Quantcast
Channel: ZAMAN-PAZAR
Viewing all 3284 articles
Browse latest View live

Pilotlar kokpitte yalnız kalmayacak

0
0

Avrupa ve Kanada’daki havayolu şirketleri, Fransa’da 150 kişinin hayatını kaybettiği Germanwings kazasında, ‘uçağın ikinci pilotu tarafından kasten düşürüldüğü’ iddiası sonrası yeni bir karar aldı.

‘Pilotların uçuşta hiçbir zaman yalnız kalmayacağı’ yönündeki kararla bundan sonra kokpitte her zaman iki kişi bulunacak. Yani bir pilot dışarı çıktığında kokpite kabin amiri girecek ve diğer pilot gelinceye kadar burada bekleyecek. Avrupa ve Kanada’daki şirketlerin karar almakta çok geç kaldığı kural, Türkiye ve ABD’de ise yıllardır uygulanıyor.

Almanya ve Kanada’da havayolu şirketleri, uçuşta kabinde sürekli iki pilotun kalması kuralını getiriyor. Federal Alman Hava Taşımacılığı Ticareti Birliği (BDL) Başkanı Matthias von Randow, uçuşlarda kabinde hiçbir zaman bir pilotun yalnız kalmaması kuralının getirileceğini söyledi. Yeni kural, Lufthansa, Air Berlin, Condor ve TuiFly uçaklarında geçerli olacak. Kanada Federal Ulaştırma Bakanı Liza Raitt de, havayolu şirketlerinden ‘kokpitte iki pilot bulunması’ uygulamasına mümkün olan en kısa sürede geçmelerini istedi. Alınan kararların ardından ilk harekete geçen şirketler ise Norwegian Air, easyJet ve AirCanada oldu.

Bu arada Avrupa Havacılık Otoritesi EASA, önceki gün yeni kuralını yayınladı. Üye ülke havayollarının uyması zorunlu uygulamaya göre bundan sonra kokpitte her zaman iki kişi bulunacak. İki pilottan biri uçuş sırasında kokpitten çıkması gerekirse içeriye kabin ekibinden biri çağırılacak. Kabin memuru geldikten sonra diğer pilot kokpiti terk edebilecek.

kasten düşürmüş

Fransız Alpleri’ne çakılarak 150 kişinin ölümüne yol açan Germanwings faciasına 28 yaşındaki yardımcı pilot Andreas Lubitz’in neden olduğu açıklanmıştı. Marsilya Savcısı Brice Robin, pilot Lubitz’in terör listesinde bulunmadığını ancak ‘uçağı kasten yok etme arzusunda olduğunun anlaşıldığını’ söyledi. Savcı Robin’in verdiği bilgiye göre, uçuşun ilk 20 dakikasında pilotlar arasındaki konuşmalarda herhangi bir anormallik yaşanmamış ancak kaptan pilotun uçağı otomatik pilota bağlayarak çıkmasından sonra bazı olaylar meydana gelmiş. Savcı, pilot Lubitz’in, ‘kaptan pilot yokken bir düğmeye basarak uçağı düşüşe geçirdiğini ve tüm ısrarlara rağmen kapıyı açmadığını’ da tespit ettiklerini açıkladı.

‘İş göremez raporu’ varmış

Alman Frankfurter Allgemeine gazetesinde yer alan habere göre, savcılık tarafından pilotun Düsseldorf ve Montabaur’daki evinde yapılan aramada, Lubitz’in sağlık durumunun elverişli olmadığını belirten iş göremez raporu yırtılmış halde bulundu. Rapora göre, kaza günü de çalışmaması gereken yardımcı pilotun, iş göremez raporunu işvereninden ve arkadaşlarından sakladığı belirtiliyor.

11 Eylül sonrası kapılar değişti

ABD’de, El Kaide terör örgütünün 11 Eylül 2001’de gerçekleştirdiği terör saldırıları sonrası uçaklardaki kokpit kapıları yenilenirken, uçuş mürettebatı dışındakilerin kokpite girişi yasaklandı. Terör örgütü elemanları, 2001’de 11 Eylül günü kaçırdıkları yolcu uçaklarını, New York’taki İkiz Kuleler ile ABD Savunma Bakanlığı Pentagon’a çarptırmıştı. Eylemde, İkiz Kuleler’de 2 bin 606, Pentagon’da 125 ve uçaklardaki 246 kişi hayatını kaybetmiş, 19 teröristle 2 bin 996 kişi ölmüştü. Olay sonrası başta ABD olmak üzere diğer ülkelerdeki havalimanlarında kırmızı alarma geçilirken, güvenlik uygulamaları en üst seviyeye çıkarıldı. Çeşitli güvenlik tedbirleri alınan uçaklarda kameralı çelik kokpit kapılar monte edilmeye başlandı.

Atlasglobal Havayolları Genel Müdürü Kaptan Pilot Orhan Coşkun ve Pegasus Havayolları Genel Müdürü Sertaç Haybat, uçuş boyunca kokpitte pilotların yalnız kalmalarına kesinlikle izin verilmediğini söyledi. Sivil Havacılık Genel Müdürlüğü’nün bu yönde bir kuralının bulunmamasına rağmen kendilerinin bu konuda asla taviz vermediğini dile getiren Coşkun ve Haybat, Germanwings kazası nedeniyle uygulamanın tüm pilotlara tekrar hatırlatılacağını söylüyor.

Kaptan Pilot Orhan Coşkun’un verdiği bilgiye göre, pilotlardan biri acil ihtiyacı için dışarı çıktığında kokpite kabin amiri giriyor ve burada ayakta bekliyor. Pilotun gelmesinden sonra kokpitten ayrılan kabin amiri, yolcularla ilgilenmeye devam ediyor.

Kokpit kapılarında pilot ve kabin amirinin bildiği şifre bulunuyor. Pilot dışarı çıktığında kapı kapanıyor. Pilot tekrar odaya girmek istediğinde şifreyi girerek kapının açılmasını bekliyor. Bu süre ise 15 saniye. Kokpitteki pilot, içeriye girmek isteyen kişinin kameradan pilot veya kabin amiri olduğunu gördüğünde, ‘gaz kollarının arkasındaki yaylı butona’ basarak kapıyı hemen açabiliyor. Şüpheli durumlarda ise yine butona basarak kapıyı kilitliyor. Bu durumda dışarıdan hiç kimse içeri giremiyor. Eğer pilot bayılır ve rahatsızlanırsa, o zaman şifre girildikten 15 saniye sonra kokpit kapısı otomatik olarak açılıyor.

AtlasGlobal Kazakistan’a uçacak

AtlasGlobal Havayolları, nisanda başlayacak uçuşlarla Kazakistan’dan Antalya bölgesine turist taşıyacak. Seferler, Antalya’dan her hafta Astana’ya 4, Almatı’ya 3 ve Karaganda’ya 2 kez gerçekleştirilecek. AtlasGlobal Yönetim Kurulu Başkanı Murat Ersoy, anlaşmanın geçen yıl yapıldığına söyleyerek, seferlerin Airbus 320 tipi uçaklarla gerçekleştirileceğini açıkladı. Anlaşmaya göre Türk ve Kazak havayolu şirketleri, haftalık 8 seferi Antalya çıkışlı üç ayrı kente yapabilecek.

Pegasus, Gatwick ve Oslo’ya uçacak

Pegasus Hava Yolları, uçuş ağını Londra’nın güneyinde yer alan Gatwick ve Norveç’in başkenti Oslo ile genişletiyor. İstanbul Sabiha Gökçen Havalimanı’ndan 1 Mayıs’ta Londra’da 5 yıldır uçtuğu Stansted’den sonra, Avrupa’nın en çok ‘noktadan noktaya uçuş’ gerçekleştirilen İngiltere’deki Gatwick Havaalanı’na tarifeli seferlere başlayacak şirket, 14 Mayıs itibarıyla da, misafirlerini Norveç’in başkenti Oslo’ya uçuracak.


Su üstünde yürümek...

0
0

Rusya’nın buzul bölgesinde aynaya benzeyen donmuş gölün üzerinde Sibirya kurtlarının donmüş göl fotoğrafları insanı şaşırtıyor.

Murmansk Oblast’ta Kirovsk’ta yaşayan fotoğrafçı Fox Grom, çözülmeye başlayan donmuş göl üzerinde oynayan kendi Sibirya Husky'lerinin fotoğraflarını çekti.

Köpekler dev bir aynanın ya da gökyüzünde bulutların üzerinde yürüyormuş gibi görünüyor.

Rusya’nın kuzey bölgesinde yaşayan bu kurt köpekleri soğuğa yabancı değiller ve göl donmuş ancak tam olarak donmamış.

Suyun üzerinde ince bir buz tabakası var bu da aynaya benzeyen ilizyonu tamamlıyor.

Çin mantısı [Kare kare Çin mantısı, DÜNYALIK TATLAR'da]

0
0

Mantıyı milli yemeğimiz olarak benimsemiş olsak da bambaşka coğrafyalarda, farklı dokunuşlarla karşınıza çıkabilir. İrice, havuçlu, taze soğanlı mesela, sosunda ise soya ve susam fena mı olur?

Mantı, Türkiye mutfağının en önemli ve en bilindik lezzetlerinden. Anadolu’da nereye giderseniz ufak değişikliklerle de olsa karşınıza çıkar. Bu sebeple Kayseri mantısı, Sivas mantısı, Sinop mantısı gibi yöresiyle hemhal olmuş mantı çeşitleri mevcut. Peki, neredeyse milli yemeğimiz olarak kabul ettiğimiz mantı, coğrafyamıza nereden gelmiş dersiniz? Araştırmacılar mantının Çin’den Anadolu’ya geldiğini söylüyor. Dolayısıyla İpek Yolu üzerindeki geniş coğrafyada mantı farklı isim, şekil, iç malzeme ve soslarla mevcut. Mutfağımızda ana yemek statüsünde olan mantı, kimi bölgelerde haşlanıyor, kimisinde kızartılıyor, kimisinde ise buharda pişiriliyor. Bugün Orta Asya ve Kafkasya’da bizdekine çok benzer mantı çeşitlerine rastlamak mümkün. Yine Türk nüfusunun bulunduğu Rumeli ve Kıbrıs’ta da mantı yapılıyor. Birkaç sene önce Özbekistan’a düzenlenen bir basın gezisinde bizdeki haşlamaya benzer patates, et ve havuçtan oluşan bir çorbanın içinde rastlamıştım mantıya. Çok değil, her kâseye birkaç adet gelecek kadardı. Madem mantı Çin’den gelmiş, o halde Çinliler nasıl pişiriyor bakmak lazım. Çin mantısına wonton deniliyor. Bizde mantı ne kadar küçük olursa o kadar makbuldür ama Çin mantısı çok daha büyük. Mantıyı çok seven ancak yaparken saatler harcamak istemeyenler için oldukça ideal bir yöntem. Kısa sürede bir tencere mantıyı hazır edebilirsiniz. Yarım ay, üçgen, yüsük, büzgü bohça gibi şekiller verilebiliyor. Hamur malzemeleri bizdekinden farksız. Un, tuz, su. Yalnız Çin mantısının hamuru biraz daha sert. Bu yüzden açarken ekstra un serpmeye pek gerek olmuyor.

İç harcına konulan malzemeler ana hatlarıyla aynı ancak ufak değişiklikler yok değil. Mesela soya sosu, havuç, kuru soğan yerine taze soğan, karabiber yerine beyaz toz biber... Soya filizi, pırasa, lahana, marul koyanlar da oluyor. Süslemede ise salça sosu yerine soya, susam ve zencefil... Soya sosu önyargı oluşturmasın zira inanılmaz yakışıyor. Çin mantısının da farklı pişirme usulleri var. En pratik olanı suda haşlamak. Bir diğeri ise ki bu epey zaman alıcı ve zahmetli bir yöntem, buharda pişirme. Mantı yuvarlak hasır kapların içine yerleştiriliyor. Altan kaynayan suyun üzerine koyup (genelde üç-dört hasır sepet üst üste konur ve birbirlerinin buharında) pişirilir.

Bir başka yöntem ise mantıları tavaya dizip, yarıya kadar suyla doldurup, mantılar suyu çekip yumuşayınca biraz sıvı yağ ilave edip kızartılması. (Direkt kızgın yağa atıp kızartan da var. Bu haliyle çiböreğe çok benziyor ve yanında soya ve tatlı sosla çok lezzetli oluyor.) Kimileri de haşlama suyuna birkaç yaprak yeşil sebze, mesela ıspanak atıp çorba gibi içiyor. Çin mantısında en çok hoşuma giden, sunum kısmı oldu. Mantının âlâsını yapıyoruz ancak sunum konusuna pek önem verdiğimiz söylenemez. Neyse çok ayrıntıya girdim... Fotoğraflarda gördüğünüz bu güzel Çin mantısı Go Meso’nun Çinli şefi Bin Bin Chen’e ait.

Yakındoğu’dan Uzakdoğu’ya farklı lezzetlere aynı çatı altında yer veriyor Go Meso. Hint tandoorisinin yanı sıra Uzakdoğu’dan yakitori çöp şişler, el yapımı taze noodle’lar, Yakındoğu’nun meşhur pişirme tekniği taş fırın, Moğol barbeküsü, wok ve taptaze salatalar bulabilirsiniz menüsünde. Malum son yılların modası açık mutfak. Go Meso’da da tüm yemekler gözünüzün önünde hazırlanıyor. İstinye Park’a yolu düşen ve farklı tatlara açık olanlara tavsiye ederim.

MALZEMELER:

500 gr dana kıyması

40 gr taze soğan

100 gr havuç

20 gr soya sos

2 gr beyaz toz biber

1 adet yumurta

5 gr tuz

Hamur için:

2,5 kilo un

1,2 litre su

2 gr tuz

Sunum süsü için:

10 ml susam yağı

3 gr susam

2 gr taze soğan

10 gr zencefil

Kırmızı acı sos; rendelenmiş kuru arnavut biberi, susam yağı ve susam ile yapılıyor.

Yapılışı: Tüm harç malzemelerini derince bir kaba koyun, iyice harmanlayın. Hamuru için un, su, tuzu bir kapta birleştirip kulak memesi kıvamına gelene kadar yoğurup bir saat dolapta bekletin. Ardından hamuru küçük küçük kesip merdaneyle 5 cm çapında yuvarlak hamur elde edecek şekilde (çay tabağı büyüklüğünde) uçlarını katlayıp sıkın. Dumplingleri (mantıları) kaynamış suyun içine atın, su yüzüne çıkana kadar haşlayıp servis tabağına alın. Taze zencefil ve taze soğanı ince ince kıyıp üzerine serpiştirelim.

Not: Hamurun ince açılması ve katlama şekli önemli. İç harcın iyi karıştırılması gerekiyor. Mantıları yaptıkça hamurun kurumaması için nemli bir bez altında tutmalısınız.

Bunlar da AKP dönemi faili meçhulleri

0
0

Recep Tayyip Erdoğan ve AKP iktidarının ‘Faili meçhuller dönemi bizimle birlikte kapandı’ sözleri, başta iktidara yakın medya olmak üzere sıklıkla dile getiriliyor. Oysa daha geçtiğimiz günlerde altıncı yılını dolduran Muhsin Yazıcıoğlu’nun ölümü bile aydınlatılabilmiş değil. Diğer birçok karanlık cinayette de tetikçiler yakalanmasına rağmen failler bulunamadı.

Bundan tam altı yıl önce bir seçim döneminde Büyük Birlik Partisi Genel Başkanı Muhsin Yazıcıoğlu’nun içinde bulunduğu helikopter bilinmeyen bir sebepten düştü. Resmi makamların bizzat takip ettiği arama çalışmaları tam 48 saat boyunca enkazdan yüzlerce kilometre uzakta yapıldı. İki gün sonra Yazıcıoğlu ve beraberindekilerin naaşını bulanlar ise aramaya gönüllü katılan civar köylülerdi. Keş Dağları’nda karların altında bulunan helikopter ve yolcularının başına neler geldiği ve kazanın sebebi hâlâ aydınlatılabilmiş değil. Ancak ortaya atılan vahim iddialara göre bu bir kaza değil suikast. Daha da vahimi ise bu cinayetin dönemin başbakanının bilgisi dâhilinde işlendiği şüphesi.

Kazanın aydınlatılmasını bekleyenlere göre ise bugün AKP’lilerin ve iktidara yakın medyanın ileri sürdüğü, “Faili meçhuller dönemi son buldu.” iddiası bir algı yönetiminden ibaret. Zira altı yıldan bu yana ortaya onlarca iddia atılmasına rağmen kaza ile ilgili dava henüz sonuçlanamadı. Araştırmacı yazar Faruk Arslan, ‘Muhsin Başkan Efendi Kurbanı mı?’ başlıklı yazısında Bülent Arınç’ın failleri bulacağı sözü verdiğini, dönemin cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün Devlet Denetleme Kurulu’nu harekete geçirdiğini hatırlatıyor. Helikopterin düştüğü ve cenazelerin bulunduğu 3 günlük süredeki dezenformasyonu hatırlatan Arslan şöyle devam ediyor: “Bazı özel harpçiler tutuklandı ve dava açıldı. Ancak oklar Erdoğan’ı göstermeye başlayınca bu davada takipsizlik kararı verildi. Gül’ün ifadesiyle helikopterdeki yön gösteren cihazları keçilerin söktüğünü savcılık kabul etmiş oldu. Toplum aptal yerine kondu.”

Türkiye’de doksanlı yıllar faili meçhul kalan cinayetlerle anılıyor. Bahriye Üçok, Uğur Mumcu, Ahmet Taner Kışlalı başta olmak üzere birçok ünlü ismin gerçek katilleri yakalanamadı. Ancak bu dönemde de faili meçhul cinayetlerin devam ettiğini düşündüren sadece Yazıcıoğlu’nun ölümü değil. Zira son on yılda işlenen onlarca cinayet aydınlatılmayı bekliyor. İktidara yakın yazarlardaki ‘faili meçhul dönemi kapandı’ söylemlerini algı operasyonunun bir parçası olarak gören CHP milletvekili Sezgin Tanrıkulu, “Karanlık cinayetleri aydınlatmada hükümetin engelleyici tutumu var. Madem aydınlatıyorlar neden yirmi tane davayı Ankara’ya, Kayseri’ye ya da Samsun’a naklettiler?” diyor. Bütün bu gelişmelere bakıldığında faili meçhullerin devam ettiğinin görüleceğini anlatan Tanrıkulu, “Bunların döneminde cezasızlık hükümet politikası olarak etkili şekilde devam ediyor. Ayrıca önceki faili meçhul davaları için de engelleme çabaları var.” fikrini savunuyor. Söz konusu tartışmaların genel seçimler yaklaştıkça Meclis’te ve kamuoyunda daha da alevlenmesi beklenirken son 10 yılda işlenen ve aydınlatılamayan cinayetler hatırlatılıyor.

Devlet cezasızlığa son veremiyor

İHD'nin her yıl hazırladığı Türkiye İnsan Hakları İhlalleri raporlarına göre 2002 yılından bu yana 456 faili meçhul cinayet işlenmiş. İHD Genel Sekreteri Av. Hasan Anlar 90'lı yıllarla kıyaslandığında faili meçhullerin azaldığını ancak varlığını sürdürdüğünü söylüyor. Faili meçhul cinayetlerde, gözaltında kayıplarda ve yargısız infazlarda devletin izlediği cezasızlık politikasının görüldüğünün altını çizen Anlar, “Cezasızlık adli makamlarca uygulanıyor. Ancak bu konuda cezasızlığa son verecek politik irade siyasi iktidarlar tarafından da gösterilmiyor.” görüşünde. Buna göre cezasızlık bir politika olarak uygulandığı ve bir gelenek, bir kültür olarak yerleştiği için kamu görevlileri rahatlıkla ihlalleri tekrarlıyor. İHD Genel Sekreteri Anlar, cezasızlığın uygulanmasında en sık başvurulan yöntemleri ise şöyle sıralıyor: Soruşturmanın zamanaşımına uğraması, davanın beraatle sonuçlanması ya da dava nakilleri yoluyla takibin zorlaştırılması. Nitekim daha önce bahsettiğimiz cinayetlerin bu sebeple aydınlatılamaması da Anlar'ın tespitini doğrular nitelikte.

Faili meçhullere ilişkin AKP'nin reddettiği araştırma komisyonlarından bazıları

ASELSAN mühendislerinin yakın zamanlarda şüpheli şekilde ölmesi için MHP araştırma komisyonu kurulmasını önerdi ama AKP karşı çıktı.

2014 yılında HDP, Bingöl'de iki polisin şehit edildiği olayın aydınlatılması için araştırma komisyonu önergesi verdi. AKP'li vekillerin oylarıyla reddedildi.

BDP Roboski katliamına ilişkin Meclis Araştırma Komisyonu önergesini AKP vekilleri reddetti.

2011 yılında BDP Şırnak Milletvekili Hasip Kaplan faili meçhul cinayetlere ilişkin önerge verdi, süresi içinde cevaplandırılmadı.

2010 yılında CHP Mersin Milletvekili Ali Rıza Öztürk, BDP Şırnak Milletvekili Hasip Kaplan, CHP İstanbul Milletvekili Mustafa Şükrü Elekdağ farklı zamanlarda faili meçhul cinayetlere ilişkin önerge verdi, süresi içinde cevaplandırılmadı.

Tetikçiler yakalanıyor ama...

İşte AKP döneminde işlenen ve birçoğunda sadece tetikçilerin yakalandığı gerçek faillere ulaşılamayan cinayetlerden bazıları.

Hrant Dink: 19 Ocak 2007’de Agos Gazetesi’nin önünde uğradığı silahlı saldırıda hayatını kaybetti. Üzerinden sekiz yıl geçmesine rağmen tetikçilerin öne sürülüp asıl faillerinin hâlâ bulunamadığı cinayet en son paralel yalanı üzerinden Hizmet Hareketine yüklenmişti.

Muhsin Yazıcıoğlu: 25 Mart 2009 tarihinde seçim gezileri dolayısıyla Kahramanmaraş’a giderken helikopteri düşen Yazıcıoğlu’nun davası henüz sonuçlanmadı. Mahkeme son duruşması 17 Şubat’ta görülen davayı 21 Nisan’a erteledi.

Rahip Santoro: Santa Maria Kilisesi Rahibi Andrea Santoro, 5 Şubat 2006’da uğradığı silahlı saldırıda öldürüldü. O tarihte 16 yaşında olan katil zanlısı Oğuzhan Akdin 18 yıl hapis cezası aldı. Davada sadece tetikçinin cezalandırıldığını düşünen hukukçular olayın derin devletle bağlantılı olduğu görüşünde.

Uludere: 29 Aralık 2011’de Şırnak’ın Uludere ilçesinde 34 sivil TSK uçaklarının bombalamasıyla hayatını kaybetti. Katliamla ilgili dava dosyası kapatılırken olayın üzerindeki sis perdesi hâlâ aydınlanmış değil.

Zirve Yayınevi suikastı: 18 Nisan 2007 tarihinde Malatya’daki Zirve Yayınevi’nin çalışanları öldürüldü. Suçüstü yakalanan 5 gencin ve diğer şüphelilerin yargılandığı davanın seyri de 17 Aralık operasyonlarından sonra değişti. Gelinen noktada beş genç dâhil bütün sanıklar serbest kalırken davada yargılanan tutuklu sanık kalmadı.

Ceylan Önkol: Diyarbakır’ın Lice ilçesine bağlı Şenlik köyünde, 28 Eylül 2009 günü hayvan otlatırken askeri mühimmatın patlamasıyla 12 yaşındayken öldürüldü. Olayın üzerinden 5 yıl geçmesine rağmen sorumlular hâlâ bulunamadı.

Necip Hablemitoğlu: Evinin önünde uğradığı suikast sonucu 18 Aralık 2002 tarihinde hayatını kaybetti. Suikastın failleri halen bulunamadı.

ASELSAN mühendisleri: ASELSAN’da görev yapan 3 mühendisin şüpheli ölümleri henüz aydınlatılamamışken 28 yaşındaki Erdem Uğur da evinde, yatağının içinde ölü bulundu.

Hacı İrfan Atsız: Çevresinde sevilen ve dindar kimliği ile tanınan 60 yaşındaki Yüksekovalı Hacı İrfan Atsız, maskeli kişilerce evinin önünde ensesine kurşun sıkılarak öldürüldü.

Bingöl Emniyet Müdür Yardımcısı: Geçtiğimiz yıl Bingöl il emniyet müdür yardımcısı ve bir başkomiser sokak ortasında silahlı saldırıya uğradı. Yapılan operasyonda 4 kişi öldürüldü ancak daha sonra bu kişilerin olayla ilgili olmadığı ortaya çıktı. HDP’nin olayla ilgili Meclis araştırma komisyonu kurulma talebi ise reddedildi.

Kobani eylemlerinde öldürülenler: Kobani eylemlerinde 46 kişi hayatını kaybetti, failleri ise hâlâ bulunamadı.

Doğru anda doğru yerde!

0
0

Çektiğiniz fotoğraf için önceden dikkatli bir şekilde hazırlanın yada kazayla çekilmiş olsun mükemmel şekilde zamanlanmış fotoğraflara bakmak size müthiş zevk verir.

Mükemmel açıyla veya mükemmel salise içinde çektiğiniz bir görüntü asla sessiz kalmaz, hep bir şeyler anlatır.

Bu işte bir yanlışlık yok!

0
0

Kedi, köpek, kuş hatta kaplan.. Birbirlerinin azılı düşmanı olarak bilinen bu hayvanlar öyle pozlar veriyor ki insan gerçekten hayret ediyor. İşte o fotoğraflar.

Denizi yok ama deniz kuvvetleri var

0
0

Paraguay, Güney Amerika’nın denize kıyısı olmayan iki ülkesinden biri. 300 yıl sömürge altında kalan Paraguay, Türkiye kış aylarını yaşarken yazı, yaz aylarını yaşarken ise kışı yaşıyor.

İstanbul’dan havalanan uçağımızla Güney Amerika’ya doğru uzun bir yolculuğa çıkıyoruz. Kuzey yarımkürede başlayan ve 13 saat süren uçuşumuz, ekvatoru geçtikten sonra güney yarımkürede devam ediyor. İlk durağımız Brezilya’nın Sao Paulo şehri. 5 saatlik bir beklemenin ardından iki saat süren bir başka uçuş ve Türkiye’den havalandıktan 20 saat sonra nihayet Paraguay’ın başkenti Asuncion. Paraguay, bize böylesine uzak bir ülke. Yolculuğumuzun avantajlı tarafı ise Paraguay’ın tıpkı Brezilya, Arjantin, Şili ve Kolombiya gibi Türk vatandaşlarına vize uygulamaması.

Paraguay, Güney Amerika’da, Arjantin’in kuzeydoğusunda, Brezilya’nın da güneybatısında yer alıyor. Yüzölçümü 406 bin 752 km². Nüfusu 6 milyon 600. Türkiye kış aylarını yaşarken Paraguay’da yaz, Türkiye yaz aylarını yaşarken ise kış ayları yaşanıyor. Yaz mevsimleri de oldukça sıcak ve nemli geçiyor. Sıcaklık bazı şehirlerde 48-50 dereceyi bulabiliyor.

Yeşil bir şehir olan Asuncion’un yanında Paraguay Nehri akıp giiyor. Nehri ve başkenti, yüksek bir binadan seyrediyoruz. 1811 yılında bağımsızlığına kavuşmuş eski bir İspanyol sömürgesi olan ülkenin toprakları Arjantin, Brezilya ve Bolivya ile çevrili. Sınırlarının toplam uzunluğu 3995 km. Denize kıyısı yok. Güney Amerika’da denize kıyısı olmayan 2 ülkeden biri. Diğeri de Bolivya. Denizi yok ama Deniz Kuvvetleri var. Paraguay Deniz Kuvvetleri nehirde faaliyet gösteriyor.

1537 tarihinde kurulan başkent Asuncion, Paraguay’ın en gelişmiş ve en büyük şehri. Nüfusu yaklaşık olarak 2 milyon civarında. Güney Amerika’nın en eski şehirlerinden. Ziyaret ettiğimiz meydan ise Paraguay’ın en meşhur, en önemli meydanı olan Demokrasi Meydanı. Karşımızda ülkenin merkez bankası binasını duruyor. Şehirde sık sık sömürge dönemi binaları göze çarpıyor. Asuncion, yaklaşık yarım asır sömürgeci İspanyolların Güney Amerika’daki merkezi olmuş. Dile kolay yaklaşık 300 yıl sömürge olarak yaşamış bu topraklar.

Paraguay nüfusunun çoğunluğunu mestizo olarak adlandırılan İspanyol ve yerli halk karışımı melezler oluşturuyor. Mestizoların nüfusa oranı yüzde 95. Halkın çoğunluğu Katolik Hıristiyan. Yıllar öncesinde bu topraklara gelen misyonerler, kendi dinlerini yaymış ve yerli halkı da Hıristiyanlaştırmış. Ülkenin her şehrinde devasa büyüklükte kiliseler kurulmuş.

DİKTATÖRLÜKLER VE İSTİKRARSIZLIKLAR ÜLKESİ

Paraguay’ın iki resmi dili var. İlki İspanyolca. İspanyollar yıllar öncesinde bu topraklara gelmiş, dillerini ve kültürlerini yaymış. Diğer resmi dil ise Yerli halkın konuştuğu Guarani. Guarani milleti, dillerini İspanyollara rağmen muhafaza etmeyi başarmış. Guarani, okullarda zorunlu olarak okutulsa da asıl eğitim dili İspanyolca.

Başkentin merkezindeki Kahramanlar Anıtı, ülkesi için savaşan askerler anısına inşa edilmiş. Paraguay, 1865-1870 yılları arasında, Arjantin, Brezilya ve Uruguay’a karşı yaptığı savaşta yetişkin erkeklerinin 3’te ikisini kaybetmiş. O yıllarda Praguay’da neredeyse erkek kalmamış. 1932-1935 yılları arasında bu sefer Bolivya ile 3 yıl süren bir savaş olmuş aralarında. Kısacası ülke bağımsızlık sonrası savaşlar, diktatörlükler ve istikrarsızlıklarla dolu acı yıllar geçirmiş.

BİR YANDA AVM’LER BİR YANDA VAROŞLAR

Paraguay, Güney Amerika’nın en hızlı büyüyen ülkelerinden biri. Soya fasulyesi ve Mısır gibi ihracat kalemlerinin körüklediği ekonomik büyüme, özellikle büyük şehirlerde kendini net olarak hissettiriyor.

Dünyanın hemen her yerinde görmeye alışık olduğumuz lüks alışveriş merkezleri burada da var. Toplumun zengin kesimi alışverişini bu merkezlerden yapıyor. Şehrin diğer yüzünde ise bambaşka hayatlar yaşanıyor. Bir yanda alabildiğine lüks hayatların sürüldüğü mekanlar diğer yanda derme çatma barakalarda hayatta kalma mücadelesi verenler... Zengin ve fakirler arasında korkunç bir uçurum var. Başkentte bile varoşlar göze çarpıyor.

Paraguay’da işgücünün yaklaşık yarısının işsiz olduğu ya da mevcut işiyle geçinmesinin mümkün olmadığı ediliyor. Halkın yüzde 35’i yoksulluk içerisinde yaşıyor. Birleşmiş Milletler’e göre ülke son 10 yılda yoksulluğun azaltılması konusunda Güney Amerika ülkeleri arasında son sıralarda yer alıyor.

Ülkede sık yapılan protestolardan bir tanesine rastlıyoruz. Şehrin farklı köşelerinden merkeze akın eden protestocular hazine bakanlığının önünde toplanıyor. Sloganlar eşliğinde protestolarına devam eden halk, kamu maliyesinin yanlış yönetildiğini, eski iktidarın adamlarının hâlâ hazine bakanlığında olduğunu, bu duruma izin verilmemesi gerektiğini ifade ediyor. Sık sık atılan havai fişeklerle protesto daha fazla insana duyurulmaya çalışılıyor.

Kapadokya’nın Kovboyu

0
0

“Güzel atlar diyarı” Kapadokya’da atlarla duygusal bir bağ kurmuş Ekrem İlhan. Gelen turistler bile onu Dalton Brother olarak tanıyor. 5 yaşında babasının atını yetiştirirken başlayan at tutkusu zamanla Göreme’deki bütün sahipsiz atları ve eşekleri sahiplenmesine kadar gitmiş.

“Çocukluğumda köyümüze Romanlar gelirdi, dönerken de eşeklerini bırakırlardı. Ben de aç kalmasınlar diye onları beslerdim.” diye anlatıyor hayvan sevgisini İlhan. 16 yıl önce 3 atla kurduğu Göreme’nin Dalton Brothers isimli ilk at çiftliğinde şimdi 30’dan fazla atı var. Görünümüyle kovboy filmlerinden çıkan bir Western karakterini andıran Ekrem İlhan, Nuri Bilge Ceylan’ın Kapadokya’da çektiği Kış Uykusu filminde de rol aldı.

“Atlar benim için bir hayat tarzı.” diyen İlhan, Kapadokya bölgesinde giderek kaybolan, hayatın içinden çekilen atın sosyal hayata kazandırılmasını hedefliyor. Bu amaçla başlattığı at turları ise yerli ve yabancı turistlerden büyük ilgi görüyor. Erciyes dağı eteklerinde yakaladığı vahşi yılkı atlarını ehlî;leştirerek yarışmalara da katılan İlhan, iki yıl önce Türkiye’de ilk defa düzenlenen 90 km parkurdan oluşan Balkan Dayanıklılık Koşusu’nda yarışmacıların “Bu eşekle mi yarışa katılacaksın?” diye dalga geçtiği yılkı atıyla en yakın rakibine 45 dakika fark atarak birinci olmuş. “Kazandığım madalya önemli değil, amacım atalarımızdan bize miras kalan atların ne kadar asil hayvanlar olduklarını farklı ülkelerden gelen katılımcılara göstermekti.” diyor. Atlarıyla duygusal bir bağ kuran İlhan “Her sabah atlarımla konuşurum, bana kimin kendilerine zarar verdiklerini bile söylerler.” diyor.

Hayvan sevgisi ile dolu olan Ekrem İlhan’ın çiftliğinde atların dışında tavus kuşundan, İran tavuğuna kadar pek çok hayvan yaşıyor. En sadık dostu Herif adındaki Belçika çoban köpeği olan İlhan, hayatından gayet memnun: “Benim para pulla işim olmaz, burada kendime bir dünya kurdum.”


Haftanın albümleri

0
0

Niyaz'dan dördüncü ışık: Ülkemizde de hatırı sayılır bir dinleyici kitlesi bulunan Niyaz'ın yeni albümü The Fourth Light (Dördüncü Işık), dünya ile aynı anda Türkiye’de de yayınlandı.

Albümlerinde genellikle azınlıklara odaklanan grup, bu çalışmalarında kadına odaklanıyor. İslâm’ın kadın evliyası Rabiatül-Adeviyye'den aldıkları ilhamla kadın konusuna değinen ekibin albümünde, Urduca, Farsça eserler yer alıyor. Her albümünde Türkçe bir parçaya da yer veren Niyaz, bu çalışmalarında Eyvallah Şahım'ı seslendirmiş. Azam Ali'nin güçlü ve kendine has yorumu ile seslendirdiği şarkılar, Doğu ile Batı arasında mistik bir yolculuğa çıkarıyor dinleyenleri.

Kemençe kontrbas ile buluştu

İstanbul kemençesi sanatçısı Derya Türkan, ülkemizi yurtdışında da başarı ile temsil eden bir müzisyen. İspanyol Renaud Garcia-Fons da kontrbasa getirdiği yeniliklerle ve beş telli enstrümanıyla dikkat çeken bir sanatçı. Uzun yıllar birlikte farklı projelere imza atan müzisyenler, Silk Moon isimli yeni albümlerinde yeniden bir araya geldiler. Sanatçıların kendi bestelerinden oluşan ve 14 eserin yer aldığı albüm, içerisinde barındırdığı Türk müziği ve Flamenco motifleri ile müzikal bir ziyafet sunuyor. Kemençe ve kontrbasın farklı bir o kadar da sürprizlerle dolu birlikteliği müzikseverler açısından es geçilmeyecek yeni bir keşif.

Saklı üçlüden yeni bir selam

Klarnet sanatçısı İsmail Lumanovski, kanuni Tamer Pınarbaşı ve besteci ve udi Ara Dinkjian… Her biri kendi enstrümanında dünyaca ünlü üç müzisyen. Birlikte oluşturdukları The Secret Trio, Three of Us adlı ikinci albümlerini yayınladılar. Klarnet, kanun ve udu klasik kullanımlarının çok dışına taşıyan üçlü, bu albümde güçlü ezgiler ve sıra dışı düzenlemelerle karşımıza çıkıyor. Bu çalışmada vurmalı çalgılar bulunmuyor. Ritmik duyuş kanun ve ud üzerine kurulmuş. Dinkjian'ın en tanınmış iki bestesi olan Picture (Ağladıkça) ve Homecoming (Sarışınım), uzun yıllardan sonra Three of Us albümünde yer alıyor. Çalışmanın sürprizi ise Sezen Aksu ve Erkan Oğur. Sanatçılar üçlüye güçlü performansları ile eşlik ediyor.

Aşk şarkılarının büyük ustasına veda

0
0

“Yolu sevgiden geçen herkesle bir gün bir yerde buluşuruz.” diyordu Türk müziğinin büyük ustası Kayahan. Onun her biri dillere pelesenk olan şarkılarıyla buluşmayanımız kaldı mı? Fani bedeni aramızdan ayrıldı, ama şarkılarıyla yaşamaya devam edecek.

Türk müziğinin sembol isimlerinden Kayahan’ın ismi geçtiğinde genelde sevgi, aşk, gönül, aile sözcükleri geliverir aklımıza. Öldüğünü duyduğumuzda da gönlümüzden ve dilimizden onun başyapıtlarından biri, ‘Odalarda Işıksızım’ şarkısı dökülüverdi ister istemez. Hem müzik için hem de dinleyiciler için bir ışıktı o. Hastaydı, uzun süredir kanser tedavisi görüyordu. İyileşip tekrar sağlığına kavuşması için sevenleri günlerdir dua etti. Yeniden şarkılar yazması ve söylemesi, yeniden hafızalarda yer eden o tatlı tebessümünü görebilmek için. Son kez hastaneye yattığında, tedavi olup yeniden aramıza dönmesini çok ümit ettik. Ancak son olarak sahneye çıktığı 14 Şubat’ta söylediği “Benden size hakkım helal, siz de hakkınızı helal edin. Yakında daha rahat kalkacağım günler olacak. Hayal edin, hayal ettiğiniz sürece yaşarsınız.” sözleri meğer onun son cümleleriymiş. Her fani gibi Kayahan da bu dünyaya veda etti. Ancak ardında öyle büyük şarkılar bıraktı ki, onlar çalınmaya ve söylenmeye devam edecek.

İlk gençlik yıllarını 90’larda yaşayanlar için onun yeri daha bir başkadır. İsmini müzikseverler ilk kez, Nilüfer’in söylediği Geceler, Kar Taneleri, Esmer Günler şarkılarıyla tanısa da o, Neden Olmasın şarkısının bulunduğu ilk 45’liğini 1976’da yayınlamıştı. Daha sonra 1978’de İstanbul Hatırası, 1980’de Bekle Gülüm ve Ateş 45’liklerini yayınladı. Canım Sıkılıyor Canım ve Bu Gece Sen Daha Güzelsin’in bulunduğu ilk uzunçaları ise 1980’de müzikseverlerle buluştu. Buraya kadar saydığımız şarkılar daha sonra Kayahan’ın Yemin Ettim albümünde yer alacaktı. Merhaba Çocuklar ve Benim Şarkılarım albümleri geldi daha sonra. Ama onu milyonların sevgilisi haline getiren şarkı 1990’da Eurovision’a gittiği ‘Gözlerinin Hapsindeyim’ oldu. Sahnede bir yanında Demet Sağıroğlu diğer yanında İskender Paydaş’la duruşu, ülkemiz tarihindeki en unutulmaz karelerden biriydi. 1991’de yayınladığı ve satış rekorları kıran ‘Bir Yemin Ettim Ki’ albümü ile artık onu tanımayan kalmadı. Bir yıl sonra çıkarttığı Odalarda Işıksızım yine büyük fırtınalar estirdi. Bu albümde yer alan Bir Aslan Miyav Dedi adlı çocuk şarkısı halen ülkemizde yapılan en iyi çocuk şarkılarından biri. Yine bu çalışmadaki E… Bebeğim E… isimli ninni de pop müzik tarihimizde yapılan en güzel ninni. Onun bu şarkılarında ve yaptığı televizyon programında çocuklara olan büyük sevgisini görmemek imkânsızdı. Odalarda Işıksızım albümünden sonra yüz binlerce kişiyi meydanlara döken büyük konserler verdi usta. Bostancı Gösteri Merkezi’nde 29 gün üst üste verdiği konserler hâlâ bir Türkiye rekoru olarak duruyor. Bir yıl sonra Son Şarkılarım’ı, ondan iki yıl sonra da Benim Pencerem’i yayınladı. Bu albümdeki Allah’ım Neydi Günahım şarkısını yorumlamayan sanatçı, sevmeyen dinleyici kalmadı neredeyse. Canımın Yaprakları, Emrin Olur, Ne Oldu Can, Kelebeğin Şansı, Biriciğim’e adlı albümler geldi art arda. 2007’den sonra. 365 gün ve Mevsim Hâlâ Sen adlı iki şarkı yaptı.

Kızı, çeyizindeki altını Kimse Yok mu derneğine vermişti

1990 yılında yakalandığı yumuşak doku kanserini iki kez yenmeyi başardı Kayahan. Ancak 2014’te hastalığı tekrar etti. 2011’de hastalığı ile ilgili olarak “Yaşanacak günümüz varmış. Ölüm bir ceza değildir, ben öyle düşünüyorum.” demişti. Böyle düşünüyordu çünkü o hep “yolu sevgiden geçen herkesle bir gün bir yerde buluşacağına inanıyordu. Kayahan sadece yazdığı unutulmaz şarkılarla değil, örnek yaşantısı ile de dinleyenlerin gönlünü kazandı. Ailesine ve kızına düşkünlüğünü bilmeyen yoktur. İyi bir evlat yetiştirmenin yüzlerce ödüle bedel olduğunu söylerdi. Kızı Aslı Gönül’ü çok iyi yetiştirdiğine hepimiz şahit olmuşuzdur. Aslı Gönül, Kimse Yok mu Derneği’nin Somali için yaptığı yardım kampanyasında çeyizindeki altını bağışlayarak hepimizi duygulandırmıştı. Yine ünlü sanatçı Kayahan, Kimse Yok mu Derneği’nin Kutlu Doğum Haftası dolayısıyla başlattığı yetim kampanyası dahilinde 9 yaşındaki Sudanlı Adil Muhammed’e sahip çıkmış, anne ve babasını kaybeden Adil’in eğitim, hastane ve barınma masraflarını bir sene süreyle karşılamıştı. İradesiz olarak yaptığı tek şeyin sigara içmek olduğunu söylüyordu. “Orada maç benim 10-0 aleyhimedir. Ama diğer kendi nefsi, dünya malına ilgi olarak da 10-0 benim lehimedir. Hayatım boyunca dünya malı ile hiç ilgili olmadım. Sadece şeref ve sağlıkla ilgili oldum.” diyordu. Egolarını yenmeyi başarmış bir insandı Kayahan. 2011’de Zaman’a verdiği röportajda tüm sanatçılara ders niteliğindeki şu sözleri sarf ediyordu: “Eğer Cenab-ı Allah ile, Resul’ü ile bağlarınızı koparırsanız bayağı bir şaşırırsınız. Kendinizi tanımazsınız. 1968’den beri böyleyim. Ben yaratmıyorum, Yaradan’ın yaptıklarını bir araya getiriyorum. Haddimi bilerek yaşıyorum. Gelip bana kollarını imzalatmak isteyen genç erkek ve kızlara ‘Beni putlaştırma.’ diyorum. Bundan hiç hazzetmedim, hiç hoşuma gitmez, gururumu okşamaz, rahatsız olurum.”

Son yıllarda onu en çok üzen şey Nilüfer ile yaşadığı anlaşmazlıktı. O bu küskünlüğün bir an önce bitmesini ve Nilüfer ile en az 15 tane barış konseri yapmak istiyordu. Yaptı da. 14 Şubat’ta Sevgililer Günü’nde birlikte sahneye çıktılar. Onu sevenler son kez şarkılarını canlı olarak dinledi. Hastalığına ve soğuk havaya rağmen o da sevenleriyle buluştu ve helalleşti. Yolu sevgiden geçenlerle bir kez daha bir araya geldi. Onun her biri dillere pelesenk olan büyük şarkılarıyla buluşmayanımız kaldı mı?

Uçaklar ‘kâğıt bomba’ tehdidinde!

0
0

Avrupa havayolu şirketleri, 150 kişinin ölümüyle sonuçlanan Germanwings faciasının şokunu atlatmaya çalışırken THY ve Borajet ise ‘bomba ihbarları’ yüzünden çok sıkıntılı bir haftayı geride bıraktı.

Son bir haftada THY’nin 3, Borajet’in de 1 uçağına yapılan asılsız ihbarlar, şirketlere olduğu kadar yolculara da büyük mağduriyet yaşattı. Asılsız bomba ihbarında bulunanların ‘psikolojik tedavi görmesi gerektiğini’ dile getiren şirket yetkilileri, bu tür kişilere en ağır cezaların verilmesini istiyor. ‘Kağıt bombalarla’ yapılan asılsız ihbarın şirketlere 5 bin Euro ile 50 bin Euro arasında maliyet getirdiği belirtiliyor.

THY uçakları, ‘bomba endişesi’ nedeniyle son 4 günde 3 kez havadan geri dönüş gerçekleştirdi. İlk olay geçen pazar yaşandı. İstanbul-Narita seferini düzenleyen uçak, tuvalet kapısında yazılı ‘bomba notu’ nedeniyle Karadeniz üzerinden geri döndü. Bu olay sıcaklığını korurken, pazartesi de İstanbul-Sao Paulo uçuşunu gerçekleştiren uçakta ‘bomba ihbar notu’ bulundu. Bu uçak da, Kazablanka’da Muhammed V Havalimanı’na iniş yapmak zorunda kaldı. Aramalarda iki uçakta da patlayıcı maddeye rastlanmadı.

Son olay çarşamba günü yapılan İstanbul-Lizbon seferinde gerçekleşti. Atatürk Havalimanı’ndan 170 yolcusuyla havalanan uçakta, bir süre sonra sahipsiz eşya bulundu. Olayı öğrenen kaptan pilot, uçuşu riske atmayarak geri dönüş kararı aldı. Atatürk Havalimanı’na indikten sonra güvenli bölgeye çekilen uçakta yapılan aramada, şüpheli sahipsiz eşyada küçük bir ‘hoparlör’ olduğu tespit edildi.

BORAJET DE MAĞDUR OLDU

Borajet Havayolları’nın cuma günü Siirt-Ankara seferini gerçekleştiren uçağında da bomba paniği yaşandı. Kabin ekipleri, Siirt’teki olumsuz hava koşulları nedeniyle yaklaşık bir buçuk saatlik gecikmeyle havalanan Embraer E-190 tipi uçakta, inişe kısa bir süre kala tuvalette bomba ihbar notu buldu. Esenboğa Havalimanı’na indikten sonra güvenli bölgeye çekilen uçaktaki aramada hiçbir patlayıcı madde bulunmadı.

BOMBA PROSEDÜRÜ UYGULANIYOR

Uçakta bulunan sahipsiz eşyalar, bomba ihbar notları ve şüpheli durumlarda, uluslararası havacılık kuralları gereği ‘patlayıcı madde prosedürü’ uygulanıyor. Uçak havada ise en yakın havalimanına indiriliyor. Daha sonra da uçak, yolcu ve valizler detaylı şekilde aranıyor. Asılsız ihbarlarda, en az 1-2 saatlik gecikmenin ardından uçak yeniden havalanıyor. Uzun menzilli uçuşlarda uçak bomba ihbarı nedeniyle yere indirilirse yolcuları mağdur edecek bir başka olayla daha karşılaşmak mümkün. Yani uçuş ekibinin mesai saati dolacağından uçuş iptal edilebilir ve yolcular otele yerleştirilir. Şirket yetkilileri bu yüzden asılsız bomba ihbarlarının yolcu mağduriyetinin yanı sıra 50 bin Euro’ya kadar maliyet getireceğini ifade ediyor.

BU İŞİN ŞAKASI OLMAZ!

Havalimanında veya uçakta, “Üzerimde bomba var” veya “Uçağa bomba koydum” şeklinde şaka yapmaya kalkışırsanız, başınız dertten kurtulmaz. “Uçağı kaçırabilir miyiz?”, “Çantamda bomba var”, “Ayşe, silahlar senin çantanda değil mi?” gibi şakalar yapmanız halinde, havalimanındaki emniyet birimleri tarafından gözaltına alınabilir, adli soruşturma ile karşı karşıya kalabilirsiniz. Aslında hiç de komik olmayan bu tür şakalar, diğer yolculara da büyük mağduriyet yaşatır. Bu yüzden “Şaka yaptım.” açıklaması yapsanız da, olayın kapatılmayacağını bilmelisiniz.

ŞAKA YAPTI, CEZA ALDI

İzmir Adnan Menderes Havalimanı’nda bir yakınını uğurlamak üzere gelen iki kişinin otopark görevlisi ile yaptıkları ‘bomba sohbeti’ başlarına dert açmıştı. Gişe görevlisine bir özel havayolu şirketinin Berlin’e hareket eden uçağını kastederek, “Bomba ihbarı yapsam polis buraya ne kadar zamanda gelir? Şu an kalkan uçakta bomba var, ihbar yap.” diyen iki kişi, İzmir 11. Asliye Ceza Mahkemesi tarafından 11 Ocak 2012’de, ‘Halk arasında korku ve panik yaratmak amacıyla tehdit, suç uydurma’ suçlarından önce 2’şer yıl 1’er ay hapis cezasına çarptırıldı. Mahkeme, bu cezaya sanıkların kişiliklerini dikkate alarak 6’da bir oranında indirim uyguladı ve 20’şer ay 25’er gün olarak hükmetti. Ayrıca hükmün açıklanmasının geriye bırakılmasına hükmeden mahkeme, sanıkların 5 yıl süreyle denetime tabi tutulmalarına ve bu süre içinde kasten yeni bir suç işlemedikleri takdirde dosyanın yeniden ele alınmasına ve yargılama giderlerinin sanıklardan alınmasına karar verdi.

Alplerdeki kaza SHGM’yi harekete geçirdi

Sivil Havacılık Genel Müdürlüğü (SHGM), Fransa’da Alplere çakılan Germanwings kazası sonrası harekete geçti. SHGM’nin, şirket yetkilileriyle İstanbul’da hafta içinde gerçekleştirdiği toplantıda, ‘pilotların uçuş boyunca kokpitte yalnız kalmaması konusunda düzenlemeye gidilmesi’ kararı alındı. Kurumun yayınlanacağı talimata göre, uçuş boyunca kokpitte en az iki kişi bulunacak. Pilot dışarı çıktığında ise kabin amiri veya bir başka yetkili, kokpitte diğer pilotun yanında bekleyecek. Karar, Germanwings uçağının, kokpitte yalnız kalan ikinci pilot tarafından ‘kasten düşürülmesi’ üzerine alındı.

Türkiye, Abdülhamid döneminden çok geride

0
0

Prof. Dr. Vahdettin Engin, II. Abdülhamid dendiğinde akla gelen ilk isimlerden. Malum, Sultan’ın bugüne bakan birçok yönü var. Engin de diyor ki, “Abdülhamid Türkiye’si uluslararası arenada hatırı sayılır bir ülkeydi. Bugün Türkiye böyle değil, mukayese bile edilemez. Dünya lideri, 19. yüzyılda Abdülhamid, 20. yüzyılda Mustafa Kemal’dir. Bugün öyle biri yok.”

Prof. Dr. Vahdettin Engin, Türkiye’de II. Abdülhamid Han üzerine uzman sayılı tarihçilerden. Yeditepe Yayınevi’nden çıkan ‘Asayiş’ adlı çalışmasında, II. Abdülhamid’in iç güvenlik politikasını anlatıyor. Konunun günümüz Türkiye’sine bakan tarafları da var kuşkusuz. Başta hemen şu notu paylaşalım: Vahdettin Engin, bugün oluşturulmaya çalışılan Abdülhamid imajından rahatsız.

Vahdettin Engin’in tezi, Abdülhamid Han’ın, uçurumun kenarına gelmiş bir imparatorluğa hayatiyet kazandırdığı yönünde. “Çünkü” diyor, “Devraldığı ülke iflas etmişti. Osmanlı’yı dünya siyasetinde yeniden aktör haline getirdi. ‘Hasta adam’ ayağa kalktı. Ülkeyi dış borçtan kurtarmak için iktisadî; anlamda yaptığı reformlar var. Alacaklılarla masaya oturup borçların yüzde 52’sini silmeye ikna etmek ciddi bir devlet operasyonudur. Duyun-u Umumiye kötü görünür ama diğer taraftan kaçınılmaz bir durum var; çünkü iflas etmişsin. Bu arada Duyun-u Umumiye’ye devlet gelirlerinin hepsi değil, yüzde 25’i bırakılıyordu. Borç ödenmesi sonucunda büyük devletlerin Osmanlı’ya siyasî; müdahalelerin önü kapanmış oldu.” Sultan’ın dış politikadaki ilginç bir de taktiği varmış. Buna göre, mesela İngiliz elçisinin talebi oluyor. Padişah, ‘Bakarız’ diyor; ama üç ay hiç bakmıyor. Bu oyalamalar arttıkça elçi bıkıyor. Zaten iş işten geçmiş oluyor. Engin, bunun Padişah’ın uyumaya terk etme taktiği olduğunu ifade ediyor: “Onun bu hamleleri Osmanlı’yı uluslararası arenada operasyon yapabilen bir ülkeye dönüştürdü.”

Sultan Hamid,

Hegel okuyordu; çünkü…

Osmanlı subayının başarılı bir asker olduğunu anlatan Engin, her kurmayın Fransızca ve Arapça bildiğini belirtiyor. İlave olarak Almanca, İngilizce ve Farsça da öğreniyorlarmış. Detay bir bilgi de şu: Padişah, bu subaylara dinî; eğitim de verdiriyormuş. Mesela bazı öğrenciler, dönemin etkisiyle materyalist eğilimde. Engin, II. Abdülhamid’in konuyla alâkalı yolunu şöyle tarif ediyor: “Materyalist talebelerin Hegel’den etkilendiklerini tespit ettiriyor. Onun eserlerini Türkçeye çevirtiyor ve Yıldız Sarayı’nda Hegel okumaya başlıyor ki ona göre strateji geliştirsin. Hegel, anlaşılması güç bir adamdır. Ama onu idrak edecek entelektüel müktesebatı var. Bu nesiller Cumhuriyet’e intikal etti. Ama büyük bir çoğunluğu da savaşlarda şehit düştü.”

İdam, Osmanlı’da teoride olmasına rağmen fiilen kalkmıştı

Vahdettin Engin, Padişah’ın sosyal devlet anlayışına sahip bir hükümdar olduğunu anlatıyor: “Dul kadınlara, iki çocuklu ailelere maaş bağlanıyordu. Bir gün kendisine imarethanelerde pişirilen çorbaların içindeki pirinç tanelerinin az olduğu bilgisi geliyor. Devlet başkanı gündelik hayatta çok yoğundur. Bir çorbanın pirinciyle uğraşmaması lazım. Ama bu durumdan rahatsızlık duyuyor ve Şehremaneti’ne ‘Fakir fukaraya doğru dürüst yemek verin. Ödenek yetmiyorsa Hazine-i Hassa’dan yardım edelim.’ diye emir veriyor. Öte yandan ülkede idam cezası var. Ama en muhalifleri bile sürgünle cezalandırıyor. Peki, iyi güzel de Zat-ı Şahane’nin hiç hatası yok muydu? “Vardı tabii.” diye konuşuyor Engin ve yanlışlarını sıralıyor: Birincisi kendi döneminden sonrasını hesaplamaması. İkincisi makul sınırları aşan vehme sahip olması.

İç Güvenlik Yasası, Abdülhamid dönemini aratıyor

Vahdettin Engin, bugün oluşturulmaya çalışılan Abdülhamid imajından rahatsız. İsim vermiyor ama Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın etrafında Sultan Hamid benzeri hikâyeler örülmesinin tarihî; bir geçmişi, karşılığı olmadığını söylüyor. Mesela diyor ki: “İç Güvenlik Yasası ile Abdülhamid’in uygulamaları arasında bir benzerlik yok. Padişah döneminde sıradan halk rahat bir hayat sürüyordu. Sultan’ın aldığı tedbirlerden toplumun her kesimi etkilenmiyordu. Bugünkü Türkiye, Sultan Hamid devrine göre oldukça sıradan bir ülke.” Vahdettin Engin iki dönemi şöyle karşılaştırıyor:

“Abdülhamid’in başkanlık sistemi ile günümüzdeki tartışmaların alâkası yok. Abdülhamid Türkiye’si uluslararası arenada hatırı sayılı, bir ülkeydi. Bugün Türkiye böyle değil, mukayese bile edilemez. Dünya lideri, 19. yüzyılda Abdülhamid, 20. yüzyılda Mustafa Kemal’dir. Bugün öyle biri yok. Başta Suriye olmak üzere dış politikada yapılan hataları görüyoruz. II. Abdülhamid bunların hiçbirini yapmazdı.”

“Türkiye, Abdülhamid döneminden çok geride. Sultan’ın en önemli başarısı istihbaratıdır. Mesela büyükelçiler, Rus Sefarethanesi’nde toplanıyorlar. Birtakım mevzuları tartışıyorlar. Türkiye’yi ilgilendiren kararlar alıyorlar. O toplantının tutanakları ertesi gün Abdülhamid’in önünde. Bu, müthiş bir şey. Hariciye Nazırı Tevfik Paşa’yı çağırıyor ve diyor ki; ‘Bunlar konuşuldu ona göre politikanı belirle’. Bir devlet bunu yapabiliyorsa başarılıdır. Günümüz şartlarında biz başka ülkeleri dinleyebiliyorsak o zaman büyük devletiz ve Abdülhamid Türkiye’si var diyebiliriz. Şu anda öyle bir Türkiye yok.”

“Abdülhamid, ‘Türkiye’yi Türkler idare eder’ diyor. Bu, ‘Türkiye Türklerindir’ demek değil. Diğer unsurlar dışlanmıyor, yok sayılmıyor. Mesela Bağdat’taki Alevi dergâhlarına devlet desteği var. Kucaklayıcı bir politikanın göstergesidir. Abdülhamid devrinde Türkiye daha müşkül durumdaydı. Çünkü büyük devletlerle fiilî; mücadele halindeydi.”

Hayattaki bütün olumsuzluklara 'Meydan' okuyoruz

0
0

Türkiye, Meydan Gazetesi ile buluşuyor. Meydan, kendi kulvarındaki diğer gazetelere kalite katma ve örnek olma konusunda hayli iddialı. Gazetenin Genel Yayın Yönetmeni Levent Kenez, nasıl bir gazete çıkaracaklarını anlattı.

Zaman Gazetesi hafta sonu ekleri editörlüğünün ardından Levent Kenez, yeni bir yolculuğun kaptanı olarak dümenin başına geçti. Kenez, Feza Yayın Grubu bünyesinde yarın çıkacak olan Meydan Gazetesi'nin genel yayın yönetmenliğini yapıyor. 3 yıl boyunca teşrik-i mesaide bulunduğum eski editörümle röportaj yapmak benim için oldukça farklı bir deneyimdi. Levent Kenez, her zamanki hızı ve netliğiyle hayatımın en kısa süren röportajını yapmama vesile oldu. Medya camiasına yeni bir renk, yeni bir soluk katma heyecanıyla yayına hazırlanan Meydan'ın nasıl bir gazete olacağını Levent Kenez'den dinleyelim.

Mutlu mesut geçen 4 yıllık Hafta Sonu Ekleri editörlüğünden sonra, şimdi yeni bir gazete kurmak, genel yayın yönetmeni olmak sizi korkutmuyor mu? 'Başıma bela aldım galiba!' dediğiniz oluyor mu?

Mutlu mesut mu? Bana neler çektirdiğinizi Allah biliyor. Arkamdan kutlama yaptığınızı duymadım mı sanıyorsunuz. (gülüyor) Tek başıma çıkarmıyorum gazeteyi. Dinamik bir kadromuz var. Ayrıca benden daha tecrübeli gazeteciler var ekipte. O yüzden rahatım. Ama stres derseniz, o fazlasıyla var. Son kalan saçlarımı da burada dökeceğim gibi geliyor.

Meydan daha çıkmadan Zaman'la kıyaslanmaya başlandı bile. Meydan, Zaman'ın gölgesinde mi kalacak?

Elma ile armut kıyaslaması gibi. Zaman kendi kulvarının açık ara lideri. Biz de kendi kulvarımızda lider olmak istiyoruz. Meydan, farklı bir gazete olacak. Mizanpajımız, içeriğimiz farklı olduğu gibi haber önceliklerimiz de farklı olacak.

Bir milyon satan bir gazetesi vardı Feza Grubu'nun. Neden yeni bir gazete çıkarma ihtiyacı hissedildi?

Uzun süredir düşündüğümüz bir projeydi. Zaman, referans ve ciddi bir gazete. Daha kolay okunan, daha bol ve büyük fotoğraflı, bulmacadan magazine renkli sayfaları olan bir gazete hep aklımızdaydı. Zamanlama olarak da bugünlere denk geldi. Kader. Konjonktürden dolayı çıktığına dair yorumlar yapılıyor ama doğru değil. Konjonktür olsa olsa bize daha fazla iş üretmek için bir motivasyon olmuştur. Diğer medya gruplarının da ana gazete dışında başka gazeteleri var. Bu kulvar, bizim olmak istediğimiz bir alandı. Yeni okurlara ulaşmak istiyoruz.

‘Seçim öncesi daha etkili muhalefet yapmak’ gibi bir düşünce ile hareket etmiyorsunuz yani?

Birilerine sırf muhalefet olsun diye bir işe girişmek bize çok uzak. Varlığımızı bir şeyin ‘anti'sine göre konumlandıramayız. Öyle olursa o şey ortadan kalktığında bizim de varlık sebebimiz ortadan kalkar. Meydan uzun soluklu, kalıcı bir proje olacak inşallah. Güzel hedeflerimiz var.

Peki, nasıl bir gazete olacak?

Halkın sorunlarını önceleyen, gücünü sosyal olaylardan alan, özgürlükleri savunan, herkese hitap edebilen demokrat bir gazete olacak.

İnsanlar Meydan’ı neden alıp okusun?

Günümüz insanı çok hızlı tempoda yaşıyor. Uzun uzun okumaya vakti ve tahammülü yok. Keçiboynuzu yemek istemiyor. Biz direkt keçiboynuzundaki şekeri vereceğiz. Yanında yaşam, magazin, sağlık, spor ve eğitim gibi konulardan haberdar olmak isteyenler için güzel ve renkli bir gazete olacak. Kaliteli yazarlarımız var. Ayrıca okuyucular yeni bir haber dili ile karşılaşacak. Bir de internet ayağı var tabii. İnternetteki stratejimiz bir gazetenin web sayfası gibi değil, başlı başına bir haber sitesi olmak. Webe özel içeriklerimiz ve sürprizlerimiz olacak.

Sözcü gibi, Posta gibi olacağı söylentileri var…

Yanlış söylentiler. İkisi de başarılı ticarî; projeler. Sözcü, birinci sayfa gazetesi ve kendinden söz ettiriyor. Posta, tiraj almanın bütün formüllerini kullanıyor. Bu formüllerin çoğu bize ters. Biz habercilik ve ince işçilik yapacağız.

Toplumun Meydan gibi bir gazeteye ihtiyacı var mıydı?

İyi bir gazeteye her zaman ihtiyaç vardır. Havuz medyasındakilere de gazete dersek bizim yer alacağımız kulvarda kaliteli yayın sayısı az. Alternatif olmak ve katkı sağlamak istiyoruz.

Gazetenin ismi neden Meydan? Kime ya da nelere meydan okuyorsunuz?

Haksızlıklara, hırsızlıklara, vicdansızlıklara, hayattaki bütün olumsuz şeylere meydan okuyoruz. Aslında farklı isim tercihlerimiz de vardı. Patent, tescil prosedürleri var. Örneğin bir dekorasyon firması yayıncılık alanında bile isim tescil ettirebiliyor. Meydan ismini satın alma ihtimalimiz oluşunca bir anda heyecanlandık. Meydan, güzel isim ve birçok sloganvari çağrışıma müsait.

Bize değer katacak yazarları seçtik

Yazarları belirlerken kriterleriniz ne oldu?

Öncelikle gazetemize değer katacak insanları seçtik. İnsanların güvenilirliğini, vicdanını ve iyi niyetini kriter aldık.

Yılmaz Odabaşı gibi bir ismin yazacak olması çok konuşuldu sosyal medyada.

Yılmaz Odabaşı, bizi çok duygulandıran bir jest yaptı. Yazarlık teklifi yaptığımızda “Ben bu gazetede ne var, kim yazacak, kaç sayfa olacak, kaç satacak diye sormuyorum kardeşim. Bu dönemde siz neredeyseniz, ben oradayım. Çünkü size bir haksızlık yapılıyor ve ben mazlumun yanında yer almak istiyorum.” dedi. Yılmaz Odabaşı, meseleye vicdanî; yaklaşıyor. Bence de bu zorlu süreçten vicdanı ile hareket eden insanlar alnının akıyla çıkacak.

Daha sonra yazar kadrosuna dâhil edeceğiniz isimler olacak mı? Kadın yazar sayısını artırma gibi bir düşünceniz var mı?

Yazarlar bu isimlerle bitiyor değil. Sürprizlerimiz var. Hâlâ temasta olduğumuz, gazete çıktıktan sonra da aramıza katılacak isimler olacak. Bunların arasında kadın yazarlar da var. Ama yazarları kadın-erkek diye ayırmıyoruz doğrusu. Cinsiyetçi bir ayrımcılık olur bu. İnsanlar cinsiyetleriyle değil, fikirleri ve yazdıklarıyla var olmalı. İlla şu kadar kadın yazarımız olsun demek, vitrin düzenlemek gibi geliyor bana.

Meydan'da kimler yazacak?

Aslıhan Erkişi, Atilla Taş, Arif Erdem, Altan Tanrıkulu, Cafer Solgun, Cemil Tokpınar, İhsan Yılmaz, Sevil Yavuz, Dr. Fevzi Özgönül, Oğuz Karamuk, Turgay Oğur, Yılmaz Odabaşı, Hacer Özkaya, Ömer Şahin, Cem Güler, Abdullah Kılıç, Mehmet Bulut.

Bir tarafımız olacaksa, haktan vicdandan yanayız

Yakın zamanda kâğıdın biteceği, ekonomik kriz olacağı söylentilerinin dolaştığı, gazete tirajlarının düştüğü bir dönemde siz basılı bir gazete çıkarma kararı aldınız. Riskli değil mi?

Risk almadan iş yapılmıyor. Hiç hata yapmayanlar hiçbir şey yapmayanlardır. Biz gazetemize de, projemize de güveniyoruz. Hitap etmek istediğimiz kitlelere ulaşacağımıza inanıyoruz. Türkiye’de iyi gazetelere ihtiyaç var. Nüfusa göre gazete satışı çok az. Kâğıt gazetenin ölüp ölmeyeceği dünyada da çok tartışılan bir konu. İnternetle beraber birçok alışkanlıklar değişti. Bu, gazeteleri de değiştirdi. İleride her şey dijital mi olur bilmiyorum ancak bilinen tek şey, gazetecilik her zaman var olmaya devam edecek.

Tarafsız olma niyetiyle çıkan çoğu gazete bir süre sonra istemese de bir tarafta konumlanmış olarak yerini alıyor. Meydan’ın tarafsızlık iddiası var mı? Cemaat ile anılacak ister istemez…

Böyle komplekslerimiz yok. Ağaç kavuğundan da çıkmadığımız malum. Ülkede maalesef çok katı bir kutuplaşma var ve biz de bundan nasibimizi alacağız. Bir tarafımız olacaksa, haktan ve vicdandan yanayız.

Zaman’daki gibi abone sistemi olacak mı?

Evet. Gazetenin eve, okuyucunun ayağına gelmesi büyük bir kolaylık.

Herkes evinde oturup belgesel izlemiyor

İki tam sayfa magazin olacak. Feza Grubu’nun yayınlarında pek rastlanır bir durum değil. Nereden geldi bu merak?

Magazinin düzeylisini yapacağız. Magazin sadece paparazzilik değil. Ünlülerin dünyası, merak edilen bir dünya. ‘Hiç magazin takip etmiyorum’ diyen insanlar da o kadar ilgisiz değil. Zaten sorsanız herkes kitap okuyor, evde belgesel izliyor. Magazin haberciliğinin bayağılaştırmadan, basitleştirmeden, müstehcenleştirmeden yapılabileceğine inanıyoruz ve bunu göstereceğiz.

Türkiye dış politikada hayli zor günler yaşıyor. Ama Meydan’da dış haberler sayfası yok. Neden?

Dış politika haberleri olmayacak demek değil bu. Politika, iç haberler ve dış politikayı ‘gündem’ adı altında birleştirdik.

Eskiden gazetelerin alametifarikası arka sayfaların komple spor sayfası olmasıydı. Bu gelenek uzun yıllardır yoktu. Bunda sizin fanatik Beşiktaşlılığınızın etkisi olabilir mi?

Arka kapak hep Beşiktaş olmayacak ki, niye etkisi olsun? (gülüyor) Gazeteleri arkadan okumaya başlayan insanlarız. Arka kapağı bir spor gazetesinin birinci sayfası gibi çalışmayı arzu ettik, çıkan sayfaları da beğendik. Eski bir alışkanlığı yaşatacağız. Dünya yansa önce takımının haberine bakanlarla frekanslarımız tutacak.

Nefretten mizah çıkaran gazeteciler

0
0

Posta kutuları göçmen ve Müslüman karşıtı e-maillerle dolu olan bir grup gazeteci bir araya gelirse ne yapar? İlk akla gelen, kasvetli bir açıkoturum seçeneği oluyor. Fakat bir yol daha var, Almanya'daki göçmen kökenli gazetecilerin yaptığı: Nefretten mizah çıkarmak!

“Ne güzel, iki töre cinayeti arasında köşe yazısı yazmaya zaman buluyorsunuz.” Bu ifade Almanya'da çeşitli basın kuruluşlarında görev yapan göçmen kökenli gazetecilere gönderilen yüzlerce e-mail ya da mektuptan birine ait. Aralarında o kadar sert ifadelerin geçtiği mektuplar var ki Türk olmayı töre cinayeti işlemekten ibaret gösteren bu itham, naif bile kalıyor. Mesela şu var bir de: “Şehir mezarlığında yattıkları sürece Müslümanlarla hiçbir problemim yok.”

Almanya'daki göçmen asıllı gazetecilerin bilgisayarlarındaki posta kutuları buna benzer yüzlerce e-mail ile dolu. Bu mektupların onların kişisel arşivinden çıkıp sıradan vatandaşlarla da paylaşılması ise ‘Hate Poetry' (Nefret Şiirleri) fikrinin hayata geçirilmesi ile olmuş. Gazeteci Ebru Taşdemir, nefret içerikli mektupların kendisi gibi diğer göçmen kökenli meslektaşlarına da geldiğini tahmin ederek Die Zeit'ın Ürdün asıllı çalışanı Yasin Musharbash'a, çeşitli gazetelerde köşe yazarlığı yapan Kürt asıllı Mely Kiyak'a ve TAZ'da görev yapan Deniz Yücel'e “Bunları bir etkinlikte okuyalım.” diye teklif götürmüş. Hate Poetry, Yücel'in ‘aramızdaki tek sarışın' diye tanımladığı TAZ çalışanı Hırvat asıllı Doris Akrap'ın moderatörlüğünde gerçekleşiyor. Önce bir kerelik etkinlik olarak düşündükleri Hate Poetry, ilk akşamdan büyük ilgi görünce ekibi genişletmeye karar vermişler. Deniz Yücel, “Bu hiç zor olmadı.” deyip devam ediyor: “Hepimiz aynı tecrübeleri yaşıyoruz. Yani, hangi yayın için yazdığımız hiç önemli değil, hangi tarzda yazdığımız ve siyasi görüşlerimiz de. Ü'lü ve Y'li bir isme sahip olmak yetiyor.” Daha sonra aralarına Die Zeit'tan Özlem Topçu, Der Spiegel'den Özlem Gezer ve yine Spiegel'in Pakistan asıllı Türkiye muhabiri Hasnain Kazim ile Der Tagesspiegel'den Fas asıllı Mohamed Amjahid katılmış.

Deniz Yücel, uzun yıllar Die Tageszeitung’da (taz) kapak editörü ve yazar olarak görev yapmış bir isim. Aynı zamanda Hate Poetry'nin kurucularından. Haberin hemen başındaki nefret mektubunun muhatabı da kendisi. Bu şekilde sayısız mektup almış. Ama onun favorisi zarf içinde gönderilen eski bir ayakkabıymış. Ayakkabı ile birlikte gönderilen mektupta ise “Sizin ne kadar aşağılık biri olduğunuzu kültürünüze uygun bir şekilde göstermek istiyorum.” yazıyormuş.

Hate Poetry'nin bu tür saldırıları açığa çıkarma boyutu taşıdığını söyleyen Yücel, yapmak istediklerini şöyle özetliyor: “Kendi açımızdan bir rahatlama boyutu da var tabii. Ama aynı zamanda olayı politikleştiriyoruz. Mesele, sadece ben veya diğer arkadaşlar değil. Bu toplumsal bir mesele. Görüyoruz ki, bu ülkede Yasin Muşarbaş veya Mely Kiyak gibi bir ismi taşıyan birine söz hakkı tanımayan, bizlerin ülke gündemine ilişkin bir şeyler söylememize tahammül edemeyen bir sürü insan var. Hate Poetry ile gösterdiğimiz tam da bu.” Meier veya Schneider ismindeki meslektaşlarının da zaman zaman aldıkları nefret mektuplarının çok fazlasını aldıklarını söyleyen Yücel, “Nitelik olarak da fark var. Bizlerden, yaptığımız işten dolayı değil, kimliğimizden dolayı nefret ediyorlar.” diyor. Mektupları okurken 'acınacak zavallılar' gibi davranmadıklarını aksine taarruza geçtiklerini söyleyen Yücel, "Hate Poetry, bir eğlence, müziğiyle, dekorasyonla, hatta giydiğimiz kıyafetlerle bir gülmece, bir şov. Irkçılığı alay konusu yapıyoruz, nefretin gülünç yanını ortaya çıkartıyoruz.” diyor.

Geçtiğimiz şubat ayında Almanya'da 'yılın gazetecisi' yarışmasında özel ödül kazanan Hate Poetry, üç yıldır devam eden bir etkinlik. Gösterilere ilgi oldukça yoğun. Ocak ayında Berlin'deki 560 kişi kapasiteli HAU tiyatrosunda yaptıkları gösterinin biletleri haftalar öncesinden bitmiş mesela. Yücel'e okunan mektupların sadece marjinal kişilerden gelen şeyler mi olduğunu soruyoruz. Cevabı şöyle oluyor: “Sadece Neonazilerin mektuplarını okusaydık, kimse saatlerce dinlemezdi. Nazilerin Nazi olduğunu açığa çıkarmak pek aydınlatıcı bir hamle değil zaten. Tam tersine, çeşitli sosyal ve politik kesimlerde benzeri ırkçı görüşlerin şuur altında yattığını ortaya çıkarıyoruz.”

Yücel, mektupları yazanlar arasında Yücel, kendini muhafazakâr görenler gibi solcu veya sol-liberal bilenler de olduğunu anlatıyor. Bu arada göçmen kökenli gazetecilere nefret içerikli yazılar gönderenler, sadece Alman ırkçılar değil. “Açık ya da süslü ifadelerle bizi ‘vatana ihanet' ile suçlayan Türk milliyetçileri, Türkiye'deki iktidar yanlıları veya bizi dinden kopmakla suçlayan (köktendinci) Müslümanlar da var.” diyor Deniz Yücel.

Bize cihatçıların mürekkep yalamış hali diyorlar

“Nefret içerikli mektuplarını yazanların asıl derdi gazetecilerin Müslüman ya da göçmen kimliği mi?” diye soruyoruz. Yani gazeteciler aslında cihat yanlısı olmadığını öğrenmeleri ya da bilmeleri bir şey değiştirir mi? Deniz Yücel, gösterilerde kendisine İslam'a atıfta bunularak yazılan mektupları okuyan Yasin Musharbash'ın aslında Ürdünlü bir Hıristiyan ailenin çocuğu olduğunu söylüyor. Kendisi için de “Ben Müslüman değilim, kaldı ki yazılarımda kendimi Müslüman olarak tanımladığıma dair tek bir ipucu bulamazsınız.” diyor. Ekip içinde de kendisini din üzerinden tanımlayanlar kadar bu şekilde bir tanımlama altına girmeyenler de varmış.

Yücel'e göre tüm bunların ırkçılar için hiçbir önemi yok. Çünkü eskiden konu “Türkler” iken, 11 Eylül'den sonra “Müslümanlar” bunun yerini almış durumda. Üstelik ırkçılık rasyonel bir şey değil. Charlie Hebdo saldırısını eleştiren bir yazı yazmasına rağmen birilerinin kalkıp “Bu herif takiyye yapıyor.” diyebildiğini anlatan Yücel, zaman zaman kendilerine ‘cihatçıların mürekkep yalamış ekibi’ gözüyle bakıldığının da farkında olduğunu söylüyor. Ve ekliyor: “Eminim, bir gün ‘sevgili okurlar, bugün köşe yazımı yazamadım, kız kardeşimin zorunlu evlilik töreni var' diye yazsam, pek çok kişi buna inanır.”

Nefretini örtmek için süslü ifadeler kullananlar var

Topluluğun ismi olan Hate Poetry'nin Türkçe karşılığı ilginç bir ifadeye karşılık geliyor: Nefret şiirleri. Birbirine zıt gibi görünen iki kavramın birlikteliği Deniz Yücel'in anlatımıyla çok mantıklı bir şekil alıyor. Şöyle diyor Yücel: “Sunduğumuz malzeme bir nevi ‘gündelik edebiyat' Zira, okuduğumuz şeyler sadece düz küfürler değil, bize yazan pek çok kişi nefretlerini ifade ederken neredeyse edebi bir yaratıcılık gösteriyor. Hatta, nefret arttıkça yaratıcılık da artıyor. Nefretlerini örtmek için süslü ifadeler kullananlar da var. Bize yazan kişilerin önemli bir kısmı kendini ırkçı olarak görmüyor. Zaten komikliğin bir kaynağı da bu ama'lı söylemler: “Aslında yabancı düşmanı değilim, ama…”

Mektuplardan seçmeler

-Bizler, yabancılar tarafından değil kültürlü yurttaşlarımız tarafından bilgilendirilmek isteriz. (Yasin Musharbash’a gönderilen mektuplardan biri)

-Batılı tarzda giyinen Müslümanlar sizi aldatmasın. Başörtüsü takmıyor olmaları fanatik olmadıkları anlamına gelmez. (Mely Kıyak)

-Alman olmak isimlerle başlar. İsmi Hasnain Kazım olan biri hiçbir zaman Alman olamaz. (Hasnain Kazım)

Mansur Yavaş: 7 Haziran'da 'trafolara' da tedbir almak gerek

0
0

7 Haziran seçimleri öncesi şaibeler, seçim hileleri, oy hırsızlığı konuşuluyor. Bu konuda kulak verilmesi gereken isimlerden biri de son yerel seçimlerde Ankara Büyükşehir Belediye Başkanlığını seçim hileleri yüzünden kaybettiği söylenen Mansur Yavaş olsa gerek.

Son yerel seçimlerde Ankara Büyükşehir Belediye başkan adayı olan ve seçimleri kıl payı kaçıran Mansur Yavaş, geçtiğimiz günlerde CHP'den milletvekili adayı olmayacağını ve partiden istifa edeceğini açıklamıştı. Peki Yavaş, ne yapacak, yoluna nasıl devam edecek, MHP'ye geri dönecek mi? ‘Kendi partisini kuracak’ iddialarıyla ilgili ne düşünüyor? Gökçek-Arınç tartışmasına neden dahil oldu?

CHP'den istifa edeceğinizi ve milletvekili adayı olmayacağınızı söylediniz. Gerekçesini de siyasî; görüşlerinize uygun olmadığı şeklinde açıkladınız.

Doğru. Siyasî; geçmişim ve sahip olduğum düşüncelerim nedeniyle uygun bulmuyorum. Ankara'da seçimleri kazanmış olsaydım Cumhuriyet Halk Partisi'nin belediye başkanı olarak devam etmem gerekecekti. Ancak seçim elimizden alındı. Fiilen belediye başkanı olmadığımdan Cumhuriyet Halk Partisi ile aynı şekilde şuanda güçbirliği yapmamızı gerektirecek siyasî; ortam bulunmuyor. Zira Cumhuriyet Halk Partisi’nin milletvekili demek onun görüşlerini benimseyen, onun adına siyaset yapan insan demek. Halbuki benim siyasî; geçmişim ve düşüncelerim belli. Farklı şekilde düşündüğü halde CHP'nin milletvekili olarak Meclis’te bulunmayı çok etik görmüyorum.

Ama son yerel seçimde CHP'den aday olmanızla ilgili ‘Cumhuriyet Halk Partisi Atatürk'ün partisi. Birçok ortak noktamız var. Dolayısıyla aday olmam normal.’ şeklinde bir açıklamada bulunmuştunuz.

Bütün partilerin benzeşen ve benzeşmeyen noktaları vardır. Benzeşen bir nokta olarak bu açıklamayı yaptığımı düşünüyorum. Aday olmamın en büyük sebebi Kemal Bey'in, "Mansur Bey seçildikten sonra rozetini çıkaracak, herkesin belediye başkanı olacak." anlayışını sıkı sıkı savunmasıydı. Açıkçası bu, benim de çok önem verdiğim bir husus. Çünkü belediye başkanının partisi olmaz dersiniz de milletvekilinin partisi olmaz gibi bir şey diyemezsiniz. Ayrıca CHP'ye emek vermiş binlerce insan var, milletvekili olmak için sırasını bekliyor. Sayın Genel Başkan’ın kendisi bile ön seçime girmişken, dışarıdan birinin milletvekilliği yapması etik olmazdı. Genel başkan’ı sıkıntıya sokacaktı. Kendisinin jestine karşılık onun elini rahatlatacak bir hamle yapmam gerekiyordu.

Ülkücüyüm diyorsunuz, MHP'ye neden geri dönmüyorsunuz o halde?

Partilerden ayrılmak çok kolay. Sizi gönderiyorlar ama dönmek istediğinizde Siyasî; Partiler Kanunu’nca partiye geri dönüşünüz kolay olmuyor. Sizi üye bile yapmazlar.

Yeni bir parti kurup başına geçeceğiniz yönünde söylentiler var. Bir diğeri de farklı bir partiden milletvekili olacağınız yönünde...

CHP'den milletvekili olmadığıma göre ya kendime bir yol seçeceğim ya da siyasî; hayatımı sonlandıracağım. Önümüzdeki günler bunu şekillendirecek. Arkadaşlarımla bir şeyler yapacaksak buna yakın zamanda karar vermemiz gerekiyor. Ankara seçimlerinde desteklediği partilerle belki arası bozulan ve hayatında ilk defa Cumhuriyet Halk Partisi'ne oy veren 400-450 bin insan var Ankara'da. Bunların birçoğu bize güvenerek oy verdi. Onların beklentilerini boşa çıkarmamak lazım. Ancak toplumdaki bu kutuplaşma içinde 'buna gerek yok, herkes yerini safını belli etmiş' deniyorsa da kenara çekilip bekleyeceğiz.

İlerleyen dönemlerde sizi AK Parti, Saadet ya da Büyük Birlik Partisi'nde siyaset yaparken görür müyüz?

Şuan için böyle bir düşüncem yok. Sürekli parti değiştiren bir görüntü almak istemem. Parti değiştirmek ayrı bir şey, parti değiştirdikten sonra ‘ben eskiden şu partiliydim, şimdi bu partiliyim’ demek ayrı. Oysa ben CHP'den aday olduğumda siyasî; kimliğimi hiçbir zaman saklamadım.

AKP, iki kez vekillik teklif etti

AKP'den teklifi geldi mi?

Bu seçimlerde değil ama 2007 ve 2011'de milletvekilliği teklif etmişlerdi, düşünmedim. Bunu özellikle yazarsanız sevinirim. Ne zaman MHP Genel Başkanı Sayın Devlet Bahçeli'nin ‘Mansur Yavaş, ilgi alanımızın dışına çıkmıştır’ demesinden sonra artık yapacak bir şey kalmadı.

Kötü bir tecrübeyle de olsa seçim hileleri konusunda epey uzmanlaştınız. 7 Haziran'da benzer sahneler yaşanır mı dersiniz?

Artık Türkiye'deki seçimlere Avrupa'dan gözlemci gelmeye başladı. Gözlemciler 3. dünya ülkelerine gidiyor. Cumhurbaşkanlığı seçiminde de Türkiye'ye dışarıdan heyet geldi. Önümüzdeki seçimlerde de gelirse bu, ülkemiz adına itibar azaltıcı olur. Türkiye'yi bu duruma düşürmeye kimsenin hakkı yok. Bu nedenle gerek Yüksek Seçim Kurulu'nun gerekse siyasî; partilerin tedbir alması lazım.

YSK'nın son seçimlerdeki karnesi kötü...

Haklısınız. Geçen seçimlerde muhtar kağıtları ile belediye başkanı kağıtları hep aynı zarflardan çıktı. Oy pusulalarını ayrı kabinlere koymak çok mu zordu? YSK kendi hatasından kaynaklandığını bildiği bir seçimi bile iptal etme cesareti gösteremedi. Ankara seçimlerinde hatanın büyük çoğunluğu YSK'ya aittir. Yani seçimin sonucunu etkileyecek hataları YSK yaptı. Hilelerden hariç söylüyorum. Çok basit tedbirlerle buna engel olabilirlerdi, olamadılar.

İhmal mi, YSK da siyasallaştı mı?

YSK'nın siyasallaşmasından ziyade seçimi etkileyecek hatalar yapması söz konusudur. YSK'daki üyelerin seçim konusundaki tecrübe eksikliği diyebiliriz. Muhtar oy pusulaları başkanlık seçimiyle ilgili pusularla aynı zarftan çıkarken bu durumdaki oyların yarısı geçerli, yarısı geçersiz sayıldı. Bu durum İstanbul'da ve Türkiye'nin birçok yerinde de yaşandı. Bu, geçiştirilebilecek bir hata değildi. Resmen seçimin sonuçlarını etkiledi.

Anayasa Mahkemesi'nden sonuç alamayınca Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'ne başvurdunuz. Ne durumda şuanda? Lehinize sonuçlanacağına dair ümitvar mısınız?

Altı ay kadar sürecek. Adil yargılanma hakkımızın ihlal edildiğini ve Anayasa Mahkemesi'nin bunu değerlendirmediğini iddia ettik. Verecekleri karara göre bir sonuç doğacak. Burada amaç insanların sandığa giden iradesinin yansıması ve Ankara'nın haklarını sonuna kadar aramak. Yani seçimin sonucu şu olur, bu olur değil. Hukuksuzluk yapıldığının tespit edilmesi dahi benim için yeterli şuan.

Bülent Arınç, bildiklerini seçimden önce anlatmalı

‘Benim oturmam gereken koltukta şu anda oylarımı çalan biri oturuyor’ diyor musunuz?

O tür tabirleri kullanmıyorum ama Melih Gökçek'in o koltukta haksız oturduğunu söyleyebilirim. Zaten bununla ilgili Twitter üzerinden bir tartışma oldu.

Siz de Twitter hesabınızdan yaptığınız açıklamayla bu tartışmaya müdahil oldunuz. Bülent Arınç ciddi bir imada bulundu ama gerisini getirmedi, neden sizce?

Nedenini bilemem ama Sayın Arınç gerçekten konuşurken adeta Melih Gökçek'e senin o seçimleri nasıl kazandığını biliyoruz der gibi bir ifadede bulundu. ‘Zorla kazandığı Ankara seçimlerinden sonra...’ ibaresini kullandı. Yani orada seçimlerin adil yapılmadığına dair bir imada bulundu. Arınç'tan bu sözü duyan herkeste Ankara seçimlerinin adil yapılmadığı intibaı oluştu. Şimdi bu da gösteriyor ki Ankara seçimlerinde bir şeyler döndü. O yüzden Sayın Arınç, imasının gerisini de açmalı, daha fazlasını söylemeli diyorum. Bir siyasetçiye, kamu görevlisine yakışan budur. Zaten ceza yasası açısından da kamu görevlisinin suçu bildirme yükümlülüğü var. Sayın Arınç'ın etik olarak da bu konuları seçimden önce açıklaması gerekiyor.

Sandık görevlileri gençlerden oluşmalı

7 Haziran gecesi yine trafoya kedi girer mi dersiniz?

(Gülüyor) Bilemiyorum. En azından tedbiri bundan sonra sadece sandık başına değil, trafoların başına da koymak gerekiyor.

Muhalefet partileri her seçimde, seçimlerle ilgili hile yapıldığından yakınıyor ancak sandıklarına da pek sahip çıkmıyor sanki.

İki seçimde de sandık hakimiyeti açısından sorun yaşadığımı söyleyebilirim. Eksik gördüğüm yerleri iki partiye de bildirdim. Umarım tedbir alırlar.

Hangi yönden eksikler? Ne gibi önerilerde bulundunuz?

Mesela sandık görevlerinin daha genç, daha idealist ve gönüllü insanlardan oluşması gerektiği kanaatindeyim. Partiler 40 yıllık tecrübeli diye daha yaşlı kişileri görevlendiriyor. Halbuki gençlerin bu işi daha iyi yapacağına inanıyorum. Şuan itibarıyla en büyük eksik sandık hakimiyeti çünkü.


Yandaş değilsen gazeteci değilsin!

0
0

Bazı basın yayın organlarına akreditasyon uygulanması 28 Şubat sürecinde askerler tarafından yapılırdı. AKP iktidarı döneminde kısmen devam eden bu uygulama, özellikle son zamanlarda iyice yaygınlaştı.

28 Şubat sürecinde yasakçı uygulamalardan biri, Türk Silahlı Kuvvetleri tarafından bazı medya kuruluşlarına uygulanan akreditasyondu. Genelkurmay'ın bu yasağı, Türkiye'de basın hayatına getirilmiş büyük bir sansürdü ve hiçbir mâkul gerekçeye dayanmıyordu. Tıpkı bugünlerde Cumhurbaşkanlığı ve AKP hükümetinin uyguladığı yasaklar gibi... Fakat ikisinin arasında büyük bir fark var. Genelkurmay sadece askeri alanlarda yasak uygularken, seçimle işbaşına gelen sivil hükümet, devletin bütün kurumlarında hatta belediyelerde ve özerk kurumlarda yasak başlattı. Yasaklanan alanlar ve yasak listesine dahil edilen medya grupları her geçen gün arttı. Cumhuriyet, Bugün, Zaman, Samanyolu, Birgün, Yeniçağ, Sözcü gibi gazetelerin arasına son olarak Doğan Grubu yayın organları da dahil edildi. İktidar için gazetecilik kriterini belirleyen bir anlamda 'yandaşlık' oldu.

17-25 Aralık süreciyle birlikte iktidar mensupları basın toplantılarında, törenlerde canlarını sıkacak sorular duymamak için akreditasyon uygulamasına hız verdi. İlk önce Emniyet kapılarını kapattı. Her emniyet müdürlüğünde basın odaları bulunur ve gazeteciler burada haberlerini yazardı. 17-25 Aralık'tan sonra bu odalar kapatıldı ve gazetecilere Emniyet'e giriş yasağı getirildi. 10 Ağustos Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin ardından Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan'ın ilk işi, Köşk'ün kapısını bazı yayın organlarına kapatmak oldu. Ardından AKP, 27 Ağustos'ta Ankara Arena'da yapılan 1. Olağanüstü Genel Kongre'sinde Cumhuriyet, Sözcü, Zaman, Yeniçağ, Birgün, Taraf, Yurt, Aydınlık, Halk TV, Ulusal Kanal, Evrensel, Bugün Gazetesi, Samanyolu Haber, Kanaltürk ve Cihan Haber Ajansı bünyesinde çalışan gazetecileri salona almadı. Tarihler Kasım 2014'ü gösterdiğinde Başbakanlık da basına sansür uygulaması başlattı. Zaman Gazetesi, Cihan Haber Ajansı, Samanyolu Televizyonu, Bugün Gazetesi, Bugün TV ve Kanaltürk TV muhabirleri Bakanlar Kurulu'nu takip etmek için gittikleri Başbakanlık binasına alınmadı. Ne yazılı bir belge sunuldu ne de Basın Müşavirliği tarafından sorulara cevap verildi. Başbakanlık, İçişleri Bakanlığı, Milli Eğitim Bakanlığı, Adalet Bakanlığı, AB Bakanlığı bu yasakçı uygulamaya uyum sağladı!

28 Şubatçıların

aklına bile gelmemişti

Gazetecilerin soracağı zor ve riskli sorulardan korkan iktidar, yasaklarla çözüm üretmeye çalıştı. Erdoğan'ın yurtdışı gezisine çıkarken havaalanında düzenlediği basın toplantıları da bazı gazetecilere kapandı. Yurtdışı ziyaretleri sırasında hiçbir programına muhalif gördüğü yayınları almadı. İkili görüşmelerin ardından düzenlenen basın toplantılarında hoşuna gitmeyecek soruları sorabilecek isimler de salona alınmadı.

Devletin başındakiler böyle yapar da belediyeler, kamu kurumları geri durur mu? AKP'li belediyeler de yasak konusunda yarışa girdi. Hatta o kadar ileri gittiler ki, mizah dergilerine bile konu oldular. Deve güreşi düzenleyen bir ilçe belediyesi bile basın mensuplarına akreditasyon uyguladı... İktidara yakın görünmek isteyen özerk kurumlar da (BDDK, TMSF) sevmedikleri gazete ve gazetecilere kapılarını kapattı. Gazetecilere sarı basın kartını vermekle görevli olan Basın Yayın Enformasyon Genel Müdürlüğü, sürekli basın kartı almaya hak kazanan gazetecilerin kartlarını keyfi olarak vermedi.

Her gazeteci, şehitliğe

girip dua edemez!

Akreditasyon engeli askerî; ve siyasî; alandan çıkıp kamusal alana da sıçradı. Çanakkale Zaferi'nin 100. yılı anma programında yandaş olmayan basın mensuplarına akredite engeli getirildi. 500 gazetecinin izlediği anma törenlerine Zaman Gazetesi ile Cihan Haber Ajansı, Başbakanlık Basın-Yayın ve Enformasyon Genel Müdürlüğü tarafından ‘Organizasyonda daha sağlıklı koordinasyonun sağlanması için kota uygulaması yapıldığından akreditasyonunuz gerçekleştirilememiştir' bahanesiyle programa alınmadı.

Cenazede bile akreditasyon

Çağlayan Adliyesi'nde DHKP-C'li teröristler tarafından şehit edilen Savcı Mehmet Selim Kiraz'ın cenazesinde akreditasyon daha da genişletilerek uygulandı. Doğan Yayın Grubu da ekreditasyona tabi tutuldu. Hürriyet, Sözcü, Cumhuriyet, Zaman, Milat, Taraf Gazetesi ile Samanyolu TV, Bugün TV, Cihan Haber Ajansı, Doğan Haber Ajansı, CNN Türk, İMC TV cenaze törenine alınmadı. Alana alınmayan gazeteciler barikat dışarısından çekim yapmak zorunda kaldı. Başbakan Ahmet Davutoğlu, yaptığı açıklamada, talimatı bizzat kendisinin verdiğini açıkladı.

Yasak ve baskı milletin meclisinde

Geçtiğimiz haftalarda ise yaşanan yasakçı uygulamaların farklı bir versiyonu Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde uygulanmaya başladı. Today's Zaman Meclis Büro Şefi Ali Aslan Kılıç ile Kanaltürk Televizyonu muhabiri Uğur Telli'nin ‘Parlamento Muhabiri’ kartları iptal edildi. Kılıç'ın kartı AKP Diyarbakır Milletvekili Cuma İçten'in, Telli'nin kartı ise AKP Osmaniye Milletvekili Suat Önal'ın şikâyeti üzerine ellerinden alındı.

Gidin şikâyet edin, ben de terfi alırım

Devleti yönetenlerin keyfi tutumlarından vazife çıkaranlar da yok değil. Gri pasaport sahibi olanlar vizesiz yurtdışına çıkabilirken, Zaman foto muhabiri Mahmut Burak Bürkük, havalaanından geri dönmek zorunda kaldı. Bürkük, yaşadıklarını şöyle anlattı: “Geçtiğimiz günlerde Brugge-Beşiktaş maçı için Belçika’ya gidecektim. Ancak Atatürk Havalimanı’nda polis tarafından pasaportuma haksız şekilde el konuldu. Polis ‘görevlendirme yazısı’ istedi. Oysa bu şart değil çünkü gri pasaport sahibi olanlar vizeden muaftır. İlginç olan ise benden görevlendirme kâğıdı istenirken, diğer gazeteciler gri pasaportlarıyla geçti, ben gidemedim. Sorun, hükümetten çok hükümet yandaşlarının kraldan çok kralcılık oynamak istemesiyle alakalı sanırım! Benim sorunumla ilgili haber yapıp dava açacağımızı söylediğimiz bir bürokrat, ‘İyi olur, bu sayede belki bize prim hatta terfi bile verirler!’ diyerek olayın vahametini ortaya koydu.

Bu sorulardan korkup yasak getirdiler

28 Şubatçıların yasakçı zihniyetini artırarak devam ettiren iktidar, hoşlarına gitmeyecek soruların sorulduğu mekânlarda akreditasyon başlattı. İşte yasak getiren o sorulardan bazıları...

3 Haziran 2013: Başbakan Erdoğan; Fas, Cezayir ve Tunus'u kapsayan gezisi öncesinde yaptığı basın toplantısında soruları cevapladı. Gezi olayları sırasında Reuters muhabiri, Erdoğan'ın eylemciler için kullandığı ‘çapulcu' ifadelerini kastederek, “Bunlara ilişkin herhangi bir yumuşatıcı tavır içine girecek misiniz?” diye sordu. Erdoğan, gazeteciyi azarlayarak, “Evlerinde zorla tuttuğumuz bir yüzde 50 var.” dedi.

6 Kasım 2013: Başbakan Erdoğan, Finlandiya başbakanı ile düzenlediği ortak basın toplantısında, Finlandiyalı gazeteci Erdoğan'a şu soruyu yöneltti: “Türkiye'de bazı kesimlerin son günlerde artan bir rahatsızlığı var. Öyle bir iddia var ki siz insanların özel hayatına müdahale ediyorsunuz, hatta hayat tarzına müdahale etmek üzeresiniz. Son örnek, kız-erkek öğrencilerin yaşama koşulları. Böyle bir müdahaleye neden gerek görüyorsunuz?" Erdoğan, “Arkadaş özel görevlendirilmiş.” diyerek gazeteciyi azarladı.

17 Aralık 2013: Başbakan Yardımcısı ve Hükümet Sözcüsü Bülent Arınç, 17 Aralık yolsuzluk operasyonu ile ilgili basın toplantısı düzenledi. Zaman Gazetesi muhabiri Ahmet Dönmez'in görevden alınan emniyet müdürlerini sormasına ve "Soruşturmada adı geçen bakanlar soruşturmanın seyri için istifa edecek mi?" sorusuna sinirlenen Arınç, muhabir Dönmez'e "Emniyette görevli özel yetkili gibi soruyorsunuz." diyerek muhabiri azarladı.

3 Şubat 2014: Bir muhabir, Başbakan Erdoğan'a 17 Aralık yolsuzluk ve rüşvet operasyonu öncesi MİT tarafından Başbakan’a sunulan raporla ilgili şu soruyu sordu: “Operasyondan sekiz ay önce MİT tarafından Reza Zarrab'ın söz konusu bakanlarla ilişkide olduğu, MİT'in de sizi uyardığı yönünde bir rapor yansıdı. Böyle bir rapor sunuldu mu?”

11 Şubat 2014: Erdoğan'ın İspanya başbakanı ile yaptığı ortak basın toplantısında bir gazeteci Başbakan’a, Fas'tan arayarak Habertürk televizyonunun altyazısına müdahale ettiği, havuz yöntemi ile para akışı sağlanarak gazete ve televizyonların satın alındığı ile SİT alanına yapılan villaların kendine ait olduğu yönündeki iddiaları sordu.

4 Nisan 2014: Söz alan muhabir, Başbakan Erdoğan'a “AB eski Bakanı Egemen Bağış'a ait olduğu öne sürülen ses kaydında ayetlerle dalga geçmesine tepkiler geldi. Ancak AK Parti bu konuda sessiz kaldı. Bağış'ın partiden ihracı söz konusu mu?” diye sordu. Başbakan da, “Bence yer değiştirin, durmayın oralarda. Müfterilerin arasında durmak doğru değil.” diyerek tepki gösterdi.

11 Nisan 2014: Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, Japonya seyahatinden önce basın mensuplarının sorularını cevaplarken bir gazetecinin, "Dinlemelerin failini sosyal medyada mı arıyorsunuz?" sorusu üzerine Davutoğlu, muhabirin sözünü keserek, "Daha kaç soru soracaksınız? 10'a kadar çıkacak mı?" diye çıkışarak soruyu cevaplamadı.

19 Mayıs 2014: Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, bir gazetecinin basın özgürlüğüyle ilgili sorusuna, “Soru soran gazeteci rahatlıkla evine gidebiliyorsa basın özgürdür.” şeklinde cevap vererek üstü kapalı tehdit etti.

BİZİM KÖY

0
0

Ünlü isimlerin özellikle de siyasilerin son anları hep merak edilir. Hele de faili meçhule kurban gittiyse...

Belçika'da, eski Devlet Bakanı Steve Stevaert için de aynı durum geçerli. Zira kendisi bir su kanalında ölü bulundu. Edinilen bilgiye göre, Belçika'nın Hasselt şehrinde oturan eski Devlet Bakanı ve Flaman Sosyalist Partisi'nin eski Başkanı Stevaert'in (61) bisikleti ve giysileri Albert Kanalı kenarında bulundu. Şüphe üzerine kanalda arama yapan polis ekibi, Stevaert'in cesedine ulaştı. Olayla ilgili soruşturma sürüyor.

1 Nisan BMW'si

Ülkece 1 Nisan'ı tatsız olaylarla geçirdiğimizden gülmeye halimiz yoktu. Ancak Yeni Zelanda pek eğlendi Team McMillan adlı BMW bayisinin yaptığı şaka sayesinde. 1 Nisan şakası yapmayı gelenek haline getiren bayi, bu yıl bir gazetenin birinci sayfasına verdiği ilanda eski arabasını getiren ilk kişiye son model otomobil vereceğini duyurdu. İlanı ciddiye alan Tianna Marsh, saat 05.30'da 15 yıllık Nissan marka arabasıyla bayinin kapısına dayandı. Galeri sahibi Gavin Penfold "İlandan haberim yok" dese de Marsh vazgeçmedi ve yepyeni BMW 1 serisi arabasına kavuştu.

Havayolunda trafik olursa...

"İşe uçakla gitsek orda da trafik olur be kardeşim!" esprisi gerçek oldu. Birleşik Arap Emirlikleri'nde (BEA) bulunan iki farklı havayolu şirketinin uçağı, Hint Okyanusu üstünde burun buruna geldi. Farklı istikametler üzerinden BEA-Seyşeller seferini yapan Emirates ve Etihad Havayolları'na ait iki yolcu uçağının, Arap Denizi üzerinde birbirlerine fazla yaklaştığı ve pilotların muhtemel çarpışma anından 25 saniye önce durumu fark ederek rota değiştirdikleri söyleniyor. Anlayacağınız artık havayolunda da trafik sıkışık.

Eyvah tacizci yine serbest

0
0

Çocuğun dünyasında onarılmaz yaralar açan cinsel istismar failleri, adalet karşısında gereken cezayı almıyor. Denetimli serbestlik, iyi hal gibi çeşitli bahanelerle çıkarılan suçluların büyük kısmı ise dışarıdaki çocuklar için tehdit olmaya devam ediyor.

Çocuk istismarına yönelik suç oranı Türkiye’de giderek artmasına rağmen istismar, hâlâ tabu sayılan, sesli konuşulmayan sorunlardan biri. Resmi makamlar gerçeği örtbas etmeye çalışırken, istismara maruz kalan çocukların aileleri ‘rezil olmak’ korkusuyla evladının hakkını arayamıyor. Devlet bazı önleyici yasalar koysa da yürütmekte başarısız kaldığı için tehdit her geçen gün artıyor. Kâğıt üzerinde çıkartılan ama yürütmede bir işlevi olmayan onlarca yasadan biri de bazı suç faillerine yönelik denetimli serbestlik tedbiri ve iyi hal indirimleri. Geçtiğimiz yıl haziran ayında çıkan yasada, çocuklara yönelik cinsel istismar ve reşit olmayanlara karşı işlenen suçlarda infaz koşulları ağırlaştırıldı. Koşullu salıverilebilmeleri için kapalı kurumlarda geçirmeleri gereken süre uzatıldı. Yani çocuğa yönelik cinsel istismar suçu işleyenlerin denetimli serbestlikten faydalanması neredeyse imkânsızlaşıyor. Ancak bu sıralanan kararların uygulanmasına ilişkin yönetmelik, yasanın üzerinden dokuz ay geçmesine rağmen hâlâ düzenlenmedi. Bu yüzden çocuğa karşı cinsel istismar suçu işleyen kişiler birkaç ay içinde salıverilmeye devam ediyor. Örneğin geçtiğimiz haftalarda Bingöl’de 12 yaşındaki çocuğa tecavüz eden yedi kişiden üçüne iyi hal indirimi, diğerlerine ise beraat kararı verildi. Yakın zamanda yaşanan diğer olaylar ise bu kişilerin çocuklar için hâlâ tehdit oluşturduğunu gözler önüne seriyor. Birinde minibüste 13 yaşındaki kıza tacize kalkışırken yakalanan 60 yaşlarındaki adam, çocuğun ailesi şikâyetçi olmadığı için serbest bırakılıyor. Olaydan aylar sonra aynı kişi, altı yaşlarında bir erkek çocuğu kurban olarak seçiyor. Diğer olayda ise çocuk tacizi suçundan ceza alıp denetimli serbestlikle çıkan Şenol Ç., hapisten çıktıktan bir ay sonra aynı suça yeniden kalkışıyor ve sekiz yaşındaki kızın, “Bu amca beni kaçırıyor.” diye çığlık atmasıyla yakalanıyor.

Marmara Üniversitesi Çocuk Koruma Merkezi bünyesinde istismara yönelik davalarla ilgilenen avukat Selmin Cansu Demir, yasaya ilişkin yönetmeliğin hâlâ düzenlenmediğine dikkat çekiyor. Bu durumda faillerin denetimsiz olarak başka çocukları mağdur etmesinin önüne geçilemediğini anlatıyor. Yasaya göre bu kişilerin belirli süre boyunca çocuklarla bir arada olmayı gerektiren işlerde çalışması yasak. Ancak Demir’e göre, yasak belirli bir süreyle sınırlı tutulmamalı. Zira bu kişilerin çocuk istismarı eğilimi, büyük çoğunlukla belirli süreyle sınırlı olmuyor.

Mağdurdan delil istenmesi suçluyu cezasız bırakıyor

Aileler haklarını aramak için çocuklarının yaşadıkları mağduriyetler üzerine cumhuriyet savcılıklarına suç duyurusunda bulunabilir. Mağdur, ailesi ya da bilgi sahibi olan herkes suçu ihbar edebilir. Öğretmen, doktor gibi kamu görevlilerinin ise suçu bildirme yükümlülüğü var. Mağdur çocukların ifadesinin alınması sırasında, sosyal çalışma görevlisinin ve avukatın hazır bulunması gerekiyor. Soruşturma aşamasında toplanan deliller, suça ilişkin bir kanaat oluşturuyorsa, fail hakkında ceza davası açılıyor. Sorun da tam burada başlıyor. Çünkü çocuk kendisine yönelik bir taciz girişimini ispat edemediği takdirde soruşturma devam etmiyor. Avukat Selmin Cansu Demir, cinsel istismar dosyalarında en önemli sorunlardan birini şöyle açıklıyor: “Failin arkasında delil bırakmadığı, fiziksel olarak kanıt sunulamayan dosyaların cezasızlıkla sonuçlanması çocuk tacizcilerine cesaret veriyor.”

Yetişkinlerin işlediği, ‘çocuğun basit veya nitelikli cinsel istismarı suçu’ ile ‘reşit olmayan kişiye karşı işlenen cinsel ilişki’ suçunda şikâyet aranmıyor, mağdur ya da ailesi şikâyetçi olmasa bile kamu davası devam ediyor. Ancak çocuğa karşı cinsel taciz suçunun soruşturulması şikâyete tabii.

Bunun yanı sıra çocukların ifadelerinin alınması sırasında, yanlarında psikoloji, psikiyatri, tıp veya eğitim alanında uzman bir kişinin bulunması yasal zorunluluk. Ancak çocuklar maruz kaldıkları suç nedeniyle travma yaşarken, olayın adli makamlara yansıması sonucu; polis merkezi, savcılık, adliye gibi ortamlarda, yaşadıkları zor olayları hayatlarında ilk kez gördükleri yetişkinlere tekrar tekrar anlatmak zorunda kalıyor. Bu da çocukları tekrar mağdur ediyor. Çocuk hakları savunucuları ve hukukçular personel eğitimli olsa bile çocukların adli sistemde yaşadıkları sorunların bu şekilde çözmenin mümkün olmadığını vurguluyor.

Ayrıca savcıların, hâkimlerin ve sanık avukatlarının, çocuklara karşı örseleyici yaklaşımlarına dikkat çekiliyor. Çocuğun ifadesi alınırken oldukça incitici, damgalayıcı davranıldığı ve bunun da çocukları olumsuz etkilediğine vurgu yapılıyor.

Aslında çocuk istismarının önlenmesi ve istismara uğrayan çocuklara bilinçli müdahale edilmesi amacıyla 2012 yılında Çocuk İzlem Merkezleri’nin (ÇİM) kurulması gerekli görülmüştü. Ancak aradan geçen zamana rağmen birçok ilde ÇİM yok. İstanbul gibi suç oranının yüksek olduğu bir ilde dahi tek merkez bulunuyor.

Bazı suçlara yönelik denetimli serbestlikle ilgili yasadaki diğer düzenleme ise suç faillerinin tıbbı tedaviye tabi tutulmasıyla ilgili. Buna göre infaz hâkimi gerekli gördüğü durumlarda istismar suçlusu, tıbbi tedaviye tabi tutulacak ya da tedavi amaçlı programlara katılacak. Ancak söz konusu yönetmelik eksikliğinden dolayı bütün bu düzenlemeler uygulanabilir hale gelmiş değil. Tüm bunlarla birlikte avukat Selmin Cansu Demir’in dikkat çektiği diğer konu ise çocuk istismarı faillerinin birer hasta gibi algılanıp suçlu kategorisinden çıkarılması. “Çocuk istismarını ‘hastalık, sapıklık, pedofil vb…’ kavramlar ile anmak, bu suçların kasten işlendiği gerçeğinin göz ardı edilmesine neden olabiliyor.” diyen Demir, şöyle devam ediyor: “Aslında biliyoruz ki, bu suçu işleyenler sadece bir kısım anormal insanlar değil. Aksine davranışlarını yönlendirebilen, suçun hukuki anlam ve sonuçlarını bilen kişiler. Maalesef toplumda oldukça yaygınlar.”

İstismara maruz kalan çocuğun ailesi nasıl davranmalı?

Cinsel istismar bir çocuğun hayatında yaşayacağı en büyük travma. Ailenin yanlış tavrıyla çocuğun bu tür istismara uğrama ihtimali artabiliyor. Bu sebeple anne-babanın, çocuklarını yargılamadan desteklemeleri gerekiyor. Çocuğun süreçle ilgili baskı altında bırakılmaması, yanında bu konunun sürekli konuşulmaması önemli. Aile, uzmanlardan yardım alarak, onların yönlendirmelerine açık olmalı.

Pedagogların bu yönde tavsiyesi ise çocuğa bedeninin kendisine ait olduğu hissini kazandırmak. Örneğin altı değiştirilirken çocuğa saygısızca ve hırçın davranılmamalı. Uzman pedagog Adem Güneş, konuyla ilgili bir yazısında bazı anne-babaların çocuğu zorla yatırarak altını değiştirme yoluna gittiğini anlatıyor. Oysa alt değiştirme, üzerini çıkarma gibi durumlarda çocuktan izin alınması gerektiğini söyleyen Güneş, “Çocuk başlangıçta kendisinden neden izin alındığını anlamaz. Ama ilerleyen zaman içinde, kendisinden izin alınmadan bedenine yapılacak müdahaleleri hisseder ve bundan rahatsız olur.” diyor.

Operadaki hayalet aramızda!

0
0

Adı üzerinde Operadaki Hayalet. Devasa bir operada yaşayan gizemli bir hayaletin hikâyesi. Olay örgüsü şöyle: Salonun dehlizlerinde yaşayan ‘müzik dehası’ hayalet, operanın öksüz-masum kızı Christine Daaê’yi gizlice eğitmektedir.

Yüzü deforme olduğu için sürekli maske takıp operanın sakinlerini sık sık korkutan hayalet, bir gün provalar sırasında tiyatronun kaprisli sopranosunu korkutup, kaçırır. O sırada yerine en hazır kişi Christine geçer ve asıl tuhaflık başlar. Ekipteki çocukluk aşkıyla flört eden genç kızımız, kendisini zirvenin yolunu açan hayaletle sıra dışı bir aşk üçgeninde bulur. Sonrası büyük kıskançlık, gerilim, korku…

Gazeteci-yazar Gaston Leroux’in 1910 yılında kaleme aldığı bu roman, sonrasında müzikale çevrildi, dizisi çekildi, sinemaya aktarıldı. Tiyatro ve sinema dünyasında özel bir yer edindiği gibi birçok ilkin de sahibi. Mesela, Broadway’in ilk oyunlarından biri. En uzun soluklu müzikal. Gişe hasılatı kıran Titanic, Star Wars, E.T. gibi filmleri geride bırakıp dünyanın en çok gişe yapan performans unvanının sahibi. Albümüyle, İngiltere müzik tarihinde listelere bir numaradan giriş yapan tek müzikal. Ödül sayısı 50’den fazla, albüm satış rakamı 40 milyon dolaylarında. Hayaletin sinema serüveni de farklı dünyalara kapı araladığı gibi ilkleri de içinde barındırıyor. Ona yakın yönetmenin farklı zamanlarda perdeye aktardığı hikâyeden bahsediyoruz ne de olsa.

Maskeli hayaletin perdede görünür olduğu ilk yıl, 1916. Ernst Matray’ın yönettiği filmin çekimleri Berlin’de inşa edilen özel bir stüdyoda yapıldı. Film kayıp olduğu için muhtevasına dair pek bilgi sahibi değiliz.

İkinci filmin merkezi Amerika (1923). Rupert Julian’ın yönettiği film, sessiz sinemadan sesliye geçtiğimiz döneme denk geliyor. Çekim macerası, hikâyeyi gölgede bırakacak türden. Büyük çoğunluğu siyah-beyaz ve sessiz çekilen, diğerlerinin aksine müzikallerin aksine korku türünde çekilen filmin bir kısmı renkli. Setteki son günden sonra iki yıl bekletildi, bazı sahneler tekrar çekildi, bazıları elle boyandı. Sinemaya ses geldikten sonra da Universal Stüdyoları’nda müzik ve dublajlı konuşmalar eklendi, 1925’te normali, dört yıl sonra ise seslisi gösterime sokuldu. Bugün elimize ulaşan film rengârenk. Siyah beyaz başlıyor, Kafkaesk bir atmosferde ilerlerken birden renkliye dönüyor. Sahne aralarında ekrana getirilen yazılarla hikâye bütünlüğü oluşturulmaya çalışılıyor. Sonradan çekilen, elle boyanan yerler haliyle zamanı gelince kendini ele veriyor.

Üçüncü film, bambaşka bir diyar Japonya’dan. Öncesindeki gibi metne sadık değil, uyarlama. Yönetmen koltuğunda Weibang Ma-Xu (1937) oturuyor.

Keman virtüözü hayalet

Operadaki Hayalet’in külliyatına göz atarken ilk renkli yapımından bahsetmesek olmaz. Bu kez karşımızda Arthur Lubin’in hayal dünyası (1943) var. Eric burada karşımıza 20 yıldır Paris Opera Evi’nde çalışan bir kemancı olarak çıkıyor. Parmakları işlevsizleştiği için emekliye ayrılmayı düşünen ana karakterimiz tartışma sırasında cinayet işler (bu sırada yüzü yandığı için maske takmaya başlar) ve operanın altında saklanmaya başlar. Sonrası bildik hikâye… Bugün eserle özdeşleşen yüzün yarısını kapatan maskenin ilk defa burada kullanıldığını ekleyelim.

Oyunu bütün Türkiye izlemiş!

Önümüzdeki hafta Türkiye’de seyirciye görünecek hayalet, yakın dönem tiyatro tarihinde de önemli bir yere sahip. 25 yıldır aralıksız perde açan Broadway’in en uzun soluklu prodüksiyonu. 40 ülkede 65 bin performansla 80 milyonluk bir izleyiciye ulaşmış. Dile kolay, sayı Türkiye nüfusuna denk. İhtişamlı prodüksiyonu tahmin edileceği gibi geniş bir oyuncu kadrosu ve sahne arkası ekibine sahip. Bizim karşımıza çıkacak teknik ekip ve orkestra dâhil 130 kişi… Bu kadronun hepsi ABD’den gelmedi. Grubun şöyle bir çalışma tarzı var. Gittiği ülkelerde sahne arkasında çalışacak kişilerin bir kısmını oradan seçiyor. Bu da gösteride kostüm, dekor, dekorda yer alanların bir kısmı bizden olacak demek. Oyunun ne kadar gösterişli olduğunu anlatmak için fazla söze ne hacet. Kullanılan dekorların büyüklüğü, kostüm sayısı prodüksiyonun ne kadar ihtişamlı olduğunu anlatıyor: Kullanılan kostüm sayısı 230, mum 281, şifonyer 14… Kuru buzlar 250 kg, sis makinesi 2-3 değil 10 tane. Sıkı durun, bomba burada. Operada kullanılan avizesinin ağırlığı bir ton. Umarız, performans avizeden daha hafif kalmaz.

Gerçek bir Amerikan salatası

0
0

Yıllar önce mutfağımıza geçmiş Amerikan salatası. Bakmayın Amerikan dediğimize aslında Rus salatasıdır o. Bir rivayete göre ‘komünist sandvinç’ satıyorlar gerekçesiyle milliyetçilerin büfelerini basacağından korkan büfe sahipleri ismini Amerikan salatası olarak değiştirmiş.

Yani anlayacağınız Amerika’dan mutfağımıza geçmiş bir salata yok aslında. O halde bugün Amerikan mutfağının en bilinen salatalarından biri waldorf’u yaparak gerçek bir Amerikan salatası öğrenmiş olalım. Salata denilse de daha çok bizdeki mezeyi andırıyor. Mazisi çok eski, yüz yılı aşkın. Ancak zaman geçse de waldorf salatası popülerliğinden bir şey kaybetmeden günümüze kadar gelmiş. Bundan olsa gerek Amerika’nın klasik lezzetlerinden biri olarak adlandırılıyor. ‘American Century Cookbook’a göre bu salata ilk kez 1893’te New York’un efsanevi otellerinden Waldorf-Astoria’da Oscar Tschirky adlı kişi tarafından yapılmış. Bu otelde kalmayan Amerikan başkanı neredeyse yok gibi. Dolayısıyla salatayı yemeyen de. Günümüzde hâlâ Waldorf Hotel’in menüsünde en çok ilgi gören yiyeceklerden biri waldorf salatası.

Zamanla ceviz, kuru/yaş üzüm, nektarin, maydanoz hatta tavuk ve karides gibi ürünlerle zenginleştirilse de orijinal tarifinde yalnızca kırmızı elma, kereviz ve mayonez yer alıyor. Günümüzde kimileri mayonez yerine yoğurt kullanıyor, kimileri de her ikisini. Tercih damak tadınıza kalmış. Bu arada kerevizin dilerseniz sapını dilerseniz kendisini de kullanabilirsiniz. Waldorf Hotel’in excutive şefi David Garcelon, artık mayonez kullanmadıklarını söylüyor. Yerine yoğurt ve ekşi krema tercih ediyorlar. Garcelon, yoğurla yapılan salatanın daha hafif ve sağlıklı olduğu görüşünde. Alışılagelmiş waldorf tariflerinden ziyade Garcelon salatasının süslemesinde şeker, yumurta beyazı, rezene tohumu, tatlı/acı kırmızıbiber ile harmanlayarak fırınladığı ceviz kullanıyor. Sosunda ise yoğurt, ekşi krema, limon suyu, black truffle denen bir bitki rendesi ve beyaz biber tercih ediyor. Ana malzemelerde de kereviz, kırmızı ve yeşil elma, yaş üzüm ve yeşillik kullanıyor. Ben kendi damak tadıma uygun olanın tarifini paylaşıyorum. Nasıl yapacağınıza karar vermek ve salatanızı çeşitlendirmek size kalmış.

Waldorf salatası

malzemeler

1 elma (yeşil ya da kırmızı, ikisi de olur)

Orta büyüklükte bir adet kereviz

2 yemek kaşığı mayonez (yerine zeytinyağı da olabilir)

1 çay bardağı yoğurt

3 yemek kaşığı limon suyu

Tuz

Beyaz biber (Yoksa karabiber)

Süsleme için: Birkaç adet ceviz ve üzüm (Arzuya göre salatanın içine de ilave edilebilir.)

Hazırlanışı: Elmayı ve kerevizi uzun ince şekilde rendeleyin, (küp küp doğrayabilirsiniz) cam derin bir kaba alın. Ardından yoğurt, mayonez, limon suyu, tuz ve beyaz biberi ayrı bir kâsede çırpın. Daha sonra elma ve kerevizin bulunduğu kaba ekleyin. Güzelce harmanlayın. Servis tabağına alın. Tabağın ortasına kalıbı yerleştirin. İçine salatayı ekleyip şekil verin. Kenarlarını üzüm ve cevizle süsleyin. Afiyet olsun.

Not: Elma ve kerevizin kararmaması için sosu hazırlarken üzerine bir miktar limon suyu dökebilirsiniz. Ayrıca salatanın lezzetini koruması için sos dengesine dikkat edin. Yoğurdu ya da limon suyunu abartmamaya özen gösterin mesela. Sunum için illa da kalıp kullanmanıza gerek yok marul çanağında da servis edilebilir.

Viewing all 3284 articles
Browse latest View live