtemelen çok da zevk alırsınız ancak ne mektupların çevirisi ve ne de Osmanlı’da diplomatik yazışma usullerine dair bir açıklamayla karşılaşamazsınız. Dolayısıyla gözleriniz ne kadar bayram etse de zihninizde cevaplanmamış onlarca soruyla ayrılırsınız o mekândan.GAZETECİYSENİZ mektupları birer resim gibi bakmakla yetinemezsiniz. Sergiyi düzenlenenlerin eksiğini tamamlamak da size düşer. İlk yapacağınız iş, tabii ki Osmanlı Arşivleri’ne başvurmaktır. Genel Müdür Yardımcısı Mustafa Budak’ı arayıp sekreterine konuyu etraflıca izah edersiniz. Hazırlayacağınız yazının alacağınız bilgilerle zenginleşmesini istersiniz, aksi takdirde sayfanız boş görünecektir. Sayın müdür, sizi muhatap almak istemez. Sekreteri kanalıyla sizi aratıp, sorularınıza cevap vermeyeceğini, yazınızın boşluğuyla doluluğuyla ilgilenmediğini söyler. Kendisine paylaşmadığı bilgiyle ne yaptığını soramazsınız bile. SİYASAL Vakfı çalışanlarından Sefa Şahin, ricanız üzerine sizin için birkaç mektubun çevirisini yaptırır ancak okurlarınızın ilgisini bunlardan çok Osmanlı yazışma tekniklerinin çekeceğini düşünürsünüz. Bunun üzerine Şahin, sizi Süleymaniye Yazma Eserler Kütüphanesi uzmanlarından İrfan Akça ile tanıştırır. Akça, Osmanlı mektup geleneği ile ilgili tüm sorularınızın yanıtlarını size hemen verir. Hikâyenin bundan sonraki bölümü, artık bu cömert arkadaşın verdiği bilgilerle devam eder:PADİŞAH mektuplarındaki süslemeler devletin gücünü, sanatta ulaştığı seviyeyi, yazılan makamın derecesini ve ona gösterilen saygıyı ifade ederdi. Osmanlı mektup süslemelerinde yeşil ve kırmızı renk öne çıkardı. Mektuplarda kayda geçen ayetler, hadisler ve padişahın adil, cömert ve ihsan sahibi gibi önemli sıfatları farklı renklerde yazılırdı. Yazı karakterleri rika, divan, talik gibi çeşitlilik arz ederdi.MEKTUPLAR çoğunlukla padişah tarafından yazdırılır, bazen divanda yazdırılıp müsvedde olarak padişaha okunurdu. Padişahın onayı alındıktan sonra hattatlara gider ve ardından müzehhipler tarafından süslenirdi. Padişaha gelen mektuplar, bir dönem Reisülküttaplık tarafından tercüme edilirken daha sonra bu işler için tercüme odası kurulmuştu.DİPLOMATİK mektupların nasıl yazılacağı, hangi makama veya lidere nasıl hitap edileceği başta Fatih Kanunnamesi olmak üzere daha sonra yenilenen kanunnamelerle düzenlenmişti. Bu diplomatik dil sadece yabancılara karşı değil devletin kendi içinde de aynen kullanılmaktaydı. Mektuplarda çok sayıda lakap vardı. Övgü dolu cümleler makamın büyüklüğü nisbetinde fazlalaşır ve ağırlaşırdı.RESMİ yazışmaların edebî hususiyetini tarihe yardımcı dallardan biri olan “diplomatika” ilmi sayesinde öğreniyorduk. 19. yüzyıl ortalarından itibaren yerli ve yabancı araştırmacıların Osmanlı vesikaları üzerinde yaptığı çalışmalar, bu ilim dalının doğmasına ve belgelerle devletin ihtişamı arasındaki paralelliğin ortaya çıkmasına imkân sağlamıştı.PADİŞAHIN el yazısının bulunduğu belgeye hatt-ı hümâyûn; yabancı devlet adamlarına yazılanlara nâme-i hümâyûn; dâhili konularla alâkalı olarak halka veya vazifelilere hitaben yazılan emirlere genel mânâsıyla ferman; hususiyetlerine göre ise berat, hüküm, nişan, menşûr denirdi. Ayrıca devletin idarî işlerinde vazife alan vezir-i âzam, şeyhülislâm, kazasker, yeniçeri ağası, beylerbeyinin yazışmaları da ayrı ayrı isimler taşırdı. Diplomatika ilmine göre bu belgeler; dîbâce, tuğra, unvan, elkâb, duâ gibi bölümlerden oluşurdu.BUNLARDAN ‘elkâb’ (lâkaplar) bölümünde, resmî yazının muhatabı olan makam veya zâtın rütbe ve seviyesine uygun hitaplar yer alır; özenle seçilmiş kelimelerle, belli bir edebî üslûp içerisinde muhatabın makam veya şahsına hürmet ifade edilir, vazife ve mesuliyetleri hatırlatılırdı. Arapça ve Farsça kelimelerin çoğunlukta olduğu elkâb, nesir olduğu hâlde şiir gibi âhenk ve iç kafiyeye sahipti. ‘Fatih Kanunnamesi’ ile bu lâkaplar, teşrifât (protokol) kâideleri dâhilinde belli esaslara bağlanmıştı.TARİH araştırmacısı Mümtaz Aydın, bir makalesinde bu konulara değinmişti. Buna göre, padişahtan sonra devletin en üst makamında bulunan vezir-i âzamın elkâbı şöyleydi: “Düstûr-i ekrem, müşîr-i efham, nizâmü’l-âlem, nâzımu menâzımi’l-ümem, enîsü’d-devleti’l-kâhira, celîsü’s-saltanati’z-zâhira, müdebbiru umûri’l-cumhûri bi’r-re’yi’s-sâib, mütemmimu mehâmmi’l-enâm bi’l-fikri’s-sâkib, müessis-i Cenâbi’d-devleti ve’l-ikbâl, muhassıs-ı erkâni’s-saltanati ve’l-iclâl, el-mahfûfu bi-sunûfi’l-avâtıfi’l-meliki’l-a’lâ vezîr-i âzam.”BU ibareler günümüz dilinde aşağı yukarı şöyle ifade edilebilirdi:“İyilik sahibi, ülkenin ve bu ülkede yaşayan farklı milletlerin hak ve idarelerinin düzenleyicisi, devletin katı kurallarının kolaylaştırıcısı, saltanat yönetiminin yardımcısı, isabetli kararlarıyla cemiyet işlerinin çözümleyicisi, ileri görüşleriyle önemli işlerin tamamlayıcısı, devletin yücelmesinin rehberi ve hissedârı, padişahın iltifatına mazhar olan vezir-i âzam.”Bu iltifat ve yüceltmelerin bir şahıs için değil, makam için kullanıldığı ve devleti yüceltme gayesi taşıdığı unutulmamalıydı. Diğer taraftan bu sözler, makam sahibinin vazife ve mesuliyetini de hatırlatır mahiyetteydi; dolayısıyla padişah ve vezir-i âzamla halkın bir nevi sözleşmesi hükmündeydi.Günümüzde diplomatik dilPadişahlarımıza yazılan bazı mektupların çevirilerini internet ortamında bulmak mümkün. Onları okurken acaba 21’inci yüzyılın devlet başkanları da yazışmalarında bu denli övücü ifadelere yer veriyorlar mı, Allah’a veya dine atıflar yapılıyor mu diye düşündüm. Tabii başka sorularım da vardı. Hemen Dışişleri Bakanlığı Protokol Genel Müdürlüğü’ne başvurdum. Sağolsunlar derhal ilgilendiler ve günümüzün yazışma kurallarına dair şu bilgileri paylaştılar. Majesteleri ve ekselansları gibi hitapları biliyordum ama bazı Arap ülkelerinin hanedan üyelerine Altes ve Suudi Arabistan Kralına İki Kutsal Camiinin Koruyucusu diye hitap edildiğini yeni öğrendim.Üstler astlara, astlar üstlere nasıl yazar?Cumhurbaşkanlarına yazılan mektup ve mesajlarda Türkçe olarak “Sayın Cumhurbaşkanım” veya İngilizce olarak “Mr. President” ifadelerinin kullanılması yaygındır. Cumhurbaşkanları, kendi mevkidaşı olmayanlara, yani astlarına mesajlarını iletmek için, doğrudan hitap etmeyip Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreteri’ni veya Protokol Genel Müdürü’nü görevlendirebilirler.Mektuplar el yazısı ile mi yazılır, yoksa sadece ıslak imza atmak yeterli midir?Üstlere yazarken el yazısı kullanılması nazik bir davranıştır. Eşitler arasında yapılan yazışmalarda şahsi yakınlığa bağlı olarak, hitap kısmı elle yazılabilir. İmza her zaman ıslak imza olmalıdır.Armalar, mühürler, semboller kâğıdın neresine konur?Mektubu yazan kurumun veya makamın arması sayfanın üst ortasında bulunur. Cumhurbaşkanlığı için bu, ortasında güneş ve etrafında 16 yıldız bulunan Cumhurbaşkanlığı Forsu’dur. Mühürler, kâğıdın sağ altında yer alır.Kâğıdın cinsi ve yazının yerleştirme biçimi önemli midir? Tezhipler ve benzeri süslemeler olur mu?Kâğıdın cinsi, ağırlığı, rengi, yazının kâğıdın neresinde yer alacağı; sağ-sol, alt ve üst marjlarının ne olacağı kurumun veya makamın kurumsal kimlik standartları çerçevesinde belirlenir, muhatabına göre değişmez. Mektuplarda tezhipler ve süslemeler bulunmaz.Günümüz mektuplarında besmele, süslü ifadeler, övgüler, duygusal yaklaşımlar, dualar yer alır mı?Türkiye’de resmi yazışmalarda duygusal ifadelere yer verilmesi pek yaygın bir usul değildir. Ancak diplomatik lisan ve usul gereği nazik ifadeler ve övgüler mesajın ve mektubun konusuna göre yer alabilir. Kime nasıl hitap etmek gerekir?Yazımı bitirdikten sonra Cumhurbaşkanlığı Özel Kalem Müdürlüğü’nden Fahri Türker Oba adına arandım. Çalışmama katkı yapabilme adına muhatap kısımları silinmiş bazı mektup örnekleri gönderdiler. Mektuplardan birinde Huber Köşkü’nün olağanüstü zarif bir resmi vardı. Bir devlet nişanı belgesindeki süslemelerde ise Selçuklu yıldızları tercih edilmişti. Her ikisi de sadeliği içinde göz kamaştırıcıydı.

Huysuz ve bilinçli!

$
0
0
Mevzuat değişiyor sayın satıcı; ayrıca insanların beklentileri, hassasiyetleri de değişiyor. Meselâ, bir metre eninde bile olmayan daracık kaldırımları telefon santral kutusu ile kapatmak eskiden normal sayılırdı, şimdi insanları isyan ettiriyor. Eskiden park ve kaldırımlardaki ağaçların etrafına sanki yağmur suyu işlemesin diye taşlar dizilir etrafı çevrilirdi; şimdi aynı hizada olması gerektiği anlaşıldı...Dünyada mekân, ahirette iman diye bir söz var kültürümüzde; ne âyettir, ne hadis; lakin kulaklarda küpedir ve haklı olarak pek itibar edilir.Dâr-ı dünyada bir mekân sahibi olmak bu kadar önemliyse, ev alırken kim bilir ne türlü şartlara riayet eder, hangi kriterler ararız diye bir fikir aklınıza geldi mi hiç?Ev pahalı bir yatırım, çoğumuz için hayatımızın en önemli birkaç kararından biri. İnce eleyip sık dokumak hakkımız...Öyle mi; konuya biraz daha yakından bakalım:*-Bina yeni mi bay emlâkçı (veya müteahhit, farketmez)?-O kadar yeni ki, daha bitmedi bile...-Güzel, lüks mü, orta sınıf harcı mı?-Aa, hakaret telakki ederim beyefendi; bütün dairelerimiz lükstür; biz ev değil life style yani hayat tarzı sunuyoruz, istirham ediyorum, lütfen... Bütün ıslak alanlar...-Anladım, yeşil alan konusu?-En titiz olduğumuz nokta bu işte; çevreye ne kadar duyarlı, ne kadar saygılıyız bir bilseniz gözleriniz yaşarır, kesinlikle emin olabilirsiniz; balkonlarda begonya saksısı konulacak denizlikler bile özel olarak tasarlandı; her beş katta bir asma bahçeler, konsepte tropikal bir boyut katmakta, şu sayfada görüyorsunuz işte...-E, güvenlikten ne haber; güvenli olacak mıyım bu daireyi alırsam?-Çifte kontrol, kameralı denetim, onbeş dakikada bir devriye, giriş-çıkışlar daima bilginiz dahilinde olacak. Kötü niyetli insanlar için eviniz, son adres olacak beyefendi, emin olunuz. Şaşaa, gösteriş, şıklık, ne ararsanız ayrıca...-Hmm, pekâlâ, bina önündeki kaldırımlar özürlüler için elverişli mi?-Bilmem, basit mesele, hallederiz hemen! Hayrola, ailede özürlü mü var?-Şart mı kardeşim? Sadece kaldırımlar değil bütün rampalar ve alanlar özürlüler için ulaşılabilir olmalı. Oysa ki bu mevzuat gereğidir, bilirsiniz zaten...-Çok haklısınız, önemli ama küçük bir ayrıntı; mühendislerime, mimarlarıma talimat vereceğim hemen, hatırlattığınız için teşekkürler. Arkadaşlarım gerekli çalışmayı yapacaklardır hemen...-Bisiklet yolu görmedim planlarda, unutuldu mu acaba; bisiklet önemli; en çevreci, en sportif ulaşım vasıtası mâlum. Bakanlık teşvik veriyor biliyorsunuz?-Öyle mii; niçin haberimiz olmamış ki? Olsa iyi olur tabii, bakarız bir çaresine; yolu kenarından böldük mü, al sana bisiklet yolu!-Peki, geri dönüşümlü atık ayrıştırılması konusunda bu projede neler öngörülmüş, herşeyi belediyeden beklemiyorsunuz değil mi? Ayrıca kullanılmış eşyaları yeniden devreye sokacak depolar...-Şeyy, haklısınız tabii, yapacağız, edeceğiz!-Atıksu arıtma altyapısı ihmâl edilmemiştir herhalde; biliyorsunuz bu sular kullanılma suyu derecesinde arıtılarak park bahçe sulamasında kullanılabiliyor! Ayrıca yağmur suyu toplama altyapısı da vardır mutlak. Yeşil alanları sulamak için hani!..-Valla düşündük ama bunlar maliyet artırıcı şeyler; yazık değil mi vatandaşa?-Sosyal konut satmıyorsunuz ki beyefendi; ayrıca bunlar lüks filan bile sayılmaz, basit çevre tedbirleri sadece...-Bu konulara iyi çalışamadım öğretmenim; çalıştığım yerlerden sorsanız?-Peki, bu güzel sitede, maazallah tabii âfet anlarında kullanılmak üzere ayrılmış bir yer var mı; bir sığınak? Mobil hastane ve çadır kurulabilecek bir mekan planlaması yapıldı mı?-Ama...-Bitmedi; kriz anında kullanılmak üzere mobil hastane ve geçici konaklama yerlerinin hemen altında büyük su tankları bulundurulması lazım. Elbette bu küçük tedbiri de düşündünüz?-Hıı, şeyy...-Su tesisatına gelelim; “Gri su” diye bir şeyden bahsediliyor; sizin mesleğiniz bununla ilgili olduğu için mutlaka bilirsiniz. Mutfak ve lavabo atığı gri sular şimdi ikinci kere kullanılabiliyor uygun tesisatla...-Yaa?..-Eveeet; su kirliliğini azaltan tesisat malzemeleri var mesela, düşük su tüketimi sağlayacak, kaçakları önleyecek nitelikteki tesisat malzemelerini de bilirsiniz?-Bilmez miyim efendim, şeyy...-Mantolama ve tasarruflu kalorifer sistemini sormuyorum artık. Vardır herhalde...-Tam yaptırmak üzereydik, mantolama, manto bir palto iki; ihmal edilir mi hiç?-Yalıtıma gelelim: çatı yalıtımını önemserim ben; çıkalım mı çatıya; mutlaka uygun yalıtım yapılmıştır?-Yapılmaz mı beyfendi; yorulmasanız, asansörler henüz devreye girmedi de..-Bloklar arasındaki hava koridorları konusu hakkında bilgi verdi mi mimarınız size; kapalı koridor var mı veya baca gibi mütemadiyen esen yerler?-...?-Sağa sola dikilen fidanlar, ağaçlar çevreye, iklime uyumlu mu; iki gün sonra sararıp kuruyanlardan olmasın sakın?-...!-Otopark giriş çıkışları rahat mı; yoksa lâf olsun kabilinden mi yapıldı. Yangın tedbirleri alındı mı kapalı otoparkta?-...-Sağlık ve spor için kullanılacak ortak alanlar neresi, göremedim henüz?-Eee....ama bu haksızlık beyefendi; bizim müşterilerimiz genellikle önce fiyata, sonra ödeme şartlarına, evin güneş alıp almamasına ve bir de çok odalı olmasına bakarlar. Fayansların kalitesi, parke ve laminatların cinsi, evyenin markası filan...-Onlar da önemli ama artık bunlar da var; mevzuat değişiyor sayın satıcı; ayrıca insanların beklentileri, hassasiyetleri de değişiyor. Meselâ, bir metre eninde bile olmayan daracık kaldırımları telefon santral kutusu ile kapatmak eskiden normal sayılırdı, şimdi insanları isyan ettiriyor. Eskiden park ve kaldırımlardaki ağaçların etrafına sanki yağmur suyu işlemesin diye taşlar dizilir etrafı çevrilirdi; şimdi aynı hizada olması gerektiği anlaşıldı...-Ama bunlar küçük, önemsiz şeyler bay alıcı; önemli olan ambians, havalı bir lokasyonda şeyetmeniz...-Hah, bir de böyle abuk-subuk lâflarla budala müşteri etkileme numaraları çıktı. Garip site isimleri, İngilizce, İtalyanca şabalaklıklar... veya keyf-i şahâne villa-i âheste gibi komik Osmanlıca tamlamalar...-Beyefendi, oruçlusunuz galiba; biraz oturup istirahat etseniz, hatta bayramdan sonra teşrif etseniz de bu konuları enine-boyuna görüşsek...

Bağımlıların faturası yaşlılara kesiliyor

$
0
0
Yeşil reçeteli ilaçların madde bağımlıları tarafından kötüye kullanımı, bu ilaçları yıllardır kullanan hastaların uykusuz geceler geçirmesine neden oluyor. Özellikle e-reçeteye geçildikten sonra bu ilaçları yazmak istemeyen doktorlardan dolayı birçok hasta, ilaçlarını yazdırmak için hastane hastane gezmek zorunda kalıyor.Değişen yaşam tarzı ve alışkanlıklar, zor, rekabetçi ve aşırı çalışmaya dayalı iş hayatı sebebiyle birçoğumuz yoğun stresle karşı karşıyayız. Bu nedenle panikatak, depresyon gibi hastalıklar yaygınlaşırken sakinleştirici ya da antidepresan kullanımı da artıyor. Siz kullanmasanız bile çevrenizde muhakkak birilerinin antidepresan kullandığına şahit oluyorsunuzdur. Ancak bazı hastalar var ki, onlar bu ilaçları yazdırmakta hepimizden çok zorlanıyor. Genellikle genç yaşta, ufak dozlarla sakinleştirici kullanmaya başlamış ancak zamanla olması gereken dozun üzerine çıkmış hastalardan söz ediyoruz. Artık sıradan sakinleştiriciler dertlerine derman olmuyor, yeşil reçeteye tabi olan ilaçları almak zorunda kalıyorlar. Özellikle son dönemde bu ilaçları yazdırmakta zorlanmalarının en önemli sebebi e-reçete uygulamasına geçilmiş olması.Malum, yeşil reçeteli ilaçların kötüye kullanımı oldukça yaygın. Alkol ve uyuşturucu etkisi verdiğinden bağımlı birçok insan, bu ilaçları yazdırmak için epey uğraşıyor. Herhangi bir hastanede çalışan doktorun yazdığı ilaç, Tarlabaşı’nda uyuşturucu olarak satılabiliyor. Bu yüzden doktorlar yeşil reçeteli ilaçları yazmakta çekimser davranıyor.uyuşturucu parasını devlete ödetiyorlarFatih Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi psikiyatrlarından Uzman Doktor Vedat Bilgiç, bağımlıların bu ilaçları yazdırmak için özellikle küçük ilçelerde görev yapan doktorlara gittiğini söylüyor: “Küçük ilçede çalışırken çok sayıda bağımlıyla karşılaştım ve ilaç yazmam için defalarca tehdit aldım. Polis devreye girdi ve şahısların ilçeye girmesi yasaklandı. Ülkemizde madde kullanan çok sayıda insan var. Bu kişiler bahse konu ilaçları doktora yazdırarak devlete uyuşturucu parasını ödetmiş oluyor.”Sağlık Bakanlığı durumun farkında olduğundan konuyla alakalı ciddi önlemler almış durumda. Örneğin; Uyuşturucu ve Psikotrop Maddeler Danışma Komisyonu’nun 20.6.2005 tarihli toplantısında alınan karara göre, aynı etken maddeyi içeren yeşil reçeteye tabi ilaçlardan yalnızca iki kutu yazılabiliyor. Bu miktarın üstünde ilaç yazılması gerektiğinde ise hastaların Sağlık Kurulu raporu alması gerekiyor. Bir reçeteye rapor olmaksızın iki kutudan fazla ilaç yazılması halinde, söz konusu reçeteyi yazan doktor uyarılıyor ve tekrarı halinde hakkında Kabahatler Kanunu gereğince işlem yapılıyor. Doktor, reçeteye iki kutudan fazla ilaç yazsa bile eczacının da vermesi yasak. Tıpkı doktor gibi eczacı da fazla ilaç verdiği takdirde önce uyarılıyor, kabahatin devamı halinde işlem yapılıyor.Doktorlar kara listeye girmek istemiyorYeşil reçetelerin ilk nüshası, takip eden ayın onuna kadar ilçe sağlık müdürlüklerine ulaşıyor ve incelemeler yapılıyor. Suistimaller bu şekilde tespit edildiği gibi doktorların bildirimleriyle de ortaya çıkabiliyor. İstanbul İl Sağlık Müdürlüğü yetkilileri; “Suistimal yapan şahıslar, genellikle aynı gün içinde farklı eczanelerden ücretli olarak (yani Sosyal Güvenlik Kurumu Provizyon Sistemi’nden onay almaksızın) farklı hekimler tarafından düzenlenmiş, farklı yeşil reçetelerle ilaç temin ediyor. Bu şahısları tespit ettiğimizde, doktorlara duyuru yapıyoruz.” diyor. Ayrıca e-reçeteye geçilmesiyle yeşil reçeteli ilaçların sistem üzerinden de kontrolü sağlanıyor.Aile hekimi Yavuz Okur, “Sağlık Bakanlığı e-reçeteyle listeyi, sistem üzerinden de görebiliyor. Doktorlar da bu listenin üst sıralarında olmak istemiyor.” diyor. Hal böyle olunca da bu ilaçları gerçekten kullanması gereken hastaların işi zorlaşıyor.Rakı iç daha iyi!74 yaşındaki Mehmet Ölmez, bu hastalardan yalnızca biri. 20'li yaşlarda panikatak ve epilepsi hastalığı dolayısıyla sakinleştirici, antidepresan ilaçlar kullanmaya başlamış. Şuanda da diyazem, rivotril, eptantoin gibi ağır ilaçları bir arada ve yüksek dozda kullanıyor. Bilhassa rivotril, kötüye kullanımı yaygın ilaçlardan biri olduğu için, bu ilacı yazacak doktor bulmakta zorlanıyor. Her yıl rapor çıkardığı halde, ilaçların dozajı yüksek olduğundan doktorlar yazmak istemiyor. Bu yüzden ilaçların bitmesine yakın dönemlerde, ‘bir daha yazdırabilecek miyim?' endişesiyle uykusuz geceler geçiriyor. En son yaşadığı hadise ise durumun vahametini özetler nitelikte. Sakarya'da bir doktora ilaçlarını yazdırmak için giden Ölmez, “Sen bunları kullanacağına iki duble rakı iç.” cümlesine maruz kalır. “Kendimi bildim bileli beş vakit namaz kılarım, ağzıma alkol sürmedim. Nasıl bana böyle bir şey söyleyebilirsin?” diyerek doktorun odasından sinirle çıkar. Neyse ki daha sonra başka bir doktora ilaçlarını yazdırabilir.Yaşlılara kolaylık sağlanmalı70 yaşındaki Solmaz Yürekli de Ölmez ile benzer sıkıntıları yaşayanlardan. O da 30 yıldır sprilax, rivotril, zanax, akineton gibi ilaçlar kullanıyor. Rivotril, zanax ve akineton yeşil reçeteli olduğu için bu ilaçları yazdırmakta sıkıntı yaşıyor. “Bu yaşıma geldim, hâlâ her ilaç için ayrı rapor çıkarmak durumundayım. Rapor çıkarsam bile doktor doktor dolaşmak zorunda kalıyorum. İlaçlarım biterken yaşadığım sıkıntıyı anlatamam. Benim gibi yaşlıların bu ilaçları yıllardır kullandığı belli zaten. Bize niye böyle zorluk çıkarıyorlar anlamıyorum.” diye sitem ediyor.Vedat Bilgiç (Psikiyatri uzmanı): Antidepresanlara olan önyargı, madde kullanımını artırıyorYeşil reçeteli ilaçlar uzun süre kullanılmamalı. Ancak zekâ geriliği olan, şizofreni ya da epilepsi hastalarının bu ilaçlara devam etmesi gerekiyor. Dolayısıyla bu ilaçların kullanımı kronik hastalarda bağımlılığa dönüşüyor. Ama ilaçların bağımlılığa dönüşmesi tedavide etkin oldukları gerçeğini değiştirmiyor. Birçok insan sırf bu önyargılarla antidepresanlardan uzak duruyor ancak bu ilaçlar gerektiği yerde kullanılmadığı için maddelere yönelme oluyor. Yani psikiyatrik ilaçlara olan önyargı sigara, alkol ya da uyuşturucu kullanımını artırıyor. Halbuki aileler baş edemedikleri çocukları ergenlik döneminde doktora getirse, kısa süreli ilaç kullanımıyla, madde kullanmalarının önüne geçebilir. Ne yazık ki insanlar alkol kullanmayı normal görüyor ama doktora gidip ilaç kullanmayı normal karşılamıyor.

Amca, ne sen beni gördün ne de ben seni

$
0
0
Aile fertleri arasında bir anlaşmazlık yüzünden oluşan dargınlıklar, ister istemez çocuklarına da yansıyor. Yıllar yılı birbiriyle tek kelime etmeyen evlatlar ise, “Babalarımızın husumetini biz yüklendik.” diyor.Aile fertleri arasındaki kırgınlık başkaca dokunur. O, hiçbir husumete benzemez. Kan bağıyla bağlı kimselerin daha çabuk barışıp kaynaşması beklenirken, hadiseler pek öyle şekillenmez. Öyle ki, yıllar yılı aynı aşa kaşık atmış kardeşler, küs oldu mu hiçbir kuvvet onları bir araya getiremez. İncir çekirdeğini doldurmayan sebepler, imalı sözler, ufak borçlar derinden bir yara açar kalplerde. Memnuniyetsizlikle başlayan bir kıvılcım, yıllar yılı sürecek dargınlığa kapı aralar. Kardeşler arasındaki kırgınlık, belki iki kişi arasında kalacakken, kuşaktan kuşağa geçen ve zihinlerde devam eden kan davasına dönüşür. Birbirlerini hiç görmemiş amcaoğlu, teyze kızı akrabalar, istemeden de olsa başkalarının kinine ortak olarak yetişir. Böyle olunca da aile arasındaki fay hattı seneler içinde büyüdükçe büyür. Birbirlerini sokakta görse tanımayacak yakın akrabaların ilginç hikâyelerini dinledik. Umarız yaklaşan bayram, anlamsızca devam eden küskünlüklerin son bulmasına vesile olur.Begüm Çebe: Ne ben amcamı ne amcam beni tanır!İlkokula gidiyordum, bir amcam daha olduğunu biliyordum, adını da… Ama hiç görmemiştim. Anne ve babamın evde olmadığı bir akşam aramıştı. Babamla görüşmek istedi, ben de evde olmadığını söyledim. Telefonun yanındaki kâğıda şöyle not aldım: “Baba İzmit’ten İsmet Çebe aradı.” Gece geç gelen babam notu gördüğünde çok duygulanmış. Ertesi gün bana, “Arayan kişi sana amcan olduğunu söylemedi mi?” diye sordu. Ben de hayır dedim. Sonra öğrendik ki, amcam o zaman babamdan borç para istemek için aramış. Yıllar sonra mezun olup çalışmaya başladığımda amcamı ziyarete evine gittim. Şimdilerde bazen arıyorum ama ortak bir geçmişim, çocukluğa dair bu hatıra dışında bir anım olmadığı için ilişkiyi ilerletemiyorum. Amcamın dört oğlu var. Sokakta görsem tanımam herhalde. İkisini hiç görmedim zaten. Gördüklerimle de ne arkadaş olabiliyorum ne de akraba.Rahime Güzelce: Okul bitince akrabalık da bittiİstanbul Üniversitesi’ni kazanmıştım. Kayıt sırasında beklerken, iki ön sırada duran erkek öğrenciye kanım ısındı. Hayatımda ilk defa görmeme rağmen sanki bir yerden tanıyormuşum hissine kapıldım. Sonra okul başladı. Ders aralarında, okul bahçesinde onu gördükçe alakam daha da artıyordu. Acaba ben âşık mı oluyorum diyordum. Hatta dünya görüşüm izin verse gidip açılmayı düşündüm ve arkadaşlarıma anlattım. Sonra akrabalarımızdan biri, benimle aynı sene amcamın oğlunun da aynı bölümü kazandığını söyledi. Fakat o amcamı hayatımda görmüş değilim. Niçin konuşmadığımızı da bilmem. Amcamın oğlunun ismi Yasin’miş. Sorup soruşturunca işte o kanımın ısındığı çocuğun akrabamız Yasin olduğunu öğrendim ve bir gün bahçede tanıştım. Meğerse beni kan çekmiş. Okul zamanı selamlaşıp konuşuyorduk. Sonra okul bitince, amcamı düğünüme çağırdıysam da gelmedi. Oğlu da babası gibiydi, okul bittikten sonra bir daha görmedim.Hakkı Kilimci: Halamı ilk defa 25 yaşında gördümBaba tarafımın ilginç bir hikâyesi var. Dedem iki defa evlilik yapmış, ilk eşinden üç, ikinci eşinden yine üç çocuğu olmuş. Babam ikinci üçün ortancası. Dedem ilk eşinden ayrıldıktan sonra çocukların velayeti dedemin üzerineymiş. İrtibat devam ediyormuş fakat ilk kızı Nurşen adeta annesinde rehin kalmış. İlk eşi biraz şirret olduğundan çocuklarına babasını kötüleyip durmuş. Sonra babamlar da dünyaya gelip tüm çocuklar bir evde yaşamaya devam ederken, dedem ve öz babaannem 1977’de kırk gün arayla vefat ediyor. Sahipsiz kalan çocuklar sağda solda büyüyor. Tabii şirret nine yine sahneye çıkıyor ve kardeşler arasındaki samimi bağın öz-üvey diye araya girip fitne tohumları ekiyor. Bu cici halamı iki defa ya gördüm ya görmedim. Birkaç sene evvel tüm kardeşler bayram günü bir araya gelelim deyip toplanmıştı. Bana dediler, işte Nurşen hala orada oturuyor. 25 yaşında gördüm halamı. Üvey ninem böyle yapmasaydı belki de çok farklı bir hayat yolu çizer, sever sevilirdik.Rüstem Kanaryacı: Amcam beni tanımadıKüçüktük... Annem ve babam vefat edince onlardan kalan altınları büyük ağabeyimiz idare ediyordu. Ona güvenmiş ve iaşemizi sağlayan parayı teslim etmiştik. Bir akraba ziyaretinde öğrendik ki parayı har vurup harman savuruyormuş. Dayılarım olayı öğrendi ve elinde kalanlara el koydu. Bu altınlar, yıllar yılı Ankara’daki amcamda muhafaza edildi. Annemin, kız kardeşim için sakladığı altınları… Bizi anne-babamızın sağlığında arayan dayım, sonra hiç aramadı. Yıllar sonra kardeşimiz evlenme yaşına gelince altınları dayımdan teslim almaya gittim. Çalıştığı yere gidip selam verdim. “Nasıl yardımcı olabilirim?” dedi. Annemin ismini söyledim ve kendimi tanıttım. Çok soğuk davrandı. Bileziklerin bulunduğu eve gittik ve bize, aldığımıza dair bir mukavele imzalattı. O günden sonra görüşmek için bir çabaya girmedim.Elif Yılmazoğlu: Facebook’tan ötesine geçemiyoruzBundan on sene öncesine kadar çok sıkı bir şekilde görüştüğümüz annemin amca kızlarıyla aramız bıçak kesiğiyle kopuverdi. Beni büyüten hatta elimize fıstık alıp gece yarısı kapısını çaldığımız Şehriban ablalarla içtiğimiz su ayrı gitmezdi. Sonra dedem ile kardeşi arasında bir arsa meselesi oldu. Babam ve annem onların arasını bulmak isterken kötü oldular. Ayrılık o hadisede başladı ve aileler arasında kapanmaz bir uçurum açıldı. Biz yaşıt çocuklar arasında su sızmazken büyüklerimizin husumetini yükleniverdik. Geçen on yıl süresinde neredeyse hiç görüşemedik. Annemin amcası, kızlarına, ‘Görüşürseniz hakkımı helal etmem’ demiş. Tabii aradan uzun zaman geçti. Aradaki soğukluktan dolayı beraberce bir şey yaşayamadık. Bu yüzden de samimiyetimiz bir yerden ötesine geçemedi. Şimdi birbirimizi Facebook’tan takip ediyoruz. Fotoğrafı beğeniyoruz, yorum yapıyoruz ama iki taraf da, bir kez olsun ‘yüz yüze görüşelim’ isteğinde bulunmadı ne yazık ki!

Osmanlı diye bilgi yığını öğretiliyor

$
0
0
Prof. Dr. Ahmet Şimşirgil, televizyonda karşımıza çıkan tarihçilerden. Tarihe geçmiş olarak bakılmaması gerektiğini söyleyen Şimşirgil’e göre müfredattaki Osmanlı anlatımı hiç iyi değil: “O bilgilerin yüzde 70’i çıkmalı. Bilgi yığınını felaket olarak görüyorum. Tarihi yük haline getirmeden, ibretlik hadiseleri gençlere anlatmak daha faydalı olur.”Tarihçiler bir bir ekrana çıkıyor. Sizin modaya uyma süreciniz nasıl başladı?Fetih 1453 filmi çekilmiş, tartışmalar da beraberinde gelmişti. Beni de CINE5’ten davet ettiler. Teknik olarak en iyi tarih filmiydi ama bu çalışmanın Fatih’in bütün şahsiyetini öldürdüğünü söyledim. Herhalde anlatış tarzım hoşlarına gitti. Ve benimle bir tarih programı yapmak teklifinde bulundular. Ben de ‘hay hay’ dedim. ‘Tarih ve Medeniyet’ başlamış oldu. Bu program şu an tatilde. Yine CINE5’te ‘Bir Bani Bir Cami’ programını yapıyoruz.Televizyon hoşunuza gitti galiba.(Gülüyor) Ben TV’leri çok isteyen biri değilim. Konferansları daha çok severim. Ancak son zamanlarda konferanslarda şöyle bir talep ile karşılaştım: ‘Neden TV’lerde yoksunuz. Herkes tarih konuşuyor, siz de çıkın konuşun.’ dendi.Tarih, ders kitaplarına kalmış ‘sıkıcı’ bir anlatıyken artık kitle iletişim araçlarında yoğun bir şekilde karşımıza çıkıyor.Tarihi sadece üniversitelerde değil topluma da anlatmanın lüzumuna inanıyorum. Bu arada tarih sadece bugün popüler olan bir şey değil, hep gündemdeydi. Mesela eskiden gazetelerde tarihî roman tefrikaları vardı. Yine Malkoçoğlu, Kara Murat filmleri en çok izlenen yapımlardı. Hayat Tarih dergisi 100 bine çıkmıştı. Bizim akademisyenlerimiz tarihi sadece makale yazmak olarak gördüler. Yaptıkları işi halka sunmadılar. Popüler tarih Türkiye’de son 20 senedir başladı.Kim öncülük etti size göre?En etkili isim olarak İlber Ortaylı’yı ifade edebilirim. Yansız bir şekilde tarihi halka anlatmaya başladı.Peki, siz yansız bir Osmanlı mı anlatıyorsunuz?İnsanlar taraftır ama bu asla ilimde objektifliği yıkmamalı, değiştirmemeli. Ben kendimi kesinlikle objektif olarak görüyorum. Tarih yapanlar daha sonra tarihi yazmaya başlarlar. Ve bu tarih, kendilerine uygun bir tarih olur. Ben Osmanlı toplumu ne ise onu anlatıyorum. 1,5 senedir program yapıyorum. Hiç kimse bana ‘Senin bu söylediğin yanlış, belgesi yok.’ diyemedi. Tarihî film ya da dizilerde bu işi yapanlar, ‘Biz film çekiyoruz yahut roman yazıyoruz. Bire bir gerçeklik olamaz.’ diyorlar.Kesinlikle doğru. Siz mutlaka bir şeyler katacaksınız. Benim söylediğim şu: Bu katılan şeyler, o kişinin şahsiyeti ile özdeşleşmeli. Ortaya başka bir şey çıkmamalı. Mesela Mustafa Kemal Paşa ile ilgili böyle bir şey yapabilirler mi? Yapamazlar. Ölüye hürmetimiz kalktı mı?Osmanlı padişahlarını koruma kanunu ister misiniz?İstemem. İşin içine yine siyaset karışır. Ama en azından Türk Tarih Kurumu bu tip roman, film gibi çalışmaları yayınlanmadan önce tetkik etmeli.Türk-İslâm sentezine dayalı bir Osmanlı anlatıyorsunuz. Bu, hem seviliyor hem de eleştiriliyor.Fransa, İngiltere, İran tarihini anlatırsam o günün toplumunun inancı, ahlakı ne, bunun gibi konuları araştıracağım. Şimdi ben Osmanlı’yı anlatıyorum. Osmanlı bir İslâm, ehl-i sünnet devleti... Padişahların özellikleri var. Ben bunu nasıl anlatacağım? İnsanlar Ahmet Şimşirgil’e değil, anlatılanlara bakmalı. Ömer Lütfi Barkan’a Osmanlı toprak sisteminin Marksizm’e yakın olduğunu söylemesi için adeta yalvarmışlardı. Ama o, bunu kabul etmedi, ilmin namusunu çiğnemedi. Ben de kendi ideolojimi değil, olanı anlatıyorum, hadise budur.Osmanlı, Kayı’dan gelmediyse nereden geldi?Halil İnalcık, Osmanlı’nın Kayı boyundan gelmediğini ve bunun ‘siyasî bir teori’ olduğunu söylüyor. Ama sizin de Kayı ile ilgili 4 kitabınız var.Kayı serisi devam ediyor. Beşincisi de ekimde çıkacak. Halil Bey, ‘Ben bunu 40 yıldır savunuyorum.’ diyor. Ben de bir soru yöneltiyorum: ‘Osmanlı, Kayı değilse ne? 40 yıldır bulamadın mı?’ Halil Bey, Aşıkpaşazade’yi, Oruç Bey’i, Neşrî’yi kullanır. Bu kaynakların hepsinde Kayı geçer. Neden bunu kabul etmiyor? Osmanlı, Kayı olmasaydı mutlaka ‘Selçukî’yim.’ derdi. Başka bir boy derseniz sizi paçavraya çevirirler. Kayı, asla tartışması olmayan bir husustur bugün.İnalcık Hoca neden böyle söylüyor o zaman? Bazıları söylettiriyor olabilir. Halil Bey, Türkiye’nin tartışmasız en büyük ilim adamıdır ve tarihçilerin duayenidir. Şimdi burada yayınevleri de bazı şeylerin peşinde, reyting için. Hâlbuki Halil Bey’in böyle bir şeye ihtiyacı yok. Bundan önce de başka bir söz ortaya atıldı: “Osmanlı, 1302’de Yalova’da kuruldu.” Yalakabad’da sadece bir savaş oldu ve geri gitti bizimkiler, oralar Bizans’ındı. Bir savaşla devlet kurulmaz.İslâm tarihinde bir devletin kurulduğu ne ile sabit olur? Para, hutbe, tımar vermek... Bunlar en önemli üç husus. Peki, Halil Bey delil olarak neyi gösteriyor: Bafeus Savaşı’nı. Savaş kazanmak, devlet kurmak demek değildir. 1299’da hutbe var, 1301 yılında dirlik var. Bafeus Savaşı, Osman Gazi’nin sadece karizmasını yükseltti o kadar… Tarih, geçmiş midir sadece?Kesinlikle değildir. Geleceği bilgi ile okursunuz. Geçmişten güç alanların ufku geniş olur. Tarih, bilim dallarının en önemlisidir. Tarihe, penaltı atan futbolcu gibi bakmalıyız. Geriye doğru gerilmeden ileri şut atamazsınız. Ders kitaplarındaki Osmanlı nasıl?Hiç iyi değil. O bilgilerin yüzde 70’i çıkmalı. Bilgi yığınını felaket olarak görüyorum. Tarihi yük haline getirmeden ibretlik hadiseleri gençlere anlatmak daha faydalı olur.Ama o zaman da çok hikâyeci bir tarih olmaz mı?Ama sana faydalı. Toplumu öldürmek mi kurtarmak mı maksadımız? Kaldı ki bunlar uydurma değil, yaşanmış şeyler. Bunlar, toplum mühendisliğinin en önemli ölçüleri bence. Halka sunulan, tarihin özü olsun. O zaman faydalı oluruz.Yaşım ilerledikçe notum yükseliyor, şimdikiler şanslı...Tarih dışında neler yapıyorsunuz? Bugün birtakım hizmetleri yapmanın yolu STK’lardan geçiyor. Biz de Âdem-Der diye bir dernek kurduk. Bugün 100 tane talebenin neredeyse 50’sinin de ücretsiz okuduğu bir oluşum içindeyiz. Kitaplarımın telifini de derneğe bağışladım. Kitap yazıyorum, konferans veriyorum. Yani yine tarihle bağlantısı olan işlerle meşgulüm.Konuşmalarınızın arasına şiirler de serpiştiriyorsunuz.Ana kaynaklarımızı okurken aralara beyitler konduğuna ve bunların beni rahatlattığına şahit oldum. Ben de derslerde hangi padişahı anlatıyorsam beyitlerini aralarda söylemeye başladım. Kanunî’yi anlatıyorsunuz; 3 bin beyti var ama hiç kimse bahsetmiyor. Kanunî’nin gazelini okumazsınız onu nasıl anlatacaksınız?Padişah divanları ezberinizde mi?Yok, bu çok büyük bir iddia olur. Ama her birinden bilirim.Siz şiir yazıyor musunuz?İnsanın şiire ilgisi olmasa şiir ezberleyemez. Bir zamanlar başlamıştım. Şeyh Galib’in ‘Deme sakın şöyle böyle bir söz/Gel sen dahi söyle böyle bir söz’ beyti beni çok etkilemişti. Şunu söyleyemezsiniz; bizde böyle bir şiir altyapısı yok. Bari bunları unutturmayalım. Yunus’un bir dizesi, benim hiç okunmayacak binlerce şiirimden daha kıymetli diye düşündüm. Bunları sevdirmem daha mühim.Sevdiğiniz şairler kimlerdir?Nabî, Bakî, Fuzulî, Taşlıcalı Yahya, Nef’î, Ziya Paşa, Yahya Kemal, Necip Fazıl, Ârif Nihat Asya, Nâzım’ı sayabilirim. Bu arada notunuz kıt diyorlar?(Gülüyor) Yaş ilerledikçe notumun yükseldiğini düşünüyorum. Şimdiki talebelerim şanslılar.Takım tutar mısınız?Fenerbahçeliyim.Taraftarlığınız nasıl?Maçlara gidemiyorum ama iyi bir taraftarımdır. Çocukluğumdan beri futbolu takip ederim.En son gittiğiniz maç hangisi?1978’de Fenerbahçe-Galatasaray maçıydı. 2-1 yenmiştik.Maç yapıyor musunuz peki?1982’de ayağım kırılana kadar yaptım. Hatta asistanlık sınavına koltuk değnekleri ile gitmiştim. Sınav salonuna önceden girip, koltuk değneklerini gizlemiştim. Sınavı o şekilde vermiştim.
Viewing all 3284 articles
Browse latest View live