Quantcast
Channel: ZAMAN-PAZAR
Viewing all 3284 articles
Browse latest View live

Kaduna'nın minik hafızları

$
0
0
Nijerya’nın Kaduna şehrinde, yaklaşık bin öğrencinin bir arada yaşadığı küçük bir okuldayız. Köylerde yaşayan aileler, küçük yaştaki çocuklarını Kur’an öğrenmeleri için bırakıyorlar buraya.Maddi imkânsızlıkların zorluğu, hatta imkânların hiç olmayışı nedeniyle bu çocuklar aileleriyle belki yıllar sonra görüşebilecek. Bu zaman zarfında, birçoğu hafız olarak yetişmiş olacak.Gün, sabah namazı ile başlıyor burada. Hep birlikte kılınan namazın ardından ezberler yapılmaya başlanıyor. Güneş tam tepeye yükselmeden, günün tek öğününü bulup karınlarını doyurmak için bütün öğrenciler şehre dağılıyor. Bir iki lokmasını kendileri ile paylaşacak insanlar arıyorlar. Akşam hava kararmaya durduğunda, medreseye dönüşler de başlıyor. Büyük bir azimle sallanan başlar, değer verdikleri sözcükleri hıfzediyor. Ezberledikleri Kur’an olsa da, ellerinde mushaf yok. Genişçe bir tahta üzerine ayetler kalemle yazılıyor. Yazılanlar ezberlendikten sonra zımpara ile temizlenen tahta, yeniden kullanılıyor. Geceleri ise içlerinde neredeyse hiçbir şey olmayan sınıflarda, kuru beton üzerinde uyuyor öğrenciler.Nijerya’nın her şehrinde, hatta Müslümanların yaşadığı bütün köylerde medrese görmek mümkün. Hayırsever insanların destekleri ile ülke şartlarına göre konforlu sayılabilecek medreseler de var, öğrencilerin ailelerinin belirli bir ödeme yaptıkları da. Buralarda öğrenciler üniforma giyip sıralarda oturuyor. Bu imkânlara sahip olamayan medreselerin öğrencileri ise hayırseverlerin yolunu gözlüyor.

Bizim Köy - Geleceğin mesleğini buldu!

$
0
0
Rusya’da çamaşır asmak niçin yasaklandı? Çinlilerin devlet müzesine neden güven olmuyor? Geleceğin mesleği ne uzay mühendisliği ne de sivil havacılık!Eş dost ziyaretlerinde teyzelerin amcaların ‘Büyüyünce ne olacaksın?’ konulu sıkıcı muhabbetleri malumunuz. Lakin İngiltere’nin Norfolk kentinde yaşayan 10 yaşındaki Kieron Williamson, bu geyikten fazlasıyla bunalmış olacak ki kendine çoktan bir meslek seçti bile. Üstelik fazlasıyla da kazançlı. “Minik Monet” lakaplı ilkokul öğrencisi, yaptığı tablolarıyla tam 4,4 milyon lira kazandı. Başarılı manzara tablolarıyla dâhi bir ressam olma yolunda ilerleyen Minik Monet’in eserlerinin dünyanın dört bir yanından alıcısı var. Kendisi başarılı olduğu kadar hayırlı bir evlat da. Zira kazandığı parayla ailesine ev almış bu yaşta! Hâlâ duvarları boyadı diye çocuğunuza kızmaya kararlı mısınız?Bu ülkede çamaşır asmak yasak!Garip yasaklar deyince akla ilk Çin gelse de bu kez Rusya tacı devralacak gibi. 2014 Kış Olimpiyatları’na hazırlanan Soçi kentinde ilginç yasaklar gündemde. Kent yönetimi, balkonlara ve pencerelere çamaşır asan ve klimaları dışarıdan gözükecek şekilde monte edenlere para cezası vermeye hazırlanıyor.Soçi Belediyesi’nin internet sitesinden yapılan duyuruda, “Uluslararası misafirperverlik alanında, binaların dışı ve yakınındaki yerler düzgün görünmeli. Soçi sakinlerinin balkonlara çamaşır asmamaları gerekiyor.” denildi. İkinci bir emre kadar çamaşırları nerede kurutacaklarını kara kara düşünüyor şu sıra Soçili Ruslar!Müzenin de sahtesini yaptılar!Sahtecilik konusunda rakip tanımayan Çinlilerin yeni hedefi tarihî eser meraklıları. Zira ülkede bir devlet müzesinin sahte antik eserlerle sergi açtığı anlaşıldı. Turistler devlet müzesinde sergilenen ‘antik bir küpün’ üzerinde arsızca gülümseyen ‘Smiley’ biçimindeki sarı benekten şüphelenirken sahteciliği Beijing’li yazar Ma Boyong çıkardı ortaya. Bakalım Jibaozhai Müzesi’ndeki sahte antika eserlerin akıbeti ne olacak?

Her mahalleye bir Ömer Hoca lazım

$
0
0
Esenler’deki bir mescitte fahri imamlık yapan 30 yaşındaki Ömer Faruk Yazar, semtteki gençlerin kurtuluş vesilesi. Uyuşturucu kullanan, hırsızlık yapan, sokaklarda yatan gençlere evini açıyor, banyo ihtiyaçlarını karşılıyor, kendi arabasıyla onları pikniğe götürüyor. 200’e yakın gençle ilgilenen Ömer Hoca’nın evi adeta bir AMATEM şubesi gibi hizmet veriyor.İftar saatine yaklaşan her dakika, salondaki koltuklarda boş yer bulmak biraz daha güç hal alıyor. Belli ki gün boyunca hummalı bir çalışma yapılmış, lahmacunlar erkenden fırına verilmiş, uzunca bir yer sofrası serilmiş, tabak, çatal ve kaşıklar ip gibi sıralanmış. Birazdan oruçlarını açacak olan gençlerin tamamı, yabancısı olmadıkları bu evde ayrı bir huzur buluyor. Zaten yüzlerindeki tebessümden de mutlulukları okunuyor. Ezan sesiyle birlikte iftarlarını açmak için ‘Bismillah’ diyen gençler, kısa süre öncesine kadar gayr-i meşru bir hayat yaşıyor, sokaklarda yatıyor, hırsızlık yapıyor ve uyuşturucu kullanıyordu.Esenler’deki Nene Hatun Mescidi’nde fahri imamlık yapan 30 yaşındaki Ömer Faruk Yazar, gençlerin imdadına yetişti ve onları ‘düştükleri bataktan’ çekip çıkardı. Evlerinin kapısını onlara açtı, iki odasını onlara tahsis etti, banyo ihtiyaçlarını karşıladı, ceplerine harçlık koydu, yeri geldi piknik organizasyonları düzenledi, yeri geldi İstanbul’un tarihi ve turistlik merkezlerini kendi arabasıyla gezdirdi. Bugün, adeta uyuşturucuyu bırakmak isteyenlerin kapısını çaldığı bir AMATEM şubesine dönüşen Ömer Hoca’nın evi, 200 gence hizmet veriyor.Apaçi gençliğin Abdullah Hoca’sıGençlerin ona nasıl da büyük bir sevgi beslediğini ilk fark eden İstanbul Üniversitesi’nde sosyoloji doktorası yapan Ömer Miraç Yaman olur. Yaman, halk arasında ‘Apaçi’ diye tabir edilen gençlerin hayat hikâyeleri ile ilgili doktora tezi hazırlamak için Esenler’de saha çalışması yapar. Görüştüğü her gencin ağzından Ömer Faruk Yazar hakkında muhabbet dolu cümleler dökülür. Ömer Miraç Yaman, adaşı Ömer Faruk Yazar ile tanışmaya karar verir. Hatta daha sonra, Apaçi Gençlik ismiyle kitaplaştıracağı doktora tezinde Ömer Hoca’ya da yer verir. Ömer Hoca, öylesine mütevazıdır ki isminin kitapta yayınlanmasını istemez, Abdullah müstearını kullanır. Zaten sırf göz önünde bulunmamak için gazete röportajını da güç bela kabul etti.Asker arkadaşı kollarında ölünce hayatı değiştiEsenler’de doğup büyüyen Ömer Faruk Yazar, askere gidene kadar ehl-i dünya bir hayat yaşar. Uzun yıllar Almanya’da kalan dedesi iyi bir sosyalisttir. Ömer, ilk gençlik yıllarında diğer mahalle arkadaşları gibi gece geç saatlere kadar sokaklarda dolaşır, bazı günler sabaha karşı ancak eve girer. Yazar’ın manevi dünyasındaki değişiklik, 2005 yılından sonra başlar. Askerde başına gelen üzücü bir olay, hayatı sorgulamasına vesile olur. Daha 22 yaşındaki can ciğer arkadaşı mayına basar ve “Anne, anne, anne…” diye inleyerek kollarında can verir. Bu sahne, hayatın faniliğini anlatan bir şimşek olur, Ömer’in zihninde çakar. Askerden döndükten sonra, babasının genç yaşta iş kazasından ölmesi, onu büyük bir manevi boşluğa iter. Bu iki ölüm, “Nereden geldik, nereye gidiyoruz?” sorularıyla bütünleşince bir arayış içerisine girer.Tekstil atölyesinde çalıştığı bir gece, radyodan, namazın ehemmiyetinin anlatıldığı bir vaaz dinler. Vaazı dinledikten sonra sabah namazını kılmaya niyetlenir; hayatını, İslam dairesi içerisinde yaşamaya karar verir. İlahiyat okur, İsmailağa Cemaati’ne intisap eder. En çok da cübbe giyip sakal bırakmak, takke takmak nefsine ağır gelir, ilk birkaç ay, “İşyerinde ya da sokakta birileri kılık kıyafetime karışır mı acaba?” sorusu aklını kurcalar durur. Aileler, polisten önce onu arıyorÖmer Faruk Yazar’ın telefonu 24 saat açık. Karakola düşen gençler, anne ve babasından önce Ömer Hoca’yı arıyor. Gecenin bir yarısı yatağından kalkıp karakola gidiyor, gözaltına alınan gençlerle ilgileniyor. Anne-babasıyla kavga edip evden kaçan gençler hemen Ömer Hoca’nın evinde soluğu alıyor. Gençlerle ilgilenmeyi kendisine gaye edindiğini söyleyen Ömer Hoca, “Sinemin geniş olması için hep dua ediyorum, çünkü talip olduğumuz bu iş sabır gerektiriyor. İlk defa evime gelen gençler sokak ağzıyla konuşabiliyor, küfür ediyor. Bunların hiçbirini duymuyorum. Uyuşturucunun fiziksel zararlarından bahsediyorum. Gençler çok fedakârlar. Ceplerindeki son kuruşu size verebilirler. Biz de bu fedakârlıklarını Allah rızası yönünde kullanmak istiyoruz. Eğlenmek için helal dairede yetiniyoruz. Çekirdeğimizi alıp Balat’a gidiyoruz, sahilde mangal yapıp türkü söylüyoruz. Kendi yağımızda kavruluyor, lükse kaçmıyoruz. Maalesef imam hatipler camiye, öğretmenler ise okula dayalı bir eğitim sistemi uyguluyor. Ama sokakta ayrı bir dünya var ve bu dünya hiçbir yere benzemiyor.” diyor.“Ömer Hoca, Allah’ı anlatıyor, ben gizli gizli hap atıyordum”20 yaşındaki Ramazan Daş, hırsızlık yapmaya daha çocuk denilebilecek bir yaşta başlar. Babası seyyar satıcılık yaptığı için maddi durumları epey kötüdür. Yaşı ilerledikçe yaptığı hırsızlıkların boyutu da artar. Bu arada uyuşturucu kullanır, bununla da yetinmez, satıcılık yapar. Bir gecede 10 tane hap attığı bile olur. Bir arkadaşı vesilesiyle tanıştığı Ömer Hoca’ya karşı ilk günler çok mesafelidir. Bir gün dini sohbet sırasında üst üste 3-4 tane hap atar. Bu durumu fark eden Ömer Hoca, ağzını açıp tek kelime bile etmez, görmezlikten gelir. Çekilen tüm çileler yavaş yavaş meyve vermeye başlar. Ramazan, ilk önce hırsızlık yapmayı bırakır, eski işi kaportacılığa döner. Daha sonra ise uyuşturucuyla arasına mesafe koyar. Ömer Hoca ile birlikte yeni bir hayata gözlerini açtığını söyleyen Ramazan Daş, “Onun sayesinde hocalara olan önyargılarım kırıldı. Bize güvenip evini açtığı için onun hakkını ödeyemeyiz.” diyor.Bahattin Gül, Ömer Hoca ile ilk tanışanlardan. Onun hayat hikâyesi de arkadaşlarınınkinden farksız. İçki, uyuşturucu, mağaza hırsızlığı… Bahattin, grubun en sevilenlerinden. Ömer Hoca’nın evinde bir araya geldiklerinde şiir okuyor, bazı ünlülerin taklidini yaparak ortamı neşelendiriyor. Mehmet Cemil ise iki yıl sınıfta kalmış. Şimdi Ömer Hoca’nın gayretleriyle tekrar okula yazılmış. Bu yıl derslerinde büyük bir başarı gösteren Cemil, “Daha önceki hayatımda haram-helal diye bir kavram yoktu. Her günümüz kavgayla, dövüşle geçiyordu. Şimdi her an değişik bir aktivite yapıyoruz. Hiç sıkılmıyoruz, bir gün yüzmeye, bir gün mangal yapmaya gidiyoruz.” ifadelerini kullanıyor.

Ahirette yakasından tutacağım adamlar var

$
0
0
Türkiye’de spor magazin haberciliği denince akla gelen ilk isimlerden Akın Sel. Beşiktaşlı futbolculara yaptığı bin bir türlü şakalar hâlâ zihinlerde tazeliğini koruyor. Özellikle Televole ve Akın Akın Kompela programıyla mesleğinde zirveye ulaşan Sel ile o günleri yâd ettik. Bir sorduk, bin ah işittik.Türkiye’de spor magazin haberciliğini başlatan isimlerin başında geliyordu Akın Sel. Herkes onu Televole’nin muhabiri olarak tanısa da TGRT’de Telekritik programıyla başlamıştı spor magazin haberleri yapmaya. Beşiktaşlı futbolcularla öylesine samimiydi ki yaptığı şakalar karşısında kimse kızamıyordu ona.Süleyman Seba, “Akın Sel’e konuşanı yakarım.” dese de o, yasak falan tanımıyor, kâh ayı kılığına giriyor idman basıyor kâh futbolcuların balkonuna vinçle giriyor, ne yapıp ne edip konuşturuyordu onları. Popülerliğinin zirvesindeyken aniden yok oldu ekranlardan. Uzun zamandır ortalarda görünmeyen Akın Sel ile muhabirlik günlerini, şimdilerde neler yaptığını konuştuk. Konu dönüp dolaşıp bir dönem birlikte çalıştığı arkadaşlarına geldiğinde Sel’in söyleyecek sözü çoktu… Kariyerinde neredeyse 30 yılını deviren 53 yaşındaki gazeteci, enerjikliğinden gram kaybetmemiş. Döneminizdeki mesai arkadaşlarınızın kimi medya patronu, kimi spor müdürü oldu, kimi ise reyting rekorları kıran programlara imza attı. Siz neden birdenbire kayboldunuz ortalıktan?Çünkü ben hiç kimsenin köpeği olmadım. Tasmam asla olmaz. Allah’tan başka da kimseye bağımlı olmadım. Şansal Abi’ye NTV’de sormuşlar: “Büyük ve başarılı bir ekibiniz var. Sizi terk eden oldu mu hiç?” O da “İki kişi oldu.” demiş.Neden ayrıldınız peki?Bana bir söz vermişti. O sözü, sağ olsun 5 ay tuttu. 5 ay sonra sözünden döndü. Bu, bana çok dokundu. Yıllarca baba dediğim, yıllarımı verdiğim, para pul talep etmediğim insandan böyle bir muamele gördüm. Şu anda herhangi bir küslüğümüz yok, hâlâ ararım. Ama gönlüm kırgın.‘Para pul talep etmedim.’ derken?... Parasız mı çalıştırdı sizi?Parasız çalıştırmadı ama hakkım olanın çok azını almışım yıllarca.Ne zaman fark ettiniz bunu?1997’de Kanal D’de iken Cem Uzan, Televole’yi ekip olarak transfer etmek istemiş. Şansal ağabey kabul etmeyince Uzan, “Ekibi dağıtın.” demiş. Önce beni buldular. 5 maaş artı o zaman aldığım maaşımın 10 katına beni kanalına transfer etmek istedi. Kanal D’nin o dönemki genel müdürü Faruk Bayhan ile Şansal abi yanına çağırdı. Faruk Bayhan, “Evladım nereye gidiyorsun? Bir yere gidemezsin, kaç para verdiler sana?” dedi. 100 lira alıyordum o zaman. “10 katı fazlasına transfer etmek istiyorlar.” dedim. “Biz de aynısını veririz.” dediler. Şoke oldum. Bu kadar değerliydim, o halde neden yıllarca bu paraya çalıştırdınız beni?Birikim yapabildiniz mi bari?Hamdolsun. Uçağım, trenim falan yok ama birikim yaptım. Çok güzel bir yaşantım var. Bakırköy’de doğduğum apartmanda yaşıyorum hâlâ. Bir ara Bahçeşehir’de villa aldım, ancak 6 sene dayandık. Sonra geri döndük. Bize yalan geliyor öyle şeyler.Şu sıralar neler yapıyorsunuz?Son iki yıldır Kayseri’de E Haber kanalının başındaydım. Aynı zamanda TRT’de Gerçek Futbol’u hazırladık. E Haber’i İstanbul’a taşıma gibi bir planımız vardı fakat maddi sorunlar buna engel oldu. Bu yüzden bırakmak zorunda kaldım. Şimdilerde internet televizyonculuğu üzerine bir çalışma yapıyorum. Tamamen bu alana yönelip kendi işimi kendim kuracağım. Yalancılara, üç kâğıtçılara, sahtekârlara müdana etmeyeceğim.Yalancı derken kimi kastediyorsunuz?Herkesi kastediyorum. Yalnızca bu camiada adam, dost arıyorsanız o da NTV Spor Müdürü Fuat Akdağ’dır. Onun dışında giydireceğim çok insan var.10 yıl aralıksız devam etti. Sonrasında neden bitti Televole?Ağırlık futboldan magazine kaydı. Ayrıca zamanla taklitleri çıktı. İş cıvıdı, tadı kaçtı. Futbolcular şikâyet etmeye başlamıştı.Futbolculara yaptığınız şakaların dozu artınca “Anadolu’ya sürüldü.” söylentileri yapılmıştı.Böyle bir şey olmadı. Aksine Anadolu’ya gitmeyi kendim teklif ettim.Adam olmuşsunuz para kazanmışsınız ama hikâyesinizOrhan Şengürbüz, 10 yıl Televole’nin seslendirmesini yaptı. Karısı kanserden hastaneye yatırıldığında o karısından üç gün önce kaldırımda öldü. Cenazesindeydim, bilmiyorum Acun (Ilıcalı), Şansal ağabey, Güntekin (Onay) geldi mi? Bir araştırın, belki ben çıktım onlar geldi... Neredeydiniz arkadaş? Vefasız adamlar... Adam olmuşsunuz, para kazanmışsınız, reyting yapmışsınız ama hikâyesiniz.Acunla ilgili atıp tutmak olmazÖnüme çıkan herkes bana Acun’u soruyor; “Ağabey nerelerdesin? Bak Acun aldı başını gidiyor. Nasıl geçti seni?” diyorlar. Ya arkadaşım bu bir bayrak yarışı, önce biri alır sonra diğeri. Bunda hiç gocunacak bir şey yok. Helal olsun. Sorun ne? Ben böyle bir yarışta değilim ki. Acun yaşça benden çok küçüktür. Biz Show TV’ye Kanal D, Kanal 6, TGRT’de çalışarak gitmişiz. Acun ise orada çalışan bir elemandı. Yanlış anlaşılıyor, söylemeye çekiniyorum. Biz Beşiktaş’ı, Milli Takım’ı takip ederken, Televole’yi yaparak Show’a gelmişken Acun, mutfakta bunların montajlarını yapıyordu. Sonra kafasını kullandı. Güzel işler yaptı. Bunlarla ilgili atıp tutmak olmaz çünkü adam reytingleri kırıp geçiriyor.Şimdiki futbolcular başka alemdeSüleyman Seba’nın, futbolcularına size konuşma yasağı koyduğu doğru mu?Evet. Buna rağmen ağzıma bant bağlıyor, o halde bile kaç dakikalık kasetler çekiyordum.Sebebi neydi bu yasağın?Sürekli gırgır şamata yaptığımdan başkan, futbolculara, “Ulan bu adama konuşursanız size 500 bin lira ceza vereceğim.” diyordu. Futbolcular beni gördüğünde “Abi n’olur konuşturma, yakma bizi!” diyordu. “Akın, bugün röportaj yapmayalım.” diyenlere; “Annenin doğum günü değil miydi bugün?” diyordum. Hepsinin annesinin, akrabasının, sevdiğinin doğum günlerini ezbere bilirdim. Hal böyle olunca bir şekilde konuşuyorlardı.Şifo Mehmet’in 20. kattaki balkonuna vinçle girme ve ayı kılığında idmanı basma hadiseniz unutulmazlar arasında...(Gülüşmeler) Ne yapsaydım, yine yasaklı olduğum dönemdi. Şifo beni karşısında görünce mecburen konuşmuştu. Başkana “Adam zır deli. Balkonuma vinçle girdi başkanım.” diyordu.Christoph Daum ne yaptı sizi ayı kılığında idmanda görünce?Daum’la önceden anlaşmıştık. Takım Belgrad Ormanı’nda koşu yapıyor. Sekizinci kilometrede atladım önlerine, ödleri koptu. Hepsi birden üzerime çullandı. Yediğim dayağın haddi hesabı yok. Daum durumu bildiği için bozuntuya vermedi, beni tuttuğu gibi göle attı. Futbolcular şoke oldu.Yeniden Televole’yi yapmayı düşündünüz mü hiç?Şu anda aynı ortam olsa ve Televole önceden yapılmasaydı olabilirdi ama yeniden yapmam.Çekip de yayınlamadığınız görüntüleriniz oldu mu?Yayınlamayacağım hiçbir şeyi çekmezdim. Aksine futbolcular başka kanallar tarafından uygunsuz görüntülendiğinde direkt beni arar, yayınlanmaması konusunda yardım isterler.Kan uyuşmazlığı yaşadığınız futbolcular var mıydı?Sevmediğim futbolcu hiç olmadı ama tabii mesafeli yaklaşanlar vardı. Örneğin Metin Tekin, bu işleri pek sevmezdi ama ben onu bile konuşturuyordum. Bu, zorla olacak şey değil. Aramızda bir bağ vardı.Günümüz futbolcu-muhabir ilişkisini göz önüne aldığımızda şimdiki futbolculara aynı şakaları yapabilir miydiniz?Gözüm kara, şimdi olsa şimdi de çekinmezdim. Beşiktaş muhabiriydim ama Galatasaray ve Fenerbahçeli futbolcularla da samimiydim. Bana yardımcı olmayan futbolcu yoktu. Ama genel olarak kolay olduğunu düşünmüyorum çünkü jenerasyon değişti. O zamanlar cep telefonu bile yoktu. Şimdi futbolcu açıyor iPad’ini, takıyor kulaklığını başka âlemde. Böyle bir futbolcuya mikrofon uzatacaksın, cevap vermez ki.Televole’nin futbolcu ve mankenler arasında balon aşklar ürettiği doğru mu?Tamamıyla gönül meselesi. Bizim ürettiğimiz bir şey kesinlikle olmadı. Biz yakıştırdık, onlar kıvılcım aldı falan, böyle bir şey asla olmadı. İçlerinden böyle şeyler geçirenler olmuşsa bunu bilemem.Boğaziçi Üniversitesi’nde Amerikan futboluyla ilgili bir çekimde kırılmadık yeriniz kalmamış. Ne olmuştu tam olarak?Arkadaşlara 20-30 kişi üstüme atlasın, ben de Cüneyt Arkın gibi iteyim, giriş anonsunu böyle yapayım dedim. Kameramanımız, ‘Abi önden çektik ama bir de amorstan çekmemiz lazım’ dedi. Olur dedim. Amorstan çektik amors olduk.Kötü bir tecrübe olmuş sizin için...Çok ağır bir ameliyat geçirdim. Çatlak, kırık, çıkık ve omzumda göçük oluştu. Ama bundan daha çok canımı yakan, çalıştığım kanaldan bir demet çiçek bile gelmemesi oldu. Flash TV’den bile (bir kişi bile tanımam) geldi, NTV’den gelmedi. Televizyon ayağına ailemden kopmuş bir adamım, çocuklarımla, özellikle kızımla fotoğraflarımız sayılıdır. Şansal abi bile birkaç gün sonra aradı. ‘Yeni haberim oldu.’ dedi. Vay be, yazıklar olsun. Ben bu mesleği çok bile yapmışım.En çok Alpay Özalan ile uğraşırdınız. Hâlâ görüşüyor musunuz futbolcularla?Hâlâ ararım hepsini. Ayrım yapmam ama daha sık görüştüklerim var. Alpay en son Siirt’teydi. Vefa Lisesi mezunuyum, Vefalıyız. Kazandığım her kuruşu, adımı futbolculara borçluyum, başka kimseye değil.Tabii bir de isminizle hemhal olmuş Kompela var. Ne yapıyor şimdilerde?Sokakta biri beni görse ‘Aa Akın Akın Kompela’ diyor hâlâ. Kompela şu anda U-20 Güney Afrika Milli Takımı’nı çalıştırıyor.Türkiye’ye girmesinde sıkıntı var diye söylentiler çıkmıştı...Bir ara araba kaçakçılığı mevzusu olmuştu ama yok öyle bir şey.

Madımak'ı çözebilseydik, Gezi'yi de çözerdik

$
0
0
Alevi açılımı, iki yıl aradan sonra tekrar gündeme geldi. Din sosyoloğu Dr. Necdet Subaşı, 1. Alevi Açılımı’nın koordinatörü ve çalıştayların moderatörlüğünü yapan isim. Subaşı ile yeni başlayacak süreci ve Alevi açılımındaki önemli hususları konuşmak için bir araya geldik.Alevi açılımında yol almışken, çözüm nerede ve neden tıkandı?O dönemki seçim kampanyaları, referandum süreci, çalıştayın ve nihai raporun siyaset erki özünde yeterli ölçüde değerlendirilememesine sebep oldu. Ülkenin atmosferi, konunun sıcağı sıcağına değerlendirilmesini engelledi. Ama bunda da bir hayır var. Bu süre zarfında Aleviler kendi içlerinde bir değerlendirme fırsatı yakaladı. Çalıştayın amacı uluorta bir söylemle sorunları konuşmak yerine, ne kadar sorun var, neye dayanıyor, nasıl çözülür gibi konulara odaklanmaktı. Ama bu atmosferde süreç zayıfladı. Pek çok Alevi çözümün dondurulduğunu iddia etti. Aslında öyle bir şey söz konusu değil. Süreç yeni mayalanmaya başladı. Devlet ilk kez Alevilikle yüzleşmeye başladı. Tabii bunun da bir bedeli var.Yoksa geçen bu iki yıl, devletin sorunu hazmetme süreci miydi?Devlet bir yerlerinin ağrıdığından haberdardı. Çalıştaylar devlete sorunlu bölgelerini gösterdi. Bundan sonra yapılacak şey hiç de lokal olmayan bu sorunu daha bütüncül ve kapsamlı şekilde çözmeye çalışmak. Geçtiğimiz günlerde alınan ‘soruna kaldığı yerden devam etme' kararı oldukça yerinde. Eğer yeni bir noktadan yeni bir başlangıç yapılacak olsaydı, bu sorunu atlamaya sebep olurdu. Uzun vadede çözülecek şeyler bir tarafa, kısa vadede Alevi hissiyatını yükselten, acıtan sorunlar inşallah ortadan kaldırılır.Aleviler açılıma, onları ‘doğru İslam'a çağırma' ya da ‘Sünni inancı' dayatma şeklinde algıladığı için güvenmiyor olabilir mi?Başlangıçta bu tür kaygıların olması doğal. Bir gün devlet kalkıp sizi dinleyeceğim diyor. Şimdiye kadar böyle bir pratiği olmayan devletin bu rahatlığı, kendi yağında kavrulmayı başarmış bir topluluğu tedirgin edebilir. Ancak bu tedirginlik kısa sürede ortadan kalktı. Son çalıştaya kadar Alevilerin bütün grupları yer aldı. Dışlanmışlık, incinmişlik duygusunu ortadan kaldırmak ilk öncelikti. Bugün herhangi bir toplumsal beklentisi olmayan Alevi, kendini dışlanmış hissediyorsa bunun sorumlusu bizleriz. Yaşanan acıların sorgulanması, kullanılan dil, karşılıklı empati, biz ve öteki kavramının tarihin çöp sepetine atılması, acısı olan bu insanları da süreci de rahatlatabilir. Ama ne yazık ki siyaset, daha pratik ve ses getiren adımlar atılmasını gerektiriyor.İran, Almanya gibi ülkelerin Alevilere olan ilgisini yadırgamıyorum3. köprüye Yavuz Sultan Selim ismi verilmesi, çözümü siyasete kurban mı etti? Bu isim olmasa da olur muydu?Türkiye'de ortalama bir Sünni Müslüman'ın Yavuz Sultan Selim'e atfettiği şey, Alevilerin onda gördüğü şey değil. Alevilerin tiranlık, gaddarlık, zalimlik, katliamcı diye tanımladığı Yavuz, Sünni Müslümanların bu özellikleriyle bildiği, takdir ettiği bir şahsiyet değil. Sünni Müslümanların gözünde Yavuz Sultan Selim, Müslüman toplumların dağınıklığını gideren, İslam ümmetini bir araya getiren tarihsel bir figür. Taraflardan birinin başka, diğerinin daha başka tanımladığı bir isimden bahsediyoruz. Bu toplum nasıl oldu da birbirine yüzde yüz zıt bir isim etrafında saflaşmayı başardı? Bunlar kolay konular değil. Yüksek insanlık kriterleriyle konuşulması gereken şeyler.Birtakım örgütlerin Alevilere yönelik özel bir taban çalışması yürüttüğü biliniyor.Bunlar söylenebilir. Ama niye bu insanlar kışkırtılıyor ya da bunlar üzerinden oyun oynanıyor onu düşünmek lazım. Devlet tek tek bir failin arkasındaki gücü sorgulayabilir. Ama daha derinlerde şunu sorgulaması lazım: ‘Acaba vatandaşımı her türlü provokasyona alet olma potansiyelinden koruyacak neler yapabilirim?' Bunun için iyi niyetlerin, yüksek ideal ve hassasiyetlerin sömürülmesine, istismar edilmesine izin vermemek lazım. Vatandaşlara ve devlete düşen görevler var.İran, Almanya gibi ülkelerin Alevilere olan özel ilgisinin sebebi ne sizce?Bu ilgiyi yadırgamıyorum. Herhangi bir ülkenin kendi çıkarı için siyasal, sosyolojik yatırım yapmasını hiç yadırgamam. Evet zarif olmayan, diplomatik bir dille hiç hoş karşılanmayan bir durum. Ama uluslararası ilişkilerde güç peşinde olan ülkeler güçlerini derinleştirmek için bireysel ölçekte planlama yaparlar. Ülkeyi karıştırıp mayınlı alanlar üretirler. Çekişme zeminlerini canlı tutarlar, ülkenin hassas hikâyelerini sürekli kaşırlar. Bunlar çok normal. Normal derken makul ve kabul edilebilir anlamında söylemiyorum. Ama uluslararası konseptte bu tür şeyler var. Bu ülkede eğer vatandaşlarınızla aranızdaki ilişkiyi ahlaki, duygusal ve hukuki bir teminata bağlamıyorsanız birlikte yaşam çerçevesi oluşmaz.Avrupa ve Türkiye'deki Alevilerden gelen talepler farklı. Çözüm için kimi muhatap alıyorsunuz?Devlet bu niyetinde samimi olduğunu gösterdiğinde karşısında dağınık gibi görünen unsurlar belli bir çerçevede bir araya gelecek. Muhataplarımızı tek tip belli bir konsepte getirme çabası ezici ve acıtıcı bir şey. Aleviler kendi içinde doğaları gereği parçalı olabilirler. Ya da gelişen süreçte parçalanmaya itilmiş olabilirler. Bize düşen, bu parçaların ahlaki temelini sorgulamak değil. Devletten başka Alevi sorununda tarafları tatmin edecek yapı yokAlevilerin bütün bu sorunları konuşabilecekleri legal bir zemin var mı?Aslında Türkiye'de herhangi bir inanç grubunun legal bir zemini yok. Türkiye'nin kendine özgü laiklik siyaseti, vatandaşlarını hangi ölçüde dikkate alacağı konusunda derin boşluklar oluşturuyor.Alevi sorununun Kürt sorunundan daha zor olduğu söyleniyor. Sizce sebebi ne?Çünkü Kürt sorunu yapay bir sorun. Ulus devlet gruplarının sebep olduğu modern anlamda çakma bir sorun. Devlet bu konudaki kontrol mekanizmalarına müdahale etti. Ama Alevilik sorununun tarihlendirilmesi çok derinlere gidiyor. Bugün bir Alevi kendi acılarını sıralarken Kerbela'ya kadar gidiyor. Yeri geldiğinde sizi Yezid ya da Kuyucu Murat Paşa ilan edebiliyor. Böyle acı bir hikâye var. Yanlış ya da kurgu değil bu hikâye ancak tarih boyunca merkezden dışarıda tutulmuş, bu grubun bu hissiyatını anlayışla karşılamalı. Biz bunları kendi kodlarımızdan başka bir yerde, başka bir coğrafyada çözemeyiz. Bu işi evde konuşup evde çözüp balkona beraber çıkılacak.Fethullah Gülen Hocaefendi 'cami ve cemevi bir arada olsun' tavsiyesinde bulundu. Bunu nasıl yorumluyorsunuz ve çözüm adına bu tavsiyenin sırrı sizce ne?Fethullah Gülen Hoca'nın Aleviler devlet, Sünniler ya da toplumun diğer üniteleri arasındaki yakınlığı kurtarma, onarma ve düzeltme çabalarını herkes biliyor. Cami ve cemevi önerisi de tartışma literatürüne bir katkı. Bugün aklı başında herkes ele güne rezil olmadan bu sorunlarla yaşamayı değil, aşmayı göze alan iradeye sahip olmamız gerektiğini söylüyor. Bu konudaki öneriler nereden gelirse gelsin, toplumsal barışı sağlamaya yönelik akılcı ne kadar öneri varsa kulak kabartılmalı. Kriz zamanlarında burnumuzun dikine gitme lüksümüz yok. Krizden çıkabilecek önerilere açık ve kararlı olmalı. Karar verip pazarlık ya da polemik konusu yapmadan çözmek gerekiyor. Çünkü bu ülke bizim bahçemiz ve korumalıyız.Cemevlerinin ne olup olmadığına neden devlet karar veriyor? Birileri ‘cemevi benim ibadethanem' diyorsa bu devleti neden bağlıyor?Devletin karar vermesi gereken bir durum değil. İnanç yapıları hakkında görüş bildirmek, hakemlik yapmak zorunda değil. Ama gelinen süreçler Alevilerin ne olacağı, Alevi kimliğinin nasıl korunup ihya edileceği konusunda devlete düşen görevler olduğu görülüyor. Aslında bu görev devlete düşmemeliydi. Ama bugün devletten başka bu sorunda söz alabilecek tarafları tatmin edecek bir yapı yok. Cemevlerini gizemli bir mekan gibi algılamayı bırakıp statüsünü belirlemek gerekiyor. Devlet bunun hukuki statüsünü belirledikten sonra içinin ne olacağı konusu Alevileri ilgilendirir.PKK'daki değişiklik Alevilere mesajKCK'nın başına eşbaşkan olarak Bese Hozat kod adlı Dersimli Hülya Oran'ın atanmasını nasıl değerlendiriyorsunuz? Bu, Öcalan'ın Nevruz mesajındaki İslam birliği vurgusuyla ilgili olabilir mi?İslam kardeşliği vurgusu Alevilerde müthiş bir rahatsızlığa sebep oldu. Çünkü onlar Öcalan devletle müzakere sürecinde Alevilere de atıfta bulunsun istedi. Ama bulunmadı. Bu kez çağdaş Alevi aktörler süreci açıklamaya başladı. İdris-i Bitlisi olayına kadar gidildi. “Yavuz Alevileri kırmak için Bitlisi ile anlaştı. Şimdi yeni Bitlisi Abdullah Öcalan.” eleştirileri oldu. Hatta o dönem BDP Tunceli il başkanı istifa etti. PKK'nın içinde Alevi olan Kürt, Zaza gruplar rahatsız oldu. Ama bu yönetim değişikliği Alevilerle Sünni Kürtler arasındaki çelişkili ilişkiyi düzeltecek bir adım oldu.Sivas, Çorum, Maraş ve Başbağlar gibi olaylara yönelik bir araştırma komisyonu kurulması çözüm adına önemli bir adım olur mu?Tabii ki. Yeni oluşturulacak çalıştayda bu sorunların çözülmesi konusunda ne yapılabileceğine yönelik elbette adım atılmalı. Biz çalıştayda bu sorunlar nasıl kamuya taşınıyor, ihlaller, Alevi dedeleri, cemevleri statüsü, din dersleri konusunda söylenmesi gerekenleri, çözümleri raporladık. Şu an sorunun nasıl yumuşatılacağı konusunda ilgili taraflarla istişare edilmeli. Alevilerin zihinlerinde karanlık bir nokta gibi duran bu tarihi olayların aydınlatılması onları rahatlattığı kadar bu tür suçlamalarla kendini açıklamak zorunda kalan diğer toplulukları da rahatlatır. Gerçi ‘Madımak'ta ne oldu?' sorusuna vatandaşı tatmin edecek bir cevap verilmedi. Diyelim Sivas'ta, Maraş'ta, Çorum'da olanlar araştırıldı. Ne çıkacağı bilinmiyor. Sonuca göre Madımak'ın bir provokasyon olduğu ortaya çıktı. O zaman hepimize düşen ‘Nasıl bu provokasyona alet oldum?' diye kendini sorgulamak olmalı. Zaten Madımak'ı çözebilseydik, Gezi'yi de çözebilirdik.Tunceli'nin Dersim olarak değişmesi ve Sabiha Gökçen Havaalanı isminin de değişmesi talepleri var. Yeni dönemde Nevşehir ve Tunceli'ye açılacak üniversitelere Pir Sultan Abdal ve Hacı Bektaş Veli isimleri verilmesi de iddialar arasında. Bütün bu adımlar da Alevileri rahatlatır mı?Eğer iddialar, kaygılar, suçlamalar bu objeler üzerinden sürdürülüyorsa, rahatlatır. Ama bununla hiçbir şey bitmez.

Kaduna'nın çocukları eve hafız olarak dönecek

$
0
0
Nijerya’nın Kaduna şehrinde, yaklaşık bin öğrencinin bir arada yaşadığı küçük bir okuldayız. Köylerde yaşayan aileler, küçük yaştaki çocuklarını Kur’an öğrenmeleri için bırakıyorlar buraya.Maddi imkânsızlıkların zorluğu, hatta imkânların hiç olmayışı nedeniyle bu çocuklar aileleriyle belki yıllar sonra görüşebilecek. Bu zaman zarfında, birçoğu hafız olarak yetişmiş olacak.Gün, sabah namazı ile başlıyor burada. Hep birlikte kılınan namazın ardından ezberler yapılmaya başlanıyor. Güneş tam tepeye yükselmeden, günün tek öğününü bulup karınlarını doyurmak için bütün öğrenciler şehre dağılıyor. Bir iki lokmasını kendileri ile paylaşacak insanlar arıyorlar. Akşam hava kararmaya durduğunda, medreseye dönüşler de başlıyor. Büyük bir azimle sallanan başlar, değer verdikleri sözcükleri hıfzediyor. Ezberledikleri Kur’an olsa da, ellerinde mushaf yok. Genişçe bir tahta üzerine ayetler kalemle yazılıyor. Yazılanlar ezberlendikten sonra zımpara ile temizlenen tahta, yeniden kullanılıyor. Geceleri ise içlerinde neredeyse hiçbir şey olmayan sınıflarda, kuru beton üzerinde uyuyor öğrenciler.Nijerya’nın her şehrinde, hatta Müslümanların yaşadığı bütün köylerde medrese görmek mümkün. Hayırsever insanların destekleri ile ülke şartlarına göre konforlu sayılabilecek medreseler de var, öğrencilerin ailelerinin belirli bir ödeme yaptıkları da. Buralarda öğrenciler üniforma giyip sıralarda oturuyor. Bu imkânlara sahip olamayan medreselerin öğrencileri ise hayırseverlerin yolunu gözlüyor.

Sunduğum yarışmalara kesinlikle katılmazdım

$
0
0
Şanslı Masa, Selena, Türk Malı ve Yahşi Cazibe gibi projelerden tanıdığımız oyuncu Sinan Çalışkanoğlu, şimdilerde yine bir yarışma programı ve diziyle ekranlarda. Çalışkanoğlu’yla sunuculuğunu ve oyunculuğunu konuştuk.Dizilerde izliyorduk sizi, yarışmaların da aranan yüzü oldunuz.Şanslı Masa’dan sonra Kapış Kapış’a başladık. Sunuculuk seçmelerine gittim, seçildim, sunmaya devam ediyoruz.Oyunculuk işe yarıyor mu yarışma sunarken?Oyunculuk değil de samimiyet ve doğallık çok işe yarıyor. İnsanlar rahat hissetmek istiyor kendilerini.‘Şanslı Masa’ bayağı tartışıldı. Yarışmayı neden kabul ediyordu insanlar orada? Para için mi yoksa televizyonda gözükmek için mi?Paradan ziyade televizyondaki görünürlük hoşlarına gidiyor galiba. Sunarken bunu fark ettim.Keşfedilmeyi bekleyen bir yanımız var yani…Var, olmaz mı? Ben de ünlü olmak istiyorum, ben de patlamak istiyorum düşüncesi çok kişide var. Erkek nüfusun, kadın nüfus üzerinde nasıl bir baskı kurduğunu fark ettim bir de. Bir kadın, erkeğe daha fazla tahammül ediyor. ‘Neyin var? Hastaneye gidelim mi?’ gibi sorular sorup anlamaya çalışıyor karşıdakini. Erkek, ‘Burada böyle şeyler yapma!’ diyor. Bu baskıyı çok net gördüm.‘Yap Bakalım’ adında benzeri bir format yayınlanıyor şimdi. İzleme fırsatınız oldu mu?İzledim ama hiç beğenmedim. Tanımadığımız bir kişi gelip bizden bir şeyler yapmamızı istese deli der geçeriz. Yabancı bir format olduğu belli. ‘Şanslı Masa’ da öyleydi ama biz daha yerelleştirmiştik. Tutacak bir iş değil bence yenisi. Dört beş bölüm sonra yayından kaldırılacak zaten sanıyorum.Yarışma sunarken eğleniyor musunuz gerçekten?Çok eğleniyorum… İnsanlara çeşitli görevler vermek ve onların istediğim şeyleri yaparken çıldırıyor olmaları, bir taraftan da onları motive ediyor olmak çok eğlenceli geliyor bana.Onun yerine oyunculuk yapmak istemez misiniz? Oyunculuk eğitimi de almışsınız hem…Şu an dizide de oynuyorum, yarışma programı da var. Ama ikisinin yeri başka.Sunduğunuz yarışmalara yarışmacı olarak katılır mıydınız peki?Kesinlikle katılmazdım. ‘Şanslı Masa’ya da ‘Kapış Kapış’a da… Yapı meselesi herhalde. Yapmazdım öyle bir şey.Öyleyse insanların katılıyor olması hayrete düşürüyor olmalı sizi...Evet. O yarışmanın içine girip de birinin bir şeyi kazanmak için uğraşması ilginç geliyor. İnsanların birbirleriyle didişmesi, yok biz hak ettik, siz hak ettiniz diye çirkefleşmeleri benim için uç bir şey. ar.kilic@zaman.com.trAntipatik rolleri bana özellikle veriyorlarBir yandan da TRT’deki ‘Bir Yastıkta’ dizisinde oynuyorsunuz.Geniş Aile’nin senaristi Cüneyt İnan senaryosunu yazıyor, Ömer Uğur da yönetmenliğini yapıyor. Aynı ekibin işi yani. Cüneyt İnan mizah yazarı zaten. Mizah dergisi okur gibi okuyorum dizinin senaryolarını.Türk Malı’ndaki Yarcan’a benzer bir karakter galiba Şafak da...İkisi de mahalle kültüründen gelmiş çocuklar. İkisi de kayınço. Ama senaryolar çok farklı. Antipatik durma olasılığı yüksek karakterleri daha sempatik yaptığımı düşünüyorum. O yüzden bana veriyorlar böyle rolleri.Kendinizden neler katıyorsunuz gelen rollere?Rolü doğallaştırmak için önce kendine yaklaştırman gerekiyor. Canlandırılacak karakter hangi kültüre ait? O kültürden biri böyle durumlarda nasıl davranır? Ben hiç öyle bir duruma düştüm mü?... Bunları düşünüyorum. Ama kendisiyle dalga geçebilen kişiler daha başarılı oluyor oyunculuk konusunda.Daha çok televizyonda görüyoruz sizi. Sinema cazip gelmiyor mu?Oynadığım filmler de oldu. İncir Reçeli, Polis, Osmanlı Cumhuriyeti... Sinema projelerinde dizilerde olduğumdan daha seçici davranmaya çalışıyorum. Bir filmi hayatınız boyunca izliyorsunuz çünkü. Aslına bakarsanız tiyatro yapmak istiyorum. O işler de kapı çalmakla olmuyor tabii… Ortak dünya görüşüne sahip birilerini bulup anlaşmak gerekiyor. Gelecek yıl tiyatroda oynamayı düşünüyorum.Bunun dışında oyunculuk adına yapmak istediğiniz neler var?Karakter oynayabilmeyi isterim. Bir Münir Özkul, Adile Naşit yok çünkü artık…Neden kaynaklanıyor bu eksiklik?Oyuncular her şeyi atlama tahtası olarak görüyor. Rolden ziyade daha yakışıklı, daha güzel olmayı önemsiyorlar. Şöhrete kavuşmada araç olarak görülüyor hatta oyunculuk. 12 senedir piyasanın içindeyim ve bu işe figürasyon yaparak başladığım için çok mutluyum. Göre göre gidiyorsun böyle olunca. Birden üne kavuşup kendini şaşırmış birinin durumunu anlayabiliyorum o yüzden.Şafak Sezer’le Türk Malı’nda çalışmıştınız bir dönem. Kendisinin Başbakan’dan özür dilemesini nasıl değerlendiriyorsunuz?Bu konuda değerlendirme yapmama hakkımı kullanabilir miyim? Çalıştım bir süre kendisiyle, o yüzden bir şey söylemek istemem. Ama Elmadağ’da oturan biri olarak biber gazına maruz kaldığımı söyleyebilirim.

Osmanlı sarayında doğum nasıl olurdu?

$
0
0
Doğum her ailede sevinç ve umut çiçekleri açtırır. Hele bu aile bir ülkeyi, hatta bugün üzerinde 30’dan fazla devletin barındığı bir ‘cihan devleti’ni yönetiyorsa o zaman doğacak her şehzade veya sultanın sadece ailenin biyolojik olarak sürmesini değil, bir devletin ve milyonlarca insanın geleceğiyle ilgili bir hadise olduğunu, yani aynı zamanda ‘siyasî’ bir doğum karşısında bulunduğumuzu da bilmek gerekir. İstatistiklere bakılırsa 36 Osmanlı padişahından dördünün hiç çocuğu olmamış. Bunlar I. Mustafa, II. Süleyman, III. Osman ve III. Selim’dir. Ancak içlerinde 50 kadar çocuğu olduğu tespit edilebilen III. Murad gibi padişahlar da çıkmış. Padişahların çocuk ortalaması 14’tür. İşin ilginç yanı, Alderson’un tespitine göre bu 14 çocuğun cinsiyete göre tam bir eşitliği söz konusu: 7 kız, 7 erkek. Son olarak Osmanlı hanedanının saltanatta kaldığı süre boyunca toplam 500’ün üzerinde doğum gerçekleşmiştir.Babası, II. Abdülhamid’in doğumuna o kadar sevinmişti ki oğlu olduğunu Amerika Başkanı John Tyler’a da haber vermişti. Bu belge bildiğim kadarıyla ABD’de, ama kimin koleksiyonunda bilmiyorum. Hayat dergisinin eski bir sayısında çıkan fotoğrafını bulabildim sadece. Umarım birileri peşine düşer de gün ışığına çıkarır.Osmanlı sarayında Kafes uygulamasının başladığı 17. yüzyıl başına kadar şehzadeler ve sultanların taşra doğumlu olabildiklerini biliyoruz. Mesela Kanuni Trabzon’da, Yavuz Amasya’da, Fatih ise Edirne’de doğmuştu. İstanbul’da dünyaya gelen ilk şehzade, sonradan Kanuni’nin yerine Osmanlı tahtına oturacak olan II. Selim’dir. Gerçek anlamda ‘ilk İstanbullu şehzade’ diyebileceğimiz II. Selim’in doğumu İbn Kemal’in “Tevârih-i Âl-i Osmân”ın 10. Defteri’nde ayrıntılı olarak anlatılmıştır. Doğumu, “Saltanat göğünde mübarek görünüşlü bir yıldız”ın doğuşuna benzetilmiş, onunla “şeref denizinin sedefinden değerli bir inci” zuhur etmiştir.Hürrem Sultan’ın oğlu Selim’in doğumu büyük bir sevinç dalgasına sebep olmuş, bu lütfun şükranesi olarak kurbanlar kesilmiş, yiyecek ve içecekler halka bol bol dağıtılmış, şehrin ve köylerin fakirlerine (fukara-yı şehr ve kurâ) hediyeler ihsan edilmiş.Yavuz’un doğumu hakkında bilgiyi ise İdris-i Bitlisî’nin “Selimşahnâme” adlı kitabında buluyoruz. Bitlisî’ye göre “mutlu şehzadenin doğuş güneşi doğduktan sonra eğlence ve mutluluk yargısının yayılması geleneğince birkaç gece ve gündüz” kutlama yapılmış. Kutlamalarda derecelerine göre çeşitli kesimlere şahane giysiler, hediyeler, bahşişler ve ikramlarda bulunulmuş. Kuş eti dahil lezzetli yiyeceklerin bulunduğu sofralar kurulmuş ve güzel içecekler hazırlanıp halktan olsun, seçkin zümreden olsun herkes davet edilmiş.Osmanlı şenliklerinde cami maketi taşımak bir gelenekti. Aşağıda Süleymaniye Camii’nin maketini taşıyanlar (Hünername).Yavuz’un doğumu ve şenlikleriyle ilgili bu bilgileri veren İdris-i Bitlisî, onun nasıl yetiştiğiyle ilgili de ayrıntıya giriyor ve şöyle diyor: “Şehzade Selim’i müşfik süt annelere teslim ettiler. Öğrenme yaşına gelince kendisine sevgiyle yaklaşarak bir öğretmen tayin edip ay küresi gibi bir gümüş levha, yanına da güneşe benzeyen bir altın rahle koydular. Kural gereğince gümüş levhanın üzerine altınla ‘Öğretmenin verdiği eziyet baba şefkatinden daha iyidir’ diye yazdılar.”ABD başkanına ‘OğlumAbdülhamid doğdu’ mesajıŞimdi de son devirden bir doğum sevincini yansıtalım. 21 Eylül 1842 tarihinde dünyaya gelen Abdülmecid’in oğlu Abdülhamid, 36 yıl sonra oturduğu Osmanlı tahtında II. Abdülhamid adıyla en fazla tartışılan padişahlardan biri olacaktı.Sultan Abdülmecid’in oğlu Abdülhamid’in doğumunu müjdeleyen hatt-ı hümayunu (1842).Sultanlar gelenek icabı kutlamaların başlaması için Sadrazam’a bir hatt-ı hümayun yazdırırdı. Osmanlı Arşivi’ndeki belgeye göre aynı zamanda bir siyasî kişilik olan bir baba, oğlunun doğum sevincini kamuoyuyla şöyle paylaşmaktaydı:“Cihanın Yaratıcısı’nın lütfuna ve yüce inâyetine hamd olsun. İşbu ayın 16. dünkü Çarşamba günü saat 11 kararlarında temiz soyumuzdan bir şehzâde görünen âleme adım attı ve varlık beşiğinin sevinç dağıtıcısı olarak ismini Sultân Abdülhamid koyup seni ve bütün bendegânı müjdelemek içün işbu hatt-ı hümâyûnumuzu yazdırıp Dârussade Ağası ile tarafına yolladım. Cenâb-ı vâcibül-vücûd ömrünü uzun ve adımlarınızı zât-ı şâhânemize ve bütün Allah’ın kullarına uğurlu ve mes’ûd buyursun, âmîn. Bu güzel sevinçten cümle insanlar müjdelensin ve hissesini alsın diye yedi gün beşer nevbet top atılması ve bütün vükela ve bendegânımız ve sâ’ir istekli olanlar dahi söz konusu günlerin gecelerinde kandilleri tutuşturma ile sevinç ve şadlık töreninin icra olunmasını lâzım gelenlere tenbîh eyleyesin. Hemân Cenâb-ı Rabbü’l-âlemîn temiz sülalemizi ilelebed bâkî ve dâ’im ve her hâlde Allah’ın kullarına üstün refah ve asayiş ihsân buyursun. Âmîn bi-hürmeti Resûlü’s-sakaleyn.”Şenliklerİngilizler Düşes’in doğum haberini alır almaz hastanenin önünü şenlik meydanına çevirmişler. Peki Osmanlı’da doğan hanedan bebekleri için ne tür şenlikler yapılıyordu?Bildiğimiz ilk doğum şenliğini Kanuni, sonradan idam ettireceği oğlu Mustafa’nın doğumunda (1525) düzenletmişti. Bir hafta süren bu şenlikten sonra yeni bir doğum şenliği için tam 87 yıl beklemek gerekmişti. 1612 yılında I. Ahmed’in, oğlu IV. Murad’ın doğumu ile Ayşe ve Gevherhan sultanların düğünlerini birleştirip üçlü bir şenlik düzenlettiğini biliyoruz. 20 yıl kadar sonra IV. Mehmed’in oğlu II. Mustafa’nın doğumu için düzenlettiği şenlik yalnız İstanbul’da değil, çeşitli şehirlerde yapılmasıyla diğerlerinden ayrılır.III. Mustafa’nın kızı Hibetullah Sultan’ın 1758’deki doğumu vesilesiyle düzenlenen şenliğin 7 gün 7 gece sürmesi kararlaştırılmışken, uzun zamandır yeni doğum vakasına tanık olmayan saray ve halkın arzusu üzerine 10 günde tamamlanabilmiştir. Ancak zavallı Hibetullah sadece 3 yıl yaşayabilmiştir.Hibetullah Sultan’ın doğumu önce Sadrazam Koca Ragıb Paşa’ya bildirilmiş, Sadrazam hatt-ı hümayunu okuduktan sonra gerekli kişilere para ve giysi armağan edilmiştir. Buhur ve şerbet ikram edilip kandiller yakılmıştır. Avlu ve meydanlarda dizi dizi meşaleler ateşe verilmiş, davul ve zurnalar sabahlara kadar çalmıştır. Tellallar sokak sokak gezerek doğumu müjdelemiş, sürekli toplar atılmıştır. Sarayda ise bir cami maketi yapılmış, içine renkli kandiller konulmuş ve maket bu haliyle Topkapı Sarayı’nın önüne bırakılmıştır. Ağaçlara ve başka yerlere fanuslar ve kandiller asıldığını da bildiriyor kaynaklar. Sadrazamın sarayındaki gösteriler de göz alıcıdır. Cambazlar, gölge oyuncuları, mehter takımı burada günlerce icra-i faaliyet eylemiştir.Tam kızının öldüğü yıl bir oğlu dünyaya gelince III. Mustafa yine görkemli bir şenlik düzenletmiş. Gün doğumuyla birlikte doğan şehzade III. Selim’in haberi Sadrazam’a ulaşmış ve ertesi gün şenlikler başlamıştır. Mehterin dinlenmesinden sonra ‘güneş seyredilmiş’, gece donanma yapılmış, şenlikler bir hafta sürmüştür.Analık hakkıOsmanlı hanedanı tarihinde bir ilk olarak Sultan II. Abdülhamid padişah olunca, küçük yaşta vefat eden annesinin yerine kendisine bakıp büyüten analığı Perestu Kadınefendi’yi, sanki öz annesiymiş gibi Valide Sultan yaptırıp maaş bağlatmış, konak tahsis ettirmiş ve onu vefatına kadar düzenli olarak ziyaret etmek suretiyle bir evladın annesine karşı yapması gereken bütün görevleri eksiksiz yerine getirmiştir. Hatta Sapanca’da bulunan Perestu Kadınefendi Camii’ni de kendisi yaptırıp analığının adının hayır yollarında anılmasını sağlamıştır.

Algı cehennemi

$
0
0
Salkım salkım anahtarların bir verimin değil, bir çoraklığın işareti olarak şıngırdadığı bir iklimde –şiir yazmıyorsak- söylediklerimizle algılanan arasındaki uçurumu sorgulamak zorundayız. Söylem ve algı arasındaki mesafe açıldıkça, anahtarlarla kilitler arasındaki mesafe de açılıyor çünkü. Kulağın, dili sürçtüğü için; dilin, kulağı yakıştırdığı için suçladığı bir algı cehennemine düşüyoruz.Algı cehennemi dünya cehennemlerinin en alt tabakasıdır. En karanlığı ve en şiddetlisi. Ateşin dişleri hiç bu kadar keskin, ateşin aklı hiç bu kadar sarhoş olmamıştır. Yanlış anlaşılmak, sadece anlatanı değil, anlayanı da yakar çünkü. Tek başına işlenen bir suç değildir; ortakları vardır. Kelimelerin seçimindeki özensizlik, önyargıları kışkırtabildiği gibi, önyargıların ürkütücü gölgeleri, kelimelerin seçimindeki özensizliğe neden olabilir. Maymuncuğunu algılarımız üzerinde pervasızca çeviren bir hırsız güvensizlik. Şeytan maskeleri yapıştırıyor masum yüzlere. Aklı pususuna düşürmeye çalışan bir avcı. Yaralanmış bir algı, yaralanmış bir hüküm değil mi! Bir söylemde ne denilmek isteniyor? Nasıl algılanıyor? Başkaları tarafından nasıl algılanması isteniyor? Bu üç taşa dengeni kaybetmeden basacaksın ki derenin öte yanına geçebilesin. Dümendeki küçük bir açı değişimi, tekneyi bizim değil başkalarının yanaşmasını istediği kıyıya getirir. Daha da kötüsü, algılarımız üzerinde yapılan oynamalar yüzünden biz teknemizi kendi istediğimiz kıyıya yanaştırdığımızı sanırız. Elimize tutuşturulan pusulanın hangi yönü gösterdiğini test etmeden yola çıkmışızdır çünkü. Şeytanın çatalıydı belki de o, zafer işareti değil! Gürültü algıya müdahale eder. Hiçbir büyük beste yoktur ki gürültü onu çürütemesin. Sükunetin ruhudur ancak kalbe karşılama yetisi veren. Güzel, gürültüden kaçar. Güzel, güzelliğini gösteremeyeceği her yerden kaçar. Güzel mi; o ihtirasların tutuşturduğu algı cehennemlerinde değil, dinginlikle yıkanan serin kalplerde konuk edilir. Hüsnü zan/güzel zan, kalbi serinletir. Bakışı berraklaştırır, yakın olur uzak. Hata edene hatasından dönme fırsatı tanır. Başkasının doksan dokuz karanlığına gözünü dikmez, hâlâ sönmemiş bir meşalesi olduğunu görüp umutlu olur ondan. Bir meşalesiyle yakmaya çalışır doksan dokuz sönmüş meşalesini tek tek. Zannın çoğunun yalan olduğunun farkındadır. Maymuncukları kapı dışarı etmiştir bu yüzden, izin vermemiştir algılarıyla oynanmasına. Algıların sahihliği ölçüsünde bir vicdan aynasına dönüşür kamuoyu. Başkalarında kendimizi seyrettiğimiz bu aynalar, merhamet aşılamaya çalışır durur bize. Gördüğümüz her çirkinlikte bizden yansıyan bir tarafı bakışa açar. Kıyamet aynası yüzümüze tutulmadan, yüzümüzdeki kıyameti gösterir. Kurcalanmış algılar kurcalanmış aynalardır, adı kamuoyu olsa da. Bakışlarımızı diriltmek şöyle dursun, kirletir düşünceyi. Bir hamama girdiğinde suyunun çok pis olduğunu fark etmiş de Diyojen, “Burada yıkandıktan sonra nereye gidip temizlenmeli!” diyerek atmış dışarıya kendini. Kamuoyunun seli akmaya görsün, kolay değildir kendini dışarıya atmak. Sürüklenen bir dal parçacığı olduğunu fark etmek yerine, dümenine hakim bir nehir gemisi olduğunu düşünmek daha afili olabilir pekala. Yine de kendini gemi sanan dal parçasına söylenecek olan bir gemi olmadığı değildir. Ne gemileri ne dallar indirmiştir denize. Allah’ın insanlara tanıdığı seçme özgürlüğünü, birbirinden esirgememeli insanlar. Büyük bir fitneyi uyandırmak yerine küçük bir yanlışa göz yumulabilir belki de. Yeryüzünün ezeli ve ebedi pusulası Kâbe’nin tamiri sırasında Peygamber Efendimiz’in Hz. Ayşe’yle aralarında geçen konuşmaya kulak verelim: -Görmüyor musun, Kâbe’yi yeniden inşa ederken, Hz. İbrahim’in atmış olduğu temelleri tam olarak takip edemediler! -Öyleyse siz, Kâbe’nin inşaatını Hz. İbrahim’in attığı temeller üzerine oturtacaksınız… -Evet, yapardım bunu, küfrün aynı şehrin insanları arasında yeniden hortlamasından korkmasaydım. (Buhari, Hacc, 42; Muvatta Hacc 104) Buhari’nin bir başka rivayetinde ise Hz. Peygamber şu cevabı vermiştir Hz. Ayşe’ye: -Eğer hemşehrilerin cahiliye dönemine bu kadar yakın olmasaydı ve ben de onların memnuniyetsizliklerinden korkmasaydım, duvar, mabedin bir parçası ve kapının eşiği de yer seviyesinde olacak şekilde inşaatı yenilerdim. (Buhari, İlim, 48) Bu sözleriyle insanları algı cehenneminden korumaya çalıştığını düşünemez miyiz Hz. Peygamber’in?

Denge bozucular

$
0
0
Fernando Alonso’nun 2013 Macaristan GP öncesi, rakip Red Bull hakkında şöyle bir açıklaması yer aldı: “O otomobil o kadar hızlı ki, kim binse uçuyor.”Bu açıklamanın satır aralarında şöyle bir ifade olduğundan şüphelenmemek elde değil; “O aracı bana verin bakın neler yapıyorum!”Alonso’nun Ferrari’yi bırakıp Vettel’e takım arkadaşı olmak için Red Bull’a geçmesi biraz zor görünse de, İspanyol pilot haklı...2005’te Adrian Newey ile birlikte çalışmaya başladıktan sonra 2009’da RB5 adı verilen makine ile önce takımlar şampiyonası ikinciliği, sonrasında 3 yıl üst üste hem takımlar hem de pilotlarda elde edilen şampiyonluk, Michael Schumacher’li Ferrari saltanatını tekrar edebilecek en yakın ihtimal olarak göze çarpıyor.2009’da 6, 2010’da 9, 2011’de 12, 2012’de 6, 2013’te ise geride kalan 9 yarışın 4’ü Red Bull pilotlarının zaferiyle sonuçlandı. Red Bull’un toplam 38 yarış galibiyetini en ön sıradan izleyen Fernando Alonso gibi rekabetçi ve tutkulu bir yarışçı, hırsından evinin duvarlarını tırnaklarıyla parçalamıyorsa, şaşmak lazım zaten.Öte yandan Red Bull damgası vurulmuş Formula 1, dünyadaki tek örnek değil...2008 Pekin Olimpiyatları, Usain Bolt denen bir mucizeyi beraberinde getirmişti. 100 metrede altın alırken ve hatta dünya rekoru kırarken, çizgiyi dans ederek geçiyordu. Tüm dünya biliyordu, bu adam 9.69’dan daha iyi koşabilecekti. 200 metrede de dünya rekoru kırarak altına uzandı ama bu sefer epey zorlanmıştı. Sıra 4x100 metreye gelince, Nesta Carter, Asafa Powell gibi süper hızlı adamlarla birlikte koşunca, rekor zaten kendiliğinden gelmişti.Beklenen gerçek rekor, 2009’da, Berlin’deki Dünya Atletizm Şampiyonası’nda geldi. Final kadrosu, kâbus gibiydi; Tyson Gay Asafa Powell, Dwain Chambers... Bolt finiş çizgisini geçtiğinde saniyeler 9.58’i gösteriyordu ki bu rakam bir insanın rüyasında görse korkacağı bir dizilişteydi... 2011 Dünya Atletizm Şampiyonası’nda hatalı çıkış yapmasaydı, dünya kim bilir daha nasıl bir bitiş görecekti. Suçlu, “geç çıkıyor” eleştirileri yapanlarındı. 2012 Londra Olimpiyatları’nda bildiği gibi koştu, 3 altın daha koydu cebine...Tarihin en önemli güç gösterileriO dünyanın en hızlı adamı... Evet, geçildi de, Tyson Gay, Justin Gatlin gibi süper yıldızlar Usain Bolt’un önünde bitiş çizgisi gördü. Ancak Bolt’un gerçek derecelerinin çok uzağında kaldığı yarışlardı bunlar... Ağustos 2013’te Rusya’da Dünya Atletizm Şampiyonası’nda Bolt’u geride bırakabilirler mi?Güçlü ve performansı yerinde bir Bolt o takozlara gelirse, hiç kimsenin bir şansı olamaz...Bazen, bir adam, ruhunu adadığı spor dalının tüm dengelerini bozabiliyor.Futbol da tarihin en önemli güç gösterilerine sahne oluyor.Ronaldinho, Barcelona’da geçirdiği rüya dönemin arkasından Milan’da aradığını bulamamış, annesinin rahatsızlığı da eklenince adeta dünyaya küsmüştü. O anda karşısına Atletico Mineiro çıktı. Kulüp, taraftarlar öylesi bir atmosfer yarattılar ki, bundan birkaç ay önce verdiği bir röportajda, “Kendimi yeniden futbola ait hissetmeye başladım.” demişti. Ronaldinho, futboldan yeniden keyif almaya başlarsa ne mi olur? Atletico Mineiro tarihinin ilk Copa Libertadores şampiyonluğunu kazanır...Alex de Souza, Fenerbahçe için unutulmaz bir isimdi. Türk futbol tarihinin en verimli yabancı oyuncuları arasında en üstlerde kendisine yer buldu. Gidişi ile Fenerbahçe sarsılmadı belki, hatta UEFA Avrupa Ligi’nde yarı final bile oynadı. Ama Coritiba, Alex’in gelişiyle adeta zirve avcısına dönüştü. Coritiba artık Brezilya Seri A’da liderlik mücadelesi veriyor ve şampiyonluk adayları arasında gösteriliyor.Iniesta ve Xavi’li İspanya Milli Takımı üst üste 3 Avrupa 1 Dünya Şampiyonluğu’na uzandı. Didier Drogba’nın gelişiyle Galatasaray başka bir takım haline geldi. Mourinho 4 üst düzey ligde 7 şampiyonluk ve 2 Şampiyonlar Ligi şampiyonluğu kazandı.Futbol öyle bir dönemden geçiyor ki, Cristiano Ronaldo, Mourinho ve Messi bir araya gelse, dünyayı yönetecekler neredeyse...Bu adamlar dünya futbolunun dengelerini altüst ediyorlar...Novak Djokovic, bundan birkaç yıl önce, Nadal toprak kortlarda, Federer ise hemen her tenis turnuvasında tenis tarihini baştan yazarken, şöyle bir açıklama yapmıştı:“Nadal ve Federer’in kapıştığı bir döneme denk gelmiş olmam en büyük şanssızlığım, ya biraz geç ya da erken doğmalıydım.”Hiç kimse kalıcı değilAncak ne Nadal kalıcıydı ne de Federer... Günün birinde her ikisi de performans düşüklüğü ve sakatlık belasıyla uğraşmaya başlayınca, teniste erkekler dünyası bu genç Sırp’a kaldı.Andy Murray, David Ferrer gibi güçlü rakipler peşinde; Nadal ve Federer ise koltuğu geri almaktan kolay vazgeçmeyecekler. Djokovic’in 1 numarada kalabilmek için çok çalışması gerekiyor... Çalışacak da...Evet, Red Bull çok hızlı...Bolt da öyle...Messi, Mourinho, Ronaldo rakip kâbusu gibi...Ronaldinho ve Alex gibi adamlar takımlarına hayal edemeyecekleri başarılar kazandırabilirler...Ancak, hiç kimse hiçbir sporda asılı kalamaz... Dengeleri bozan adamların kendi dengeleri de bir gün değişecektir.İşte o gün dünya, Djokovic gibi pes etmeyen, sabırlı ve çalışkan adamlara kalacaktır... o.karacan@zaman.com.tr

Cami vergisi, tüp parası!

$
0
0
Yıl 1990, yer E. şehri; benim demir doğrama-kaynak işleri yaptığım bir atelyem vardı; ek iş olarak da çekyat ürettiğim için bir kaynakçı ustasına ihtiyacım oldu, ilan verdim ve askerden yeni gelmiş genç bir arkadaşı işe aldım.Bu arkadaş çalışmaya başlayınca onun iki samimi arkadaşı da dükkândan çıkmaz oldular; efendi çocuklar, bu esnada birbirimizi kısmen de olsa tanımaya başladığımız için olsa gerek, bana dinî konulardan bazı şeyler soruyorlar, ben de bilebildiğim kadar cevaplıyorum.Aradan üç ay kadar bir zaman geçti; bunlar karar vermişler, cuma namazına gidecekler. Enteresan olan şu ki, bu yaşlarına kadar hiç camiye siftahları yok ve din adına kimseden bir şey duymamışlar; bu yüzden bana abdest nedir, cami adabı nasıldır, namaz nasıl kılınır gibi lüzumlu şeyler sordular. Bildiklerimi kısaca bir haftada dilimin döndüğü kadar anlattım.Cuma geldi, vakit erişti; bunlardan ikisi abdest aldı, üçüncüsü mazereti olduğunu bildirerek gelmedi. Gençler arkadaşlarını biraz sıkıştırdılar ama ben zorlamamaları için uyarınca vazgeçip üstüne gitmediler. Üç kişi cuma namazına gittik.Ertesi cuma yine o ikisi abdestlerini aldılar ama o üçüncüsü yine özür beyan edince müdahale ettim. İkna ettik, abdestler alındı, düştük yola.Yolda o üçüncü arkadaş diğerlerine hissettirmeden yanıma yaklaşıp –bugünün parasıyla 100 lira istedi; verdim.Üçüncü hafta yine aynı şeyler yaşandı. İki arkadaş abdest aldılar, üçüncü yine bahaneler uydurmaya başlayınca ona demişler ki, “Bak aslanım, zaten fazla uzun sürmüyor ama insan ne güzel huzur duyuyor” falan dediklerinde delikanlı aynen,-Yeter be arkadaş, demiş, “Hâlimi bilmeden konuşuyorsunuz; geçen hafta cami parasını ustadan aldım, şimdi yine istesem ayıp olur, benim param yok. Ben de biliyorum ki cumaya gitmek lâzımdır, lâkin param yok ne yapayım!”Bunu duyunca çok şaşırdım; dedim ki:-Ne cami parası yahu hayrola?Aldığım cevap, hayatta aklımın ucundan geçmeyecek bir türdendi, dedi ki,-Hani camiye gidip de namazdan sonra çıkınca para veriyorsun ya… O paradan bahsediyorum, yok ki vereyim!Bunu duyunca inanın ki içimde sanki müthiş bir yangın çıktığını hissettim, çünkü ortada vahim bir yanlış anlama durumu vardı. Meğer bu genç arkadaşımız cami çıkışı kapıda âdet üzere yardım parası toplanmasını yanlış anlamış. Güleyim mi ağlayayım mı bilemedim, sonradan düşündüm ki, öyle anlaması aslında gayet normal, zira toplumun bir bölümü var ki, sadece bayram namazlarına gidiyor, diğer bir kısmı ise sadece cumadan cumaya alnı secde gören insanlar; hâl böyle olunca ve her bayram sabahı, her cuma çıkışında camide para toplandığını görünce bu kardeşimizin de her namazda para toplanmasını dinin asıl rüknü gibi bir şey zannetmiş.Meseleyi niçin yanlış anladığını, para toplama âdetinin nasıl uygulandığını ona anlattım ama o günden sonra da cami çıkışında hiçbir şekilde kimselere para vermeme kararı aldım kendimce. Bu durumu ulaşabildiğim imamlara ve hatta Diyanet İşleri Başkanlığı’na da yazdım; cevaplar, “haklısınız ama başka da yol yok, vb.” şeklinde idi.Bildiğim kadarıyla camilerde toplanan paralar pek de öyle âhım-şâhım miktarlara ulaşmıyor, çoğu zaten bozuk paradır. Bunun yerine cami müdavimi esnaf ve cemaate ihtiyaç güzelce anlatılsa, kapı önünde toplanan ufak meblağın en az on katı temin edilir. Halkımız camisinden, din hizmetlerinden para-pul esirgemez çünkü. Her hafta otomatiğe bağlanmış şekilde para toplamanın milletin yardımlaşma duygularını uyuşturmaktan başka işe yaramadığını defalarca duyurmaya çalıştım ama hep sonuçsuz kaldı.Lâf lâfı açıyor, belki bir hayra vesile olurum düşüncesiyle size bir Ramazan hâtıramı da nakletmek isterim:Hayli zaman önce bir Ramazan Bayramı arifesi çalıştırdığım işçilerin ücretlerini ödedim; cebimde yaklaşık 450 lira kadar bir para kaldı.O günlerde yeni boşanmışım, bekâr arkadaşlarla kalıyorum; akşam ezanı da yakın. Tam apartmanın önüne geldiğimde bir hanım, birisi kucağında diğerinin elinden tutmuş iki çocuğu ile her hâlinden çok utanıp sıkıldığı belli, yanıma yaklaştı. Zor-güç diyebildi ki:-Abi, 10 gündür bir şey yemiyoruz, ben neyse ama çocuklar dayanamıyor…Lâfın gerisi gelmedi, bunları duyunca perişan oldum. Elimi cebime attım, ne varsa hepsini eline tutuşturdum. Cebimde bir kuruş para kalmadı. Tam asansöre binerken nefsim dedi ki, “Yahu 50 lira olsun kendine ayırsaydın, bayramda lâzım olmaz mı?”“Defol şeytan diye bu duyguyu uzaklaştırmak için bir Âyet-el Kürsi okudum; bu arada ağlıyordum. “Neyse” dedim, “Bir çay demleyeyim, sofraya bir şeyler koyayım ki son orucumu açayım.” Aklımca iftardan sonra dışarı çıkıp bir arkadaştan borç alacağım; fakat o da ne? Tüp bitmiş, tüp 20 lira. Yapacak bir şey yok. Dedim “Hemen gideyim bir arkadaş bulabilirsem o saatte borç alayım”. Daha evden yüz metre uzaklaşmadan yaşlı bir teyze bastonu ile karşı kaldırımdan bana doğru yürüyüp geldi, elinde siyah bir poşet. -Evladım şunu tutar mısın?Gayri ihtiyari poşeti aldım, aldım ama teyze yürümeye devam ediyor, arkasından seslendim, “Teyze poşetiniz bende kaldı!”Döndü, “Evladım o senin.” Poşete baktım, içinde kuru pastaya benzer bir şeyler. Teşekkür edip eve geri döndüm, çünkü bunlar benim oruç açmama yetiyor. Evde poşeti açtım. Yiyecek şeylere ilaveten içinde bir kâğıt fark ettim. Kâğıdı açtım ki içinde 70 lira para!Hani az evvel kalbimden “Kendime elli lira olsun bıraksaydım” demiştim ya, Allah onu bana göndermiş hem de tüp parası ile birlikte!*Geçen hafta, “Boş geçmeyelim Müslümanlar” başlıklı yazıyı değerlendiren çok güzel mektuplar aldım. Bir cami görevlisinden gelen, “Hocam, bahsettikleriniz, bizim bildiklerimiz ve çektiklerimizin yanında hiç kalır.” imâlı mektup önemliydi. “Aldatan olacağına, bile bile aldanan olmalı.” mealini destekleyen dikkat çekici mektuplar da vardı; içlerinden birisi vardı ki, sizlerle paylaşmam gerektiğini düşündüm. Yukarıda okuduğunuz o mektuptur. Biraz imlâsını düzeltmekle yetindim. İsmini, “Sağ elin verdiğini sol el bilmemeli” düsturunca saklı bıraktım.Allah cümlemizi hayra memur kılsın; hayırlarımızı kabul buyursun ve nimetleriyle bereketlendirsin. a.alkan@zaman.com.tr

Tatile çıkmak mı zor, vize almak mı?

$
0
0
Tatil hazırlıklarına başladınız, otel ve uçak rezervasyonlarınızı yaptırdınız, seyahat gününüzün gelmesini bekliyorsunuz. Kötü bir sürprizle karşılaşabilir, vize almada problem yaşabilirsiniz. Böyle bir durumla karşılaşmamak için vize başvurusunu önceden yapmakta fayda var.Yaz sezonu geldi ve nihayet uzun süreli tatil planları uygulanmaya başladı. Keyifli bir tatil için hazırlıklar aylar öncesinden yapıldığından, hiç kuşkusuz ucuz uçak bileti ve konaklama konusunda en uygun alternatifler de değerlendirildi. Ancak bazılarının uzun süre hayalini kurduğu yurtdışı tatili, yapılan tüm hazırlıklara rağmen çeşitli nedenlerle vize engeline de takılabiliyor. Son dakikada kabul edilmeyen vize başvuruları, tatilcileri büyük bir hayal kırıklığına uğratmakla kalmıyor aynı zamanda alınan uçak bileti ve tatil rezervasyonlarının iptal işlemleri nedeniyle ciddi maddi kayıplara neden oluyor. Tatilciler genel olarak vize işlemlerinin uzun sürmesi, istenen evrakların fazlalığı, yüksek vize ücreti ile görevlilerin katı ve kaba davranışlarından büyük rahatsızlık duyuyor. Vize uygulamasının dolaşım özgürlüğünü kısıtladığını düşünen ve buna tepki gösteren tatilciler, Türkiye’nin de vize uygulayan ülkelere aynı şekilde karşılık vermesini istiyor.Avrupa’nın bir numaralı uçak bileti arama motoru Skyscanner’in araştırmasına göre, Türkler, oldukça zahmetli ve stresli vize işlemlerinden ciddi rahatsızlık duyuyor. Türkiye’den bini aşkın seyahat severin katıldığı araştırmaya göre, tatilcilerin yüzde 92’si vizenin seyahat özgürlüğünü kısıtladığını düşünürken, yüzde 71’i vize uygulayan ülkeleri ziyaret etmek istemediğini belirtiyor.schengen vizesi kalkmaz!Diğer ülkelerle gerçekleşen ticari ilişkilerin gelişmesi ve hükümetin dış politika stratejisi doğrultusunda son yıllarda artan anlaşmalar sayesinde yaklaşık 70 ülkeyle vize uygulaması kaldırıldı. Vize uygulamayan ülke sayısındaki artışa sevinen seyahat severler, Avrupa Birliği’nin Türkiye’ye uyguladığı vizeyi kaldıracağına ise pek ihtimal vermiyor. Bu yüzden katılımcıların yüzde 84’ü, Türkiye için Schengen vizesinin devam edeceğine inanıyor. Tatilcilerin yüzde 71’i, vize isteyen ülkeleri ziyaret etmeyi düşünmediğini ve bu yüzden seyahat planlarına dahil etmediğini de belirtiyor. Bu oran, vize uygulamasının Türklerin seyahat planları üzerinde ne kadar büyük bir etkisi olduğunu gösteriyor. Ankete katılanların vize başvurularının kabul edilme oranı ise oldukça yüksek (yüzde 82). Ancak ortak görüş, vize alırken karşılaşılan prosedürlerin ne kadar pahalı, uzun ve can sıkıcı olduğu. Tatilcilerin yarısına yakını, talep edilen belgelerin fazlalığından şikayet ederken, üçte biri vize ücretinden büyük rahatsızlık duyuyor. Araştırmaya katılanların yüzde 16’sı bekleme sürelerinin uzun olduğunu düşünüyor. Katılımcıların yüzde 9’unun ise vize görevlilerinin kaba tavırlarından rahatsız olması dikkat çekiyor. Neredeyse on kişiden birinin vize alırken görevlilerin tavrından hoşlanmaması, güler yüzün de bizim için önemli olduğuna işaret ediyor.vize başvurusunu erken yapınKeyifli bir tatil için vize konusunda sıkıntı yaşamak istemiyorsanız özellikle başvurunuzu olabildiğince erken bir tarihte (bir ay öncesinden) yapmanız tavsiye ediliyor. Çalışma ve öğrenim amaçlı vizelerin alınması ülkeden ülkeye değişmekle beraber, 2-3 ay veya daha uzun bir zaman sürebiliyor. Vize müracaatında, pasaportunuzun geçerlilik süresinin başvurduğunuz tarihten ileriye doğru en az bir yıl olmasına özen gösterilmesi de gerekiyor. Ayrıca, vizeden muaf olmanız halinde dahi, gideceğiniz ülkenin pasaportunuzda aradığı geçerlilik süresini öğrenmeniz size büyük fayda sağlayacaktır. Yıpranmış pasaportla yapacağınız vize başvurunuz kabul edilse ve vizenizi alsanız dahi, sınırdaki pasaport polisinden geri çevrilmeniz de mümkün. Bu yüzden yıpranmış ve sayfaları yırtılmış pasaportlarınızı mutlaka yenileyin. Bir başka önemli konu da, vize başvurunuzun reddedilebileceğini aklınızdan çıkarmayın. Red nedenini açıklama zorunluluğu bulunmamakla beraber, bazı ülkeler yazılı veya sözlü açıklama da yapmaktadır. Buna göre, eksiklerinizi tamamlayarak aynı ülke konsolosluğuna veya bir başka ülke konsolosluğuna vize için yeniden müracaat edebilirsiniz.Bayram haftası uçmak ultra lüksOkulların kapanması ile tatile çıkanların sayısı her geçen gün artış gösterdi. Bu yüzden ucuz uçak bileti bulmak özellikle hafta sonları imkansız hale geldi. Tatil planları Ramazan döneminde azalsa da, özellikle bayram haftasında uçaklarda yer bulmak neredeyse imkansız. Bayram nedeniyle sadece tatil beldeleri değil, Türkiye'nin hemen hemen her noktasına gerçekleşen uçuşlarda tüm biletler satıldı. Kış döneminde yolcu bulmak için çeşitli kampanyalar düzenleyen havayolu şirketleri, talebin yüksek olması nedeniyle bayram haftasında bilet satışını en üst seviyeden gerçekleştirdi. Özellikle çalışanlar, kısıtlı izinleri nedeniyle çaresiz bir şekilde kışın tek yön 80-100 TL'ye gideceği yere, yaklaşık 300-400 TL ödeyerek bilet almak zorunda kaldı. Bu yüzden tatil planları yapılırken özellikle yaz sezonunda ve bayram dönemlerinde aylar öncesinden uçak biletinin alınması gerekiyor. Havayolu şirketlerinin yetkilileri, bilet fiyatlarının yüksek olmasına rağmen birçok güzergahta bayramdan 3-4 gün öncesinden yerlerin tamamen satıldığını söylüyor. Hatta bazı şirket yetkilileri, tatilcilerin bu konuda bilinçlendiğine dikkat çekerek, Kurban Bayramı dönemine ait biletlerin de ciddi oranda alındığını ifade ediyor. Ramazan boyunca, başta THY olmak üzere Pegasus, Atlasjet, Onur, Borajet, SunExpress ve Anadolujet'ten iç hatlarda 80 TL gibi çok düşük ücrete seyahat imkanı bulunuyordu. Hatta hafta içi alınmak şartıyla Ramazan Bayramı'ndan birkaç gün öncesine kadar ve belirli saatlerde yine çok ucuza bilet almak mümkün. Ancak bayram haftasında uçakla seyahat etmek adeta ultra lüks hale geliyor. Yer bulmak imkansız hale geldiği gibi, bulunan kısıtlı sayıdaki koltuklar da, 400 TL'nin üzerinde fiyata satın alınabiliyor.

Beyaz Türkler, ‘çiftlik balığı’ gibi yetiştirildi

$
0
0
TESEV Başkanı Can Paker’in ‘Geriye Bakmak Yok’ isimli biyografi kitabı, gazeteci-yazar Fatih Vural imzasıyla raflardaki yerini aldı. 71 yıllık ömrüne iş, sanat ve siyaset dünyasından onlarca dostluk sığdıran Paker, “Türkiye’nin esas toplumsal yapısı olan Kürtler ve Müslümanları bastırarak kendilerine mahsus bir zümre yarattılar. Çiftlik balığı bunlar. 90 yıldır devlet tarafından beslendiler.” diyor.Kafkas kökenli bir anne ile Selanik göçmeni bir babadan dünyaya geldiniz. Bu durum ileriki hayatınıza çok kültürlülük olarak mı yansıdı, yoksa kendinizi öteki olarak mı hissettiniz?İspanya göçmeni olduğumuza dair bir tevatür var. Babamla ne Sabetayizm'i ne de dini meseleleri konuşurduk. Eskişehir'de yetişmem Anadolu kültürünü yakından tanımama, sınıfsal farklılıkları gözlemlememe yardımcı oldu. Sabetayizm'i neredeyse 45 yaşına gelince duymuştum.Sefarad olup olmadığınızı araştırma ihtiyacı hissetmediniz mi?Hiç merak etmedim. Nereden gelirsem geleyim geriye bakmam. Benim yerime başkaları bunu yapmaya kalkıştı. Onlar da yalan yanlış şeyler yazdı.İncitti mi sizi, ‘dönme' yakıştırmaları?Önce hiç umursamadım. Fakat bir süre sonra siyasi malzeme olarak kullanılmaya başlandı. ‘Dönme' dediler. Rahşan Ecevit, Kemal Derviş ve ben bir klikmişiz ve hepimiz dönmeymişiz. Bu yapı içinde ben başbakan oluyormuşum…Eskişehir yıllarınızda daha çocuk bir yaştayken Risale-i Nur okuyanların mahkemelerde sürünmesine tanıklık ediyorsunuz. Bu tanıklık, zihninizde, 'Türkiye'de adaletin olmadığını ilk kez o gün hissettim.' şeklinde bir şimşek çaktırıyor. Bir çocuk için iddialı bir yorum değil mi bu?Herkes mahkemeye götürülen elleri kelepçeli Nurcuları yuhalıyordu. Ben de merak ettim. ‘Kim bunlar?' diye sordum. ‘Nurcular' dediler. ‘Ne yaptı bunlar?' dedim. ‘Çok kötüler' cümlesinden başka bir şey söylemediler. Biraz araştırıp Risale-i Nur okuyunca gerçekte kötü olmadıklarını anladım ve ‘Burada bir adaletsizlik var.' dedim.Menderes'in torpiliyle High School'a yazılıyorsunuz ama sizin torpiliniz ilerleyen yıllarda Abdullah Gül'ün kızını başörtülü olarak Sabancı'ya aldırmaya yetmiyor.Yetmedi doğru. Asker sivil bürokrasinin kurduğu yapının sonucuydu bu. Tosun Terzioğlu, 'Yapamam, YÖK okulu kapatır.' dedi. Mesele iktidar olmak değil. AK Parti'nin muktedirliği 27 Nisan'dan sonra başlıyor. O da tam olmadı aslında hem yargı hem de asker açısından. 'Yabancı okullarda eğitimini tamamlamışsan Türkiye'nin önde gelen insanlarından biriydin. Çatal tutmasını bil, şarabın renginden anla yetiyordu…' şeklinde bir cümleniz var kitapta. Böyle bir ortamda nasıl oldu da yerli kalmayı becerebildiniz?Bunun bir değer olup olmadığını hep sorguladım. Bazı arkadaşlarım vardı. Kıyafetlerinin markası üzerinden birbirlerine üstünlük taslarlardı. Beni bunlar hiç ilgilendirmedi.Bugüne kadar Türk bürokrasisi ile ilgili hep şöyle bir algı vardı. 'Bizi yönetenler hep yabancı okullarda yetişti. Bu yüzden halkı anlamıyorlar.' Bu tespit, yukarıdaki cümlenizle ilgili değil mi?Kötü yönetimin, halka yabancılaşmanın kaynağının askerlerle ilgili olduğunu düşünüyorum. Asker sivil bürokrasisinin Türkiye'deki siyasete egemen olmasına bağlıyorum. Türkiye'nin esas toplumsal yapısı olan Kürtler ve Müslümanları bastırarak kendilerine mahsus bir zümre yarattılar. Kim o zümre? Lisan bilecek, şarabın renginden anlayacak, Batılı olacak, iş yaptığında devlet onu koruyup kollayacak, o da devlete, özellikle askerlere destek olacak. Suni bir yapı bu. Çiftlik balığı bunlar. 90 yıldır devlet tarafından beslenmişler. Sonradan Anadolu'dan çıkanlar gerçek deniz balığı.Eskişehir'in en zengin ailelerinden birine mensup Can, okumak için İstanbul'a geldiğinde bir anda taşralı oluyor.O, görgüsüzlük değildi aslında. O dünyayı bilmemek beni rahatsız etti. Arkadaşlarımın Nişantaşı'ndaki evlerine gidiyorum. Evlerin içi heykellerle dolu, şaşırıp kaldım tabii. Türkiye'de Sorosçu, ABD'de ise AK Parti yanlısısınız…Haksız bulmuyorum bu yorumları! Soros'la hiç iş konuşmadım. Onlar benimle çalışmak için teklifler getirdi. Benim bir şartım vardı. ‘Para aldığım yere yaptığım araştırmanın hesabını vermem.' dedim. ‘Konuya mutabık kalırız ama bunun dışında hiçbir şeye karıştırmam sizi.' şeklinde bir şart koştum. Bu, yıllarca böyle sürdü. TESEV'in çok radikal konulara el atması, asker sivil ilişkileri, din, devlet, toplum ilişkilerine yönelmesi, dokunmaya cesaret edemediği konulara girdiği için vakfı yıpratmaya çalıştılar. Benim için paranın nereden geldiği önemli değil. Nerelere harcandığı önemli. Gerek TESEV'de, gerekse Açık Toplum Enstitüsü'nde bu geçerli. ‘Soros ihtilal yapıyormuş dediler. Yıllık vakfa milyonlarca TL para aktarıyormuş dediler…'Belki ihtilal yapmadı, ama AK Parti'ye verdiğiniz destek yüzünden sizinle yollarını ayırdı.Çatışma sürecinde Soros çok etkili değildi. Açık Toplum'un Genel Direktörü Aryeh Neier daha etkiliydi. Bunu bilerek söylemiyor, sadece tahmin ediyorum. Türkiye'den bir grup oraya gitmiş olabilir. Onların tesiri altında AK Parti'ye muhalefet etmek istediler diye düşünüyorum.Sizin de katıldığınız bir toplantıda, o dönemde Boğaziçi Üniversitesi'nde profesör olan Tansu Çiller, size 'Cancağızım, ben siyasetten hiç anlamam. Ne olur söyler misin, bunların hangisi doğru söylüyor?' diyor. İki yıl sonra Çiller'in Türkiye'ye başbakan olması en çok da sizi şaşırtmıştır herhalde.Evet şaşırttı. Ama Tansu çok ihtiraslı ve zeki bir kadın. Taşları nerede oynatacağını gördü.İyi hamleler yapabildi mi?Dörtte bir doğru, dörtte üçü yanlıştı.Dönemin İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı seçilen Tayyip Erdoğan'la ilk olarak Bülent Eczacıbaşı'nın evinde görüşüyorsunuz. Misafirler Erdoğan'a laiklik üzerinden yükleniyor ve siz daha önce hiç tanımadığınız Erdoğan'ı niçin savunma ihtiyacı hissediyorsunuz?Tayyip Bey'i müdafaa etmedim ki, aklımdaki fikri müdafaa ettim. Adam yeni seçilmiş. Sırf Müslüman diye üzerine gitmenin bir anlamı yok.Başbakan Erdoğan niye Can Paker'i seviyor peki?Fikrini satmayanları seviyor sanırım. Dik duranları seviyor. Ben de onu çok seviyorum. Türkiye'de iki iş yaptı. Gerisi bana vız gelir. Üç çocuk diyormuş, içkiye de şöyle diyormuş, çok sert konuşuyormuş… Cumhuriyet tarihinde hiç kimsenin yapamadığı iki iş yaptı. Askerleri içeri soktu, Kürtleri tanıdı. Gerisi benim için boş.Sizin özel olarak Kürt meselesine ilgi duymanız hangi yıllara rastlıyor?İlk Kürt ismini Berlin'de duydum. Bir kültür gecesi düzenleyeceklermiş. Kürt kim? Kültürleri ne? diye düşündüm. Çok şaşırmış, inanmamıştım. Gecelerine gittim, şarkılarını dinledim. Tabii sonrasında yöneticilik işin içine girdi. 1990'lara kadar ciddi bir şekilde bu meseleyle ilgilenemedim.Son birkaç ayı göz önünde bulundurursanız açılımla ilgili kaygılarınız arttı mı?Temelde kuşkularım var ama iki taraf da çözüm istiyor. Abdullah Öcalan'ın çok ciddi bir iradesi var. Özellikle Doğu'da çok daha iyi bir hayat sürme umudu var. Çünkü insanların milli gelirden aldıkları pay yükseliyor. Konuştuğumuz analar, ‘İki oğlum öldü, iki oğlum da dağda.' diyor. Tek bir dertleri var, geride kalan evlatlarına daha iyi bir hayat sağlayabilme hayali.Hayatımı yazsam, ‘Ulan adam kendini övmüş’ derlerdi!Bir insanın hayatını başkasının kaleminden okuması nasıl bir duygu? Kendi hayatımın bu kadar ilginç olabileceğini düşünmemiştim. İnanılmaz bir disiplin ve emekle ortaya ilginç bir kitap çıktı.Siz kendi hayatınızı yazmaya cesaret mi edemediniz?Hem zaman bulamadım hem de kendi hayatım olduğu için belki de yazılmaya değer değildi.Kitabı başkasının yazması daha mı prestijli oluyor?Belki de... Kendim yazsam, ‘Ulan adam kendini övmüş.’ derlerdi. Ayrıca yazar, bazı noktalarda beni eleştirdi ve objektif davranmaya çalıştı.Kitap, 1950 sonrasının Türkiye’sine ışık tutuyorCan Paker'in hayatını yazarken 30'a yakın kişiyle görüştünüz. Görüştüğünüz bu kişiler, kitabın çerçevesini Paker ekseninden çıkarıp 1950'den günümüze Türkiye'nin yakın tarihine ışık tutacak bir eser haline getirmiş.Evet. Bu bir Can Paker kitabı değil sadece. Türkiye'nin en zor zamanlarında dik durmasını bilmiş bir isim. Sermayeden gelen birisi olmasına rağmen 28 Şubat sınavını başarıyla atlatmış. O dönemde verdiği röportajlarda Refah Partisi'ni nasıl savunduğunu, orduya karşı nasıl dik durduğunu görüyorsunuz.'Neden Can Paker biyografisi' sorusuna verecek onlarca cevabınız vardır herhalde. Çok sebep var. 2007 yılında Zaman Gazetesi'ndeyken sivil toplum muhabirliği yapmaya başlamıştım. O dönemde, TESEV'in en aktif çalışan sivil toplum kuruluşlarından biri olduğunu gördüm. Can Bey'le Türkiye'nin kırılma noktalarında önemli röportajlar yaptık. Sosyoloji okuduğunu öğrendiğimde daha da mutlu olmuştum. Zaman içinde dostluğumuz ilerledi ve bir kitaba dönüştü.Sizi en çok ne şaşırttı Can Paker'in hayatında?Bu kadar duygusal bir Can Paker beklemiyordum. 70'ini geçmiş bir insanın hayatına ayna tutmak gerçekten çok zormuş. Yazmakta en zorlandığım yerler de onun hayatına dokunan duygu yüklü bölümler oldu.Can Paker'in, 'Bu da benimle mezara gitsin. Kitaba yazma.' dediği anlar oldu mu? Bir biyografi için muazzam açıklıkta davrandı. George Soros'a dair ifadeleri çok çarpıcıydı mesela ve bunların yazılmasını istedi. Zaten kapalı olan hiçbir şeyden hoşlanmadığına tanıklık ettim.

Çöpten belgesel değil insanlık dramı çıktı

$
0
0
Ekmeğini çöpten çıkaran bir grup insan... Her sabah çöp dökmeye gelen kamyonun yolunu dört gözle bekliyorlar. Çoluk çocuk, büyük küçük demeden çöplükte hem yaşayan hem de çalışan bu insanlar, ‘Çöp’ belgeseline konu oldu. Onuncu ödülünü Uluslararası Akdeniz Film Festivali’nde alan belgeselin yönetmeni Burak Türten’le bu insanlık dramını konuştuk.Çoğumuzun yaklaşmaya, görmeye, kokusunu duymaya bile tahammül edemediği yerledir çöp konteynerleri, çöp kutuları ya da çöplükler. Bir sokaktaki konteynerin yanından geçmek bile içimizi kaldırmaya yetiyor çoğu zaman. Peki, hiç düşündünüz mü? O çöplerin içinde yaşayanların var olabileceğini. Ya da ekmek parasını çöpten çıkarmak zorunda olanların sayısını. Hayal sınırlarımızı biraz daha zorlayalım. İnsan hasta olacağını bile bile nasıl çöpte yaşar? Çocuğunu orada nasıl büyütür? İlk etapta insanın aklı almıyor ama Türkiye’de bu tür tablolar ne yazık ki var. O tablolardan birini Kayseri Erciyes Üniversitesi İletişim Fakültesi master öğrencisi ve yarı zamanlı öğretim görevlisi Burak Türten, bir belgeselle görüntüledi. 10 ödüle layık görülen ‘Çöp’ belgeseli, en son Fransa’da düzenlenen Uluslararası Akdeniz Film Festivali’nde en iyi belgesel ödülünü aldı. Ajitasyona açık bir Türkiye gerçeğini, duygularından sıyrılarak görüntüleyen Burak Türten’le festival dönüşü bir araya geldik.‘Kokmuş balıkları kızartıp yediklerini gördüm’Gelecek yüzyılın en büyük sorununun çevre olacağına dair öngörülerden yola çıkıp, çevre temalı bir belgesel çekmeye karar verdiklerini söylüyor Burak Türten. 2011 yılında belgeseli çekmek için Adana Pozantı Belediye çöplüğüne gidince, çöp sularının nehre karıştığı, atıkların ormana zarar verdiği bir alanla karşılaştıklarını anlatıyor. Türten, “İçine girdikçe konunun bir çevre sorunu boyutunu aşıp insani bir boyuta taşındığını gördük. İnsan sorununun daha önemli olduğuna karar verdik.” diyor.Her ne kadar Pozantı Belediyesi izin vermediği için belgeseli çekemeseler de, pes etmeyip güneydeki belediye çöplüklerini gezmişler. Sonunda filmin konusunun geçtiği yerin en uygun alan olduğuna karar vermişler. Alanın neresi olduğunu, izin aldıkları yetkililere ve oradaki insanlara söz verdikleri için söylemek istemiyor. Daha önceki tespitleri burada daha çok netleşiyor ve artık belgesel, insan üzerine kurgulanıyor. Çekimler 5 gün sürüyor. Ancak son gün insanlarla bire bir görüşülüyor. Çöp ihalesini alan ve ‘şıh’ denilen kişiden yani patrondan hayli çekiniyorlar. E tabii bir de güven sorunu var. Burak Türten, “5 gün boyunca onlara dışarıdan bakmamaya, onlar gibi davranmaya çalıştık. Yeri geldi sofralarına bile oturduk. Onlardan biri gibi olmak, filmin samimi olmasındaki en büyük etkendi.” diyor.İlk izlenimlerini ve en çok etkilendiği anları anlatıyor Türten. Tarihi geçmiş ürünler belediye çöplüklerine dökülüyor. O günler geldiğinde insanların nasıl koşuştuğunu, kapış kapış aldığını görünce ne kadar üzüldüğünü anlatıyor. “Düşünsenize, kim ne kadar çok alırsa kendini şanslı hissediyor.” diyen Türten, çöplükte çuvalların içindeki kokmuş balıkları çektiğini, o balıkların akşam kızartılıp yenildiğini görünce durumun vahametini anladığını söylüyor.‘Çöpçü dedikleri için okula gitmek istemiyorum’Çekim yapılan çöplükte altı yedi aile var ve hepsi akraba. Çoluk çocuk hep beraber çöp topluyorlar. Yılın 365 günü orada yaşayan, hatta orada doğup büyüyenler, çöplük haricinde başka bir yeri görmeyenler var. Baba büyük çuvalla çöp toplarken, 5 yaşındaki çocuğu eline aldığı küçük poşete çöp doldurarak yardım etmeye çalışıyor. Belgeselde konuşan bir adamın söyledikleri ise çaresizliğin boyutunu gösteriyor: “Ailecek çöpte büyüdük. Ablam, abim, amca çocuklarım hep beraber buradayız. 4 çocuk büyüttüm burada. Şimdi beşincisi geliyor. Keşke daha farklı bir iş olsa da orada çalışsam, ama mecbur çöp de bizim ekmek kapımız.”Çöplük hayatının en masum ve en mağdur üyeleri çocuklar. Boy boy, farklı yaşlarda bu çocuklar ne yapar, nasıl yaşar, okula gider mi, hasta olmaz mı diye sorular diziliyor. Belgeselin yönetmeni Burak Türten, “Çocuklar sözde okula gidiyor, ama biz beş gün oradaydık ve onları hep çöp toplarken gördük.” diye konuşuyor. Duruma açıklık getiren ise okul çağında olan bir çocuğun sözleri oluyor: “Tıbbi atık torbalarını topluyoruz. İnsan eti, kesik parçalar çıkıyor. Ama n’apalım, mecbur topluyoruz. Okula gitme şartlarımız çok zor. Genelde gitmiyoruz. Derslerimize çalışamıyoruz. Okulda sadece öğretmenim ve iki arkadaşım biliyor. Okula gittiğim zamanlarda da onların yüzüne bile bakamıyorum. Gittiğimizde de çöp topladığımızı bilenler çöpçü dediği için gitmek istemiyoruz.”Bu sözler, hâlâ hayatta olan bir çocuğun feryadı belki. Bir de hastalanıp gözünü açtığı dünyaya yenilen ve peşinden koştuğu kamyonun çarpması sonucu ölenler var ki, işte onlar hiçbir zaman dertlerini dile bile getiremediler.‘Bir yıl boyunca belgeseli festivallere göndermedim’Burak Türten, büyük bir çöp dağına her sabah 10 kamyon çöp geldiğini ve ailelerin çöp kamyonlarının, çöpleri küren kepçe operatörlerinin peşinden nasıl da koşturduğunu anlatıyor. Çöpleri karıştırıp özellikle plastik, cam, kâğıt, poşet, demir bulmaya çalışırken, ezilme tehlikesi de yaşıyorlar. Çöp bölgesinin yanı başında yaz kış çadırlarda yaşıyorlar. Su, elektrik, yol yok. Haftada bir kez itfaiye su getiriyor.Belgeseli bir sosyal sorumluluk olarak gören Tüter diyor ki: “Bu, bir insanlık dramı. Türkiye’de böyle bir şeyin olduğuna hâlâ inanamıyorum. Kabullenemiyorum. Filmi bir yıl boyunca hiçbir festivale göndermedim; rencide olmasınlar diye. Ancak festivallere yollamazsam kimse bunları görmeyecek ve bu insanların daha iyi şartlarda çalışmasını ve yaşamasını sağlamayacaktı. Filmin bir şekilde kamuoyu oluşturması gerekiyordu, bu da ancak festivallerle olurdu.”Çöp belgeselini izlediğinizde çöpten oyuncak toplayan çocukların görüntüsü dokunuyor en çok da. Her şeye rağmen kendi dünyalarında çocukluğunu yaşamaya çalıştığını görüyorsunuz. Ve orada doğan, büyüyen bu insanların, çöp toplamaktan başka bir iş yapamayacaklarına inanmaları, eğitimsizlik ve cehaletin yüzünü bir kez daha gösteriyor.Çöp’le gelen başarısı Burak Türten’in hayata bakışını etkilediği kadar, gelecek planlarını da etkilemiş. Bu işe yeni başlayan biri olarak, Türkiye’deki birtakım sorunları, en iyi belgesel filmlerle ifade edileceğini düşünüyor. Ve bundan sonra hep belgesel çekmek istediğini belirtiyor. Belgesel çekimlerinde hayal bile edemediği ekipmanları tereddütsüz veren fakültesine ise teşekkür ediyor.

Avrupa’nın İslâm’la örtülü imtihanı

$
0
0
Geçtiğimiz haftalarda İsviçre, genç kızların okula başörtüsüyle girebilecekleri kararına imza attı. Bunun yanı sıra artık Fransa’da da özel kurumlarda başörtüsüyle çalışılabilecek. Bunlara rağmen yine de Avrupa’nın birçok yerinde ayrımcı ve ötekileştirici uygulamalar devam ediyor.Avrupa’daki birçok lisede ve ilköğretim düzeyindeki okulda başörtüsü ile ilgili problemler devam ediyor. Bu ülkeler, her ne kadar demokrasinin bayraktarı olduklarını iddia etseler de başörtüsü konusundaki ırkçı yaklaşımları hâlâ gündemde. Özellikle Fransa’daki yasaklar tamamen İslâm ve başörtüsü karşıtlığı üzerine yapılan siyasi uygulamalara dönüşmüş durumda. İşin bir de sosyal boyutu var. Kanunların da desteklediği ötekileştirici davranışlar başörtülü öğrencileri en hassas oldukları yaşlarda etkiliyor. Örtüyle eğitimlerini sürdürmeye çalışan genç kızlar, başörtüsünün serbest olduğu ülkelerde dahi ayrımcı uygulamalarla karşılaşabiliyorlar. Tabii bunun yanı sıra sevindirici gelişmeler de olmuyor değil. Geçtiğimiz haftalarda İsviçre’de lise düzeyindeki okullarda başörtüsünün serbestiyet kazanması buna bir örnek. Fransa’da da yargıtay, nisan ayında özel kurumlarda başörtülülerin çalışabilmesi ile ilgili karara imza attı. Artık Fransa’da başörtüsü sebebiyle işten çıkarılmak daha zor olacak…Ayfer M. (Fransa, Strasbourg): Fransa’da hâlâ başörtümle çalışamıyorumFransa’nın Alsace bölgesinde okudum, burası Almanlar ve Fransızlar arasında sürekli el değiştiren bir bölge ve farklı imtiyazları var hâlâ. Bu yüzden 2004’te Fransa’nın genelinde uygulanan yasaktan muaftık. Fakat okulumun bitmesine bir yıl kala durum değişti ve yasak söz konusu oldu. Hocalarım ‘Böyle bir şey olursa açacaksınız.’ diyorlardı. Psikolojik olarak yorucu bir sene geçirdim. Mezun olduktan sonra eczacılık fakültesine girdim ve asıl sıkıntılar orada başladı. Eğitimimi örtülü alabildiğim halde stajlarda örtülü bulunamıyordum. Her staj dönemi çok sancılıydı. Bazı hocalar da orada bulunmamdan rahatsızdı. Deney yaparken bir keresinde bir hocam, ‘Başınızda bu varken, yanıcı maddelerle deney yapmanız uygun değil.’ diyerek uyardı. Bunun dışında stajımı ilk dönemde örtülü olarak yapabildim. Yanında çalıştığım eczacı durumu kabul etmişti, fakat stajın ilerleyen günlerinde beni daha çok eczanenin sınırlı bir yerinde tutmaya başladı. Nedenini sorduğumda ise bir kadının gelip, ‘Almanlardan sonra bunları mı başımıza çıkaracaksınız?’ dediğini söyledi. Orasının bir ticarethane olduğunu ve müşteri kaybetmek istemediğini belirtti. Şu anda bir ilaç fabrikasında çalışıyorum ama başımı açmak zorundayım. Yani örtümle Fransa’da hayat hakkı tanınmıyor bana.Senem B. (Hollanda, Amsterdam): Hollanda’da yasak yok fakat ayrımcılık varOrtaokul ve liseyi örtülü olarak en rahat okuyabileceğim bir Avrupa ülkesinde okudum. Hollandalılar tolerans konusunda çok ileri seviyedeler. Lisede ayrımcı muameleyle karşılaşmadım. Fakat Hollanda gibi çoklu kültürleri kucaklayan bir ülkede dahi üniversite yıllarında sıkıntılarım oldu. Amsterdam Üniversitesi’ne gittim. Burası yabancıların sayıca çok az olduğu bir okul. Bu sebeple Hollanda’daki diğer okullara nisbeten daha ırkçı sayılabilir. Bölümdeki başörtülü tek kişi bendim. Hocalarım hoşnut olmadıklarını hissettiriyorlardı. Mesela herhangi bir dil hatamı hiçbir şekilde tolere etmiyorlardı. Hepsi öyle değildi elbette, her fırsatta yabancı ve örtülü olduğumu hissettirenler olduğu kadar beni onore edenler de oluyordu.Melek F. (Avusturya, Viyana): Hocam, ‘Çocuklarıma senin Almanca öğretmeni istemem’ dediŞu an Viyana Üniversitesi’nde Alman Dili ve Edebiyatı okuyorum. Küçük yaşta kapandım. Okulum Türklerin olmadığı Avusturyalıların ağırlıkta olduğu bir okuldu. Sadece öğretmenlerin değil, arkadaşlarımızın da önyargıları vardı örtüye karşı. Çünkü ailelerden ne duyuyorlarsa o şekilde davranıyorlar. Halbuki Avusturya’da örtülü okula gidebiliyorsunuz. Öğretmenlerimiz ise ‘Örtü sizin ülkenizde dahi sorunlu, niye burada diretiyorsunuz?’ diyorlardı. Ben tıp okumak istiyordum, Faslı bir arkadaşım ise psikolog olmak istiyordu, fakat öğretmenimiz bunun mümkün olmayacağını, hastaların bizi tercih etmeyeceğini, insanların gözünde terörist olduğumuzu söylüyordu. Almanca öğretmenim ise kompozisyon dersinde sürekli İslâm ve baskı, İslâm ve başörtüsü gibi konular seçerek bir nevi baskı uyguluyordu bana. Bu konularda TV röportajlarını kaydedip gazetelerden makaleler getiriyor, sınıfta tartışmaya açıyordu. Ben artık yorulmuştum kendimi savunmaktan. Sınıf arkadaşlarım bazen benim yerime konuşuyorlardı. Bunun yanı sıra renkli bir örtü taktığımda çok memnun oluyordu herkes, ‘Baharı getirdin.’ diye iltifat edenler oluyordu. Üniversiteye geçtiğimde de bitmedi sıkıntı, daha ilk yıl bir profesör ‘Senin, benim çocuklarıma Almanca öğretmeni istemem’ dedi.Sevinç B. (Fransa, Strasbourg): Yasak yüzünden eğitimim beş sene aksadıFransa’daki yasak çıktığında ailem ve arkadaşlarım arasında kaldım. Çünkü ailem başımı açmamı ve eğitimime devam etmemi istiyordu. Bense arkadaşlarımla beraber yasağa direnmek istedim. Fakat bu mümkün olmadı maalesef. Daha zor olmasına rağmen başımı açmamak için açıköğretime devam etmek istedim. Bu yüzden 4-5 sene kadar bir kaybım oldu, eğitimim aksadı. Okuldaki ortam da çok sıkıntılıydı. Uzun etek giydiğim için okul müdürüm aşağılayıcı ifadeler kullanıyordu, ‘Baloya gider gibi giyinme’ gibi laflar ediyordu. Beni örtümle kabul edecek özel bir okul aradım fakat hepsinden ret cevabı aldım.Ülkelere göre başörtüsü uygulamalarıFransa için başörtüsü yasağı denilince akla gelen ilk ülke denilebilir, çünkü özellikle 2004’te uygulamaya konulan başörtüsü yasağı kanunuyla beraber yaklaşık on yıl içinde Müslüman kadınlar üzerinde ötekileştirici birçok uygulama oldu. Lise ve ortaokul düzeyinde okullarda eğitim göremeyen örtülü öğrenciler, birçok özel okulda eğitim haklarından faydalanamayabiliyor.Fransa, aldığı tüm tepkilere rağmen güvenliği gerekçe göstererek Nisan 2011’de kamusal alanda peçe kullanımını yasaklamıştı. Bu uygulamadan sonra Belçika da benzer bir kanunu aynı sene yürürlükten geçirdi. Daha sonra İspanya ve İtalya’nın bazı şehirlerinde de kamusal alanda benzer yasaklamalar görüldü. Almanya’da sadece Türk göçmenlerin sayısı 3 milyona yakın olmasına rağmen başörtülü öğretmenler 16 eyalette çalışamıyor. Bu uygulamalar Almanya’nın genelini kapsamıyor ve her eyalet kendi uygulamasını kendisi belirliyor. İngiltere’de ise lise düzeyindeki okullarda başörtüsü serbestiyeti var, fakat 2007’de okulların kendi kıyafet kodlarını oluşturabilmeleri kolaylaştırıldı. Bunun üzerine günümüze kadar birçok veli, çocuğunun okula alınmadığı gerekçesiyle okullara dava açtı.İlginç ayrıntılarAvrupa’nın genelinde yeni nesil, başörtüsüne ve Müslümanlara karşı çok daha iyimser yaklaşıyor. Nakledilen hikâyelerde çoğu zaman Hıristiyan, Katolik vb. gruplardan olan Avrupalı gençler, kendisine baskı uygulanan yahut ayrımcı muamele gören başörtülü arkadaşlarını savunuyor.Başörtüsü karşıtlığında ilginç bir ayrıntı var ki o da ‘renk seçimi’. Koyu renklerde yahut daha geniş şekilde örtülmüş başörtüsüne tahammül edemeyen birçok Avrupalı, renkli örtü kullanan kişilere iltifatlar yağdırabiliyor. Bu ikilemin altında ise tesettürü yine kendi kodlarına yakın gördüklerinde onaylayabilecekleri gerçekliği yatıyor.Eğitim hayatları boyunca ötekileştirici yasak ve uygulamalarla karşılaşmış birçok genç kız, bazı hocalarından ise çok büyük destek gördüklerini ifade ediyor. Bu kişilerin ortak ifadeleri eğitimlibaşörtülü kadınların Avrupa’daki Müslüman göçmenlere örnek olmaları gerekliliğine olan inançları.

Gazze’de yarım kalan hayatlar

$
0
0
Gazze’de yıllardır süren savaşlardan geriye kalan yıkık binalar, film platosunu andırıyor. Kamu binaları, oteller ve evler...Bir kısmının enkazı kaldırılmış, bazıları ise anıt gibi hâlâ yerinde. Tıpkı 2005 yılındaki saldırılarda yıkılan Gazze Havalimanı gibi. Sadece 7 yıl faal kalabilen havalimanında artık yolcular değil hayvanlarını otlatan çobanlar geziniyor. Yıkıntılar işsiz Gazzeliler için ise ekmek kapısı. Enkazlardan toplanan demir ve betonlar, yeni inşaatlarda kullanılmak üzere taşınıyor. Gazze, son 100 yılı oldukça sıkıntılı yaşadı. I. Dünya Savaşı’ndaki kanlı çatışmalar sonrasında Gazze Şeridi, Osmanlıların elinden çıkarak İngiliz yönetimine geçti. Filistin adıyla uzun yıllar İngiliz idaresinde kalan şehir, İsrail’in kurulmasıyla birlikte yapılan 6 gün savaşlarında el değiştirdi. 1993 yılına kadar İsrail idaresindeki Gazze Şeridi, Filistin Ulusal Yönetimi’ne teslim edildi. 2007 yılına kadar El Fetih’in yönettiği şehir, Hamas’ın seçimleri kazanmasıyla yine karıştı. İki Filistinli grup arasında kanlı çatışmalar yaşandı ve El Fetih yönetimi şehirden çekilmek zorunda kaldı. O tarihten sonra başlayan İsrail ambargosu ise halen devam ediyor. Gazze’ye malların giriş ve çıkışını sınırlandıran İsrail, yaptığı anlaşmalarla Mısır üzerinde de etkili oldu. Bu süreçte ara ara İsrail saldırılarına maruz kalan Gazze, asıl yıkımı 2008 yılında Dökme Kurşun Operasyonu’yla yaşadı. Çok sayıda sivilin hayatını kaybettiği saldırılarda özellikle kamu binaları yerle bir edildi.

Yıldız Suikastı'nın arkasındaki Belçikalı anarşist

$
0
0
Şair Tevfik Fikret’in “Bir Lâhza-i Ta’ahhur” tabiriyle (Bir anlık duraklama) II. Abdülhamit Han’ı hedef alan suikastçılar emeline ulaşamadı. 26 kişinin öldüğü, 58 kişinin yaralandığı Yıldız Suikastı, o dönem uluslararası basında büyük yankı buldu. Suikast girişiminin ardından başlatılan soruşturma ve yargılamada Belçikalı anarşist Edouard Joris, olayın baş zanlısı olarak idama mahkûm edildi. Fakat Joris iki yıl sonra padişah tarafından affedildi. Peki neden?21 Temmuz 1905 tarihinde, İstanbul büyük bir patlamayla sarsıldı. O gün, Cuma Selamlığı için Yıldız Camii’nden çıkan II. Abdülhamit Han’ı bekleyen bombalı araç infilak etti. Amaç, Avrupa ülkelerinin ilgisini Osmanlı toprakları üzerinde yaşayan Ermenilere çekmek. Fakat şair Tevfik Fikret’in “Bir Lâhza-i Ta’ahhur” tabiriyle (Bir anlık duraklama) suikastçılar emeline ulaşamadı. Şeyhülislam Cemaleddin Efendi’nin padişaha bir soru sorarak geciktirmesi, Sultan’ı bombanın etki alanı dışında tutmuş, 26 kişinin hayatını kaybettiği ve 58 kişinin de yaralandığı patlamadan sağ olarak kurtarmıştı.Yıldız Suikastı, o dönem uluslararası basında büyük yankı buldu. Suikast girişiminin ardından başlatılan araştırmada 15 kişi tutuklandı ve Belçikalı anarşist Edouard Joris olayın baş zanlısı olarak mahkûm edildi. Fakat Joris idama mahkûm edildikten iki yıl sonra padişah tarafından affedildi ve Belçika’ya geri döndü. Osmanlı vatandaşı olmayan birinin Abdülhamit’e yönelik suikast girişiminde önemli bir rol üstlenmesi birçok soru işaretini beraberinde getiriyor. Olaydan bir hafta sonra tutuklanan Joris neden kaçmayı düşünmedi?Edouard Joris ve Yıldız Suikastı hakkında ne Belçika ne de Türk tarihinde yeterli bilgi bulmak mümkün değil. Olay adeta tarih kitaplarından silinmiş ve şimdiye dek konu üzerinde ciddi bir çalışma yapılmamış. Konuyu tarihin bilinmeyen sayfalarına ebediyen mahkûm etmekten kurtaran tek bir derlenmiş eser ‘Dynamiet voor de Sultan’ (Sultan İçin Dinamit) kitabı. 1968 yılında Belçikalı zanlının yakın arkadaşı Victor Reseller’e gönderdiği mektupların gün yüzüne çıkması üzerine Water Reseller tarafından yazılmış.Anarşist JorisEdouard Joris erken yaşta okulu bırakmasına rağmen dillere olan yatkınlığı dikkat çekiyor. 1896 yılında anarşist dergi Ontwaking’in (Diriliş) kurucusu Victor Reseller ile tanıştıktan sonra Anvers’teki işini bırakarak İstanbul’a göç ediyor. Joris’in neden Belçika’yı terk edip Osmanlı topraklarına yerleştiği tam olarak bilinmese de suikast davasının kayıtlarında mahkeme başkanı Hilmi Bey’e Paris’te yayımlanan Pro Armenia dergisinde Ermenilerin kaderi hakkında bir yazıdan çok etkilendiğini söylüyor. Joris, ayrıca İstanbul’da kaldığı yıllarda Diriliş dergisine “Şark’tan” yazı dizisi için yazılar kaleme aldı. Bu yazılarında Ermeni taşnakların davasına ciddi şekilde destek çıkıyor.1894 ile 1896 arası 300 bin Ermeni’nin Sultan II. Abdülhamit Han’ın emri doğrultusunda Türk ve Kürtler tarafından öldürüldüğünü söyleyen Joris, Avrupa devletlerinin de sırf kendi çıkarları için olayları görmezden geldiklerini yazıyor. Sonuç olarak Ermeni taşnakların silahlı şiddete başvurmaktan başka çarelerinin kalmadığını anlatıyor. Tutuklanmasının ardından mahkeme başkanı Hilmi Bey’in sorularına verdiği cevaplardan da neden Ermeni terörist komitecilerle işbirliğine girdiğini anlayabiliyoruz.Sorgulamalar sırasında Joris, herhangi şahsi bir çıkarı olmadığını, amacının Ermeni halkının varlığını sistematik bir şekilde yok etmeye çalışan bir padişahı ortadan kaldırmak olduğunu açık bir şekilde beyan ediyor. Bu görüşe nasıl ulaştığını soran mahkeme başkanına ise “Başta İngiliz ve Fransız konsoloslukların yıllık raporlarından ve Avrupa gazeteleri ve Ermeni dostlarıyla yaptığım görüşmelerden.” cevabını veriyor.İdam sehpasından özgürlüğeEdouard Joris, suikast girişiminde yer almamış olsa da, hazırlıklarda oynadığı kilit rolden dolayı Abdülhamid’i öldürme girişiminin beyni olarak tutuklanacaktır. Belçikalı tertipçinin, patlayıcı maddenin yurtdışından getirilip Galata’daki apartmanında depolanmasından bombalı aracın gümrükten geçirilmesine kadar planın her safhasında parmağı bulunuyor.Bu safhada Joris’ten başka, Ermeni Devrimci Federasyonu kurucularından Kristofor Mikaelyan ve kızı olarak tanıttığı Rubina, iş arkadaşı Vramchabou Kindirian, örgütün ileriki safhalarına başına geçecek olan Konstantin Kabulian, Kabulian’in eşi Sophie Rips, Karabet Ohanesyan, Silvio Ricci, Ardach Hatchik Kapudanian ve Trase Yuvanoviç bu örgütün belli başlı üyeleri olarak sıralanıyor.1904’te Sofya’da (Bulgaristan) düzenlenen Ermeni Devrimci Federasyonu kongresinde Abdülhamit’i öldürmekle vazifelendirilen Mikaelyan’la tanışan Joris, artık örgütün önemli bir parçası haline gelmiştir. Joris, patlamanın gerçekleştirilmesi için çok sıkı ve hassas bir kurgu yapıyor. Önce Pera’da (Beyoğlu) bomba için gerekli malzemelerin depolanabileceği geniş bir daire tutuyor. Mikaelyan ve Rubina Joris’le beraber bu daireye yerleşiyorlar. Belli bir müddet sonra dairenin yanında boşalan evi de kiralayıp, bu evde her gün gizli görüşmeler yapılıyor.Hazırlıklar sürerken, Viyana’dan özel olarak tasarlanan bir fayton sipariş ediliyor. Örgütün emeli, faytonun oturak kısmına bomba düzeneğini yerleştirip, Cuma Selamlığı sonunda Sultan’ı acımasızca katletmek. Saatli bombayla ayarlanmış düzeneğin patlaması için örgütün kadın üyeleri birkaç kez Cuma Selamlı’ğına katılıyor ve padişahın camiden saraya olan yürüyüş zamanlamasını ölçüyorlar.Patlayıcı madde olarak, dinamitten 5 defa daha güçlü olan melinit kullanılıyor. Yurtdışındaki Ermeni komiteciler tarafından gönderilen patlayıcı, Galata gümrüğünden ‘Beyaz ev sabunu’ adı altında geçirilerek Pera’daki örgüt evinde depolanıyor. Joris, mektuplarında şiddetli patlayıcının taşınması esnasında, 100 kilo patlayıcı maddeyi Galata’dan Pera’ya getiren hamalın dengesini kaybedip karakolun önüne düşürdüğünü bile anlatmış. Joris kapıdaki askerle yüz yüze gelmiş, kendinin ve hamalın tutuklanmasını beklerken tam aksine bir muamele görmüş. Asker, hamalı ayağa kaldırmış ve dökülen maddenin toplanmasında yardım etmiş.Son hazırlıklarSaatli bombayı denemek için Bulgaristan’a giden Mikaelyan ve Kindirian, bombanın erken patlaması sonucu ölüyorlar. Örgütün bu iki aksiyoner isminin ölümüyle örgütün başına Konstantin Kabulian geçiyor. Tüm hazırlıklar tamamlandıktan sonra, kendi aralarında kura çeken örgüt üyeleri, bomba yüklü faytonu kimin Saray güzergâhına yerleştireceğini tartışıyorlar. Suikast girişiminin öncesindeki gece Joris son kez Kabulian ile görüşüyor. Yapacakları eylemin sonuçlarını ve etkilerini tartışıyorlar. Joris suikastın ardından eylemlerine vakit kaybetmeksizin devam etmesi gerektiğini savunuyor ve aylardır üzerine düşündüğü planı anlatıyor. Ülkenin bir kaos ortamına çekilerek, planın bununla sınırlı kalmaması gerektiğini, petrol depoları, yabancı banka ve kurumların da havaya uçurulması gerektiğini teklif ediyor. Böyle güçlü ve istikrarlı bir direnişin karşısında Avrupa devletlerinin kayıtsız kalamayacağını vurguluyor.Ertesi sabah işyerine giden Joris, büyük bir merakla patlama sesini bekliyor. Bu arada Rubina, faytonu hesapladıkları yere yerleştiriyor ve sayacı 2 dakikaya ayarlıyor. Kalabalıktan dikkat çekmeden uzaklaşmak için bayılma rolü yapan Rubina, ona yardım etmek için atından inen kurye ile birlikte, başka bir araca binerek Sirkeci garına gidiyor.Vicdanım ve gururum kaçmamı engellediOlayı tertip eden örgüt üyeleri Sirkeci’de buluşup Orient Ekspres’le önce Filibe (Bulgaristan), oradan da Viyana üzerinden Cenevre’ye kaçıyorlar. Edouard Joris ise aksine İstanbul’dan ayrılmıyor. Sokaklardaki sessizlik, suikastın başarısız olduğunu henüz bilmeyen Joris’in dikkatini çekiyor. Ertesi gün olayın detaylarına ulaşan Joris, padişahın patlamada ölmediğini ve olayın sorumlularını bulmak için geniş çaplı bir araştırma başladığını öğreniyor. Polisin her yerde Kabulian’i aradığını öğrenen Joris, yakalanacaklar listesinde kendi isminin de olduğundan emindir. Oysa Joris kaçmayı düşünmüyor ve işine devam ediyor. Anılarında kaçmama sebebi olarak suikast öncesi Kabulian’a verdiği sözden bahsediyor. Joris’in Hilmi Bey’e verdiği cevap ilginçtir. “Başkasını öldürmeye cesaret eden, ölümden korkmamalıdır.” diyerek vicdanının ve gururunun kaçmasına mani olduğunu söylüyor.TutuklanmaSuikast girişiminden tam bir hafta sonra Joris sorgu için gözaltına alınıyor. Başta bütün suçlamaları inkar eden Joris’in, önüne getirilen deliller karşısında itiraf etmekten başka çaresi kalmıyor. Viyana’dan sipariş edilen fayton, yazmış olduğu mektuplar, imzaladığı belgeler önüne koyuluyor. Hatta olayın içinde yer alan diğer örgüt üyelerinin isimleri de açıklanıyor. Bütün bunların karşısında Joris eşine yazdığı mektupta şaşkınlığını şu şekilde anlatıyor: “Her şey ama her şey en basit teferruatına kadar biliniyordu. Bu kadar bilgi karşısında başım döndü. Nasıl, kimden ve nereden? Tam bir gizem.”Tabii ki o ana kadar olayın içinde bir Belçikalı olduğu bilinmiyor. Joris’in tutuklanmasının ardından diplomatik ilişkiler gerilmeye başlıyor ve Osmanlı’nın Brüksel’deki Ermeni asıllı konsolosu Kavafian, İstanbul’a çağrılıyor. 1901’de İstanbul’a gelebilmesi için vize işleminde Joris’i ‘zararsız’ olarak tanımlayan Osmanlı sefiri Kavafian, hastalığını bahane ederek Brüksel’de kalıyor.Karar celsesinden bir gün önce, 1905’in 17 Aralık’ında Belçika’nın İstanbul’daki Büyükelçisi, zamanın Osmanlı Dışişleri Bakanlığı olan Hariciye Nezareti’ne bir nota gönderiyor ve mahkûm edilmesi halinde Joris’in kendilerine iade edilmesini istiyor. Büyükelçi iade talebini iki devlet arasında imzalanan “Dostluk ve Ticaret” anlaşmasına dayanarak yapıyordu. Fakat Osmanlı makamları Belçika’nın bu isteğini reddediyor.Joris’in annesinin Sultan II. Abdül-hamit’ten af talebinde bulunması gibi birkaç girişimin dışında olayın üzerine gidilmiyor. Artık bütün umudunu kaybeden Joris hapishaneden kaçma planları dahi yapıyor. Fakat beklenmedik bir şekilde Joris için yeni bir umut doğuyor. İdam cezalarını genellikle uygulamayan Sultan II. Abdülhamit, Joris’in cezasını da müebbete çeviriyor. 11 Kasım 1907’de ise Joris’e serbest kaldığı takdirde padişaha ne yazılı ne de fiili herhangi bir teşebbüste bulunmayacağına dair bir belge imzalatılıyor. Bu belgeyi imzaladıktan bir ay sonra 23 Aralık 1907’de Sultan II. Abdülhamit, Joris’i affediyor.Sultan Abdülhamit’in Joris’i affetmesi çok farklı şekilde yorumlanıyor. Bu konu hakkında incelediğimiz eserlerde ise Abdülhamit’in Joris’i kendisi adına çalışmak üzere Avrupa’ya gönderdiğinden bahsediliyor. Diğer bir tez ise Abdülhamit’in yurtdışındaki baskılara dayanamayıp Joris’i affetmek zorunda kaldığı yönünde. Joris Belçika’ya döndükten sonra Diriliş dergisine neden Sultan’ın kendisini iade ettiğini (affedildiğini kabul etmiyor) yazıyor. Olayın yankıları, Avrupa siyaset kulislerinde uzun bir süre devam ediyor. Nitekim anarşistlerin Amsterdam’daki Uluslararası Kongre’sinde, Joris meselesi ele alınması gereken en önemli dava olarak kararlaştırılmıştı.

Sarıkız heykeli kırınca...

$
0
0
Muğla’da çekimleri devam eden ‘Sürgün İnek’ filminin setindeydim. 2009’da Malatya’nın bir köyünde yaşanan gerçek bir olaydan esinlenilmiş ve senaryoda 1997 yılının gerilimli siyasi atmosferine taşınarak bir anlamda dönem filmi yapılmış. Çocukları olmayan Şevket ile Cemile’nin neredeyse evlat gibi bağlandığı inekleri Sarıkız, kazayla okul bahçesindeki Atatürk heykelini kırar. Ve bir inek anlatır bizim hikâyemizi...Ne yönetmenlik, ne senaristlik, ne oyunculuk tecrübem var. Buna rağmen yaşarken kendimi bir sinema filminin içinde hissederim. Omuzlarıma sanki görünmeyen iki kamera yerleştirilmiştir, bir yandan onların çektiği görüntüleri izler, bir yandan kendi rolümün hakkını vermeye çalışırım. Sinemaya gitmek bile, tıpkı diğer eylemler gibi canlandırdığım karakterin bir sahnesidir. Hayal ile gerçek daima iç içe geçtiğinden ne gündelik olaylara ne de sinema filmine kendimi tam kaptırabilirim.Atmosfer Filmcilik’in yapımcılığında Muğla’da çekimleri devam eden ‘Sürgün İnek’ filminin setinde bu hislerim güçlendi ve acaba bir tiyatrocu edasıyla abartılı hareketlerle rol mü kesiyorum yoksa usta sinemacılar gibi yalın bir şekilde mi canlandırıyorum kendimi diye sorguladım. Bir gün süren bu tanıklık bana, hayat ile sinemayı karşılaştırma fırsatı da verdi. Bu konudaki tespitlerimi dün yayınlanan “Hayat sinemaya kaç basar?” adlı yazımda sıralamıştım. Bugün yer darlığı sebebiyle Sürgün İnek’e emek verenlerin bir kısmını anlatacağım.Ayhan Özen: Sinema hayatımın zekatıYönetmenleri genelde asabi ve geçimsiz insanlar olarak bilirdim. Ayhan Özen aksine çok sakin çalışıyor, sesini hiç yükseltmiyordu. Onun bu hali tabii tüm seti olumlu etkiliyordu. Burası herhalde görüp görebileceğim en neşeli setti. Son üç yıldır Fatmagül’ün Suçu Ne, Aşk-ı Memnu, Kuzey Güney, Muhteşem Yüzyıl gibi en popüler dizilerle, Vaviyen, Uzak İhtimal gibi birçok sinema filminde yardımcı yönetmenlik yapan Özen, mesleki birikimlerini ilk kez yönetmen olarak bir filme aktarıyordu.Hep arzu ettiği gibi tam da olgunluk yaşı kabul ettiği 40’ına girdiğinde Sürgün İnek’in sorumluluğunu alması istenmişti. Ona göre yapımcıların onu seçmesinde en önemli sebep işinin ehli olmasıydı. Çünkü bir film ya da diziye yardımcı yönetmen aranırken akla gelen ilk üç isimden biriydi. İkinci sebep olarak muhafazakâr dünya görüşüne sahip olmasını gösteriyordu.Aslında sinemada muhafazakârlık diye bir şey olmazdı. Sadece anlatılan dertler değişirdi. Bu filmin derdi, onun yaşamını da etkilemişti. 28 Şubat sürecinde başörtülü eşi yüksek lisansını bırakmak zorunda kalmış, kendisi de Yeşilçam’da yetişmesine rağmen çalıştığı Kanal 7’de sıkışmıştı. Çünkü bu ülkenin zencileri beyazlardan hoşlanıyordu. Kendisi de zenci olduğu için kimse onu fark etmemiş, önemli işleri beyazlara vermeyi tercih etmişlerdi. Nihayetinde beyazların alanında kendini kanıtlamış ve sıra bu çok inandığı filmle sıçramaya gelmişti.Özen, İbni Arabi’nin “Aynanın karşısına geçtiğinde aynadaki mi sana bakıyor, sen mi aynadakine bakıyorsun? Hanginiz aslında gerçek, hanginiz ötekini görüyor?” sorusundan hep etkilenmişti. Bu anlamda, acaba bizim de mi filmimiz çekiliyor, film içerisinde film mi çekiyoruz diye düşündüğü oluyordu ama takılmıyordu buna. O sinemayı hayatının zekatı olarak düşünüyordu. O yüzden bu filmin kendisi için bir dönüm noktası olacağını hissetmekle beraber hırsıyla Allah’ın çizdiği sınırları aşmaktan korkuyor ve kendini kadere bırakıyordu. Sadece bir Çeçen direnişi filmi, bir de Srebrenitsa Katliamı filmi çekmeyi nasip etmesini ağlayarak Allah’tan istiyordu...Hasan Kaçan: Kendimle rolüm birbirine karışıyorFilmin baş oyuncusu Hasan Kaçan’a sahici bir merakla “Hayalle gerçek nerede karışır, nerede ayrılır?” diye sordum. Meğer uzun süredir onun da kafasını bu mevzu meşgul ediyormuş. Çünkü günde 15 saat başka bir adam olarak, mesela bu filmin Şevket’i olarak yaşıyordu. “Ben başkaları gibi değilim, rolümün etkisinde kalırım. Çekime ara versek bile ben bu köyün Şevket’i olmaktan kurtulamıyorum.” diyordu. O yüzden kendisiyle rolü daima karışıyor ve buradan bazı dersler çıkarıyordu: “Şevket rolünü bu filmin yönetmeni verdi bana. Hasan Kaçan rolünü ise benim mutlak yönetmenim verdi. Nasıl ki Şevket rolünü hakkını vererek canlandırmak zorundaysan, Hasan Kaçan rolünü de çok başarılı bir şekilde oynamak, yani hayatın içindeki insanlara, tabiata, ağaçlara, hayvanlara iyi davranmak zorundasın. Sonunda ya dünyanın Oscar’ını alırsın ya da cehennemde ‘yanan Oscar’ı’ verirler. Isıya dayanıklı bir kefen satıyorlarmış internette. Acaba faydası olur mu?!”Şebnem Sönmez’in çekim aralarında yalnız kalıp rolüne konsantre olmayı tercih ettiğini ve sohbete pek istekli olmadığını görünce onu ikinci bir kez rahatsız etmeye çekindim. Kaçan’sa yeni sahnesini beklerken bile hayalle gerçeği iç içe yaşadığından her fırsatta yanına gidip sohbeti koyulaştırabildim. Aynı frekansı yakaladığımız için soru sormama bile gerek kalmıyordu:“Düşünüyorum da sadece senaristimizin kafasındaki bir hayal olarak da kalabilirdim. Seni ete kemiğe büründürmüş, canlandırmış. Bir de Hasan Kaçan olarak ete kemiğe bürünmeni düşün. Bir rüya âleminin içerisindeyiz. Birçok katmanı var bunun. Bu karışıklığın içerisinden çıkmanın tek yolu ‘Yaradan böyle murad etmiş’ demek. Ama niye, nasıl diye sorgulamak, ben bu rolü istemiyorum demek haddimiz değil. Necip Fazıl Kısakürek diyor ki, benim istediğimi Allah istemiyorsa konu kapanmıştır.”Kaçan, Gezi Parkı olaylarında karşı kamplarda yer aldığı Şebnem Sönmez’le birlikte oynamaktan duyduğu memnuniyeti de kendiliğinden ifade etti: “Şebnem Hanım ile dünya görüşlerimiz yüzde yüz terstir. Ama şimdi birlikte sete giriyoruz, gayet sorunsuz ve sevgi ile işimizi yapıyoruz. Hayatın içinde onu tanıdığımda ne kadar tatlı, ne kadar güzel, kimseye emredici davranmayan, son derece kibar ve merhametli bir insan dedim. Bir gün oturuyoruz, canının böğürtlen istediğini duydum. Bizim bahçede de kocaman kocaman böğürtlenler var. Topladım getirdim. Çok mutlu oldu. Dört tane böğürtlen alt tarafı. Ama insanlar bu tür küçücük şeylerle birbirlerini mutlu ediyorlar. Hayattaki amacımız da zaten birbirimizi mutlu etmek değil mi?”Küfürsüz mizah28 Şubat 2014’te vizyona çıkacak olan Sürgün İnek, küfürden, cinsellikten, kabalıktan yardım almayan, keskin eleştiriler ve hedef göstermelerden özenle kaçınan, “alttakiler-üsttekiler”, “yönetenler-yönetilenler” ikilemini baz alan naif bir hiciv filmi. Başlıca rolleri Hasan Kaçan, Şebnem Sönmez ve Cezmi Baskın paylaşırken, Eşref Kolçak, Fırat Tanış, Yılmaz Gruda, Köksal Engür, Vildan Atasever, Tarık Pabuççuoğlu gibi pek çok usta isim de kadroda yer alıyor.2009’da Malatya’nın bir köyünde yaşanan gerçek bir olaydan esinlenilmiş ve senaryoda 1997 yılının gerilimli siyasi atmosferine taşınarak bir anlamda dönem filmi yapılmış. Film Gomalak adlı, bölgesi belirtilmeyen bir köyde geçiyor. Çocukları olmayan Şevket ile Cemile’nin neredeyse evlat gibi bağlandığı inekleri Sarıkız, kazayla okul bahçesindeki Atatürk heykelini kırar. Havada karada asker kokusu olan bir ortamda korkular yönetir insanları ve tabii kraldan fazla kralcılara çok iş düşer. Faili bir inek de olsa, soruşturmayı, gözaltını gerektirecek sıra dışı bir olaydır. Bakalım inek bunu kendi iradesizliğiyle mi yapmıştır, yoksa sahibi onu özel olarak eğitmiş ve siyasi bir mesaj mı vermek istemiştir? İneğin yol açtığı bu beladan köyü korumak için onun kesilmesi gerektiğini söyleyenler çıkar. Ancak inek gebedir. Bu durumda en emin yol onu bir başka köye kaçırmaktır. Olaylar basına yansıyınca ülke gündemine oturur. Kısacası bir inek anlatır bizim hikâyemizi...Yeşilçam tadında bir filmYapımcı Ali Tokul’a Sürgün İnek’in oldukça naif bir hiciv filmi olduğunu hatırlatarak neden daha iddialı bir filmle işe başlamadıklarını sordum. “İlk filmimizde çok büyük bir işe girmek istemedik. Başarısız olursak umudumuz kırılır diye düşündük. Böyle eski Yeşilçam tadında, sevecen, sıcak, daha rahat kotarabileceğiniz, herkesin sevebileceği bir filmi tercih ettik.” dedi. Bu filmle demokrasi ve özgürlük vurgusu yapmak istemişlerdi. Eğer film herkesin birbirine saygılı olması fikrine hizmet ederse kendilerini mutlu hissedeceklerdi.Yapım ortağı Levent Güneri’ye göre toplumsal bir baskıyı mizah ile anlatmak çok büyük bir samimiyet gerektiriyordu, filmde bunu sağlamaya özen göstermişlerdi. Darbe ile ilgili bir film çekmiyorlardı. Darbe döneminde yaşanmış komik bir olayı sinemaya taşıyorlardı sadece. Hedefleri 1 milyonun üzerinde seyirciye ulaşmaktı.Senarist Serkan Öztürk, aynı zamanda filmin oyuncularından biriydi. Gerçek hayatta 2009’da olan filmi 1997’ye çekme nedenlerini, filme daha inandırıcı bir atmosfer yaratmak olarak açıkladı. Kaldı ki 2009’da böyle bir olayın yaşanması 28 Şubat dönemindeki o baskıcı zihniyetten kalan korkuların devam ettiğini gösteriyordu.Not: Geçen haftaki yazımda söz ettiğim 10 numara sakinleri, yazının yayınlandığı gün, öğleden sonra ellerinde kocaman şahane bir buketle özür dilemeye geldiler. Davete icabet edemeyişlerinin anlayamadığım nedenlerine girmeyeceğim. Gerçekten üzgün olduklarından onları yeniden mahcup etmek istemem. Bu yazıyla ilgili okurlarımdan o kadar çok mesaj aldım ki, sonuç olarak helalleştiğimizi bildirmek borcum oldu. n.akman@zaman.com.tr

Bulgaristan’daki Sofya’dan İstanbul’daki Ayasofya’ya

$
0
0
Nichon Glerum ve Sven Jense, Osmanlı padişahlarının İstanbul’dan Sofya’ya giderken geçtikleri güzergâhı anlatan bir kitabı ellerine alıp yayan yapıldak düştüler yola. Yarı yolda bir eşek de katıldı aralarına. Az gittiler uz gittiler, 800 kilometreyi 50 günde kat ettiler.Fotoğrafçı-grafikçi Nichon Glerum ve film yapımcısı-yazar, siyaset bilimci Sven Jense... Hollanda'da her hafta bir gün, mağara restoranda özel konuklar için özel yemekler hazırlarken, uzun bir yolculuğa çıkmak istediklerini fark ederler. Birlikte gerçekleştirilecek bu yolculukta ruhsal bir doygunluğa ulaşabileceklerini, zihinlerinin derinlerindeki meseleler üzerine düşünüp fikir paylaşabileceklerini öngörürler. Bu yolculuğu da herhangi bir vasıta kullanmadan, eskiden yaşamış insanlar gibi, yürüyerek gerçekleştirmeyi planlarlar. Buna karar verildikten sonra, yürünecek yol ve maddi bir kaynak keşfetmeleri gerekir. Arayışlardan sonra karşılarına bir kitap çıkar, küçük bir rehber. Osmanlı sultanlarının çıktıkları seferlerde, payitaht İstanbul'dan Bulgaristan'ın başkenti Sofya'ya uzanan güzergahı anlatan bu kitabı yanlarına alıp yollara düşerler. Sermaye bir krep tavası Rota bellidir ama bir de maddi kaynak gereklidir. Yürüyerek mesafeler kat eden seyyahların birçoğunun yaptığı gibi yolda uğradıkları köylerdeki insanlara misafir olmak isterler. Ancak bu misafirliği küçük bir alışverişe de çevirmek gereklidir. Alışverişte geçer akçelerden biri de bilgidir. En iyi bildikleri şeylerden biri yemek yapmaksa, her bilgi gibi bu da değiş tokuş edilebilirdir pekala. Yanlarına özel bir krep yapmaya yarayan tavalarını alırlar. Yollarda misafir oldukları her ev sahibine bu tavayla poffertjespan adındaki kreplerden yapıp karşılığında da yöreye ait bir yemek çeşidinin tarifini uygulamalı olarak öğrenmek istediklerini söylerler. Poffertjespanlar ve yöre yemekleri afiyetle yendikten sonra, çantalara sımsıkı bağlı keman ve mandolin çıkarılıp yöre halkının enstrümanlarına ve şarkılarına eşlik edilecek, nihayetinde böylece ödeşilmiş olacaktır. Nichon ve Sven, 800 kilometre ve 50 gün yürüdü. Çingenelerin izlerini sürdükleri, onlar gibi yaşayıp onlar gibi hissetmeye çalıştıkları bu yolculuğun, Türkiye sınırına girdikten sonraki bölümünde yanlarına bir arkadaş daha katıldı: Jackie adını verdikleri. Bulgaristan'da iken bir eşeği gruplarına dâhil etmeyi istediler ancak uygun bir yol arkadaşı bulunamadı. Türkiye'de daha ilk köyde insanlar birbirlerini arayıp ‘Tanıdık bir eşek' sordular, kısa zaman sonra Jackie geldi. Üç yaşında, genç ve sağlıklı bir yol arkadaşıydı. Artık yolculuk daha kolaydı, çünkü eşyalarını taşımak zorunda değillerdi. Bu uzun yolculukta, çok fazla insanla tanıştılar, pek çok evin kapısı açıldı, yeni yemekler ve yeni müzikler keşfedildi. Yol da bitti nihayet, Ayasofya'nın duvarına dokunup geri dönmekti amaç. Ramazan ayının ortasında, bu yolculuğun Türkiye bölümünü tamamlamaktan memnun olarak Ayasofya'nın duvarına dokundular ve İstanbul'da da bir miktar kalıp evlerine dönmek üzere yola çıktılar.Nichon Glerum ve Sven Jense’nin yol boyunca öğrendikleri yemek tarifleri defterlerinde, müziklerse hâlâ kulaklarında. Memleketlerine vardıktan sonra da bir kitap hazırlamak istiyorlar. Müzikli ve masalsı bir yemek kitabı. Merak edenler için Jackie'ye ne olduğunu da söyleyelim. Nichon ve Sven, Ayasofya'nın bulunduğu Sultanahmet Meydanı'na vardıktan dakikalar sonra, bir adam yanlarına yanaştı. Jackie'nin ne kadar güzel olduğunu söyledi ve onu burnundan öptü. Sonra gidip seyyar karpuzcudan, karpuz kabukları getirip elleriyle yedirdi. Bir eşeğe bakabileceği iyi bir yeri olduğunu anlattı ve Jackie'yi kendisine satmak isteyip istemeyeceklerini sordu. Aradan yarım saat geçtiğinde mutlu bir eşek ve iyi bir adam, arkalarını dönmüş gidiyordu. u.ari@zaman.com.tr

[Bizim Köy]

$
0
0
Bilim insanları ‘ölüm'ü görüntülemek için hangi hayvanı kurban etti? Cambridge Düşesi Kate'in oğlu ‘Bebe Prens'e en garip doğum hediyesi kimden geldi? Uçakta ‘Kaptan müsait bir yerde…' derseniz ne olur?Timsahın sevinç gözyaşlarıCambridge Düşesi Kate ve Prens William'ın, nedendir bilinmez, pek bir merakla beklenen bebeleri nihayet doğdu. Gelen hediyelerin haddi hesabı yok. Cambridge prensinin doğumu şerefine Kraliyet Koleksiyonu Vakfı tarafından özel bir porselen serisi satışa sunuldu. Sadece 2 bin 13 adet üretilen ve bir fincanın 195 sterlini (576 TL) bulduğu koleksiyonda tabak, ilaç kutusu, ev süslemeleri gibi eşyalar var. Prens George'a en ilginç hediye ise Birleşik Krallık tacına bağlı olan Avustralya'dan geldi. Avustralya'nın Kuzey Bölgesi, yumurtadan çıkmış olan bir timsah yavrusunu şanslı bebeğe hediye etti. George adı verilen timsah yalnız kalmayacak. Zira bölge daha önce de Prens William ve eşi Kate'e nişan hediyesi olarak timsah vermişti. Durdurun uçağı inecek varMüsait bir yerde inemezsem korkusuyla minibüse binemeyenler var. Lakin uçak yolcularının böyle bir korkusu yok, onları bekleyen başka tehlikeler var zira. Nijer'de Fransa'nın ulusal havayolu şirketi Air France'a ait uçaktan bir kişinin atıldığı ya da atladığı konuşuluyor. Ugudugu-Niamey-Paris seferini yapan uçaktan ‘atılan’ bir kişiye ait ceset, başkent Niamey yakınında bulundu zira. Air France ise cesedin, iniş takımlarına saklanan ve uçak alçalırken atlamaya çalışan kaçak bir yolcuya ait olabileceği iddiasında.Ölüm var hacı!Aklımıza getirmeyi pek istemesek de ölüm var. Üstelik bilim adamları halen bu gerçeği anlayamayanlar için deney bile yaptı. İngiltere'de Wellcome Vakfı ile Biyoteknoloji ve Biyolojik Bilimler Araştırma Konseyi'nin ortaklaşa geliştirdiği bir araştırma sonucunda bilim insanları bir solucanın vücudunda ölümün bir dalga gibi yayılmasını görüntülemeyi başardı. Solucanlarda ‘ölümün' hayvanın içinde hücreden hücreye yayılışı parlak mavi bir floresan ışık olarak açıkça görüldü bu sayede.m.tuncel@zaman.com.tr
Viewing all 3284 articles
Browse latest View live