Quantcast
Channel: ZAMAN-PAZAR
Viewing all 3284 articles
Browse latest View live

Bu çay poşetleri çok eğlenceli

$
0
0

Genellikle poşetlerin bardağın içinde yüzmesiyle son bulan tatsız çay deneyimine karşı neşeli bir çözüm bulundu. Bu aparatlar çay keyfinizi yerine getirecek.

Ninja kaplumbağalar, pikaçu gibi bir çok ünlü çizgi film karakterleri fincanın kenarında yüzerken çay yudumlamak kesinlikle sizi gevşetecek ve iyi gelecek.

Bir online alışveris sitesi popüler çizgi film karakterleriyle çay poşeti asıcı aparat satmaya başladı.

Farklı çay lezzetlerinin mevcut olduğu koleksiyonda birçok farklı çizgi film karakteri de var.

İşyerinde çalışırken sıkıcı ortamı bu çay poşeti asıcılar sayesinde çay saatini daha eğlenceli hale getirebilirsiniz.


Deve kervanı yolunu şaşırırsa!

$
0
0

Bugüne kadar hep uçsuz bucaksız kum siluetleriyle birlikte çöllerde görmeye alıştığımız deve kervanı bu kez sıra dışı bir manzara ile karşımıza çıktı.

Profesyonel Instagramcı Lauren Bath, dünyanın en ilginç yerlerinin fotoğraflarını çekerek para kazanıyor. Instagram platformuna erken uyum sağlayan Bath, 384 bin takipçiye sahip.

Geçtiğimiz günlerde, Avustralya’da bulunan Cable Plajı’nı ziyaret eden Bath, bölgede meşhur olan deve kervanını fotoğrafladı.

Avustralyalı Gezginciler tarafından mutlaka görülmesi gereken 100 şeyden biri olan deniz üzerindeki deve kervanı Hint Okyanusu’nun turkuaz sularında ve saf uçsuz bucaksız beyaz kumlarda yürüyor.

Tek sıra halinde yürüyen develerin silüetleri bastıkları okyanus sularında göz kamaştırıyor.

Zaten heyecan verici olan bu manzaraya fotoğrafçı dramatik, etkileyici güneş doğuşu veya batışını da ekleyince hayatınız boyunca görebileceğiniz en harika deneyimi yaşatıyor.

BİZİM KÖY - Eşek şakasının böylesi

$
0
0

Şakacı milletiz vesselam. Lakin Çin'de yaşanan bir olay ‘Hobi olarak yine yap ama eşek şakası olmasın’ dedirtti.

Arkadaşının eşek şakası yaptığı 11 yaşındaki çocuk, olayın ardından konuşma yetisini kaybetti. Arkadaşı, çocuğa içine tebeşir tozu ve parfüm karıştırılmış suyu içmesini söyledi. Çocuk suyu içtikten beri, beş gündür ağzını bıçak açmıyor. Gao isimli çocuğa şaka yapan arkadaşıysa şimdilik okuldan uzaklaştırıldı. Böyle bir vakayla ilk kez karşılaşan doktorlar şaşkın.

Aptallığın kurbanı

İngilizce bilmiyorsanız abuk subuk yazılı tişörtlerden hatta onları giyenlerden uzak durun. Yoksa Ekvador lideri Rafael Correa gibi zor duruma düşebilirsiniz. Zira kendisiyle fotoğraf çektirmek isteyen bir çocuğun kurbanı oldu. Correa'nın fark etmediği bir şey vardı: Çocuğun üstündeki tişört. İngilizce ‘Aptalla beraberim’ yazan tişörtte, Ekvador liderinin olduğu tarafa doğru bir ok işareti bulunuyordu. Twitter'da paylaşıldıktan sonra çokça retweet'lenen bu karenin ardından ‘çocuğu CIA göndermiş’ yorumları yapıldı.

Öldüren hemşire

Doktorluk ve hemşirelik de öğretmenlik gibi kutsal mesleklerden. Ancak hakkını veremeyen de yok değil. Çek Cumhuriyeti'nde çalışan bir hemşirenin kariyeri boyunca 5'i kadın 1'i erkek toplam altı hastasını kasten öldürdüğü ortaya çıktı. Ülke basınının ‘ölüm meleği’ lakabıyla andığı 50 yaşındaki Vera Maresova, çalışma saatlerini kısaltmak için altı hastasını öldürdüğünü itiraf etti. Kurbanlarına ölümcül dozda potasyum verdiğini kabul eden hemşire, ömür boyu hapis cezasına çarptırıldı.

‘İyi Kötü Ermeni’ olmaktan çok usandım

$
0
0

2002’den beri Vatan Gazetesi’nin Londra temsilciliğini yapıyor Jan Devletoğlu. Fakat gazetecilikteki geçmişi çok daha öncelere uzanıyor. Neredeyse otuz yıldır bu mesleğin çilesini de güzelliğini de görmüş. Doğan Yayınları’ndan çıkan kitabı ‘İyi Kötü Ermeni’ ile hayatı boyunca başından geçen trajikomik olayları anlatıyor.

Uzun yıllar boyunca gazetecilik mesleğinin içinde bulunmuş biri Jan Devletoğlu. Şimdilerde hatıralarını kaleme aldığı ‘İyi Kötü Ermeni’ kitabıyla gündemde. Haliyle ilk sorumuz kitabın ismiyle ilgili oluyor ve ‘Neden?’ diyoruz. Kitabın isminin yedi yaşındaki çıraklık döneminde atıldığını dile getiriyor: “Patronum Jül beni vergi dairesine müdüre rüşvet vermek için göndermişti. Müdür rüşvet zarfını cebine attıktan sonra bana, ‘Jül iyi Ermeni’dir.’ dedi. Bu olay beni çok etkilemiş ve düşündürmüştü. Küçücük aklımla ‘Ermeniler genelde kötüydü ama Jül o kötü Ermenilerden değildi.’ demiştim. ‘İyi kötü Ermeni’ydi.”

Hayatı boyunca kimliğinden dolayı yaşadığı ayrımcılıklar da kitabın ana malzemesini oluşturmuş. Kara mizahtan trajediye kadar sayısız olaylar hayatını renklendirmiş ve şekillendirmiş. Kitabını ne kişisel bir biyografi ne de Jan Devletoğlu’nun hayatı olarak tanımlıyor: “Kişisel olayları kaldırıp benzer ayrımcılıklara uğramış kişilerin başlarından geçenleri aynı kitaba koyduğunuz zaman kitabın adı değişmeyecektir. Kitabın önsözünde belirttiğim gibi ben vatanım olan ülkemde ‘iyi kötü Ermeni’ olmaktan çok usandım.”

Sohbet, küçük oğlu Rafi’ye geliyor. Oğluna Rafi ismini vermesinin de bir hikâyesi var. Kendisi eğer bir gün Türkiye’de okumayı ve yaşamayı seçerse ayrımcılıktan korumak istediği için ona bu ismi vermiş Jan Devletoğlu. Çünkü Rafi adının Müslümanlıkta olduğu kadar başka dinlerde ve toplumlarda da MÖ 6-7. yüzyıllara kadar inen bir geçmişi var: “Devletimiz ayrımcılığa son verip kimlik kartlarındaki din hanesini kaldırmayı düşünmediğine göre benim önlem alıp oğlumun din hanesinin karşısına İslâm yazdırmam gerekliydi. Genç bir beyni önyargılar, ayrımcı düşünceler ve tarihteki olayları bahane göstererek yapıştırılan yaftalar ve dini baskılardan uzak tutmaya çalışmam gerekiyordu. Zaten düşünceme göre din kişinin kendisi ile ilgili bir konuydu, buna da kararı kişi yine kendisi vermeliydi. O günkü koşullara göre doğruyu yaptığıma inanıyorum. Bunun için bile konsoloslukta büyük mücadele verdim. Türkiye’de haklar mücadelesiz elde edilmiyor…”

‘Kimliğimdeki din hanesine İslâm yazıldı, piyango çıkmış gibi sevindim’

Yıllar sonra kimliğini değiştirdiğinizde din hanesine yanlışlıkla ‘İslâm’ yazılmış Devletoğlu’nun. Akabindeyse piyangoda büyük bir ikramiye çıkmış gibi sevinmiş. Çünkü öncesinde nüfus cüzdanımın din hanesinde büyük harflerle Ermeni, küçük harflerle Katolik yazıyormuş. Kısa bir süre de olsa yanlışlıkla İslâm yazılması çoğunluktan farklı olma ezikliğini yüzeysel olarak ortadan kaldırmış. Devletoğlu’na göre devlet, vatandaşlık kartında onu işaretlemişti. Bu nedenle sürekli aşağılanıyordu. “Yanlışlık beni ayrımcılıktan geçici bir süre kurtardı. Artık rahatlıkla kimlik kartımın arkalı önlü fotokopisini çektirebiliyor, resmi dairelerde, otellerde laik bir kimlik olan pasaportum yerine kimlik kartımı eziklik duymadan gösterebiliyordum.”

‘Yurtdışında yazdıklarınızı en az iki güvenilir kaynağa dayandırmadan haber yapamazsınız’

Uzun yıllardır yurtdışında gazetecilik yapan birine Türkiye’nin hal-i pür melalini sormamak olmaz tabii. Aldığımız cevap ise şu: “Ben yurtdışından medyamızda doğru habere ulaşmak için üst kutup, alt kutup ve ortada yayın yapan üç gazete okuyup, okuduklarımın toplamını üçe bölüp yüzde 50’sini attıktan sonra yakın gerçeğe ulaşabiliyorum. Gerisini siz değerlendirin.” Yurtdışında gazeteci olmak ise oldukça farklı Devletoğlu’na göre. Türkiye’den uzakta gazeteci olmayı “Gerçek gazeteci olmak gibi bir şey!” diyerek tanımlıyor ve şunları sıralıyor: “Yazdıklarınızı en az iki güvenilir kaynağa dayandırmadan haber yapamazsınız. Yaparsanız ve de yalan haber olduğu ortaya çıkarsa meslekten atılırsınız. Bunların örneklerini büyük basın kuruluşlarında her zaman görüyoruz. Gazeteci de avukat, doktor ve kamu çalışanları gibi etik ilkelerine bağlı olmak zorunda. Bunu göz ardı ettiğiniz zaman hızla dışlanırsınız. Bir daha da mesleğe geri dönemezsiniz. İngiltere’nin en yüksek tirajlı pazar gazetesi yasal kuralları çiğnediği ve gazeteci etiğini tanımadığı için kapandı.”

Boğaz donduran kış hikâyeleri

$
0
0

İstanbul, tarih boyunca çok şiddetli kışlar yaşamış bir şehir. 1929 ile 1954 kışları ise bir başka. Boğaz mı donmamış, şehre kurtlar mı inmemiş… Neler olmuş neler? Bilmek isterseniz koleksiyoner Cengiz Kahraman’ın hazırladığı İstanbul Kış Günlüğü kitabı tam size göre.

60’lı yaşlarını geçmiş İstanbulluların eski günlerden dem vururken, bahsetmeden geçmediği bir olay var: 1954 yılındaki büyük kış. Eskilerin, öyle böyle bir kış olmadığını anlatmak için verdikleri örnek de genelde aynıdır: Boğaz’ın buz tutması. 24 Şubat 1954’te Tuna Nehri’nden koparak gelen buzların Boğaz’ın girişini kaplamasıdır yaşanan. Toplumsal belleğimizde yer alan ‘kış efsaneleri’nin ise tartışmasız galibidir. Bir de 1928 kışı vardır ki ona dair olanları birilerinin dilinden dinlemek pek mümkün değilse de fotoğraflar çok şey anlatır. Fotoğraf tarihçisi ve koleksiyoncusu Cengiz Kahraman da bu efsaneleşmiş yıllara ait fotoğrafları çok özel bir kitapta topladı. İstanbul’un 1929 ve 1954 yıllarında yaşadığı en ağır kışlar, “İstanbul Kış Günlüğü” adıyla Yapı Kredi Yayınları tarafından kitaplaştırıldı. Kitap sadece fotoğraflardan oluşmuyor. Kahraman, kendi başlarına bile büyük değer taşıdığına inandığı fotoğraflara dönemin havasını daha iyi yansıtabilmek gayesiyle yazılı malzeme de eklemiş. Yazılar, Kahraman’ın ulaşabildiği gazete ve dergilerde çıkmış haberlerden derlediği metinlerden oluşuyor. “Küçükçekmece’de kurt dehşeti”, “Boğaz’a ikinci buz hücumu bekleniyor!”, “Rasathane’ye göre Haliç her an donabilir” kitapta yer alan yazılara ait bazı başlıklar.

Bütün kenti donduran 1929 ve 1954 kışlarına dair kişilerin ve ailelerin fotoğraf albümlerinde, fotoğraf sanatçılarının arşivlerinde yapılan arşiv araştırmalarıyla hazırlanmış bu özel çalışma, İstanbul’un kışlarına tarihsel bir bakış niteliği taşıyor. Aynı zamanda 1929 ve 1954 konusunun tek kitabı niteliğinde. Orhan Pamuk’un düşündüğü gibi İstanbul’un ruhunun en çok siyah beyaz kış günlerinde ortaya çıktığına inananlardansanız bu kitap tam sizin için.

Havayolları yaza hazır

$
0
0

Havayolu şirketleri, 29 Mart’ta başlayan yeni tarifeleriyle yaz dönemine ‘merhaba’ dedi. Yeni hatlar için düzenlemeye giden şirketler, bazı hatlardaki sefer ve uçuş saatini değiştirdi.

Yaz tarifesinde sıkıntı yaşamamak için filosunu güçlendirdi ve özellikle uçuş ekibi kadrosuna takviye yaptı. Uçak içi eğlence sistemlerini de yenileyen şirketler, ikramlarda yeni sürprizlere hazırlanıyor. Havalimanı işletmecileri de, yaz sezonunda yaşanacak yoğunluğa karşı gereken tedbirleri aldı. Terminallerde, yolcuların bilet ve bagaj işlemlerinin (check-in) gerçekleştirildiği kontuarlar arıtıldı, yeni dinlenme salonları hizmete sunuldu. Gecikmeleri azaltmak için uçakların bulunduğu apronda yeni park alanları oluşturuldu. Pistlerde ise yenileme ve bakım-onarım gerçekleştirildi. Yolcuların daha konforlu seyahati için çalışmalar aralıksız devam ederken, uçak yakıtındaki düşüşe rağmen iç hat bilet ücretlerinde ise herhangi bir indirime gidilmeyeceği öğrenildi.

THY, San Francısco’ya başlıyor

Türk Hava Yolları (THY), iç ve dış hatlardaki uçuş ağını yaz sezonunda da genişletmeye devam edecek. İstanbul Atatürk Havalimanı’ndan Tayvan’ın başkenti Taipei’ye geçen hafta sefer başlatan şirket, yarın ABD’nin San Francisco şehrine uçacak. Haftada beş gün başlayacak seferler, 11 Mayıs’tan itibaren her gün gerçekleştirilecek. San Francisco uçuşlarıyla şirketin uçuş ağı yurtdışında 266’ya ulaşacak.

Pegasus, dört hat açıyor

Pegasus Havayolları, uçuş ağını Londra’nın güneyindeki Gatwick, Norveç’in başkenti Oslo, Gürcistan’da Kutaisi ve Kastamonu ile genişletiyor. 16 Mayıs’tan itibaren Kastamonu Havalimanı’na haftada üç gün sefer düzenlemeye başlayacak şirketin uçuşları ise 24 Ekim’e kadar devam edecek. Pegasus, Norveç’in başkenti Oslo’ya 14 Mayıs’ta, Gürcistan’ın ikinci büyük şehri Kutaisi’ye 19 Mayıs’ta uçmaya başlayacak. Yeni seferlerle uçuş ağı, yurtiçinde 31, yurtdışında 60 olmak üzere 37 ülkede 91 noktaya ulaşacak.

ATLASJET, ATLASGLOBAL OLDU

‘Düşük maliyetli havayolu’ algısını kırmak amacıyla küresel hedefleri doğrultusunda kurumsal kimliğini yenileyen Atlasjet Havayolları, yeni markası AtlasGlobal ile yeni bir hamle yapmıştı. Şirket bu doğrultuda yaz sezonu için ciddi bir çalışma yürütürken, Gürcistan’ın başkenti Tiflis’e gerçekleştirdiği uçuşlarda özel fiyatlarla uçuş imkânı sunmaya başladı. İstanbul Atatürk Havalimanı’ndan her gün gerçekleşen Tiflis uçuşlarına 24 Nisan’a kadar bilet alanlar, 1 Mayıs-15 Temmuz arasında gidiş-dönüş her şey dahil 84 Euro’dan başlayan fiyatlarla seyahat etme imkânı yakalıyor. Yolcular, özel tasarlanmış 77 cm genişliğindeki deri kaplı koltuklarda konforlu bir uçuş yaşarken, 30 kilogram bagaj hakkı, ücretsiz zengin yiyecek ve içecek ikramı, ücretsiz online check-in gibi hizmetlerden yararlanıyor.

ONUR AIR, Almanya’yı sevdi

Onur Air, Avrupa’da 9’uncu, Almanya’da ise 4. uçuş noktası Berlin’e 8 Mayıs’ta tarifeli uçuşlara başlıyor. İstanbul Atatürk Havalimanı ile Berlin arasında haftanın her günü düzenlenecek uçuşların biletleri vergiler dahil 59 Euro’dan başlayan fiyatlarla gerçekleşecek. Şirket, Almanya’da Frankfurt ve Düsseldorf’tan sonra Almanya’da üçüncü noktası Stuttgart’a 29 Mart’ta seferlere başlamıştı. Bu uçuşlar haftanın her günü düzenleniyor.

SUNEXPRESS, 10 merkeze uçacak

Antalya’da uçuş ağını her geçen gün genişleten SunExpress, nisanda Antalya’dan Paris, Strasbourg, Lyon, Nantes, Cenevre, Lüksemburg ve Amsterdam’a uçuşlarını başlatıyor. İç hatlarda Antalya’yı sekiz kente direkt uçuşlarla bağlayan şirket, 29 Mart’ta başlattığı Kopenhag ve Stockholm uçuşlarından sonra bu ay yedi yeni dış hat noktasına daha uçacak. Şirket, Lüksemburg ve Strasbourg’a her cuma; Cenevre’ye her çarşamba ve cumartesi; Paris, Nantes ve Lyon’a her pazartesi; Amsterdam’a ise her pazartesi, salı, çarşamba ve cumartesi günleri sefer düzenleyecek. Şirket, mayısta ise Antalya’dan bu yaz son dış hat noktası Almanya’da Memmingen’e uçmaya başlayacak.

Martta 12 milyon kişi uçtu

Devlet Hava Meydanları İşletmesi Genel Müdürlüğü’nün mart dönemi istatistiklerine göre, havalimanlarına iniş kalkış yapan uçak sayısı, bir önceki yılın aynı dönemine göre iç hatlarda yüzde 5,7 artışla 62 bin 234, dış hatlarda yüzde 8,4’lük artışla 39 bin 781’e ulaştı. Marttaki toplam yolcu trafiği (direkt transit dâhil) ise, yüzde 9,3 artışla 12 milyon 14 bin 488’e yükseldi.

Kazanın korkusu geçti

Fransa’da, 150 kişinin ölümüyle sonuçlanan Germanwings Havayolları kazasının ardından yapılan ankette Almanların yalnızca yüzde 17’sinin uçaktan korktuğu ortaya çıktı. Alman turistlerin hâlâ en fazla tercih ettikleri ulaşım yolunun havayolları olduğu belirtilen araştırmada, sık seyahat edenlerin uçuş konusunda çok daha rahat oldukları ifade edildi.

Dünyayı gezdim ama...

$
0
0

Yakın zaman önce Karaköy’de açıldı ‘Rudolf’. Otoritelere göre İstanbul’un yeni gözdelerinden. Mekân sahibi ünlü şef Rudolf Van Nunnen ile aynı ismi taşıyor.

Türkiye’de şeflerin kendi adını taşıyan mekân açma geleneği yok gibi. Bu girişimiyle Rudolf Van Nunnen’in yeni nesil girişimci şeflerimize de örnek olacağı söylenebilir. Kendisiyle birkaç sene önce The Marmara Oteli’nde görev yaptığı dönemde tanışmıştım. Neredeyse yarım asırdır dünyanın bambaşka şehirlerinde çalıştıktan sonra nihayet kendi mekânının mutfağında ter döken Rudolf’u ziyaret etmek, annelerin deyimiyle bir ‘hayırlı olsun’a gitmek gerekti. Ünlü şef ile yıllar sonra gerçekleştirdiği hayali ‘Rudolf’u ve aşçılık serüvenini konuştuk. Sohbetimiz, Hollandalı şefin kendi ülkesine ait bir yemeği olan salata esansı eşliğinde levrek ile sonlandı.

Neredeyse bütün şeflerin mutfak macerası çocukken başlar, sizin de öyle mi oldu?

Evet. Mutfakla sekiz yaşımdayken tanıştım diyebilirim. Evimiz ve okulum aynı kasabada, küçük bir sokak üzerindeydi. Her sabah okula giderken dükkânın önünde durur ve ekmek kokusunu içime çekerdim. Boş zamanlarımda oraya gidip unu nasıl muhafaza ettiklerini, ekşi mayanın nasıl bir şey olduğunu, kurabiye hamurunun yapılışını seyrettim. İşte bu küçük deneyim, 13 yaşımda, evimden 35 kilometre uzaklıkta olan Ekmekçilik ve Pastacılık Okulu’na gitmeme vesile oldu. Eindhoven’da bulunan bir restorandaki ilk ciddi iş deneyimim sayesinde sektöre adım attım.Hemen arkasından 1 ½ yıldızlı bir Star Michelin Restaurant’ta çalıştım. O yaşlarda edindiğim güzel tecrübeler bu mesleği seçmemde büyük rol oynadı.

Aileniz de sizin kadar meraklı mıydı yemeğe?

Yemek yemek ailemizde çok önemli bir olaydı. Ben ailenin yedi erkek çocuğundan biriydim. Çiftlikte çalışan üç elemanımız vardı. Bütün işleri beraber yapar, sonra da pazar yemekleri için gümüşleri parlatırdık. Pazar akşamları her zaman misafirimiz olurdu. 10-15 kişi, özenle hazırlanmış sofrada toplanıp yemek yer sohbet ederdik.

Mesleğiniz gereği dünyayı tavaf etmişsiniz neredeyse...

(Gülüyor) Öyle… 1978 yılında İngiltere’ye gittim ve orada Classic Nouvel tarzı küçük bir restoran açtım. 1981 yılında Hollanda’ya döndüm ve bir süre orada çalıştım. 1983–1989 yılları arasında Chicago’da Intercontinental Otel’de çalıştıktan sonra yine 1989’da Bangkok Swissotel’de görev yaptım. 1994’e kadarki sürede Japon ve Çin mutfaklarını da yakından tanıma fırsatı buldum. 1994 yılında İstanbul’a geldim ve 2000’e kadar Swissotel’de çalıştım. 2004 yılında Yaz Olimpiyatları için Atina’da görev yaptıktan sonra buradan Zürih’te bulunan Kempinski Merkez Ofis’te bir süre çalıştım ve zincirin birçok otelinin açılışını yaptım. Ve nihayet geçen sene ‘Rudolf Restaurant Concept’ ile ilk restoranımı açtım.

Kendi mekânınızı açmak için biraz geç kalmışsınız sanki...

Haklısınız ama ekonomik şartların olgunlaşması, lokasyon olarak da doğru adımı atmam biraz zaman aldı.

Peki, neden Hollanda değil de İstanbul?

İstanbul, zaten benim evim. Türkiye, ilk restoranımı açmak için en doğru yer oldu. Bu kültürün, yemeklerimi yaparken bana sunduğu cömertlik paha biçilmez.

Onca yıldır buradasınız, Türkiye mutfağında en çok ne ilginizi çekti?

Sebzelerin kullanım biçimi, peynirin hâlâ eski usulle evlerde yapılıyor olması ve çeşit çeşit sebzelerin yaz boyunca toplanıp, kurutulup, saklanarak kışın bunlardan çorba yapılması.

Birçok ülkede çalıştınız. Hangi ülkede ne etkiledi sizi?

Tayvan’da sebzelerin ve deniz ürünlerinin kullanımının başka bir yönüyle tanıştım. Japonlardan mevsim sebze ve meyve kullanımının önemini ve disiplinini, çinilerin yemeklerle uyumlu kullanımını ve besin değerlerine duyulan saygıyı öğrendim. Şili mutfağının meyveleri, baharatları, deniz ürünleri ve tazeliği ise anlatılmaz.

Biraz menünüzden bahsedelim…

‘Rudolf’, günün tamamında, her öğüne tat ve duygu katmaya kendini adamış bir mekân. Kiraz ağacında füme edilmiş somon, altın yaprak ile İskenderun karidesli patlıcan sufle, Roka ve fesleğen salatası ‘Cruzo’, Greta’nın balkabaklı caramelle’si ‘Lee&Loo’, Antep fıstıklı Tekirdağ kuzu sırtı, orange bitter ile marine edilmiş ananas carpaccio, Anadolu peynir tabağı menümüzde yer alan yiyeceklerden sadece bazıları.

Restoranınız ‘slow food’ bir mekân. Bu hareketi menünüze nasıl yansıtıyorsunuz?

Tattığım, gördüğüm ve beğendiğim yerel ürünleri mutfağıma taşıyor, menülerime başarılı bir şekilde entegre ediyor ve sonrasında misafirlerimin beğenisine sunuyorum. Daha önce birçok ülkede çalıştım ve birçok ülkenin mutfağını yakından tanıma fırsatım oldu. Ancak Türk mutfağına baktığımda bu kadar zengin ve çeşitliliğin olduğu çok fazla mutfak görmedim.

Salata esanslı levrek

Malzemeler: (1 kişilik)

35 gr temizlenmiş levrek filetosu, derisiz

3 adet kum midyesi (Orijinal tarifinde yer alıyor, eklemek arzunuza kalmış.)

180 gr salatalık

20 gr salatalık (süsleme için)

5 gr frenk soğanı

25 gr yoğurt (1 gece önce tülbent ile süzdürülmüş)

1 tutam deniz tuzu ve taze çekilmiş karabiber

Yapılışı: 180 gram salatalık, 25 gr yoğurt, 3 gr frenk soğanı, tuz ve karabiberi hızlı seviyede blender’dan geçirin.

20 gr salatalığı 7 ince şerit halinde kesin ve 2 gr frenk soğanını uzunlamasına kesin.

Servis: Bir tarafta kum midyesini ve levreği ayrı tavalarda soteleyin. Diğer tarafta blenderda geçirilen salatalık karışımını ısıtın. Şerit halinde kestiğiniz salataları tabağın üstüne yerleştirin, tam ortasına yerleştireceğiniz bir çelik çember ile önce levrekleri daha sonra açarak kum midyelerini yerleştirin. Tabağı frenk soğanları ile dekore edin ve servis yapın. Isıttığınız salatalık karışımını masada misafirin önündeki tabağa dökün.

Propaganda sürecinde çatışmacı dil artacak

$
0
0

Günlük hayata bile yansıyan çatışma dilinin seçim dönemlerinde şiddetlendiği herkesin malumu. Hatta adaylar daha şimdiden kime, nasıl cevap vereceklerini düşünmeye başlamıştır bile. Oysa siyasal iletişim uzmanlarına göre polemiğe giren değil, sağlam vaatler üreten kazanacak.

Milletvekili aday listelerinin açıklanmasıyla Türkiye, yeni bir seçim maratonuna daha adım attı. Bu süreçte çok çalışacaklardan birisi de seçim danışmanları. Giyecekleri kıyafetten hazırlanan afişe, yapacakları konuşmalardan ve billboard için vereceği poza kadar her konuda adaya yol gösteren seçim danışmanlığı Türkiye’de genelde reklam ajanslarının üstlendiği bir alan. Ancak bu işi daha profesyonel düşünüp sadece siyasal iletişime odaklanan kurumlar da var. Bunlardan biri de SİTA Politik Danışmanlık. Yaklaşık 22 yıldır bu alana odaklı çalışan kurum, onlarca seçim deneyimi ve aday macerası atlatmış. Biz de Genel Müdür ve siyasal iletişim danışmanı Suat Özçelebi ile seçim döneminin nasıl geçeceğini, propagandaların hangi yönde ilerleyeceğini konuştuk.

Seçim dendiğinde akla ilk gelen elbette meydanlar ve buradan rakiplere uçuşan sözler. Şiddet dili ülkenin bütün gündemine hakim olmuşken Özçelebi, meydanların da bundan nasibini alacağını söylüyor. Partilerin rakibinin ekonomik ya da sosyal politikalarını eleştirmek ve buna yönelik vaatler üretmek yerine tamamen kişiler üzerinden ilerleteceği bir propaganda dönemi bizi bekliyor. Aslında bunun sorumlusu biraz da halk. Özçelebi’ye göre toplum politikacıların ürettiği şiddet dilini reddeden bir tepki gösterseydi iş bu noktalara kadar varmazdı. Toplumun kutuplaşmadan da pek şikâyetçi görünmediğini ekleyen Özçelebi şöyle devam ediyor: “Geçmişte de liderler arası çatışmalar çok yaşadık. Demirel ve Ecevit çekişmesi bilinir. Ya da Yılmaz ve Çiller. Ama hiçbir zaman bu denli hakaretamiz, kutuplaştırıcı bir dil gelişmedi.” Toplumun bu çatışmacı dile şimdiye kadar tepki göstermese de artık mutsuzlaşmaya başladığının da altını çiziyor.

KAMPANYALAR, KİŞİSEL ÇEKİŞMELER ÜZERİNDEN İLERLİYOR

Propaganda döneminde çatışmacı dilin daha da artacağını yineleyen Özçelebi’nin muhalefet parti adaylarına tavsiyesi, iktidardaki siyasal söylemin ardından ‘takipçi’ konumuna sürüklenmemeleri. Tecrübeli danışman, siyasal iletişimde genelde proaktif bir sürecin tercih edildiğini ancak Türkiye’de seçim dili ve kampanyaların tam tersine reaktif şekilde ilerlediğini anlatıyor. Yani adaylar kendi politikasını, gündemini belirlemek yerine enerjisini rakibe karşı cevap üretmeye harcıyor. Bu durum, liderlerin söyleminden kampanyanın içindeki bütün paydaşlara kadar herkese yansıyor. Dolayısıyla seçim kampanyaları kişisel çekişmeler üzerinden ilerliyor.

Peki bu gidişat kimi besliyor? Elbette ki iktidar partisini. Çatışmacı söylemin artık Başbakan’ın ve Erdoğan’ın politik söyleminin bir parçası olduğunu anlatan Suat Özçelebi’ye göre buna katılan diğer muhalefet partileri sahada oyuncu olmaktan çok oyunun bir parçası oluyor. Oysa muhalefet bu çatışmacı dile ayak uydurmak zorunda değil. Siyasal iletişimde en önemli etkenin güven olduğunu anlatan Özçelebi, bunun da insanın kendisi olmaktan geçtiğini söylüyor. Aksi takdirde söylemlerin seçmende bir karşılık bulamayacağını ekliyor: “Başkasına benzemeye ya da başkasının dilini kullanmaya çalıştığınızda aslı varken kimse taklidini tercih etmez.” Türkiye’de muhalefet partileri kendi gündemini geliştirmekte başarısız. Benzemeye dayalı ve kora kor bir mücadelenin işe yarayacağı fikri ise ülkeyi çatışmanın içine sürüklüyor. SİTA Başkanı’na göre bu yanılgının örneklerinden biri de Kemal Kılıçdaroğlu. Muhalefet partisi liderinin kamuoyu ile tanıştığı dil ile genel başkan olduktan sonra kullandığı dil arasında ciddi bir uçurum olduğunu anlatan Özçelebi, “Adeta Erdoğan’a benzemeye çalıştı. Ve şimdi onu daha iyi yapma telaşıyla daha çok benzemeye çalışarak başka bir mecraya doğru gidiyor. Ben bu çatışmacı dil değiştiğinde başka bir CHP, başka bir CHP lideri ve söylemin egemen olabileceğini düşünüyorum.” tespitini paylaşıyor.

BİZDE SEÇİMLER ZATEN İKİ TURLU!

Partileri demokrasi yolunda zayıf düşüren diğer etken ise parti içi demokrasiden yoksunluk. Türkiye’deki durumu ‘iki dudak demokrasisi’ olarak niteleyen Suat Özçelebi’ye göre seçimlerde yapılan şey demokrasicilik oynamak. Çünkü Türkiye’de parlamenter yapı genel başkanlar ve yanlarındaki ekip tarafından dizayn ediliyor. Ülke 7 Haziran’da seçime gitse de gerçek anlamda bir seçimden bahsedilemeyeceğini savunan Özçelebi sözlerini şöyle sürdürüyor: “Türkiye’de seçimler çok uzun zamandır iki turludur. Birinci turu yani gerçek seçimi genel başkanlar ve ekipleri yapar, halk sadece yapılmış listeyi tasdikler. Bunun bir benzeri de AKP’de başbakan seçiminde yaşandı. Sayın Cumhurbaşkanı, Ahmet Davutoğlu’nun AKP’ye başbakan olmasını uygun gördü. Dolayısıyla şu anda başbakanı cumhurbaşkanının seçtiği bir ülkede yaşıyoruz.”

Afiş ve flamalar seçmen tercihini etkiler

Siyasal iletişim danışmanı olarak saha çalışmaları ve kamu araştırmaları da yaptıklarını anlatan Suat Özçelebi, “Adayların konumlandırılması, slogan oluşturulması ve vaatlerin seçmende karşılık bulması da çalışma alanlarımızın bir parçası.” diyor. Diğer kısmı ise kozmetik dediğimiz afişler, flama ve billboardlar. Birçoklarının görmekten bunaldığı flama ve afişler düşünüldüğünün aksine aday için oldukça etkili. Özçelebi, flamaların doğrudan oy verme kararını etkilemese de seçmen üzerinde ciddi psikolojik etkisi olduğunu söylüyor. Bununla birlikte bazı adayların propaganda sürecini afiş yapıp iyi bir sloganla belli noktalara asmaktan ibadet gördüğünü anlatan Özçelebi, TV reklamları, afiş gibi araçların en çok görünen unsur olduğunu ancak asıl başarının lideri, partiyi ve adayları doğru konumlanmaktan geçtiğini anlatıyor. Adayın fotoğraftaki duruşu, taktığı kravatı, imajı ve sloganı ise sonradan geliyor. Zira yanlış belirlenen bir strateji konumlamanın üzerine milyonlarca afiş ve reklam hazırlansa da faydasız olabiliyor. Son dönem seçimleriyle ilgili diğer bir gerçek ise propaganda araçlarının artması. Adaylar artık internet ve sosyal medya üzerinden milyonlarca kişiye ulaşabiliyor. SİTA Başkanı’na göre internetin aday için en büyük avantajı ölçülebilir olması. Yani kime ne kadar ulaştığını görüp hedef kitle analizini burada yapabiliyor.

Sosyal medyanın önemini Obama gösterdi

Suat Özçelebi, Türkiye’de seçim çalışmalarında sosyal medyanın öneminin henüz kavranmadığını söylüyor. Adayların da bu mecrayı doğru kullanmakta sıkıntı yaşadığını belirten Özçelebi şöyle konuşuyor: “Sosyal medyanın nasıl bir başarı getireceğini Obama’nın seçim kampanyasında gördük. Hem yüklü miktarda bağış topladı hem de geniş kitlelere ulaştı. Amerika’da bu iş profesyonelce yapılıyor. Bizdeki adaylar bunu Facebook’ta profil açma olarak algılıyor. Kullanılabilecek çok fazla sosyal medya aracı var. Türkiye’de de bunun için bazı ekipler kuruldu. Onlar da troll denen insanlara döndüğü için propaganda inandırıcılık açısından zayıflamış durumda. Özellikle bazı kampanyalar açısından.”


Su göçü

$
0
0

Bundan yaklaşık on yıl önce, sadece küçük bir nehrin geçtiği ova, şimdi tamamen suyla kaplı. Önce bir set yapılıp su tutulmaya başlandıktan sonra insanların hayatları tamamen değişmiş.

Toprakla hemhal olmaya, kısmetini ağaçlardan, bitkilerden kazanmaya alışkın insanlar, arazileri gölün altında kalınca önce suya bakmış uzun uzun. Hallerine bir çare bulamayınca köylerini, evlerini bırakıp gitmişler başka diyarlara.

Çorum’da Kızılırmak üzerinde kurulan ve il merkezine 60 kilometre mesafedeki Obruk Baraj Gölü’nün hemen yanı başındaki Salur, şimdi içerisinde kimsenin yaşamadığı hayalet köylerden sadece bir tanesi. Aradan yıllar geçmesine rağmen evler sanki dün terk edilmiş gibi. Duvarlarda takvimler asılı ve yaprakları 2009 yılında kalmış. Köydeki bütün kapılar açık. Her haneye yüksek sesle selam vererek giriyoruz, çünkü her an ev sahibi ile karşılaşacakmışız gibi bir his var içimizde. Kimselere rastlamıyoruz. Civarda daha başka köyler de var, bir bölümü su altında kalan köylerden biri olan Karakaya’da balığa çıkmaya hazırlanan Neşet Çevik ile karşılaşıyoruz. “Daha önce su üzerinde yürüyen hiçbir vasıtaya binmemiştim, şimdi kendi kayığımla balığa çıkıyorum her gün.” diyor. Hatta köyün ilk kayığını, bir kayık fotoğrafına bakarak yapmışlar, şimdi birçok insan nafakasını balıkçılık yaparak kazanıyor. Eskiden insanların gölgesinde serinlediği, ama şimdi gölün altında kalan bir ceviz ağacının çevresinden dolanıp kısmetlerinin peşine gidiyor her gün balıkçılar.

Değirmenler Mevkii’nde, suyun kenarında kalmış bir avuç toprağında artık seracılık yapan Mustafa Çetin, en çok insanların birbirini bulamıyor olmasından şikâyetçi. ‘Kardeş, kardeşi bile bulamıyor, toprak elden çıkınca herkes bir yana dağıldı. Çorum’a, Ankara’ya ya da yukarılardaki yeni köylere göçtüler. Bir hanımla ben kaldık burada. Biz de işte tutunmaya çalışıyoruz.’ diyor.

Obruk Barajı’nın suları üzerine günün son huzmeleri düşerken, Yalakçay’da bir çocuk, tekerlekleri patlak bisikletinin üzerine oturmuş manzarayı izliyor. Yetişkin olduğunda muhtemelen o da terk edecek bu diyarı. Çünkü ailesinin geçimini sağlamak için ekip biçtiği, ellerinde kalan son toprak parçası ona yetmeyecek. Enerji üretmek uğruna insan eliyle yapılan, yurtları ve evleri içine hapseden Obruk Gölü, yaptığı hatanın ne denli büyük olduğunu belki o zaman fark edecek..

Efsanelerde yaprak dökümü

$
0
0

Efsane futbolcular için ‘Herkes gider, onlar kalır!' derler. Ancak takımlarıyla özdeşleşen futbol efsaneleri son dönemlerde takımlarından bir bir ayrılmaya başladı. Buna son örnek ise futbola 1998 yılında Barcelona'da başlayan Xavi…

Transfer dedikoduları futbolun en ilgi çeken yanlarından biri. Taraftarlar için merakla cevabı beklenen bir soru işareti. Zira öyle futbolcular var ki; ne olursa olsun özdeşleştiği kulüple bağlarını koparmıyor. Profesyonel bir dünyada başarması zor bir işin peşine düştüğünün farkında olsa da; sadakat onlar için her şeyin başı. Ancak futbol kuralları her zaman sadakat ve forma aşkından ibaret değil. Zira, takımlarıyla özdeşleşen modern futbol efsaneleri son dönemlerde takımlarından bir bir ayrılıyor. 1998 yılında Katalan ekibi Barcelona'nın formasını sırtına geçiren İspanya futbolunun en önemli futbolcularından Xavier (Xavi) Hern·ndez buna son örnek. Öncesinde de birçok yıldız oyuncu, isminin özdeşleştiği takımlarından ayrılarak başka bir kulübe transfer oldu.

Parayı tercih etti

Pazar günü, televizyon kumandanız ile kanalları zaplarken, İspanya La Liga'da bir maça denk geldiniz. Sahadaki takımlardan biri Barcelona ise o maç seyredilir. Hele de 6 sırt numarası ile Xavi varsa hiç kaçmaz. Barcelona ve İspanya Milli Takımı'nın 2000'lerdeki altın çağının arkasındaki zekâ. La Masia'nın efsanesi, 1991 yılında 11 yaşında bir çocuk olarak Barcelona kulübünün kapısından girer. 1998 yılında profesyonel takıma yükselen İspanyol topçu, şu ana kadar 751 maçta 84 gol atıp 152 asist yaptı. 2009 yılında takımıyla altı kupa sevinci yaşayan Xavi, La Liga'da görev aldığı toplam 17 sezonun 15'inde gol atma sevinci yaşayarak kulüp tarihinde bunu başaran ilk isim de olmuştu. Ayrıca, İspanyol kaleci Iker Casillas ile birlikte Şampiyonlar Ligi'nde en çok maça çıkan isim, 146 maç ile. Katalan ekibin efsanesi, kazandığı toplam 25 kupayla İspanya futbol tarihinde ‘en çok şampiyonluk yaşayan futbolcu' unvanının da sahibi. Ancak Barcelona tarihine adını altın harflerle kazıyan 35 yaşındaki futbolcunun takımından emekli olacağı düşünülürken geçtiğimiz günlerde kariyerinde yeni bir sayfa açmayı planladığı haberleri futbol severlerde şaşkınlığa sebep oldu. Katar'ın başkenti Doha'ya giderek Al Sadd kulübü ile prensip anlaşmasına varan İspanyol yıldızın, yıllık 10 milyon Euro ücret karşılığında 3+1 yıllık ön sözleşmeyi imzaladığı da söylentiler arasında. İspanyol yıldız, efsane olduğu takımdan ayrılacak olsa bile, kulübünün tartışmasız en büyük futbolcularından biri…

28 yıllık formaya elveda

Sembol, efsane… Ne derseniz deyin. Hatta ‘gemisini terk etmeyen kaptanlar' türündeki haberlerin başında yer alırdı kendisi. Evet, Liverpool'un efsane kaptanı Steven Gerrard'dan bahsediyoruz. Ancak İngiliz futbolcunun 2015 yılının başında yaptığı açıklama ile kendisi ile ilgili her şey baştan başlıyordu. 27 yıldır forma giydiği Liverpool'dan sezon sonu ayrılacağının açıklamasıydı bu. 35 yaşındaki efsane, "Bu benim kariyerimin en zor kararı oldu. İleride bir gün Liverpool'a, en iyi nerede hizmet edebileceksem, o noktaya dönmek istiyorum. Bu benim en büyük umudum ve dileğim.” diyerek sözlerine başlarken "Liverpool'la karşılaşmayacağım bir yere gideceğim." notunu düşüyordu tarihe. Liverpool'da doğup büyüyen Gerrard, belki geçmişte lig şampiyonluklarına ambargo koyan Mersey ekiplerine yetişemedi ama en zor zamanlarda Jamie Carragher ile birlikte takımın liderliğini layığı ile yaptı. Steven Gerrard'ın sihirli kariyerini hakkıyla özetlemeniz mümkün değil. Kısacası 1987'de altyapısından girdiği Liverpool ile profesyonel olarak 17 sezon mücadele eden kaptan, 35 yaşında İngiliz kulübüne veda ediyor…

19 yıl 700 maç…

Yıl 2012… Kariyerinin son günlerinde efsane olduğu Juventus'tan ayrılıyordu İtalyan yıldız Alessandro Del Piero. Bu listede yer alan diğer efsanelere göre birden fazla kulüpte oynadı. 9 Kasım 1974’te Traviso'da doğan Del Piero, 1981 yılında San Vendemiano altyapısı ile futbola başladı. İlk resmi sözleşmesini ise daha 17 yaşındayken (1991 sezonu) Padova kulübü ile imzaladı. İtalyanların genç yeteneği, Padova'da 2 sezon kaldı ve toplam 14 kez sahaya çıktı. Ve sıra Juventus'ta. O gelişin yaklaşık 20 yıl süreceğini kim bilebilirdi ki.. Annesinin tavsiyesiyle futbol kariyerine kaleci olarak başlamayı düşünen, geçmişte Sampdoria forması giyen abisinin teşvikiyle forvete dönen Del Piero, İtalyan futbolunun en büyük kariyerlerinden birine sahip. Siyah-Beyaz forma ile 700 maça çıkan yıldız 239 kez ağları sarsmıştı. Rotasını 2012'de Avustralya'ya çeviren Del Piero, iki sezon Sydney FC'de forma giydi. Son olarak geçen sezon başında 40 yaşında, Hindistan Süper Ligi takımlarından Delhi Dynamos'a transfer olan efsane oyuncunun müzesi sayısız kupa ve ödülle dolu.

'Mavi'nin koyusundan açığına…

Frank James Lampard, dünyanın en iyi oyuncularından. İngiliz orta saha oyuncusu, 20 Haziran 1978'de gözlerini dünyaya açar. Kariyerine 1995 yılında babasının eski kulübü West Ham United'da başlar. 2001 yılında 11 milyon £ karşılığında Chelsea'ye transfer olan İngiliz oyuncu, 14 yıl formasını terletip, efsaneleşeceği kulübüne böylece ilk adımını atmış olur. Lampard, Mavilerle Premier Lig'de üst üste 164 karşılaşmaya çıktı. Premier Lig'de attığı 100'den fazla golle kulübünün tarihinde en çok gol atan orta saha oyuncusu ve toplamda tüm turnuvalarda attığı 157 golle de en golcü üçüncü oyuncu unvanına sahip. Ve yıl 2014… Lampard'ın sırtında efsaneleştiği 8 numaralı Chelsea forması yoktu. Chelsea ile yolu sebebi tam olarak çözülemeyen bir şekilde ayrılan Lampard, yeni kulübü New York City FC tarafından Manchester'ın mavi yakasına kiralanmıştı. 2014 yılının Eylül ayında efsane olduğu kulübe karşı forma giyen yıldız oyuncu maça 78. dakikada dahil oldu ve 1 gol attı. Atılan gol yıllardır formasını terlettiği Chelsea'nin kalesinden başkası değildi…

Yabancı efsanelerden bazılarını saydık, Türkiye'de de aynı kaderi paylaşanlar var mı? İlk akla gelenler arasında; Fenerbahçe'de ‘Genç Semih' olarak efsaneleşen Semih Şentürk, Beşiktaş'ın ‘Metin, Ali, Feyyaz' üçlüsünden Feyyaz Uçar, Galatasaray'ın efsanesi Tugay Kerimoğlu ve Trabzonspor'un yıllardır kaptanlığını yaptığı Ogün Temizkanoğlu yer alıyor.

Saray'ı Türkiye'ye anlatan kadın konuştu: Mimarî açıdan ucube bir yapı

$
0
0

Mimarlar Odası Ankara Şube Başkanı Tezcan Karakuş Candan, Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan'ın Ak Saray'ını Türkiye'ye tanıtan mimardı.

Candan, ilk imar planlarının yapılmasından itibaren sarayın peşini bırakmadı. Her hafta düzenlediği basın toplantılarıyla sarayın kamuoyundan gizlenen maliyetini sokaktaki insanın anlayacağı basitlikte dile getirdi. Isıtma masrafının Bayburt'un bir yıllık ısınmasına denk olduğunu, bin liralık altın varaklı bardaklar kullanıldığını, cam cephe giydirmelerinin milyonlarca lira tuttuğunu, peyzajda kullanılan ağaçların yurtdışından ithal edildiğini toplum ilk kez ondan duydu. Birkaç hafta önce yaptığımız ‘Tura katılacaklar için saray rehberi' haberinde paylaştığı bilgileri detaylıca kullandığımız Candan ile konuştuk. Mimari açıdan ucube bir yapıya benzettiği binaya neden ısrarla ‘Kaçak Saray' dediğini sorduk. Gerçek maliyetleri, oda sayısını uzmanından dinledik.

Tezcan Karakuş Candan, Cumhurbaşkanlığı Sarayı ile yaptığı açıklamalarla hafızalarımızda yer etti. Candan, ilk imar planlarından itibaren Saray’ın peşini bırakmadı. Ya mahkemeye taşıdı ya da basın açıklamalarıyla yapılan israfı kamuoyunun gündemine getirdi, eylemlere öncülük etti. Başkanı olduğu Mimarlar Odası Ankara Şubesi, bugüne kadar Atatürk Orman Çiftliği arazisi üzerinde yapılan inşaatlar ve sarayla ilgili 48 dava açtı, yenileri de yolda. ‘Saray’ın şatafatını Türkiye’ye anlatan kadın’ olarak her çarşamba günü Mimarlar Odası Ankara Şubesi’nde basın açıklaması yaparak, bu devasa yapının kamuoyundan gizlenen her bir maliyet kalemini açıklıyor. Isıtmasının Bayburt’un bir yıllık ısınmasına denk olduğunu, bin liralık altın varaklı bardaklar kullanıldığını, cam cephe giydirmelerinin milyonlarca lira tuttuğunu, peyzajda kullanılan ağaçların yurtdışından ithal edildiğini vatandaşlar kendisinden duydu. Candan ile sarayı, gerçek maliyetini, oda sayısını, neden ısrar ve inatla ‘kaçak Saray’ diye isimlendirdiklerini, tehdit alıp almadığını konuştuk.

Fotoğraf: Ünal Livaneli

Saray sizin için tam olarak ne ifade ediyor?

Sadece bir bina değil. Özellikle otoriter rejimler, kendi otoritelerini ifade edebilecekleri mekân ve simgelere ihtiyaç duyar. Kaçak Saray, bugünlerde yeniden tartışılan ‘başkanlık sistemi’nin kaçak yapısını ifade eder aynı zamanda. Rejimin adı daha değişmemişken, ona mekân hazırlanarak içine oturtulmaya çalışılan bir başkanlık süreci...

Neden ısrarla ‘kaçak saray’ ifadesini kullanıyorsunuz?

Yargı kararlarına uyulmadı, sit alanına yapıldı, ruhsatı ve iskanı hukuksuz verildi, orman alanına yapıldı, Atatürk’ün vasiyetine rağmen yapıldı, bunlar da onu kaçak yapar. Ayrıca 3 bin tane ağaç kesildi.

Maliyetleri; muhtar, öğretmen maaşı, asgari ücret ile karşılaştırarak kamuoyuyla paylaşıyorsunuz...

Meslek odaları olarak uzun yıllar mücadele ederken teknik bilgilerimizi halka anlatma noktasında zorluk yaşadık. Dolayısıyla anlaşılmadık. Muhtarlar saraya gidince, şu parçası şu kadar muhtar maaşına denk dedik, öğretmenler gidince onların maaşı üzerinden maliyet hesabı yaptık. Doğalgazıyla Bayburt bir yıl ısınabiliyor, bin liralık bardaklar, buhar odaları, VIP sinema salonları derken farkındalık oluşturduk. Bence başarılı da olduk. Son dönemde yapılan bir ankette Kaçak Saray’ın hükümete oy kaybettirme sırasında dördüncü olması, başarımızı gösterir. Sıralamada yolsuzluktan önce saray geliyor.

Mimari özellikleri çok tartışılmadı kamuoyunda. Saray mimari olarak nasıl bir yapı?

Kaçak Saray’ın mimarî; olarak ucube bir yapı olduğunu söyleyebilirim. Eklektik, oradan buradan toplanmış bir yapı. Dolmabahçe Sarayı’nın merdivenlerini, Selçuklu’nun alınlıklarını, saçaklarını vs almışlar. Bir kimliği ve ruhu olmayan bir yapı. Mimarî; anlayış olarak da otoriter bir şekilde sizi korkutmaya çalışan bir yapı görüyorsunuz. Kolon sistemleri de daha çok otoriter sistemlerde karşılaştığımız bir formda.

Sarayla ilgili açıklamalarınızdan rahatsızlık oluşturduğunu söylediniz. Baskı görüyor musunuz?

Baskıyı, bağlı bulunduğumuz TMMOB Yasası’nda değişiklikler yaparak odaların tümüne yapıyorlar. Denetimi bakanlığa bağladılar. Bütçemizi daralttılar. Meslek odasının denetimini devre dışı bırakarak rahatça rant ilişkilerini yürütebilecekleri bir sistem oluşturmaya çalışıyorlar. Kişisel olarak da özellikle Melih Gökçek bizi sürekli hedef gösteriyor, yandaşlarını bize karşı eylemlere sürüklüyor. Üstü örtülü mesajlar da alıyoruz. Ama bunlar umurumuzda değil.

Her detayın peşine düşüyoruz

Saray’ın oda sayısı sıkça tartışma konusu oldu, oluyor. Sizin tespitlerinize göre kaç odalı?

2 bin oda artı 1 salon gibi. İlk açıklamalara göre bin odaydı. Biz ısrarla yerin üzerinde 2 bin oda olduğunu söylüyoruz. Yerin altındakini ise bilmiyoruz. Eğer mimarsanız, formu biliyorsanız üç aşağı beş yukarı oda sayısını da hesaplayabilirsiniz. Tabii konut olarak kullanılan bina hariç. Orada da 250 oda var. Çalışma odasından girilen ve yatak odasıyla bağlantılı kasa odası var. En az 7-8 tane süit oda var. 600 metrekarelik balo salonları var, VIP sinema salonu var. Saray yavrusu diyoruz biz buna da.

Maliyet hesaplamalarını nasıl yapıyorsunuz, bilgileri nereden alıyorsunuz?

Sarayla ilgili her şeyi dikkatli takip ediyoruz. Her fotoğraf karesini en ince ayrıntısına kadar inceliyoruz. Mesela herkes Emine Erdoğan’ın konuklarını ağırlamasını konuşurken biz masadaki bardağı gördük, maliyetini merak ettik ve açıkladık. Bin lira çıktı tanesi. Bunun gibi içeriden çalışanların bize ilettiği, çalışanların sosyal medya hesaplarından paylaştıkları, iş yapan firmaların reklam olsun diye internet sitelerine görüntü ve yapılan işin detaylarını koydukları bilgileri derleyip peşine düşüyoruz.

Gecekondudan saraya uzanan bir hikâye...

Sauna, spa, buhar odası bunların hepsi lüks ve şatafat göstergesi. Gecekondu mahallelerinde iftar açıp, bir an çok güvenlikli, yüksek duvarlı, lüks saraya geçiş yaparak iftarlarını artık burada yapıyor olması halktan kopuşunu da gösteriyor. Gecekondudan saraya bir hikâye bu.

Mimarlar Odası her şeye karşı mı?

Kamuoyunda şöyle bir algı var:Mimarlar Odası her şeye karşı çıkar! ‘Milletin yararına olan’ her şeye karşı mı çıkıyorsunuz?

Kötü işlere tabii ki karşı çıkarız, hayatımıza dokunan, yaşam alanlarımızı tehdit eden şeylere karşı çıkarız. Saray örneğinden gidelim, yer seçimi doğru mu? Değil. Bitki örtüsü var, ağaç kesiliyor. Mahkeme kararına uyuyor musun? Hayır. Ben bunların neyine doğru diyeyim? Orman Bakanlığı tarafından botanik bahçesi yapılıyor şu an. O projeyi destekliyoruz, çok güzel bir proje. Ama mesela tutup botanik bahçesinin ortasından yol geçiriyorlar. Biz bu yola karşı çıkıp, botanik bahçesi yap ama ortasından da yol geçirme diyoruz.

Dünya filmleri yanı başımızda

$
0
0

İstanbul Film Festivali’nde dünya sinemasının öne çıkan filmleri seyirciyle buluştu. Tanrılarla Konuşmalar’da Yılmaz Erdoğan, Bahman Ghobadi ile yeniden sette. Hitler’e Suikast’ta ise esrarengiz bir aktivistin hikâyesi anlatılıyor.

Tanrılarla Konuşmalar, Taksi, Hasret, Hitler’e Suikast… Çoğu uluslararası festivallerde ödüller alan filmler, bu hafta İKSV’nin düzenlediği İstanbul Film Festivali’nde görücüye çıktı. Filmlerin konuları, oyuncu performansları, tartışma yaratacak tercihleri ilerleyen günlerde çok konuşulacağa benziyor.

Yılmaz Erdoğan, Kelebeğin Rüyası’ndan sonra konuk oyunculuk yapmaya başladı. Çoğunluğu BKM yapımı projelerde mini roller canlandırdı veya sesiyle destek verdi. Burak Aksak’ın ilk göz ağrısı Bana Masal Anlatma’da masal anlatıcılığına soyundu, Vizontele serisinde yol arkadaşlığı yapan Ömer Faruk Sorak’ın 8 Saniye’sinde dervişi canlandırdı. Erdoğan şimdilerde yine mini bir rolle karşımızda. Tanrılarla Konuşmalar, farklı coğrafya ve inanç sistemlerinden dokuz ünlü yönetmenin bir araya gelerek oluşturduğu özel bir proje. Hıristiyanlıktan ateizme, İslam’dan Hinduizm’e yönetmenlerin kendi kültürlerine yakın duran inançlar üzerinden kıssalar anlattığı bir yapım. Projede Gergedan Mevsimi filminde sete inen Bahman Ghobadi ile Erdoğan yine beraber. Ünlü oyuncu, 15 dakikalık kısa filmde bedenleri birbirine yapışık iki kardeşten birini canlandırıyor.

Erdoğan, Vizontele ile başlayan sinema kariyerinde büyüdüğü coğrafyanın hikâyelerini, dertlerini perdeye taşıdı. Kendi deyimiyle ‘sözün hükmünün kalmadığı’ bölgenin sıcak sorunu hakkında konuşurken taraf görünmemek için özel çaba sarf etti, kimliğini net olarak koymadı ortaya. Erdoğan’ın Kürt kimliğiyle en net göründüğü film, Tanrılarla Konuşmalar. İlk kez Kürtçe konuşuyor. Yapışık ikizlerin yaratılışları üzerinden kader tartışmalarına yoğunlaşıyor film. Biri inançlı, şükür ediyor; diğeri durumunda şikâyetçi. Akılda kalan sahne şu: Yapışık kardeşler camiye gidiyor. İnançlı olan namaz kılıyor, diğeri mecburiyetten diğerine eşlik ediyor. Sonrasında kaderi tartışıyorlar, gündelik ama felsefi bir altyapısı olan bir dille. Filmin ilerleyen günlerde gündem oluşturabilecek bir yönü var. Hikâyenin tamamı Mardin’de geçmesine rağmen Irak Kürdistan’ı olarak sunuluyor. Bu projenin fikir babası Guillermo Arriaga’nın tercihi mi, Ghobadi’nin mi isteği bilinmez ama Kürt meselesi konusunda ince eleyip sık dokuyan Erdoğan’ın farklı bir çizgide değerlendirileceği kesin.

Öteki İstanbul’a bakış

Ben Hopkins ne bizden biri ne de yabancı… Bu sayede bir hikâye anlattığı zaman iki farklı bakış açısıyla bakabiliyor. İstanbul’u anlatan belgeseli Hasret’e bu çerçeveden bakılabilir. Makyajlı bir şehri görüntülemek için yola çıkan, öteki İstanbul’u kayıt altına alan bir belgesel… Çarpık yapılaşmaya, plansız kentsel dönüşüme, göçmen işçilerin sorunlarına kulak veriyor. Altın Lale Uluslararası yarışmada jüri karşısına çıkan Hasret, geçmişin ve ölülerin de bir şehri olduğunu gösteriyor.

13 dakika farkla insanlık öldü!

Düşüş’le Nazi diktatörlüğünün son günlerine mercek tutan Oliver Hirschbiegel yine bir Hitler filmiyle karşımızda. Konusu oldukça enteresan. Georg Esler adında bir aktivist, Führer’in konuşma yapacağı salona bomba yerleştirir. Ancak Hitler 8 Kasım 1939’da olay yerinden erken ayrılır. Mekândan 13 dakika geç ayrılsa belki İkinci Dünya Savaşı olmayacak, 55 milyon insan ölmeyecekti. Yönetmenimiz ‘Hitler’e Suikast’ filmiyle bu aktivistin gerçek hikâyesine odaklanıyor, yakalandıktan sonra yaşadıklarını irdeliyor. Keşkelerle, gerçekleşmeyen bir suikasta tanıklık etmek farklı bir deneyim. Kimine göre Georg Esler bir ajandı, kimine göre aktivist. Film diyor ki: “İnsandı. İnsanlığı karanlık bir kuyuya iten bir insancığı öldürmeye çalışan bir insan.”

Yüz değişir ama ruh?

Yine Almanya, yine aynı dönem. Karakterler değişse de, yaşanan acılar aynı. Yeni bir bakış açısıyla yeni bir hikâye anlatılamaz diyenleri boşa çıkaracak bir film, Yüzündeki Sır. Yön: Christian Petzold. Konu: Toplama kampına alınan genç bir şarkıcının işkenceden yüzü tanınmaz hale gelir. Zorunlu estetikle kendisinin bir benzerine dönüşür. Günler sonra evine döner ve karanlık dakikalar başlar. Kendisini tanımayan kocası parası için mi evini ona açmıştır, yoksa sevdiği için mi? Savaş çığırtkanlığı yapanlara tokat gibi bir cevap. Ne diyordu Brecht? “Savaş istiyoruz! İlk vuruldu bunu yazan.” Silahın namlusu bu kez vicdanımızın üzerinde.

Yönetmen, taksi şoförü olursa…

Almanya Film Festivali’nden Altın Ayı’yla dönen Taksi filminde Cafer Penahi sarı taksinin şoför koltuğuna oturup Tahran sokaklarını turluyor, müşterilerle sohbet ediyor. Abbas Kiarostami’nin Ten ve Kirazın Tadı filmleriyle birebir benzer bir mantık. Bütün film arabada geçiyor. Yeni olan sadece hikâyeler… Arabaya ülkede yasaklı filmleri satan korsan CD satıcısı biniyor, yönetmenlik öğrencisi konu sıkıntısı çeken bir genç, trafik kazası geçirdikten sonra son nefesinde miras paylaşımı yapan bir çift… Toplum hakkında sosyolojik analizler yapmamıza imkân sağlayan, mizahı bol, gerçek hikâyeler… Penahi’yle ortak çalışmak isteyen korsan CD satıcısıyla diyalogları bir hayli eğlenceli.

Kapı komşum Madame Bovary

Sırtını edebiyata yaslayan filmlerden ön plana çıkan Posy Simmonds’un aynı adlı resimli romanından uyarlanan Aşkın Dili. Anne Fontaine’in yönettiği film, başarılı bir komedi, drama. Başkarakterimiz Fransa’da mini bir kasabada heyecansız bir hayat süren Martin Joubert. Yeni komşuları genç çiftlerin evlerine yerleşmesiyle hayatı birden renklenir. Güzel kadın Martin’e hayranı olduğu Madame Bovary romanını hatırlatmaktadır. Martin yerinde durur mu, genç kadının her adımını dedektif gibi takip eder, başına beklenmedik işler açar. Film, damakta okunmuş iyi bir roman tadı bırakıyor.

Prof. Dr. Şevket Pamuk: 2007 ekonomi için de dönüm noktası oldu

$
0
0

Prof. Şevket Pamuk, tek parti iktidarlarında ekonomide istikrarın her zaman sağlanamadığını düşünüyor. Ekonomik anlamda Türkiye’nin 2007 sonrası kendi ortalamasının altına düştüğünü söyleyen Pamuk, “Türkiye, orta gelirli bir ülke. Bunu daha yukarıya taşıyabilmesi için uzun vadede sanayiye, verimliliğe, eğitime önem vermesi gerekiyor.” diyor.

Prof. Şevket Pamuk, Türkiye’nin mühim iktisat tarihçilerinden. Boğaziçi Üniversitesi Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi Enstitüsü’nde öğretim görevlisi. Osmanlı Devleti’nin ekonomi tarihiyle ilgili yaptığı çalışmalarla tanınıyor. Kendisiyle hem “Türkiye’nin 200 Yıllık İktisadî; Tarihi” üzerine hem de güncel ekonomik gidişat hakkında konuşmak için bir araya geldik. Şunu belirtelim: olaylara bakışı herhangi bir siyasî; angajman içermiyor, hadiselere bilimsel yaklaşıyor. Bu da anlattıklarını muteber kılıyor haliyle. Mesela Osmanlı’nın 200 yıllık iktisadî; tarihinin daimî; borçlar etrafında teşekkül ediyor algısı var. Pamuk, mezkûr okumanın eksik olduğuna şu sözlerle itiraz ediyor: “Osmanlılar daha önce dışarıdan borç almadı. Devletin 19. yüzyılda dış borç alması, aslında Osmanlı ekonomisinin en belirgin özelliği değil. Osmanlılar, aldıkları borçları iyi kullanamadı. Sonra da ortaya borç veren Batılı ülkelerin denetim kurumu düyun-u umumiye çıktı.” Osmanlı ekonomisinin çöktüğünü de düşünmeyen Pamuk, 19. yüzyılda yavaş yavaş gelişme sürecinde olduğunu söylüyor. “Ama” diyor, “Bu eşitsiz ilişkiler ve dış borçlar nedeniyle giderek Avrupa ülkelerine bağımlı hale geldi. Onun için 19. yüzyılda, büyüme ve bağımlılık beraber gelişti. Bu iki kelime dönemin ekonomisini özetliyor.”

Tek parti iktidarları her şeyi doğru yapar diye bir kural yok

Şevket Pamuk, Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçiş sürecinde önemli siyasal değişiklikler gerçekleşirken, iktisadî; açıdan da önemli sürekliliklerin yaşandığını anlatıyor bir konuşmasında. Örneğin tarım ağırlıklı ekonomi hem Osmanlı’da hem Cumhuriyet’te devam eden bir model. Buna rağmen sanayi hamleleri iki dönemde de oldukça zayıf. Pamuk’a göre, Osmanlı’dan alınan ekonomik bir başka miras da tarım kesiminde aile işletmelerinin, küçük üreticilerin yaygınlığı. “Bunlar, Cumhuriyet’e geçerken bir gecede kaybolmadı, devam etti.” diyen ünlü tarihçi, “1960’lara kadar bu yapılar yaygındı. Ama ekonomi sadece işletmelerden oluşmuyor, nüfusun eğitimi, yazılı olan ve olmayan kurallar, bir başka deyişle kurumlar da var ve bunlarda Osmanlı’dan Cumhuriyet’e önemli süreklilik görülüyor.” ifadelerini kullanıyor.

Şevket Pamuk’a şöyle bir sual tevcih ediyoruz: “Tek parti iktidarlarında, ekonomi iyiye gider diye bir algı var. Bu ne kadar doğru?” Hoca’nın verdiği cevap şu: “Uyumlu koalisyonlarda da ekonomi iyiye gidebilir. Tek parti iktidarlarında kararlar daha kolay alınabildiğinden istikrar biraz daha iyiye gidebilir. Ama tek parti iktidarları her şeyi doğru yapar diye bir kural yok.”

İşsizlik düzenli olarak artıyor

Osmanlı döneminden günümüze doğru yol alıyoruz. Eksenimizi ekonominin aktüel yönü üzerine çeviriyoruz. Pamuk, analizini yine geçmişe yaslanarak yapıyor. Türkiye’de 19. yüzyıldan 20. yüzyıla önemli iktisadî; gelişmeler yaşadığını, ülkenin gelirlerini artırdığını söylüyor ilkin. Ancak Türkiye’nin tüm dünya ülkeleriyle kıyaslandığında ortalamalara yakın çıktığını kaydediyor: “İlginç olan, bu bir döneme mahsus değerlendirme değil. Son iki yüzyılda Türkiye, hep ortalamalara yakın. Türkiye, son 12 yılın ilk beş yılı, yani 2007 yılına kadar ortalamanın üzerinde büyüdü. Bunun bir kısmı 1990’ların çok olumsuz geçmesinden kaynaklanıyordu. 2001 programıyla ekonomi toparlanmaya başladı ve AKP’nin ilk yıllarında olumlu performans vardı.” Ancak AKP’nin 2007’den sonra yapısal dönüşümler gerçekleştiremediğine dikkat çekiyor. Söz yine Pamuk’un: “AKP’nin siyasî; projesi, iktidarı, yargıyı ele almak, askeri ve medyayı denetlemek hedefi, hevesi daha ileriye taşımanın önüne geçti. 2007 sonrasında Türkiye kendi tarihî; ortalamalarının altına düştü. Son iki buçuk yılda istihdam yavaş büyüyor, işsizlik de artıyor. Türkiye’nin yüzde 90’ı kent ekonomisidir, çalışanların yüzde 75’i de kent ekonomisindedir. Ve kent ekonomisinde işsizlik düzenli olarak artıyor.”

Son yıllarda kısa vadeli siyasî; kaygılar var

Prof. Şevket Pamuk’a, Başbakan Yardımcısı Ali Babacan’ın “Hukuk yoksa hukuksuzluktan istifade eden milyarderler çıkabilir.” sözünü hatırlıyoruz. Pamuk’a göre Babacan, hukuksuzluğun egemen olduğu yahut adalete, yargıya güvenin azaldığı ortamda ekonomide işlerin olumlu gitmeyeceğine işaret ediyor. Türkiye’nin uzun vadede eğitime, sanayiye, inovasyona, katma değere dayanan bir ekonomi kurması lazım. Bunun için hukuk, adalet ve güven gerekiyor. Bunların olmadığı ortamda, devletin sağladığı rantlara, ihalelere dayalı bir model olur. Tabii bu ortamda da milyarderler çıkabilir, küçük bir zümre büyüyebilir ama bu kalıcı bir model olamaz.

Pamuk’a göre, Merkez Bankası’nın bağımsızlığı Türkiye ekonomisinin en önemli sorunu değil. Bunu perspektife koymak gerektiğini düşünüyor: “Merkez Bankası konusunun bu kadar yankı uyandırması ekonomide genel gidişat için önemli bir gösterge olmasından kaynaklanıyor. Ekonomi yönetiminde Cumhurbaşkanı’nın ve hükümetin siyasî; kaygılarının ağır bastığı görülüyor. Merkez Bankası’na müdahale bu nedenle olumsuz bir gelişme. Bank Asya olayı da böyle. Şu veya bu bankaya ya da şirkete baskı ya da siyasî; müdahale yaygınlaşırsa, bunun ekonomiye maliyeti ağır olur. Türkiye, bugün orta gelirli bir ülke. Bunu daha yukarıya taşıyabilmesi için uzun vadede eğitime, sanayiye, verimliliğe önem vermesi gerekiyor. Oysa son yıllarda kısa vadeli siyasî; kaygılar ağır basıyor. Devletin dağıttığı ihalelerle, inşaat rantlarıyla ilerleyen bir model ortaya çıktı. Bu model ağır aksak bir süre gidebilir ve tıkanır.”

17 Aralık'ın Organize Şube Müdürü Ardıç: Savcı Kiraz şehit olmayabilirdi, sorumlusu 'talimatı verdim' diyen Başbakan'dır

$
0
0

17 Aralık sonrası tasfiye edilen ekip içinde İstanbul Organize Şube Müdürü Nazmi Ardıç da vardı. DHKP-C’nin, Çağlayan Adliyesi’nde Savcı Mehmet Selim Kiraz’ı şehit etmesindeki ihmalleri ve zafiyetleri konuşmak üzere buluştuk. Röportajın tek konusu bu değil elbet. Ardıç, kendisiyle beraber diğer dört meslektaşının bağımsız olarak siyasete girme sebeplerini de anlattı.

Adliyede rehin alındıktan sonra Savcı Mehmet Selim Kiraz’ın şehit edilmeden ikna yoluyla kurtarılması mümkün müydü?

Öncelik müzakere, son çare operasyon. Bunun kararını da operasyon amiri verebilir. Başbakan böyle bir talimat veremez. Yetkili değil, donanımı yoktur.

Savcının odasının içi teknik olarak görülebilir miydi?

Teknik ekip, destek ve müzakere ekibi, bir de iyi bir operasyon amirinin olup süreci kontrol etmesi gerekirdi. Emin olun odanın içini görme fikri akıllarına bile gelmemiştir. Teknik ekip size neyi sağlar? Bu odanın üst kısmı kartonpiyer. Yani siz bu odaya dâhil olabilirsiniz. Teknik ekip bu imkânlara sahip ve bunları bilir. Odanın içinin görülmesi gerekirdi. Bunun yapılmaması operasyonda savcının hayatının tehlikeye atılmasına sebep oldu.

Savcı acemiliğe kurban mı gitti yani?

Savcı burada örgüt propagandasının baskısı altında kalan siyasi iradenin buna göstermiş olduğu refleksin kurbanı oldu. Örgüt propaganda yapıyor. Bu hem polis ve hem siyasiler üzerinde baskı oluşturdu. Başbakan bu talimatı verdi çünkü propagandayı kesmek istedi. Ama o bölgeyi bilmiyordu ve savcı onun kurbanı oldu.

Teröristler ikna edilebilir miydi?

Evet. Buna karşı argüman olarak ‘DHKP-C müzakere yapmaz’ söylemlerini dile getirenler oldu. Realitede baktığınızda müzakerede belli amaçlarınız ve süreçleriniz var. Profesyonel bir müzakereci ilk olarak kendisini muhatap kabul ettirmeli. İkinci olarak süre tahdidi konulduysa bunu kaldırmaya ve sınırlandırmayı ötelemeye yönelik işlem yapılmalı. Üçüncüsü ise ortaya koymuş oldukları şartları ortadan kaldırmaya yönelik ikna çalışması olmalı. Orada profesyonel bir müzakereci yok. Gasp Bürosu’ndan, Asayiş Şube’den müzakereci getirilmiş. Bu örgütü hiç tanımayan ve onlarla konuşacak donanıma sahip olmayan bir müzakereci var orada. Aynı dili konuşamazlar. Müzakereci terörle mücadele ve DHKP-C alanında uzman olmalı.

Şu an var mı böyle bir uzman?

Yok çünkü hepsi tasfiye edildi. Mevcut müzakerecilere bakıldığında baro başkanı olmuş, avukat olmuş, Berkin’in babası olmuş. Süre tahdidini kaldırmışlar ve dört şart koyulmuş, eylemciler biri hariç diğerlerini kaldırtmayı başarmış. Üstelik amatör olmalarına rağmen. Bu iki kritere baktığınızda eylemin müzakere ile sonlandırılabileceği ihtimali çok açık. Bu görünür olmasına rağmen anlamsız şekilde verilen talimatla silahlı operasyon yapıldı. Şimdi şüpheli şekilde polis kurşununda savcıya isabet edeceği yönünde düşünceler var. Bunun rasyonel şekilde soruşturulacağı konusunda da şüpheler var.

Neden?

Yürütmenin yargı üzerindeki denetimini düşündüğünüzde bu çok mümkün görünmüyor. Ortada bir şaibe var. Teknik yönden bakıldığında müzakereyle sonuçlandırılabilirdi. İstanbul emniyet müdürü vali, mülki amir. Yani polis değil, hayatında hiç operasyon yönetmemiş birisi operasyon amiri olarak orada bulunup yönlendirme yapıyor. Kendisi de ilk geldiğinde söylemişti ‘öğreneceğiz’ diye. Bu valinin, emniyet müdürlüğünü öğrenmesinin bedelini biz mi ödeyeceğiz? Yani bir savcı, şehit mi olmalıydı? Tolere edilemeyecek tek şey operasyon yapılamayacak bir anda talimat vererek operasyon yaptırmak. Çünkü içeriyi görmüyorsunuz. Sizin orada bir saniyede içeri girip anında onları etkisiz hale getirmeniz gerekir. Fakat çatışma 27 dakika sürdü. Şartlar oluşmadan operasyon yetkisi veren makam hem adlî; hem siyasî; hem de vicdanî; olarak sorumludur. Savcının şehadetinde öncelikli sorumlu bu talimatı veren kişidir. Yani başbakandır.

Başarılı bir operasyon dendi ama…

Başarılı bir operasyon değil, çok başarısız bir operasyon. Uluslararası literatürde rehinenin kurtarılması başarıdır, teröristlerin öldürülmesi değil. Ama burada bu ifadeler sorumlulukların üstlerini örtmek adına, toplumsal tepkilerin kendilerine yönelmesini engellemek adına siyasî; manevra yapılıyor.

Hesap sormak adına siyasete giriyoruz

Ankara Birinci Bölgeden bağımsız milletvekili adayı oldunuz. Sizin gibi tasfiye edilen polisler arasında başka adaylar da var. Neden milletvekili adayı olma kararı aldı polisler?

Ali Fuat Yılmazer, Yakub Saygılı, Mehmet Akif Üner, Yurt Atayün biz bağımsız aday olduk. Türkiye’de siyaset grubunu ele geçiren illegal olduğuna inandığım güç Türkiye’yi ele geçirdi. Siyasî; alanda bunun mücadelesini vermek lazım. Sadece 17 Aralık’tan bu yana değil, bir ömre sığdırılamayacak, yazmakla bitirilemeyecek öyle hukuksuzluklar, zulümler oldu ki. Devlet bir diktatörlük olma yolunda ilerliyor. Devletin sigortası yargıdır. Yargı yürütmenin kontrolüne girince bu sigorta devre dışı kaldı. Siyasi ihtirasların kurbanı ediliyor ülke. Hesap sormak adına siyasete giriyoruz.

Ailenizin bu süreçten etkilenmesi kaçınılmaz. Siz ve aileniz bu süreci nasıl atlatmaya çalışıyor?

Hâlâ gözaltına alınmadım. Hakkımda 30’a yakın idarî; soruşturma var ama makul bir suçlama yok. Gayri hukuki bir şekilde suçlamalar yürütülüyor. Şaşırıyorum. Ama ben hiçbir bedel ödemedim, asıl bedeli içerdeki arkadaşlarım ödedi. Mağduriyet psikolojisi yaşamadığımız için mağdur değiliz. Realite planında bir mağduriyetten bahsedilebilir ama bu insanların hiçbiri bu psikolojiyle hareket etmiyor. Çünkü iftiraya maruz kaldılar. Bu insanların hayatları mücadeleyle geçmiş. İftiraya maruz kaldığında mücadele etmemesini düşünebilir misiniz? Aileleri de aynı iradeyi ortaya koyuyor.

Yeni bir dernek kuruyoruz, dediniz…

İnsan hakları alanında mücadele edecek bir dernek kuruyoruz: Çağın Mağdurları Derneği. Derneğin başkanlığını ben yapacağım. Haftaya açılışı olacak. Akademisyen, gazeteci, avukat ve meslek büyüklerinden isimler olacak. Demokrasi, insan hakları ve basın özgürlüğü alanındaki eksikliği temin etme, duyarlılığı geliştirme ve toplumu bilinçlendirme noktasında faaliyet yürütecek bir sivil toplum kuruluşu olacak.

Devletin bütün kodları çözüldü

Militanlar, MİT ve Emniyet İstihbarat tarafından takip edilmiyor muydu?

Bu isimler ilk defa polisin karşısına çıkan isimler değil. Bu kişiler 17 Aralık öncesi tasfiye edildi. Daha önce yakalanmış, tutuklanmış isimlerdi. Fakat 17 Aralık sonrasında çıkarılan yargı paketleriyle serbest kaldılar. Devlet mi millet içindir yoksa millet mi devlet içindir anlayışı hep müzakere edilir. Demokrasilerde devlet millet içindir ama Türkiye’de ne devlet için ne millet için... Devlet de millet de Erdoğan için. Devletin bütün kodları çözüldü. 17 Aralık’tan sonra çıkarılan yasalar tamamıyla Erdoğan’ı ayakta tutmak, siyasî; iktidarını takviye etmek için. Çıkarılan yasalardan biri de bu yargı paketiydi. Bu yasayla çıkan adamlar geldi, savcıyı şehit etti. Siz şimdi vicdanî; olarak sorumluluk hissetmez misiniz? Vicdanları olsalar hissederlerdi ama yok.

Erdoğan, Romanya dönüşü uçakta, ‘DHKP-C mezhep dayanıklı bir örgüt’ diyerek, sözü yine Aleviliğe getirmişti.

Erdoğan, toplumu kutuplaştırarak siyasetini bu kutuplardan birisinin üzerine inşa ederek ayakta kaldı. Açıklamalarında toplumu kutuplaştıran söylemler içinde Alevi vatandaşlarımızı zan altında bırakmaya yönelik yaklaşımlar var. Bu örgütün içinde çok fazla Alevi olabilir ama bu onların örgütü sahiplendiği anlamına gelmez. Örgüt Alevi kitleyi hedef seçmiş anlamına gelir. Alevilerin DHKP-C’yi desteklediğini söylemek milyonlarca masum Alevinin hakkını yemek olur. Bunu söyleyemezsiniz. Ancak kutuplaştırma üzerine siyaset inşa ediliyor.

Bu taşlar için güzel kelimesi yetersiz kalıyor

$
0
0

Normalde taş deyince insanların aklına ilk olarak güzel şeyler gelmeyebilir, ancak bu emsalsiz mineral ve doğal taşların yanında güzel kelimesi bile az kalıyor.

Mineral bir kimyasal formül tarafından doğal olarak oluşan katı ve inorganik bir maddedir. Düzenli bir atomik yapıları vardır. Minerallere benzemeyen kayalar ise belirli bir kimyasal birleşime sahip değildir ve hem minerallerden oluşabilir hem de oluşmayabilir. Dünyada 4 bin 900 bilinen mineral türü olmasına rağmen bunların bazılarını sizler için derledik.

İşte eşi benzeri olmayan taşlar:


Saksağanla çocuğun dillere destan dostluğu

$
0
0

Çocuk ve hayvanların hikayeleri her zaman ilgi görür. Ancak bu hayvan bir kuşsa bu sıra dışı bir durumdur. Üstelik bu dostluk yakında kitap olacak.

Fotoğrafçı Cameron Bloom’un oğlu Noah, 2013 yılında ailesiyle evlerinin yanında yürüyüş yaparken yavru bir saksağan buldu. Aile, veterinerle görüştükten sonra, aile kuşu evlerine alıp büyütmeye karar verdiler ve sıcakkanlılığından dolayı kuşa Penguin adını verdi.

Bir yıl sonra, meraklı kuş aile ile iyice kaynaştı. Özgür olup uçmak yerine her zaman Cameron’un, eşinin ve oğullarının yaşadığı eve döndü.

Çocuklar kuşun dönüşünü sabırsızlıkla bekliyorlardı. Penguin aileye uyum sağladığını onları evin içinde takip ederek hep gösterdi.

Geçtiğimiz yıl, fotoğrafçı Bloom popüler bir Instagram hesabında kuşun resimlerini paylaştı. İnsanlar bunu çok sevdi ve çeşitli sorular sorup, duygularını paylaştılar.

Penguin evin dışında uçuyor, Noah'a eşlik ediyor, evlerinin içinde dolaşıyor veya ev işlerinde onlara yardım ediyor.

Geçtiğimiz günlerde New York Times’ın en çok satan yazarı Bradley Trevor Greive, fotoğrafçının çektiği fotoğrafları da ekleyerek Penguin ve Bloom ailesi hakkında bir kitap yazacağını duyurdu.

Aile boyu maraton

$
0
0

Ali, Bilal, Sultan, Nihal ve Aylin… Soyadları Çelik olan bu kişiler önümüzdeki hafta yapılacak İstanbul Yarı Maratonu’nda katılacak binlerce isimden birkaçı. Dünyanın en düz ve hızlı parkurlarından birine sahip olan yarı maraton yine renkli görüntülere sahne olacak.

Türkiye’de ilk olarak 1987 yılında başlayan yarı maraton koşusu, en son 2010’da gerçekleştirilmişti. 4 sene aradan sonra tekrar geçen sene sporseverlerle buluşan yarı maratonun 26 Nisan Pazar günü Vodafone Türkiye sponsorluğunda ikincisi icra edilecek. Dünyanın en düz ve en hızlı parkurlarından birine sahip olan yarı maraton, bu yıl renkli görüntülere sahne olacağa benziyor. Maratona katılacak en ilginç hikâyelerden biri de 5 kişilik Çelik ailesine ait. ‘Vodafone İstanbul Yarı Maratonu’ öncesi Çelik ailesinin koşu serüvenini Nihal Çelik’ten dinledik.

Koşu sporu, Çelik ailesinin gündemine dayı Ali Çelik’in bir arkadaşının “Gel hayatımızda bir maraton koşmuş olalım.” demesi üzerine girer. 47 yaşındaki Ali Çelik, böylece koşmaya başlar. Ardından yeğeni Bilal Çelik dayısını izleyerek zayıflamak ve spor yapmak için koşmaya başlar. Bilal’i 53 yaşındaki annesi Sultan Çelik, sonra kardeşi Nihal Çelik takip eder. Sultan Çelik, sağlık sorunlarının üstesinden gelmek ve sosyalleşmek için başladığı koşu sporunun çok büyük faydalarını görür. Çelik ailesinin koşu ekibine en son katılan isim ise Ali Çelik’in eşi Aylin Çelik. Şimdi sırada ise Ali ve Aylin Çelik’in oğlu Yağız var.

Aile başka bireylerle de dünyanın en ucuz ve sağlıklı sporu olan koşu sporunda takımı büyütmeye kararlı. Hareket Candır adı altında bir grup ile koşmalara devam ettiklerini söyleyen Nihal Çelik, neden koşu sporunu tercih ettiklerini şöyle açıklıyor: “Koşmak en ucuz şekilde yapılan egzersizdir. İyi bir çift koşu ayakkabısı, şort ve tişört yeterli. Herhangi bir aylık üyeliğe de gerek yok. Ayrıca motivasyonunuzu ve kişisel mutluluğunuzu artırıyor. Artık sosyalleşme aktivitesi olmaktan çıkıp kendimize hedefler koyduğumuz ve kendimizi her defasında daha geliştirmeye çalıştığımız aktivite oldu koşu sporu.”

Koştukça aile bağlarımız kuvvetlendi

Aile toplam 4 maratona beraber katılmış, ancak farklı kilometrelerde koşmuşlar. Maratonlarda birlikte koşmanın avantajlarını şöyle sıralıyor Nihal Çelik: “Birbirimizi her an rahatlıkla motive edebiliyoruz. Adı ‘Keyif Koşucuları’ olan bir aile WhatsApp grubumuz var. Oradan düzenli olarak antrenmanlarımızı kontrol ediyoruz, tembellik yapan olursa hemen motive ediyoruz. Paylaşımlarımız arttıkça aile bağlarımız çok daha kuvvetlendi.”

Aileye başka akrabalarının da katılıp daha da genişleyeceğini söylüyor, Nihal Çelik. Koşu sporu ile hayata bakış açısının değiştiğinin altını çizen Çelik, bunun yanı sıra disiplinli olmayı, daha sabırlı olmayı öğrenmiş. ‘Ailecek koşarken yaşadığınız bir anınız var mı?’ sualine ise şu karşılığı veriyor: “2015 Antalya Maratonu’nda ben ve yengem Aylin Çelik, 3 ay çok sıkı bir şekilde maratona hazırlandık. Son gün her şeyimiz ile hazırdık. O benden hızlıydı ve benden çok daha iyi sürede koşacaktı, buna emindim. Koşuya başladık ama maalesef 10. kilometreyi hatalı yerden dönmüş ve 17. kilometrede bunu fark edince tekrar geri dönme şansı olmamış. Bizi maratona hazırlayan, tüm antrenman programlarımızla ilgilenen dayımdı. Dayım bitiş çizgisinde buna çok üzülmüş ve benim de koşamama gibi durumum olur mu diye endişelenmiş. Beni 35. kilometrede bulup 42. kilometreye kadar eşlik etti ve tüm aile üyeleri finish’te kucaklaştık.” Önümüzdeki hafta koşulacak olan ikinci yarışta hep birlikte yer alacak olan Çelik ailesi, “Parkur çok güzel ve zaman olarak nisan sonu koşu için ideal. Yarımadanın ev sahipliğinde koşacak olmamız bizim için çok önemli. Tarih kokulu bir koşu olacağına eminiz. Yine ailecek katılacağımız bir maraton olacağı için de çok heyecanlıyız.” diyerek duygularını dile getiriyorlar.

Organizasyon öncesi, koşunun sponsorluğunu yapan Vodafone Türkiye’nin İcra Kurulu Başkan Yardımcısı Ender Buruk ise sporun gelişmesinin ülkenin tanıtımına katkıda bulunduğunu belirterek, “Vizyonumuza çok uygun olan maraton desteğimizi sürdürmek istiyoruz. Bu sene yarı maraton çok önemli, bir rekor ihtimali var. Yarı maratonu, kendi dalında altın yarı maratonlar seviyesine getirmek istiyoruz. Elimizden geldiği kadarıyla destek olup yarı maratonu büyütmek istiyoruz.” diyor. Maratonda teknolojiden de istifade edileceğinin bilgisini veriyor Buruk: “V-Maraton adında bir uygulamamız mevcut. Yarış saati, parkurun özellikleri gibi koşu öncesi ve sonrası birçok bilgiyi alma şansı sunuyor. Ayrıca, beslenme, koşu ve sağlıkla ilgili bilgilere ulaşım imkânı sağlıyor. Bunun dışında Spotify ile bu koşuya özel iki müzik listesi oluşturduk.”

‘İstanbul rekora koşuyor’

Dünyanın sayılı parkurlarından biri olan tarihi yarımadada koşulacak olan ‘Vodafone İstanbul Yarı Maratonu’, Yenikapı miting alanından başlayıp Kumkapı, Gülhane, Sirkeci ve Haliç boyunca geçilerek Eyüp Meydanı’ndan dönüşle yine Yenikapı’da son bulacak. Parkur, sahil yolu boyunca devam edecek ve trafiğe kapalı olacak. Bu yönüyle dünyanın en düz ve en hızlı parkurlarından birine sahip yarı maraton 21 kilometrelik asfaltta koşulacak. Zira yarışın en hızlı şekilde koşulabilmesi için parkur üzerindeki dönüş noktaları, başlangıç ve bitiş alanları yeniden düzenlenerek Uluslararası Atletizm Federasyonları Birliği (IAAF) sertifikası için yeniden ölçümlendi. Bu tarihi yarışa katılmak isteyenler ise 20 Nisan Pazartesi gününe kadar kayıt yaptırabilecek. Kayıt ücreti Türk vatandaşları için 25 TL, yabancı uyruklu katılımcılar için 45 TL’dir.

İstanbul Büyükşehir Belediyesi ve Spor AŞ tarafından düzenlenecek İstanbul Yarı Maratonu, kentin tarihî; cazibesi sayesinde koşu severleri bir araya getirecek. Bu sene yarı maratona 10 bin sporcunun üzerinde katılım beklenirken, ABD, Bahreyn, Belarus, Eritre, Etiyopya, Güney Afrika, Kenya, Rusya ve Ukrayna olmak üzere 9 ülkeden 13 erkek ve 13 kadın olmak üzere 26 elit atlet de yer alacak. Söz konusu elit atlet olunca rekor da kaçınılmaz oluyor. Hem erkeklerde hem de kadınlarda yeni bir dünya rekorunun kırılması beklentiler arasında. Bu yüzden yarışın sloganı; “İstanbul rekora koşuyor”. Detaylı bilgi ve kayıt için ‘www.istanbulyarimaratonu.org’ adresini ziyaret edebilirsiniz.

Kişiye özel sanat eseri

$
0
0

Dünyanın en pahalı ve prestijli motosikletleri ne Amerika’da, ne de Almanya ve Japonya’da üretiliyor. Herkesin üzerinde olmak isteyeceği motosikletler, Mecidiyeköy’deki bir garaj atölyede gün yüzüne çıkıyor. Tarhan Telli, TT Custom Choppers markası ile kurduğu şirkette, şahsa özel el yapımı motosikletler üretiyor. 2005 yılında bir garajda kurulan şirket, bugün yurtdışına ihracat yapıyor. Çok yakında 10 bin metrekare kapalı alanı olan bir fabrikaya taşınacaklar.

Tarhan Telli’nin yapboz tutkusu, henüz çocuk yaşlarda başlamış. Oyuncaklarını kırıp farklı şekillerde birleştirerek hayalindeki oyuncakları yapmaya çalıştığını anlatan Telli’nin içindeki tasarım tutkusu büyüdükçe büyümüş. Eğitimini tasarım üzerine tamamladıktan sonra Amerika’da motosiklet üretim tesislerinde çalışmış. Hem de şirkete günlük 14 dolar ödeyerek...

Bilgi ve tecrübesini artırdıktan sonra Türkiye’ye dönen Telli’nin atölyesinde çalışan herkes tek kelimeyle profesyonel. Motosikletler bir sanat eseri hassasiyetinde yapılıyor. Her bir parça, elektronik donanım, şase ve metal aksamlar burada üretiliyor, birleştiriliyor.

Motosikletler siparişle üretiliyor. Talepte bulunan kişinin hayal gücü ve beklentisine göre çizimler yapılıyor; kilosu, kol mesafesi ve bacak boyu da göz önünde bulunduruluyor. Kullanılacak vidalar ve yivleri bile bir cerrah hassasiyetiyle üretilip monte ediliyor.

Sipariş verilen motosikletin hazırlanması bazen bir sene bile sürebiliyor. Fiyatları 35 bin Euro’dan başlayan yüksek performanslı motorlar Türkiye’de ve yurtdışında büyük ilgi görüyor. Türkiye’den Kenan Doğulu, Hidayet Türkoğlu, Emre Belözoğlu, Volkan Demirel; Hollywood yıldızlarından Sylvester Stallone, Jason Statham ve Wesley Snipes ‘TT motor’ sahibi ünlülerin birkaçı.

Sezon bitmeden ne izlesek?

$
0
0

Tiyatro sezonunda son yüz metreye girdik. Artık birçok ekip son oyunlarını oynuyor. “Sezon bitmeden İstanbul'da şöyle gönlümüzce iyi bir oyun izleyelim.” diyorsanız, şu önerilere bir kulak verin. Ummadık taş baş yarar!

Craft Tiyatro’nun ‘Taşlar’ oyunu, dili ve merkezine aldığı konusuyla sezonun öne çıkan yapımlarından. Tom Lycos’ın yönettiği oyun, yaşanmış bir hikâyeye dayanıyor. Başkarakterler 13-14 yaşlarında iki çocuk. Otoban kenarında oyun oynarken attıkları taşlardan biri arabaya denk gelir, kaza geçiren arabanın şoförü ölür. Çocuklar yakalanıp adalet karşısına çıkarılır. Sorulan soru şu: Çocuklar hatalı mı, suçlu mu? Göstermeci bir biçimle sahnelenen iki kişilik oyun baştan sona boş sahnede geçiyor. Polis, avukat vb. bütün karakterleri iki oyuncu canlandırıyor. Meddah gibi hikâyeyi anlatıyor, mini beden ve kostüm değişiklikleriyle karakterlere bürünüyorlar. Atmosfer oluşturuyor, müzik-efektleri yapıyor, kurdukları dünyaya seyirciyi inandırıp ortak ediyorlar. Yetişkin ve çocukların izleyeceği seviyede enerjisi yüksek. 82 farklı ülkede oynanan oyun, bugüne kadar 48 farklı dile çevrilmiş. Avustralya’da 1998’den beri aralıksız sahneleniyor, bugün bizde.

Kuşlar ülkesinde iki insan

Işıl Kasapoğlu kurucusu olduğu Semaver Kumpanya’dan elini eteğini çektikten sonra tiyatro mini bir bocalama dönemi yaşadı. Tiyatro, Aristofanes’in ‘Kuşlar’ oyunuyla yeniden eski günlerine dönüyor. Hikâyemiz şöyle: Atina’da yaşayan iki arkadaş savaşlardan, adaletsizliklerden, yönetimin keyfi tutumlarından bezerek kendilerine yeni bir yurt arayışına girer. Kuşlar diyarına giden iki kafadar onları örgütleyip bir devlet kurar, başlarına da kendileri geçer. Sonrası şenlik… Volkan Sarıöz’ün yönettiği komedyayı günümüze uyarlayan isim Yavuz Pekman. Hikâyeden anlaşıldığı gibi oyuncular (16) farklı farklı kuşları canlandırıyor. Mizahı ve göndermeleri bol oyun, şarkılar, danslarla seyirciyi içine alan alıp sert bir düzen eleştirisi getiriyor. 2 bin 500 yıl önce yazılan oyunun bugün nasıl tazeliğini koruduğunu görmek hayret verici.

Gönül başka diyor, dil başka

Oyun Atölyesi’nin ilk göz ağrısı Steven Berkoff’un kaleme aldığı ‘Dolu Düşün Boş Konuş’, Muharrem Özcan rejisiyle 15 yıl sonra sahnede. Günümüz insanının gündelik endişeleri, zaafları, korkuları üzerine kurulu oyun; içlerinden geçenle dile getirdikleri çelişen sıradan bireylerin düştükleri gülünç durumu sahneye taşıyor. Grotesk bir oyunculuk biçemi, animasyon estetiğiyle… Sahne dili şöyle: Oyun birden donuyor, aktör düşündüklerini seyirciyle paylaşıyor, sonra çözülen sahne kaldığı yerden devam ediyor. Her an sahne donabilir, her karakter gönlünden geçeni paylaşabilir. Ritmi yerinde, enerjisi yüksek, oyuncu performansları başarılı (öne çıkan Gökçer Genç) ve birazcık uzun bir oyun. Kabare mizahına yakın bir espri anlayışı var. Ne diyor Haldun Taner: “Bizim oyuncularımız espriyi yaptıktan sonra seyircinin idrak etmesini bekler. Oysa kabarede durum böyle değil. Sen makine hızıyla esprileri yapar, atarsın. Seyirci istediğine güler.” Oyunda durum aynen böyle.

Bir yaz, gece ve rüya

100. yaşını kutlayan İstanbul Şehir Tiyatrosu’nda sular bir türlü durulmuyor. Müdürlüğün tiyatronun iç işlerine müdahalesini yasal güvence altına alan iç tüzük değişikliğinden sonra bazı oyuncu, yönetmenler tiyatrodan ayrıldı. Genel sanat yönetmeniyle beraber, repertuvar da değişti. Belirli periyotlarda sansür haberleri gelmeye devam ediyor. ‘Oyuncularıma oto kontrolü öğreteceğim’ vaadiyle başa gelen Erhan Yazıcıoğlu yönetimindeki tiyatrodan iyi haberler de gelmiyor değil. Bunlardan biri ünlü Makedon yönetmen Aleksandar Popovski’nin sahneye koyduğu Shakespeare’in unutulmaz eseri Bir Yaz Gecesi Rüyası. Çağdaş bir yorumla sahneye taşınan oyun, üç ana eksende ilerliyor. Seyirci, saray çevresinden Theseus ve Hippolyta ile dört genç âşık arasında geçen olaylar, Pyramus ve Thisbe’nin trajik aşk hikâyesini sahneleyen esnafların dünyası ve Oberon, Titanya, Puck ve diğer perilerden oluşan periler dünyası arasında gezdiriliyor. İyi yolculuklar!

Woyzeck’in rock müzikali

Erdal Beşikçioğlu Ankara’daki tiyatrosu Tatbikat Sahnesi’ne bir kardeş mekân açtı İstanbul-Etiler’de. Oyunlarını İstanbul’da görme şansı bulacak sıkı takipçileri ne çok sevindi bilemezsiniz. Tiyatrosu şimdilerde Beşikçioğlu’nun tek kişilik oyunu Bir Delinin Hatıra Defteri ve rock müzikali Woyzeck ile sahne alıyor. Gogol’ün oyunuyla 6 yıldır (ekleyelim; yakın dönemde oynanan en iyi tek kişilik oyun) sahne aldığı için bizim gündemimizde Woyzeck var. Büchner’in yarım kalan oyununu Beşikçioğlu rockla tamamlıyor. Şaşırtıcı bir yorum… Sahnede geniş platformun üstünde bir rock grubu var, onlar çalıyor, oyuncular söylüyor. Yoğun sahne trafiğinde oyuncular performanslarıyla takdiri hak ediyor. ‘Gerçekliğin saptığı bu kirli dünyada insan ne içindir?’ sorusuna ekiple beraber cevap arayanlar, buyurun.

Yeter söz sloganların!

$
0
0

7 Haziran seçimlerinin önemli bir detayı da partilerin kitleleri etkilemek için kullandığı sloganlar. Peki, hemen her yerde karşımıza çıkan sloganlar, seçmenlerin tercihini etkiliyor mu? Slogan ve şarkılarla seçmene hangi mesajlar veriliyor?

Türkiye, eski tabirle ‘seçim sath-ı maili’ne girmiş bulunuyor. 7 Haziran 2015 milletvekili genel seçimleri için hemen bütün partiler hazırlıklarını tamamladı, vekil adaylarını millete sundu. Seçim şarkıları, sloganlar belirlendi. Peki bu sloganlar seçmen tercihi üzerinde ne kadar etkili? Kendisi aynı zamanda siyasal iletişim uzmanı olan İzmir 9 Eylül Üniversitesi öğretim üyelerinden Serçin Sun İpekeşen’e sorduk.

Seçim kampanyaları, 1950’den bu yana renkli

Serçin Sun İpekeşen’e göre; özlü, çarpıcı ve edebi bir şekilde kendini ifade eden adaylar, seçmenlerin dikkatini çekmiş, kimi zaman da retorik yetenekleri sayesinde oy almayı başarabiliyor. Geçmişten günümüze kadar siyasî; parti ve liderlerin çağın, teknolojinin kendilerine sunduğu imkanlardan yararlandığını ifade eden İpekeşen, Türkiye’de gerçek anlamdaki ilk seçim kampanyasının 1950 seçimleri olduğunu hatırlatıyor. Demokrat Parti bu seçimlerde Selçuk Milar’ın hazırladığı afiş/sloganla çıkmıştı halkın karşısına: “Yeter Söz Milletin!” Evet, seçim sloganlarının bazıları bu kadar mühim; çünkü bellekte yer ediyor. İpekeşen’i dinlemeye devam edelim: “Kullanılan kitle iletişim araçları radyo, gazete ve afiştir. Ülkede o güne kadar görülmemiş bir kampanya yürütülmüş ve bu seçimler sonucunda iktidar el değiştirmiştir. Bu tarihten itibaren, ülkedeki seçim kampanyaları her zaman renkli ve çekişmeli dönemlere sahne olmuştur.”

Slogan her zaman işe yaramıyor

İpekeşen’in dikkat çektiği bir başka husus da şu: “Seçmenlerden oy kazanmak sadece kendini tanıtarak gerçekleşmez.” diyor ve ekliyor: “Seçmenlere ayrıca neden diğer rakiplere oy vermemeleri gerektiği de anlatılır. Rakiplerin geçmişte yaptığı icraatların başarısızlığından bahsedilebileceği gibi, çeşitli suçlamalar ve taşlamalar da bulunulabilir seçim sloganlarında.” İpekeşen, yapılan araştırmalarda seçim sloganlarının çok kısa bir zaman içerisinde seçmen tarafından unutulduğu ya da yanlış hatırlandığını gösterdiği bilgisini paylaşıyor. Oy verme davranışı üzerinde seçim sloganlarının etkisi olduğuna dair anlamlı bir bulgunun olmadığını da ilave ediyor. Peki, neye yarıyor bu bir cümlede bütün hikâyeyi anlatmaya yarayan sloganlar? İpekeşen’e göre sloganlar, mitinglerde hep birlikte hareket etmek, coşku yaratmak ve popülerlik sembolü haline gelmek adına kısmen etkili olabiliyor.

SLOGAN VE ŞARKILARIN DİLİ

Siyasal iletişim uzmanı Serçin Sun İpekeşen, 7 Haziran seçimlerinde partilerin kullanacakları slogan ve şarkıları şöyle analiz etti:

CHP: İroni ile eleştiri

CHP, 7 Haziran için yola şimdiden ses getiren ve tartışmalara sebep olan “Milletçe Alkışlıyoruz!” iletişim kampanyasıyla başladı. Alkışın yerleşmiş anlamı olan bir başarıyı kutlama durumunu ironi ile eleştiriyor. Kitlesel bir protesto amacını taşıyan reklam filminde taksi şoförlerinden madencilere kadar toplumun çeşitli kesimlerinden kişilerin alkışladığı görüntüler var. Trafonun önünden geçen bir kediyle başlayan reklam kampanyasında, ‘Milletçe Alkışlıyoruz!’ sloganının yazılış biçimi ve duvara baskı tekniği dünyada ve ülkemizdeki sokak direnişlerine bir gönderme yapar nitelikte.

HDP: Hedef seçim barajını geçmek

Diğer bir kardeşlik temalı seçim müziği, HDP tarafından “Bizler HDP, Bizler Meclise” sloganıyla tanıtıldı. HDP seçim barajını aşmak ve mecliste yer almak hedefini sloganında açıkça dile getiriyor. Çoğulculuğun sesi olma anlamı taşıyan şarkı sözlerinde “Bizler”, Türk’ü, Kürt’ü, Laz’ı, Ermeni’si, Alevi’si, Sünni’si, kadını olarak yer almış. Şarkı, protest müzik grubu Bandista tarafından seslendiriliyor.

MHP: Çoğulculuğun sesi vurgusu

MHP ‘Bizimle Yürü Türkiye’ sloganıyla iktidar yolunda kararlı bir tavır göstermek amacında. Sloganın, birlikte yürümek, yol arkadaşlığı yapmak şeklindeki mesajına ek olarak “Biz” diyerek çoğulcu bir kimlik anlamı da inşa edilmek istenmiş. Seçim müzikleri özellikle çeşitli yörelerden seçilerek bu çoğulculuk anlamının pekiştirilmeye çalışıldığı görülebilir. Partinin sembolik öğeleri olan bozkurt ve hilal de kullanılan müziklerde geleneksel yer alıyor.

Millî; İttifak: Meclis’te herkes temsil edilmeli

Meclis’te milletin hakkıyla temsil edilmesi adına kurulduğu açıklanan ittifak, sloganıyla iki partinin ortak millî;/İslamî; değerlerde buluşulduğu izlenimini veriyor. ‘Milli İttifak’, seçim şarkılarında “Zulmü alkışlayamam, zalimi asla övemem” sözlerine yer vererek ‘alkış’ konusunu seçim gündeminde tekrar dile getiriyor.

AKP: Tek adam stratejisi

Davutoğlu ve Erdoğan’ın görüntülerinden oluşan ve çoğulculuktan ziyade tek adam stratejisinin izlerinin sürülebileceği görüntüler ve sözler dikkat çekiyor. Partinin ismi olan adalet ve kalkınma terimlerinin daima eki ile kullanılması, AKP’nin 13 yıldır tek başına iktidar olmasına bir vurgu niteliğinde. Ayrıca ‘Daima Adalet, Daima Kalkınma’diyerek‘daima’ sözcüğüyle mutlak ve kalıcı anlamı yakalanmak isteniyor.

Viewing all 3284 articles
Browse latest View live