Quantcast
Channel: ZAMAN-PAZAR
Viewing all 3284 articles
Browse latest View live

Sözde Osmanlı’yız

$
0
0

Osmanlı temalı tanıtım bültenleri, adı Osmanlı ile başlayan kafeler, markalar, futbol takımları, içinde Osmanlı geçen siyasî; söylemler… Osmanlı gibi dünyaya yön verme istekleri... Asırlarca dünyaya adalet dağıtan bir imparatorluğun özlemini duymak güzel de bunun söylemden öteye gitmemesi tuhaf olsa gerek.

Mutlaka görmüşsünüzdür, arabasının arka camına ‘Osmanlı torunuyuz' çıkarması yapıştıranları ya da sağda solda içinde Osmanlı geçen reklamları… Devleti yönetenlerin Osmanlı dönemine ait kıyafetler giydirilmiş insanların arasından geçerken verdikleri pozlar da yabancımız değil artık. Mehter müziği eşliğinde 'Osmanlı’yız pek şanlıyız' söylemi de son dönemin en popüler sloganlarından biri haline geldi. Tek Parti döneminde bilhassa imparatorluk müesseseleri, onun tarihî; ve edebî; eserleri horlandı, dışlandı, yıkıldı ve faşizme uğradı. Bu da yine özellikle Anadolu halkında Osmanlı özlemini daha derinleştirdi, sevgisini kökleştirdi. Zihinlerde öyle bir Osmanlı imajı yer etti ki bütün padişahlar evliya, Osmanlı'nın her dönemi asr-ı saadet, vatandaşları farklı insanlar gibi algılandı. Haliyle bugün padişahın özel imzasına bir kutsiyet atfediliyor ve camilerin işlemelerine kondurulabiliyor. Adı Osmanlı ile başlayan her mekân yahut marka içi boş yerliliğe işaret ediyor aslında. 1978'de Ankara'da kurulan ve Ankaraspor'un yerine aynı adla yeniden kimlik kazanan Osmanlıspor örneği yaşanan durumun somut bir göstergesi adeta. Son dönemlerde AKP milletvekili aday adaylarının Osmanlı kıyafetleriyle tanıtım bültenlerinde yer alması da bir başka trajedi. Mesela geçtiğimiz günlerde Sakarya'da fesli bir grup, Osmanlı'nın ihyasını istediklerini belirterek yürüyüş düzenledi. Ama galiba tarih bilmemezliğin en vahim tarafı şu cümlede saklı: “Nargile, Osmanlı'da da vardı.” İmparatorlukta olan, yaşanan her şey mubahmış gibi. Bu anlayış özellikle gençler arasında o kadar yaygın ki Yeşilay, yayınlanan kamu spotunda şöyle bir uyarıda bulundu: “Tarihin ve kültürün bir parçası olarak sunulması nargilenin öldürücü bir tütün ürünü olduğu gerçeğini değiştirmiyor.”

Heybetli çek panpa...

Devlet büyüklerimizin Osmanlı'nın gücüne olan özlemini verdikleri fotoğraf karelerinde görebiliyoruz. Cumhurbaşkanı Erdoğan, yabancı devlet başkanlarını karşılarken sadece Osmanlı değil tarihte var olan Türk devletlerini temsil eden askerlerin arasında poz vermişti. Geçtiğimiz hafta ise benzer bir pozu Türk Polis Teşkilatı'nın 170. kuruluş yıldönümü nedeniyle düzenlenen törenlerde Başbakan Yardımcısı Yalçın Akdoğan verdi. Tören salonundaki platformun iki yanında Osmanlı döneminde "serkomiser" rütbesine sahip emniyet görevlileri ile "polis" adıyla görevlendirilen emniyet güçlerinin kıyafetlerini giyen kişiler yer aldı. Polis haftasında yaklaşık bin 700 öğrenci mağdur edilerek polis kolejini kapatan iktidarın Başbakan Yardımcısı Akdoğan da onların arasından geçerken çekilen fotoğrafını Twitter’da takipçileriyle paylaştı. Gelen eleştirilere de tepki gösterdi. Devleti yönetenlerin 'poz'dan öteye gitmeyen Osmanlı anlayışı sokaktaki insanı da etkiliyor. Eğlence yerlerinde, panayırlarda, AVM'lerde tarihi kıyafetler giydirilmiş platformlar kuruluyor. Ücretini ödeyen herkes burada fotoğraf çektirerek ister padişah oluyor, isterse şehzade...

Muhafazakârların Osmanlı algısı sağlıklı değil

Bütün bunlar son dönemde ayyuka çıkmış bulunan temelsiz bir Osmanlılık sevdasının tezahürü. Bugün muhafazakâr kesimin dünya ve İslâm algıları sıhhatli olmadığı gibi Osmanlı algısı da gerçekçilikten uzak. Osmanlı, birkaç yüzyıl üç kıtada hükmetmiş, onlarca devleti sınırları içine katmış, dünyanın en büyük devleteri arasında yer almıştı. Bugün iktidara hükmeden siyasal İslâmcılar da Osmanlı gibi olma hayali kuruyor. Ortadoğu'da, Balkanlar'da tıpkı Osmanlı'nın yaptığı gibi politika belirlemek, liderlik yopmak, yol gösterici olmak istiyor. Ancak bu söylemi kullananlar reel gerçekleri gözden kaçırıyor. Evet, Osmanlı kuruluşundan itibaren 4 yüzyıl boyunca dünya siyasetinde söz sahibiydi ama gerileme dönemiyle birlikte yaşanan toprak kayıpları ve ekonomik istikrarsızlıkla birlikte bu durum değişmeye başlamıştı. Özellikle de son dönemlerde büyük devletlerce 'Hasta Adam' sınıfına sokulmuştu. Çünkü gücünü kaybetmiş, zayıflamıştı. Bugün hâlâ kırılgan bir ekonomiye sahip olan Türkiye'nin Ortadoğu'da lider devlet olma hayali ne yazık ki çok gerçekçi değil. Bu nedenle de komşularla sıfır sorun ve onlara ağabeylik yapma politikaları iflas etti. Tarihçi Edhem Eldem'in de işaret ettiği gibi aşka geldiklerinde Onuncu Yıl Marşı'nı söyleyenler ile Mehteran bölüğünün yeniden icat edilmiş folklorik gösterilerini huşû içinde seyredenlerin birleştikleri nokta aynı oluyor.Peki Osmanlı'ya nasıl bakmalıyız? Sorunun cevabını tarihçilere bırakalım.

Prof. Dr. Edhem Eldem: Türkiye'de arka bahçe Osmanlıcılığı başladı

“Genellikle Osmanlıcılık akımının aksi ve panzehiri olarak görülen Atatürkçülük aslında aynı şekilde işler: İdealize edilen ve kaybına hayıflanılan bir altın çağ; izlenmeleri geleceğin garantisi olarak, terk edilmeleri ise bir felaket habercisi olarak görülen ilkeler; düşman olarak algılanan dış dünyaya ve özellikle Batı'ya karşı cesur bir direnişin dayanağı olarak algılanan ve sunulan bir güç. Bir mesel var; su aşağıya akar, yani Osmanlı İmparatorluğu'nun Türkiye'ye dönüşmüş olması, Türkiye'nin Osmanlı İmparatorluğu'nu ihya edebileceği manasına gelmez. ‘Tarihin tekerrür ettiği' inancının yanlışlığı bir yana, buradaki mesele, imparatorluk ile ulus devlet arasındaki son derecede temel farkların algılanması ihtiyacıdır. Ulus devletin görece basitliği, tekdüzeliği, homojenlik kaygısı ve taşralılığı, imparatorluk kadar karmaşık bir yapıyı ve işleyişini gerçekten anlamasını neredeyse imkânsız kılmaktadır. Türkiye, eski Osmanlı vilayetlerini toparlayabileceğini ve bir tür ‘arka bahçe'ye dönüştürebileceğini düşünmeye başladı. Burada hesaba katılmayan ya da unutulan en önemli nokta, bu kadar hayranlıkla hatırlanan Osmanlı döneminde bu bölgelerin merkez tarafından ne kadar güçlükle tutulabildiği gerçeğidir.”

“Eskilerden medet ummanın marazi hallerini yaşıyoruz”

“Günlük siyaset fazlaca halkın dilinde ve fiilinde. Tanzimat sonrası Osmanlı siyasî; hayatını andırıyor halimiz. Malî; ve siyasî; buhranlar baş gösterdikçe eskilerden medet ummanın marazi hallerini yaşıyoruz. Mamafih bu tavır, hem Osmanlı’nın hem de Cumhuriyet’in eski devirlerini yâd ederken kendi içinde tenakuzlar barındırıyor. Kanunî; devri, sonrakiler tarafından ‘Altın Çağ' olarak özlemle anılır. Kendi çağı ve etrafındaki ülkelerle değerlendirildiği zaman mükemmel görünen bir atmosferden bahsedebiliriz ancak. Şu günlerde dizilerden zihnimize nüfuz eden bir Osmanlı algısı var. O kadar gerçek dışı sahnelerle karşılaşıyoruz ki tarifi mümkün değil. Yapımcıların günahlarına tarih danışmanları da ortak oluyor maalesef. Cüzî; bir ücret karşılığı göz yumdukları hatalar bir asır sonra bile peşlerini bırakmayacaktır. İmajlar genellikle ya kahraman hükümdarlardan, ya saray ve harem entrikalarından oluşuyor. Dost veya düşman kuvvetler hayali yaratarak tarih sahnesi canlandırılıyor gözümüzde. Daha da tehlikelisi, yurtdışına satılan bu diziler Osmanlı imajını yerle bir ediyor. Gerçek Osmanlı imajını oluşturmak için daha çok kitap, hatırat, kronik, vakfiye, ferman ve mahkeme sicili okumak gerekiyor.”

“Bugün simgesel bir Osmanlıcılık hâkim”

“Bir partinin sırtını eskiye yaslayarak siyaset yapması içinde bulunduğu acziyeti gösterir. Evet, insan gücünü maziden alır; ama esas olan yeni şeyler üretmektir. Bu halin temel sebebi Cumhuriyet'le yaşanan kesintidir ve mevcut iktidarın taşra kökenli olmasıdır. Tarihî; vesikalarla örtüşmeyen yeni vesikalar icat ediyorlar. Örneğin II. Mehmed'in kendi dönemindeki ulema, meşayih ve mutasavvıfların gözündeki Fatih'i bugünkü muhafazakârlar hiçbir şekilde tam olarak anlayamadılar. Kendi kafalarındaki Fatih'i, Abdülhamid'i icat ettiler. İnsanlarda eski fetihçi ruhu yeniden diriltme özlemi var. Ama biz biliyoruz ki 17. asrın ortasından itibaren Osmanlı'da böyle bir fetihçi ruh kalmadı. Daru'l-İslam algısı kırıldı ve dünyanın içinde bir devlet olmayı kabul etti. Buna rağmen hastalıklı bakış açısıyla fetihçi ruh kitlelere pompalanıyor. Bugün tamamen simgesel bir Osmanlıcılık hâkim. Osmanlı hakikatini, İmparatorluğun dünyaya getirdiği projelerin özünü anlamak yerine sembollere sarılıyorlar. Fes gibi, kaftan gibi, nargile gibi… İşi sadece makyajla götürmeye çalışan aciz bir anlayış bu. Büyük Osmanlı lafı söyleniyor; ama altı bomboş.”


Kadın yolcular saç kavgasına başladı!

$
0
0

Paris’te Fransız karikatür dergisi Charlie Hebdo’ya düzenlenen kanlı terör saldırısı sonrası havalimanlarında artırılan güvenlik tedbirleri, bu kez ‘canlı bomba tehdidi’ nedeniyle üst düzeye çıkarıldı.

Ancak yeni denetimler, yolcularla güvenlik elemanları arasında krize yol açtı. Uygulamadan en çok rahatsızlık duyanlar ise kadın yolcular oldu. ‘Bomba düzeneği saklanabileceği’ endişesiyle ‘topuz ve kabarık modeller’ üzerinde yapılan titiz arama, saç stili bozulan kadın yolcuları uçuş öncesi çileden çıkardı.

Charlie Hebdo’ya ocakta düzenlenen kanlı terör saldırısı sonrası başta IŞİD ve El Kaide olmak üzere terör örgüt elemanlarının yakalanması amacıyla havalimanlarındaki güvenlik denetimleri üst seviyeye çıkarılmıştı. Avrupa ülkeleri ve Avrupa Komisyonu’nun baskıyı artırmasıyla kısa sürede uygulamaya konulan yeni güvenlik uygulamaları ise yolculardan tepki aldı. Eleştiriler üzerine güvenlik tedbirlerinin hafifletilmesi beklenirken, İstanbul’da yaşanan canlı bomba eylemleri ve yeni saldırıların olabileceği yönündeki ihbarlar, güvenlik tedbirlerinin daha da artırılmasına neden oldu. Bu yüzden havalimanlarında şüpheli yolcular üzerinde ‘elle arama’ yapılması istenirken, topuz ve kabarık saç modelli kadın yolcuların da, daha hassas aranması şartı getirildi.

SAÇI BOZULANLAR TARTIŞTI

Büyük bir özenle kuaförde yaptırdıkları saçları bozulan kadın yolcular ise yeni uygulamaya tepki gösterdi. Özel güvenlik elemanları, talimat gereği, topuz ve kabarık saçlarda elle arama gerçekleştiriyor. Özellikle yolculardan topuz saçların açılması isteniyor. Bu yüzden arama sırasında saç modelleri bozuluyor. Yolcuyla güvenlik birimlerini karşı karşıya getiren uygulama konusunda geri adım atılmayacağını dile getiren yetkililer, ‘şiş tokalar’ konusunda da ciddi sorun yaşadıklarını anlatıyor. Şiş tokalara el konulduğunu ifade eden yetkililer, bunları vermek istemeyen yolcularla da tartışma yaşandığını belirtiyor.

DENETİMLERE TACİZ SUÇLAMASI

Havalimanlarında artırılan güvenlik kontrolleri, yolcular başta olmak üzere çalışanları da zor durumda bırakıyor. Güvenlik Komisyonu’nun, özel güvenlik birimlerine verdiği, ‘elle arama’ yetkisi ise yolcularla-görevliler arasında sert tartışmaların yaşanmasına neden oluyor. Özellikle kapı dedektörlerinden geçerken sinyal verdiğinizde yapılan elle aramalar, adeta ‘taciz’ boyutuna varıyor. Bomba düzeneklerinin, özellikle ‘koltuk altı ve cinsel bölgelerde’ saklandığı yönündeki istihbarat nedeniyle, aramalar bu bölgelerde yoğunlaştırılıyor. Ancak yapılan hassas elle aramalar ise yolcu ve çalışanları çok rahatsız ediyor. Yetkililer ise Emniyet Müdürlüğü’nün, sık sık denetim gerçekleştirdiğini ifade ederek, başarısız sonuç almamak için kontrolleri daha da ağırlaştırdıklarını dile getiriyor.

İsveçli bakanlara tepki

İsveç'te devlete ait uçakların hükümet üyeleri tarafından başkent Stockholm'deki iki havaalanı arasında kullanılması kamuoyunda tepkiyle karşılandı. Başta muhalefet partileri olmak üzere toplumun değişik kesimleri, birbirine çok yakın havaalanından diğerine uçakla gitmenin devlet parasını çarçur etmek olduğunu dile getirdi. İsveç'in başkenti Stockholm'de, Arlanda ve Bromma adında iki farklı havaalanı bulunuyor. Havaalanları arasındaki mesafe ise 41 kilometre.

AtlasGlobal Ukrayna’dan da uçacak

Ukrayna’da bu yaz iç ve dış hatlarda seferlere başlayacak AtlasGlobal Havayolları, bu ülkeden Türkiye, Karadağ ve Mısır’ın ünlü tatil yerlerine de charter uçuşları düzenleyecek. Avrupa, BDT ve Güney Kafkasya dahil 30 hatta sefer düzenleyen AtlasGlobal yetkilileri, Ukrayna, İtalya, İspanya ve Gürcistan’a da sefer gerçekleştireceklerini açıkladı.

Havada kavgaya gözaltı hapsi

Çin'de iç hat seferi sırasında kabinde kavgaya tutuşan dört kadın, beş gün idari hapis cezasına çarptırıldı. Shenzhen Havayolları'nın Dailian-Shenzhen seferi sırasında kavga eden kadınlar, uçağın aktarma için iniş yaptığı Nantong kentinde gözaltına alındı. Polis tarafından yapılan açıklamada, yaşları 30 ila 50 arasında değişen yolcuların, uçuş güvenliğini tehlikeye düşürmekten beş gün gözaltı hapsinde tutulacakları bildirildi.

Uçaklar yerden de kontrol edilsin

Alman Germanwings Havayolları uçağının, yardımcı pilot tarafından kasten düşürüldüğünün ortaya çıkmasının ardından, ‘uçakların acil durumlarda yer ekibi tarafından da kontrol edilebildiği bir teknolojinin hayata geçirilmesi’ fikri ortaya atıldı. Havacılık endüstrisine çağrıda bulunan Almanya Hava Trafik Kontrol Dairesi Deutsche Flugsicherung, bu sayede yolcu uçaklarının güvenli bir şekilde inişinin sağlanabileceği görüşünde.

Haftanın albümleri

$
0
0

Canlı konser havası veren albüm

Yavuz Akyazıcı, önemli caz müzisyenlerinden. Yaptığı çalışmalarla adından sık sık söz ettiriyor. ‘Yavuz Akyazıcı Project’ ile ‘Turkish Standards Vol 1-2’ albümlerinde popüler şarkıları caz müziğine uyarlayarak Türk müziğinde yepyeni bir kulvar açan müzisyen ve ekibi, ‘Live at Pannonica’ albümüyle de farklılık oluşturuyor. Sanatçının altıncı albümündeki en büyük farklılık, stüdyo albümü olmaması. Canlı konser kayıtlarından oluşan çalışma, dinleyenlere canlı konser havası veriyor. Albümde Türkiye’nin en iyi caz müzisyenlerinden olan, Volkan Hürsever kontrbasta ve Turgut Alp Bekoğlu davulda, Yavuz Akyazıcı’ya eşlik ediyor.

Ünlü müzisyenden Allah’a teşekkür

Maher Zain, ülkemizdeki müzikseverlerin yakından tanıdığı bir müzisyen. Multi-Platin ödüllü söz yazarı, şarkıcı ve prodüktör Maher Zain, anlamlı sözleri ve dünya barışına dair mesajlarıyla dünyaca da takip ediliyor. Sanatçının ‘Thank You Allah’ isimli albümü ülkemizde de yayınlandı. Genellikle İngilizce şarkı söyleyen Zain’in özellikle farklı dillerde seslendirdiği eser beğeni kazanıyor. Bu albümde yer alan ‘İnşallah’ isimli şarkının İngilizce, Fransızca, Arapça, Türkçe, Malay ve Endonezyaca versiyonları bulunuyor. Müzisyeni tanımayanlar için bu çalışma bir vesile.

Sezen Aksu ile düet

Özer Arkun, çello sanatçıları arasında önde gelen isimlerden biri. Bugüne kadar birçok albüm ve konsere çellosu ile eşlik etti. Kendine ait tekniği ve enstrümanıyla çaldığı geleneksel yorumlarıyla dikkat çeken müzisyen, Cello&Me isimli yeni albümüyle karşımızda. Çalışmasında kendi bestelerinin yanı sıra Hicaz Sirto, Çakal Çökerten Zeybeği, Giresun Karşılaması gibi geleneksel bestelere de yer veriyor. Albümün sürprizi ise ‘Elif Dedim Be Dedim’ türküsüne Sezen Aksu ile birlikte yaptığı düet. Özellikle enstrümantal müzik dinleyicileri için Özer Arkun’un albümü arşivlik bir çalışma.

Yüzleşmelerin romancısı Günter Grass

$
0
0

Çağdaş Alman edebiyatının önemli yazarlarından Günter Grass, geçtiğimiz hafta hayatını kaybetti. İlk romanı Teneke Trampet’te Almanya’yı ve savaşı ağır bir dille eleştiren yazarın gençliğinde Nazi eğilimi taşıdığını itiraf etmesi elbette şaşırtıcıydı...

Sene 1992… Anadolu liselerine sınavla girilen yıllar. Giriş sınavı ise neredeyse üniversite imtihanı kadar mühim… Normal şartlarda koleje gidemeyecek ailelerin çocuklarının bir yabancı dili erken yaşta öğrenmesini mümkün kılması bakımından kıymetli. Hasbelkader eğitim dili Almanca da olsa bir Anadolu lisesine girişim, ailede müthiş bir övünç havası estiriyor. Evden doktor çıkmış gibi, şans bize de gülmüş gibi… Bütün dünyada olduğu üzere İngilizcenin aşırı popüler olduğu yıllar. Almancanın yüzüne bakan yok. Özal’ın çağrısıyla kesin dönüş yapan gurbetçi ailelerin çocuklarını ve Alman ekolüne meyilli beyaz Türk ailelerin çocuklarını saymazsak. Bir de biz varız işte. İngilizce eğitim veren bir Anadolu lisesine puanı yetmediği için Almanca ile zoraki tanışanlar. İlk yıllar, ders kitaplarındaki diyalogların kahramanları Hans’lar Peter’lerle karşılaşılan zamanlar. İlerleyen yıllar, Hans’ların meşhur olanlarını duymaya başladığımız seneler… ‘Kültür öğrenilmeden dil öğrenilmez’ sözü beynimize kazınmış gibi. Öğretmenlerin birinden mi duyduğum yoksa ders kitaplarından mı okuduğumu hatırlamadığım bölük pörçük bir anının kahramanı Günter Grass. Muhtemelen Teneke Trampet de var işin içinde. Kitabın çocuk aklımla hatırımda kalmasının eğlenceli bir oyunu çağrıştıran bu isme sahip olmasından başka bir açıklaması olamaz.

Mecburiyet bitip de gönüllü olarak Almancaya döndüğüm zamanlar, kitapçılarda ayaklarımın beni Alman yazarlara götürdüğü anlara tekabül ediyor. Gözüm Günter Grass’tan önce Teneke Trampet yazısına takılıyor. Onu değil de aslında Grass’ın kitapları arasında daha az bilinen ‘Yengeç Yürüyüşü’nü seçiyorum kendime. “Günter Grass, savaş suçlusu olarak damgalanan Almanların acılar çekmiş bir ulus olduğunu vurgularken, yurdundan sürülen ve unutulan insanların yazgılarını toplumsal belleğin yüzeyine çıkarıyor.” şeklindeki arka kapak yazısı ilgimi çekiyor olmalı. İkinci Dünya Savaşı’na, genel eğilimin aksine Hitler’in peşinden giden Alman halkının tarafından bakan bir roman oluşu ve bunun Almanya’nın Nazi geçmişiyle yüzleşmesi gerektiğini defalarca dile getiren sosyal demokrat bir yazar tarafından yazılmış olması ‘objektif mi, değil mi’ sorusunu anlamsız kılıyor. Kitabı hemen alıyor, bir çırpıda okuyorum. Sorunun gerçekten anlamsız olduğunu bir kere daha fark ediyorum.

‘Bazen akıllılığımdan usanıyorum’

II. Dünya Savaşı sonunda, içinde Sovyet ordularından kaçan Almanların olduğu Gustloff gemisinin Sovyetler tarafından bombalanması gibi tabu bir konuyu ele alması Yengeç Yürüyüşü’nü ‘cesur’ bir roman yaparken, Grass’ın Nazilerle herhangi bir bağı olabileceği akıllara bile gelmiyor. Tâ ki 2006’ya kadar. Grass, o yıl katıldığı bir televizyon programında gençliğinde Nazi eğilimi taşıdığını ve gönüllü olarak Nazi ordusuna yazıldığını itiraf edince Almanya’da yer yerinden oynuyor. Yazarın Nobel ödülünün elinden alınıp alınmaması bile tartışılıyor.

Grass, Nazilerin Wölflingen teşkilatına katıldığında sekiz yaşında bir çocuk. ‘Savaşın sonuna kadar Hitler’in son zafer tezine inandım’ sözü ise kendisine ait. Hiçbir zaman pişmanlık duymadığını söylerken sığındığı şey hiçbir öldürme olayına katılmamasıdır. Gerçi bunu söyledikten hemen sonra ‘iki-üç yaş daha büyük olsaydım birini öldürmüş olur muydum, garanti veremem’ der. Ama bir şekilde kandırıldığını bilir ve bu gerçek ona hayatı boyunca olaylara eleştirel bakma, doğru diye sunulan şeyleri sorgulama gibi bir özellik hediye etmiştir. Kafadan Doğumlular adlı kitabında ‘Bazen akıllılığımdan usanıyorum’ demesi bu özelliğini sevip sevmediği konusunda şüphe uyandırır. Üstüne üstlük onu dünyada büyük üne kavuşturan ilk romanı Teneke Trampet’te de (De Blechtrommel) büyümek istemeyen Oscar adlı bir çocuk-adam karakteri vardır. Müthiş bir ‘Almanya’ ve ‘savaş eleştirisi’ sayılan kitabın kahramanı, Grass’ın kendisi midir bilinmez ama hayatı boyunca birbiriyle çelişkili gibi görünen demeçleri ve en azından kendi ülkesinde konuşulmaktan kaçınılan konuları korkusuzca gündeme getirmesi rastlantı değildir.

2012 yılına gelindiğinde Almanya için tabu sayılabilecek bir başka konuda da yine Grass dikkatlerin odağındadır. Yazar, Nazi geçmişine yönelik itiraflarına dair tartışmalar henüz tamamen kapanmamışken bu kez İsrail’in bölgedeki politikalarını eleştiren bir şiiriyle gündeme gelir. ‘Antisemitist damgası yer miyim’ diye bir an olsun düşünmeden şiirinde İsrail’i ‘dünya barışı için tehlike’ olarak tanımlar ve İsrail tarafından istenmeyen adam ilan edilir.

‘Başörtüsü yasağı beni öfkelendiriyor’

Türkiye gündeminden de çok uzak değildir Günter Grass. Yaşar Kemal ile yakın dostluğu da etkilidir bunda, Almanya’da sayıları 3 milyonu geçen Türklerin varlığı da. Ezber bozan yaklaşımlarını zaman zaman Türkiye ve Türkler söz konusu olduğunda da dile getirir. 2010’da Yasemin Çongar’a verdiği röportajda başörtüsü yasağını eleştirir, ‘Başörtüsü meselesi beni çok öfkelendiriyor’ diyerek. Avrupa’da bir minareli cami yapılması için zamanın çoktan geldiğini söyler sonra. Çok sevdiği yakın arkadaşı Yaşar Kemal’in ardından ‘çok iyi bir romancının yanı sıra güvenilir bir dostumu, engin yürekli bir yol arkadaşımı kaybettim’ diye yazar.

Ve sene 2015… Yaşar Kemal’in ölümünün ardından henüz bir buçuk ay geçmiş. Konu nasıl oraya geldi tam hatırlamıyorum ama bir arkadaşımla konuşurken Günter Grass’tan da bahsediyorum. Sanırım evde çok sevdiklerim dışında kitap tutmama planımı açıyorum kendisine. ‘Onlar da toplasan 30 kitap etmez’ diyerek… ‘Arasında mutlaka Günter Grass olur’ diyorum muhtemelen. Aradan iki saat geçiyor geçmiyor arkadaşım telefonuna bakıp Günter Grass ölmüş diyor. İlkokuldan henüz çıkmış bir çocuğun sebepsiz yere Alman edebiyatının bu en ünlü yazarıyla karşılaşmasına dair o bölük pörçük anı canlanıyor zihnimde ve başlıyorum yazmaya: “Sene 1992. Anadolu liselerine sınavla girilen yıllar…”

BİZİM KÖY

$
0
0

Şimdi de köpek gribi

Tavuk gribi, domuz gribi derken nur topu gibi bir gribimiz oldu. Özellikle ABD’de uzun saatler boyunca çalışan insanlar, köpeklerini belli bir ücret karşılığında günlük köpek bakımına bırakıyor ve köpekler, yürüyüşe çıkarılıyor, bakımları yapılıyor. Köpekler için oldukça sağlıklı olan bu uygulama Şikago’da son günlerde bir grip salgınının başlamasına sebep oldu. Bin 100’den fazla köpeğin salgından etkilendiği söyleniyor. Uzmanlar H3N2 köpek gribinin kaynağının Asya’daki canlı uçan hayvan pazarlarından ortaya çıktığını düşünüyor.

Pardon, unutmuşum

Biz bir dönem hastaların karnında unutulan makastı, neşterdi pek aşinaydık. Almanlar için de durum farklı değil. Yayınlanan bir rapora göre yılda 3 bin tampon ve karın havlularının ameliyat esnasında hastanın vücudunda unutulduğu belirtildi. APS Başkanı Hedwig Francois-Kettner Alman sağlık sisteminin hastalara yeterince önem vermediği eleştirisini yaptı. Riskler yüzünden hastaların ameliyatlardan çok korktukları öne sürülüyor. Rapora bakılırsa pek de haksız değiller.

Bak şu sorana

Bizde devlet adamlarını tartışma programlarında görmek hayal oldu. Ancak Ruslar bu konuda şanslı. Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin her hafta katılarak gelenek haline getirdiği ve ülkenin dört bir yanından insanların direkt sorular sorabildiği ‘Direk Hat Programı’nda milyonlarca soruyla karşılaşıyor. Programda dört yaşında bir çocuğun sorduğu soru, Putin dahil herkesi güldürdü. “Ben uyumayı çok seviyorum. Siz kaç saat uyuyorsunuz?” diyen çocuğa cevaben, “Uyumayı sevmen harika. İyi bir başkan olacaksın.” diye espri yaptı.

İnternette Twitter yasak uyuşturucu serbest!

$
0
0

Tim Berners Lee, interneti keşfetmişti. Ne zaman ki bu bilgi paylaşımı CERN binasının dışına çıktı ve bireyler hayatlarını, sırlarını afişe etmeye başladı, öngörülemeyen tehlikeler de ortaya çıktı. Şöyle ki…

Tim Berners Lee, 1991 yılında CERN’de bir fizikçi olarak çalışırken bugün başından ayrılamadığımız çok önemli bir şeyi keşfetti. Hatta bilim çevrelerince mucit kavramı onunla tekrar hatırlandı. Tek amacı CERN binası içinde birbirine bağlı bilgisayarların rahatça makale paylaşabilmesiydi. Bunu başardı da. Ancak bu, Lee’nin planladığının da ötesinde bir şeydi. Tim Berners Lee, interneti keşfetmişti. Ne zaman ki bu bilgi paylaşımı CERN binasının dışına çıktı ve bireyler hayatlarını, sırlarını afişe etmeye başladı, öngörülemeyen tehlikeler de ortaya çıktı. Şöyle ki…

Siz dünyanın herhangi bir sokağında yürürken bir kameranın markajına girebilirsiniz. Bu kamera belediyeye ya da alışveriş merkezine ait olabilir. Bu birbirine bağlanan bilgisayarlar yani internet sayesinde, haberiniz olmadan kayda alınan o görüntüye ulaşılıp sosyal ağlardan bulunabilmeniz bir komplo teorisi değil.

‘Sanal dünya’ hâlâ çok yeni olduğundan aslında bir ‘Magna Carta’sı bile şekillenmiş değil. Bu yeni dünyanın kuralları, sınırları ve sınırsızlığı muğlak. Bizler de tehlike ve faydanın iç içe girdiği bu dünyanın bir nevi denek nesilleriyiz. Öyle ki elimizden düşürmediğimiz cep telefonlarından ve başından kalkmadığımız bilgisayarlardan indirdiğimiz küçük bir uygulama ya da programla fotoğraflarımızı, mesajlarımızı ve hatta telefon konuşmalarımızı üçüncü kişilerin kullanmasına bir tıkla izin verdiğimizden bî;haberiz. Bırakın sıradan bir bireyin kendi güvenliğini sağlayabilme yetisini ‘süper güç’ Amerika’nın bile Wikileaks skandalıyla sarsıldığı hâlâ hafızalarda. Bu skandalın tek faydası ise devletlerin vatandaşının her türlü bilgisine ulaşabildiğini göstermesi oldu. Bu kapsamda bazı Avrupa ülkeleri Facebook, Google gibi sosyal ağlarla bireyin özel bilgilerini koruma anlaşması yapmak istedi.

Tüm bu bilgileri gönüllü teslim eden bireyin bunda suçu yok muydu? Sosyal paylaşım ağlarıyla ifşa edilen bilgiler bireyin doğum tarihinden sevdiği filmlere, müzik zevkinden okuduğu kitaplara, siyasi görüşünden aile, arkadaş çevresi ve giydiği kıyafetlere kadar geniş bir yelpaze çizince sorunun cevabı maalesef evet oluyor.

Bu bilgileri koruma lüksünün mümkün olmadığının fark edildiği an ‘bilişim hukuku’ doğdu. Türkiye’de ise ancak ünlü birkaç davayla bilişim hukukunun gerekliliği fark edildi. Bilişim ve teknoloji hukuku uzmanı avukat Burçak Ünsal’ın da dediği gibi Türkiye’de ne yazık ki bilişim hele de bilişim hukuku başta hukuk uygulamacıları olmak üzere çok az anlaşılabilmekte. ABD, Japonya, AB ve Türkiye’de hukuk uygulamasında ve akademik çalışmalarda bulunan Ünsal, zaten ihtisaslaşma gerektiren bu dalın, ülkemizde siyasetin de baskısıyla çarpık bir ‘gelişme’ sergileyip bu durumun da mağduriyetler oluşturduğunu düşünüyor.

İfade özgürlüğünden ceza almak yersiz

Ünsal’a göre en ciddi mağduriyetler ifade, basın, haber alma, iletişim ve ticari faaliyette bulunma özgürlüklerine getirilen kısıtlamalar sebebiyle ortaya çıkıyor. Bilişim hukukunun Türkiye’de Twitter yasaklarından ibaret olduğunu söyleyen Ünsal, asıl tehlikeleri ise şöyle sıralıyor: İnternette işlenen mali suçlar, terör örgütlerine insan ve mal kaynağı sağlayan siteler, fuhuş, uyuşturucu ve kumarı kolaylaştıran ve bunları ticarete döken siteler, bomba, zehir yapmayı gösteren siteler, sağlığa zararlı ilaç veya katkı maddesi satan siteler... Ünsal, bütün bu tehlikelerin almış başını giderken bireylerin ifade özgürlüğünden ceza almalarını yersiz buluyor.

Avukat Ünsal, internet kullanıcılarının kişisel ve hassas verileri koruyamadığını, vatandaşların gerek cep telefonları gerekse internet erişimleri üzerinden mağdur edildiğini düşünüyor. Asıl bunlarla uğraşılması gerektiğini vurgulayan Ünsal, “Kurumlar, kendileriyle ve başka konularla uğraştığı için internet kullanımıyla ilgili bilinçlendirme ve suçla mücadelede atıl kaldı.” diyor.

Kanunlar yeterli uygulama eksik

Bilişim hukukunda uzman olan avukat Serhat Koç, Türkiye’nin bu alanda kanunlar açısından Avrupa’dan çok da geride olmadığını söylüyor. Temel meselenin çoğu zaman kanun bulunmayışı değil, var olan kanunların yanlış ya da eksik uygulanması ya da hiç uygulanmamasından kaynaklandığını düşünüyor ve şunları söylüyor: “Kanunları uygulamakla görevli hukuk insanlarının bu görev ve yetkilerini hukuk dışı yollar için kullanabildikleri bir ülkeden bahsediyoruz ne de olsa...”

“Özellikle internet sansürü temelinde 5651 sayılı yasanın uygulanması anlamında en çok ‘mağduriyet’ ifade özgürlüğü, bilgi alma ve yayma hakkını kullanamamalarına neden olan internet sansürleriyle baş başa kalan vatandaşın bu mağduriyetidir.” diyen Koç şunları ekliyor: “Basın özgürlüğü, eğitim hakkı, düşünceyi açıklama hürriyeti gibi temel meseleleri ilgilendiren bu hususta Türkiye’de AİHM tarafından da açıkça hükme bağlandığı üzere ciddi bir sansür uygulanıyor.” Koç, bir diğer mağduriyetin ise işlemedikleri ‘bilişim suçları’ üzerlerine kalan suçsuz kişiler ve dijital linç kampanyalarına maruz bırakılan vatandaşların yaşadıkları olduğunu söylüyor. Bireylerin izinsiz alınan fotoğraf, görüntü ve yazılarıyla mağdur bırakılma olaylarında ciddi bir artış olduğunu söyleyen avukat Serhat Koç, bilgi güvenliğinin en temel nüvesinin bireyi bu konuda özel olarak eğitmek olduğunu anlatıyor.

Avrupa’da özel mahkemeler var

10 yıldan fazla İngiliz Polis Teşkilatı’nda (London Metropolitan Police) çalışan ve mahkemelerde bilirkişilik yapan Adli Bilişim Mühendisi Tuncay Beşikçi, İngiltere’deki kanunların Türkiye ile kıyaslanamayacak kadar geniş ve kapsamlı olduğunu söylüyor. Beşikçi’ye göre orada kullanılan içtihat hukukunun getirdiği avantajlar ve belli teknik konular için özel mahkemeler ve hâkimler bulunması sayesinde çok hızlı ve tutarlı sonuçlar alınabiliyor.

İlk olarak 1990 yılında yazılan bilişim suçları kanunundan (Computer Missue Act) bahseden uzman, bu kanunun günün şartlarına ve ilerleyen teknolojiye göre sürekli güncellendiğini ifade ediyor: “Farklı mahkemelerce verilen cezaların da tutarlı olduğu görülüyor. Örneğin bir bilişim sistemine izinsiz olarak erişmenin cezası altı ay hapis ve 5 bin sterlini geçmeyen miktarda para cezasıdır, bu şekilde de uygulanır. Türkiye’de işlenen aynı veya benzer suçlarda dahi birbirinden çok farklı kararlar çıkabiliyor. Anayasa’daki bilişim suçlarıyla ilgili maddeler yetersiz ve eksik.”

‘Birinin evimize girip en mahrem fotoğraf ya da yazılarımı çalması gibi, e-mailimin hacklenmesi suç olarak karşılaştırılırsa aynı ceza yaptırımı mevcut mu?’ sorusuna uzmanın cevabı ise şöyle: “Hayır. Türkiye’de sadece bilişim suçları için değil, diğer tüm suçlar için verilen kararlar arasında bir standart yok. Hatta tamamen aynı suçu işleyen iki kişiden biri beraat kararı alabilirken, diğeri hapse gönderilebiliyor. Örneğini verdiğiniz e-mail hacklenmesi olayı, birçok ülkede ayrı ayrı bilişim suçları, hırsızlık ve kişisel bilgilerin ifşası kapsamında değerlendirilir.”

Omletinizi bir de böyle deneyin… [DÜNYALIK TATLAR]

$
0
0

Yumurtalı yemekler bizim değil, tüm dünya mutfaklarının baş tacı. Farklı malzeme ve teknikle yapılsa da omlet neredeyse tüm dünya mutfağında yer alıyor. Hadi bugün İtalyan omleti frittata yapalım.

Hintliler masala, İspanyollar tortilla de patatas, Çinliler oyster, İtalyanlar frittata vs. şeklinde adlandırıyor. Kahvaltıların özellikle de pazar kahvaltılarının vazgeçilmezi omlet. Üstelik yalnızca ülkemizde değil, tüm dünya mutfaklarında rastlayacağınız bir yumurta yemeği. Mutfağımızda da doldurulamayacak bir yere sahip. Pazar günü ev ahalisini sabahın nurunda kaldırmayı kendine kutsal bir görev bilmiş annelerin en büyük silahıdır o. İçe işleyen mis gibi kokusu burnuna ulaşıp hâlâ yataktan fırlamayan biri var mıdır, bilemiyorum. Omlet bizde daha çok kahvaltıda tercih edilse de birçok ülkede ana yemek olarak da yeniliyor. Peynirli, salamlı, sosisli, sucuklu, soğanlı, biberli, patatesli, mantarlı… Omlette çeşit, hayal gücünüzle sınırlandırılabilir ancak. Girişte de belirttiğim gibi bir dünya yemeği omlet. Her ülkede de farklı teknik ve çeşitleri mevcut. O halde İtalyanların ünlü omletiyle tanıştırayım sizi. Frittatanın anlamı ‘kızarmış’. Omletten daha kabarık, daha kalın. Damak tadınıza uygun her türlü sebzeyle yapılabilir. Fransızların meşhur kişine benziyor, biraz da böreği ve pizzayı anımsatıyor. Kalınlığını ise yumurtasının çok çırpılmasına borçlu. Soğuk da yenilebiliyor. Doyurucu olması, tamamen içine ne koyduğunuza bağlı. Bol malzemeli bir dilim frittata ekmeksiz bile tüketilebilir. Omletten bir diğer farkı da içine süt katılması. Sour cream (ekşi krema) da eklenebilir. Sebzeleri ocakta soteledikten sonra yumurtayı ilave edip fırında pişiren de var, direkt ocakta tava yapan da. Fırın demişken kimileri kek kimileri de muffin kalıbında yapabiliyor. Ispanaklı frittata yapacaklara peynirsiz olmasın derim. Dilediğiniz peyniri kullanabilirsiniz. Ancak madem bu bir İtalyan omleti, o halde parmesan ya da ricotta yakışır.

Malzemeler:

8 yumurta

250 gram doğranmış ıspanak

1 adet küçük boy soğan

10 adet mantar

Tuz

Karabiber

4-5 yemek kaşığı sıvı yağ

3 yemek kaşığı süt

Üzeri için; rendelenmiş parmesan ve Frenk soğanı

Yapılışı:

Tavaya yağı koyun. Isındıktan sonra ince dilimler şeklinde doğranmış soğanı ekleyin. Yumuşayıncaya dek soteleyin. Bu aşamada tuzu koymayı unutmayın. Ardından aynı şekilde dilimlenmiş mantarları ilave edin, kavurun. Son olarak da ıspanakları ekleyin, yeşili solana dek ateşte bırakın.

Geniş bir kâsede yumurtaları, süt, tuz, karabiber ve maydanoz eşliğinde çırpın. Yumurtayı pişmiş malzemenin üzerine dökün ve eşit dağılmasına özen gösterin. Yumurta pişmiş forma gelene dek (bir iki dakika kısık ateşte) ocakta kalsın.

Tavayı ocaktan alın. Önceden 190 derece ısıtılmış fırına koyun ve 3-5 dakika (yumurtalar kabarıncaya kadar) pişirin.

Fırından çıkardıktan sonra üzerine peynir serpin. Frittatanızı pizza gibi dilimleyerek servis edin.

Not: Tavanın fırında kullanılmaya uygun olması gerekiyor. Dileyen porselen fırın kabı da tercih edebilir.

Yumurtayı çırpma aşamasında da parmesan ekleyebilirsiniz. Yalnız parmesan tuzlu bir peynir olduğundan yumurtaya daha az tuz koymalısınız.

Uçan araba gerçek mi oldu?

$
0
0

Bilimkurgu filmlerin vazgeçilmezi uçan otomobil resmi görüp heyecana kapılanların sayısı hiç de az değil. Peki bu gerçek mi olacak, yoksa yine hayal olarak mı kalacak?

Maalesef yine öyle, hayal olarak kalıyor. Çünkü, Uçan Otomobiller serisi üzerinde çalışan Fransız tasarımcı Sylvain Viau, dijital olarak otomobillerin fotoğraflarını değiştirerek, tekerleklerini yok ederek onları zeminin üzerinde uçuyormuş gibi gösteriyor.

Tasarımcı Viau, bu bilimkurgu otomobilleri oluşturmak için sadece kendi fotoğraflarını kullanmıyor. Var olan otomobil marka ve modelleri üzerinde çalışan Viau, BMW’den Citroen’e Volkswagen’den Toyota’ya birçok markayı kendi tasarımları sayesinde uçuruyormuş gibi gösteriyor.

İlk başta klasik uzay çağı tasarımından dolayı 80’lerin Citroen otomobilleriyle çalıştı. Son birkaç aydır da otomobil listesine Peugeot, Toyota ve Renault gibi markaları da ekledi.


8-Bit moda ile döndü

$
0
0

Bilgisayar teknolojisinin emekleme döneminde altın çağını yaşayan 8-Bit, bu kez moda ile geri döndü. Modacıların ürettiği çanta, aksesuar, elbiseler ve duvar süsleri dünya çapında ilgi görüyor.

8-bit oyun veya eski bilgisayar sistemlerinin içinde dolaşmayı hayal edenler kıyafetlerini ve evini pikselli tasarımlarla donatabilecek. Kunihilo Morinage tarafından ortaya çıkan 8-bit modası ile piksel piksel kol saatleri, çantalar, ayakkabılar, gözlükler, elbiseler hatta çöp kovaları hayatımıza bu kez gerçek boyutlarda girmeye başladı.

Sporun 'E' hali

$
0
0

Devir değişti. İlerideki günlerin neler getireceğini tahmin etmek oldukça zor artık.

Çok değil, yirmi yıl önce birine stadyum dolusu insanın bilgisayar oyunu oynayan 10 kişiyi saatlerce izleyeceğini söyleseniz güler geçerdi muhtemelen. Teknolojinin hayatımızda bu kadar çok yer kapladığı bir zamanda sporun da ‘e’si olacaktı tabii. Her ne kadar bazılarımız tarafından çok bilinmese de e-spor sektörü dünyada oldukça büyük bir yer kaplıyor. Büyük de bir pazara sahip. Gençler ne dediğimizi anladı gerçi ama işi bir de ‘Bu e-spor da nereden çıktı?’ diyenlere anlatalım…

E-spor nedir?

E-spor, hem fiziksel hem de zihinsel birtakım özellikleri içinde barındıran bir spor dalı. Bilgisayar oyunlarının rekabetçi bir ortamda internet üzerinden oynanması demek. Sanal veya bilgisayar ortamında gerçekleştiriliyor, dünyanın her bölgesinde insanla beraber bireysel ya da takım halinde bu spor dalını icra edebiliyorsunuz. Kısaca e-spor, dünyanın bir ucundaki insanın dünyanın diğer ucundaki insanla internet aracılığıyla buluşup oyun oynayabileceği ya da büyük elektronik spor organizasyonları aracılığıyla dünyanın farklı yerlerinden gelen insanların buluşup oyun oynayabilecekleri hem fiziksel hem de zihinsel çaba gerektiren bir spor olarak tanımlanabilir.

Hangi oyunlar popüler?

E-spor genelde takım oyunları üzerine kurulu. League of Legends, şu anda dünya çapında en çok oynanan oyun. Milyonlarca insan internet üzerinden bu oyunu oynuyor. Beş kişilik takımlarla oynanıyor. Aynı klasmandaki bir diğer oyun da Dota 2. O da çok popüler. Starcraft gibi bireysel olan oyunlar da var tabii fakat işin özü takım oyunlarında. Counter Strike, World of Tanks, Crossfire ve Hearthstone gibi oyunların da azımsanmayacak derecede tutkunları var.

Beşiktaş'ın e-sporu da var

Türkiye'de Beşiktaş, e-spor dalında şube açarak tüm dünyaya örnek olmuş durumda. Beşiktaş Spor Kulübü e-Spor Sorumlusu Berk Gocay, kulübün e-spor dalına kendi bünyesinde yer vermesinin Beşiktaş'ın ruhuna uygun bir hamle olduğunu söylüyor. “Şu anda ne Türkiye'de ne de dünyada resmi bir spor kulübü e-sporu bünyesine katmış değil. Sadece Beşiktaş var. Türkiye'de pek bilinmiyor ama Güney Kore ve ABD'de büyük yankı uyandırdı Beşiktaş'ın böyle bir atılım yapması. Kore zaten bu işin en üst seviyede olduğu yer. Hatta e-spor bakanlığı bile var orada, federasyonları var. Müsabakalar televizyonlarda canlı yayın olarak gösteriliyor. Biz nasıl futbola fanatik bir şekilde bağlıysak onlar da e-spora bağlılar.”

Dünya devleri destek veriyor

ABD'de profesyonel e-spor oyuncuları şu anda devletten atlet vizesi ve lisansı çıkarma şansına sahip. Devlet de ciddi destekte bulunuyor bu alana. Hatta üniversiteler lisanslı e-sporculara burs imkânı bile sağlıyor. Dünyada e-sporun destekçileri ise en üst noktada. Samsung, Asus, Nwidia, Nissan ve Puma gibi daha pek çok marka e-spor oyunlarına destek veriyor. Hatta bir önceki dünya şampiyonasında Samsung'un iki tane dünya takımı bile vardı turnuvada.

E-sporcunun bir günü nasıl geçiyor?

Bir atletin ya da futbolcunun gününün nasıl geçtiğini aşağı yukarı tahmin edebiliriz. Fakat iş e-spor olunca merak etmeden olmuyor. Berk Gocay’a soruyoruz, nasıl geçiyor profesyonel e-sporcunun bir günü diye. Cevap şöyle: “Aslında normal bir sporcunun nasıl geçiyorsa onların da öyle geçiyor. Sabah kalkıyorlar, kahvaltı edildikten sonra başlarında koçlarıyla antrenmana başlıyorlar. Bizim ‘Gaming House’ımız (Oyun Evi) var mesela. Burada oyuncular her sabah bireysel ­antrenmanlarını yapıyorlar. Arada yorulurlarsa bir süre başka bir etkinlikle meşgul oluyorlar. Burada psikologları da var tabii. Gerektiğinde onlar da yardımcı oluyor oyunculara. Daha sonra ise genelde akşam saatlerinde uluslararası özel takımlarla antrenman gerçekleştiriliyor. Bunlarla kendilerini geliştiriyorlar. Günler 8-10 saat çalışarak böyle geçiyor.”

Profesyonel bir e-sporcu ne kadar kazanıyor dersiniz?

Profesyonel e-sporcu deyip geçmeyin. Ciddi miktarda para kazanıyorlar aslında. Dünya çapında inanılmaz büyük bir sektör oluşmuş durumda. Mesela geçen sene League of Legends oyununun dünya turnuvasında şampiyon olan takım, 3 milyon dolar kazanmış. Büyük turnuvalarda rakamlar aşağı yukarı böyle. Öyle turnuvalar var ki koskoca stadyumlar doluyor, insanlar bilgisayar başında oyun oynayanları izliyor. Türkiye'de henüz bu kadar büyük meblağlar söz konusu olmasa da profesyonel bir e-sporcunun maaşı bir doktor veya avukattan fazla. Türkiye'de yapılan son League of Legends turnuvasında da kazanan takımın ödülü tam 40 bin liraydı. Peki şu anda Beşiktaş, bu daldan maddi bir gelir sağlıyor mu? Gocay'a göre şu an pek fazla bir gelir söz konusu değil. Çünkü e-sporun Türkiye'deki hacmi futbol ve basketbol gibi alanlarla kıyaslanamaz. Henüz o kadar büyük değil. Sadece League of Legends oyunu profesyonel lig şeklinde devam ettiriliyor. Ama ileriki zamanlarda bu durumun daha da değişeceğini belirtiyor.

Bir oyuncu nasıl lisanslı bir e-sporcu olur?

Peki, nasıl e-sporcu olunur? Gocay, çok basit bir süreci olduğunu söylüyor. Herhangi bir sağlık kuruluşundan bir sağlık raporu ve nüfus cüzdanınızla birlikte Gençlik ve Spor Müdürlüğü'ne başvuru yapıyorsunuz. Bu kadar. Ayrıca Türkiye'de lisanslı bir e-sporcu olmanın şu anda çok önemli olduğunu belirten Berk Gocay, 5 bine yakın lisanslı sporcunun olduğunu ve bu rakamın artmasının e-sporun bilinirliğini artırdığını ifade ediyor. Devlet kanalının da bu konu üzerine daha fazla düşmesine imkan tanıyor.

Süleymaniye’nin yeni sakinleri

$
0
0

Fatih ilçesinde kentsel yenileme alanı ilan edilen Süleymaniye’de gerçekleştirilen yıkımlardan geriye kalan enkaz durumundaki binalar, savaştan kaçarak İstanbul’a bir hayalin peşinden gelen Suriyelilerin sığınağı oldu. Enkazı kaldırılmadığı için mezbeleliğe dönen camsız, kapısız, ev bile denilemeyecek tek göz odalar, 400 liradan başlayan fiyatlarla Suriyeli göçmenlere kiraya veriliyor. Yıkımı gerçekleşen binalardan boşalan yerlere çadırlarını kuran aileler ise soğuk ve yoklukla mücadele etmek zorunda.

Fikirtepe’deki kentsel dönüşüm alanı, Suriye’deki iç savaşı anlatan filmlerin setine dönerken Süleymaniye, Suriyelilerin gerçek dramına sahne oluyor. Mülteciler, duvarları battaniye ve halılarla kaplanarak oda haline getirilmeye çalışılmış, tuvaleti, banyosu hatta suyu bile olmayan yerlerde, insanlık dışı koşullarda barınmaya çalışıyor. Erkek çocuklar, bina yıkıntıları arasında buldukları demir çubuklar ile oynarken kız çocuklar molozlar arasındaki küvetlere bindirdikleri kardeşlerini sallıyor. Dışarının soğuğuna rağmen ayaklarında çorap ve giyecek bir montları bile olmayan çocuklar, kendi yaptıkları oyuncaklarla savaşın izlerini silmeye çalışıyor. Sıkıntının büyüğünü çeken anneler ise yoklukla mücadele etmek zorunda. Halep’ten geldiklerini anlatan bir anne, battaniyeye sardığı çocuğunu göstererek hasta olduğunu ve bebek bezine ihtiyacı olduğunu anlatıyor. Henüz 3 yaşındaki İbrahim ise babasının yanında çekingen bir tavırla annesini izliyor. İki harabe bina arasına tahta ve naylondan yaptıkları kulübede yaşadıklarını anlatan baba Zekeriya, “Şartlar çok zor, Suriye’de bir evimiz vardı, huzurlu ve mutluyduk. Savaş hepsini alıp götürdü.” diyor.

Kirazlı Mescit Sokağı’nın sonunda ailesiyle bir enkazı kiralamak zorunda kalan Abuzin ailesi ise 6 ay önce İstanbul’a gelmiş. Tek odalı harabeyi 400 liraya kiralayan Abuzin ailesi, 7 çocukla birlikte 9 nüfusa sahip. Kamplarda bir konteynırda en fazla 5 kişinin kalınmasına izin verildiği için kamplara kabul edilmemişler. “Dönecek evimiz yok, burada yaşamak zorundayız.” diyorlar.

MİT, üzerine düşeni yapmadı

$
0
0

Muhsin Yazıcıoğlu’nun hayatını kaybetmesine sebep olan helikopter kazası, geride zihinleri bulandıran onlarca soru bıraktı. Gazeteci Emre Soncan, “Son Akıncı-Muhsin Yazıcıoğlu’nun Sır Ölümü” isimli kitabında, 25 Mart 2009’da gerçekleşen kazanın üzerindeki sır perdesini aralıyor.

25 Mart 2009... Muhsin Yazıcıoğlu ve beraberindekileri taşıyan helikopterin Yozgat’a giderken düştüğüne dair ilk haberin ardından başlayan heyecanlı ve endişeli bekleyiş zaman zaman yerini cılız ümitlere bırakıyordu. Büyük Birlik Partisi Genel Merkezi’nde toplanan kalabalık, ellerinde telefonla bir taraftan son dakika gelişmelerini takip ederken diğer taraftan da dudaklarından dökülen dualarla semaya ulaşmaya çalışıyordu. İki gün sonra gelen vefat haberi bir anda bütün ülkeyi yasa boğdu. Küskünlükler ve düşmanlıklar unutuldu. Cenazesi yüz binlerce insanı bir araya getirdi. Yıllarca peşinden koştuğu ‘Büyük Birlik’i vuslatında sağladı. Şüpheli kaza, arkasında birçok soru işareti bıraktı. Helikopterin üzerinde uçan savaş uçakları, kararan radarlar, çelişkili otopsi raporları, arama kurtarma faaliyetlerinde gizlenen haritalar, enkazdan çalınan cihazlar… Herhangi bir kazada bu kadar ‘tesadüf’ bir araya gelebilir miydi?

Zaman Gazetesi Cumhurbaşkanlığı muhabiri Emre Soncan, Son Akıncı - Muhsin Yazıcıoğlu’nun Sır Ölümü isimli kitabında merhum BBP lideri ve beraberindeki 5 kişinin yaşamını yitirdiği kazadaki sis perdesini aralıyor. Kitapta, Yazıcıoğlu’nun hayatı ve kaza sürecine dair ilk kez yayımlanan birçok çarpıcı bilgi ve anekdot yer alıyor. Soncan, tanık ve şüphelilerin ifadelerinden yola çıkarak, Milli İstihbarat Teşkilatı’nın (MİT), Yazıcıoğlu’nun öldüğünü üç saat gibi kısa bir sürede öğrendiğini söylüyor. Halbuki helikopter enkazına ancak 48 saat sonra ulaşılabilmişti. MİT’i, soruşturmayı yürüten savcılara gerekli yardımı yapmamakla eleştiren Soncan, “Teşkilat üzerine düşeni yapsaydı, soruşturma bambaşka bir yerde olabilirdi. Fakat bilgi paylaşmaktan hep uzak durdular.” diyor. Yazıcıoğlu’nun ‘ortadan kaldırıldığına inanan Soncan, ‘Neden?’ sorusuna ise şu cevabı veriyor:

“Ortadoğu’da haritalar değişirken ve terör örgütü PKK uluslararası alanda AKP hükümetinin de desteğiyle meşruluk kazanırken, Türkiye içindeki hangi ideolojik geçmişten gelirse gelsin tüm milli unsurlar tasfiye edilmeliydi. Eski CHP Genel Başkanı Deniz Baykal’dan başladılar. Ardından Muhsin Yazıcıoğlu ortadan kaldırıldı. 2009’da yaşananlar olmasaydı, Yazıcıoğlu daha sonra mutlaka hedefte olacaktı. Ardından milli unsurları tasfiyeye Hizmet Hareketi ile devam ettiler. Ülkenin milli refleksleri kör edilecek ve geleceği ipotek altına alınacaktı. Tayyip Erdoğan’ın tabiriyle ‘üst akıl’ düğmeye basmıştı. Özellikle Hizmet Hareketi’nin tasfiye plânının taşeronluğunu Erdoğan’a verdiler.”

Gazeteci-yazar Emre Soncan, 28 Şubat soruşturması sırasında, dönemin Genelkurmay Psikolojik Harekât Dairesi başkanı olan Oğuz Kalelioğlu’nun evinde bulunan ve ‘Sayın Komutanım’ diye başlayan iki sayfalık listeye dikkat çekiyor: “Suikasta kurban gidenlerin isim listelerinin yer aldığı belge, ‘askerler’ ve ‘siviller’ olarak kategorize edilmişti. Sivillere ait listenin başında 8. Cumhurbaşkanı Turgut Özal bulunuyordu. Özal’dan sonra suikastla öldürüldüğü belirtilen diğer isimler ise şöyle sıralanıyordu: “eski MHP Genel Başkanı Alparslan Türkeş, Muhsin Yazıcıoğlu, Ahmet Taner Kışlalı, Necip Hablemitoğlu, Uğur Mumcu, Abdi İpekçi, Hrant Dink.”

Olayın aydınlatılması konusunda pek de ümitli olmayan Soncan, sözlerini şöyle noktalıyor: “Yargının siyasi iktidar tarafından kuşatıldığı dikkate alındığında, en azından bugün için kararı tarihe ve kamu vicdanına bırakıyorum.”

Osmanlı askerlerinin kıyafeti Ermenilerden

$
0
0

93 Harbi diye bilinen Osmanlı-Rus Savaşı’nda askerlerin kıyafetinin bir kısmı, Diyarbakırlı Ermeniler tarafından temin edilmiş. Savaştan sonra da askerlerin ihtiyaçlarının karşılanması için Ermeniler tarafından ciddi bağışlar yapılmış.

Tehcirin yüzüncü yılı münasebetiyle Ermeni meselesi uluslararası alanda tartışılırken Şırnak Üniversitesi’nde gerçekleşen bir doktora çalışması, Türklerin ile Ermenilerin tarihteki ilişkilerine ışık tuttu. 19’uncu yüzyıl başlarına kadar, Ermeni halkının Osmanlı İmparatorluğu’na sadakatini anlatmak için kullanılan ‘Millet-i Sadıka’ tabirinin hayatın gerçeklerinden kaynaklandığı anlaşıldı. Dr. Kasım Ertaş’ın yaptığı çalışmaya göre 1877-1878 Osmanlı–Rus savaşında Osmanlı askerlerinin kıyafetini Diyarbakır Ermenileri temin etti.

Savaştan sonra da yaraların sarılması ve askerlerin ihtiyaçlarının karşılanması için Ermeniler tarafından ciddi bağışlar yapıldı. II. Abdülhamid döneminde yapılan Diyarbekir Hamidiye Sanayi Mektebi’nin inşaat sponsorluğunu da Ermeniler üstlendi. Dr. Ertaş, “93 Harbi olarak bilinen savaşta Ermenilerin, Osmanlı İmparatorluğu’na ihanet ettikleri ve Rusya ile beraber hareket ettikleri ifade edilerek Ermeni milleti topyekûn ‘hain’ ilan edilmektedir. Ancak dönemin çalkantılı siyasi ortamını göz ardı ederek ve Ermenilerin çok az bir kesimi tarafından gerçekleştirilen söz konusu hareketi bütün Ermeni milletine mal etmek bilimsel ve sağlıklı bir yaklaşım değil.” diyor.

Şırnak Üniversitesi İlahiyat Fakültesi İslam Tarihi Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Yrd. Doç. Dr. Kasım Ertaş’ın doktora tezi, Osmanlı İmparatorluğu’nda Diyarbakır Ermenileri adıyla yayınlandı. Osmanlı arşiv belgeleri, şer’iyye sicilleri, salnâmeler ve seyahatnamelerden yararlanan Ertaş, Ermenilerin, daha önce hâkimiyeti altında yaşadıkları hiçbir devlette Osmanlı’da sahip oldukları itibara sahip olamadıklarını vurguluyor. Ertaş, Ermenilerin de bunu karşılıksız bırakmadığını, devletin iktisadi, idari, sosyal ve kültürel hayatında çok önemli görevler üstlendiğini kaydediyor. 19. yüzyılın son çeyreğinde baş gösteren tatsız hadiselerin de Ermeni toplumunun önemli bir kısmı tarafından tasvip edilmediğinin altını çiziyor.

HEM TÜRKÇE HEM de KÜRTÇE KONUŞUYORLARDI

Dr. Ertaş’ın verdiği bilgiye göre, Diyarbakırlı Ermeniler şehrin sosyal ve iktisadi hayatının hemen her alanında Müslümanlar ile beraber hareket ediyor, kendilerini her zaman o toplumun bir parçası olarak görüyor, Müslümanların başına bir felaket geldiği zaman yardıma koşuyordu. Kendi dillerinin yanı sıra Türkçe, Kürtçe ve Zazaca konuşmaktaydılar. 20. yüzyılın ilk çeyreğinde Diyarbakır’daki nüfuslarıyla ilgili Ermeni Patrikliği’nin rakamları Osmanlı’nın resmi kayıtlarıyla örtüşüyor. Patriklik, o dönem için Diyarbakır merkezinde 16 bin 352 Ermeni yaşadığını belirtiyor. Dâhiliye Nezareti’nin 1920 yılında yayınladığı 1914 yılına ait nüfus kayıtlarının yer aldığı ‘Memâlik-i Osmaniye’nin 1330 Senesi Nüfus İstatistiki’ adlı kitapçıkta ise Diyarbakır merkezinde Ortodoks Ermeni nüfusu 13 bin 970, Katolik Ermeni nüfusu bin 296 ve Protestanların nüfusunun ise bin 228 olduğu belirtiliyor. Bu kayıtlara göre Diyarbakır merkezindeki toplam Ermeni nüfusunun 16 bin 494 olduğu anlaşılıyor. Bu dönemde Diyarbakır merkezindeki toplam Müslüman nüfus ise yaklaşık 25 bin...

ERMENİ KOMİTACILARINI TAŞLAYAN ERMENİ ŞAİR

Çalışmasının merkezine Diyarbakır Ermenilerini alan Ertaş’ın ulaştığı detaylardan biri de şu: 1895 yılında Diyarbakır’da meydana gelen Ermeni olaylarına dair Ermeni bir şair bir destan yazıyor ve Ermeni komitacıları ağır bir dille taşlıyor. Levon isimli şair, aynı yılın sonunda bir Ermeni tarafından öldürülüyor. Bu dönemde meydana gelen hadiseleri ele alan Ermeni akademisyen Susie Hoogasian Villa da rahatsızlığını şöyle dile getiriyor: “Avrupa’nın hırslı ve güçlü devletleri ile Osmanlı İmparatorluğu arasındaki çatışmalardan kaynaklanan karmaşık bir etki-tepki zinciri, Osmanlı Ermenileri için ölümcül sonuçlar getirmiştir.”

Haftanın albümleri

$
0
0

Dâhi müzisyen iç dünyasını açıyor

Genco Arı, bir müzik dâhisi. Prodüktör, piyanist, besteci, multi enstrümanist, orkestra şefi, aranjör, ses ve mix mühendisi gibi birçok sıfatı üzerinde topluyor. Müzisyen beşinci solo albümü olan Gencology Vol 2’yi müzikseverlerle buluşturdu. Sanatçı, Cooldown olarak isimlendirdiği bu enstrümantal albümünde daha evrensel ve daha geleceğe ait çalışmalarını toplamış.

Tek Kişilik Şarkı Dardır

Peyda, Anadolu’nun tüm bu renklerini, geleneklerini, zenginliklerini kendi yorumuyla anlattığı ilk albümü Tek Kişilik Şarkı Dardır’ı, dinleyici ile buluşturdu. Yapımcılığı Erkan Oğur’un gerçekleştirdiği albümde Peyda’ya Oğur ve Erdal Erzincan sazları ile eşlik ediyor. Genç sanatçı geleneksel parçalardan oluşturduğu repertuvarını, her bir şarkının geldiği kültüre ait olan enstrümanlarla renklendiriyor.

‘Savaş Kadınları’nın ağıtları

Her savaş, ardında büyük bir yıkım bırakır. İber Müzik, savaşların kadınlar üzerindeki etkilerini ağıtlar üzerinden sunan bir albüme imza attı. Metin Günaydın tarafından hazırlanan Savaş Kadınları’nda, Anadolu coğrafyasıyla bağlantısı olan olayların ardından yakılan ağıtlara yer verildi. Albümde Türk, Kürt, Ermeni, Rum, Arap, Laz, Ladino, Ahbaz, Gürcü, Adige, Zaza ve Roman ağıtları bulunuyor.

Özel güvenlik de sıkı aranacak!

$
0
0

Havalimanlarındaki denetimlerden şikayet eden yolcuların ahı mı tuttu bilinmez ama şimdi de özel güvenlik personeline yönelik daha etkili kontrol gerçekleştirilmesi amacıyla çalışma başlatıldı.

Yerli ve yabancı havacılık otoriteleri tarafından denetlenen havalimanları, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın, ‘kamu kurumlarında görevli özel güvenlik birimlerinin durumunun gözden geçirilmesi ve gerekirse kaldırılması gerektiği’ yönündeki açıklaması sonrası mercek altına alınmıştı. Bu doğrultuda yürütülen çalışmalarla, havalimanlarında çalışan özel güvenlik personeline yönelik denetimlerin, ‘daha kapsamlı ve titiz’ şekilde gerçekleştirilmesi amaçlanıyor.

10 BİNDEN FAZLA GÜVENLİKÇİ

Cumhurbaşkanı Erdoğan, Savcı Mehmet Selim Kiraz’ın İstanbul Adliye Sarayı’nda şehit edilmesinin ardından yaşanan güvenlik zafiyeti nedeniyle, kamu kurumlarında görevli özel güvenlik birimlerinin, ‘gerekirse kaldırılması gerektiği’ yönünde açıklama yapmıştı. İşte bu açıklama, havalimanlarında çalışan yaklaşık 10 binin üzerindeki özel güvenlik personelinin geleceği ile ilgili tartışma başlattı. Özel güvenlik şirketi yetkilileri ise havalimanlarının kamu alanı şeklinde değerlendirilmediğini belirtiyor. Ancak şirket yetkilileri, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın açıklamaları dikkate alınarak özel güvenlik birimlerine yönelik gerçekleştirilen denetimlerin daha da artırılacağını dile getiriyor.

CEZA GELECEK

Havalimanları ve özel güvenlik birimleri, Uluslararası Sivil Havacılık Örgütü (ICAO) ve Avrupa Sivil Havacılık Konferansı’nın (ECAC) yanı sıra, Milli Sivil Havacılık Genel Kurulu (MSHGK) ve Eğitim Araştırma Denetleme Uzmanlar Kurulu (EADUK) tarafından denetleniyor. Bu arada Sivil Havacılık Genel Müdürlüğü (SHGM) de, tarayıcı personellerinin sertifikalandırılması amacıyla havalimanlarında görevli 6800 güvenlik personelinin sertifikalandırılması amacıyla geçen yıl proje başlatmıştı. Proje ile havalimanlarında yolcu kabin bagajı, uçak altı bagajı (x-ray ve EDS), kargo, eşyaların taramasını gerçekleştiren ve x-ray ile tarama yapan personel, 2014 sonuna kadar sertifikalandırılmıştı. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın açıklamasının ardından da, EADUK’e bağlı Eğitim Araştırma Denetleme Birimi tarafından yapılan denetimlerin çeşitlendirilerek daha sıkı bir şekilde yapılması kararlaştırıldı. Denetimlerde başarısız olan şirketlere, para cezasının yanı sıra yeni müeyyidelerin uygulanacağı ifade ediliyor.

ÖZEL GÜVENLİK HER YERDE

Havalimanları, uluslararası kullanım yönünden yasa dışı eylemlere açık olması ve böyle bir eylemin dünya çapında büyük yankı uyandıracağı gerekçesiyle tüm ülkelerin hassas tesisleri arasında yer alıyor. Bu yüzden, havalimanları asker ve emniyet birimlerinin yanı sıra özel güvenlik birimleriyle de sıkı şekilde korunuyor. Özel güvenlik birimleri havalimanlarında, terminal (dış hatlar, iç hatlar, kargo ve genel havacılık terminali-özel jetlere hizmet sunulan bölge) giriş kontrol noktalarında yapılan yolcu ve bagaj taraması ile uçağa alınan yolcuların arındırılmış sahaya giriş kontrol noktalarında da yolcu ve kabin bagajlarının taranması faaliyetini yürütüyor.

Bodrum’da cenaze ücretsiz taşınacak

THY Kargo Başkanlığı ile Bodrum Belediyesi arasında, ‘İç Hat Uçuşlarında Cenazelerin Taşınması Protokolü’ imzalandı. Ücretsiz cenaze taşıma hizmeti sunacak şirket, cenaze sahiplerine de en fazla 2 kişi olmak şartıyla bilet ücretlerinde yüzde 20 indirim uygulayacak. Şirket, daha önce Ankara, İzmir, Antalya ve Manisa Büyükşehir Belediyesi ile aynı protokolü imzalamıştı.

AtlasGlobal Antalya’dan Almatı’ya uçuyor

Atlasglobal Havayolları, Antalya’dan Kazakistan’ın Almatı kentine tarifeli uçuşlara başladı. Başkent Astana’ya ise bugünden itibaren uçuş düzenleyecek şirket, Antalya’dan Almatı’ya haftada 3, Astana’ya da haftada 4 sefer

gerçekleştirecek.

Adıyaman uçuşları başlıyor

İstanbul Atatürk Havalimanı’ndan Adıyaman’a her gün düzenlenen uçak seferlerine yenisi eklendi. THY, Sabiha Gökçen Havalimanı’ndan, 14 Mayıs’tan itibaren haftanın 3 günü Adıyaman’a sefer gerçekleştirecek. Uçuşlar, salı, perşembe ve cumartesi yapılacak.


Kadına şiddet ‘iyi erkek’ ‘kötü erkek’ meselesi değil

$
0
0

Kimilerine göre kadına şiddet hep vardı ama farkındalık arttığı için daha çok duyuluyor. “Kadına şiddet vakalarını farkındalık diyerek geçiştirmek, sorunla mücadeleyi baştan kaybetmektir.” diyen Prof. Dr. Yakın Ertürk, konuyu insan hakkı meselesi olarak ele almaya davet ediyor.

Ülkeye bahar bir türlü gelemezken, ekonomik kriz beklerken, seçim döneminden geçerken ve çözüm sürecinde umutları korurken gerçekliğini hiç yitirmeyen bir gündemimiz daha var; kadına yönelik şiddet. Toplum şiddeti normalleştirmiş görünürken kadın hakları mücadelesine yıllarını verenler çözüm aramaya devam ediyor. Bu isimlerden biri de Prof. Dr. Yakın Ertürk. Uzun yıllar Birleşmiş Milletler Kadına Yönelik Şiddet Özel Raportörlüğü yapan Ertürk, ‘Sınır Tanımayan Şiddet’ kitabıyla konuya bir daha dikkat çekiyor. Kadına şiddeti bir insan hakları sorunu olarak ele alan Ertürk, kitapta dünya kadınlarının bu yöndeki mücadelesini ayrı başlıklar altında inceliyor. Kaleme aldığı ülkelerde göze çarpan ortak özellik, kadının ev içinde şiddet görmesinin normal ‘özel mesele’ olarak değerlendirilmesi. Bu bakış açısı yüzünden aile içinde veya evde şiddet gören kadına ne devlet yetkilileri ne de ailesi müdahale etmekte istekli davranmıyor.

Türkiye’de 2002 ile 2009 arasındaki kadın cinayetlerinin yüzde 1400 arttığına dair rapora dikkat çeken Ertürk, şiddetin sebebini kısaca kadını ‘yerinde tutma’ çabası olarak açıklıyor. Ona göre değişen aile yapısı ataerkil güç ilişkilerini de değiştiriyor. Eskiden kendisine yönelik birçok davranışı normal bulan kadın, bugün birey olarak haklarının daha çok farkında. İşte bu noktada sesini yükseltmeye başlayan kadın, haklar konusunda siyasi iradenin zayıf olduğu ülkelerde şiddete maruz kalıyor. Kadın ve aileden sorumlu devlet yetkililerinin bile konuyu, “Şiddet değil, farkındalık ve görünürlüğü arttı” minvalindeki sözlerine ise Yakın Ertürk, şu yorumu getiriyor: “Kadına şiddet vakalarını farkındalık diyerek geçiştirmek sorunla mücadeleyi baştan kaybetmek demektir.” Neredeyse her gün duymaya alıştığımız şiddet vakalarında düşülen bir hata da olayı erkeğin kişilik özelliğine bağlamak. Ertürk’e göre bu düşünce sorunun yapısal bir eşitsizlikten kaynaklandığı gerçeğini örtüyor. Sorunun ‘iyi erkek, kötü erkek’ kadar basit bir mesele olmadığının altını çizen Ertürk, “Şiddetin sebebi kişisel özelliklerden kaynaklansaydı çok daha kolay çözülürdü. Bunun yapısal bir sorun olduğunu göz ardı edemeyiz.” diyor. Bu açıdan bakıldığında kadına şiddeti diğer eşitsizlik sistemleri ile bir değerlendirmek mümkün. Ertürk’ün konuyu insan haklarına bağlama sebebi de bu yüzden. Zira toplumun her kesiminde şiddet, iktidar ilişkileriyle ilişkili. Tahakkümü elinde bulunduran kesimin iktidarı sarsıldığı anda ise şiddet ortaya çıkıyor. Ancak kadına yönelik şiddeti toplumdaki diğer eşitsizlik örneklerinden ayıran bir özelliği var. O da şiddete uğrayan kadının belli bir ekonomik kesimden olmaması. Ayrıca araştırmalar, her eğitim düzeyinden kadının şiddete maruz kaldığını da gözler önüne seriyor.

Diğer ülkelerde durum ne?

Prof. Yakın Ertürk, Sınır Tanımayan Şiddet kitabında farklı ülkelerle ilgili şu bilgilere yer veriyor:

Hollanda’da yerli kadınların özgürleşme süreçlerini tamamladıkları düşünüldüğünden cinsiyet eşitliği konuları siyasetin dışına itilmiş durumda. Devlet kadına şiddet konusunu göçmen kadınlar bağlamında bir entegrasyon sorunu olarak tanımlıyor. Yerli kadınların maruz kaldığı en yaygın şiddet biçimi halihazırdaki ya da eski eş tarafından uygulanan şiddet. Hükümet, ev içi şiddete kadın mağduriyeti olarak bakmıyor. Özel ilişkilerdeki bütün şiddet biçimlerini aynı kefeye koyuyor.

İsveç ise Hollanda’nın aksine sorunu ‘erkeğin’ kadına şiddeti olarak nitelendiriyor. Bu sorunu sonlandırmak ise hükümetin öncelikli hedefi. İsveç, kadına şiddet konusunda çok iyi yasallara sahip.

Rusya’da kadına şiddet, işsizlik düzeylerindeki artış, erkekler arasında yaygınlaşan alkol/uyuşturucu bağımlılığı ve cinsel istismarın normalleşmesi gibi faktörlere bağlanıyor. Rusçadaki ‘döven adam seven adamdır’ deyimine sıkça gönderme yapılması da sorunun derinlerde olduğunu gösteriyor. Orada da aile içi şiddet meselesi Türkiye gibi ‘özel mesele’ olarak görülüyor.

Yasa değişti ama zihniyet aynı

Son dönemde ülkede kadınların dezavantajlı konumunu düzeltmek için Meclis’te ya da iş dünyasında temsil oranına alt sınır getiriliyor. Sorunu düzeltmeye yönelik çeşitli yasalar çıkarılıyor. Öte yandan çalışmak istediği için eşini öldüren adama ‘kravat taktı’, ‘hâkime saygılı davrandı’ gibi komik nedenlerle iyi hal indirimi veriliyor. Bu çelişkiyi komik, aynı zamanda trajik bulan Yakın Ertürk, “Ceza kanunlarında cinsel nitelikli suçlarla ilgili maddelerde gerçekten önemli bir dönüşüm gerçekleşti. Ama uygulamada hep benzer tutarsızlıkları görüyoruz; yasalar değişti ama zihinler değişmedi.” diyor.

Dünya saray liginin zirvesindeyiz

$
0
0

Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın yeni makamı Ak Saray, gerek maliyeti gerek büyüklüğü gerekse kullanılan malzemeleriyle ülkemizin itibarını (!) yükseltti. Ak Saray, dünyanın gelişmiş ülkelerinin yönetildiği saraylar içinde zirveye oturdu.

300 bin metrekare, yani elli futbol sahası büyüklüğündeki Ak Saray’da resmi açıklamaya göre bin 150 oda var. Mimarlar Odası ise bu sayının 2 binden az olmadığını açıkladı. Maliyeti de yine resmi rakamlara göre 1 milyar 350 milyon lira. Ancak Mimarlar Odası, resmi rakamın çok daha yüksek olduğunda ısrarcı. Ak Saray’da Erdoğan ailesi ve konukların kalması için 250 odalı küçük bir saray daha mevcut. Sarayın her bir bölümü büyük titizlikle yapıldı, kullanılan eşyalar özenle seçildi. Hiçbir masraftan kaçınılmadı. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ifadesiyle “Türkiye’nin itibarını gösteren bir külliye” yapıldı. Öyle ki Ak Saray, internet ansiklopedisi Wikipedia tarafından dünyanın en büyük sarayı olarak gösterildi. Ak Saray 289 dönümlük alanıyla birinci olurken, ABD başkanlarının makamı olan Beyaz Saray listeye bile giremedi. Peki diğer ülkelerde durum nasıl? Dünyaya yön veren ülkelerin yöneticilerinin kullandıkları makamlar ülkenin itibarıyla doğru orantılı mı? Ak Saray gibi büyük ve görkemli saraylar hangi ülkelerde var? İşte dünyadan bazı örnekler…

Kremlin Sarayı (Rusya):

Kremlin Sarayı, Rusya’nın başkenti Moskova’nın tam kalbinde yer alıyor. 1482 yılında başlayan inşa çalışmaları 13 yılda bitirilebildi. 25 bin metrekare alan üzerine kurulu Kremlin, Çarlık Rusya’sı döneminden beri Rus iktidarlarının daimi yönetim merkezi oldu. Dış yapısı yeşil, altın ve krem renginin karışımını sergilerken, sarayın içindeki dev avizeler, geniş koridorlar ve büyüleyici dekor, muazzam bir sanat gösterisi sunuyor.

Pal·cIo do Planalto (Brezilya):

‘Dağlık arazilerin sarayı’ anlamına gelen yapı, Brezilya devlet başkanlarının çalışma mekânı. Yapımı tamamlandığı 1958 yılından itibaren devlet başkanlarının resmi sarayı olan Palacio do Planalto, Brezilyalı ünlü mimar Oscar Niemeyer tarafından tasarlandı. 7 bin metrekare alana kurulu sarayın, devlet başkanları ve bürokratlar için ofisleri, kütüphanesi, olimpik yüzme havuzu, müzik odası, yemek ve toplantı salonları var. Brezilya’nın başkenti Brasilia’da bulunan saray, üç kattan oluşuyor.

QuIrInal Sarayı (İtalya):

İtalya’nın başkenti Roma’da bulunan Quirinal Sarayı, Papa 13. Gregory tarafından 1573 yılında inşa ettirildi. Roma’nın yedi tepesinin en yükseği olan Quirinal Tepesi’nde bulunan saray, yapıldığı günden bu yana 30 papa, 4 kral ve 11 cumhurbaşkanına ev sahipliği yaptı. Toplamda 110 bin metrekare alana sahip sarayın bin 200 odası var.

Ak Orda devlet başkanlığı sarayı (Kazakistan):

Kazakistan’ın başkenti Astana’da bulunan Ak Orda Başkanlık Sarayı, 2001 yılında inşa edilmeye başlandı ve tamamlanması üç yıl sürdü. 36 bin metrekare alan üzerine kurulu saray, yedi kattan oluşuyor. 80 metre yüksekliğindeki yapıda; basın konferans salonu, gala salonu, kış bahçesi, ofisler, resmi görevliler için büyük bir salon ve kütüphane bulunuyor.

RashtrapatI Bhawan (Hindistan):

Hindistan’ın başkenti Yeni Delhi’de bulunan Rashtrapati Bahawan, 1912 yılında inşa edilmeye başlandı ve İngiliz Mimar Sir Edwin Lutyens tarafından tasarlandı. Bitirilmesi 17 yıl süren saray, Hindistan cumhurbaşkanlarının konutu olarak kullanılıyor. Toplamda 19 bin metrekare alana kurulu ve 340 odalı sarayın, büyük salonları, misafir odaları ve ofisleri bulunuyor.

Çavuşesku Halk Sarayı (Romanya):

Dünyanın ikinci büyük binası olarak inşa edilen Halk Sarayı; bin 100 odası ve iki yeraltı otoparkıyla 12 kattan oluşuyor. Binanın kapladığı alan 65 bin metrekare, bahçesiyle birlikte toplam 530 bin metrekare. Binada bulunan toplam kapalı alan hacim olarak 2 buçuk milyon metreküp. Bu ölçüleriyle bina, Mısır’daki Keops Piramidi’yle aynı hacimde. İnşaatta kullanılan tüm malzemeler yerli malı. 1 milyon metreküp mermer, 480 şamdan ve bin 409 avize için 3 bin 500 ton kristal, sütun ve şamdanlar için 700 bin ton çelik ve bronz, 900 bin metreküp ahşap, değişik boylarda toplam 200 bin metrekare yün halı harcanmış. Bazı büyük halıları üretmek için makineler bina içine taşınmış.

Elysee Sarayı (Fransa):

Fransa’nın başkenti Paris’te bulunan Elysee Sarayı’nın inşasına 1718 yılında başlandı ve tamamlanması dört yıl sürdü. 1874 yılından itibaren Fransız cumhurbaşkanlarının resmi konutu oldu. Toplamda üç kattan oluşan sarayın büyüklüğü 11 bin metrekare. 1 Haziran 2014’ten itibaren, her ayın ilk pazar günü bahçesi ziyaretçilere açık oluyor.

Bellevue sarayı (Almanya):

Almanya’nın başkenti Berlin’de bulunan Bellevue Sarayı, 1994 yılından beri cumhurbaşkanları tarafından kullanılıyor. İlk olarak 1876 yılında Prens Ferdinand için yaz evi olarak inşa edilen saray, Alman mimar Phlipp Daniel Boumann tarafından tasarlandı. 10 bin metrekare alan üzerinde inşa edilmiş sarayın 50 odası ve sadece 150 çalışanı var.

BuckIngham Sarayı (İngiltere):

Buckingham, İngiliz kraliyet ailesinin Londra’da oturduğu saray. Yapıda 775 oda bulunuyor. 52 kraliyet ve misafir yatak odası, 188 personel yatak odaları, 92 ofis ve 78 banyo odalardan bazıları. Bina; 120 metre derinliğinde ve 24 metre yüksekliğinde, ön genelinde 108 metre uzunluğunda. Kraliçe tarafından düzenlenen birçok resmi etkinlikler ve resepsiyonlar için kullanılan saray, yılın belirli günlerinde ziyaretçilere açılıyor.

El hamra (İspanya):

İnşasına 13’üncü yüzyılda başlanan, İspanya’nın en güzel yapılarından biri olan El Hamra, 1492 yılında Hıristiyanların eline geçti. El Hamra, günümüzde Emevi mimarisinin en güzel örneklerinden biri olarak ayakta duruyor.

17 Aralık sonrası asayiş de sıfırlandı

$
0
0

17-25 Aralık yolsuzluk operasyonları sonrası başta İstanbul olmak üzere birçok şehirde binlerce polis tasfiye ve sürgün edildi. Bu durum şehirlerde asayiş zafiyetine neden oluyor. İstanbul Asayiş Şube Eski Müdürü Ertan Erçıktı, bu süreçle birlikte emniyette ciddi özgüven eksikliği yaşandığını ve İstanbul’da asayişin Allah’a emanet olduğunu söylüyor.

17 Aralık yolsuzluk ve rüşvet operasyonu sonrası ülke çapında binlerce polis tasfiye edildi. Emniyetin en önemli birimlerinde yapılan keyfi değişikliklerin özellikle İstanbul'da asayiş olaylarını önlemede ciddi bir ‘yönetim zafiyeti’ oluşturacağı uyarısı en baştan yapılmıştı. Uyarıların dikkate alınması bir yana, teşkilata yönelik operasyonlar hâlâ devam ediyor. Keşke iddialar asılsız çıksaydı. Ancak 17 Aralık'tan bu yana kelimenin tam anlamıyla İstanbul'da asayiş de ‘sıfırlandı’. Emniyet Genel Müdürlüğü, o süreçten bu yana İstanbul'da işlenen suçlara dair istatistikleri sitesinde paylaşmıyor. Bu yüzden suç oranlarındaki artışın ne boyutlara ulaştığını bilemiyoruz. Şu an görev başında bulunan İstanbul Asayiş Şube Müdürü Yusuf Bengül, geçtiğimiz haftalarda bir gazeteye verdiği röportajda tam tersini iddia ediyor ve İstanbul'da özellikle 17 Aralık sonrası suç oranlarının azaldığını söylüyor. Sadece genel ifadelerin ve oranların olduğu, ne gariptir rakamların bulunmadığı haberde İstanbul Asayiş'inin son bir buçuk yılda ortaya koyduğu ‘büyük’ başarılar abartılarak anlatılıyor. Öyle ki; İstanbul'da hırsızlık, gasp ve cinayet gibi suçlarda azalma olmuş, mafya hesaplaşmaları sona ermiş, 'kurtarılmış bölgeler' kalmamış, polis tüm sokaklara hâkim olmuş, uzun yıllar önce işlenmiş faili meçhul cinayetler bile aydınlatılmış... Özetle İstanbul'da asayiş berkemalmiş, 'Ayşe teyze' artık evinde huzurlu uyuyormuş.

İşin ironik tarafı ise, Bengül ile yapılan röportajın yayınlanmasından iki gün önce hem de Türkiye'nin en ‘güvenilir’ binalarından biri olan Çağlayan Adliyesi’nde şehit edildi Savcı Mehmet Selim Kiraz. Bu olaydan bir gün sonra da Vatan Caddesi'ndeki İstanbul Emniyet Müdürlüğü binasına iki kişi tarafından uzun namlulu silahlarla saldırı düzenlendi. Peki, sadece bu son iki olay bile İstanbul'da asayiş zafiyetinin ne denli kötü boyutlara ulaştığını gözler önüne sermeye yetiyorken, İstanbul'da asayiş sorunu olmadığı hatta suçların azaldığı nasıl söylenebiliyor? İstanbul Asayiş'i nasıl bir başarıdan söz edebiliyor?

Hepsini ve daha fazlasını konunun muhataplarından 17 Aralık sonrası görevden alınan ve 14 Aralık 2014'te medyaya darbe operasyonu kapsamında tutuklanan eski İstanbul Asayiş Şube Müdürü Ertan Erçıktı'ya sorduk.

17 Aralık sonrası uzman personelin tasfiyesi ve asayiş şube müdürlüğünün yeni çalışma şekli İstanbul'da suç ve suçluyla mücadeleyi nasıl etkiledi?

17 Aralık öncesi asayiş şube müdürlüğü bilimsel, sistemli ve verimli sonuçlar elde edilen yöntemlerle çalışıyordu. Sahada tecrübe edinen ve gayretiyle kendini ispatlamış personelle çalışılıyordu. Çünkü asayiş şube müdürlüğü binlerce polisi İstanbul genelinde sevk ve idare ediyor, onlara öncülük yapıyordu. Müdürlüğün çalışma şekillerinden önemli bir tanesi de ‘projeli çalışma' olarak adlandırdığımız teknik ve fiziki imkânların da yasal çerçevede kullanılmasıdır. Bu konuda uzman personelin yetişmesi hem zahmetli hem de uzun zaman alan bir konudur. Çok sayıda uzman personelin 17 Aralık sonrası tasfiyesi asayiş suçlarında önemli bir kavşaktır. Bu şekilde oluşan büyük kayıp ve zafiyetlerin yanı sıra yeni yönetimin İstanbul genelinde dinleme yapan 40 ekibi sahaya çıkararak bu boşluğu doldurması imkânsızdır. Çünkü İstanbul'da her ilçeye bir ekip daha eklemiş oluyorsunuz ki bu da sıfır noktasına yakın bir değişikliktir.

17 Aralık öncesi nasıldı peki?

Yaklaşık bin resmi ekip, 2 bin güven timi ve asayiş büroları hem önleme hem de suçla mücadele odaklı çalışıyordu. O dönemde uzman kişilerin sevk ve idaresinde yönetilirken, bugün resmi ekipler tek bir merkezden yönetilmiyor. Ekiplerin yaklaşık yarısı lağvedildi, başka birimlere aktarıldı. 500 resmi ekibi 40 sivil ekiple kompanse etmeniz imkânsız, güvenlik zafiyeti oluşmuştur.

İstanbul Asayiş Şube Müdürü Yusuf Bengül aksini söylüyor ama... İstanbul'da suçla mücadelede geçmiş yıllara göre daha başarılılarmış.

Bu başarı ise daha önce merkezde ‘teknik odaklı' yani dinleme ağırlıklı çalışan personelin sokağa çıkarılmasıyla olmuş. 17 Aralık sonrasında dinlemelerin sonlandırılması makul gibi görünen sebeplerle açıklanamaya çalışılmış. Hemen ardından da dinleme yapılmadığı için oto hırsızlığındaki artıştan bahsediliyor. Siz buna ‘panik hali' de diyebilirsiniz. İstanbul Emniyeti şu an özgüven eksikliği yaşayan ve polisliği 15-20 yıl öncesi taktiklerle uygulamaya çalışan bir kadro tarafından yönetiliyor.

Şu anda İstanbul Asayiş'te görev yapanların hiç mi başarılı oldukları bir konu yok?

Var, infazda birinciler. İstanbul'un kaçıncı olması gerekiyordu ki? Suç ve suçluyla mücadele 15-20 yıl öncesinin başarısızlığı tescillenmiş, polisiye yöntemlerine indirgenmiştir. Yeni yöntemler geliştirmek yerine eskinin, firari suçluları yakalama modeline dönülmüştür. Binlerce polisin yüzlerce adrese kameralar eşliğinde ve helikopterlerin görsel destekleriyle yaptıkları birkaç gram uyuşturucu maddeyle birkaç silah/kesici aletle ele geçirdikleri operasyonlar vatandaşa hizmet etmiyor, aksine vatandaşı korkutuyor.

SUÇU ÖNLEMEK İÇİN SOKAKTA GÜÇLÜ OLMAK YETMEZ

Dinleme ve takip yapan polislerin sokağa çıkarılmasıyla asayiş sağlanabilir mi peki?

Örgütlü bir şekilde faaliyet gösteren suç şebekeleriyle yalnızca sokaktaki ekip vasıtasıyla mücadele edemezsiniz. Teknikle sokak birlikte çalışmazsa suçla mücadele edilemez. Bir kapkaççıyı yakaladınız diyelim bağlı bulunduğu suç örgütü yerine bir başkasını bulmakta hiç zorlanmayacaktır. Önemli olan suç ve suçlu üreten bu yapının tasfiye edilmesidir. Arabayı çalan hırsızı, yoldayken önünü kesmek suretiyle suçüstü yakaladınız diyelim. Bu suça dair elinizde hırsızdan başka delil ya da belge olmaz. Bu olayda arabanın çalınması kadar tekrar piyasaya sürülmesi ya da yedek olarak paraya dönüştürülmesi de önemlidir. Teknik odaklı çalışma sadece dinlemeden ibaret değildir. En az dinleme kadar suç faaliyetlerinin fiziki takibi de önemlidir. Yeni kadronun ‘teknik odaklı' çalışmadan sadece dinlemeyi anlıyor olması modern polisiye tekniklerden ne kadar uzak olduklarını gösteriyor.

Son birkaç yılda mafya ve sokak ortası hesaplaşmalarının azaldığı ve polisin bütün sokaklara hâkim olduğu söyleniyor. Oysa son dönemde sonu kanlı biten birçok mafya hesaplaşması var.

Bu gruplar organize şube tarafından her an kontrol altında tutulsaydı (tedbirli çalışma ve muhbir vb. ile) bu mafya hesaplaşması olmazdı. Mafya hesaplaşmasının bir şekilde meydana geliyor olması güvenlik açısından bir ölçüdür. Vatandaşta güvensiz bir şehir algısı ve suç korkusu oluşur. Suç sosyolojik bir vakadır. Sokakları boş ve denetimsiz bırakırsanız, bu boşluğun mutlaka suç örgütleri tarafından doldurulacağını bilmek zorundasınız. Organize için de asayiş için de durum aynıdır. Mevcut tecrübesiz kadrolar, sokakları suç örgütlerinin kontrolüne açık hale getirmiş, İstanbul güvenli olmayan bir kente dönüşmüştür. 18 yıllık terörle mücadele tecrübemle şunu net olarak söyleyebilirim ki, Türkiye şu anda her türlü terör saldırısına açık halde. İstanbul'da asayiş Allah'a emanet.

İstanbul asayiş şube eski müdürü ertan erçıktı, sorularımızı SİLİVRİ cezaevi’nden avukatı aracılığı ile cevapladı.

Saldırganın kimliğini bile tespit edemiyorlar

İstanbul’daki asayiş zafiyetini ortaya koyması açısından yaşadığım iki tecrübemi aktarmak istiyorum. Birincisi, 2005 yılında Taksim’de kadın canlı bombaya müdahale ettiğim olay. Bu kadın eylem hazırlığı içinde olduğu bilgisi olduğundan 24 saat takibimiz altındaydı. Kaldığı ikâmetten çıktığından itibaren takip ediliyordu. Kuaföre gidip saçını yaptırması, o gün üzerinde şık kıyafetler olması ve sırtındaki çanta kendini kamufle ederek eylem hazırlığı içinde olduğunu gösteriyordu. Taksim’de eylem yapmak üzereyken müdahale ettik. Yani eylemcinin her halinden haberdardık, eylemler kontrolümüz altındaydı. Üzerindeki bomba düzeneğiyle yakalanarak etkisiz hale getirilmesinin dünya literatüründe başka bir örneği yoktur. Diğeri Gaziosmanpaşa İlçe Emniyet müdürü olarak görev yaptığım dönemde iki polisimizi şehit eden teröristlerin yakalanması... Bu olayda saldırganlar firariydi ve aranıyordu. İstanbul genelinde tüm ekiplere saldırganların fotoğrafları ve eşkâl bilgileri verildi. GOP’a bağlı bir ekibimiz eylemcileri taksiye binerken görüp, fotoğraftan tanıyıp müdahale ediyor. Saldırganlardan biri ölü, diğeri yaralı olarak ele geçiriliyor. Birinci örnekte terörist her an kontrol altında. İkinci örnekte ise olaydan hemen sonra teröristlerin kimlik bilgileri ortaya çıkarılıp İstanbul genelinde ekipler bilgilendiriliyor. Neticede saldırganlar kısa sürede yakalanıyor. İstanbul’da asayişten bahsettikleri şu dönemde ise adı ilk önce Sultanahmet bombacısı olarak verilen terörist daha sonra Taksim’de bir saldırı daha gerçekleştiriyor. En son da Vatan Emniyet’e uzun namlulu silah ve el bombalarıyla saldırıyor. Eylem hazırlığı içinde olduğu bilinen kontrol dışında olduğu, hiçbir takip faaliyeti yapılmadığı açık. Başta da söylediğim gibi şu anda maalesef ülkemiz her türlü terör riskine açık. 17 Aralık öncesi terör örgütlerini ciddi anlamda takip ve kontrol altında tutan tecrübeli, uzman kadroların tasfiyesi bunun en önemli sebebidir. Mevcut kadro ise bırakın terörü önlemeyi, saldırıdan sonra kimlik tespitini yapamayacak kadar terörle mücadeleden bî;haberdir.

Suçlara dair istatistikler devlet sırrı!

Nüfusu artan hiçbir metropolde suç düşmez. (Sadece Suriyeli sığınmacıların artması nüfus artışının bir örneğidir.) Bu evrensel bir kuraldır. Ancak trendler değişir. Başarı ise şehrin nüfus artışı, hızı ve şehrin suçla mücadele oranlarıyla ölçülür. Bugün suç ve mücadele istatistikleri resmi bir web sitesinde yayınlanmıyor. New York, Londra vb. tüm emniyet birimleri bu rakamları suç oranları artmasına rağmen yayınlıyor. 2014 yılında Reuters Haber Ajansı, Yakub Saygılı röportajında kullanmak üzere istatistikler için müracaatta bulundu, hem İstanbul Emniyeti hem de İçişleri Bakanlığı bu talebe cevap vermedi. Eldeki tek veri 2014 ve 2015 yıllarının ilk üç ayını kapsayan ve birkaç rakamla sınırlanan, bir de 17 Aralık sonrası asayiş şube müdürlüğüne getirilen birisinin iddia ettiği veriler... Kapsamlı bir istatistik yok! Üstelik 2015 yılının asayiş polisleri 2014 yılının asayiş polisleriyle (yani kendileriyle) bir kıyaslama yapıyor. 2013 ve öncesi suç istatistikleri, her suç başlığı için ayrıntılı veriler ise devlet sırrı!

‘Günü kurtarma polisliği’ koltukları korur, vatandaşı değil

Geçici yöntemler ve modern olmaktan uzak polislikle günü kurtarabilirsiniz ama toplumdaki rahatsızlık ve telafisi mümkün olmayan zararların önüne geçemezsiniz. Daha önce bir merkezden yönetilen ve merkez, asayiş şube müdürü tarafından sürekli sübvanse edilen birimleri ‘önceki’ olduğu için lağvedip kalanını da toplumsal olaylara sabitleyip ‘bekçi’ yaparsanız günü kurtarırsınız. Fakat Ahmet amcayı, Ayşe teyzeyi üzüp zarar görmekten kurtaramazsınız. Toplum kalıcı çözümler bekler ve polisin görevi de buna hizmet etmektir. 400 bin nüfuslu bir ilçeye iki polis eklerseniz neyi değiştirebilirsiniz? Gerçekçi olmak lazım.

(Adının açıklanmasını istemeyen bir polis memuru):

‘Açıktan hırsızlık’ diye bir şey uyduruldu

Şu an emniyette ve özellikle İstanbul’da çok ciddi bir suç gizleme durumu var. Şöyle ki, emniyette bir suç istatistiklere geçirilirken, suç isimleri gizlenerek geçiriliyor. Bunu yapanlar yıldızını parlatmak isteyen müdürler. Mesela adamın evine girmişler, evi dağıtmışlar ama bir şey almamışlar. Yok adam fakir, hırsızlık kastı var ama teşebbüste kalmış. Çalınan bir şey yok diye teşebbüsten verilmez suç numarası. Mala zarardan, konut dokunulmazlığı ihlalden verilir. Ne oldu, hırsızlık teşebbüsü kayda geçmedi. Zaten evde değerli bir şey olsa hırsızlık gerçekleşecekti. Yani siz hırsızın eve girmesini engelleyemediniz. Ayrıca emniyette ‘açıktan hırsızlık’ diye bir şey uyduruldu. Kanunda bu yok ama emniyetin istatistik sistemine böyle bir şey yazdılar. Siz hırsızlık rakamlarına bakınca sayının bu yüzden az olduğunu görürsünüz. Halbuki hırsızlığın bir kısmı gizlenmiş, göremiyorsunuz. Birileri de azalttım diye övünür. Yani başarı masa başında evrak oyunlarıyla. Bu durumu karakollardaki mukayyit memurlar ve grup amirleri iyi bilir. İkmal savcıları da sık sık emniyeti arayıp, “Kafanıza göre suç belirlemeyin.” diye kızar.

4 ayda 5 büyük saldırı

İstanbul’un mevcut aşayiş şube müdürü şehirde asayiş berkemal dese de sadece bu yıl içinde yapılan saldırılar bu iddiayı tekzip etmeye yetiyor.

6 Ocak:Sultanahmet’teki Turizm Polisi Şube Müdürlüğü’ne canlı bombalı saldırı gerçekleşti. Bir polis şehit oldu.

30 Ocak:Taksim Meydanı’ndaki polis noktasına bir kadın tarafından silahlı saldırı yapıldı.

1 Nisan:İstanbul Emniyet Müdürlüğü binasına güpegündüz DHKP-C’li iki terörist tarafından uzun namlulu silahlarla ateş açıldı. 2 polis yaralandı. Elif Sultan Kalsen öldürüldü.

26 Mart:Kâğıthane’de İBDA-C’ye yakın olduğu iddia edilen Adımlar Dergisi’nde bombalı saldırı: 1 ölü,

3 yaralı.

14 Nisan: Kağıthane’de ‘Ay Işığı’ yetim ve öksüz çocuklar eğitim ve yardımlaşma derneğine kimliği belirsiz kişiler tarafından silahlı saldırı düzenlendi: 3 ölü, çok sayıda yaralı.

Suç örgütleri palazlanma dönemini yaşıyor

Diyarbakır’da Terörle Mücadele Şube müdür yardımcısı görevini yaparken, 22 Temmuz sahur operasyonuyla gözaltına alındı Murat Çetiner. 11 Eylül 2014 tarihinde meslekten ihraç edilen Çetiner’in uzmanlık alanı dinleme ve teknik izleme. Zamanında BM bünyesinde iki yıl Kosova’da görev yapan Murat Çetiner’in Cumhurbaşkanı Erdoğan dâhil birçok devlet büyüğünden madalyası bulunuyor. Yüksek lisans ve doktorası bulunan ve şimdilerde iletişim danışmanlığı yapan Çetiner, “savcının odasında şehit edildiği bir şehirde ben kendimi güvende hissetmiyorum.’ diyor.

- Asayiş, terör, istihbarat gibi adli dinleme yapacak birimlerde, dinleme en kritik teknik faaliyetlerden biridir. Bunun önemsizmiş ya da yapılması yanlışmış gibi gösterilmesi anlaşılır değil. Dünyada hangi istihbarat örgütü, terörle mücadele eden hangi örgüt dinleme yapmıyor? Yanlışsa Amerika, İngiltere'de de dinleme yapılmasın. Örgütlü suç soruşturması yapıyorsanız örgütlerin faaliyetlerini nasıl deşifre edeceksiniz? Sokakta gezerek mi? Elbette dinleyeceksiniz. Evinde oturan bir mafya lideri yüzlerce insana telefonla talimat veriyorsa, sokağa 100 bin polis salsanız da yakalayamazsınız.

- Bugüne kadar İstanbul Emniyet Müdürlüğü 40 ekibi olmadığı için suçları önleyemediyse bu, en başta Hüseyin Çapkın'a, Celalettin Cerrah'a ve önceki diğer bütün müdürlere hakarettir. İstanbul Emniyet Müdürlüğü'nün 2 binin üzerinde ekibi var. Bu kadar ekip içinde, asayiş şube müdürlüğü 40 ekiple suçları önlemeyi başardıysa, devlet büyüklerinden ricam asayiş şube müdürünü alnından öpsünler, dönsünler bir daha öpsünler.

- Dinleme madem gereksiz Ankara Emniyeti'ndekilerin neyi eksik? Onlar da dinlemeyi kapatsın. İstanbul'un asayişinin bulduğu bu ‘dahiyane’ fikri mutlaka değerlendirmek lazım. MİT neden dinleme yapıyor, gereksizse kessin dinlemeleri. İstihbaratını sokağa çıkarak yapsın.

- İstanbul'da sokak ortasında mafya hesaplaşmaları yapılmıyor mu? Bankalar soyulmuyor mu? İktidar medyası söylenenlerin aleyhine bir şeyler söylemeli ki, işler iyi gidiyor mesajı verilsin. Ne yazık ki devlet memuru da buna çanak tutuyor. ‘Benim polisim boş durmuyor. Bakın sokaklarda suçluları yakalıyor mesajı veriliyor.’

- Şehrinizde bir savcı güpegündüz öldürülüyorsa utanır, asayiş berkemal demezsiniz! Keşke olsa… Ama dinlemeciler varken hatalar yapılıyordu, 40 ekip eksik çalıştığı için suçlar fazlaydı gibi şeyler söyleyerek geçmişte işini hakkıyla yapmış polisleri karalayarak İstanbul Asayiş'inin kendini aklaması, başarılı göstermesi mümkün değil.

- Şu an örgütlerin hiçbir faaliyeti deşifre edilemez çünkü delil toplanmıyor. Örgütlerin palazlanma dönemleri vardır. Dinleme yapılmadığına yönelik haberler yayıldıkça suç örgütleri palazlanacak.

- Adliye ile asayiş şubenin arası kuş uçumu iki kilometre ya vardır ya yoktur. İstanbul'da asayiş berkemal ise savcı Kiraz nasıl öldürülüyor, Vatan Emniyet nasıl taranıyor? Sizce asayiş şube müdürüne İstanbul'da asayişin berkemal olup olmadığını gösteren bir olay değil mi bu? Vallahi savcının odasında şehit edildiği bir şehirde ben kendimi güvende hissetmiyorum.

- 2010 yılından itibaren belirli periyotlarda hangi olaylar olmuş, ne kadarı aydınlatılmış? Rakamları açıklasınlar. Kaç kapkaç olmuş, nasıl olmuş, bununla ilgili sayılar nedir bilmiyoruz. Burada verilen ana mesaj, dinlemecileri dışarı çıkardım, başarılı oldum.

- Asayiş şube müdürü, hırsızlık da dâhil olmak üzere asayişin ilgilendiği suçların tamamını katalog suçları kapsamında sayıyor. Bunlar katalog suçları kapsamında değil. Zaten dinleme yapabilmeniz için dinleme yapacağınız suçun katalog suçu olması lazım. Ya da örgütlü suç olması... Şimdi katalog suç derken sanki çok önemli olaylar var ve bunları biz aydınlattık mesajı verilmek isteniyor. Öyle bir şey de yok.

- Genel asayiş uygulaması diye son dönemde tekrar ortaya konan yaklaşım eski polisliktir. Dünyanın hiçbir gelişmiş memleketinde yüzlerce polis, üzerinde polis yelekleriyle insanların eğlendiği kulüplere gidip kimlik kontrolü yapmaz, müziği kapattırmaz. Bu gelişmemiş ülkelerde yaşanır. Almanya, Amerika, İngiltere ya da Japonya'da göremezsiniz. Çok önemli bir olay olur tabii ki bir bölgeye müdahale etmeniz gerekebilir ama üç-beş akşamda bir dolaşarak insanların özgürlüğünü kısıtlayıp keyfini kaçırıp binlerce kişiyi rahatsız ederek aranan iki şahsı yakalamak doğru bir polislik yaklaşımı değildir. Bunun yerine ben asayiş şube müdürümüze, polislere teknik faaliyetler ve analiz tavsiye ediyorum. Böylelikle iki değil yirmi kişiyi yakalarlar.

- Şehrinizde uyuşturucu yaşı onlara kadar düşmüşse, savcılar şehit ediliyor, emniyet güpegündüz uzun namlulu silahlarla taranıyorsa benim şehrimde asayiş berkemal demeye utanırsınız.

Yabancı dile en çok Sabahattin Ali çevrildi

$
0
0

Ünlü yazarlarımızın eserleri kaç dile çevrildi? Korsana en çok düşen yazarımız hangisi? Sabahattin Ali’nin Kürk Mantolu Madonna’sı neden bugüne kadar filme alınmadı? Onk Ajans’ın yöneticileri anlaşmalı oldukları yazarlar listesine bakarak cevap veriyor.

Türkiye’nin ilk ve en büyük telif hakkı ajanslarından biri Onk Ajans. Yüz elliye yakın yabancı yayınevinin yazarlarını piyasaya tanıtıyor, temsilciliklerini yapıyor; Kemal Tahir’den Adalet Ağaoğlu’na yüze yakın yerli yazarın telif hakkını elinde bulunduruyor. Salt edebiyat değil, tiyatro-sinema-televizyon sektöründe uzun yıllardır hak sahibiler. İki kapak arasından beyaz cama aktarılan popüler birçok dizinin hakkı onlardan alındı. Liste bir hayli uzun: Aşk-ı Memnu (Halit Ziya Uşaklıgil), Yol Ayrımı (Kemal Tahir), Selvi Boylum Al Yazmalım (Cengiz Aytmatov), Yaprak Dökümü-Çalıkuşu-Dudaktan Kalbe (Reşat Nuri Güntekin)… Telif hakları konusunda bilinç ne seviyede? En çok hangi yazar korsana düşüyor? Kürk Mantolu Madonna neden bugüne kadar sinemaya aktarılmadı? Soruların cevabı ajansın yönetim kurulu başkanı Mehmet N.Karaca ile genel yönetmen Meriç Güleç’te.

Dünyada telif haklarının en çok ihlal edildiği ülkelerin başında geliyoruz. Karnemiz pek iç açıcı değil. Ajansın yönetim kurulu başkanı Karaca’ya göre bugün, eskiye göre durumumuz kötü sayılmaz: “Ten Ten karakterinin yaratıcısı babamın dostuydu, hakları bizdeydi. O sırada bir yayınevi kitabı kaçak basıyor. ‘Ten Ten’in Belçika’da çıkan 7 albüm varsa, Türkiye’de 10 var. Buradaki yayınevi, resimleri birleştirip hikâye yazıyor. Dava açılıyor, mahkemeye gidiliyor. Fransızca baskıda doğal olarak ‘Tın Tın’ yazıyor. Hâkim kaçak baskıya bakıp, ‘Bunlar aynı değil, bu Ten Ten.’ diyor. Hâkim, telif hakları konseptini böyle algılıyordu. O günlere nazaran bugün çok iyi noktadayız.” Yayıncılar, meslek birlikleri birlik olup korsanla mücadele etse de cezalar caydırıcı olmadığı için surdaki çatlak bir türlü onarılamıyor. İkilinin düşüncesi; bu konuda yeni yasal düzenlemelerle ciddi yaptırımlar uygulanmalı. Bakanlık, korsanın daha sıkı takipçisi olmalı. Ancak bu şekilde korsancılar cesaretini kaybeder. Ajansın korsanla mücadele konusunda özel bir ekibi var mı? “Orta ölçekli yayınevlerinin, özellikle ajansların tek tek yazar bazında korsanı takip etmesi mümkün değil. Bunun için büyük bir ekip ve ciddi ekonomi gerekir. Bunu ajanslar finanse edemez. İzin alınmadan yapılan yüksek orandaki alıntılar, antolojiye konması vb. söz konusu olursa biz ancak böyle durumlarda çaba sarf edip yazarımızı koruyabiliriz.” diyor Güleç.

KÜrk Mantolu Madonna’nın DÖrt yılı var

Ajansın anlaşmalı olduğu korsanı en fazla basılan yazarlara bakınca şaşırtıcı olmayan bir tablo çıkıyor. Liste çok satan yazarlarla dolu. En üste son üç yıldır ‘en çok satan 10 kitap’ listesinden inmeyen Sabahattin Ali’nin Kürk Mantolu Madonna’sı (en çok satanın çok korsanı fikrinden yola çıkarak fikir yürütülüyor) var. Onu takip edenler Adalet Ağaoğlu, Kemal Tahir, Suat Derviş vb. önemli yazarların eserleri. Kürk Mantolu Madonna’ya özel bir parantez açmak gerek. Bilindiği gibi yönetmen İlksen Başarır ile Mert Fırat şu anda bu ölümsüz eseri sinemaya aktarıyor. Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın 600 bin TL gibi hatırı sayılır bir destek verdiği hikâye, şu an çekim aşamasında. Edebiyatımızın en popüler hikâyelerinden birinin bugüne kadar perdeye aktarılmaması enteresan. Acaba telif sorunu mu var? Karaca, bu konuda tutucu bir tavırlarının olmadığını söylüyor: “Son yirmi yıl içinde çeşitli sebeplerle gündeme geldi. Farklı yapımcılar opsiyonunu satın alıp yapmayı denedi ama bir türlü hayata geçirilemedi. Sözleşmeler sona erdi. Çok önemli bir eser. Eğer yapılacaksa hakkı verilerek yapılmalı diyerek yola çıkıyorlar. Belki bütçeyi toparlayamadılar, cast, prodüksiyon anlamında o dinamikleri bir araya getiremediler. Bilemiyorum. Bu sefer hayata geçeceğine dair çok ümitliyiz.”

Bu arada hatırlatalım. Dört yıl sonra faili meçhul bir cinayete kurban giden Sabahattin Ali’nin ölümünün 70. yılı. Yani yazarın bütün eserlerinin üzerindeki telif hakları kalkıyor. Küçük Prens gibi onlarca yayınevinin baskısıyla karşımıza çıkabilir. Kuvvetle muhtemel yeni filmlere konu olacak, sahnelere aktarılacak. Şu anda haklarını elinde bulunduranların düşüncesi ne? “Kızı Filiz Hanım ile bu konuda konuşmadık. Çağdaş yazarların eserleri yavaş yavaş korumadan kalkıyor. Doğal süreç bu. İlksen Başarır ile Mert Fırat’ın Kürk Mantolu Madonna’yı uluslararası çapta bir proje olarak vizyona çıkaracağını düşünüyoruz. Böyle bir örnek çıktıktan sonra taklidinin yapılmasının çok esprisi olmayabilir.” diyor Güleç.

Diziler sayesinde romanlar da farklı dillere çevrildi

Türkiye’de çekilen diziler özellikle Balkanlar ve Ortadoğu’da geniş bir izleyici kitlesine ulaşıyor. Bu transferin bir de kitaba bakan yönü var. Malumunuz ilgi gören dizilerin çoğu romanlardan uyarlama. Güleç, bu konuda dizileri hafife almamız gerektiğini, eserlerin farklı dillere çevrilmesine büyük katkı sağladığını aktarıyor: “Reşat Nuri Güntekin’in televizyon dizileri yurtdışında da gösterildi, bu ilginç bir şekilde kitaba da ilgi doğurdu. Bununla birlikte Güntekin’in eserleri 15 dile çevrildi. Bütün Doğu Avrupa, Balkan ülkelerinde hatta Baltık ülkelerinde… Rusya’da bütün koleksiyonu yayınlandı, bu çok keyifli bir şey. Bunun için dizileri çok hafife almamak lazım. Yazarın, eserinin bilinirliğine çok ciddi katkısı oluyor. Kürk Mantolu Madonna’da bu olumlu etkileşimi bekliyoruz.” En çok yabancı dile çevrilen eser hangisi peki? İlk sırada 16 dille Sabahattin Ali geliyor. Çevrildiği en ‘yabancı’ dil Urduca. Penguen’le anlaşma yapılmış, yakın zamanda daha geniş kitlelere ulaşacak yeni İngilizce baskılar yapılacak. Almanya’da dördüncü (yabancı genelde tek baskıda kaldığı için dikkat çekici bir ayrıntı) baskıyı yapmış. İkinci sırada 15 dille Reşat Nuri Güntekin var. Üç, 9 dille Adalet Ağaoğlu.

BİZİM KÖY

$
0
0

Kalbinde değil beyninde taşıdı

İnsan kardeşini kalbinde taşır da, beyninde taşıyanını ilk kez gördük. Okuma ve iletişim kurma sorunu yaşayan 26 yaşındaki Yamini Karanam'ın beyninde kozalak biçiminde bir tümör tespit edildi. Yapılan incelemeler sonrasında tümörün alınmasına karar veren cerrahlar Yamini'nin beynini açıp tümör sandıkları şeyi çıkardıklarında şaşkına uğradı. Cerrahlar, Yamini'nin beynindekinin kemik, saç ve dişleri olan embriyonik bir ikiz yani teratom olduğunu keşfetti.

En bonkör kim?

Organ bağışı hayat kurtarır, bunu biliyoruz da idrakinde olmadan can kurtaranlar da var. İngiltere'de sadece 100 dakika yaşayan Teddy isimli bebek, öldükten sonra böbrekleriyle bir başkasına hayat verdi. İkiz bebeklerden birini doğduktan 100 dakika sonra kaybeden anne-baba, bebeğin uzun yaşamayacağını önceden biliyordu. Zira Teddy'ye anne karnındayken kafatası ve beyninin gelişmesini engelleyen ölümcül hastalığa yakalandığı teşhisi konulmuştu. Bebeğiyle tanışmak isteyen anne kürtajı reddetmişti.

Elçiler yem oldu!

Elçiye zeval olmaz derler. İnanmayın a dostlar! Hindistan'ın birlik bölgesinde bugüne kadar dış dünyayla hiçbir teması bulunmayan bir kabile bulundu. Kuzey Sentinel Adası'nda yaşayan kabile, adaya girmeye çalışanları öldürüyor. Hindistan hükümeti, gönderilen elçilerin yerlilere yem olduğu iddiaları üzerine adaya gidişleri yasakladı. Kuzey Sentinel Adası'nda bulunan kabile üyelerinin 60 bin yıllık geçmişi olduğu açıklandı. Ancak bu köklü geçmişlerinde pek de misafirperver unsurlar barındırmadıkları aşikâr.

Viewing all 3284 articles
Browse latest View live