Quantcast
Channel: ZAMAN-PAZAR
Viewing all 3284 articles
Browse latest View live

Fahreddin Paşa'nın Medine'si

0
0
“Hey Allah’ım hey, Türk’ün şu şehametine bak! Hangi millet, hangi ümmet Peygamberi’ne karşı böylesine bir hürmetle bağlılık göstermiştir? Benim Hicaz’a vazife ile gidişimden pek az sonra, o isyan akameti koptu. Ve bu kıyametle beraber Fahreddin Paşa da doğdu. Talihsizlikle Hicaz’da göremediğim bu ikinci Plevne kahramanını, yazık ki daha sonraları da, o kadar özlediğim halde bir kerecik gözlerinden öpemedim. Ve onun için yazmak istediklerim de nasıl oldu bilemiyorum, kafamdan ve ruhumdan bir türlü çıkıp kağıda dökülemedi.” (Mehmet Akif Ersoy, Yusuf Akçura’nın Cağaloğlu’ndaki evindeki bir sohbette)Birinci Dünya Savaşı yıllarında Medine’de kahramanlığa dönüşen savunmasıyla tanınan ‘Medine Müdafii’ Fahreddin Paşa [Türkkan] hakkında sayıları çok fazla olmasa da yayımlanmış kitap, makale ve akademik araştırmaların hiçbirinde fotoğrafçılığından söz edilmez.1918’de Medine’nin uçaktan görünüşü. Hazret-i Peygamber’in mezarının da bulunduğu Mescid-i Nebevi çevresinde kurulmuş olan Medine’de pek çok İslam şehri gibi surlarla çevrilidir. Surların hemen dışında, ortada görülen alan Menaha Meydanı’dır.20 yıl kadar önceydi sanırım; Fahreddin Paşa’nın kendisi gibi asker iki oğlu Selim ve Orhan Tükkan paşaları ziyaret ederek babaları hakkında birinci elden bilgiler almak istemiştim. Aile arşivindeki fotoğrafların çokluğu karşısında hayretimi dile getirmeye çalışırken duyduklarım beni daha da şaşırtmıştı; önümüze serdiğimiz yüzlerce fotoğrafın hemen hepsini kendisi çekmişti. Türk fotoğrafının meçhul öncülerinden birisi daha gün ışığına çıkıyordu/çıkmalıydı!Fahreddin Paşa, 4 Şubat 1868’de Tuna vilayetinin merkezi olan Rusçuk’ta doğar ve o sırada Tuna Valisi olan Midhat Paşa tarafından, Ömer Fahreddin adı verilir. Daha ilk mektep yıllarında, Tuna Vilayeti Posta ve Telgraf Müdürü olan babası Mehmed Nahid Bey’in yanında görevli Fransız mühendislerden matematik ve Fransızca dersleri alan Ömer Fahreddin, bu arada onlardan fotoğrafçılığı da öğrenir.Medine’de Tarik-ı Müstakim adıyla Kuba Mescidi’ne doğru yeni açılan yola ray döşeniyor.Birkaç yıl sonra, 93 Harbi olarak da adlandırılan Osmanlı-Rus Savaşı sırasında boşaltılan Rusçuk’tan İstanbul’a göç ettiklerinde Ömer Fahreddin, 9 yaşındadır. Harbiye’ye başladığı yıl, henüz 17 yaşında ilk fotoğraf makinesine de sahip olur. O yıllarda İstanbul ve çevresinin fotoğraflarını çekerken, bir taraftan da fotoğrafçılığını ilerletmek için, Pera’daki Febüs Fotoğrafhanesi’nin sahibi Bogos Tarkulyan’dan özel dersler alır.Harbiye’den kurmay yüzbaşı olarak mezuniyetinden sonra Erzincan, İstanbul, Tekirdağ, Edirne ve Musul’da çeşitli görevlerde bulunur. Her nereye gitse fotoğraf makinesi yanındadır. 1914’te Birinci Dünya Savaşı başladığı günlerde Musul’daki 12. Kolordu Kumandanlığı’na atanır. Kısa bir süre sonra ‘mirliva/tuğgeneral’ rütbesiyle Halep’te 4. Ordu Kumandan vekili olur. 23 Mayıs 1916’da Hicaz’daki olağanüstü gelişmeleri yerinde incelemek ve gerektiğinde duruma el koymak üzere, kendi seçtiği bir grup subayla birlikte Medine’ye hareket eder. Medine’ye gelişinden birkaç gün sonra, Mekke Emiri Şerif Hüseyin’in oğullarından Ali ve Faysal’ın, Medine karakollarına saldırılarıyla başlayan isyan üzerine Medine’de idareye el koyar. Ordu kumandanı sıfatıyla, Hicaz Kuvve-i Seferiyesi Kumandanlı’ğına atanır.1916, Medine Tren İstasyonu’nda hareket etmek üzere olan bir tren. Medine Tren İstasyonu, Hicaz Demiryolu’nun son durağıdır. Osmanlı’nın son dönemlerinde gerçekleşen en büyük projelerden biri olan Hicaz Demiryolu’nun Medine’den sonra Mekke ve Cidde’ye de uzatılması tasarlanmış ancak mümkün olamamıştır. Medine İstasyonu, 1 Eylül 1908’de faaliyete geçer ve 1918 yılı sonuna kadar çalışır. Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra Hicaz Demiryolu gibi Medine İstasyonu da çürümeye terk edilir.2 buçuk yıl süren Medine müdafaası sırasında her türlü yoklukla mücadele eder; açlık karşısında askeriye birlikte çekirge kavurması yer; askerinin maneviyatını yüceltmek için gazete çıkarır; bayrak, sancak, vatan gibi konularda deneme ve şiir yarışmaları düzenler. Günümüzde adeta asker sözcüğünün yerini tutan ‘Mehmetçik’ deyimi de o günlerin hatırasıdır; ilk kez Harbiye Nezareti’ne gönderdiği bir yazıda askerlerinden söz ederken kullanır, ancak bundan dolayı uyarı alır. 14 Mayıs 1917’de Medine’deki durumun gittikçe zorlaşması, kuzeyden gerekli yardımın ulaşmaması üzerine, Hz. Peygamber’in kabrinin bulunduğu Mescid-i Nebevi’deki kutsal emanetleri, Harem-i Şerif Şeyhi Ziver Bey’in gözetiminde özel bir trenle İstanbul’a gönderir. Topkapı Sarayı’nda korunan bu eserlerin büyük bölümü halen Hırka-i Saadet bölümünde sergilenmektedir. Almanya ve Osmanlı ittifakının hemen bütün cephelerde yenilgisi ile savaş sona erer ve 30 Ekim 1918’de Mondros Mütarekesi imzalanır. Mütareke şartları gereği Hicaz Kuvve-i Seferiyesi’nin de teslim olması istenir, ancak Fahreddin Paşa, İngilizler ve İstanbul Hükümeti’nin ısrarlarına rağmen yenilgiyi kabullenmeye ve teslim olmaya yanaşmaz. İki aydan fazla süren görüşmeler sonunda, emri altındaki bazı subaylar tarafından etkisiz hale getirilerek, 13 Ocak 1919’da teslim olması sağlanır.28 Ocak 1919’da tutuklanarak Kahire’de Kasr-el Nil kışlasına götürülür. Bir süre sonra da harp suçlusu sıfatıyla Malta’ya götürülür. Bu sırada, işgal altındaki İstanbul’da da Nemrut Mustafa Paşa Askeri Mahkemesi’nce “padişahın emrine karşı gelerek teslim olmamakta direndiği için” ölüme mahkûm edilmiştir. Malta’da 2 yıl 33 gün süren sürgün hayatı 30 Nisan 1921’de sona erdikten sonra, Roma, Berlin, Moskova ve Batum güzergâhından gelerek Sarp (Maradit) sınır kapısından Anadolu’ya girer.Sakarya Savaşı’nın devam ettiği o günlerde Batı Cephesi karargahında olan Mustafa Kemal Paşa ile görüşerek, Milli Mücadele’de görev almak ister. 27 Ekim 1921’de Büyük Millet Meclisi Hükümeti tarafından, Afganistan Kabil Sefirliği’ne tayin edilir. İstanbul’a gidemediğinden ailesiyle birlikte bir süre Sivas’ta dinlendikten sonra, Afganistan’a hareket eder. Afganistan’da bulunduğu sürece çevreyi dolaşarak, Anadolu’daki Milli Mücadele’yi anlatır, maddi ve manevi destek olunmasını sağlar. Dört yıl süren Kabil sefirliğinden sonra İstanbul’a döner. Bir süre Askeri Yargıtay Divanı üyeliği yaptıktan sonra 1936’da da kendi arzusu ile emekliliğe ayrılır. 22 Kasım 1948’de Ankara’ya seyahati sırasında, Eskişehir yakınlarında trende aniden rahatsızlanır ve kalp krizinden vefat eder. Vasiyeti üzerine, Aşiyan Mezarlığı’na defnedilmiştir.Fotoğrafla tanıştığı yıllardan itibaren vefatına kadar geçen 63 yıl içinde binlerce kez deklanşöre basan Fahreddin Paşa’dan, günümüze önemli bir fotoğraf arşivi ulaşmıştır. Hayatı boyunca gittiği ve gördüğü hemen her yeri fotoğrafladığı görülen Fahreddin Paşa’nın, arşivinden 300 kadar seçme cam negatif, önceki yıllarda çocukları tarafından İslâm Tarih, Sanat ve Kültür Araştırma Merkezi’ne (IRCICA) bağışlanmıştır.Fahreddin Paşa, gittiği hemen her yeri, her olayı fotoğraflayarak, görsel bir tarih yazmıştır adeta. Çanakkale’den Kars’a, Medine’den Herat’a, Malta’dan Kabil’e, Osmanlı coğrafyasının önemli merkezlerinde yaşayan ve bu yaşantıyı kayda geçiren Fahreddin Paşa’nın fotoğraflarının bugüne kadar ortaya çıkarılmamış, üzerinde durulmamış olması, sadece askeri ve siyasi tarihimiz için değil, sanat tarihimiz için de önemli bir kayıptır.

Hepimizin hayalleri aynı... Onun gibi olmak...

0
0
Bugün, içimizden herhangi birini alıp Barcelona A takım antrenmanına koysalar, o futbolcularla birkaç saat geçirme fırsatı bulsak, çıkışta arkadaşlarımıza ne deriz?“Antrenmandayken rüyada gibi hissediyorum. Çocukken hayalini kurduğum bu rüya bugün gerçek oldu. Sağıma bakıyorum Messi orada, solumda Xavi, Iniesta ya da Puyol. Messi benim idolüm, dünyanın en iyisi o.”Bu sözler, sıradan bir futbol severe değil, geleceğin en büyük yıldızlarından birine ait; çiçeği burnunda Barcelonalı Neymar’a...Kabul edelim, yıldız futbolcu olarak tabir edilen insanların kendilerine ait, özel bir auraları var... Çevrelerindeki dünyaya inanılmaz bir etki bırakıyorlar. Kendinizi alamadığınız, karşı koyamadığınız bir tesir alanına giriyorsunuz.Benzer bir etkinin film yıldızları ve şarkıcılar için de olduğunu iddia edebilirsiniz. Ancak unutmayın, onların ellerinde bu etkiyi yaratacak çok önemli silahlar var; sözler, melodiler, bürünülen karakterler...Johnny Deep, asla çekinmeden her türlü tiplemeye bürünebilir; Edward Scissorhands, Karayip Korsanları’nda Jack Sparrow, Maskeli Süvari’de Tonto. Edward Norton bakışlarıyla oynar, tüm oyunculuğu gözlerinde gizlidir ve hiç konuşmadan sizi o kişi olduğuna inandırabilir. Robert de Niro’nun sesi vardır, tonlamalarıyla kelimelere ruh katar. Julia Roberts gülümser, içinizi ısıtır.Shakira’nın sesi, dansı; MFÖ’nün melodisi, Sezen Aksu’nun şarkı sözleri etkiler sizi...Bir şekilde hayatınıza dokunur, içinizi ısıtır, sizi güldürür ya da duygulandırırlar.Peki ya futbolcu... Topa vurur, dripling yapar, pas verir, orta keser, gol atar... Konuşmaz, söylemesi tembih edilen kelimeleri ardı ardına dizer. Peki tüm o aktörlerden, şarkıcılardan daha büyük bir etkiyi nasıl yaratıyorlar? Zor bir soru...En güzel örnek RonaldoBunun en güzel örneklerinden biri, Cristiano Ronaldo. Kesinlikle inanılmaz bir yeteneğe sahip. Ayaklarıyla topa ne yapması gerektiğini fısıldıyor sanki... Futbolculuğu ile ilgili düzinelerce cümle yazabiliriz ama gerçekte Cristiano Ronaldo kimdir, bir fikrimiz yoktur. Ronaldo’nun hayata dair fikirlerini, duygusal çalkantılarını, kızgınlıklarını, eksikliğini hissettiklerini bilmeyiz. Dokunabileceğimiz, kendimizi özdeşleştirebileceğimiz hiçbir insansı duygu yansıtmaz. Tek bildiğimiz, gol attıktan sonra yaptığı “sus” işareti, kendine güvenen bakışlarıdır. Ve bu adam, Twitter üzerinden 20 milyon takipçi barajını geçen ilk futbolcu olarak, bahsettiğimiz auranın kanıtı haline geliyor.Belki attığı mesajlarda söylediklerindendir diyebilirsiniz... Haydi bakalım, Ronaldo takipçilerine ne diyor?“Bugün maçımız var, geliyor musunuz?”“Türkiye’ye geldik” (fotoğraf)“İmzalı kahve fincanı kazanmak ister misiniz?”“Nehir kenarında öğlen yemeği” (fotoğraf)Evet, Ronaldo hemen hemen hiçbir gerçek paylaşım yapmadan, hiçbir şey söylemeden, yalnızca 1500’e yakın basit ve kısa yazılmış mesajla 20 milyondan fazla insanı etrafına topluyor.Diyeceksiniz ki, “Ronaldo Real Madrid’in futbolcusu. İnsanlar takımları için şampiyonluklar ve kupalar yolunda canla başla mücadele eden, goller atan adamları başlarının tacı ederler”O zaman soru: Alex de Souza’nın futboluna saygı duymak için Fenerbahçeli/Coritibalı mı olmak gerekir? Hagi’nin gollerine şapka çıkartan herkes Galatasaraylı mıdır? Fernandes’in çalımlarından büyülenmek Beşiktaşlı olmayı mı gerektirir? Messi’ye hayran her dünya insanı Barcelona taraftarı mıdır?Aslında cevap, cevabın içinde gizli...Bu 20 milyon takipçinin, Ronaldo’nun ne yazdığı, ne paylaştığı ile ilgilendiği yok...O bizim hayalimizi gerçekleştiriyorAyaklarının üzerinde durmayı başarmış ve dünya üzerinde en fazla 1 yıl geçirmiş bir çocuğun, yaptığı ilk şeylerden biri, önünde duran topu ayağıyla iteklemesidir. Kız ya da erkek... Sokakta mahalle maçında dökülen terler, ekran karşısında oyunu anlamak için geçirilen saatler, gol olduğu anda stattaki binlerce insana yaşatılan sonsuz sevinç...O adam bizim hayalimizi gerçekleştiriyor... Ve bunu yaparken, hayallerimizden bile daha estetik, daha iyi yapıyor. Rakibini öyle bir geçiyor ki, tribünlerden bir ses yükseliyor “vouv”...O bir futbolcu, hem de en iyilerinden... Bir şey söylemesine gerek yok... Ne yazarların yazdıkları, ne reklam dünyasının ortaya koyduğu pazarlama faaliyetleri, ne de para...Bir adamın bir topla yapabildikleri, bir büyü yaratmaya yeter... Ve aslında futbol, kupalarda, şampiyonluklarda değil, o adamın ayaklarında gizlidir. Onun yarattığı bu auranın içinde kaybolma hali, herkesi etkisi altına alabilir...İsterseniz iş çıkışı halı sahada ter döken mühendis olun, isterseniz geleceğin en büyük yıldız adayı Neymar... Hepimizin hayalleri aynı... Onun gibi olmak...

Hem Müslüman hem süper kahraman

0
0
ABD ve Japonya animasyon sektöründe başı çekiyor olsalar da, Pakistan'da vizyona giren Burqa Avenger çizgi serisi tüm dünyada çok ses getirdi. Kız çocuklarının okula gidebilmesi için mücadele eden burkalı kadın kahraman, aslında ilk Müslüman süper kahraman değil…Son yıllarda bilgisayarda hazırlanan animasyonlar hem küçüklerin hem de büyüklerin ilgisini çekiyor. Özellikle ABD’nin başı çektiği yapımlar, büyük bütçelerle ve emekle oluşturuluyor. Birçok ülke artık kendi animasyonlarını yapmaya başlamış olsa da, Walt Disney ve Pixar’la boy ölçüşmeleri kolay gözükmüyor.Büyük prodüksiyonlarda yer alan birçok tema ve karakterlerde evrensel değerler gözetilmeye çalışılsa da sonuç genellikle beklendiği gibi olmayabiliyor. Özellikle ABD’li dev yapımlar, ırkçı ve diğer kültürleri küçük düşürücü öğelere yer verdikleri için çok eleştirildiler. ABD’nin yanı sıra Japon menşeli çizgi karakterler de tüm dünyada popüler. İslâm ülkelerinde ise nitelikli prodüksiyonların eksikliği hissedilir boyutta. Birçok İslâm ülkesinde kaliteli olmayan çizgi filmler çocuklara sunuluyor fakat bunların çoğu hem görsel açıdan düşük not alıyor hem de kurgularıyla sınıfta kalıyorlar.Bütün bunlara rağmen son yıllarda sayıları az da olsa ses getiren bazı yapımlar oldu. Geçtiğimiz haftalarda Pakistan’da vizyona giren Burqa Avenger çizgi film serisi için iyi örnekler arasında diyebiliriz. Bu çizgi film serisinde hem bilgisayar animasyonları kullanılmış hem de hikâyenin içerisinde Pakistan’ın en önemli sorunlarından birine dikkat çekiliyor. Birçok kız çocuğunun Taliban yönetiminin baskılarından ötürü okula gidemeyişine tepki niteliğinde olan çizgi seri, bir kadın süper kahramanın haksız uygulamalara karşı mücadelesini sunuyor.Gündüzleri öğretmenlik yapan kadın kahraman, öğrencilerinin başına kötü bir hadise geldiğinde yahut okullarından uzaklaştırılmaya çalışıldıklarında siyah burka giyen bir kahramana dönüşüyor ve kötülerle savaşıyor. Fakat kahramanın dövüş sahnelerinde karşısındaki yaralamak yerine düşmanlarına kitap fırlatması tercih edilmiş. Tesettürlü Müslüman bir süper kadın kahramanın portresinin çizilerek kaliteli efektlerle donatılması bu türde ilk kez yapılan çalışmalardan.Çocuklar direkt mesajı sevmiyorMüslüman ülkelerde yapılan çizgi dizilerde başörtülü kahramanlara rastlamak mümkün, fakat bu diziler genellikle çocuklara direkt olarak mesaj ulaştırmak amacıyla yapılıyor. Çocuklar ise kendilerine direkt olarak eğitici mesajlar veren kitaplardan hoşnut olmadıkları gibi aynı kaygıyı taşıyan çizgilerden de uzak duruyorlar. Yine aynı şekilde bu çizgiler kalite açısından da Batılı hemcinsleriyle yarışamayacak seviyede. Fakat Pakistan menşeli Burqa Avenger dizisi, hem bilgisayar animasyonlu efektleriyle göz dolduruyor hem de yerel bir hikayeyi çocuklara sevdirerek izletiyor.Müslüman süper kahramanlar fikri ilk olarak 2010’da ortaya çıktı. Tüm dünyanın severek izlediği Örümcek Adam, Batman, Superman, Kaptan Amerika gibi kahramanlara alternatif olarak oluşturulan The 99 çizgi serisi çok ses getirmişti. ABD Başkanı Barack Obama’nın da övgüyle bahsettiği serideki kahramanlar esma-i hüsnadan mülhem oluşturulmuş. Yapımda direkt İslami öğelere rastlanmasa da hikaye Arap ve Müslüman kültürünün simgeleriyle donatılmış. Aynı zamanda her bir kahraman Allah’ın (cc) sıfatlarına sahipler. Yine hikayenin içerisinde Ortadoğu tarihinde gerçekleşmiş önemli olaylara atıflar var; Bağdat kütüphanelerinin Moğollar tarafından yok edilmesi gibi.Malezya, İslâm dünyasının çizgi endüstrisiİslâm dünyasında bugün çizgi film endüstrisi denince akla Malezya geliyor. ABD menşeli çizgilerle yarışacak kalitede çizgiler üreten Malezyalı prodüksiyon şirketleri, ürünlerini dünyaya pazarlamayı başardı.2007’den bu yana birçok ülkeye pazarlanan Malezya menşeli Upin ile İpin çocukların çok sevdiği iki karakter oldu. İslâmi temalarla kurgulanmış çizgi filmde çocukları eğlendirecek öğeler geri plana atılmamış. İkilinin maceraları Türkiye’de de Irmak TV’de çocuklarla buluşuyor. Yine Malezya’dan birçok İslâm ülkesine pazarlanan bir diğer prodüksiyon ise Selahattin serisi. Büyük İslâm kumandanı Selahattin Eyyubi’yi çizgileştiren yapım, Türkiye’de de yayınlanıyor. Seride kullanılan efektler birçok Walt Disney yapımıyla yarışabilir nitelikte.Malezya menşeli olan prodüksiyonlar birçok İslâm ülkesinde büyük beğeniyle karşılanıyor. Malaylar, Selahaddin yahut Upin ile İpin gibi karakterleri oluştururken her ne kadar İslâmi öğelerle donatmış olsalar da daha seküler nitelikte olan yapımlara da imza atıyorlar. War of The Worlds: Goliath gibi. 2012 tarihli yapım, henüz Türkiye’de vizyona girmedi fakat 3D özelliği ve bilim kurgu tarzı senaryosuyla iddialı bir yapım. Malezya’da devlet, gençleri animasyon yapımcılığına teşvik için birçok somut adım atıyor. Hatta bunun için yeni bir merkez dahi kuruldu. Ülke, animasyon konusunda İslâm dünyasında lider konumda olsa da hâlâ tam olarak ABD ve Japonya ile boy ölçüşebilecek prodüksiyonlara sahip değil. Malezyalı çizgilere baktığımızda dikkat çeken en önemli sıkıntı en büyük yapımların dahi özgün bir üsluba sahip olmaması. Selahattin serisi, Walt Disney çizgileriyle çok benzeşiyor. Upin ile İpin’de de benzer durum söz konusu. Halbuki bugün dünya devi çizgi merkezlerine bakıldığında Walt Disney’in çizgilerini yahut Japon çizgilerini diğer yapımlardan ayırmak son derece kolay. Kısacası Malaylar hâlâ tam bir üslup kazanabilmiş değiller.Dikkat çeken bir diğer eksiklik ise yerli kültürü ve dinî öğeleri olabildiğince aksettirmeye çalışsalar da oluşturulan karakterlerin birçoğunda Avrupai özelliklerin göze çarpması. Özellikle karakterlerin fiziksel özellikleri bir Uzakdoğulu yahut Ortadoğuludan ziyade Avrupalılarınkiyle çok daha fazla benzeşiyor. Karakterlerin beden dili de son derece Batılı denilebilir. Japon, Kore çizgilerine bakıldığında çizgi karakterlerin mimiklerinden alışkanlıklarına kadar yerlilik gözetildiği halde; Malaylar, Selahattin yahut Goliath gibi dev yapıtlarında benzer hassasiyeti gözetmemişler. Çizgi karakterlerin çoğu Pixar setinde Amerikalıların elinde çizilmiş hissi uyandırıyor. Her ne kadar Malayların hedefi evrenselliği yakalayıp, dünyaya açılmak olsa da çizgide belli bir üslubu kazanmaları ve çocuklara kendi kimliklerinin alt kimlik olmadığını göstermek açısından karakterlerde yerlileşmeleri gerekiyor.

Uyuşturucuda 'denetimsiz' serbestlik!

0
0
2005 yılında yürürlüğe giren Denetimli Sertbestlik Yasası, özellikle uyuşturucu kullananların rehabilite olması için büyük bir umut olmuştu. Geçen 8 yılda denetimli serbestlikten faydalanan kişi sayısı sürekli arttı. Yönetmeliğe göre her iki haftada bir kontrole gelmesi gereken bağımlılara ancak üç ay sonrasında randevu verilebildi. Özellikle Bakırköy AMATEM iş yapamaz hale geldi!Bakırköy’deki Alkol ve Madde Bağımlılığı Tedavi-Eğitim Merkezi’nin (AMATEM) binası önünde her sabah uzunca bir kuyruk oluşuyor. Yorgun gözlerle birbirlerine bakan bağımlıların tek bir derdi var: İdrar tahlilleriyle temiz olduklarını ispatlamak ve böylece hapse girmekten kurtulmak… Çünkü hakim hapis cezalarını Denetimli Serbestliğe çevirmiş. Yani bir daha uyuşturucu kullanmadıkları sürece hapse girmeyecekler. Kullanmadıklarını ispatlamak için işte böyle belli periyodlarla AMATEM’lere kontrole geliyorlar. Hangisiyle sohbet etsek hikâye benzer bir yöne evriliyor: İstanbul’un varoş semtleri, kötü arkadaşlıklar, ilgisiz anne-babalar, maddi sıkıntılar… İçlerinde, Denetimli Serbestlik Yasası’ndan faydalanıp da hâlâ uyuşturucu kullanmaya devam eden yüzlerce genç var. Hatta ayaküstü muhabbetler bile uyuşturucu üzerine... Belki biraz da suçluluk psikolojisiyle, sağlık görevlilerinin kendileriyle yeterince ilgilenmediğini, sadece, ‘Temiz idrar ver, ceza almaktan kurtul’ mantığıyla düştükleri bataktan çıkamayacaklarını, terapi seanslarının birkaç dakikayla geçiştirildiğini söylüyorlar. Peki, en çok da uyuşturucu bağımlılarının faydalandığı Denetimli Serbestlik Yasası gerçekte nasıl işliyor? Yasadan yararlananların rehabilite olması için yeterli uzman var mı? Temiz kâğıdı alanların yüzde kaçı gerçekten uyuşturucu kullanmayı bırakıyor? Bağımlılar, yasadan yararlanmak için hangi hilelere başvuruyor?“250 kişiye sadece, ‘merhaba’ desek bile akşam olur!”Türkiye, Denetimli Serbestlik Yasası ile 2005’te tanıştı. Yasadan faydalanan kişi sayısı her geçen yıl katlanarak arttı. Sadece, geçtiğimiz haziran ayında yasadan 115 bine yakın kişi yararlandı. Yüz binlerle ifade edilen bağımlı sayısı, AMATEM’lerde yeterli uzman olmadığı için yeni problemler doğurdu. Özellikle Bakırköy’deki AMATEM kliniği adeta iş yapamaz hale geldi, mükerrer dosyaların sayısı arttı. Şu an 6-7 kez üst üste aynı yasadan yararlanmaya devam eden çok sayıda kişi var. Yasanın nasıl da tıkanma noktasına geldiğini AMATEM klinik şefi Doç. Dr. Cüneyt Evren, şu sözlerle doğruluyor: “Adalet Bakanlığı, yurtdışındaki örneklere bakarak sistemi kurdu. Plan, aslında çok mantıklıydı fakat bizlerden herhangi bir fikir alınmadı. Emrivaki gibi oldu. Yasadan faydalanan kişi sayısı her geçen gün arttı. Hastaneler, türlü bahanelerle uyuşturucu kullananları tedavi etmek istemedi. Hal böyle olunca sistemin tıkanmaması mümkün değil. Günlük 250 civarında hastaya bakıyoruz. 250 kişiye sadece ‘merhaba’ deseniz bile akşam oluyor! İlk dönemler 15 gün sonrasına randevu verebiliyorduk. Bugün üç ay sonrasına randevu verebiliyoruz.”Bakırköy Denetimli Serbestlik Müdürü Hüseyin Güngör ise sistemin tıkanma noktasına gelme sebebini Sağlık Bakanlığı’ndaki personel eksikliğine bağlıyor. Güngör, “Türkiye’de yeterince AMATEM yok. Keşke her ile kurulabilse. Bakırköy AMATEM, 2009’da sistemi kurup uyuşturucu kullananları birinci ve ikinci basamak olarak ayırabilseydi hiçbir aksaklık olmazdı.” diyor.‘Doktorlar AMATEM’lerde çalışmak istemiyor’Türkiye’nin farklı illerinde hizmet veren AMATEM şubeleri büyük bir personel sıkıntısı çekiyor. Özellikle uzman doktor ve psikiyatristler bu branşta çalışmak istemiyor. Doç. Dr. Cüneyt Evren’e göre uzmanların çoğu AMATEM’lere karşı büyük bir önyargı besliyor. Bu önyargı, bazı hastaların küfürlü konuşması, şiddete eğilimli olması ve agresif tavırlar takınmasından kaynaklanıyor. Bu yüzden AMATEM’lerde görev yapan uzmanların geneli rotasyon usulüyle çalışıyor. Yani uzmanlar haftalık olarak yer değiştiriyor. Evren, “Bir klinikte uzmanlar rotasyonla çalışıyorsa oradan verim alamazsınız. Bu alanda hizmet veren doktorların gönüllülük esasına göre çalışması gerekir.” diyor.‘Başkasına ait örnek verdim, kimsenin ruhu duymadı’Bilecik’te yaşayan 25 yaşındaki N.A., son dört yıldır bonzai, esrar ve hap kullanıyor. Şimdilerde uyuşturucuyu bırakmak için büyük bir çaba sarf ediyor fakat başarılı olduğu söylenemez çünkü evden dışarı adım atar atmaz kendisini uyuşturucu kullanılan bir ortamda buluyor. Son üç aydır iki haftada bir temiz idrar vermek için Eskişehir’e hastaneye gidiyor. Türlü bahanelerle iki haftalık süreyi üç haftaya uzatarak test sonrasında uyuşturucu kullanmaya devam ediyor. Geçen süre zarfında vücut kendini temizliyor. Ayrıca kendisini garantiye almak için testlerde başkasının idrarını veriyor. Arkadaşlarına ait test örnekleriyle nasıl temiz kâğıdı aldığını şöyle anlatıyor: “Spor salonunda çalışan bir akrabamdan aldığım idrarı şırıngaya koyarak belime yerleştirdim. Zaten görevli sizden 5-6 metre geride duruyor ve arkanızı dönerek verilen kaba idrarınızı yapıyorsunuz. Ben de bu esnada şırıngayı tüpe döküyorum ve kimsenin ruhu bile duymuyor.”E.T., bugüne kadar uyuşturucunun her çeşidini kullanmış. Madde almak için babasından miras kalan evi satmış, annesiyle defalarca kavga etmiş. Kaç kez polise yakalandığını, karakolda ifade verdiğini kendisi bile hatırlamıyor. Denetimli Serbestlik Yasası’ndan yararlanarak hakim karşısına çıkmış. Her idrar tahlili vermeye gittiğinde kendine, “Uyuşturucuyu bırakacağım.” sözü vermiş ancak bir türlü başaramamış. Bu başarısızlığının neyden kaynaklandığını kendisi de çok iyi biliyor aslında. “Önce, oturduğum mahalleyi ve arkadaşlarımı terk etmem gerek ama nasıl?” diyor. Şu an hapis yatmamak için aylık 600 TL para cezası ödüyor ve uyuşturucu kullanmaya devam ediyor. Eğer para cezasını ödemezse 10 ay hapis cezası yatacak.İdrarı dışarıda ısıtıp getirenler bile var!Denetimli Serbestlik Yasası’ndan faydalanıp temiz raporu almak isteyen suçlular çok ilginç yöntemlere başvuruyor. Kolonya ve serum şişelerine başkalarının idrarını dolduruyorlar. Bakırköy’deki AMATEM şubesi bu tip usulsüzlüklerin önüne geçmek için merkeze bir ısıölçer almış. Vücut ısısından düşük olan örnekleri teste tabi tutmamaya başlamış. Fakat akıl sınırlarını zorlayan suçlular bu kez de idrarı dışarıda çakmakla ısıtıp örnek vermeye çalışmış. Her gün bu şekilde çok sayıda kişi görevliler tarafından yakalanıyor. Yetkililer, bu tip vakaların yaşanmaması için idrar verilen bölmelere ayna koydurarak kişinin başkasına ait örnek vermesinin önüne geçmeye çalışıyor. Özellikle Bakırköy’deki AMATEM’de yaşanan bir diğer sıkıntı da şu. Denetimli serbestlik için gelenlerle, uyuşturucuyu kendi isteğiyle bırakmak için çabalayanların örnek verdikleri binaların birbirine yakın olması. Binalar bu şekilde birbirine yakın olunca bağımlılar birbirlerinden etkilenebiliyor. Bazı kullanıcılar bağımlılıktan kurtulmak isteyenleri, “Ben 5-6 kez yakalandım içeri bile atmadılar!” şeklinde kandırabiliyor. İşin daha da ürkütücü tarafı görüştüğümüz bazı bağımlılar, torbacıların hastane bahçesine yeni müşteri bulmak için geldiğini söyledi. Üç ay önce Bakırköy Emniyet Müdürlüğü’ne bağlı ekiplerin, AMATEM bahçesinde yakaladıkları üç kilo esrar, tehlikenin boyutlarını gözler önüne seriyor. b.koseli@zaman.com.trEn iyi örneklerden biri de İtalya’daDenetimli Serbestlik Yasası, ilk olarak 1960’lı yıllarda Amerika’da uygulandı. ABD’li yetkililer, bu yasa sayesinde sürekli artan mahkûm sayısının önüne geçmeyi, mahkemelerin iş yükünü hafifletmeyi hedefledi. Uygulama, özellikle uyuşturucu kullananlar için başarılı sonuçlar verdi. Madde bağımlıları, yoğun bir şekilde rehabilitasyon seanslarına tabi tutuldu. Alper Sözer ve Daniel R. Lee’nin ortaklaşa yazdığı, ‘Suç Önleme’ isimli kitap, denetimli serbestlikten yararlanan bağımlılar için rehabilitasyon seanslarının ne denli önemli olduğunu gösteriyor. Batılı ülkelerde her bağımlı haftalık ortalama 45 dakikalık seanslar halinde psikiyatrist kontrolünde tedavi oluyor. En küçük şehirlerde bile, uyuşturucu kullananlar için toplu seansların yapıldığı merkezler var. Mesela İtalya’daki San Patrignano isimli merkez, madde bağımlılığının başarıyla tedavi edileceğini gösteren dünyadaki en iyi örneklerden biri. Köyde, ortalama bin 500 bağımlı ve 200 çalışan kalıyor. Bağımlılar, burada kaldıkları süre boyunca hiçbir ücret ödemiyor. Normal bir tedavi ortalama dört yıl sürüyor. Bu süre zarfında üç öğün yemek, barınma ve tedavi masrafları karşılanıyor. Hatta burada çalışabiliyor ve elde edilen kârdan pay alınabiliyor. Türkiye’de ise doktor-hasta-terapi ilişkisi üzerine kurulu bir sistem maalesef yok. Hasta, doktorla sadece birkaç dakika görüşüp derdini anlatıp, evrakını imzalattıktan sonra seans bitiyor. İsminin yazılmasını istemeyen bir emniyet yetkilisinin anlattıkları, durumun nasıl içler acısı bir hal aldığını gözler önüne seriyor: “Denetimli serbestlik için Ankara’ya toplantılara gittiğimizde yasanın sağlıklı bir şekilde işlemediğine şahit oluyorsunuz. Birçok şey kâğıt üzerinde hallediliyor. Bazen öyle rakamlar paylaşılıyor ki şaşırıp kalıyoruz. Denetimli serbestlikten faydalanmasına rağmen onlarca kez uyuşturucu kullandığı tespit edilen şahıslar var.”

Dava bitiyor, Ergenekon değil!

0
0
Yüzyılın davası olarak kayıtlara geçen Ergenekon’da son karar yarın açıklanıyor. 2007’den beri gazeteci ve hukukçu kimliğiyle davayı takip eden H.Büşra Erdal, Ufuk Yayınları’ndan çıkan ‘Kafası Karışanlar İçin Ergenekon’ kitabıyla sürece ışık tutuyor. Çalışmada kökleri epey gerilere giden bir örgütün yargı önüne çıkarılma aşamasını anlatan Erdal’la hem kitabını hem de süreci konuştuk.Ergenekon davasında karar yarın açıklanıyor. Davada gelinen son nokta nedir?12 Haziran 2007’de başlayan bir soruşturma süreci oldu. Ümraniye’de 27 el bombası bulundu. Kitap da o bombaların ihbarıyla başlıyor. Ergenekon soruşturması için milat bu tarih. İlk kez 20 Ekim 2008’de birinci Ergenekon duruşması yapıldı. Bugüne kadar 22 iddianame oluştu, hepsi birleşti. 275 kişi sanık, 600’den fazla duruşma yapıldı. İlk günden itibaren iddianamelerin okunmasından sonra sanıklar savunmalarını yaptı. Çapraz sorgu süreci yaşandı. Bu davayı diğer davalardan ayıran en önemli özellik usule uyması.Usule uyması derken?Mesela çapraz sorgu süreci uzun ve derin sorgulamalarla ilerledi. Mahkeme başkanları, savcılar, hâkimler ciddi bir sorgulama yaptı. Bu da davaya yeni deliller gelmesini sağladı. 835 tanık istendi. Bu talep Ergenekon’a özeldi. Yarın itibarıyla sona gelmiş olunuyor. Tabii davanın bitiyor olması Ergenekon terör örgütünün tamamen bittiği ve temizlendiği anlamına gelmiyor.Yani aynı yapı her an ortaya çıkabilir mi?Örgütün kolları budandı, çete ayağı temizlendi, parçalar koparıldı. Ama siyasi, ekonomik ve medya ayağı hâlâ devam ediyor. 5 Ağustos’taki kararla 2007’de başlayan süreç nihayete eriyor. Dava Türkiye’ye demokratik anlamda çok şey kazandırdı. İnsanların yıllardır bildiği hayaleti, sırrı gösterdi. Ama bu iş bitti demek doğru olmaz.Bu tarihten itibaren süreç nasıl işler?Bundan sonra mahkûmiyet de beraat de çıkabilir. Darbe teşebbüsü suçuyla müebbet istenen sanıklar var. Daha sonra dosya yerel mahkemede bitmiyor. Bunun bir de Yargıtay aşaması var. Yargıtay’ın örgüt suçlarına bakan 9. Ceza Dairesi var, oraya gidecek. Ulusalcı örgütlerin yarın bir kez daha mahkemeyi basma çağrıları var.Zekeriya Öz ne zaman görevden alındı, İlker Başbuğ hakkında iddianame hazırlanıp, operasyonlar durdu, o süreçten sonra meydanlara çıktılar. İlkini 13 Aralık 2012’de Silivri’yi bastıklarında gördük. Mahkemelere kadar girdiler. Bariyerler yıkıldı, jandarmalar altında kaldı, gaz bombaları atıldı. Resmen mahkemeye darbe girişimiydi. Sonra bu baskınlar devam etti. Şubat ve nisanda da oldu. 5 Ağustos’ta da bunun zirvesini yapmak istiyorlar belli ki.Mahkemeyi basmak büyük bir cüret değil mi?Amaç mahkemeyi iş göremez hale getirmek. Karar çıkmasın, dava akamete uğrasın istiyorlar. Aslında bunu yaparken, ne kadar tehlikeli olduklarını gördü halk. Yapacak başka bir şeyleri kalmadı. Fiziki saldırganlık başladı. Gazeteci ve hukukçu kimliğinizle altı yıldır davayı takip ediyorsunuz. Kitap daha önce yazılabilir miydi?Evet olabilirdi. Gecikme sebebim Ergene-kon’un ardından gelen Poyrazköy, Erzincan, Balyoz gibi süreçlerin başlamış olması. Bunların hepsini birebir takip ettim. O kadar yoğundu ki davalar arasında mekik dokudum. Bu sürede kitap yazmaya yoğunlaşacak zaman dilimi olmadı. Sürekli takip edenler bile bir süre sonra kaçırıyordu nerede kaldığını. Eve gitmeden, adliyede sabahladığımızı biliyorum. Ergenekon soruşturmasına polisin kurgusu diye çeşitli komplolar üretildi. Bu iddiaları nasıl yorumluyorsunuz?Kimse polisin başta bu soruşturmaya sıcak bakmadığını bilmiyor. Mesela Muzaffer Tekin’i savcı gözaltına almak istedi. Çünkü elindeki deliller onu işaret ediyordu. Ama polis isteksizdi. ‘O kişi Danıştay’dan serbest kaldı, gözaltına alırsak itibarımız zedelenir’ diye korktular. Savcı Öz, Muzaffer Tekin için üç kez yazı yazdı. Düşünün, bir savcı soruşturmanın amiridir, bir iş talep ediyor ve defalarca ısrar ediyor yapılması için. Savcıların elinde adli kolluk gücü olmasının, soruşturmaların geleceği adına ne kadar önemli olduğunu gösteren örneklerden biri bu.Davayı takip ederken sizin ya da diğer gazetecilerden kafası karışanlar oldu mu?Ergenekon davasında olay bir süre sonra inanmak ya da inanmamak temeline dayanıyor. Ortada ne kadar delil olursa olsun bazı insanlar inanmamayı tercih etti. Onlar da ulusal kanattan gelenler. Suçüstü yapsanız hatta canlı yayında suç işlendiğini gösterseniz bile, buna inanmayacak bir grup var zaten. Savcı ve polislerin yaptığı her şey elbette doğru değil. Türk yargısının kronik arızaları var. Mutlaka arada daha az suçlu ya da daha az olayda rol almış kişiler olabilir. Genel olarak ağır hak ihlalleri görmedim. Ben bu süreçte Hrant Dink, Rahip Santoro cinayeti, Zirve Yayınevi katliamlarını gördüm. Ergenekon’daki hiçbir şey beni şaşırtmadı, kafamı karıştırmadı.Yargı işini gerektiği gibi yaptı mı?Yargı hukuki olarak tüm uygulamaları hiç olmadığı kadar yerine getirdi. Hâkimleri AİHM kararlarına hep atıfta bulundular. Temel kriterleri es geçmediler. Türk yargısının hastalıklı haline göre iyi bir sunum yapıldı. Bence bu süreçte mahkemeler de sınıf atladı. Bu hastalıklı yapıları yıllardır görmeyip, Ergenekon’la keşfedenler sanki Ergenekon yargı tarihinin en kötü davasıymış gibi yansıtmaya çalıştı. Hukuk kriterleri içinde en düzgün yargılama oldu diyebiliriz.Eğer mahkeme bu kadar kararlı olmasaydı, davada bugünkü noktaya gelinir miydi? Yoksa üstü kapatılır mıydı?İlk günden itibaren dinlemeye takılan şeyler var. ‘Savcı artık bu dosyayı bitirsin, kapatsın’ gibi. Hep baskı vardı mahkemeye. Kemal Kerinçsiz; Muzaffer Tekin, Ergun Poyraz gibi sanıkların ilk avukatıydı. Soruşturma ilerledikçe Genelkurmay’a, başsavcılığa, bakanlığa dilekçe gönderiyordu. Savcı Öz’ü şikâyet ediyordu. Daha sonra HSYK kaç defa savcıları almak istedi. Medya, HSYK ve yetkililerin açıklamalarına, sanık avukatların şikâyetlerine ve sanıkların saldırılarına rağmen mahkeme bu baskılar karşısında yılmadı, geri adım atmadı.Ergenekon’un aslında devlet birimleri ve bazı medya organlarınca bilinip, hiçbir şey yapılmamış olması neyi gösteriyor?Bu süreçte devlet yapısının mahkemeye çok yardımcı olduğunu düşünmüyorum. MİT ve istihbarat örgütlerinin yargıya yardımcı olmadığı görülüyor. Savcı ‘Ergenekon terör örgütünden haberiniz var mı’ diye soruyor. ‘Hayır’ diye cevap geliyor MİT’ten. Sonra MİT’e 2003’te Ergenekon şemasının geldiğini, o şemanın Cumhurbaşkanlığı ve Başbakanlığa gittiğini biliyoruz. MİT bunları savcıdan saklamış. Bir yıl sonra ısrarla sorulunca gönderiyor. Yani çok kolay olmadı bu aşamalara gelinmesi. Gezi Parkı olayları sırasında yaşanan şiddet görüntüleri, Ergenekon’daki sokak eylem planlarının bir örneği gibiydi. Gezi’de olanları nasıl yorumluyorsunuz?Ergenekon’daki sivil eylem planlarıyla örtüşüyor ama şu var. Cumhuriyet mitinglerinin çalışma planının ADD’den çıkması, ‘Ordu Göreve’ diyen öğretim üyelerinin Cumhuriyet Çalışma Grubu’nun eseri olduğunu görüyoruz. Yani somut deliller var. Eğer Gezi’ye dair darbe ya da hükümeti yıkma olduğu yönünde bir iddia varsa, buna yönelik birtakım somut deliller çıkması lazım. Gezi’yi bugün Silivri’ye götürmek isteyenler var. TGB İşçi Partisi’nin kolu olarak alandaydı hep. Silivri’yi daha önce basanlar da onlardı. Dolayısıyla Gezi’nin içinde de böyle bir fraksiyon var. Bütün boyutlarıyla olmasa da, Ergenekon’un canlı olduğuna dair bir gösteriydi Gezi sonrasında yaşanan bazı olaylar.Savcı Öz, kahraman olmayı hak ediyor“Mahkemeler savcılardan daha çok yoruldu belki. Savcılar tutukluyor, sorguluyor, gönderiyor. Ama mahkemeler her gün o sanıkları görüyor, hakaretine maruz kalıyordu. Savcı Zekeriya Öz bu işi başlatan, elini taşın altına koyan ilk kişi. Bu yönüyle kahraman olmayı hak ediyor. Kimseye eyvallah etmeyen, rahat bir adam. Kanunlar ne diyorsa onu yapan, gerekirse üzerine giden gözü kara biri. Siyasi ya da bir çıkar hedefi yok. Bu yönüyle davanın büyük şansıydı. Dik durabilmesi çok önemliydi.”Zaman’dan 21 kişi hakim karşısındaydıkMahkemelerde çok fazla sözlü şiddete maruz kaldınız mı?Dava, gazetecileri otomatik olarak taraf yaptı. Bir gün haber yazıyorsunuz, ertesi gün bir sürü dava açılıyor. Tazminattan tutun da ağır ceza davasına kadar. Resmen haber yapmak ya da yapmamak arasında kalınan bir dönemdi. Her gün dava açılıyordu. Çok fazla trajikomik anılar var. Ergenekon adının konmasıyla bize açılan davalar da arttı. Hatta bir gün bizim gazeteden 21 kişinin aynı anda davası görüldü, aynı konu sebebiyle. İki yılda 75 dava açıldı. Hemen hepsinden beraat ettim. Gazetecilere dava açmak için görevli savcılar vardı. Bunlar sözlü şiddetten daha etkiliydi. Sadece fizyolojik olarak değil, psikolojik olarak da yoruyor. Sanık ve yakınlarının ‘bir gün biz çıkacağız, siz buraya gireceksiniz, hesap soracağız’ tehditleri oluyordu. Küfürleri söylemiyorum bile.Son altı yılınız yollarda geçti. Hiç Silivri’ye taşınmayı düşündünüz mü?Çok taşınan oldu. Gazeteci, avukat ya da sanık yakınlarından ama ben düşünmedim. Her sabah 6’da yola çıkıp, 100 kilometre Silivri’ye gidip akşam 10.30’da, 100 kilometre daha yapıp eve geliyordum. Bu son dönemlerde böyleydi. İlk günlerde 3-4 gün adliyede sabahladık. Ramazan’da nasıl sahur-iftar yaptığımızı bile hatırlamıyorum. ‘Buldun belanı, daha beter ol’ diyenler olduKısa bir süre önce üzücü bir kazada yakınlarınızı kaybettiniz. Şimdi nasılsınız?Yıllardır İstanbul’dayım, memlekete çok gidemediğim için her haziran kız kardeşim ve eşi beni ziyarete gelirdi. Bu yıl da gelip bir hafta kaldılar. Kitabın son zamanlarıydı. Sabah erkenden son düzeltmelerini, okumalarını yapıyordum. Sonra geziyorduk. Hayat o kadar ilginç ki, bir sabah kalkıp her şeyin altüst olduğunu öğreniyorsunuz. Benden ayrılıp memlekete dönerken trafik kazası geçirdiler. Üç yaşındaki yeğenim Alp ve babası hayatını kaybetti. Kız kardeşim de komadaydı. Kitabın nasıl çıktığını bile hatırlamıyorum şu an. İnanmazsan dayanmak, kabullenmek, yaşadıklarına, kaybettiğine rıza göstermek çok zor. Ama biz bu olayla Allah’ın mucizesine de şahit olduk. Kız kardeşim üç aylık hamileydi kaza geçirdiklerinde. Bebeğin yaşıyor olacağına kesinlikle ihtimal bile vermedik. Çünkü vücudunda ciddi hasarlar oluşmuştu. Ama Allah birini alırken, diğerine can vererek büyük bir imtihanı bizlere kolay kıldı. Twitter’da ‘Buldun belanı, daha beter ol’ diyenler oldu. Ama artık böyle şeyleri önemsemiyorum.

Evinizde Boeing 737 kullanmak ister misiniz?

0
0
Uçmak insanoğlunun en büyük tutku ve hayallerinden biridir. Wright kardeşlerin 1871'de, ilk motorlu uçağı uçurmayı başarması ile dünyanın en hızlı gelişen teknolojilerinden birinin önü açıldı.O günden bu yana kaptan koltuğuna oturup uçağı uçurma düşüncesi birçok kişinin hayallerini süsledi. Oldukça zor ve disiplinli ‘yer ve havadaki’ eğitimlerin ardından alınan pilot lisansı ile uçurulan devasa yolcu uçaklarına hükmetmenin verdiği keyif, hiç kuşkusuz tarif edilemez. Ancak bu hayali gerçekleştirmek o kadar da kolay değil. Pilot olabilmek için öncelikle uçuşa engel teşkil edebilecek sağlık sorununun bulunmaması gerekiyor. Bunun yanında maddi imkânların da oldukça yüksek maliyetli uçuş eğitimini karşılaması şart. Tabii ki, iyi bir pilot olabilmenin en önemli kuralının, ‘İngilizceyi çok iyi konuşmak ve anlamak' olduğu unutulmamalı.PİLOT OLAMAYAN, SANAL UÇUŞ YAPIYORSanal havacılık, başka bir değişle ‘simülatör pilotluğu' ise son yıllarda sağlık sorunları ve maddi imkânlar nedeniyle pilot olamayanların yeni gözdesi haline geldi. Sanal havacılığa ilginin artması nedeniyle de, bu alandaki yatırımlar hız kazandı. Bu sayede, sanal havacılar, Boeing 737 ya da Airbus A320 tipi uçakların kokpitlerinin gerçeğe çok yakın hallerini evlerinde kurmaya başladı. Günümüzde, dünya genelinde internet üzerinden veya evlerinden offline olarak uçan yaklaşık 5 milyon kişinin pilotluk hayalini bu şekilde gerçekleştirdiği ifade ediliyor. Uluslararası Sanal Havacılık Organizasyonu Türkiye başkanı ve bu konuda Türkiye'deki en önemli isimlerden Pilot Erim Funda ise tecrübesini paylaşmak için yıllardır uğraş veriyor. Aynı zamanda yapımcı kimliği ile televizyonlarda havacılık ile ilgili birçok program hazırlayan Funda, okullarda gençlere havacılığı sevdirmeye çalışıyor. Genç pilot, şimdilerde İstanbul Ataköy Galleria Alışveriş Merkezi'nde kurduğu Dream Flight firmasının Boeing 737 tipi simülatörü ile meraklılara uçuş keyfi yaşatıyor. 30 bine yakın havalimanının simüle edildiği bu organizasyon, İstanbul'daki diğer AVM'lerde de, Mart 2014'e kadar havacılık tutkunlarının hayallerini gerçekleştirecek.UÇUŞA HAZIRIZSimülatörde uçuşlar önce kısa ve hızlı bir eğitim ile başlıyor. Size göstergelerin temel özellikleri, neyi gösterdiği anlatılıyor. Ardından otomatik pilot sistemi ile ilgili bilgi verildikten sonra yetkililerle gaz açıyor ve uçağı pistte ilerletmeye başlıyorsunuz. Simülatörde uçak motorunun gerçek sesi ve içinde bulunduğunuz ortam, uçmanın keyfini size yaşatmaya yetiyor. Tüm detayları ile modellenmiş İstanbul Atatürk Havalimanı'ndan kalkış yaptıktan sonra İstanbul Boğazı üzerinde gidiyor ve muhteşem doğa manzarasını seyrediyorsunuz. Zamanın nasıl geçtiğini anlamadığınız uçuş, Marmara Denizi üzerinden Atatürk Havalimanı'ndaki 3-5 pistine yapılan yaklaşma ve iniş ile sona eriyor. Eğer başarılı bir uçuş gerçekleştirirseniz, o zaman size uçak maketinden, şapka ve anahtarlığa kadar anı olarak birçok hediye veriliyor.KAPTAN KOLTUĞUNDA UÇUŞ HEDİYESİ!Alışveriş merkezinde kurulan simülatöre gösterilen ilgi gerçekten görülmeye değer. Çocuklar, doğum günü armağanı şeklinde birbirlerine simülatör uçuşu veren çiftler, havacılık meraklıları ve hatta gerçek pilotlar simülatörü deneyenler arasında yer alıyor. Havayolu şirketlerinde görevli pilotlar, simülatörün gerçekçiliğini vurgulayıp yapılan işi takdir ediyor. Yeni açılan hatları, ilk defa uçulacak meydanları test etme açısından yararlı olduğunu belirten pilotlar, simülatörlerin eğitim amaçlı kullanılabileceğini ifade ediyor. Kısacası, eğer uçmayı ve uçakları seviyorsanız, mutlaka bu deneyimi yaşamanızı öneriyoruz. En azından havayolu pilotu olmadan hiçbir zaman yaşayamayacağınız bu heyecanı tatmanın hiç unutamayacağınız bir tecrübe olacağını garanti ediyoruz.ZOR DA OLSA İZMİR'E İNDİM!Simülatörü görüp uçmamak olmaz, diyerek ben de, bu deneyimi yaşamak istedim. Pilot Erim Funda, uçuşla ilgili 10 dakika süren kısa bir brifing ile beni uçuşa hazırladı. Daha sonra kaptan koltuğuna kurularak İstanbul Atatürk Havalimanı'nın 3-5 sağ pistinden başarılı bir kalkış gerçekleştirdim. Gökyüzünde süzülmek, o heyecanı yaşamak gerçekten çok güzel bir duygu. Neden birçok kişinin hayalinde pilotluk olduğunu böyle bir deneyim yaşarken daha iyi anlıyorsunuz. Gökyüzündeki uçuşumuz sırasında, yağmur, kar, yıldırım ve türbülans gibi değişik hava olayları ile karşılaştım. Uçağım hiçbir zarar görmeden uçuşuna devam etti. Güzel ve son derece keyifli bir uçuşun ardından İzmir Adnan Menderes Havalimanı'nın 1-6 sol pistine iniş için alçaldım. İnişim maalesef 3. denemeden sonra gerçekleşti. Uçağım iki defa piste çakıldı. Bu inişimle gerçek pilotların inişinin ne derece zor ve zahmetli olduğunu bir kez daha anladım.Uçak inişe geçtiğinde esneyin!Kalkış sırasında hava orta kulaktan ve sinüslerden çıktığı için pek sorun yaşanmaz. Ancak, uçak alçalırken sıkıntı yaşanabilir. Bunun için mutlaka orta kulak ve sinüslere hava girmesi sağlamalı ve böylece oluşan basınç farklılığını dengelenmeli. Basınç farkı, yutkunma, çiğneme veya esneme ile azaltılabilir. Sorun devam ederse, ağız ve burnu kapatıp derinden nefes verilmesi genellikle rahatlama sağlar. Kulak, burun ve sinüs enfeksiyonu yaşayanlar, mümkünse uçak yolculuğunu gözden geçirmeli. Mutlaka uçmak zorundaysanız, burun açıcı damlalar solunumu rahatlatmak için yardımcı olabilir.

Bordeaux-Fenerbahçe maçı şimdi bitmiştir!

0
0
Bakırköy’deki dükkanı kapatıp yola çıktığımızda Bilbao’da Gökhan Keskin’in attığı gol ile Beşiktaş 1-0 öne geçmişti. Spiker Gökhan’ın 30 metreden enfes vurduğunu anlatıyordu. Baba oğul sevinmiştik. Dönemin Bilbao’su karşısında öne geçmek, hele o günlerin futboluyla meseleydi. (Beşiktaş o akşam 4-1 kaybetti.)Sadece bizim için değil tüm Türkiye için sürpriz bir başlangıç olmuştu. Ne var ki o gece heyecan bitmeyecekti. Bordeaux -Fenerbahçe maçı da hemen hemen aynı saatlerde yayınlandığından kulağımız radyoya yapışmıştı. Babamın Ford Capri marka spor otomobili ile Yeşilyurt-Florya kavşağına doğru hızla yaklaşıyorduk. Bordeaux’ya bağlıydık ya da bağlandık tam hatırlayamıyorum. Elimde küçük bir radyo var bir çekiyor, bir cızırdıyor çoğu zaman zorlanıyoruz.Capri’nin radyosu niye çalışmıyor bilmiyorum.Ama şunu net hatırlıyorum; Selçuk... Selçuk... Selçuk... goollllll!..O iki kapılı küçük otomobilde Galatasaraylı baba ile Beşiktaşlı oğlu çılgınlar gibi seviniyordu... Sonradan golleri izledik. İlyas Tüfekçi efsane Tigana’yı oyundan düşürüp araya öyle güzel bırakmış ki Selçuk Yula önce sağ ayağıyla dokunmuş, sonra sol’u ile müdahaleden kurtarmış ardından sol ayak içi plase ile işi bitirmişti...Patlayıcı bir depar, muazzam bir yumuşatıp koşu koridoruna topu yuvarlama dengesi, ince bir dokunuşla topu saklayıp, alamet-i farikası sayılacak ayak içi plase ile golü bulmasını bugün olsa yere göğe koyamayız. Selçuk ağabey’in transfer piyasasındaki fiyatı bir gecede 10’a katlardı.Murat Ünlü’nün o üç Selçuk, Selçuk, Selçuk nidası sağ kontrol, sol saklama, sol bombalama aksiyonlarını anlatıyormuş meğer... (Fenerbahçe o akşam Bordeaux’yu 3-2 yenmişti)Aradan yıllar geçti Türkiye değişti. Futbol, futbolcular, transferler, statlar hepsi evrim geçirdi.Tabii ki otomobiller de..Hepsini unuttum ama o siyah-sarı özel yapım Ford Capri’yi hiç unutmadım.Sebebi gayet açıktı..Dönemin en performanslı otomobillerinden biriydi... Seri, ani hızlanan, diğerlerinin arasından süzülmemizi sağlayan bir efsaneydi..Tıpkı Selçuk Yula gibi..O akşamdan sonra ne zaman Yeşilyurt-Florya kavşağından Yeşilyurt’a kıvrılsam hep Capri’yi, o golü ve Selçuk Yula’yı hatırlardım..Artık hiç unutmayacağım.Kulaklarımda Selçuk.. Selçuk... Selçuk nidaları, içimde goooolll coşkusu ve Selçuk Yula..Babam ile aramızdaki birkaç futbol anısından sadece birisi, ama en anlamlısı olarak kaldı şimdi.İrlanda maçında İsmail’in sağ kanattan ortaya kesip, ona kafayla attırdığı gol, gazete kritiklerinde okuduğum penaltıcının kralı yazılarını hatırlıyorum bir de..Hatta Avusturya’ya penaltı golünü attığında oradaydım.Allah’ım ne büyük bir keyifti..Bugün bu mesleği yapmamıza ilham veren onlarca futbol figürü arasındaydı Selçuk Yula.LET THE SUN SHINE IN1978 Dünya Kupası’nda Mario Kempes ile tanıştık. Televizyon futbol oyununu Türkiye’ye sıkı sıkıya işlemeye başlamıştı. Avrupa’dan yapılan yayınların artmasıyla Türk insanı bu büyülü oyunu artık evinde izliyor, futbol kültürü hızla büyüyordu. Arjantin 78 o yılların televizyona sığmayan büyüklüğü ile yoğun futbol yayıncılığında milat olmuştu. Arjantin’in çubuklu mavi beyaz forması, sahaya atılan küçük kare şeklinde kesilmiş kağıt parçacıklarının(konfeti) yeşil sahayı süslemesi ve tribünlerin coşkusunu unutmamız mümkün değil. Tabii o zamanlar renkli televizyon olmadığından ancak gazetelerdeki fotoğraflardan anlayabiliyorduk şölenin renkliliğini. Mario Kempes Arjantin Milli Takımı’nı şampiyon yaparken gol kralı oldu.O dönem biz Türkler için yeleli saçları ile diğerlerinden hemen ayrılırdı. Gol attıktan sonra iki elini yukarı kaldırıp tribünleri selamlardı. Başka bir enerjisi, kabına sığmayan bir patlayıcı gücü vardı.Selçuk Yula ona benzetilirdi. Bir kere gol kralıydı. Saçlar uzun ve dalgalı, sahada onun gibi çok hızlı, usta bir son vuruşçu, karşı karşıya pozisyonlarda soğukkanlı...Yula onun gibi gollerinden sonra kollarını kaldırarak selamlardı taraftarını..80’lerde kült olan “Hair” filminin kahramanları ile saçları nedeniyle benzerlik kurulması Yula’nın şöhretine magazinel bir katkı yapmıştı.Entelektüel tarafı da bu savı destekliyordu ama galiba sonradan anladık bu halini..Yaşarken kıymetini bilemediğimiz, belki onu anlatırken cimri davrandığımız için isyan ettirdiğimiz, en gerçek Fenerbahçeli’den daha Fenerbahçeli bir futbol kahramanıydı..Aslında onu bugünün sosyal yaşamı ile yıldızlaştığı 80’lerin başındaki sosyal yaşam içindeki simgesel olabilecek olan rolüyle anlatmak isterdim ama erteliyorum!..Bordeaux maçının son düdüğü nihayet çalmış Ford Capri müzelik olmuştur yazar için..Şimdi hayal ediyorum kulağımda cızırtılı o radyo ve “Hair” filminin unutulmaz parçası “let the sun shine in...”Nur içinde yat Selçuk Ağabey...İyi Bayramlar.

Yüzmede madalya Türkiye için hayal değil

0
0
“Üç tarafı denizlerle çevrili bir ülkeyiz ama yüzmede bugüne kadar almış olduğumuz ne bir olimpiyat madalyası ne de dünya şampiyonasında derecemiz var.”Spor konuşulan hemen her ortamda bu yakınmayı duyarız. Çünkü yüzmeyi memleketinin mavi sularında yarım yamalak da olsa öğrenen herkesten madalya beklentimiz var da ondan. Sizi bilmem ama İspanya’nın Barcelona şehrinde bu yıl 15.si düzenlenen Dünya Yüzme Şampiyonası’nı izlemeye giderken “bir madalya da biz alırız” diye geçirmiyor değildim aklımdan. Ne yazık ki 11 yüzücü ile katıldığımız şampiyonada final yüzen sporcumuz bile olmadı. Üzüldüm elbet. Lakin ne sporcularımız ne de Türkiye Yüzme Federasyonu yöneticileri için sürprizdi bu. Onlar madalya alamayacaklarını biliyorlarmış zaten. Çünkü Mersin’de düzenlenen Akdeniz Oyunları ve Türkiye Şampiyonası’na katılan sporcularımız bir hafta gibi kısa bir sürede dünya şampiyonası maratonuna girmiş. Amerika bu şampiyonanın da galibi28 Temmuz – 4 Ağustos tarihleri arasında gerçekleştirilen şampiyonada pek çok sürpriz olsa da sonuç her yıl olduğu gibi bu yıl da değişmedi. Geleneği bozmayan Amerika 34 madalya ile şampiyonanın en başarılı ülkesi oldu. Hatta Amerikan ekibin 17 yaşındaki yıldızı Missy Franklin altın madalya sayısını 6’ya çıkartarak dünya şampiyonları tarihinde bunu başaran ilk kadın yüzücü olarak kayıtlara geçti. Dedik ya sürprizler de oluyor diye. 2008’de Pekin’de düzenlenen olimpiyatlara çılgınlar gibi hazırlanan Çin, o yıldan bu yana yüzme dahil pek çok spor dalında başarılarını sürdürüyor. İşte bunun son örneği yüzme şampiyonası diyebiliriz. Zira Çin ekibi 26 madalya ile şampiyonanın ikinci en iyi ülkesiydi. Bayanlar 50 metre kelebekte Mısırlı yüzücü Farida Osman final yüzme başarısı gösterdi. 4x200’de Çin’in son adamı olan olimpiyat şampiyonu Sun Young’ın performansı efsaneler arasına girdi bile.50 metre kurbağalamada, Rus yüzücü Yuliya Efimova dünya rekorunu kırdı. Bu sonucu kimse beklemiyordu, kendisi de şaşkınlıktan ne yapacağını şaşırdı.Bob Bowman Türk milli takımın başdanışmanıFinal müsabakalarında geçirdiğim iki gün boyunca aklımda sürekli sorular uçuşup durdu. ‘Denizimiz var ama acaba boyumuz posumuz mu yetmiyor yüzmeye?’, ‘Yüzme havuzlarımızda mı bir sorun var?’, ‘Antrenörlerimiz mi yetersiz?’ ‘Yoksa sporcularımız mı isteksiz?’ Tabii bu sorulara benden önce kafa yoran Turkcell, cevabı verecek kişiyi de biliyordu. Şampiyonanın en çok madalya kazanan ülkesi Amerika’nın dünyaca ünlü antrenörü Bob Bowman. Kendisi 2008 Pekin Olimpiyatları’nda 8 altın madalya kazanarak rekor kıran Michael Phelps’in de hocası. Peki ne mi yaptı Turkcell? Bowman ve ekibiyle el sıkıştı. Nasıl mı? Aralık 2012’de İstanbul’da yapılan 11. Dünya Kısa Kulvar Yüzme Şampiyonası’na Bowman da gelir. Müsabakalardan birini Turkcell CEO’su Süreyya Civil ve Türkiye Yüzme Federasyonu Başkanı Ahmet Bozdoğan ile birlikte izler. Bozdoğan, Civil’e ‘Bu hocayı bize alır mısınız.’ diye teklifte bulunur. Civil de bu teklifi Bowman’a sunar. Ünlü antrenör, ekibiyle birlikte milli takımların başdanışmanlığını yapmayı kabul eder.Türk yüzücüler yetenekli, ama çok çalışmaları gerekBarcelona’ya gitme nedenimiz de Yüzme Şampiyonası vesilesiyle kendisiyle tanışmak ve projeyle ilgili detayları ilk ağızdan dinlemekti. Şampiyonaya katılan 11 yüzücümüzü de yakından izleme fırsatı bulan Bowman’dan sporcularımızı değerlendirmesini istedik. Çocukları yetenekli bulan hocanın ilk tespiti, kendilerini uluslararası yarışlara hazır hissetmedikleri yönünde. “Şampiyonadaki performanslarına bir puan vermeniz gerekirse kaç olurdu? diye soruyoruz. “Gerçekçi olmak gerekirse 1 puan verirdim. Çünkü yarı finale bile kalamadı sporcular. Ama Akdeniz Oyunları’na göre daha başarılı bir şampiyona geçirdiler.” diyor. Bowman’ın iş listesi de bir hayli kabarık. Deneyimli antrenör programını kısa ve uzun vadede yapılması gerekenler olarak ikiye ayırmış.Bowman: Umudum var İlk önce sporcularımızın beklentilerini artırmayı hedefliyor, onları şampiyonaların ne kadar önemli olduğuna inandıracak. Sonra sporcuları motive etmesi gerekecek. 12-14 yaş arası yüzücü yetiştirme de kısa vadeli işleri arasında. Antrenörlerin eğitimi ve yetişmesi de öncelikli iş Bowman’a göre. Türkiye’de sadece büyük şehirlerde yüzme havuzu ve kulüpleri olduğundan haberdar deneyimli antrenör, bu yüzden yüzme havuzlarının Türkiye’ye yayılması gerektiğini düşünüyor. Amerika’da 300 bin kayıtlı yüzücü varmış. Türkiye’de bu sayısı 3-5 bin arasında. Bowman’a düşen işlerden biri de bu sporcu sayısını artırmak. Uzun vadede hedefler ise 2015 yılında Dünya Şampiyonası’nda, 2016’da Olimpiyatlar’da 2020’de ise Türkiye’de yapılma ihtimali olan olimpiyatlarda kürsüye çıkmak. Bowman işe çabuk başlamış. 2016 olimpiyatları için kendi seçeceği 4 sporcuyu Amerika’da eğitecek. Ayrıca antrenör Ali Can da Amerika’da Bowman’ın ekibiyle birlikte çalışacak. Sporcuların başarılı olmaları için yapmaları gereken çok işleri var. Bowman öncelikle tutarlı olmaları ve günde en az 5 saat yüzmeleri tavsiyesinde bulunuyor. Başarılı antrenöre yüzmede bu kadar başarı kazanmış bir ülkeyi bırakıp, hiç madalya almayan bir ülkeyi çalıştırmanın risk olduğunu hatırlattığımızda, ne kadar ciddi bir işe giriştiğinin farkında olduğunu söylüyor. Bowman, “Umudum var, Türkiye için yüzmede altın madalya kazanmak hayal değil.” diyor.Neden Kayseri'den yeni Michael Phelps'ler çıkmasın!Türk sporuna verdiği desteği artıran Turkcell, yüzme ve atletizmde elit sporcu yetiştirmek amacıyla Gençlik ve Spor Bakanlığı’yla ortak bir proje başlattı. Her iki branşta sporcu sayısını 2020’de 200 bine yükseltmeyi amaçlayan projenin bütçesi 56 milyon TL. Bunun 28 milyon TL’sini ise Turkcell karşılayacak. Turkcell Genel Müdür Yardımcısı Koray Öztürkler, İstanbul merkez olmak üzere Ankara, Bursa, Kayseri, Trabzon ve Bolu’daki Olimpik Performans merkezlerinde yeni Michael Phelps’ler yetiştirmeyi hedeflediklerini söylüyor. Öztürkler, 21 şehirde yüzme yarışları düzenleyeceklerini, bunların birkaçına Bob Bowman’ın da katılarak sporcu seçeceğini söylüyor. Ailelerde spor bilincinin oluşması gerektiğini dile getiren Öztürkler, “Bizde aileler genellikle çocuğu üniversiteye gidip meslek sahibi olsun istiyor. Eğer sporcu olursa para kazanamayacağını düşünüyor. Halbuki sporcu gençler eğitim hayatında da başarılı oluyorlar.” diye konuşuyor.

Yarım kalan bahar

0
0
Arap Baharı’na öncülük eden Mısır, yeni bir siyasi süreci yaşıyor. Mübarek yönetimine hayır diyerek Tahrir Meydanı’nı dolduran milyonlarca Mısırlı bu kez demokratik bir seçimle yönetime gelen Muhammed Mursi hükümetine karşı sokaklara ve meydanlara çıktı.Henüz iktidarının birinci yılında askeri bir darbe ile görevinden uzaklaştırılan Muhammed Mursi ve çalışma arkadaşları göz hapsinde tutuluyor. Gece geç saatlerde tüm dünyanın canlı olarak televizyonlardan izlediği Mursi yönetimini askıya alan askeri darbe açıklaması Genelkurmay Başkanı Abdulfettah el Sisi’den geldi. Tahrir Meydanı’nda sevinçle karşılanan haber, Nasr City’de toplanan Mursi taraftarlarını ise üzdü. Mursi taraftarlarının “Halkın iradesi sizi de yenecek” sloganları ise ordunun silah sesleri ile bozuldu. Kendi halkının üzerine ateş açan Mısır ordusu Rabiatül Adeviye meydanında katliam yaptı. Toplamda 400’ün üzerinde kişinin hayatına kaybettiği olaylar dünya kamuoyunda yankı bulmadı. Mısır belki de Ortadoğu’da demokrasi örneği olabilecekken bir kaosun içine düştü. Mısır halkı baharı beklerken hazanı yaşıyor şimdi.

Onlar da çok çekti...

0
0
Hollywood’un yönetmenliğe merak salan son ismi Russell Crowe, filmine mekân bakmak için ülkemizdeydi. Ancak oyunculuk tecrübesini yönetmenlikle taçlandırmak isteyenler yalnız Hollywoodlular değil tabii ki. Acaba bizde hangi oyuncular yönetmenliğe el attı, kimler bu işte tuttu, kimler tutmadı?Yönettiği yalnız ‘kurt’ değilOyuncu-yönetmen kategorisinde listenin ilk sırasında kendine yer bulan isim hiç şüphesiz Kartal Tibet. 1965’te başladığı oyunculuk kariyerine, 100’ü aşkın filmde rol aldıktan sonra 70’lerin ortasında veda eden Tibet, Ertem Eğilmez’in yanında geçen çıraklık döneminin ardından yönetmenliğe kesin geçiş yapar. İzleyici onu rol aldığı filmlerinden tanısa da, aslında Kemal Sunal’ın çoğu filmi, Tibet imzası taşıyor. Oyunculuğu çok özlediği dönemlerde, yönettiği filmlerdeki küçük rollerle hasret gideren aktör, aralarında Tosun Paşa, Şark Bülbülü, Gol Kralı, Davaro, Japon İşi, Ortadirek Şaban gibi hâlâ izlenen Yeşilçam klasiklerinin de yer aldığı 60’ın üzerinde filmin yönetmen koltuğuna oturmuştur.Dönüşü muhteşem olur mu?1960 yılında oyunculuk kariyerine başlayan Türkan Şoray, bundan 12 yıl sonra, 1972’de çektiği ‘Dönüş’ filmiyle ilk kez yönetmenliği dener. Çaresizce kocasının köye geri dönüşünü bekleyen Gülcan karakteri üzerinden bir Almancı trajedisi anlatan film, biçim ve içerik açısından da o yıllara göre standartların çok üzerinde bir iştir. Hatta Şoray, filmi yalnız yönetmekle kalmamış, ana öyküyü de kendisi kaleme almış, başrolü Kadir İnanır’la paylaşmasına rağmen filmi de neredeyse tek başına götürmüştür. Şoray’ın yönetmenlik kariyeri, otoriteler tarafından belirlenen gelmiş geçmiş en iyi 100 Türk Filmi listesinde de kendisine yer bulan Dönüş’le son bulmaz. İlk işin yerini tutamasa da Şoray, o yıllarda 3 filmin daha yönetmen koltuğuna oturur: Azap (1973), Bodrum Hâkimi (1976) ve Yılanı Öldürseler (1981)… Toplam 220 filmde rol alarak unvanının hakkını veren Sultan, geçtiğimiz aylarda senaryosunu Osman Şahin’in yazdığı bir filmle yönetmenliğe yeniden dönüş yapacağının da müjdesini vermişti.At binenin, film çekenin…Cüneyt Arkın, genelde B sınıfı, avantür diye tabir edilen vurdulu kırdılı filmleri ile 1970’lerin başında oyuncu yönetmenler kervanına katılır. Yaklaşık 15 sene aksatmadan film çekerek yönetmenliğe sadece bir heves olarak yaklaşmadığını da gösterir. Ne var ki Arkın, 300’e yakın filmde rol alarak pekiştirdiği aktörlük başarısını yönetmenlikte sürdüremez. Filmlerinin sayısı 34’ü bulsa da, aralarından tek ses getiren 1979 yapımı ‘Vatandaş Rıza’ olur.YILMAZ GÜNEYSıkı değil uzaktan yönetim!Başlangıçta, rol aldığı filmlerin bazı sahnelerini çeken Yılmaz Güney, bu küçük denemelerin ardından 1966’da yönetmenliğe adım atar. Yönettiği 20’yi aşkın filmin biri hariç hepsinde kamera karşısına da geçen Güney’in filmlerinin senaryoları da kendisine aittir. ‘Umut’, ‘Arkadaş’ ve ‘Sürü’ ses getiren filmlerinden olsa da asıl başarıyı yönetmeninin kim olduğunun hâlâ tartışıldığı ‘Yol’la kazanır. Güney, filmin senaristi ve yapımcısı olmasına rağmen çekimler sırasında yurtdışında kaçak olarak bulunduğu için filmi yönetmek Şerif Gören’e düşer. Ancak çekimin her aşamasında Gören’le irtibatta olan Güney, filmin yurtdışına kaçırılan ham görüntülerinin de kurgusunu yönetir. Yine filmin 1982’de Cannes Film Festivali’nden kazandığı ödülü almaya giden de Güney olmuştur.Metin’siz film hiç çekilmiyor1977’de çektiği ‘Aslan Bacanak’la yönetmenliğe başlayan Zeki Alasya, klasik Zeki-Metin filmlerinin de bir kısmını yönetir. Kadir İnanır ve Hülya Koçyiğit gibi isimlerin pek göz önünde olmayan filmleri de dâhil, çektiklerinin sayısı 20’yi geçen Alasya, 2000’lerde ‘Ömerçip’ gibi filmlerin yönetmenliğini üstlendiyse de pek tutunamaz.Ah Gardaşım…Bir gazetenin açtığı yarışma ile sinemaya giren ve Yeşilçam’ın basamaklarını emin adımlarla tırmanan Kadir İnanır, 90’lı yıllarda üretilen film sayısında yaşanan azalma nedeniyle yönetmenliği deneme kararı alır. Sarıkamış’taki orman köylülerinin hikâyelerinden esinlenen ‘Ah Gardaşım’, ilginç sayılabilecek hikâyesine rağmen beklenen ilgiyi görmeyince, İnanır’ın yönetmenlik denemesi de tek filmle son bulur.Televizyona çıkamıyorsak gösterime gireriz70’lerin sonu ve 80’lerin başında TRT’deki arabesk yasağına takılan İbrahim Tatlıses, Ferdi Tayfur, Müslüm Gürses, Orhan Gencebay gibi isimler, kendilerini gösterecek mecra bulamayınca her albüm için bir film furyası başladı. Müzikal tadında arabesk filmlerle oyunculuğa adım atan bu isimlerden bazıları, hızını alamayıp yönetmenliğe de merak sardı. Rekoru elinde tutan isim, 12 film yöneten İbrahim Tatlıses olurken, Ferdi Tayfur 6 filmle, Gökhan Güney de 3 filmle onu izledi. Şimdilerde de Mahsun Kırmızıgül, Özcan Deniz ve Emrah gibi isimler televizyon yasağından değilse de, arabeskin popçulara devrolması ve yaşlarının kemale ermesi gibi nedenlerle abilerinin izinden gidiyor, oyunculuk deneyimlerinin ardından yönetmenlik denemelerine devam ediyorlar.

Dindarlaşmıyoruz, sadece dindarlar artık daha görünür

0
0
Son yıllarda muhafazakârlar fazla ‘modernleştikleri’ için çokça eleştiriliyorlar, içeriden de özeleştiri yapılıyor.Devrimler yapıldı, harfimizi değiştirdik, ekonomik düzenlemeler yapıldı, bankacılık sistemi geldi. Avrupa modelini uyguladık hepsinde. Eğitim sistemini, hukuk sitemini ona göre kurguladık. Ekonomik sistemi, insan hakları düzenlemelerini, yönetim şeklini Avrupa’dan gelen unsurlarla kurup ama aynı zamanda hayır etkilenmeyelim, kendi kültürümüzü koruyalım değişmeyelim demek sosyolojik gerçeklere aykırı bir şey. Burada peki ne oldu? Biz kendimize ait olan şeyi olanca şekliyle korumaya çalıştık. Bana sorarsanız yeterince koruduk mu? Dini bir söylemden bakarsak insanların çoğu değiştik, bozulduk diyecektir. Ama ben bir araya gelmenin, bütünleşmenin etkileşimin getireceği sonuçları önceden bilen, sosyolojik realiteyi bilen birisi olarak baktığım zaman bana göre fazlasıyla koruduk. Ben daha fazla değişim bekliyordum.Nasıl bir değişim?Mesela İslamî bankacılık gibi, İslamî moda diyoruz, yeşil pop diyoruz. Bankacılık ekonomik sistemle ilgili. İslami moda dediğimizde giyimle kuşamla alakalıdır. Hayatın ta kendisidir. Müzikte güzel sanatlarla alakalıdır. Bu üç alanı tanımlayan kavram iki kelimeden oluşuyor. Birinci kelime bize aittir fakat ikinci kelimeler bize ait değildir. Yani moda, pop, banka bunlar Batı’ya aittir. Yani biz Batı’dan bunları alıp, kendimize göre sistematize ettik.Fakat özellikle başörtülü kadınlar giyimleri ve yaşam tarzlarından dolayı eleştiriye maruz kalıyorlar. Her iki cenah da eleştirmeye başörtülü kadından başlamıyor mu?Bu yeni tarz hem laikçiler tarafından hem de bazı İslamî gruplar tarafından kerih görüldü. Laikçiler, neden anneleriniz gibi giyinmiyorsunuz, böyle giyinmekle mesela ‘türban’ takmakla ideolojik simge taşıyorsunuz suçlamasında bulundular. Ama bence asıl karşı çıktıkları şey modernliği dindar kadınla paylaşmak istememeleri, modernliği dindar kadına yakıştıramamalarıydı. Mesela tesettür defilesinden sitayişle bahseden bir laikçi olmadı hiç. “Şunlara bakın hem dindar olacaklar hem de defile yapıyorlar.” dediler hep. Halbuki tesettür defilesi modern dünyada ben de varım, modern olanı kabul ediyorum ama modernliği kendime göre şekillendiriyorum mesajını içerir bence. Aynı olgu modern olandan hoşlanmayan bazı İslamî kesimlerce de eleştirildi. Çünkü onlara göre tesettür modern olana göre şekillendirilemezdi. Böyle bir şey kadın iffetiyle bağdaşamazdı.Peki tesettür modern alanda neye göre şekillendi?Tesettür dediğimiz şeyin şekli değişti. Yani şehirde giyinmeye başlayan, imam hatibe giden, üniversiteye giden başörtülü kız çocukları anneleri gibi giyinmiyorlar. Bunu da karşı taraf yanlış anladı. Laikçi teorisyenler, bu çocuklar anneleri gibi giyinmiyorlar, bizim annelerimiz ninelerimiz de öyleydi diyorlar. Şimdi bunlar başka türlü giyiniyorlar. Süsleniyorlar püsleniyorlar bizim kamusal alanımıza nüfuz ediyorlar deniyor. Yeni neslin bu şekilde giyinmesi İslamî duyarlılıktan kaynaklanan bir şey değildi. Tam tersine yeni bir şekil yaratma isteğiydi. İslamî moda denen, Batı’yı da dikkate alarak yeni bir şekil üretmekti. Kendi anne ve babalarından gördükleri giyim kuşam şeklini beğenmiyorlar. İşin sosyolojik gerçekliği budur. Anne babasının geleneksel İslam algısını da beğenmiyorlar. Çünkü hayat algısı değişmeye başladı gençlerin. Neden, çünkü modern eğitim sisteminin tezgâhından geçtiler.Ama bir yandan hızlı bir muhafazakârlaşma olduğuna dair tartışmalar da sürüyor. Bununla beraber dindarlaşmıyor muyuz sizce?Yani daha önce de var olan kesim şimdi şehirde görünür hale geldi. Eskiden görünür değildi, kenardaydı. Kırsal kesimin merkeze gelmesiyle birlikte merkezde kendisine yer buldu ve görünür hale geldi. Yoksa bundan 20 sene önce kadınların şu kadarı kapanıyordu, şimdi kadınlarda kapanma oranı yükseldi gibi bir veri söz konusu değil. Tam tersi söz konusu. Başörtüsünden gidecek olursak, başörtüsü takma oranında düşme vardır. Beş vakit namaz kılma oranında yükselme değil, düşme vardır. Yani bu AK Parti iktidarı ile ilgili değil, yani CHP iktidarı da olsa değişen bir şey olmayacak. Basit bir örnek düşünelim. Ramazan’da bütün televizyonlarda sahur programları, dini programlar vardı. Mesela Nihat Hatipoğlu’nun programı. Hatipoğlu eskiden yok muydu, eskiden o vaazları yapmıyor muydu? Eskiden camide olan, televizyona aktarılmış oldu. Nihat Hatipoğlu bugün var olmadı. Ama sistem, teknoloji anlamında sistemi kastediyorum, Nihat Hatipoğlu’nu camiden çıkardı, getirip televizyona koydu. Yani mekanizma değişti, mekanizma değişip daha görünür hale geldiği zaman biz onu daha fazla dindarlaşma şeklinde anlıyoruz.AK Parti iktidarı, muhafazakârların bugün yaşadığı değişime ne derece etki etti?Bu 1960-70’lerde toplumun şehirleşmesiyle birlikte ortaya çıkan bir durumdur. AK Parti ile bu olayın bir alakası yok. Sınıfsal bir yapıyla alakalıdır Türkiye’deki değişim. Şimdi kırsal kesimde olanlar merkeze geldi, merkezde merkezin kendisinin olduğunu zanneden ve Türkiye’nin karar vericileri olduğunu düşünen bir elit kesim vardı. Bu kesim çevreden gelenleri dahil etmek istemedi. Türkiye’deki siyasal problem budur. Şu anki yaşadığımız çatışma, kamusal alan söyleminin başörtülüler buraya girsin mi girmesin mi tartışmalarının arkasındaki temel problem pasta kavgasıdır. Dindarlar buraya dahil edilmek istenmediler. Turgut Özal’dan sonra başlayan değişim, sonrasında yaşadığımız krizler, AK Parti’nin iktidara gelmesi, çevrenin taleplerinin merkezde hakim olmasından ibarettir. Yani bir halk gücü var, halk gücünün kendine göre dinamikleri var. Dolayısıyla Türkiye’deki değişim sosyolojik bağlamda anlamlı bir değişimdir. Öngörülen bir değişimdir.Sermaye değişikliğiyle dindarların hassasiyetlerini yitirdiklerine dair çok eleştiri yapılıyor. AK Parti bunu hızlandıran mekanizma olmadı mı?Bu ‘değişim’, ‘hassasiyetin’ kaybedilmesi söylemi yeni değil. Seksenlerden itibaren Özal dönemiyle birlikte gündeme gelen bir şey. Değişim olduğu ortada ve o değişimin son on yılda daha fazla görünür olduğu da bir gerçek ama ‘İslami hassasiyet’ olgusu da göreceli bir durum. Hassasiyetlerde bir değişimin olduğu doğru ancak bu değişimin İslami ölçülere aykırı olup olmadığı cemaatlerin ya da dini grupların bakış açısına göre değişebiliyor. Fakat sosyolojik olarak baktığınız zaman hassasiyetlerin tonunun aynı kalması zaten mümkün değildi. AK Parti iktidarı bu dışarıda kalan kesimin merkezde yer edinmesini kolaylaştıran mekanizmaları kurdu. Ve o kitle de merkezde yer edindi. Yeni bir sınıf merkezde yer buldu. Bu çatışmanın arka planında sınıfın kodlarının nolduğu değil, yeni bir sınıfın ortaya çıkmasıdır. Pastaya ortak olan yeni bir sınıfın ortaya çıkmasıdır. Ekonomik problem vardır arka planda. Çok uzun süre devam edeceğini sanmıyorum bu durumun. Şimdi bu eski İstanbul baronları parayı kazanıyordu. Diyelim Bodrum’da yat alıyordu, muhafazakâr olan almayacak mı, alacak fakat haşemasıyla denize atlayacak. Öteki Paris’e gidiyordu, bu da tatili umre yaparak değerlendirecek. Dubai’ye gidecek. Veya o da Paris’e gidecek ama Paris’te Bordeaux şarabı içmeyecek.Muhafazakârlar kültüre yatırımı öğrenecekPeki muhafazakarlar kazandıkları parayı kültürel hizmete ne zaman yatırmaya başlayacaklar?Evet, kültürel alana yatırım yapmanın ne olduğunu muhafazakâr kesim çok iyi bilmiyor. İnsanlara falan işi yapalım dediğimiz zaman elin cebe gitme ihtimali düşük. Ama cami yaptıralım dediğin zaman hemen çıkarıp veriyor. Neden, çünkü bugün yatır yarın sonuç al, hemen sevaba dönüşsün mantığı hakim. Ama kültürel alanda uzun vadeli yatırım yapmak çok daha farklı bir şey. Onu yeterince algılamış değil İslamî kesim. Ama buna vakit var diye düşünüyorum. O da yeni bir alan, onunla da yeni karşılaşıyor. Onun için o görgü, o kabiliyet, anlayış İslamî kesimde söz konusu değil ama gelecek yıllarda olur diye düşünüyorum.Siyasilerin bu anlamda toplumun önünde durarak, rol model teşkil etmeleri gerekmiyor mu?Gerekir ama siyasiler dediğiniz kim? Onlar da az önceki sosyolojik yapının yetiştirdiği insanlar. Onlar uzaydan gelmedi. Şu anda AK Partili bir bakanın konuşmasını dinledim.Refah Partisi döneminde bir ilçenin belediye başkanıymış. Dedi ki; “Ben belediye başkanıyken ilk defa dünyayı gördüm. Daha önce yurtdışına çıkmadım. İlçeye çöp makinesi lazım, atıklar için cihazlar lazım onun için Avrupa’ya gittik. Orada gördüm belediye nedir, belediyecilik nasıl yapılır?” Bunu açık bir şekilde itiraf etti. Dolaysıyla Batı o anlamda bize çok şey kazandırdı. O bakan bir belediye başkanı olmasaydı veya o esnada Batı’yla temas etmeseydi belki Refah Partisi döneminde edinmiş olduğu dinle politikayı birleştiren siyasi söylemi devam ettiren birisi olacaktı şu an. Ama yönetime geldikten sonra bir şeyler yapılması gerektiğini hissettiği anda değişmeye başladı. Ha AK Parti içindeki her yönetici gördü mü göremedi mi ayrı mesele. Ama göremediyse bile o AK Parti’ye mahsus bir şey değil. AK Parti’nin kendisinin ürettiği bir mekanizma değil.

Ev hırsızlarından meslek sırları!

0
0
Kapkaç, yakın bir döneme kadar İstanbullular için adeta bir kâbustu. ‘Gasp’ kapsamına alınan ve cezası artırılan kapkaç, son yıllarda neredeyse bitme noktasına geldi. Ancak bir dönemin kâbusu olan kapkaçın yerini bugün ev hırsızlığı aldı.Cezası çok daha az olduğu için kapkaçı bırakan suçluların büyük bir bölümü ev hırsızlığına yöneldi. Hukuk sistemindeki çarpıklıklar nedeniyle bir hırsızlık davası ortalama altı yıl sürüyor. Bu süre zarfında suçlu, tutuksuz yargılanıyor ve ev soymaya devam ediyor. İstanbul’da her gün ortalama 200 civarında eve hırsız giriyor. Geçtiğimiz yıl en fazla ev hırsızlığı Bağcılar’da kayıtlara geçmiş. Bağcılar’ı, Bahçelievler, Bakırköy, Beşiktaş ve Kadıköy takip ediyor. En az hırsızlık yapılan ilçeler arasında ise Adalar, Beylikdüzü, Silivri ve Çatalca yer alıyor. Yaz aylarıyla birlikte pencere hırsızlıkları artıyor. Kışın ise hırsızlar daha çok kapıdan girmeyi deniyor. Yakalanan hırsızları savcılar kısa bir süre içinde serbest bırakıyor. Bir polis memurunun söylediği şu sözler olayın vahametini özetlemeye yetiyor: “45 dakika boyunca bir hırsızı takip ettik. Apartmandan çıkarken suçüstü yakaladık. Karakola gittiğimizde savcı aradı ve serbest bırakmamız gerektiğini söyledi.” Ev hırsızları içinde 235 ayrı suçtan kaydı olmasına rağmen hâlâ elini kolunu sallayarak dışarıda gezenler bile var. Biz de, “Ev hırsızlıkları neden her geçen gün artıyor?” sorusunun peşine düştük. Hırsızlarla görüştük, bir evi nasıl soyduklarını ilk ağızdan dinledik.Ev hırsızlarıyla iletişime nasıl geçtik?Ev hırsızlığını meslek haline getirmiş profesyonel birini bulmak umuduyla Tarlabaşı’ndaki bir tanıdığımın yanına gidiyorum. Bu konu hakkında yardımcı olamayacağını ama uzaktan bir akrabasına yönlendirebileceğini söylüyor. Benim yanımda, ‘dayı’ dediği akrabasını arıyor. Dayı, müsait olduğunu söylüyor. Görüşmek için Fatih’e gidiyorum. 50-55 yaşlarındaki dayı, oturduğu semtin eski kulağı kesiklerinden. Şu an bir çay ocağı işletiyor. Geçmişte 10 yıldan fazla hapis yatmış. Herkes bu yüzden ondan çekiniyor. Kendisine, ev hırsızlarıyla görüşmek istediğimi, yaşantıları hakkında bir haber hazırladığımı söyledim. Dayı, “Mesele değil. Yarın kulaklarından tuttuğum gibi çay ocağına getiririm!” dedi. Ertesi gün gerçekten de üç tane hırsızı çay ocağına getirmişti. Ayrıca Bakırköy ve Bahçelievler’deki polislerle sabaha kadar devriye attık. İki semt de çok hareketliydi. Saatler sabaha karşı 4’ü geçtikten sonra telsiz anonsları artmaya başladı. Bakırköy Osmaniye’de, tren hattına yakın bir sokakta ev hırsızlığı ihbarı aldık. Kısa süre içinde olay yerine intikal ettik. Polislerden biri inip hırsızın gidebileceği istikamete doğru hızla koşmaya başladı. Arabadaki polise, “Bu elbise ve ayakkabılarla nasıl koşuyorsunuz?” diye sordum. Gülerek, “Koşamıyoruz ki!” cevabını verdi. Biz de biraz ilerdeki tren istasyonunun hemen yanındaki boşaltılmış lojman binasını ve çevresini kontrol ettik. Hırsızı kıl payı kaçırdığımızı anlayınca ihbar yapılan eve gittik. Bir apartmanın üçüncü katında oturan aile telaş içinde kapıda bekliyordu, korkmuşlardı. Hırsız kapıyı açmak için zorlamış ama ev sakinlerinden biri uyanınca kaçmıştı. Evin hanımı, polislere yalvarırcasına, “Artık yeter! Ne olur bu duruma bir çare bulun. Hırsızlardan bıktık artık!” diyordu.‘Para kaldırırsak mahalleliye kurban kesiyoruz!’19 yaşındaki Kahramanmaraşlı Ü.K., ilk hırsızlığını ortaokulda yapar. İki arkadaşıyla birlikte kendilerine veresiye vermeyen okul kantinini soyarlar. Yaptığı bu ilk hırsızlığın maddi getirisinden ziyade yaşadığı heyecan etkiler onu. Zaten İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nde çalışan babasının geliri çok kötü değildir. Ama bir kere çalmaya alışır Ü.K. Ardından manavdan muz, dükkânlardan ise sadaka kutularını çalar. Büyükçekmece’de oturan zengin bir arkadaşıyla villa soyarlar. Bu soygun, Ü.K.’nin ilk büyük ‘işi’dir. Soygunu yaptıkları gün tutuklanır, yaşı küçük olduğu için salıverilir. İlk hapis cezasını, arkadaşının annesinin evini soyup altınlarını çaldığı için alır. Beş ay hapis yatar. Dışarı çıktıktan sonra oturduğu mahalledeki hırsızlarla soyguna çıkmaya başlar. Ev soymak için şehir dışına da gider. Kendisiyle buluştuğumuzda, Antalya’dan yeni gelmişti. Sokak ağzıyla, “Abi, birkaç gün sonra bayram. Paket olmadan bayramı anne babamızın yanında geçirelim istedik anladın mı?” dedi. Bir hırsızın böyle bir düşünceye sahip olması ilginçti! Dahası, Ü.K., bir ev hırsızlığından yüklü miktarda para kaldırdığında ilk iş olarak yoksul komşuları için koyun kestiriyormuş. Hırsızlığı, bir tür ‘hastalık’ olarak tanımlayan Ü.K., “Helalinden, dolgun maaşlı bir iş bulsan çalışır mısın?” sorusuna şöyle cevap veriyor: “Bu benim için artık neredeyse imkânsız. Bir iş bulup çalışsam gördüğüm parayı alır giderim. Zaten uyuşturucu kullandığım için hangi iş bana para yetirir?”‘Bizi yakalayan polislerle dalga geçiyoruz!’27 yaşındaki Kastamonulu Z.E., hırsızlık yapmak için Ankara’dan İstanbul’a taşınmış. Babası 15 yıldır cinayetten içerde yatıyormuş. Annesi ise kanserden ölmüş. Hal böyle olunca kendini gayrimeşru bir hayatın içinde bulmuş. Hırsızlığa ilk olarak lüks arabaların armalarını çalarak başlamış. ‘Suç ortağım’ dediği bir dostu vasıtasıyla ev hırsızlığına yönelmiş. Hırsızlığın inceliklerini de bizzat ondan öğrenmiş. Şu an, ikili birlikte iş yapıyor. Genelde her hırsızın tüm sırlarını paylaştığı bir ‘bady’si bulunuyor. Eğer içlerinden biri hapse düşerse diğeri tutuklunun masraflarını karşılıyor, varsa ailesine yardım ediyor. Z.E., bugüne kadar yedi kez hapse girmiş ve toplamda dört yıl içerde yatmış. Kendi ifadesiyle bu yolun ‘kaşarı’ olmuş. Belki de bu yüzden yakalandığında polislerle kırk yıllık dostmuş gibi konuşuyor. Hatta arkalarından koşan ve kendilerini yakalayan polislerle dalga bile geçiyor: “Abi iki saattir peşimizdesiniz. Kan ter içinde kaldınız ama ben birkaç hafta bile yatmadan dışarı çıkacağım.”‘Kapkaçı bıraktım ev hırsızlığına başladım’23 yaşındaki A.P., kelimenin tam anlamıyla akraba kurbanı. Diyarbakır’dan çalışmak için İstanbul’a geldiğinde ilk iş olarak bir tanıdığı vesilesiyle tablada tavuk pilav satar, helalinden para kazanır. Teyzesinin oğlu ise çalışmadığı halde son derece lüks bir hayat sürer. Bu çelişki, A.P.’nin dikkatini çeker ve işin aslını öğrenmeye çalışır. Teyze oğlu, A.P.’ye ev hırsızlığı yaptığını ve isterse birlikte çalışabileceklerini söyler. A.P., birkaç ay içinde işin bütün inceliklerini öğrenir. Bahçelievler’de yaptığı bir soygun sırasında balkondan düşer ve ayağını kırar, yakalanarak cezaevine düşer. Çıktıktan sonra hırsızlık yapmaya devam eder. Mala karşı işlenen suçlarda mahkeme süresi uzun olduğu için ev hırsızlarının ıslah olması neredeyse imkânsız bir hale geliyor. Kişi, cezalar caydırıcı olmadığı için dışarı çıkar çıkmaz hırsızlık yapmaya devam ediyor. A.P., “Bizim mesleğin tövbekârı olmaz abi!” diyor.Ev hırsızınınbir günü nasıl geçer?Gece hırsızları eğer keşfe çıkmayacaksa gündüzleri uyuyor. Gündüz işe çıkanlar ise parayı bulurlarsa hava kararınca kendilerini sokağa atıyor. Öyle ki A.P., bir gecede 2-3 bin TL harcadığını söylüyor. Paranın çoğu içki ve uyuşturucuya gidiyor. Paraları bitince uyuşturucu almak için tekrar ev soyuyorlar. İçlerinde eve girmeden önce cesaret kazanmak içın hap içenler de var. Hırsızlar bir soygun sonrasında muhakkak kendi evlerine gidip başka kıyafet giyiyor. Tanınmamak için saç modellerini sık sık değiştiriyorlar. Genelde pahalı spor ayakkabıları alıyorlar. Ü.K., “14 tane spor ayakkabım var ve bunlara resmen servet yatırdım.” diyor. Lüks mahallelerde soygun yapan hırsızlar son derece resmi giyiniyor, kiraladıkları pahalı arabalarla işe çıkıyor. Bu hırsızlar, aile görüntüsü vermek için yanlarına kadın da alıyor. Hırsızlar genelde telefonla konuşmayı tercih etmiyor. Önemli bir gelişme olduğunda aralarında şifreli konuşuyor, bir yer belirleyip buluşuyorlar. Üzerlerinde nüfus cüzdanı taşımıyorlar. Polis çevirirse suça bulaşmamış bir akrabalarının TC kimlik numarasını söylüyorlar.Hırsızların da bir jargonu var!Zaman içinde hırsızların kendi aralarında kullandıkları bir jargon oluşmuş. Erkete: Gözcü.Askıcı: Balkondan eve çıkan hırsız.Tufacı: İşyeri soyan hırsız. Paket olmak: Yakalanmak.Kofti kofti: Küçük, ucuz hırsızlıklar.Aynalı kofti: Büyük hırsızlıklar.Aynasız, zarbo: Polis.Bükeme: Sessiz ol!Ayan: Hırsızların birbirlerine hitap kelimesi.Paketli: Parası olan kişi.İşini almak: Parasını çalmak.Kene: Para.GOP’a gitmek: Uyuşturucu almak için Gaziosmanpaşa’ya gitmek.Kaşar olmak: Usta olmak.Kanal: Uyuşturucu satan torbacı.Freze saat: Polislerin yoğun olduğu dakikalar.Jaws: Yunus polisleri.Siyah-Beyaz: Normal polis otosu. Ihlamur çaydan güzel: Biri geliyor dikkatli ol!Sokakta torpil patlatıp cama top atıyorlarHırsızlar, bir eve girmeden önce mutlaka keşif yapıyor. Evine girecekleri kişinin arabası var mı? Akşam evine çantayla geliyor mu? Bunlar tespit edilmeye çalışılıyor. Gündüz evde birilerinin olup olmadığını anlamak için cama top atıyor ya da sokakta torpil patlatıyorlar. Cama kimse çıkmazsa soygun için harekete geçiliyor.Apartmandaki posta kutularına bakılıyor. Birikmiş mektuplardan kimin evde olup olmadığı anlamaya çalışılıyor, kapı önündeki ayakkabılar kontrol edilip zile basılıyor.Yanlarında taşıdıkları tornavida, sert plastik, nalburlarda satılan t boru ve kurbağacık yardımıyla çelik kapıyı hızlıca açıyorlar. Bu esnada karşı komşunun kapı deliğine yara bandı yapıştırıyorlar. İçeri girmeden önce sökülen anahtar mekanizması yerine takılıp kapı içerden kilitleniyor.Hırsızlar bir ev soygununa iki veya üç kişi gidiyor. Aşağıda mutlaka bir nöbetçi bırakılıyor. İçeri girer girmez yatak odasına yöneliyor, 20-25 dakika içinde evin her yerini didik didik ediyorlar. Saksı diplerine, buzdolabı ve çamaşır makinesinin içlerine hatta kirli sepetine bile bakıyorlar. Akşam yanlarına uyku spreyi ve fener de alıyorlar. Grup yakalanırsa suçu en küçük üstüne alıyor. Gece hırsızlık yapanlar sabaha karşı saat 4 ile 6 arasında evlere giriyor çünkü gece boyu devriye atan polislerin bu saatlerde iyice uykusu geliyor. Gündüz hırsızları ise kadınların pazara gittiği 16 ile 18 saatleri arasını tercih ediyor.Hızlı koşmak, rahat hareket etmek ve ses çıkarmamak için bez ayakkabı ve eşofman giyiyor, şapka takıyorlar. Eve girince çoraplarını çıkarıp parmak izi bırakmamak için ellerine geçiriyorlar.Sokakta keşif yaparken birlikte yürüyor ve sık sık arkalarına bakıyorlar. Yürürken bazen ayrılıp bazen de birleşiyorlar.Bir hırsız hapse girdiğinde daha da uzmanlaşıyor çünkü içeridekilerin tecrübelerini dinliyor, farklı teknikler öğreniyor.Hırsızların neredeyse tamamı, ilk yakalandığı anda suçu küçümsüyor ve hep aynı cümlelerle kendilerini savunuyor: “Adam mı öldürdük, dağa mı çıktık, terörist mi olduk?”Ev hırsızları genelde sağ elinin üzerine üç noktadan oluşan üçgen şeklinde bir dövme yaptırıyor ve birbirlerini bu şekilde tanıyorlar. Bu üç nokta, ‘görmedim, duymadım, bilmiyorum’ üçlemesini temsil ediyor.Kendi mahallelerinde hırsızlık yapmıyorlar. Eğer gece hırsızlık yapacaklarsa motosikletle gidiyorlar. Motosikleti evin birkaç sokak aşağısına park ediyorlar.Ev hırsızlarının yaş ortalaması 15 ile 30 arasında değişiyor. 18 yaşından küçük olanlar ceza almadıkları için hırsızlık şebekeleri tarafından tercih ediliyor. Hırsızlık, usta-çırak ilişkisiyle gençlere öğretiliyor. Şebekeler hırsızlık yaptırmak için Anadolu’dan büyük illere çocuk sevkiyatı yapıyor.fiziki olarak çalışamayacak duruma geldiklerinde bu kez çalıntı mal alıp satarak geçimlerini sağlıyorlar. Bazıları da uyuşturucu işine giriyor.kaçması kolay olduğu için genelde cadde üzerindeki evleri soyuyorlar.Çaldıkları ziynet eşyalarını değerinde bozdurmak için kız arkadaşlarını kullanıyorlar. Cep telefonu ve laptopları uyuşturucu almak için torbacılara yok pahasına veriyorlar. Bazıları çilingirlerle ortaklaşa çalışıyor. Çilingir, kapıyı 500 TL karşılığında açıp gidiyor. Evden ne kadar para çıkarsa hırsıza kalıyor. yağmurlu günlerin gecesinde evlere girmiyorlar çünkü hane sahibi gün içinde dışarı çıkmadığı için dinleniyor ve gece en ufak bir gürültüye uyanıyor.Kendi aralarında kuş dili konuşuyorlarİki hırsız konuşurken onları anlamanız kesinlikle mümkün değil, çünkü aralarında çok akıcı bir şekilde kuş dili konuşuyorlar. Onları dinlerken bizim ağzımız açık kaldı. İşte bazı örnekler:Selfen belfenle bulfugün gelfelcen mi ilfişe? Sen benimle bugün işe gelecek misin?Eneviş boneviş? / Ev boş mu?Palfarayı bulfulduk alfaleme girfidiyoz mu tenevişe? / Parayı bulduk aleme gidiyoruz mu Taksim’e?Orfortalığı kelfes birfirisi gelfiriyor mu? / Ortalığı kes birisi geliyor mu?

154 yıl önce bir başka ‘Ergenekon’ yargılanmıştı

0
0
Ergenekon yargılamaları sonunda bitti, hükümler açıklandı. Ağırlaştırılmış müebbet hapis cezalarından beraatlere kadar çeşitli cezalar verildi ama 5 yıllık yargılamanın belki de en önemli sonucu, Türkiye’yi korkunç bir darbe batağına çekmek üzere örgütlenen Ergenekon’un mahkeme tarafından resmen bir terör örgütü olduğunun tescili oldu.Yalnız terör örgütü olduğu da değil, bu örgütün iş dünyasından akademyaya, Genelkurmay Başkanı’ndan gazetecilere kadar uzanan derin ve zengin kollarının varlığı da tescil edilmiş oldu.Böylece siyasî tarihimizde 154 yıl aradan sonra suçlu görülenlerin cezalandırılmasına şahit olmuş olduk.Hatırlatalım: Birincisi, 1859’daki Kuleli Vakası adı verilen darbe girişimiydi. Gerçi arada Sultan II. Abdülhamid’in bir cinayet davasını bir darbe hesaplaşmasına dönüştürdüğü 1881 yılındaki Yıldız Mahkemesi ile Talat Aydemir ve Fethi Gürcan’ın idamıyla sonuçlanan 1964 yılındaki Harbiyeliler yargılaması da var ama bunlardan ilki, gerçekleşmiş bir darbeyi yargılamasıyla, ikincisi de nispeten dar ve askeriye içi bir hareket olmalarıyla diğerlerinden ayrılır.Bugün Kuleli Vakası adı verilen ilk modern darbe girişimini hatırlatmakta fayda var. Peki 1859’da ne olmuştu?1859 yılının 13 Eylül Çarşamba günü Abdülmecid’in huzuruna pürtelaş giren Serasker Rıza Paşa bir haber getirmiştir. İçlerinde yüksek rütbeli subayların da bulunduğu darbeci bir “gizli ittifak”, harekete geçmek üzeredir. Ellerini çabuk tutmazlarsa ertesi günü Tophane’deki Kılıç Ali Paşa Camii’nde toplanıp harekâtın düğmesine basacaklardır. Maksatları, ilk Cuma selamlığında padişaha ve maiyetine silahlı bir suikast düzenlemek, ardından doğacak kargaşadan yararlanarak isyan girişiminde bulunmak ve Veliaht Abdülaziz’i tahta çıkarmaktır.Darbe planıPadişah Cuma selamlığında iken ayağa kalkan ulema “camide din kitaplarını yere atarak” kargaşalık çıkartacak, düğmeye böyle basacak, bu sırada kapılar tutulup profesyonel asker olan Çerkez fedailer yardımıyla Sultan Abdülmecid’e suikast gerçekleştirilecekti. Ardından denizden atılacak işaret fişeğiyle İstanbul, Üsküdar ve Kuleli civarında bulunan minarelerde haber bekleyen darbe üyelerine haber ulaştırılacak, sonra da telgraf telleri kesilecek, köprüler zaptedilecek ve şehir kontrol altına alınacak, darbe yeni padişahın tahta çıkarılmasıyla tamamlanacaktır.Tabii bu kanlı operasyon için ciddi miktarda asker ve sivil eleman ile silah tedarik ettiklerini söylememe gerek yok. Ancak gücün sadece askerlerden oluşmadığını, ‘sivil’ unsur olarak 22 No’lu hükümlü Şeyh Feyzullah’ın 20 bin müridinden en az bininin devreye sokulacağı ve 15 bin başıbozuk askerinin İstanbul yakınlarına getirildiğini sanıkların mahkemedeki ifadelerinden öğrenebiliyoruz.Araştırmacı Burak Onaran’ın tahminine göre darbecilerin işaret fişeğiyle harekete geçirecekleri kitlenin sayısı yaklaşık 10 bin ile 30 bin kişi arasındadır. Bu rakam, hayalî değildir ve o zamanki İstanbul nüfusu göz önünde bulundurulduğunda tehlike ciddi boyutlardadır.Haberi alan Sultan Abdülmecid şaşkındır, çünkü babasının yeniçeriliği kaldırmasından sonra iktidarın penceresindeki çapakların tamamen temizlendiğini sanmaktadır. Kimlerdir bunlar? Ve nasıl bir araya gelmişlerdir? İçlerinde Irak’ın Süleymaniye bölgesinden gelmiş olan Nakşi Şeyhi Ahmed Efendi’den tutun da, Erzurumlu bir muhallebiciye, oradan Tophane-i Amire kâtiplerinden Arif Bey’e ve Hüseyin Daim Paşa gibi bir orgenerale varıncaya kadar türlü meslek ve meşrepten insanın bir araya geldiği gizli bir “fesat cemiyeti” çıkmıştır karşılarına.Emir verilir, ertesi günü darbeciler camide bir toplantı sırasında basılıp derdest edilirler. Askerler sorgulanmak üzere bugünkü İstanbul Üniversitesi merkez binasında bulunan Seraskerat Dairesi’ne götürülür, diğerleri ise Kuleli Askeri Lisesi’ne. Daha sonra hepsinin mahkemesi Kuleli Askeri Lisesi binasında görüldüğü için tarihe “Kuleli Vak’ası” adıyla geçmiştir bu ilk modern darbe girişimimiz.Darbeye ne ceza verildi?Mahkeme kararının metninde bazı şahısların Saltanat-ı Seniyye aleyhinde fitne çıkarma ve fesat kastıyla bir gizli ittifak teşkil etmiş olduklarının haber alındığı, ilgili kişilerin birer ikişer Kuleli Kışla-i Hümayunu’na getirildikleri, özel bir komisyon marifetiyle tek tek ve yüz yüze sorgulandıkları ve muhakeme edildikleri belirtilmektedir.Mahkeme kararına göre yargılananların sayısı 40’tır. Fakat hepsini harekete geçiren teorisyen (“fesadın müellif-i hakikisi”) Süleymaniye Sancağı’ndan Şeyh Ahmed adında bir medrese hocasıdır. Darbe fikrini tasarlayan Şeyh Ahmed’dir ve Orgeneral (Ferik) Çerkez Hüseyin Paşa, Cafer Dem Paşa ve Binbaşı Rasim Bey ve kâtip Arif Bey ile birleşerek çeşitli toplum kesimlerinden insanı da bu şer ittifakına dahil edip darbe için harekete geçmişlerdir.Peki mahkemeden ne karar çıktı? 5 idam cezası, 13 müebbet hapis ve çeşitli sürgün, hapis ve tard cezaları... Hükümler idam cezalarının Ceza Kanunu’nun 47. maddesi gereğince küreğe, kürek cezalarının kalebentliğe çevrilmesi mütalaasıyla padişah Abdülmecid’e sunuldu. O da fermanla idam cezalarını müebbet hapse, kürek cezalarını ise müebbeden kalebentliğe çevirdi.Suikastın yapılacağı Kılıç Ali Paşa Cami’nin Abdülhamid Albümü’ndeki fotoğrafı.Ancak Türkiye’de darbe girişimlerinin sadece ‘yerli’ bir motivasyona dayanmadığını bu ilk darbede de görmek mümkün. İdamların İngiliz ve Fransız elçiliklerinin baskısıyla müebbede çevrildiğine dair bir ipucu var elimizde. Olaydan 8 yıl sonra bir başka isyan planı ortaya çıkarıldığında Fransa’nın İstanbul elçisi, Fransa Dışişleri Bakanlığı’na yazdığı raporda Hüseyin Daim Paşa’nın kendi talepleri üzerine affedildiğini açıkça yazmaktadır. (Burak Onaran, Tarih ve Toplum, Sayı: 5, 2007, s. 9-35). Hüküm gereğince Şeyh Ahmed ve Arif Bey Mağosa’ya, Hüseyin Paşa ile Rasim Bey Akka’ya gönderildi, diğerleri de bazı adalara ve memleketlere. Ancak 5 idamlıktan birisi hakkındaki hüküm mecburen gıyaben verilmişti. Çünkü isyana Arnavut askeri tedarik etme sözü veren Cafer Dem Paşa, yargılanmadan önce kayıktan denize atlayarak intihar etmişti.Ergenekon’dan sonra derin bir nefes alanlara hatırlatalım. Darbe virüsünün temizlenmesi zaman alıyor. Nitekim Kuleli Vakası’ndan 8 yıl sonra, bu defa “Meslek Örgütü” adıyla yeni bir örgütlenmeye gittiklerini bilmekte fayda var. Su uyur, darbe uyumaz…

Cumhuriyet öncesi hafızaya sahip çıkmak

0
0
Kütüphaneler ve Yayımlar Genel Müdürlüğü’ne bağlı 28 kütüphanede toplam 170 bin 28 cilt yazma eser olduğunu herhalde çok azımız bilir.Bu rakama, Milli Kütüphane’deki 25 bin, müzelerimizdeki 30 bin eseri ve diğer kurumlarla şahıslarda bulunanları da eklersek 300 bin cildin üzerinde yazma eser asırlardır bizlerle tanışmak için bekliyor. Kaldı ki her bir cildin birden fazla eseri ihtiva ettiği düşünülürse en az 600 bin kitap bizlerden alacaklı demektir. Nasıl vereceğiz haklarını? Bu iş, Twitter’da takipçileriyle övünmeye benzemiyor ki! Doğrusunu söylemek gerekirse pek çok padişah koleksiyonunun, 80 bin yazma, 60 bin basma eserin, ayrıca levha ve fermanların bulunduğu Süleymaniye Kütüphanesi’ne giderken ben de sadece ilk 20 bin eserin altı ayda tamamlanan kataloglama çalışmaları hakkında bilgileneceğimi sanıyordum. Biraz araştırınca gördüm ki el yazması kitap kavramı hakkında bile çok cahilmişim.ASLINDA işe Süleymaniye Kütüphanesi Müdürü Ömer Kuzgun ve Bölge Müdürü Emir Eş ile konuşarak başlamak istedim. Ancak kendileri beni muhatap almaktan kaçındılar. Acaba kütüphanedeki yazma ve basma eserlerden kaç bin tanesini kurtların ve farelerin kemirdiğini, pencerelerden içeriye sızan yağmur sularıyla ne kadarının bitik halde bulunduğunu sorarım diye mi korktular bilmiyorum. Öyle ya durup dururken neden kendilerini sıkıntıya soksunlar! Halbuki benim niyetim bağcıyı dövmek değil üzüm yemekti. Sonradan anladım ki meğer yeni arşiv sisteminin basına tanıtılmasına hazırlanıyorlarmış. Bundan dahi bahsedip davet etmedikleri için haberi ancak gazetelerde yayınlandığında görebildim. Dolayısıyla işin bu boyutuna girmektense, kataloglamayı yapan Remak Belge Bilgi Yönetim Danışmanlığı şirketinin elemanlarıyla konuşarak öğrendiğim bilgileri paylaşıyorum:ÖNCELİKLE müellif isminin tam tespiti yapıldı ki bu sandığımız kadar kolay bir iş değildi. Çünkü günümüzdeki gibi bir ad ve soyaddan değil çok sayıda kelimeden oluşan bir künye söz konusuydu. Biri eksik ya da yanlış yazıldığında müellifle beraber eser de kayıp sanılıyordu. BAZI müellifler alçakgönüllülüklerinden dolayı isimlerini yazmaktan kaçınıyordu. Çünkü eski insanlar bizlerden farklı olarak övünmeyi sevmiyorlardı. İsmini belirten müellifler de ilk önce kendisini hakir ve zelil görüyorlar ve bu eseri neden yazdıklarına dair utangaç açıklamalarda bulunuyorlardı. Bunca alim varken cahillik edip kaleme sarıldıklarından dolayı adeta özür diliyorlar, bunu dostların ricasıyla yaptıklarını yoksa böyle bir niyete ve ilme sahip olmadıklarını kaydediyorlar ve eserlerine besmele hamdele ve salvele ile başlıyorlardı. HER eserin sayfa ve satır sayıları ile sütunların tespiti yapıldı. Kağıdın özellikleri, restorasyona ihtiyaç olup olmadığı ve eserin müstensihinin kim olduğu belirtildi. Müstensih eseri kopyalayan demekti. Beni çok duygulandıran, eski kütüphanelerimizde görevli olan bu müstensihlerin, okunmak için alınan her kitabı olur ya geri getirmezler, kaybolur diye yeniden yazarak kütüphanenin eksilmesini önlemeleri oldu. TELİF eser ne zaman yazılmış ve müstensih o kitabı ne zaman kopya etmişse hicri ve miladi olarak tarihi verildi. Eser matbaa baskısı ise yine baskı tarihi miladi ve hicri olarak, basım yeri, basım evi, varsa mütercimiyle beraber kataloglamada gösterildi.ESERLERİN yazı türü nesih midir, rika mıdır, divani midir belirtildikten sonra Türkçenin dışında Arapça, Farsça kısımlar da bulunuyor mu diye araştırıldı. Yararlanılan kaynak eserlerin isimleri, cilt ve sahife numaraları konuldu. Ayrıca konusuna kısaca değinildi, başından ve sonundan bir kısmı kataloglara işlendi. ESKİ kitapların günümüzdekilerden belki de en önemli farkı temellük kayıtlarıydı. Bu kayıtlarda kitabın ait olduğu şahısların künyeleri geçerdi. Böylece bir eserin sahiplerini takip ederek yaptığı yolculukları da takip edebiliyorduk. Diyelim ki, kitabı İstanbul’da alan kişi Anadolu’ya vali olarak atanırken kitabı yanında götürdü ve sonra onu orada sattı. Satın alan şahıs bu alışverişin kaydını düşüyordu. Sonraki el değiştirmelerde de aynı işlem tekrarlanıyordu. Kataloglama yapılırken bir kitap kaç kişiden geçmişse hepsinin isimleri not ediliyordu. Bir kitabın üzerinde 74 mühür bulunduğu bile olmuştu. Bir kitabın 74 sahibi! İnsanların kitapları değil de kitapların insanları! Çekilebilse kimbilir ne kadar heyecanlı bir film olurdu.ESKİ eserlerde kağıdın boş kısımlarına doğumlar, ölümler, padişahın sefere çıkması, ordunun zafer kazanması gibi o güne dair önemli olaylar not düşülüyordu. Kağıt daha çok ilmi eserler için kullanıldığından, kitaplar aynı zamanda defter yerine geçiyordu. Özellikle kitabın sonunda boş bir sayfa varsa, okur o kısmı şiir, fıkra veya başka bir eserden pasajlarla dolduruyordu.BİR kitabın içinde risale olarak adlandırılan çok farklı eserler de olabiliyordu. Eski zamanlarda yaşasaydık, bir hattata gidecek ve bana şu, şu, şu risaleleri yaz diyecek, hepsini bir ciltte toplayarak kendi derleme kitabımızı oluşturabilecektik. Düşünebiliyor musunuz, bir kitabın içinde 130 kitap olabiliyordu. Bu sayede bazı orijinal kitaplar kaybolmaktan kurtulmuştu. Müellif nüshası günümüze ulaşmayan birçok eserin istinsah nüshaları yaşıyordu.Gizli kahramanlar ÜÇ ay önce başlayan kataloglama projesinde 100’ün üzerinde kendi dallarında uzman hoca görev aldı. Sahhaflar Şeyhizade Esad Efendi ve Nuruosmaniye koleksiyonlarının tarandığı bu projede Beyrut’tan bu işlerin piri bir yazma eser uzmanı büyük katkı sağladı. Projenin bitiminde herkes esas görev yaptığı kurumlara döndü. Geriye yapılanları tekrar gözden geçirmek üzere dört kişi aldı. Üçüyle görüşmek imkanı buldum ki, onların şahsında bu işlere emek veren tüm uzmanları gizli kahramanlarımız olarak gördüğümü ve hepsine teşekkür borçlu olduğumuzu belirtmek isterim.İrfan Akça: İlahiyat ve tarih okudu. Çok küçük yaşlarda özel Arapça ve Osmanlıca dersleri aldı. Osmanlı Türkçesiyle yazılmış 3 bini aşkın eserden oluşan bir koleksiyonu var. Bu eserleri okurken, bilmediği kelimeleri not etme alışkanlığıyla, hacmi günümüz sözlüklerinin katbekat üstünde bir sözlük oluşturdu. Osmanlıca öğrenmek isteyenlerin işini kolaylaştırmak amacıyla Arap harfleri madde başı olmak kaydıyla bu sözlük çalışması devam ediyor. Genç yaşında bütün enerjisini bu işe nasıl aşkla harcadığını görünce, sözlükte adanmışlık kelimesinin karşısına onun adını yazmak istedim. Metin Zengin: Üniversitede fizik okudu. İstanbul İlahiyat’ta İslam tarihi bölümünde yüksek lisans yapıyor. Özel olarak Arapça ve Osmanlıca eğitimi aldı. İslam alimlerince yapılan çalışmalar üzerine ihtisas yapmak istediğinden bu proje tam ona göreydi. Çalışmalar sırasında fizik, matematik ve astronomiyle ilgili olarak hiç ismi duyulmamış olan alimlerin eserleriyle tanışmayı büyük bir şans olarak görüyor. Onu diğer fen bilimleri öğrencilerine müthiş bir örnek olarak gösteriyorum.Adile Özgünay: Boğaziçi Üniversitesi Tarih mezunu. Okurken Osmanlı arşivinde çalışmak hayali vardı. Süleymaniye Kütüphanesi gibi zengin bir kütüphanede çalışmayı iş olarak değil, eğitiminin devamı olarak görüyor. Çünkü burada çok şey öğreniyor. İşe başlamadan önce direkt eserlere dokunarak çalışacağını düşünmüştü ama onları dijital ortamda görmek bile ona heyecan verdi. Darısı diğer tarih öğrencilerinin başına.Bize çılgın bir proje gerekEL yazması eserleri okuyabilmek için sadece Osmanlıca, Arapça, Farsça bilmek yetmiyor. Fizik, matematik, tıp, biyoloji, ilahiyat alanındaki eserleri çözebilmenin yolu, öncelikle bu ilimlere ait ıstılahlara vâkıf olmaktan geçiyor.Ne yazık ki yazma eserleri değerlendirebilecek çok az uzmanımız var. Yabancılar, bizim gizli hazinemizle bizden daha fazla ilgileniyor. Amerika’dan, İngiltere’den, İtalya’dan, hatta Japonya’dan gelip burada araştırma yapanlar var. AB’nin el yazması felsefi eserleri tarayan bir projesi halen devam etmekte. TAMAM, köprülere, kanallara itirazımız yok da asıl bu konularda çılgın bir proje geliştirip bu eserleri tercüme edecek şahısları özel olarak yetiştirmek lazım. Çünkü ilahiyatçı fizikten, matematikçi edebiyattan anlamaz. Hem sosyal bilimlerde hem de pozitif bilimlerde kariyer yapmış insanlarımızı Osmanlıca hatta Arapça ve Farsça öğrenmeye teşvik etmezsek bin yıl geçse de geçmişimizden haberimiz olmayacak. Mazisi olmayanın atisi olur mu? Neden bu konuda özel bir okul açmıyoruz? Yeni bir havaalanı yapmaktan daha mı zor?Ücret alınmasa ne olur?İLK kataloglama 2. Abdühamid zamanında yapıldı. Daha sonra çeşitli zamanlarda yenilendiyse de günümüz şartlarında çok eksik ve hatalı çalışmalar oldu. 2013’deyiz ama tüm eski eserlerimizin tamir edilmesi ve dijital ortama geçirilmesi işi bile tamamlanmadı. Süleymaniye’de eserlerin önemli bir kısmı dijital ortama geçirildi ama bunların çoğu görüntü kalitesi kötü mikrofilmler halinde. Çağdaş teknolojiyle yenilenmesi ve derhal internet ortamında gösterilmesi lazım. Sanki çok ilgilenen varmış gibi, neden saklıyorlar anlayan varsa beri gelsin.BU eserlerin çoğu vakfedildiğinden ahde vefaya uyup ücretsiz faydalandırılmalı. Ne yazık ki dijital ortamda çoğaltmak isteyenler sahife başına 50 kuruş ödemek zorundalar. Diyelim Fuzuli Divan’ını tahkikli neşir yapacağım. Bütün yazma nüshalarını alıp karşılaştırmam lazım. Hangileri var, hangileri yok, hangileri Fuzuli’ye ait? Hepsini tarayacağım. Sırf Süleymaniye’de 50 tane Fuzuli’ye ait divan var. Her biri 200 sayfa. Aynı divanın farklı insanlar tarafından yazılmış versiyonları. Bazen bu divanlarda üç beş şiir farklı olabiliyor. Çünkü vaktiyle arzuya bağlı olarak derlenmiş. Fuzuli’nin bir beytinin altına başkasına ait olan beyitler de yazılabiliyor. Ben neşretmek için böyle 200 sayfalık divanlardan 50 tanesini alsam, yaklaşık 10 bin sayfa tutuyor. Sayfası 50 kuruştan 5 bin lira ödemem lazım. Hangi araştırmacının gücü buna yeter?SÖZÜN özü, zaten bir avuç olan araştırmacıların önündeki bütün engelleri kaldırın kardeşim. Siz yoksa bütün bu eserleri gün ışığına çıkartıp Türkiye’nin Cumhuriyet’ten sonra kaybettiği hafızasını geri getirmek istemiyor musunuz?

Cumhuriyet’in hain ilan ettiği Yüzellilikler’in hikâyesi

0
0
Birinci Cihan Harbi bitmiş, sıra mağlupların hesaplarını kesmeye gelmişti. İtilaf Devletleri, ağır yaptırımlardan oluşan anlaşmaları masanın üstüne bir bir koyuyordu.Diğer tüm devletlerle olduğu gibi Osmanlı da anlaşmaya varılmak üzere davet edildi. Paris yakınlarındaki Sevr kasabasında yapılan görüşmelere İstanbul hükümetini temsilen Padişah’ın eski sadrazamı Ahmet Tevfik Paşa memur edilmişti. Devletin bekasını emniyete almak niyetiyle girilen müzakereler daha ilk dakikalarda akamete uğradı. Zira anlaşma çerçevesinde Türk tarafına dayatılan hükümleri öğrenen Ahmet Tevfik Paşa, ‘devlet mefhumu ile kabil-i telif olmadığını’ ifade ederek görüşmelerden çekildiğini açıklamıştı.Sevr imzası ile gelen hainler listesiBu sıralarda Anadolu’da neşet eden Ankara Hükümeti ise İtilaf Devleti temsilcilerine tebligatlar yollayarak İstanbul Hükümeti’nden ayrı bir bağımsız meclisin teşekkül ettiğini ilan ediyordu. Görüşmelerin tıkanmasının ardından İtilaf Devletleri, Anadolu’da direniş havasını kırmak için çeşitli hamlelerde bulundu. Yunanları Anadolu’nun içlerine sürerek Anadolu’da oluşan direnci kırmak istese de bu emel hiçbir zaman tamama eremeyecekti. Yarıda kalan görüşmelerin ardından İstanbul Hükümeti’ni temsil eden ikinci bir temsilci heyeti, İtilaf Devletleri himayesindeki bir gemiyle Paris’e yol alacaktı. Sadrazam Damat Ferit Paşa, ağır yaptırım ve kabul edilemez hükümlerin gölgesindeki Sevr Antlaşması’nı imzaladı. 10 Ağustos 1920’de varılan anlaşma, Ankara Hükümeti cephesinde büyük bir tepkiye hedef olurken, başta görüşmeleri yürüten heyet ve milli iradeye karşı gelenler vatan haini ilan edildi. Bundan sonra milli irade karşıtı her türlü eylemde bulunanlar yakalanıp hapisedilirken, paçayı kurtarmak isteyenlerse soluğu yurtdışında alıyordu. İlerleyen süreçte Lozan Barış Antlaşması imzalandı. Kesintili ve uzun bir müzakere süreci sonucunda varılan anlaşma gereği gayrimüslimlerin hakları koruma altına alınıyordu. Konulan ayrı bir hükümle de Kurtuluş Savaşı zamanında Milli İrade’ye karşı gelen Müslüman vatandaşlara da genel af ile şefkat edilecekti. Ama bu anlaşmadaki hükmün geçerli olmayacağı bir zümre vardı ve Ankara Hükümeti içinde bu zümreye duyulan kin bir hayli büyüktü. Öyle ki, Lozan Barış Anlaşması’nın (24 Temmuz 1923) mezkur af maddesine bir şerh konularak 150 kişilik bir grup, aftan mahrum bırakılmıştı. Peki kimdi yeni kurulmuş bir ülkenin ilk hainleri? Neden 150 kişiyle sınırlı tutulmuştu? Aralarında, Osmanlı Devlet ricalinden önemli isimlerin bulunduğu bakanlar, eski Mebusan Meclisi üyeleri, polisler, mülkiyeliler, askerler, gazetecilerin de olduğu bu liste neye göre tayin edilmişti?‘Hain haindir! Prensibi ne?’Lozan Barış Antlaşması’nın hükmünce uygulanacak Umumi Af maddesi dışında yer alan 150 kişi elbette önceden bilinmiyordu. İtilaf ülkelerinden koparılmış sayılan bu hakla hareket eden Ankara Hükümeti için sıra bu kontenjana sığdıracak isimlere gelmişti. Zira hem hakim hem savcı konumunda bulunan meclis için hainlerin sayısı 10 binleri buluyordu. Bu derecede geniş çaplı bir listenin 150 kişiye indirilmesinde hangi prensibin korunacağı ise Meclis’te tartışma sebebi oldu. Dahiliye vekilinin çıkardığı 600’lük liste önce 300’e indirildi fakat Lozan Antlaşması’nda belirlenen 150 kişilik listeyi seçmek kolay olmadı. Oturumu yöneten Fethi Bey (Okyar) bir Ramazan gününe denk gelen ve hararetli atışmalara sahne olan oturumu yönetmekte zorlanıyordu. İsimlerin okunması esnasında, kimi vekiller seslerini yükselterek ‘Hain haindir! Prensip gerekmez’ diyerek itiraz ediyor, araya girerek ‘falancayı da dahil edin, o da haindir!’ diye bağırıyorlardı. 16 Nisan 1924 günü yapılan ve bir hayli uzun süren oturumda makus talihli 149 kişi oy çokluğuyla belirlendi. Boşta kalan yere Köylü Gazetesi sahibi Refet Bey de eklenerek 150 kişilik kontenjan tamamlandı. Liste oluşturulurken vekillerden her türlü menfi yorumlar, ısrarlar eşliğinde ilave isimler, tahkir içerikli cümleler Dahiliye Vekili İçişleri Bakanı Ahmet Ferit’in (Tek) konuşmasını kesiyordu. Dönemin sakıncalı kişisi Damat Ferit Paşa’nın ismi liste için okunduğunda, kalabalık arasından ‘Çoktan cehenneme gitti!’ diyenler bile olmuştu. (Listenin düzenlenmesinden evvel Ekim 1923’te öldü.) Falanca Yunan bayrağını öpmüştü, filanca azılı haindi sesleri eski Meclis’in duvarlarında yankılanıyorken, istediği isimleri listede görenler de Dahiliye Vekili’ne ‘Allah sizden razı olsun!’ diyerek şükranlarını sunuyordu.Listeye alınanların yarısından fazlası ÇerkezAlınan kararla af maddesine konulan 150’likler şerhi, yurtdışına çıkan ‘hainlerin’ öncelikle vatandaşlıktan çıkarılmasını gerektiriyor ve Türkiye’de ikamet etmeleri yasaklıyordu. Mezkur şahısların Türkiye sınırları içinde bulunan mallarını tasfiye etmeleri için dokuz aylık bir mühlet verilecekti. Kabarık listedeki yasaklıların başında Son Padişah Vahdettin’in mahiyeti olmak üzere eski Kabine Azaları, Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi, Sevr Antlaşması’nı imzalayan heyet, Kuvay-ı İnzibatiye, Çerkez Ethem’in avanesi ve dönemin ünlü gazetecilerinden Refik Halit Karay bulunuyordu. Hâlâ milli irade karşıtı eylem içinde olanlar meclis zabıtlarında özellikle belirtilirken, makus listede yer alanlar karar alındığında çoktan dünyanın dört bir yanına dağılmışlardı. O dönemlerde hakkında tevkifat (tutuklama) kararı çıkarılan siyasiler, öncelikle İngiliz Konsolosluğu’na sığınıyor, oradan da vapurla sair ülkelere yerleşiyordu. Liste içinde yer alanlardan 86 kişinin Çerkezlerden oluşması listenin bir diğer dikkat çeken tarafıydı. Başta Çerkez Ethem’in kardeşleri Reşit ve Tevfik olmak üzere dokuz kişi, ‘Şark-i Karib Çerkezleri Cemiyeti’ kongresine katılan 18 kişi, Gönen ve dolaylarında Anzavur’la işbirliği yaptıkları gerekçesiyle 40 kişi ve diğerleri de Kuvay-ı İnzibatiye ve Vahdettin’in maiyetinde bulunmaktan dolayı listeye dahil edilmişlerdi.14 sene sonra gelen af, yaraları sarmadıAradan geçen yıllarla beraber, Cumhuriyet’in ilk yıllarında hain ilan edilen 150 kişi için menfi-müsbet gazete yazıları yazılıyor ve özellikle devrin önemli yazarlarından sayılan Refik Halit (Karay)’ın tekrar yurda dönmesi için çağrılar yapılıyordu. Türkiye Büyük Millet Meclisi 16 Temmuz 1938 tarihinde çıkardığı yeni bir kanunla bir zamanlar umacı ilan edilen zümrenin vatana dönmelerindeki engelleri kaldırdı. Ancak kanun yürürlüğe girdiği tarihten itibaren bu kişilerin sekiz yıl boyunca devlet kademelerinde memur olarak çalışmalarına izin verilmedi. Askerlik, hakimlik ve zabitlik gibi eski mesleklerini yapabilmelerine de imkan kılınmamıştı. Bundan dolayı 150’liklerin birçoğu memleketlerine dönmeye bir engel olmamasına karşın, bulundukları yerden ayrılmayacak ve bazıları yurtdışında yoksulluk içinde ölecekti. Bu isimlerden Refik Halit, kaldığı Halep’ten ayrılarak 16 yıllık bir sürgünün ardından yurda döndü. Aydede Mizah Dergisi’ni çıkardı. Alemdar Gazetesi sahibi Ref’i Cevat (Ulunay) da affın ardından yurda dönenlerden. İstanbul’a gelince gazeteciliğe devam etmiş, Yeni Sabah ve Milliyet gazetelerinde vefatına kadar çalışmıştır. Eski Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi ise çıkarılan kanun sonrası Yunanistan üzerinden Mısır’a geçmiş, El Ezher Üniversitesi’nde ömrünün sonuna kadar ders vermeyi tercih etmişti (1954). Sevr Anlaşması’nı imzalayan heyetin içinde bulunan ve devrin hatırı sayılır isimlerinden şair, filozof ve devlet adamı Rıza Tevfik ise, af sonrası Hicaz, Amerika, Ürdün ve Lübnan üzerinden yurda geri döndü. Kendi tabiriyle ‘hesaplaşmak için değil, vedalaşmak için’ gelse de, kimseden alaka göremedi. Rıza Tevfik, yaşamını Vakıf Gurebâ Hastanesi’nde yitirecekti. 150’likler listesinin en çarpıcı isimlerinden olan ve düzenli birliklere katılmayı reddeden Çerkez Ethem ise o hengamede Yunanistan üzerinden Berlin’e gitti. Burada tedavi gördükten sonra soydaşlarının yerleştiği Ürdün'e gitti ve başkent Amman'da öldü (1948).Milli Mücade yıllarından bir kare. Mustafa Kemal Paşa’nın sağ tarafında bulunan Çerkez Ethem.İmzayı atmak yine bir Çerkez’e düştü150’likler listesini Meclis kürsüsünde isim isim okuyan Dahiliye Vekili Ahmet Ferit Bey hakkında yazılan bir yazı, tartışmaların son günlerine damgasını vuracaktı. 28 Nisan tarihli Vatan Gazetesi’nde Ahmet Emin (Yalman) tarafından yazılan bir makale, Ferit Bey’in sınır dışı edilen zengin Ermenilerin yeniden Anadolu’ya dönmesi için yardım ettiği iddialarına yer veriyordu. Ayrıca kendisinin Damat Ferit Paşa hükümetinde Bayındırlık Bakanı iken çektiği gizli telgraflarda yer alan Milli Mücadele ve Mustafa Kemal hakkındaki olumsuz bazı ifadeler de gün yüzüne çıkmıştı. Eleştirilere daha fazla direnemeyen Ahmet Ferit Bey, 21 Mayıs 1924’de istifa etti. Yarısından fazlası Çerkez kökenli olan 150’likler bildirisinin altına ne gariptir ki İçişleri Bakanlığı’na yeni atanan ve yine Çerkez kökenli bir bakan olan Recep Bey (Peker) imza atacaktı.Kaynak:Emin Karaca, 150’likler, Altın Kitaplarİzzet Aydemir, Yüzellilikler Listesi ve Çerkesler, www.kaffed.orgTarih ve Toplum Dergisi Ekim 1989Doç. Dr. Ali Satan: 150’liklerin belirlenmesinde kıstas hainlik değil, yeni rejime muhalefet olduİlk dönem Cumhuriyet Devri uygulamalarında dikkat çeken konu, Lozan Antlaşması’nda Türkiye’nin genel af ilan etmesi konusunda ikna edilmiş olmasıdır. Yani İtilaf Devletleri’nin beş sene süren fiili işgallerinde onlarla işbirliği yapan çevreler bir şekilde korunma altına alındı. İkincisi, zaferden sonra İstanbul’a gelen Refet Paşa ile İngiltere’nin İstanbul Yüksek Komiseri General Harrington arasında gizli bir anlaşma yapıldı. Bu anlaşma, İtilaf Devletleri’yle ilişkisi ifşa olunanların 1922 sonuna kadar Türk makamlarına başvurmadan ülkeyi terk etmelerinin önünü açıyordu. Üçüncü konu ise 150 kişi seçilirken sadece düşmanla işbirliği konusu değil, yeni kurulmakta olan rejimle ters düşen ve ileride potansiyel tehdit ve tehlike teşkil edebilecek, rejim muhalifi kişiler de bu listeye dahil edilmişti. Ancak liste kâfi gelmedi, daha sonra özellikle ordu ve bürokrasinin farklı makamlarında yer alan isimler arasında da ayıklamalar yapıldı.

Haftanın Albümleri

0
0
Joshua Bell ‘batı yakası hikâyesi’ anlatıyor Joshua Bell, günümüzün en yetenekli genç müzisyenlerinden biri. People Dergisi'nin ‘Dünyadaki En Etkili 50 İsim'den biri olarak seçtiği Amerikalı keman virtüözü, kendine has tekniği ve özgün yorumuyla takdir topluyor.Joshua Bell, Tchaikovsky, Beethoven, Sibelius ve Goldmark albümlerinden sonra şimdi de Bernstein'ın ünlü eseri West Side Story'yi Sony Müzik etiketiyle müzikseverlerle buluşturdu. 1918-1990 yılları arasında yaşamış sadece klasik müzik tutkunlarının değil, tüm müzik severlerin aşinası olduğu Leonard Bernstein'ın ünlü eseri West Side Story'nin büyük ustalıkla sergilendiği bu özel albümde sanatçıya usta şef David Zinman ve The Philharmonia Orchestra eşlik ediyor. Güncel bir Romeo ve Juliet uyarlaması olan ve sahnelendiği dönem Bernstein'ı büyük kitlelerle buluşturmuş bu eser, büyük yankı uyandırmış, defalarca müzikal gösteri olarak sergilenmişti. Bell'in bu çalışması klasik müzik tutkunları için arşiv değeri taşıyor.Sırrı Er’den Mevlâ’ya YakarışÖzellikle şiirleriyle tanınan Sırrı Er'in davudi sesiyle seslendirdiği İsmi Azam'ın yer aldığı “Mevlâ'ya Yakarış” albümü Mina Müzik etiketiyle yayınlandı. Birçok seminer ve konferans düzenleyen Sırrı Er'in, doğru iletişim, etkili konuşma ve beden diliyle alakalı çıkardığı kitaplar yoğun ilgi gördü. Er, 2000’den itibaren çeşitli radyo ve ulusal televizyon kanallarında sunuculuk ve program yapımcılığı görevlerinde bulundu. Sırrı Er, bu albümde Esmaü'l-Hüsna'yı vesile ederek Allah'a ciddi bir yalvarış çabası içinde. Mânevi duyguların zirveye çıktığı on bir ayın sultanı Ramazan ayında gelen bu albüm, bütün sene dinlenebilecek ve gönüllere huzur verecek bir eser. Allah'ın güzel isimlerinin anlamlarıyla seslendirildiği bu çalışmada, neyle birlikte bir musiki de dinleyenlere eşlik ediyor. Esmaü'l-Hüsna'nın anlamına biraz olsun vâkıf olabilmek için Sırrı Er'in bu çalışması iyi bir girizgâh.Mızraplar, longa ve sirtolara dokunduUdi Caner Altınbaş ve kanun sanatçısı Bora Dicle, Longa-Sirto isimli albümü müzikseverlerle buluşturdu. Sanatçılar yıllardır süren müzik yolculuklarını daha geniş ortamlara taşımak amacıyla Mızraplar ismiyle bir araya geldi. Bu beraberliğin ilk durağı da ‘longa ve sirto'lar olmuş. İsmi Latince longua (uzun) sözcüğünden gelen longa, klasik Türk müziğinde yürük özellik taşıyan dört bölüm iki dörtlük ritimden oluşan bir oyun havası formu. İlk Türk longaları, 1880 yıllarında bestelendi. Fasıl programlarının sonunda ya da saz eserleri icrasında hareketli besteler olarak icra edilmiş. Sirto ise Türk sanat musikisi bünyesinde ‘oyun havası’ sayıldığı halde hiçbir zaman raks unsuru olarak icra edilmemiş, hareketli bir saz eseri olarak kullanılmış. Bu albümde ikili Rast 14'lü, Şahnaz Sirto, Sultaniyegah Sirto Kürdilihicaz Longa. Çargah Sirto, Nikriz Longa, Şehnaz Longa gibi musikimizin önde gelen saz eserlerini yorumluyorlar.

Cehenneme bir tek ben gideyim ama geriye kalanlar iyi olsun

0
0
Bu Akşam Ölürüm şarkısıyla bir dönem en çok konuşulan müzisyenlerden olan Murat Kekilli, Gümüş Teller albümüyle karşımızda. Bugüne kadar kimseye minnet etmediğini söyleyen sanatçı, alabildiğine özgür bir insan olduğunu söylüyor. Birçok kişi onun köyde ya da dağlarda olduğunu sanıyor ama o, İstanbul'da metropolün göbeğinde yaşıyor.Herkes sizi göçebe sanıyor yerleşik hayata geçtiniz mi?Zaten yerleşik bir hayat yaşıyorum. Göçebeliğim çocukluğumdaydı. Kışları Adana’da olur, yazları yaylaya çıkardık.Ama albüm dönemleri haricinde Adana’da ya da başka bir yerde görüyoruz sizi...İnsanlar beni köye çekildi, dağlara gitti sanıyor. Sürekli olarak orada hiç yaşamadım. Şehirde ve metropolün göbeğinde yaşıyorum. İlk dönemki üç-dört aylık kayboluşumu saymazsak hep üç beş günlük gidip geldim. Ama insanlar sürekli ekranda görmek istiyor. Öyle bir hayatım olmadı, olamaz da. Sürekli İstanbul’da yaşıyorum. Bir zamanlar hakkımda çok kötü haberler yapıldı. Bunlarla baş edemeyince çekilip köşeme sadece müziğimle meşgul oldum.Hep Murat Kekilli köyde yaşıyor gibi bir imaj var insanların kafasında. Sizce neden?Bir televizyon programında ‘arkadaşlarla bahçeye ektiğimiz soğanları yiyoruz’ demiştik. Halbuki bir öğrenci evinin önündeki iki metrekarelik bir bahçeydi. İnsanlar beni köyde yaşayan, çiftçilik yapan bir ailenin oğlu olarak kafalarında tasarladı. Bu kötü bir şey değil ama benim gerçekten böyle bir hayatım olmadı. Babam sütçü olduğu için çocukluğumda süt sattım. Ekonomik zorluklar içinde büyüdüm. Sağlam bir varoş mahalleden geldim ama çok mutlu bir çocukluk geçirdim.Bir dönem kazandığınız bütün parayla bir arazi alıp orayı ağaçlandırdığınız doğru mu?Halen ağaç dikiyorum. Peygamber Efendimiz’in ‘Kıyametin koptuğunu görseniz bile ağaç dikin’ diye bir hadisi var. Gelecek kuşaklara çöl teslim etmek istemiyorum. Soruyorlar ‘Sosyal sorumluluk projesi olarak ne yapıyorsunuz?’ diye. Ben kendim yapıyorum bunu. Yapıyor ve yaşıyorum, protokole gerek yok. Ayinesi iştir kişinin lafa bakılmaz.Yeni albümünüzün adı Gümüş Teller. Sanırım bir kinayesi var...Saçımıza aklar düştü. Yaşlandıkça fizyolojik ve duygusal olarak bir şeylerin değiştiğini fark ediyorsunuz. Yaşlandığıma üzülmüyorum artık her şeye daha olgun bakmaya başladım. Hayatı ‘Rızkı veren Hüdadır, kimse minnet eyleme’ tadında yaşamaya başladım.Minnet etmediğiniz için zorluk yaşadınız mı?Hiçbir tehdit karşısında boyun bükmedim. Parayla ilgili çok teklifler geldi. ‘Çok kazan mutlu ol’ diyen insanlar geldi. Kişisel gelişim kitapları bizi yanlış yönlendirebilirdi. Ama çok şükür Allah yüzümüze baktı ve kendisini unutturmadı. O giderse her şey biter. Dünyayı bir yanına, güneşi bir yanına koysalar bir şey ifade etmez. Benim durumumda bir insan sistem için çok tehlikeli. Oyunu ve bütün akışı bozuyorsun. Benim Allah’a normal bir insandan daha çok şükür etmem gerek.Neden?Çünkü sürekli bunu aklımda tutuyor ve kimseye minnet etmiyorum. Beni esir edemediler, alabildiğine özgürüm. O yüzden Gümüş Teller benim özgürlük yanım oldu.Kişisel gelişim kitaplarıyla bir sorununuz mu var?Kişisel gelişim kitapları ‘kendinle barışık yaşarsan herkesle barışık yaşarsın’ diyor. Ben kendimle barışık yaşamıyor, tam tersine savaşıyorum. Kendinle savaşırsan insanlarla barışık yaşarsın. Asıl kendini seversen sorun var demektir. Bizi hep kandırdılar. Geçenlerde bir radyo programında sunucu Murat Bey, sizden iyi olmasın, diye bir şey söyledi. Ben de dur, dedim. Neden benden iyi olmasın, dedim. Herkes benden iyi olsun. Herkes benden nefret etsin ama yeter ki benden iyi olsun. Dünyadaki en kötü insan ben olayım. Cehenneme bir tek ben gideyim ama geriye kalanlar iyi olsun.Albümde farklı bir doğu-batı sentezi yapıldığını görüyoruz.Doğu-batı daha önce de yapıldı. Ama önceleri bu çok tedirgin bir şekilde oluyordu. Bundan korkmamak gerek. Batıda insanlar inancını yaşamaktan korkmuyor ama Müslümanlar korkuyor. Bu albümde Minnet Eylemem diye bir şarkı var. İnsan illa ki bir şeyden korkmak istiyorsa Allah’tan korkmalı.Sizin de geçmişte yaşadığınız korkularınız olmadı mı?Eskiden bir tedirginlik vardı, şimdi had safhada özgürüm. Alışkanlık ve bağımlılıklarımız en büyük kepazeliğimiz haline geldi. Özgürlük tanımının yeniden tanımlanmaya ihtiyacı var. Her istediğini yapmak özgürlük değildir. Aklındaki ve kalbindeki kelepçelerden kurtulman özgürlüktür. Allah’a şartsız koşulsuz inanmakla özgür kaldım. Dünyanın en özgür insanıyım.Hakkınızda birçok olumsuz haber yapılsa da insanlar sizi seviyor. Hatta sevmeyen, olumsuz düşünen yok denilecek kadar az...Aslında bundan rahatsızlık duydum. Bir sorun var o zaman dedim. Birisi de beni sevmesin. Peygamberleri bile sevmeyen insanlar var. Nasıl beni sevmeyen olmaz? Mutlaka biri de beni sevmesin diye bir yerleri kaşıdım. Artık sevmeyenlerim de var.Haluk Levent, Kıraç ve sizden sonra Anadolu rock müziğiyle ilgili iddialı çıkışlar olmadı. Bunun sebebi ne sizce?Yaptığınız müzik belli bir süre sonra doyuma ulaşıyor. Bir müddet acıktırılması gerekiyor. Bir şeyi yüksek dozda verdiğinizde insanlarda doymuşluk oluyor, bu normal. Bir açlığa ihtiyaç var. 70’li yıllarda Cem Karaca, Barış Manço vardı. Sonra bir boşluk oluştu ve ardından bizim jenerasyon geldi.Kime başkaldıracağınızı iyi bilmeniz gerekMüzik piyasasını nasıl değerlendiriyorsunuz?Şu anda uyku halindeyiz, uyanacağız inşallah. İnsanlar medya tarafından sadece bir yöne kanalize ediliyor. Bir tür müzik dinleniyor ve seviliyor gibi gösteriliyor. Arada bir sistem karşıtları çıkar, gitarın bir telini koparır ve ahenk bir anda bozulur. Biraz beklemek ve sabretmek gerek.Kendinizi bu piyasaya ait hissediyor musunuz?Benim piyasada ne işim var? Piyasa alınıp satılabilen bir yerdir. Bizi sevenler, gönül insanları dinler. Felsefemizi takip edenler, Kekillist olanlar…Nedir sizin felsefeniz? Kekillist ne demek?Bazı şeyler yitip gidiyor, unutulmaya yüz tutuyor. Düşene kimse el uzatmıyor. Afrika’yı, Afganistan’ı, Myanmar’ı, Mısır’ı, Suriye’yi layıkıyla önemsemiyoruz. Ölenler umurumuzda bile değil. Bizim inancımızdan olmayan, acı çeken diğer insanları da önemsemiyoruz. Yukarıdakini aşağıya çekmiyor, hayatı eşitlemiyoruz. Sadece kendimizi düşünüyoruz. Her türlü kötülüğü yapıyoruz. Kekillist dedik ya; işte bunları hatırlatmaya ihtiyacımız var.Günceli takip eden birisiniz. Gezi olaylarına birçok sanatçı destek verdi. Sizin bakışınız nedir?Onunla ilgili yorum yapmak istemiyorum.Cem Karaca ile Barış Manço olsa gitmezdi dediniz mi?Gitmezdi demedim. Acaba ne yaparlardı dedim. Farklı mı düşünürlerdi, benim gibi mi düşünürlerdi diye sordum.Siz ne düşünüyorsunuz?İnce ve hassas bir konu bu. İncitmeme adına susmayı tercih ediyorum. Susmak da bir eylemdir. Ama şunu söylemem gerekiyor. On yıl evvel yurtdışına gittiğimizde aşağılanıyorduk. Çok tartıştığım oldu polislerle. Alıkonuldum. Sırada bekleyen Türk vatandaşlarına kötü davranıyorlar diye karşı çıktım. Şimdi el üstünde tutuyorlar. Halkım için kavga ettim ve baş kaldırdım. Nerede baş kaldıracağını iyi bilmek gerek. Mazlumlara gariplere baş kaldırılmaz. Kapitalizme baş kaldırılır.Barış süreci hakkında ne düşünüyorsunuz?Barış süreci bence başarıyla tamamlandı. Bu kardeşliğe hepimizin ihtiyacı var. Acı dünyanın neresinde olursa olsun insanların bundan canı yanmalı. 11 Eylül’de üzülmedik mi? Sonuçta insanız ve hepimiz kardeşiz. Ama bu ülkede yaşıyorsun ve buradaki acı daha çok acıtıyor.Ayda konser vermek istiyorumMüzik haricinde neler yaparsınız?Kitap okurum. Hollywood ve İran sinemasını çok seviyorum ve takip ediyorum.Sporla ilgileniyor musunuz?Halı sahada futbol oynuyoruz fırsat buldukça. Takım tutarım ama fanatik değilim. Bütün takımlarımızın Avrupa kupalarında iyi yerlere gelmesini istiyorum. Yıllardır yurtdışında çok mağdur edildi. Türk takımlarına çok haksızlık yapıldı.En büyük hayaliniz nedir?İki hayalim var ama ikisi de ütopik. İlki yukarıdakileri aşağı çekmek, aşağıdakileri yukarı kaldırıp dengeyi sağlamak. İkinci hayalim de ayda konser vermek. Şimdilik ikisi de mümkün gibi görünmüyor.Bayramla ilgili ne düşünüyorsunuz?Bayram, savaşlar kadar insanlara tesir edebilirse, insanlık bayramdan nasibini alabilirse güzel şeyler olur. Savaşa olan istek kadar bayram isteğimiz, paylaşma isteğimiz olursa her şey güzel. Bayramlara çok ihtiyacımız var. Her bayram bir zaferdir.

Annem oyuncu olamayınca beni oyuncu yaptı

0
0
Bala Atabek’i ekranlarda ilk kez Benim Annem Bir Melek dizisinde ‘Hasıla’ karakteriyle tanıdık. Dizide küçük bir rolü olmasına rağmen izleyiciye kendisini çok sevdirdi.Bir süredir de Beni Böyle Sev dizisinde Fahriye karakterini oynuyor. Kendisiyle dizi sezon finaline girer girmez görüşmek istedik ama fotoğraf merakından hemen yurtdışına kaçmış! Aralık ayında Fotoğraf Evi’nde açacağı sergi için Avrupa’yı turluyormuş meğer. Türkiye’ye döner dönmez keyifli bir röportaj yaptık. Atabek, tıpkı ekrandaki gibi, gerçek hayatta da ilginç bir karakter. Altı yaşındayken kaybettiği babasından miras fotoğraf makinesini elinden hiç düşürmüyor. Bir yandan da Merkür adlı müzik grubunda alternatif rock yapıyor. Her cümlesi çok samimi ve içten. Gerçekleri söylemekten de hiç çekinmiyor. Örneğin; onu şimdiye kadar ekranlarda 35-40 yaşlarındaki rollerde görmemizin tek sebebinin kiloları olduğunu söylüyor.Nereden geliyor bu fotoğraf merakı?Babam 1980’li yıllarda gazeteciydi ve fotoğraf makinesini yanından ayırmayan bir adamdı. Sürekli omzunda gördüğüm o makineyle ilişkisini hep kıskanıyor ve her fırsatta ben de fotoğraf çekmeye çalışıyordum. Fotoğrafçılığa olan ilgim konservatuvarda arttı.Niçin?Annemin verdiği harçlıkları biriktire biriktire ilk makinemi o zaman aldım çünkü. Zenit almıştım hatta, efsane makinedir kendisi, bilirsiniz. Ondan sonra kimse tutamadı beni.Hâlâ Zenit’le mi devam ediyorsunuz çekmeye?Hayır, şimdi babamın bana miras bıraktığı makineyle çekiyorum.Baba yadigârı makineyle sergi açmak güzel olsa gerek. Nasıl kareler bekliyor bizi bu sergide?Serginin adı İtalyan Gölgeleri. İtalyan bir arkadaşla çektik. Yani daha çok İtalya’nın mimari özelliklerini görebileceğiniz bir sergi olacak. Sonra İspanya sergisi de olacak, orayı da yeni fotoğrafladım.Ülkeleri neye göre seçiyorsunuz?İtalya çok sevdiğim bir ülke olduğu için tercih ettim. İspanya’yı çekmemin nedeni ise tamamen anneannem. Vefat etmeden önce hep İspanya’ya gidip Tibidabo Tepesi’ni görmemi isterdi. Gençken arkadaşlarıyla gitmiş ve o manzarayı unutamamış. 60 yaşından sonra şeker hastalığı dolayısıyla kör olmuştu ama o manzarayı anlatıp dururdu. Ben de şimdi onun anısına gittim. İspanya’yı ona atfediyorum yani.Fotoğraf dışında başka projeler de olacak mı yakın zamanda?Önümüzdeki sene uzun metrajlı bir film denemem olacak. İlk kez başrol oynayacağım. Nisan-mayıs gibi çekimlere başlayacağız. Bunun dışında Merkür diye bir müzik grubumuz var yeni.Merkür mü? Ben Basta’da kalmışım...Ya sormayın, Basta dağıldı. Kız kıza güzel idare ediyorduk aslında ama biri evlendi barklandı, diğeri okumak için yurtdışına gitti. Ben de böyle cücük gibi ortada kaldım. (Gülüyor) Şimdi başka arkadaşlarla Merkür’ü kurduk. Alternatif rock yapıyoruz ama pop ezgileri de var içinde.Basta, hard rock çizgisindeydi. Merkür biraz daha piyasaya mı hitap edecek?Yok ya öyle demeyin. Biz yine hard rock yapacağız diye oturduk aslında ama bir baktık cıptıs cıptıs bir şey çıktı ortaya. Gönüllerimiz bu sıralar çok pırpır olduğundan herhalde. Aysel Gürel’in rock versiyonu gibi. Sözler, ritimler o kafada.Ne zaman çıkar albüm?Bu sene sonuna doğru çıkacak. Çünkü çok heyecanlıyız.Müzikten bahsederken, oyunculuktan bahsettiğinizden daha çok gözleriniz parlıyor?Olabilir aslında. Çünkü müzik genlerimde olan bir şey. Evde hep piyano, keman vardı. Klasik müzik, jazz falan çalardı. Anneannem tam bir müzik hastasıydı anlayacağınız. Ben müzikte daha haydutsu takılıyorum ama onlardan da etkilendim tabii.Babadan fotoğrafçılık, anneanneden müzik geçmiş genlere. Ya annenizden?Anne, ah anne ah! Annem oyunculuğa başlama nedenimdir. Veteriner olacaktım aslında, hayvanlara aşı yapayım kafasında bir kızdım. Ama annemin içinde bir ukde varmış oyunculuğa dair. Gençliğinde oyuncu olmak istemiş ve belediye tiyatrosu sınavlarına girmiş. Yıldız Kenter falan varmış jüride ve o jüriden geçememiş. O zaman içine nasıl oturduysa, beni sürekli oyunlara götürürdü, yok operalar, yok baleler vs. Böyle geçti çocukluğum. Sonra da hayalini benim üzerimde gerçekleştirdi.Kendinizi hangisinde daha başarılı hissediyorsunuz?Ooo, ne desem şimdi! Valla benim hiç öyle büyük iddia ve hırslarım olmadı. Ama hepsine ayrı ayrı yüreğimi koymaya çalışıyorum. Dilerim ki hepsinde eşit derecede başarılı olabileyim. Çünkü hepsini yaparken gerçekten çok mutluyum.Farklı alanlara olan ilgi biraz da sosyal olmanızdan kaynaklanıyor sanırım.Eğer gece hayatını falan kastediyorsak benim gibi domestik insanda hiç olmaz. Ben limon kolonyalı mendille kapı tutarım. Sigara içilen ortamda hiç duramam. Gece kulüplerinde hiç işim olmaz o yüzden. Basık, dar, kalabalık mekânlar, yoğun müzik hiç bana göre değil.Ekran karşısında olmak gibi bir fikrim yoktuAslında hayatınızda oyunculuk daha arka planda olmalıymış gibi ama yıldızınız oyunculukla parladı.Evet öyle oldu. Tiyatro oyunu ya da film yönetmenliğine daha yatkın gibi hissediyordum kendimi. Aklımda hiç kameranın karşısına geçmek yoktu. Ama öyle bir denk geldi ki, kaçamadım. Mezun olduktan iki yıl sonra ajanstan arandım ve BKM projesi olan ‘Benim Annem Bir Melek’ dizisi için rol teklif ettiler. Yani bir şey Allah tarafından yazıldıysa, o sizi buluyor. Şimdi ekran karşısında olmaktan çok mutluyum.Benim Annem Bir Melek dizisinde yan karakterlerden biriydiniz ama herkese çok sevdirdiniz kendinizi. Neydi Hasıla’nın cazibesi?O biraz senaristle de alakalı. Bir de oynadığınız partnerle elektriğiniz tutuyorsa, öyle bir yere gidiyor ki rol, seyirciyi içine almayı başarıyor. O yüzden burada Mert Öner’i de anmam lazım. Gerçekten karı-koca diyaloğunu çok iyi tutturduk.Mert Öner’le görüşüyor musunuz hâlâ?Tabii ki, ilk kocam o benim. Nasıl görüşmeyeyim. (Gülüyor)Benim Annem Bir Melek uzun solukluydu ama Türk’ün Uzayla İmtihanı öyle olmadı.Şansı olmadı o dizinin. Aman varsın arada da öyle olsun ki hayat bize onlarla da doğru yolu gösteriyor.Pişmanlık yok mu?Yok yok, kesinlikle.Peki, ne kattı size Türk’ün Uzayla İmtihanı?Bana daha seçici olmam gerektiğini öğretti dermişim şimdi. (Gülüyor) Yok ya, o da çok ayrı bir deneyimdi. Kısa süre de olsa Tayfun Güneyer’le çalışmak ayrı bir zevkti. Zeki ve parlak bir insan. Okuduğum her senaryonun, oynamasam dahi, bir kapı ve olgunluk sürecine yardım eden bir karşılaşma olduğunu düşünüyorum.Yaşımdan büyük rolleri oynamamın sebebi kilolarımdıKendinizi bulduğunuz dizi Beni Böyle Sev olmalı.Tabii ki. İlk kez kendi yaşımda bir rolü oynuyorum.Şimdiye kadar hep 35-40’lı yaşlardaki rollerde yer aldınız. Neden kaynaklandı bu?Aman Allah’ım, bu sorunun cevabı çok uzun. Nereden başlasam ki… Derler ki oyunculuğun kiloyla alakası yok. Ama ben ‘Beni Böyle Sev’ dizisindeki yaşı oynamak için 15 kilo verdim. Ancak bu şekilde şu andaki yaşıma daha yakın bir profil çizebildim. Sonra da bu rol oldu zaten. Kendini forma sokmakla alakalı.Makyajlı yüzleri sahte buluyorumDizilerde hep makyajsız görüyoruz sizi. Rol gereği mi diye düşünüyordum ama gerçek hayatta da böyle olduğunuzu gördüm.Makyajı çok sevmiyorum. Bana çok sahte geliyor makyaja bulanmış yüzler. Fotoğrafçılıkta doğallığı yakalamaktan gelen bir alışkanlık olabilir.Güneşi Gördüm ve Eyyvah Eyvah dışında başka filmlerde rol aldınız mı?Hayır. Çünkü gelen teklifler çok sulu komediydi. Ben çılgın gibi dram yapmak istiyorum. Modası geçti biraz belki ama doğulu bir kadını oynamayı çok istiyorum. Doğulu bir hanım ağa süper olur mesela.Yine orta yaşlara gittik ama!Hakikaten öyle oldu değil mi? (Gülüyor) Ama ne yapayım çok istiyorum. O kadınların gözleri, ifadeleri, duruşları beni çok etkiliyor. Ha bir de Karadeniz damarı tutmuş deli bir kadını oynamayı çok isterim.

[Bizim Köy] Müebbet kreş verilsin!

0
0
Çocuklara tahammülü olmayan ebeveynlere maalesef alışkınız. Lakin ABD'de öyle bir olay yaşandı ki onlara rahmet okutacak cinsten.Bir giyim mağazasında çalışan 22 yaşındaki Paul Marquez, kız arkadaşının iki aylık bebeğinin fotoğrafını bir web sitesinde ‘satılık bebek’ başlığıyla yayınladı. Bebeğin ailesi adına ilan veren Marquez, bebeğin oynamayı ve eğlenceyi sevdiğini ama astım hastası olduğu için istemediklerini ekledi. Bir kişinin bebeği almak için araması üzerine ilandan haberdar olan 19 yaşındaki anne, polise başvurdu. Marquez'in ‘çocuğun huzurunu tehlikeye atmak ve taciz’ suçlamasıyla bir yıla kadar hapsi isteniyor. Lakin çocuklarla kaynaşması için kendisine müebbet kreş cezası verilse daha yerinde olurdu.Sana prenses olamazsın demedim...İngiltere veliaht prens heyecanını yaşıyor, ama ilginç bir tartışma eşliğinde. 22 Temmuz'da dünyaya getirdiği bebeğinin doğum belgesinde mesleği ‘Birleşik Krallık Prensesi’ olarak belirtilen Cambridge Düşesi Kate'in unvan karmaşasını Buckingham Sarayı çözdü. Yapılan açıklamaya göre Kate'in eşi Prens William'ın unvanını kullanma hakkı var. “Düşes, ‘Princess William of Wales' (Gallerli William'ın Prensesi) unvanını kullanabilir, ancak ‘Prenses Kate' olarak anılamaz.” dendi. Kate'e soylu olmadığı için prenses unvanı verilmediği iddiaları da mevcut.Hastanede yaşıyor!Allah düşürmesin, deriz hastaneler için. Lakin oradan çıkamayanlar da var! Bebekken çocuk felci geçiren Brezilyalı Paulo Henrique Machado, 45 yıldır Sao Paulo şehrindeki Clinicas Hastanesi'nde yaşıyor. 45 yaşındaki Machado, solunum cihazına bağlı olarak hayatını devam ettiriyor,başkasının yardımı olmadan yürüyemiyor. Hastaneden yalnızca 50 kere çıkan Machado, bir üniversitede bilgisayar animasyonu eğitimi almış.

Bir çift lastik uğruna...

0
0
Aşağıda okuyacaklarınız tamamen yaşanmış bir hadisedir. Pekâlâ takdir edebileceğiniz gerekçelerle şahıs ve yer isimlerini değiştirdim.*Bundan on, onbeş sene önce geçiyor hikâyemiz.Kahramanımız bir avukat. İstanbul'da yaşıyor; işleri fena değil; orta yaşlarda, başarılı, yakışıklı biri.Bir bahar sabahı eviyle yazıhanesi arasındaki 20 km'lik çevre yolunda otomobiliyle giderken tabiata dalıyor, ulvi duygulara kapılıyor. Yaşadığı güzellikler için hamd ediyor. Böyle nikbin ve güzel hisler içinde keyifle otomobil sürerken hatırlıyor ki arabanın lastikleri bayağı aşınmış, hatta kabak denilse yeridir duruma gelmiştir. Kendi kendine,-Oğlum, diyor, “Lastik önemli; araban eski olabilir ama lastiğe para verirken acımayacaksın, çünkü can taşıyor. Lastik bir, fren tertibatı iki.”Niyeti, iki gıcır lastik alıp önlü arkalı çaprazlama taktırarak vaziyeti bir süre daha idare etmek.Birkaç kilometre sonra kendine kızmaya başlıyor,-Yav sen ne cimri, ne eli sıkı adamsın; Allah'a şükür kazanıyorsun oğlum. Niçin çift lastik düşünüyorsun; git hepsini değiştir imkânın varken; ayıp ayıp... Bak Cenab-ı Hak seni hiç hesapta olmayan imkânlarla, rızıkla nimetlendirdi. Binaenaleyh mademki dört lastik alacak imkânım var; öyleyse onları biraz daha zorlayarak niçin yeni bir otomobil almıyorum ki kendime?”“Alabilir misin, alamaz mısın; borçlanırsan nasıl ödersin?” gibi düşüncelerle boğuşurken kararını kesinleştiriyor. Tanıdığı bir galerici vardır; galeride araba kıyamet gibi. Eski tanıdık, güvenilir bir dost. Doğru oraya.Selam, aleykümselam, çaylar, kahveler derken mevzu açılıyor. Arkadaşı,-Vallahi sana yakışanı yapmışsın dostum, tebrik ederim, diyor. “Geçenlerde seni bu arabada gördüm, içten içe üzüldüm; gençsin, yakışıklısın, eh imkânın da var. Olmuyor böyle lastiği kabak orta halli arabalar yakışmıyor.Sana gıcır gıcır sıfır kilometrede bir Mersedes vereyim. Vişne çürüğü, müthiş karizmatik bir araba. Sana yakışır.”-Bilmem, ödeyebilir miyim; bizim külüstürü kaça sayacaksınız?-Kolay yahu, düşünme böyle şeyleri; keyfini çıkar birader, hallederiz!Kendini yeni bir arabayla ödüllendirmeye fena halde niyetli avukat dostumuz, vişneçürüğü Mersedesi görünce hakikaten bayılıyor. Hemen anahtarları takdim ediyorlar, derken dostumuz kendini akşam üzeri aynı yolda yeni arabasıyla eve dönerken buluyor.Eşi, tedbirli, uyanık bir hanım. “Nereden aldın, nasıl aldın; sakın gayrımeşru işlere bulaşmış olmayasın, pek hayır alameti gibi görünmüyor, nasıl ödeyeceksin bakalım?” diye adamcağızın keyfini kaçıracak bütün suallere yatıştırıcı cevaplar aldıktan sonra, “Eh, hayırlı olsun bakalım” diye kabulleniyor durumu.Ertesi sabah dostumuz, yine bir bahar sabahının ulvi duygularıyla aynı yollardan geçerek yazıhanesine gidiyor ve aracı, kaldırım kenarındaki otoparka dikkatlice çekiyor.Ara sıra pencereden göz atıyor; her bakışta, “Maşallah, yiğit araba; bana da yakıştı canım, iyi ettim vallahi!” diye seviniyor.Öğle yemeğinden sonra yeniden masasına dönünce göz alışkanlığı ile aynı yere bakıyor; A, kimse yok! Nerde araba? Ne olabilir ki? Sarılıyor telefona,Sesine “Bizde kül yutacak göz var mı azizim?” havası vererek galerici ahbabına,-Yav diyor “Keh keh, güzel numara doğrusu, aferin; arabamı götürmüşsünüz; lakin yemedim; gönderin hemen akşam trafiğine kalmadan tamam mı?”Verilen cevabı dinledikçe özgüveni korkuya, ardından paniğe dönüşüyor. Yoo, çalınma filan yoktur; bilakis son zamanlarda hırsızlar sürmeyi gözden çekmektedirler ve vakit kaybetmeden hemen tedbir almak lazımdır.-Neyse, annen seni Kadir Gecesi doğurmuş olmalı, diyor galerici, “Burada Trafik şubeden bir komiser arkadaşım var, sohbet ediyorduk. Onu yanına yolluyorum şimdi. İlgilenecek durumla; gerekli bilgileri verirsin artık...”Yarım saat sonra üç yıldızlı bir polis amiri avukatın bürosundadır. Endişeli bir yüzle avukatı dinliyor, notlar alıyor, telefonla şubeyi arayarak talimatlar veriyor, “Tanıdığımızdır, sevdiğim bir abimdir, akşama istiyorum bu arabayı ona göre!” diye sıkıyı veriyor. Kapatınca, “Akşama tamamdır beyefendi, merak etmeyin” diyor, bir çay içip gidiyor işine.Ertesi gün arabasız kalan avukata galeriden gıcır gıcır bir emanet BMW veriyorlar fakat çalınan arabadan ses-soluk yok. Bizim avukat, önceleri “Nasıl olsa kaskosu var, önemli değil” diye kendini avuturken daha sonra “Varlığa sevinme, yokluğa yerinme oğlum; nimeti veren alır, hoşça gör” diye kendine telkinde bulunsa da canı sıkılmış, haline durgunluk ve dalgınlık gelmiştir.Ertesi gün yine ses yok arabadan. Bizimki damlıyor galerici arkadaşına sabah sabah,-Tamam oğlum iyi numaraydı ama bu kadar şaka yetişir, verin arabamı artık.Galerici sıkıntılı bir yüzle, durumun çok ciddi olduğunu, üstelik dün verdikleri emanet BMW'yi de müşteri çıktığı için iade etmesi gerektiğini söyleyip ilave ediyor.-Abi, sen işin ciddiyetini hâlâ anlamadın herhalde. Adamlar çalıntı arabayla soygun cinayet filan yapıyorlar; sen savcılığa, polise ihbarda bulunmuş muydun bu arada, aman sakata gelmeyelim!Demeye kalmadan avukatın telefonu çalıyor: Bilmem ne bankasının bilmem ne şubesinden bir memur, “5 bin liralık bir çekiniz karşılıksız çıktı; ne yapalım?”Çek, 5 bin lira, karşılıksız? O anda dehşetle hatırlıyor ki, çalınan aracın bagajındaki çantada çek defteri vardır ve belli ki hırsız oradan bir yaprağı kullanmak üzere...-Tamam, hemen ilgileniyorum, demeye kalmıyor telefonlar birbiri ardına yağmaya başlıyor. Ne kadar banka varsa sıraya girmiş gibi karşılıksız çek ihbarı yapıyorlar. Avukatımız resmen dağılıyor. Durumu gören galerici yardıma koşuyor, telefonu eline alarak, “Böyle bir talihsizlik oldu, onbeş dakika oyalarsanız hesaba tedbir koyduracağız, aman bir yardım” diye çırpınmakta.O bir saat içinde avukatımız birkaç yaş yaşlanıyor adeta. Neticede hesaba tedbir koyduruyorlar ama hâl perişân...“Sen misin çift lastiğe rıza göstermek yerine arabasını bile beğenmeyerek kendisine lüks sınıftan sıfır araba yakıştıran; ibret al oğlum, ibret al” diye kendini paylıyor bolca.Eşi, “Ben tedbirli olmanı söylemiştim; demek ki kazancına biraz haram karışmış ki yaramadı bak, elinden gidiverdi” diyor; bizimkinin kolu-kanadı kırık, üzgün.Ertesi gün, öğle suları, galerici arkadaşı yine telefonda, “N'ooldu abi, ses çıkmadı değil mi arabadan?” “Çıkmadı yok, belki de çoktan parçalamışlardır bile” diye cevap veriyor ama sesi çok kötü.-Abi diyor galerici, “Akşam vakitli gel buraya; şahane güveç yaptırıyorum fırında, birkaç arkadaş da gelecek. Yemek yiyelim, madem arabadan ses çıkmıyor, sigortaya müracaat ederiz, sen de gelmişken evrakları imzalarsın.”Eh, n'aapılır, pekâlâ!Akşam oluyor, hakikaten şahane bir fırında güveç ikramının ardından çaylara sıra gelince, “Nerde bu evraklar, imzalayayım” diyor avukat. “Hallederiz abi” diyor galerici. “Bu arada yeni arabalarımız geldi gümrükten; müşterisi hazır ama, sen şöyle bir bakıver, hoşuna giden bir şey görürsen evvela sen seç. Arabadan yana yüzünü güldüremedik, o kadarcık bir iyiliğimiz olsun bari!”Yan taraftaki galeriye geçiyorlar; şahane Avrupa arabalar. İçlerinden birini tanır gibi oluyor avukat,-Yav şu vişneçürüğü Mersedes nasıl da benziyor; aynısından mı getirttiniz yoksa?Kahkahalar patlıyor arkasında. Emniyet amirinden sahte hırsızına, ondan banka memurlarına kadar müsamerede rol alan ne kadar “arkadaş” varsa orada hazır ve nâzırdır!*Geldik kıssadan hisse faslına:Otomobil lastiği deyip geçmeyeceksin arkadaş! a.alkan@zaman.com.tr
Viewing all 3284 articles
Browse latest View live