Quantcast
Channel: ZAMAN-PAZAR
Viewing all 3284 articles
Browse latest View live

Bir istihbarat faciası: Uludere katliamı

$
0
0
Uludere’de 34 kişinin savaş uçaklarıyla bombalanmasının üzerinden 3 yıl geçti.Diyarbakir Cumhuriyet Başsavcılığı’nca açılan soruşturma 11 Haziran 2013’te ‘görevsizlik’ kararı verilerek Askeri Savcılığa gönderildi. Askeri Savcılık ise 7 Ocak 2014’te ‘takipsizlik’ kararıyla dosyayı kapattı. 34 sivilin ölümünden hiç kimse ‘sorumlu’ değildi! Ölen öldüğüyle kaldı… Köylülerin ‘terörist’ olduğu yönünde ‘istihbarat’ veren milli kaynaklar hiçbir zaman deşifre edil(e)medi. Bugün hâlâ ‘milli’ istihbaratın kaynağı, ‘vur’ emrini kimin verdiği bilinmiyor… Bilinen tek şey 34 kişinin bombalanarak öldürüldüğü ve bu olayın ardından terör örgütüne yönelik operasyonların bıçak gibi kesildiği…İNTERAKTİF İÇİN TIKLAYINIZ>>

[Kuş Bakışı] Kokpitte ‘selfie çekmek’ yasaklandı!

$
0
0
Yolculuk yapan tanınmış isimler ile uçuş ve kokpit ekibinin yakınlarının ‘kaptan köşkü’nde çektirdikleri hatıra fotoğrafları, Sivil Havacılık Genel Müdürlüğü’nü harekete geçirdi. 11 Eylül saldırısının ardından getirilen yasaklar, daha dikkatli takip edilecek.ABD’de meydana gelen 11 Eylül saldırıları sonrası yasaklanan kokpite girişler konusunda, son dönemde yine zafiyet yaşanmaya başladı. Sanatçı, manken ve sporcuların yanı sıra uçuş ve kokpit ekibinin yakınları veya tanıdıkları tarafından sık sık ziyaret edilen ‘kaptan köşkü’nde, hatıra fotoğrafı çektirmek (selfie) isteyenlerin sayısındaki artış Sivil Havacılık Genel Müdürlüğü’nü (SHGM) harekete geçirdi. Kurum, gelen şikayetler ve denetimlerde gözlenen eksiklikler üzerine havayolu şirketlerini bu konuda bir kez daha uyardı.BİN TL CEZA KESİLDİSHGM, geçen ay gerçekleştirdiği ‘kokpit yol boyu denetimlerinde’, ilk cezasını kesmişti. Kontrollerde, 10 bulgu tespit edilen pilotu uçuştan çeken kurum, sosyal medya üzerinden yaptığı açıklamada da cezalı duruma düşmemek için kokpit kapısının kapalı olması ve kokpite sadece görevlilerin girişine izin verilmesi gerektiğine dikkat çekti. Kurum bu şartları ihlal eden personele bin TL ceza uygulanacağını açıkladı. EŞİNİ KOKPİTE ALINCA İŞTEN ÇIKARILDIPilotlar, kokpite girmek isteyen yolcuların asıl niyetinin kesin şekilde bilinememesi nedeniyle yasağın tavizsiz uygulanmasının istendiğini ifade ediyor. Ayrıca kokpite giren yolcuların, uçuş ekibinin dikkatini dağıtacağı ve görevlerini tam anlamıyla yerine getiremeyeceği endişesi de, yasağın uygulanmasındaki en önemli nedenlerden biri olarak gösteriliyor. Hava yolu şirketleri bu yüzden yasağa uymaya özen gösteriyor. Bazı özel havayolları ise uyguladıkları katı kurallarla dikkat çekiyor. Örneğin uçuşta eşini kokpite alan pilot hakkında disiplin soruşturması açan bir şirket, çalışanının iş akdini ise feshetmişti. KAMERALI ÇELİK KAPIKokpite giriş yasağı, 11 Eylül saldırıları sonrası başladı. Terör örgütü elemanları, 2001’de 11 Eylül günü kaçırdıkları yolcu uçaklarını, New York’taki İkiz Kuleler ile ABD Savunma Bakanlığı Pentagon’a çarptırmıştı. Eylemde, İkiz Kuleler’de 2 bin 606, Pentagon’da 125 ve uçaklardaki 246 kişi hayatını kaybetmiş, 19 teröristle 2 bin 996 kişi ölmüştü. Olay sonrası başta ABD olmak üzere diğer ülkelerdeki havalimanlarında güvenlik uygulamaları en üst seviyeye çıkarıldı. Uçaklarda ise kokpite girişler yasaklanırken, kameralı çelik kapılar monte edilmeye başlandı.MANKEN KOKPİTTE UÇTUUçakta sigara yasağı sonrası ‘kokpitte sigara içtiğini’ itiraf eden birçok sanatçı, manken ve futbolcu olmuştu. Türkiye ikinci güzeli Senem Kuyucuoğlu da, Kanaltürk’te 2009 Temmuz’unda yayınlanan ‘Uçuş Keyfi’ isimli havacılık programında ilginç itiraflarda bulundu. KKTC’ye defile için gittiği seyahatte kokpite davet eden pilotun kendisi için manevra yaptığını anlatan Kuyucuoğlu, “Uçak sallandığında çok hoşlanıyorum.” dediğini ve bunun üzerine pilotun, uçağın burnunu aşağı indirip yukarı kaldırdığını iddia etti. Bu yüzden uçakta sarsıntı yaşandığına dikkat çeken Kuyucuoğlu, “Gerçekten çok eğlendim. Bayağı komikti.” demişti. Bilet ve uçak maketi dağıttılar Havayolu şirketleri, yeni yıla girerken yolcularına sürpriz yapmayı unutmadı. Atlasjet Havayolları, Antalya ve Adana’dan gelen yolcularına Atatürk Havalimanı’nda maket uçak dağıttı. Pegasus Hava Yolları’nda sürpriz kutlama ile misafirler, 2015’e bulutların üzerinde ‘merhaba’ dedi. THY, 2014’teki son yolcusu Azerbaycanlı Bayram Aliyev ile 2015’in ilk yolcusu İranlı Roya Pourali’ye, gidiş-dönüş bilet hediye etti. Borajet Havayolları da, iç hatlarda uçan tüm misafirlerine bilet dağıttı. Nasuh Çetin, İzair’in başına geçti Pegasus Hava Yolları’nın İzmir’deki bağlı ortaklığı İzair’in yeni genel müdürü, 25 yıllık deneyimiyle Türkiye, ABD ve Avrupa’da birçok üst yönetim rolü üstlenen Nasuh Çetin oldu. 2013’ten bu yana Pegasus’ta iştiraklerden sorumlu genel müdür yardımcısı olarak çalışan Çetin, yeni görevine bu ay başlayacak. Bu arada eski genel müdür Gürol Yüksel ise emekliye ayrıldı.

Yıldız futbolcudan iyi teknik adam olmaz mı?

$
0
0
Slaven Bilic, Beşiktaş’taki başarısından dolayı takdir toplarken renkli kişiliği, ilginç davranışlarıyla da gündemde. O sadece Siyah Beyazlıların değil tüm futbolseverlerin gözdesi haline gelirken futbol üzerine düşüncelerinin önemini de fark ettik. Özellikle ‘yıldız futbolcudan iyi teknik adam olmaz’ şeklindeki basmakalıp söze getirdiği yorum epeyce zihin açıcı.Slaven Bilic, ülkemizdeki ikinci sezonunda kendini herkese sevdirmeyi başardı. O, 6 yıllık Hırvatistan Milli Takımı döneminden sonraki Rusya serüvenini erken noktalayıp Beşiktaş’a geldi. Hukuk okumuş bir rokçu olarak ilginç özelliklere sahip biri, Hırvat hoca. Sıcakkanlı kişiliği, sıradışı davranışlarıyla sadece Beşiktaşlıların değil neredeyse memleketin en sevdiği adamlardan biri durumuna geldi.Bilic’in bir dergiye verdiği röportajda söylediklerini konu etmek istiyorum bu yazıda. Çünkü bizim memlekette bitmez-tükenmez boş konuşma konularından birine getirdiği yorum zihin açıcı nitelikte. Basmakalıp biçimde anlatılan bir konuyla ilgili sözleri, futbola bakışımızdaki yavanlığı ve kısırlığı da ortaya koyuyor aynı zamanda. Futbol üzerinde düşünmenin ne olduğunu çok iyi anlatıyor.Tam olarak nasıl söylediği çok önemli değil hatta sözlerin önemli yönleri çeviride kaybolmuş da olabilir. Kendisinin yıldız bir futbolcu olmadığını kabullenmesinin yanında bugün Beşiktaş’ın teknik direktörü olabilmesinde bunun önemli bir payının bulunduğunu söylemesi çeşitli bakımlardan çok önemli. Yıldız bir futbolcu olmadığı için oyun üzerinde futbolculuk yıllarından itibaren çok düşündüğünü söylüyor Bilic.Bu da bizi ‘yıldız futbolcudan iyi teknik direktör olmaz!’ sözü üzerinde düşünmeye götürüyor. Futbolla ilgili sayılamayacak kadar çok basmakalıp laflardan biri bu. Gerçekten de dünyada ve Türkiye’de yıldız futbolcuların önemli bölümü teknik adamlıkta başarı sağlayamadı. Tamam, bu kadarını anlamak zor değil. Peki, bu niye böyle? Bunca yıldır bu memlekette futbol üzerine yazılmış hemen herşeyi bulup okumaya çalışmış biriyim. Onbinlerce sayfa yazı ve yorum içinde bu konu üzerinde düşünüldüğüne dair en küçük bir bilgiye bile sahip değilim. Sürekli aynı cümle tekrarlanıyor ama önü arkası yok. Yıldız futbolcudan iyi teknik direktör olmaz! O kadar... Nedeni, niçini, nasılı, bir açıklaması bulunmuyor.İlk kez bu konuda Bilic’in dişe dokunur birşeyler söylediğini görüp zıpladım! Yaklaşık olarak diyor ki: Ben vasat bir futbolcuydum. O nedenle oyunculuk zamanında bile futbol üzerinde çokça düşünürdüm. Neyi iyi yapamıyorum? Daha iyi olmak için ne yapmam gerekir? Takım oyunuyla ilgili olarak nelere dikkat etmeliyim. Arkadaşlarımla uyumumu nasıl geliştirebilirim?.. Konunun öteki yönünü de atlamıyor: Yıldız futbolcu oyunla ilgili olarak pek düşünmeye gerek duymaz. Çünkü gerekli olan hemen herşeyi rahatlıkla yapabilir. İyi çalım atar, pas verir, şut çeker, gol atar. Bunları herkesten iyi yapabilmesinin yanında niye böyle olduğu üzerinde düşünmez. Ancak teknik adamlık döneminde bunlar ve başka bir yığın sorunla karşılaşır ve sıkıntı çeker.Başarılı olanlar da az değilİşte budur! Yıldız futbolcuların iyi teknik direktör olup olamamasıyla ilgili olarak 50 yıldır işittiğim ya da okuduğum en önemli sözlerin bunlar olduğunu söyleyebilirim. İyi bir teknik adamın en önemli vasıflarından biri, futbol üzerinde düşünmektir.Ayrıca istisnalar da yok değildir. İşte futbol tarihinde gelmiş geçmiş en iyi 10 oyuncu arasında rahatlıkla gösterilebilecek olan Cruyff, Beckenbauer ve Zico’nun teknik direktörlüklerinin başarılı olmadığını kim söyleyebilir? Özellikle Beckenbauer’in Dünya Kupası kazanmışlığı varken… Cruyff’un bugünkü Barcelona’nın temelini atan adam olduğunu kim inkar edebilir?Bitmedi, bizim memleketin şu anda en önemli üç teknik adamını Fatih Terim, Mustafa Denizli, Şenol Güneş diye sıralamamıza pek kimse itiraz edemez. Onlar aynı zamanda memleket futbolunun bugüne kadar yetiştirdiği en büyük yıldız futbolcular arasında da yer alır. Demek ki bu basmakalıp lafın sadece istisnaları var demekle kalamayız, pek doğru bir değerlendirme gibi görünmediğini bile rahatlıkla söyleyebiliriz.Futbolun buna benzer pek çok boyutu üzerinde çok az düşünülen ama inanılmaz derecede çok konuşulan bir ülkede yaşıyoruz. Bu, ‘ne yapalım, biz böyleyiz’ diye geçiştirilebilecek bir konu değil. Bugün futbolda yaşadığımız çıkmazların temelinde böyle bir düşünme yetersizliğinin bulunduğunu inkar edebilir miyiz? Bunu anlamadan hiçbir yere varamayız. Bilic de bize bunu anlatıyor.Hayır, onun kimseye ders vermek gibi bir derdi yok. Sadece kendisinin nasıl teknik direktör olduğunu ve Beşiktaş’ın başına gelmesini sağlayan sürecin nasıl işlediğini anlatıyor. Bunu, “Yıldız olsam Beşiktaş’ın başına geçemezdim” şeklinde ifade etmiş olması da çok önemli değil. Bize futbol üzerinde düşünmenin ne kadar farklı ve yararlı bir durum olduğunu göstermesi önemli. Centilmenlik kaç para eder! Veli Kavlak’ın Adana Demirspor maçındaki hareketi sadece geçen haftaya değil bu sezonun Ziraat Türkiye Kupası’na da damgasını vuracak kadar güzel ve önemliydi. Yetiştiği ülke olan Avusturya’da belki çok da üzerinde durulmayacak türden doğal bir sporcu yaklaşımını ortaya koysa da trafikte yol verme gibisinden durumlar nedeniyle rahatlıkla insanların öldürülebildiği bir ortamda onun yaptığının değeri ve önemi tartışılmaz.Nitekim sonrasında hemen bize özgü tartışmalar başladı. Efendim, Veli böyle bir hareketi derbi maçta yapabilir miydi de bilmem neydi… Kendilerini herkesten akıllı ve önemli sanan bu sosyal medya maymunları hemen sahneye çıkıp muhteşem fikirleriyle bizleri etkilemeye çalışıyor. Yazıp söyledikleri de hep böyle saçmalıklar. Böylesine güzel bir hareket karşısında söyleyebilecek iyi bir sözüm yoksa susayım bari diyebilenler bile çok az.Ülke ortalamasının çok ötesinde gerçek bir centilmen olan rahmetli Özhan Canaydın’ın bu konuda çektiği çilenin yakın tanıklarından biri olarak, Veli’nin davranışını buradan ayakta alkışlamayı görev sayıyorum. Onun gibilerin varlığı bu zehirli ortamı güzelleştirmeye yeter mi bilmiyorum ama hiç değilse derin bir soluk almamızı sağlıyor...

Yakın Dönem Türkiye’nin Fotoğrafı

$
0
0
70’li yılların sonu ve 80’li yılların başı, günümüzden çok daha farklı bir siyasi yapılanmayı barındırmaktaydı. Türkiye’deki siyasi dalgalanmalarla birlikte yalnızca ekonomik hayatta değil, kültür ve sanatta da köklü değişimler yaşanıyordu. Belgesel fotoğrafçılığın, sosyal-belgesel bir yapı üzerinden önem kazandığı bu dönem, Türkiye’deki fotoğrafçıların ya yaşadıkları şehrin günlük değerlerini ya da çoğu kez tarihsel (bazen de arkeolojik) tarihî dokuyu terkilerine alarak fotoğraflarını oluşturdukları günlere karşılık geliyordu. Anadolu gerçekten de büyük bir hazineydi. Köyler, kasabalar, tarlalar, ovalar, dağlar ve tarihî kalıntılar, çekilecek fotoğrafların mekân bağlamında yapısını da belirliyordu. “Kim”den önce “neresi” sorusunun önem kazandığı bu dönemde fotoğraf, coğrafi anlamda koordinatlarıyla değer buluyordu. O günlerde bilgisayar yoktu, sokaklar vardı. Çocuklar parklarda, ağaçların tepelerinde oynar, seyrek geçen arabaların verdiği izinle sokak aralarında dökme plastik topların peşinden koşarlardı. Tamirci çıraklarının sabırsız ikindileri, emeklilerin eve dönüş telaşları, troleybüs şoförlerinin seyir halindeki araçlarının klasik deyimiyle boynuzu çıkacak endişesi vardı. İnsanların çoğu bayramlarda tatile gitmezlerdi. Maytaplar, mantarlar, torpiller patlatılır, kızkaçıranlar çocukları kovalardı. “Belle Epoque”, 40-50 yaşlarındaki bir yetişkinin en az 30 yıl öncesine karşılık geliyordu. Sabit Kalfagil’in sanatını anlamak ve bir mantık bütünlüğü içinde çektiği fotoğrafların analizini yapmak için, ister istemez bizi o günlerin şartları doğrultusunda bugünlere getiren kültürel yapılanmanın önkoşullarını saptamamız gerekecektir. Türkiye’nin sürekli değişen siyasi/iktisadi yapısı, özü aynı kalsa da kırılgan coğrafyası ve topografik özelliği, Sabit Kalfagil fotoğraflarında yalnızca bir fon olarak yer almakla kalmamış, fotoğrafın sihirli anlarını güçlendiren mekân/uzay olarak görevini de yerine getirmiştir. KİTAP: SABİT KALFAGİL, Eczacıbaşı Fotoğraf Sanatçıları Dizisi

Zombilerin çizgi romanı çıkmış duydun mu?

$
0
0
Çizgi romanlar sinemadan sonra televizyon ekranlarında da daha sık boy göstermeye başladı. Dünya genelinde milyonlarca kişi tarafından takip edilen popüler Amerikan dizileri arasında kült çizgi romanlardan uyarlanan yapımların sayısı artıyor.Halit Ziya Uşaklıgil'in Aşk-ı Memnu adlı eserinin diziye uyarlandığı ve dizinin reyting rekorları kırdığı sıralarda ilginç bir haber okumuştuk. Şehir efsanesi miydi bilinmez ama doğru olması da kuvvetle muhtemeldi. Haberde kitapçılara gidip 'Aşk-ı Memnu'nun kitabı çıkmış, sizde var mı?' diye soran gençlerin varlığından bahsediliyordu. Aslında çok da şaşırtıcı değildi bu gelişme. Tipik bir 'sinemanın en çok da televizyonun basılı kültürü yenmesi' durumu yaşanıyordu. Bu durum, sadece edebi eserler için geçerli değil aslında. Benzeri yıllardır çizgi romanlar için de yaşanıyor. Birçok kişi Batman'i sinema filmi olarak biliyor. Gösterildiği dönemde gişe rekorları kıran V for Vendetta'nın aslında bir çizgi roman olduğunu ilgililerin dışında fazla kişi bilmiyor. Aynı eğilim şimdi sinemadan dizilere de kaydı. Özellikle belli bir yaş grubunun tabiri caizse 'çılgınlar gibi' takip ettiği Amerikan dizilerinin önemli kısmını çizgi romanlar oluşturuyor. Son dönemde çizgi romandan diziye uyarlanan yapımlar arasında en çok dikkat çekeni Türkçeye 'Yürüyen Ölüler' olarak çevrilen The Walking Dead. Amerikan AMC kanalında yayınlanan dizi, beş sezondur ekranlarda, ancak aslında Robert Kirkman tarafından 2003 yılında yazılmaya başlanan kült bir çizgi roman. Dizinin yayınlanmaya başlaması ile çizgi romanının satışlarının büyük oranda arttığı biliniyor. Ortada henüz dizi yokken hakkında 'gelmiş geçmiş en güzel siyah-beyaz çizgi roman' yorumları yapılan The Walking Dead, daha önce defalarca işlenmiş bir konuya, yani zombilere ışık tutuyor. Kaynağı bilinmeyen bir zombi salgınının tüm dünyayı etkisi altına alıp az sayıda insanın hayatta kaldığı bir zombi hikâyesi. Hayatta kalan az sayıdaki kişinin de yürüyen ölüler arasına katılmaları, bir zombi tarafından ısırılmalarına bakar. The Walking Dead'in zombileri konu edinen diğer yapımlardan çok daha fazla ilgi görmesinin sebebi ise aslında yapımın sadece bir zombi hikâyesi olmaması. Karakterlerin hayatta kalma mücadelesinde tek tehlikenin ölüler olmaması hayatta kalanların birbirleri için de risk oluşturması hikâyeyi izleyici ve okuyucu gözünde farklı bir yere yerleştiriyor.2010’dan beri devam eden çizgi roman uyarlamaları şu sıralar zirve dönemini yaşıyor. 2014-2015 sezonunda yayınlanan ve yakın zamanda yayınlanmaya başlayacak popüler dizilerin büyük kısmını çizgi-romanlar oluşturuyor. Bunlardan bir kısmını derledik... The Walking Dead The Walking Dead’in dizisinin bu kadar ilgi görmesinin yapımcıların dikkatini diğer çizgi romanlara çevirdiği söyleniyor. 2012’de gösterime başlayan “Arrow” dizisi, bu eğilimin sonucu. Dördüncü sezonu televizyon ekranlarında devam eden dizinin reytingi The Walking Dead kadar olmasa da iyi durumda. Çizgi roman sever televizyon izleyicileri ise daha eleştirel bakabiliyor. The Arrow, ilk kez 1941 yılında DC Comics’in çıkardığı çizgi roman karakterlerinden biri ve çoğunda olduğu gibi bir süper kahraman. The Flash Çok hızlı koşabilen bir süper kahramanın maceralarının anlatıldığı The Flash'ın diziye uyarlanması yeni bir durum değil. İlk olarak 1990-1991 yılları arasında Amerika'da 23 bölüm halinde ekranlara gelen dizi, Türk televizyonlarında da yayınlanmış ve beğeniyle takip edilmişti. 2007'de sinemada da gördüğümüz çizgi roman karakteri, bir kaza sonucu “süper hız” gücüne kavuşan Barry Allen. Klasikler arasında yerini alan çizgi roman, bir kez daha televizyon ekranlarında. Geçtiğimiz yılın sonlarına doğru ekrana gelmeye başlayan diziyi Arrow'un ekibi hazırlıyor. Agent Carter Çizgi roman yayımcısı Marvel’ın karakteri Agent Carter; dizi olarak ekranlara gelmek için gün sayıyor. Ajan Carter, Marvel’in ilk siyasi propaganda karakteri olan Captain America çizgi romanından uyarlanan bir karakter. ABC kanalında ekrana gelecek dizi, 1946 yılında geçecek ve gizli örgüt için çalışmaya devam eden Ajan Carter’ı anlatacak. Constantine Çizgi romanda korku türünün en iyi örneklerinden Hellblazer’dan uyarlanan dizi, 2104 yılı sonlarında ekranlara gelmeye başlayan bir yapım. İnsan görünümünde dolaşan melekleri ve iblisleri tanıma yeteneğine sahip John Constantine’in maceralarını konu edinen çizgi roman, 2005 yılında da sinemaya uyarlanmıştı. iZombie Yeni sezonun en çok dikkat çekmesi beklenen çizgi-roman uyarlamalarından biri de ilk olarak 2011'de DC Comics'in yayınladığı iZombie olacak. Aynı isimli çizgi romandan uyarlanarak çok yakında ekranlara gelecek dizi, zombiye dönüşen bir tıp öğrencisi olan Liv'i konu ediniyor. Yediği her beyinle cesedin sahibinin anılarına ulaşacak olan Liv, bu sayede bilinmeyen cinayetleri aydınlatacak. Jessica Jones Marvel şirketinin çizgi roman karakteri Jessica Jones da bu yılın başında ekranlara gelecek bir dizide boy gösterecek. Jessica Jones, aslında Alias serisinin karakterlerinden biri. 13 bölümden oluşacak dizide hem ses hızına yakın hızlarda uçma yeteneğine sahip bir süper kahraman hem de bir anne olan Jessica Jones’ın maceraları anlatılacak. Powers Oyun konsolu PlayStation’ın çıkaracağı ilk dizi olan Powers, aynı isimli çizgi romandan uyarlanacak. Dizi, süper güçlerin yer aldığı suçları araştıran iki dedektifi konu edinecek. Marvel’dan çıkan çizgi romanı yazan Brian Michael Bendis ve Michael Avon Oeming, Powers’ın yapımcı kadrosunda yer alacak. Gotham “Gotham” klasik Batman hikâyelerinin öncesi niteliğinde olan bir yapım ve genç dedektif James Gordon’un maceralarını konu ediniyor. Batman’in ileride karşı karşıya geleceği suçluların kökenine inecek dizi, defalarca sinemaya uyarlanan Batman çizgi romanından türetilen bir yan ürün niteliğinde.

PKK-Hizbullah gerginliğinde 90’lara mı dönüyoruz?

$
0
0
Kobani eylemleri ile patlak veren Hizbullah-PKK çekişmesi, bölgedeki gerginliği yükseltiyor. PKK’nın kendilerine yönelik saldırıyı artırdığını söyleyen HÜDA PAR çevreleri devleti sessiz kalmakla eleştiriyor.Türkiye çözüm sürecinin ne vaat ettiğini, hangi yollarla çözüme ulaşılacağını öğrenemeden, Güneydoğu 90’lı yılların korkulu rüyasına geri döndü. Kobani protestolarıyla patlak veren PKK-Hizbullah çatışması yaklaşık 20 yıl sonra yine sokaklara yansıdı. Karşılıklı restleşmelerle devam eden süreçte bölge halkının korkusu ölümlerin daha da artması. Peki 90’lı yılların sonundan beri şiddet eylemlerinde adı geçmeyen Hizbullah’ı yeniden gündeme getiren ne? İddia edildiği gibi Hizbullah, PKK’nın dindar halka baskısının artmasına karşı mı harekete geçti? En kötüsü ama birçoklarının aklından geçen ihtimal ise bütün bunlar bir iç savaşa zemin hazırlamak için mi?HÜDA PAR ve Hizbullah’a yakın çevreler, PKK’nın kendilerine saldırısına karşı devletin etkisiz kaldığı görüşünde. Bu yüzden kendi savunmalarını yapacağını bildirmekten çekinmiyor. En son Şırnak’ın Cizre ilçesinde HÜDA PAR üyelerine yönelik saldırılarda iki grup arasında olaylar çıktı. Saldırılar durduktan sonra bile YDG-H’nin uzun numlulu silahlarla gövde gösterisi yapması tepki çekti.Yine Batman’da HÜDA PAR’lı olduğu gerekçesiyle öldürülen 17 yaşlarındaki bir gencin ardından Hizbullah kanadı “Devlet asayişi sağlayamadığı için kendi önlemlerimizi alacağız.” minvalinde açıklama yapmıştı. Önlem alma kısmında ise malum sokak çatışmaları ortaya çıkıyor.Bölge nabzını yakından tutan kaynaklar iki tarafın da çatışmaları örgütlü gençler üzerinden yürüttüğünü düşünüyor. Kobani eylemleri sırasında açılan Sex Said Seriyyeleri, Hüseyni Fedaileri gibi bazı hesaplara da dikkat çekiliyor. Burada PKK’nın HÜDA PAR’a saldırılarının artmasından ve devletin sessiz kalmasından şikayet eden paylaşımlar dikkat çekiyor.Kimilerine göre ise devlet bu çekişmede kasten pasif kalıyor. Çünkü Hizbullah’ın PKK’ya kaşı örgütlenmesi menfaatine geliyor. PKK ise geçmişten beri bölgede kendi dışında bir egemenlik alanının oluşmasını istemiyor. Bu yüzden Hizbullah çevresine karşı açıktan tehdit unsuru olmakta bir mahzur görmüyor. En çok dile getirilen görüş ise PKK’nın artan saldırılarına karşı Hizbullah’ın savunmaya geçmesi, Kobani eylemlerinde ve sonrasında PKK’nın IŞİD bahanesiyle dindarlara yönelik baskıyı artırması bu fikrin temelini oluşturuyor.Her örgüt kendi asayiş birimini kurma peşindeİki örgüte karşı da mesafeli duran Batman kaynaklı haber sitesi Hür Bakış’ın Genel Yayın Editörü Behmen Doğu, böylesi kaos durumlarında ötekini anlama ve objektifliğin adeta buharlaştığını söylüyor. Hizbullah ve HÜDA PAR’ın, Kobani eylemlerinden sonra faturayı devlete, PKK, HDP ve YDG-H’ye kestiğini anlatıyor. Onlara göre devlet asayişi sağlayabilecekken yetersiz ve geç hareket etti. Tam da bu eylemler sırasında açılan Twitter hesapları ise tedirginliği daha da artırıyor. Doğu’ya göre Hizbullah Şex Said Seriyyeleri adlı yapının kendi oluşumu olup olmadığını netleştirmeli. Bugüne kadar yapıyı reddeden bir açıklama gelmemesi, Hizbullah’ın savunma amaçlı da olsa bir yapılanma hazırlığında olduğunu gösteriyor.YDG-H’nin bölgede zaten yeterince tahribata yol açtığını söyleyen Behmen Doğu, Seriyelerle birlikte sokaktaki gerginliğin katlanacağı görüşünde. Burada iki tarafa da düşen, söz konusu gençlik yapılanmalarını bir an önce feshetmek. HDP’ye Karadeniz illerinde yapılan ırkçı saldırıları hatırlatan Behmen Doğu, “Hiçbirimizin hatırlamak istemediği bir olaydı. O gün HDP’ye yapılan saldırıyı kınadık. Mağdur olmanın ne olduğunu iyi bilmesi gereken HDP, HÜDA PAR konusunda başarılı bir imtihan veremedi.” diyor. HDP’de başta Altan Tan gibi sağduyulu vekillerin ise makul bir iletişim zemini hazırlayabileceği görüşünde. Belki bu iletişim sayesinde Hizbullah daha yolun başındayken Sex Said Seriyelerini feshedebilir. Bu yapının kendileri ile ilgisinin olmadığını iddia ediyorlarsa, araya söylem düzeyinde de olsa net bir ifade koymalılar. Aksi takdirde bölge adına durumun vahim gözüktüğünü anlatan Doğu, şöyle devam ediyor: “Bölgedeki her örgüt kendi asayiş birimlerini kurma yoluna giderse kaostan başka bir sonuçla karşılaşmayacağız.”Devletin vaatlerinden nemalanmak isteyen gruplar artacakHizbullah’ın yeniden sahneye çıkmasını PKK’nın artan baskısına bağlayan bir diğer isim ise Mardinli gazeteci yazar Mehmet Sait Çakar. Ona göre örgüt halka baskıyı artırdıkça PKK karşıtlarının dozu yükseltmesi normal. Çakar, “Bu karşılıklı çekişme devletin PKK’ya iltimasını artırmasıyla devamlı olarak artacak.” görüşünde. Hizbullah’ın canlanmasını çözüm süreciyle de ilişkili bulan Çakar’a göre ufukta devletin verdiği bir söz varsa bundan PKK’nın dışındakilerin de nemalanmak isteyeceğini söylüyor. PKK’nın Kürt halkının tek temsilcisi olmadığı düşünüldüğünde ise bu paydaşların artması kaçınılmaz görünüyor.Zira bugün devlet, süreci sadece PKK çizgisinde sürdürerek vaatlerini bu minvalde belirliyor. İşte bu yüzden Çakar’a göre zamanla bu şiddet sarmalına sadece Hizbullah değil başka gruplar da eklenecek. Tek hakim güç olduğunu kabul ettirmek isteyen bir PKK gerçeği karşısında bunun aksini iddia edenler sesini yükseltmeye başlayacak. Taraflar bu iddialarını güçlendirmek için gerginliği günden güne artırırken olan bölge halkına olacak. Akıllara gelen soru ise bütün bu süreçte devletin nerede konumlandığı. Çakar’a göre bu senaryonun bir ayağı da devlet zaten. Zira devletin bu senaryoda kendisine susma rolü verdiğini düşünüyor. “Devlet burada pasif kalarak her iki tarafın da birbirini vurmasından, güçsüzleştirmesinden nemalanıyor.” diyen Çakar, bu yüzden şiddeti engellemediğini düşünüyor. Sokaklarda Mobese’lerin çalışmamasını, polisin göreve çıkmamasını ve ölümlerin faillerinin aydınlatılmamasını buna kanıt sayan Çakar şöyle devam ediyor: “İki tarafın birbirini yok etmesi, üçüncü tarafın yani devletin aynı 90’lardaki gibi lehinedir.” Ona göre devlet, Kobani’nin PKK tarafından fırsata dönüşmesine izin verdi. Şiddetin dozunu görebilmek, PKK’nın halkın üzerindeki şiddet seviyesini ölçmek için sessiz kaldı.Hizbullah siyaset sahnesine nasıl çıkmıştı?Hizbullah’ın bugün geldiği noktayı değerlendirmek adına örgütün siyasi alana nasıl girdiğini hatırlamakta fayda var. Bugün HÜDA PAR her ne kadar Hizbullah ile aynı gösterilmek istemese de kamuoyunda birlikte anılıyor. Örgüt, lideri Hüseyin Velioğlu öldürüldükten sonra silahlı eylemleri bırakmıştı. Hizbullah davasından tahliye olanlarla örgüt sempatizanları ise 2000’li yılların başında Mustazaf-Der ile sahneye çıktı. Dinî etkinliklerle adından söz ettiren grubun Diyarbakır ve çevre illerde düzenledikleri mevlit mitinginde yüz binlerce insan toplandı. Bu denli kalabalık mitingler, PKK-HDP ve AKP’den sonra “Bölgede üçüncü aktör mü geliyor?” sorusunu akıllara getirdi. Mustazaf-Der’in kapatılmasından kısa bir süre sonra ise hareket, Hüda-Par ismiyle siyaset alanına girdi. Ancak mevlit mitinglerinde yüz binleri meydanlara toplayan Hizbullah çevresi, partide umduğu ilgiyi bulamadı. Nitekim geçtiğimiz yerel seçimlerde bölgedeki oy oranı neredeyse MHP’nin bile altındaydı. Bölgeyi iyi tanıyan çevreler, alınan düşük oyu Hizbullah’ın kötü imajına bağlıyor. Öte yandan HÜDA PAR ve kendisine yakın dernekler kurulduğu ilk günden bu yana uğradığı saldırılardan PKK’yı sorumlu tuttu. Her ne kadar HDP ve PKK üstlenmese de YDG-H, Twitter hesapları üzerinden Hizbullah çevresine yapılan saldırıları üstlenmeye başladı. Kobani eylemlerinde HÜDA PAR’a yönelik tahribatın artması ise bardağı taşıran son damla olarak görülüyor. İşlenen onlarca cinayetin ve yağma hadiselerinin failleri bugün hâlâ öğrenilmiş değil.

Helikopter gibi başımda dönüp durmayın!

$
0
0
Aile var, helikopter aile var. Çocuklarına aşırı bir şekilde odaklanıp her şeyi onların yerine yapan ebeveynler için kullanılıyor ‘helikopter’ tabiri. Onların iyiliği için yaptığımızı zannettiğimiz şeyler, özgüvensiz çocukların yetişmesine sebep oluyor.Bir insanın, anne ya da baba olduktan sonra tüm hayatı değişir. Gündelik yaşam tarzı çocuğa endeksli hale gelir. Çocukları üzerindeki endişeleri ise hiç bitmez. ‘Acaba resim ödevini yapabilecek mi?’, ‘Okulda başına bir iş gelir mi?’, ‘Yemeğini kendisi yiyemez, en iyisi ben yedireyim’, ‘Aman üzülmesin, eksiği gediği olmasın’ ve bunlar gibi pek çok düşünce zihnini kemirir durur. Bu endişeleri kendilerine verilmiş bir görev olarak addederler. Şüphesiz yaşadığımız bu çağ, bugün biraz daha tekinsiz. Aileler de haliyle çocuklarına pimpirikli davranabiliyor. Fakat bu konuda sınırı aşanlar da yok değil ve onların bir de ismi var: ‘Helikopter aile’Helikopter aile kavramı ilk defa Foster W. Cline ve Jim Fay tarafından 1990 yılında kullanılmış. Ortaya çıkış hikâyesi ise oldukça basit. Bir çocuğun, ‘annem başımda helikopter gibi dönüyor’ şikâyetiyle başlamış her şey. Helikopter ebeveynler; çocuklarının başından ayrılmayan, her şeylerine yetişmeye çalışan, kişiliklerine müdahale eden ve bu konuda yorulmak nedir bilmeyen anne-babalar olarak tanımlanıyor. Çocukların sosyal hayatlarından tutun da üstlenmesi gereken sorumlulukları da yerine getiren ve her sorunu onlar adına çözmekten mutlu olan ailelerden bahsediyoruz. Son zamanlarda ise psikolog ve pedagogların kapısı helikopter aile vakaları sebebiyle oldukça fazla çalınıyor. Aileye bağımlı çocuklar yetişiyorPedagog Ali Çankırılı’ya göre, çocuklar adına sorumluluk alan, onlar için neyin doğru neyin yanlış olduğuna karar veren, başlarına bir kaza gelmemesi için koruyup kollayan ailelerde çocuklar aileye bağımlı hale geliyor. Bu çocuklar yanlış yapma korkusuyla sorumluluk almak istemiyor, karşılaştıkları sorunları anne-babanın yardımı olmadan kendi çabalarıyla çözemiyor. Kendilerini ilgilendiren bir konuda anne-babaya danışmadan karar veremiyorlar: “Anne-baba tarafından, özellikle koruyucu ve kuşkucu anneler tarafından her ihtiyacı karşılanan, ‘sen yiyemezsin ben yedireyim, sen giyemezsin ben giydireyim, bak şöyle yapacaksın, bak şöyle diyeceksin’ diye hazıra alıştırılan, ‘atlama düşersin, koşma terlersin’ diye korunup kollanan çocuklarda ‘öğrenilmiş çaresizlik’ adını verdiğimiz bir kişilik ortaya çıkıyor. Bu çocuklar yeteneklerinin farkına varamıyor. Duygularını tanıyamaz, duygu yönetimi ve dürtü kontrolü yapamaz hale geliyorlar.”Çocuğun gelişim aşamalarında bir veya daha fazla alanda gelişimi, büyümesi gerçekleşiyor. Oysa bu süreçlerde sürekli rol alan, çocuk adına bunları yapan ve kendince çocuğu koruyan, ebeveynler gelişime bir ket vurmuş oluyor. Aileler, çocukları yerine emek verdiklerinde onların ihtiyacı olan başarı da gelmiyor. Yani aslında çocuğunu koruyarak, onun yerine sorunları çözerek, kendince hayatı çocuğuna kolaylaştırarak anne-babalar aslında bir ilerlemenin önünü tıkamış oluyor. Çocuğa helikopter olarak, yani etrafında dört dönerek çocuğun kendini keşfini engellemiş oluyorlar bir nevi. Çocukluk döneminde herhangi bir sorunla karşılaşmayan biri de sorunun karşısında ne yapacağına dair bir çözüm araştırma yetisini geliştiremiyor. Çocuk, bir şeyleri başarabildiğini görsünHer bir gelişim basamağında çocuğun yapması beklenen şeyler var. Bunlar zor gibi görünse de çocukları duygusal olgunluğa eriştiren ve onları büyüten aşamalar. Bu büyüme ise sorun çözme becerilerinin olgunlaşmasıyla gerçekleşiyor. Psikolog Yasemin Eyüpoğlu’na göre, sorun çözebilen bir çocuğun ego/kimlik/benlik gelişimi de olgunlaşıyor. Kendi işini elinden geldiğince kendi yapabilme, bir çözüm üretebilme ve bir sorunu sonlandırabilme, çocuğun var olan potansiyelini ortaya koymasına vesile oluyor. Dolayısıyla özgüvenini geliştiriyor ve farkındalığını artırıyor. Yetişkinin çocuğu aşırı bir şekilde koruması ise çocuğun sağlıklı bir ego gelişimiyle büyümesini engelliyor. Mesela yalnız başına uyumaya geçebilme, odasının ayrılması, yemeğini yiyebilme, çantasını taşıma, merdivenlerden inip çıkma gibi basit görülen şeylerin her birinde çocuk için başlangıçta bir zorluk olabiliyor. Fakat bunları yapmak çocuğu güçlendiriyor. Yalnız kalma kapasitesi ile kendini ifade becerisi artıyor, bedensel olarak güçleniyor ve başarabildiğini görmek çocuğu mutlu hissettiriyor. Çözüm; cesaretlendirmek, teşvik etmek ve dengeli olmaktaBir çocuğun diliyle meramını anlatıncaya, yani ortalama üç yaşına kadar anne ve babanın yardımına ihtiyacı var. Bu yaştan sonra ise onlara ufak görevler verilerek bir şeyleri yapabilecekleri düşüncesi aşılanmalı. Pedagog Ali Çankırılı’ya göre, ebeveynler çocuklarını iki yaşından itibaren yavaş yavaş yemeğini kendi başına yiyebilecek, elini yüzünü yıkayabilecek, tuvalet ihtiyacını giderebilecek şekilde cesaretlendirmeli ve teşvik etmeli: “Tarihe geçmiş büyük insanların hiçbiri başarı merdivenlerini eli cebinde çıkmamış. ‘The Way Less Travelled’ adıyla ilginç bir kitap okumuştum. ‘Az Gidilen Yol’ olarak tercüme edebileceğimiz bu kitabın giriş kısmında yazar şöyle diyordu: Allah’ın lütfu bütün insanlara açıktır, ancak çok azı ondan istifade edebilir. Çünkü lütfa giden yol zorluklarla, engellerle ve dikenlerle kaplıdır. Bunları göze alabilen, sabırla ve azimle yoluna devam eden lütfa kavuşur. Mevlânâ bu gerçeği çok veciz bir şekilde anlatır: Hamdım, piştim, yandım.”Psikolog Yasemin Eyüpoğlu ise çözümün dengede saklı olduğunun altını çiziyor: “Hiç üzülmemek hayatın hakikati mi? Ya da bazı zahiri üzülmeler (oyunda yenilmek, istediği oyuncağın alınmaması) sonuç itibarıyla başka bir olumlu duyguyu çocuğa ya da bize vermiyor mu? Bunları kâr-zarar dengesi olarak ele almak gerekiyor. Onların üzerinde birer helikopter olarak değil, sessiz bir gemi olabiliriz ancak. Arkadaki gözetleme kulesi bir nevi. Varlar, takipteler, ama arkadalar.” Yardım istemedikçe müdahale etmeyin Çocuğun yaş gelişim özelliklerini uzmanlardan öğrenmeli. Beş yaşında bir çocuk neyi yapabilir neyi yapamaz bilmeli.Onlara bilmediklerini öğretmeli, yapamadıklarında desteklemeli, henüz yapamayacakları için de rehber olarak yol göstermeli.Onun yerine yaparak değil, ona rol model olarak, ihtiyacı olan ortamı sağlayarak onu desteklemeli.Ebeveyn olarak uzaktan izlemeli, yardım istemedikçe müdahale etmemeli.Üzülmesin diye değil, üzüleceği bir durum ortaya çıktığında bununla nasıl baş eder diye uğraşmalı. Buna çözüm bulmasında yardımcı olmalı.Onların yerine yaparak, çözerek ellerini kollarını bağlamamalı. Aksine ellerini kollarını nasıl kullanacaklarını öğretmeli.Çocuk yardım istemedikçe derslerine karışmamalı.

[Haftanın Albümleri] Mustafa Ceceli ‘Kalpten’ söylüyor

$
0
0
Mustafa Ceceli, yeni albümü Kalpten’i müzikseverlerle buluşturdu. Ceceli’nin yeni albümünde 14 şarkı bulunuyor. Bu çalışmada da Sezen Aksu’nun sanatçıya desteği devam ediyor. Albümde dört Sezen Aksu şarkısı yer alıyor. Aksu’nun oğlu Mithat Can Özer de Ceceli için bir şarkı yazmış. Ravi İncigöz, Hüseyin Boncuk, Sadık Karan gibi önemli bestecilerin de şarkıları var. Tüm şarkıların düzenlemesi ise müzisyene ait. Albümdeki şarkıları ‘Sonsuza yolculuk ederken kendi dünyamdan sızanlar’ diye tanımlayan Ceceli, bu çalışmada iki tane de Azeri şarkısı yorumlamış. Kalpten, Ceceli’nin yorumunu bir basamak daha yukarıya taşıdığı bir çalışma. Kalpten - Mustafa Ceceli - dmc Müzik * Canlı Canlı PentagramPentagram, Türkiye’nin en tanınmış heavy metal grubu. 1987’de verdikleri ilk konserden bugüne dinleyicileriyle birlikte efsane olan topluluk, yeni konser albümleri Live MMXIV ile karşımızda. 10 şarkılı bir CD, 25 şarkılı bir DVD’nin yer aldığı ve iki buçuk yıl içinde gerçekleşen çeşitli konser kayıtlarından derlenen bu yapımda; Hakan Utangaç, Metin Türkcan, Tarkan Gözübüyük, Cenk Ünnü ve Gökalp Ergen’den oluşan Pentagram’a, klavye ve ses efektleriyle Ozan Tügen eşlik ediyor. Live MMXIV içindeki CD, grubun iki yıl önce yayınladığı albümün canlı versiyonu. DVD’de ise Küçükçiftlik Park Yavuzfest gibi konser çekimlerinden oluşan 23 canlı performansın yanı sıra iki video klip yer alıyor. Live MMXIV - Pentagram - Sony Müzik * Renan Koen’den ‘Kayıp İzler Gizli Anılar’Piyanist, besteci, soprano ve müzikterapist Renan Koen’in kendi aile hikâyesi üzerine kurguladığı ‘Kayıp İzler Gizli Anılar’ adlı albümü müzikseverlerle buluştu. İspanya’dan yola çıkarak Yunanistan, Anadolu, Mısır ve Ortadoğu’da geçen bu hikâyede sanatçı; Sefarad şarkılar seçerek, çeşitli oda müziği toplulukları için neredeyse yeniden besteledi. Temelini 15. yüzyıl İspanyolcasından alan ve daha sonra Osmanlı İmparatorluğu’nda yaşayan Yahudilerin konuştuğu Ladino/Judeo-Espanyol dilinin şarkılarla seyahat etmesi, Koen’i etkileyen önemli bir unsur olmuş. Müzisyen albümünde kalbe hitap eden, yumuşak ve dokunaklı, müzikal sürprizleriyle şaşırtan bir masal anlatıyor adeta. Kayıp Anılar Gizli Anılar - Renan Koen - Kalan Müzik

Müzikten de tasarımdan da vazgeçmem

$
0
0
Derin Sarıyer, hem ünlü bir tasarımcı hem de müzisyen. Geçtiğimiz günlerde yayınladığı single çalışmasıyla dinleyicilerin beğenisini kazandı. Sarıyer için tasarımda da müzikte de önemli olan; anı yaşamak ve içinde hakikat barındırması.Derin Sarıyer, ülkemizin önde gelen mobilya tasarımcılarından. Ünü çoktan Türkiye’nin sınırlarını aştı, uluslararası alanda da adından sıkça söz ettiriyor. Onun ismini bugünlerde çok farklı bir kulvarda da duymaya başladık. Uzun yıllardır müzikle ilgilenen Sarıyer’in geçtiğimiz günlerde yayınladığı ‘Güzel Şeyler Söylemek İsterdim’ isimli single çalışması dinleyicilerin beğenisini kazandı. Tasarım ve müzik dolu bir hayat yaşayan müzisyen, yakın bir zamanda albüm yayınlayıp sahneye çıkmak istiyor. Derin Sarıyer ile müzik, tasarım ve hayata dair bir söyleşi gerçekleştirdik.Müziğe olan ilginiz nasıl başladı?Müzik dinlemeye, müzikten duygulanmaya, neşelenmeye ve üzülmeye eğilimli biriydim. Babam eve çocukken bir mandolin aldı. 14 yaşında Saint Joseph Lisesi’nde okurken akustik gitar aldım. Bir sene boyunca dersler aldım. Kendi şarkılarımı bestelemeye başladım. Türkçe ve yabancı birçok şarkı dinledim.Beatles size büyük ilham kaynağı olmuş…Evet. Beatles’ı çok seviyorum. Onlarla ilgili önemli bir altyapım oluştu. Hatta ben Fransızca eğitim alıyordum. Şarkı sözlerinin üzerine çok gitmekten bir süre sonra İngilizcem Fransızcamdan daha iyi olmaya başladı. Beatles’in ilk dönemi kolaydır ama sözler gitgide zorlaşır. Beatles üzerine çok eğildim. Lisede bir grubumuz vardı. Birlikte müzik yaptık.Ünlü bir mobilya tasarımcısısınız aynı zamanda. Bu alana ilginiz nasıl oluştu?Mobilya tasarımı aile mesleği. Bizim evde mobilyalar sürekli değişirdi. Ben de küçük aklımla bunu normal bir şey sanırdım. Arkadaşlarım bizim eve gelip gitmeye başladıkça ve mobilyaların farklı olduğunu söyleyince ben de bunun farkına vardım. Babamın yanına gide gele konuyu öğrenmeye başladım. Çekirdekten yani. Yaz tatillerinde babamın yanında çalışırdım. Sonrasında işler gelişti ve mesleğim haline geldi. Şu anda Derin Design’in ortağıyım.Profesyonel olarak müzik yapma süreci nasıl gelişti peki?Günün birinde şarkılarımı insanlarla paylaşacağımı biliyordum. Bu duyguyu içimde hep taşıdım. Bu da beni hep heyecanlandırıyordu. Severek yaptığım bir mesleğim vardı ama yine de müzik hep benimleydi. Bugün yaptıklarımdan pişman olmayacağım bir noktaya geldim. 22 yaşında yaptığım bir demoyu şu anda yayınlamam. 39 yaşına geldiğimde artık zamanı geldi ve bu şarkıları paylaşmalıyım diye düşündüm.Müziğin tasarıma, tasarımın müziğe etkileri nasıl oluyor?2014 yılında yaşıyoruz. Hayatı anlamlandırmak istiyorsak bugünü yani şimdiyi anlatmam gerek. Geçmişe çok fazla anlam yükleniyor bence. Bir de geleceğin verdiği teselli ve umuda fazla yönelmek ve geleceği tasarlamakla ilgili düşünceler var. Ben bunları bugünle yüzleşmemek adına küçük kaçış noktaları olarak görüyorum. Biz bugünü yaşıyoruz. Zamanı anlatmak gerek. Tasarıma bakış açım bu. Müzikle bu düşüncenin arasında bir bağ var, hakikat ve gerçeklik barındırmasıyla ilgili. Fazlalıktan arınmış saf hali.Müzik yaparken en çok nelerden ilham alıyorsunuz?Öncelikle müziğin kendisinden aldığım ilhamlar var. Müzik dinliyorken tamamen konsantre olur, birçok şeyden alamadığım manevi tatmini alırım. Dinlediğim birçok şeyden etkileniyorum. Bir derdi olup kendi tavrıyla anlatan ozanlardan çok etkileniyorum ve bu duygu çok hoşuma gidiyor.Müzikal olarak hedefleriniz neler?İçsel bir hedefim var. Ne olursa olsun hayatımın sonuna kadar şarkı yazmak ve yayınlamak istiyorum.Bir gün hayatınızda müzik daha ağır basarsa tasarımdan vazgeçer misiniz?Benim hayatımda olmazsa olmazım, yapmazsam kendime ihanet edeceğimi düşündüğüm iki şey müzik ve tasarım. Birisi için diğerinden vazgeçmem. İkisini birbirinden ayıramam. Müzikle ilgili bir şey yapıyor olmak tasarıma olan bağımı da şevkimi de artırıyor. Birbirini destekliyorlar. Müzik için tasarımdan, tasarım için müzikten vazgeçmem.Bu piyasanın içinde kendinizi nereye konumlandırıyorsunuz?Bağlarım ve tanıdığım insanlar var. Ancak bu konuda bağımsız bir ruhum var. Yaptığım müzikte de böyle bir şey var. Ne içindeyim ne de büsbütün dışındayım bu dünyanın.Geri dönüşler nasıl?17 yıldır mobilya tasarımına emek veriyorum. O camianın içinde benim ismim de geçer. Öncelikle bu camia için sürpriz oldu. Olumlu ya da olumsuz eleştiriler bence yüksek bir frekanstan geliyor. Çok abartılı övgüler ve yergiler de var. Bunları gerçekçi bulmuyorum. Beni tanımayan insanların yaptığı yorumlar daha samimi ve saf.Sizi yakın zamanda sahnelerde görebilecek miyiz?Bir mekânda çıkabilecek donanıma ve altyapıya sahibiz. Şu an yayınlanmış şarkım az. Bilinen şarkıları çalıp sahneden inmek istemiyorum. Cover yapmaya da çok sıcak bakmıyorum. Sahnede kendi şarkılarımı seslendirmek istiyorum..Oğlum yaptığım işten mutlu olsunBir yaşında bir oğlum var. O büyüdüğü zaman benimle ilgili olarak, ‘bu adam gerçekten bunu yapmak istiyormuş, içinden geliyormuş ve üstüne gitmiş. Kendine göre bir müzik kariyeri yapmış’ demesini çok istiyorum. Benim meselem biraz kişisel. Milyonlarca insana ulaşacağım, herkese sesimi dinleteceğim şeklindeki büyük hedef gibi görünen istekler, bana küçük gibi geliyor. Büyük hedef insanın kendisiyle ilgili bir durum bence.Tasarımda oryantalist bakışa karşıyımYurtdışında ünlü bir tasarımcıya nasıl bir tasarım olmalı diye sorduğunuzda, ‘Tasarım evrenseldir.’ diyor. Aynı kişi Türkiye’ye geldiğinde, ‘Kendi kültürünüze eğilin.’ diye açıklama yapıyor. Buradaki oryantalist bakış, insanın moralini bozuyor. En kötüsü de o bakışı burada içselleştiren ve bunun gerçekten böyle olduğuna inanmak. Maalesef bu yanlışa düşen arkadaşlar var. Tabii ki ilham alabilirsin ama insan, hayallerine ket vuramaz. Asıl kafa yorulması gereken düşünce de nasıl inovasyon yapabiliriz sorusudur. Benim gençlere tavsiyem bu. Elbette kendi kültürümüzü reddetmiyoruz ama bizi tutan bir şey yok. Hayaller sınırsız. Bu oryantalist bakış açısıyla değil, evrensel düşünmeliyiz.

Makul değiliz hiçbirimiz!

$
0
0
Yeni yargı paketi, her geçen gün gözaltına alınan ‘makul şüpheli’lerin artmasıyla gündemden düşmek bilmiyor. ‘Yeni Türkiye’ galiba, gazeteciden yapımcıya, senaristten öğrenciye hatta kendi halindeki vatandaşa kadar herkesin ‘makul şüpheli’ ilan edildiği bir yer. Ancak suçumuz bununla sınırlı değil. Siz bir de ‘İç Güvenlik Paketi’ çıkınca görün daha neler olacağımızı.Kobani protestolarının yapıldığı Ekim 2014’te 38 vatandaşın hayatını kaybetmesiyle başladı her şey. Protestolardan sonra Başbakan Yardımcısı ve Hükümet Sözcüsü Bülent Arınç, güvenlik güçlerinin elini güçlendirmek için ‘kapsamlı bir iç güvenlik reformu’ planladıklarını söyledi. Akabinde, 14 Ekim 2014 tarihinde bir grup AKP’li milletvekili, TBMM Başkanlığı’na ‘Hakimler ve Savcılar Kanunu ile Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelere Değişiklik Yapılması Hakkında Yasa Teklifi’ adı altında arama, dinleme, el koyma ve savunma hakları gibi konularda değişiklikler içeren bir teklif verdi. Teklifin ne olduğunu tam anlamadan, AKP hükümetinin Meclis’e sunduğu yeni yargı paketi daha kanunlaşmadan ‘makul şüphe’den ilk gözaltı haberleri geldi. 17 Ekim sabahı, Adana’da gazeteci-yazar Aytekin Gezici, ‘makul şüphe’ ile evi aranarak gözaltına alındı ve ifadesi alındıktan sonra serbest bırakıldı. Gerekçe olarak yazdığı kitap ve attığı tweetler gösterildi. Bu olay herkesi şaşırttı. Çünkü hâlâ yürürlükteki kanunlara göre vatandaşların ev ve işyerlerinin aranması ile ilgili hâkimden karar çıkartabilmek için ‘somut delil’ şartı gerekiyor. Fakat Meclis’e sunulan yeni taslağa göre ‘makul şüphe’ duyulması, arama kararı için yeterli görülüyor. Bu gözaltı haberi şaşırtmakla kalmadı, uzun süre gündemden düşmeyecek ‘makul şüphe’ meselesinin de ilk adımı oldu. Derken Başbakan Ahmet Davutoğlu, 21 Ekim’deki grup toplantısında Avrupa basınını ‘Türkiye otoriterleşiyor diye yaygara yapmamaları’ konusunda uyardı ve Avrupa ülkelerinden örnekler vererek atılacak adımları anlattı. Davutoğlu, özgürlük-güvenlik dengesinin aşıldığını, artık bunun da ötesinde ‘özgürlük-güvenlik uyumuna’ geçildiği müjdesini verdi! İktidara göre müjde olan bu değişiklik, Türkiye’de keyfî uygulamaların sadece başlangıcıydı.gazeteci, yapımcı, öğrenci dinlemiyorBu açıklamaların ardından, aramalara ‘somut delil’ yerine ‘makul şüphe’ şartı getiren, hükümete karşı suçlarda tek hâkimin kararıyla telefon dinlemesine vize veren yargı paketi Meclis’te henüz onaylanmışken, ‘makul şüphe’den gözaltı haberleri artmaya başladı. 14 Aralık’ta Zaman Gazetesi Genel Yayın Müdürü Ekrem Dumanlı, Samanyolu TV Grup Başkanı Hidayet Karaca, Tek Türkiye dizisi senaristi, yapımcısı, asistanı ve polis müdürlerinin de aralarında bulunduğu 31 kişi, ‘makul şüpheli’ sıfatıyla ifadeye çağrıldı, gözaltına alındı. Dizi ekibi ve Ekrem Dumanlı serbest bırakıldı. Ancak dizi senaryosundan tutuklanan Hidayet Karaca ile beraber 4 kişi cezaevine gönderildi.19 Aralık 2014’te Eskişehir’de adliye binası içinde hasta tutukluların serbest bırakılması için eylem yapacakları iddiasıyla biri kız 4 üniversite öğrencisini ‘makul şüpheli’ olarak polis gözaltına aldı. Gözaltına alınırken ‘Hasta tutsaklar onurumuzdur’ diye slogan atması engellenen öğrenciler, polis merkezine götürüldü. Bu olayın üzerinden çok geçmeden bir makul şüphe olayı da Bolu’dan geldi. Başbakan Davutoğlu Bolu’yu ziyaret edeceği için şehirde güvenlik çemberi oluşturuldu. Bolu’da okuyan Halkevi yönetim kurulu üyesi Özge Muslu, öğrenci kolektifleri üyesi Duygu Buruş ve Gülcan Aydoğan arıza yapan televizyon kumandasını değiştirmek için evlerinden çıktıkları sırada gözaltına alındı. Öğrenciler, ‘makul şüphe’ gerekçesiyle karakola götürüldü.Takvimler, sorunlarla dolu 2014’ün son günlerini gösterirken, bir gözaltı haberi daha geldi. Bu kez gazeteciliğe ara vermiş olan, iletişim ve medya danışmanlığı yapan Sedef Kabaş, ‘makul şüpheli’ seçilmişti. 17-25 yolsuzluk ve rüşvet dosyasını kapatan savcı ile ilgili attığı tweet sebebiyle, evinde arama yapıldı, bilgisayarına, telefonuna el konulduktan sonra gözaltına alındı, ardından serbest bırakıldı. Türkiye Gazeteciler Cemiyeti bunun üzerine ‘makul şüphe’ kavramının en çok gazetecilere uygulanacağı yolundaki kuşkularının arttığını belirten bir açıklama yaptı. Ancak gelin görün, yaşananlar, meselenin sadece iktidara ve yasal olmayan icraatlarına karşı muhalif duruş sergileyen gazeteciler, işadamları, akademisyenlerin değil; neye göre ‘şüphe’li olunduğunu anlamadan tüm Türkiye’nin birer ‘makul şüpheli’ ilan edilmesi, sindirilerek susturulmak istenmesi olduğunu gösteriyor.Seni seçtim ‘makul şüpheli’Görünen o ki, ‘makul şüphe’ gözaltıları her geçen gün artacak. Ama çoğu insanın hâlâ makul şüphenin ne olduğu konusunda bir fikri yok. Yukarıda da belirttiğimiz gibi Ceza Muhakemesi Kanunu’nda (CMK) arama yapabilmek için ‘somut delillere dayanan kuvvetli şüphe’ ibaresi ‘makul şüphe’ ibaresi ile değiştirildi. Hukukçular bu değişikliğin birtakım ihlallere kapı açacak nitelikte olduğunu düşünüyor. Peki ‘makul şüphe’ ne diye soracak olursanız, doğrusu tanımı pek akıl alır cinsten değil. “İlgili kişinin suçu işlemiş olmasının mümkün bulunduğu hususunda objektif bir gözlemciyi iknaya yeterli vakıa ve bilgilerin mevcudiyetini varsayar.” ‘Somut delillere dayalı kuvvetli şüphe’ ibaresinin ‘makul şüphe’ye nazaran daha güçlü şüphe sebeplerini aramayı gerektirdiği bir gerçek. Şu anki düzenlemenin ‘arama’ tedbirinin uygulanması bakımından kişilere ‘keyfîliğe’ karşı daha üstün bir himaye sağlayacağı kuşkusuz. Hal böyleyken, daha bir yıl dolmadan, her yönüyle bir ‘geri adım’ olarak görülen bu değişikliğin siyasi saik içerdiği, üstelik hiçbir bir boşluğu doldurmadığı konusunda hukukçular hemfikir. Bunların yanı sıra, taşınmazlara, hak ve alacaklara el koyma tedbiri genişletiliyor. CMK’da düzenlenen ‘İletişimin tespiti, dinlenmesi ve kayda alınması’, ‘gizli soruşturmacı görevlendirilmesi’ ve ‘teknik araçlarla izleme’ tedbirleri kapsamına, ‘devletin güvenliğine karşı suçlar’ ile ‘anayasal düzene ve bu düzenin işleyişine karşı suçlar’ eklenmek isteniyor. Bu değişiklik, devletin kendisini koruma refleksinin bir girişimi olarak yorumlanıyor.Son söz AYM’deÖngörülebilir hukuk, iktidar eliyle yavaş yavaş yok edilirken, hukukçular Anayasa Mahkemesi’nin bu yargı paketine ‘dur’ demesi gerektiği kanaatinde. AYM ise aramalara ‘somut delil’ yerine ‘makul şüphe’ şartı getiren, hükümete karşı suçlarda tek hâkimin kararıyla telefon dinlemesi yapılmasına vize veren son yargı paketini gündemine aldı. AYM, paketteki bazı maddelerin yürütmesinin durdurulması ve iptali istemiyle CHP’nin yaptığı başvurunun üzerinden sekiz gün geçtikten sonra konuyu görüşme kararı aldı. CHP’nin ‘iptal ve yürütmeyi durdurma’ istemi kapsamında paket gözden geçirilecek.İktidarın güvenliği vatandaşın özgürlüğünün önündeYard. Doç. Mehmet Karlı (Galatasaray Üniversitesi Hukuk Fakültesi): Atılan ve atılması planlanan adımlar kapsamlı. Hepsi birbirini tamamlayarak karanlık bir resim oluşturuyor. AKP’nin mantalitesine bakılırsa istikamet otoriterleşme. Başbakan bu adımların özgürlük-güvenlik uyumu içinde yapıldığını söylese de, eli özgürleşen güvenlik güçleri, kamu görevlileridir. Hakları, özgürlükleri kısıtlananlar ise vatandaşlardır. Güvenlik güçlerinin ve iktidar sahiplerinin güvenliği yurttaşlarının özgürlüklerini galebe çalmış görünüyor. AKP kendisi için istediği hakları yurttaşlardan esirgiyor. AKP, 17 Aralık ve 25 Aralık soruşturmalarının sürdüğü günlerde insan haklarını hatırlayıp arama şartları, savunma hakları gibi bazı alanlarda düzenlemeler yaptı. Bu soruşturmalar akamete uğratılıp, HSYK seçimleri de kazanıldıktan sonra, aynı düzenlemeler geri getiriliyor. Yanlış teşhisler, yanlış tedaviler doğuruyor. Yasaklarla, daha fazla polis şiddetiyle, sosyal medyayı kapatarak sosyolojik gerçeklerle mücadele edilemeyeceği artık görülmeli.Ülkeyi bir de iç güvenlik paketi çıkınca görünMakbul vatandaş olmaktan başka bir şey yapmayan insanların bir anda ‘makul şüpheli’ ilan edilmesi ya da edilecek olmasında son söz AYM’de. Ancak daha sırada iç güvenlik paketi var. Yargı paketinin onaylanmasıyla, aramaların kolaylaştırılması, avukatların soruşturma dosyasına ulaşım hakkının kısıtlanması, soruşturma sırasında el koyma yetkisinin genişletilmesi, dinleme, gizli soruşturmacı kullanma ve teknik takip yetkilerinin genişletilmesi, polisin olaylara müdahale yetkisinin artırılması gibi birtakım hukuku zora sokacak uygulamalar iç güvenlik paketinin kabul edilmesi durumunda daha da pekişecek. Meclis İçişleri Komisyonu’nda bu hafta görüşülecek paket ile içişleri bakanı ve valilere olağanüstü hal (OHAL) yetkisi veriliyor. OHAL ilanı Anayasa’nın 120. maddesinde düzenleniyor ve ‘MGK’nın görüşü, cumhurbaşkanı başkanlığındaki Bakanlar Kurulu’nun kararı’na bırakılıyor. Ancak bu tasarı kanunlaşırsa OHAL yetkisi illerde vali, toplumsal olayların birkaç ili kapsaması halinde ise içişleri bakanında olacak. Tasarıda vali veya bakanın aldığı karara aykırı davrananlara üç aydan bir yıla kadar hapis cezası öngörülüyor. Arama, gözaltı ve atamalarda keyfîliklerin önü açılıyor. Valiler, istediği kişi ve gruplarla ilgili anında gözaltı işlemi yaptırabilecek. Savcıdan ziyade valilerin onayının ardından gözaltı süresi 48 saatten 4 güne kadar çıkarılabilecek. Bu uygulamayla ‘gözaltı dönemlerinde geçmişte yaşanan kayıpların artabileceği’ belirtiliyor. Zira gözaltına alınan şüphelilerin müvekkili ve aileleriyle görüşme süreleri de kısıtlanabilecek. Tasarı, fişlemelere de alenilik kazandırıyor. Özellikle otel kayıtları ve seyahat firmalarıyla yapılan işlemler, kurumlar tarafından günübirlik kayıt altına alınacak, günün sonunda istenirse kolluk birimlerine aktarılacak.

[BİZİM KÖY] Çocuklar araba kullanır mı?

$
0
0
Babalarımız ‘oyuncak arabamız bile yoktu’ diye anlatadursun, yeni nesilde babasının arabasını alıp da kaçıran komşu çocuklarına aşinayız. Ancak artık buna lüzum kalmadı.Londra’daki en ünlü mağazalardan biri olan Harrods, ‘atom arabalar’ı satışa çıkardı. 6-16 yaş arası çocuklar için tasarlanan ve yetişkinlerin kullandığı modellerin birebir kopyası olarak üretilen arabaların fiyatıysa hayli tuzlu. Hummer’ın 4x4 cipinin uyarlaması olarak satışa çıkan bir araba, 280 bin liraya satılırken Bugatti benzerinin fiyatıysa 140 bin liradan başlıyor. Elektrikle çalışan arabaların hızı 15 kilometreye kadar çıkabiliyor. Ne biçim yeni yıl…Yeni yıl herkes için güzel başlamadı. Kutlama izdihamlarında ölenler şöyle dursun, cinayet haberleri de yağmaya devam ediyor. Fransa’nın Saint-Catherine şehrinde adı açıklanmayan 30 yaşındaki erkek hemşire, eski kız arkadaşının ailesinin evinde yapılan yeni yıl partisine silahlı saldırı düzenledi. Saldırganın eski sevgilisiyle birlikte 50 yaşlarındaki iki kişi daha öldü, biri ağır olmak üzere iki davetli de yaralandı. Saldırgan daha sonra otomobilinin içinde kendini öldürdü. Polis, olayın kıskançlık nedeniyle yaşandığını düşünüyor. Vurun leoparı… Diyarbakır’da öldürülen Anadolu leoparının acısı hâlâ taze. Ancak ekolojik sisteme kastı olan bir tek biz değiliz. Mısır’ın Hayaleb bölgesinde çobanlar tarafından vurulan leopar öldü. Ülkede daha önce leopar görülmemişti. Çobanlar leoparın ineklere ve develere zarar verdiğini belirterek, kendilerini savundu. Çobanlar, daha önce yetkililere leopara karşı önlem almaları çağrısında bulunduklarını, yetkililerden cevap gelmeyince çareyi leoparı öldürmekte bulduklarını söyledi. Leoparın avcılar tarafından bir mağarada kıstırılıp öldürülmesi, medyayı da uzun süre meşgul etti.

Yumurta yuvası tarifi Dünyalık Tatlar'da

$
0
0
Yumurta yuvası, diğer bir adıyla bulut içinde yumurta. Bilindik malzemelerle yapılan farklı ve şık bir kahvaltılık. Pazar sofralarınıza neşe getirecek bir tarif. Deneyin, yorumunu sonra yaparsınız. Uzun zaman önce yabancı yemek sitelerinden birinde karşılaştığım bir tariften bahsedeceğim. Şu ana kadar sizlerle paylaşamamamın nedeni ise tarifin hangi ülkeye ait olduğunu bir türlü bulamayışımdı. Yazı Rusça mı Ukraynaca mı belli değil… Hem ne fark eder, ikisini de bilmiyorum. Bir bilene sor demişler. Geçenlerde bindiğim otobüste yanımdaki kadın Rus asıllı bir Ukraynalı çıkınca fırsat bu fırsat hemen sordum. Ne Rusça ne de Ukraynaca, Bulgarca deyince ikinci bir hayal kırıklığı daha… Tarifin altındaki yorumlara bakmak hiç mi aklına gelmez insanın. Geç olsun güç olmasın. Onlara da baktım. Tarifin hangi ülkeye ait olduğunu anlamaya çalışanlara yardım etmek isteyenler tarafından gönderilmiş bir sürü farklı dilde link. Üşenmedim hepsini inceledim. Sözün özü bu yemeği sahiplenmeyen yok. Amerikalı yemek programcısı Rachel Ray de yapmış, ‘La cuisine est un jeu d’enfants’ adlı Fransız bir çocuk yemeği kitabında da yer alıyor. Anlayacağınız uluslararası bir tarif, hangi ülkeye ait bilemiyorum. Ama paylaşmadan edemedim. Ve sanırım en çok çocukların ve sofrasında değişiklikten hoşlananların ilgisini çekecek. Hele bir de yumurta severseniz… İnanılmaz basit bir tarif. Bilindik malzemelerle pazar günü kahvaltı sofranızda farklı ve şık bir şeyler yapmak isteyenlere kesinlikle tavsiye ederim. Malzemeler ve araç gereçleriniz hazırsa hepi topu 10 dakikada hazırlanıyor. Çok da hafif. Zira yağ yok tuz da çok az. Bu tarif değişik şekillerde yapılabilir. Ben yağlı kâğıdın üzerine koyarak tepside pişirdim. Şekil olarak kuş yuvasına benziyor. (Adı da ondan mülhem yumurta yuvası. Kimileri bulut içinde yumurta da diyor.) Arzu edenler muffin kalıbına koyarak da şekil verebilir. Tercih sizin. Yumurta yuvasında maharet, yumurtanın akıyla sarısını birbirinden ayırdıktan sonra sarısını dağıtmamak. Bir de yumurta çırpıldıktan sonra sarının yuvalara konulma aşaması. Bu aşamada yumurta sarısını avucunuza alın ve parmaklarınızı açın. Arasından üzerinde az da olsa kalan akının aktığını göreceksiniz. Bu önemli zira akın, sarısından tamamen ayrılması lazım. Yukarıda da bahsettiğim gibi son derece basit ama püf noktalarına riayet ettiğiniz sürece başarılı sonuç alabilirsiniz. E ne demişler; emek olmadan yemek olmuyor! Yumurta yuvası MALZEMELER: 2 yumurta Tuz Toz olarak rendelenmiş parmasen, eski kaşar ya da gravyer peyniri (arzuya göre) Süsleme için: Domates, salatalık, biberiye ya da dereotu YAPILIŞI:Yumurtalar dikkatlice sarılarından ayrılır. Derin bir kapta mikser ya da çırpma teliyle beyazlaşıp katı bir kıvam alana dek çırpılır. (Krema gibi olacak, kaşığa alıp ters çevirdiğinizde dökülmemeli) Ardından altında fırın kâğıdı bulunan tepsiye spatula yardımıyla konulur. Kuş yuvası gibi ortası açılarak sarı kısmı ortasına yerleştirilir. Bu aşamada dikkat edilmesi gereken husus sarısının dağıtılmaması. Bu yüzden yumurtaların soğuk olmasına özen gösterilmeli. 180-200 derece ısıtılmış fırına konulur, yaklaşık 10 dakika pişirilir. (Ara ara fırın açılıp kontrol edilmeli) Peynirli isteyenlere not: Yumurtanın akı beyazlaşıp kıvam aldıktan sonra katılmalı. Ancak yavaşça karıştırmalı. Aksi takdirde köpüksü kıvam sönebilir.

Asker muayeneleri titiz yapılsa intiharlar büyük oranda azalır

$
0
0
‘Asker intiharları’ son yıllarda tabu olmaktan çıktı. Ancak ‘bu intiharlar nasıl önlenebilir’ sorusunun cevabı hâlâ yeterince konuşulmuyor. İstanbul Tıp Fakültesi Psikiyatri Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Doğan Şahin’e göre asker alımlarında güçlü bir eleme sistemi kurulursa intiharlar büyük oranda azalır.Asker intiharlarının sivil intiharlardan oran olarak daha fazla olmasının sebebi nedir?Bizde intihar oranları ‘yüz binde’ olarak ifade edilir. Türkiye’de intihar oranları ortalama yüz binde dört. Askerde ise bu oran yüz binde 12 civarında. Amerikan ordusunda intihar oranı bizdekinden çok yüksek. Onlarla kıyaslayınca bizim ordumuzdaki intihar oranları olağanüstü yüksek değil. Ama sivil intiharlardan üç kat daha fazla. Askerde durum hep böyledir. Çünkü orduda çok yoğun bir stres ortamında bulunuyor kişiler. Askerlik kadar yoğun stres barındıran başka bir iş pek yok herhalde.Tek sebep askerde stresin normalden çok daha fazla olması mı?Gençleri askere alırken yeterince filtreleme yapılmıyor. Askerlik yapmaması gereken bir sürü kişiyi orduya alıyorlar. İntiharların arkasında çok sayıda kişilik bozukluğu vakası var. Yani bunların askerlik yapmayacağı, askerlik yasasında belli. Anti-sosyal kişilik bozukluğunun askerlikle bir alakası yok. O kişi askerlik yapamaz. Vatandaşın psikopat dediği insanlara ve sosyopatlara silah verilemez. Çünkü bu insanlar disiplinli bir hayat sürdüremez. Bunları bir yere hapsettiğiniz zaman ya kendilerine ya da başkalarına zarar verirler. İntihar edenlerin büyük kısmını anti-sosyal kişilik bozukluğu olanlar oluşturuyor. Bunlar biliniyor. Bu kişiler askere alınınca eğitimler ve kışla şartları yüzünden uzun süre tedavi altına da alınamıyor. Bir de kaldıramayacakları yoğunlukta bir stres altında kalıyorlar. İkinci bir grup da madde bağımlıları. Bu kişilerin de askere alınmaması lazım. Orada da yeterince irade kullanamıyorlar.Neden bu irade gösterilmiyor?Genel yaklaşım şu. Biz alalım. bir problem olursa askerlikten alırız. Bir de yetkililerde ‘aldatılmayalım’ refleksi var. Askere alma heyetleri, ‘madde kullanıyorum’ diyen birini askere almazsa herkes ‘ben madde kullanıyorum’ der diye düşünüyorlar. Halbuki bunu anlamak zor bir şey değil. Hastane kayıtları vardır. Daha önce gittikleri yerler vardır. Kan tahlilleri yapılabilir. Ama bu daha iyi bir organizasyon ve daha çok emek gerektirir. Dolayısıyla böyle bir yatırım yapılmıyor. ‘Askere alalım, orada anlarız’ gibi bir tutum söz konusu. Ama bu, kişinin altı ay askerde kalması anlamına geliyor. O dönemde hem kendisi için yoğun bir strese giriyor hem etrafı için bir stres kaynağı oluyor. Bu kişilerin hem kendisine hem başkasına zarar verme ihtimali yüksek.Peki nasıl bir tutum izlenmesi lazım?Askerlik yapmaması gereken bir insanı askere almamak için bir filtre koyalım. Arada bu işi suistimal edenler olabilir mi? Olabilir tabii. Ama bunun olması diğer ihtimalin olmasından daha iyi. Genelde sistem şu şekilde işliyor: Biz hiçbir kandırmacaya düşmeyelim. Arada askerlik yapmaması gerekenleri alırsak da sonra bunları elimine ederiz. Yani, ‘arada bir-iki kişi askerlik yapma ehliyeti olduğu halde yalan söylediği için askere alınmaz, aman öyle bir duruma düşmeyelim’ diye askerlik yapmaması gereken insanları da askere alıyorlar. Filtrenin tersine çevrilmesi lazım.‘Askerde intihar edenler, askere alınmamış olsalar intihar etmezdi’ diyebilir miyiz?İntihar eden bu kişiler, stres kaldırması zor olan insanlar. Askerlikte bunları daha da stres altına sokuyorsunuz. Dışarıda olsa belki başka bir çıkış yolu bulacak. Siz onu bir yere kapatıyorsunuz, burada bir stresle karşılaşıyor. Diyelim evden kötü bir haber geliyor. Askerlikteki intiharların çoğu fevri, impulsive dediğimiz. Yani ani bir kararla, birdenbire oluyor ve kişi o durumu tolere edemiyor. Üzücü bir haber aldığınız zaman elbette siz de üzülürsünüz ama durup düşünürsünüz ne yapabilir, ne edebilirim diye. Bu kişiler hemen harekete geçiyor. İntihar edenlerin çoğu kişilik sorunu olan insanlar. Bunlar askere alınmasalar ve dışarıda tedavi görseler belki de intihar etmeyecek insanlar.Madde bağımlılığı ya da kişilik bozukluğu olmayan askerlerde de intihar olur mu?Olur. Bir insan çok dara düşerse, kendini çok çaresiz hissederse, ne kadar iyi olursa olsun intihar edebilir. Ancak intihar vakalarının yüzde 90’ında psikiyatrik rahatsızlık vardır. Ama psikiyatrik rahatsızlığı olması, kronik olduğu anlamına gelmiyor. Siz de ben de herhangi bir zamanda depresyona girebiliriz. İki aylık depresyona girebiliriz ve bu bizim her zaman öyle olduğumuz anlamına gelmez. Bir şey olmuştur, çoğu depresyondur bunun. Yüzde 90’ında psikiyatrik rahatsızlık vardır. Bu da şu anlama geliyor. Askerde intiharlar fazla ise iyi izlenmiyor. Hasta depresyona giriyor ama kontrol edilmiyor demek ki. Ben askerlik yapan arkadaşlarla ya da askerde psikiyatrlık yapanlarla, askeri hastanede çalışanlarla çok konuştum. Şunu aktarıyorlar, ‘asker, bölüğünde hastalanıyor bize ulaşması zaman alıyor. Komutanlar ‘bir şeyin yok’ deyip göndermiyorlarmış. Şunu da çok anlatıyorlar. Psikiyatr, depresyon için bir ilaç yazıyor. Komutan ilacı beğenmiyor ve ‘kullanmayacaksın’ diyor.Ordudaki ruh sağlığı hizmetleri ne durumda?Askerde verilen ruh sağlığı hizmetlerinde problem var. Hem alınırken hem de askerlik sırasında hastanın takibinde. Zaten askeriyenin elinde çok fazla psikiyatr yok. Bölüklerde psikologlar ve psikolojik danışmanlar oluyor. Onlara çok yoğun bir şekilde meslek içi eğitim vermek ve onlarla psikiyatrist arasında çok yoğun bir bağlantı kurmak lazım. Askerin çok kolay bir şekilde psikyatrlara ulaşabilmeleri bölüklerindeki diğer sağlık çalışanları üzerinden takip edilebilmeli.Askerlik sona erince intihar riski bitiyor mu?Esas atlanan şeylerden biri bu. ABD, Vietnam savaşında kaybettiği askerlerden daha fazlasını, döndükten sonra intihar edenlerle kaybetti. Vietnam’a gidip intihar eden asker sayısı 58 bin. Savaş insanları hastalandırıyor. Travma sonrası stres bozukluğu denilen rahatsızlık var. Bunlarla ilgili hiçbir tedavi programımız yok. Askerler Güneydoğu’da çatışma ortamında bulunuyor, askerlikleri bitince ‘hayırlı tezkereler, geçmiş olsun’ denip bırakılıyorlar. Amerika’da mesela askerden dönen bir kişinin ruhsal tedavilerini beş yıl devlet üstleniyor. Vietnam gazileri için hayat boyu.Bedelli askerlik için arabasını satan kişilere rastlıyoruz. Askerliği tehir etmek için normalde böyle bir düşüncesi yokken, yüksek lisans yapan kişi de çok. Doğru bildiğimiz yanlışlar mı var? Her Türk asker doğmuyor mu?Niye asker doğsun. İnsanlar insan olarak doğar. Doktor, gazeteci olarak filan doğmaz, insan olarak doğarlar. Bizim öteden beri militarist bir kültürümüz var. Savaşan ordularda yüksek oranda travma sonrası stres bozukluğu görülüyor. Bu oran yüzde 35-40’larda. Mesela çok uzun yıllar bizim askerlerde bu hastalık hiç görülmedi çünkü tanım konulmadı. Bizim askerlerde olmadığını iddia ediyorlardı. Tanı konulmasını istemiyorlar. Güneydoğuya giden askerlerin yüzde 30’unda da ruhsal bir hastalık ortaya çıkıyor. Kabul edersiniz ki kimse böyle bir şeyi yapmak istemez.

Karamehmet'in iktidarla imtihanı

$
0
0
Bir dönemin en zenginler listelerinde zirvede yer alan işadamı Mehmet Emin Karamehmet, bugün Turkcell’i kaybetmemenin uğraşını veriyor. Aslında 2001 krizinde el konulan Pamukbank’tan itibaren varlık savaşı veriyor. Bir işadamı olarak Karamehmet’in kariyeri, bugünün iktidara yakın işadamlarına ibret olacak nitelikte.Tarihleri ve isimleri değiştirdiğinizde çok tanıdık gelecek bir hikâye aslında, tarihin tekerrür ettiğini de ispatlayan... Yıl 1989. Fındık üreticilerinin yani Fiskobirlik’in paraları ödenemiyor. Devlet, daha doğrusu dönemin hükümeti, işadamlarından Fiskobirlik’e 400 milyon dolar verilmesini ister. Sadece biri verir; Çukurova Holding’in patronu Mehmet Emin Karamehmet. Verir ama geri ödemesini alamadığı gibi, o tarihten sonra neredeyse tüm yatırımlarının elinden alınmasına sebep olacak bir girdabın da içine girer bu borçla. Karadenizli fındık üreticilerinin parasını ödemek için verilen borcun, Çukurovalı pamuk üreticileri için kurulan Pamukbank’ın Karamehmet’in elinden alınmasına kadar bir etkisi olur.Yıl 2002... O zamanlar Türkiye iki büyük krizi yaşamış. 2000 ve 2001 finans krizleri. Devlet peş peşe bankalara el koyuyor. İşte o hengameli zamanlarda Demirbank’a TMSF el koymadan bir gün önce dönemin en büyük dört bankasının yetkilileri (İş Bankası, Garanti, Akbank ve Yapı Kredi) Ankara’ya çağrılır. ‘Yarın sabah 1 milyar dolara ihtiyaç var.’ denilir. Her bir bankadan 250 milyon dolar istenir, devlet ‘zararınız olmayacak’ garantisi de verir. Sözlü bir garantidir ama. Diğer bankalar ya patron yurtdışında ya da paramız yok, der. Karamehmet, olumlu cevap verir. Aradan bir ay geçer, 600 liraya satılan dolar bin 400’e çıkar. Devlet, kur zararınız olmayacak der ama para bankadan çıkmamış gibi görünüyordur bir kere ve bu sebeple ziyaretine gidilen dönemin Merkez Bankası başkanı, Karamehmet’e adeta o paranın üzerine bir bardak soğuk su iç anlamında, “Bunu da vergi kabul edin.” der. Tüm bunları bizzat kendisi Meclis Darbeleri Araştırma Komisyonu 28 Şubat-27 Nisan Alt Komisyonu’na anlatır Karamehmet.Doğru yatırım, yanlış stratejiBitmedi, bugün Turkcell’in elinden alınmaması için mücadele eden Karamehmet’in 28 Şubat sürecinde medyaya girme işi de var. Yine dönemin hükümetinin ve muktedirlerinin isteğiyle. Karamehmet’in bir işadamı olarak kariyeri; doğru yatırımlar, iyi kazançlar üzerinedir ama dönemin yönetimlerine, muktedirlerine ayak uydurması, belki de onları kıramaması ya da yakın gözükmek için verdiği tavizler sebebiyle kazançlarını kaybetmekle geçmiş. Bir zamanlar dünyanın en zenginleri listesine giren, Çukurova Holding’in sahibinin bankalarından birisine, Pamukbank’a, dolayısıyla da bütün malvarlığına el koyulmasından sonra (2002’lerde) devlet tarafından 2 milyar maaşa bağlanması bunun trajikomik bir örneği. Yine bu 90’ların parlak işadamının, medyaya girmesinin hikâyesini meclis komisyonuna anlatırken kullandığı ifadeler bu kanaati güçlendiriyor: “Basına girmem hatadır, çıkması da zor ama inşallah düzelteceğiz.”Hatır için medyaya girmişİlk kez 1991’de Dinç Bilgin’in girdiği mali kriz sebebiyle Sabah’ın yüzde 10’una sahip oldu Karamehmet. Aslında ortak olma niyeti yokmuş. Mali destek olmuş ve ‘reklama sayalım’ demiş ama iş kaçınılmaz bir şekilde ortaklığa varmış. Daha sonra da yakın dostu Kemal Ilıcak 1993’te vefat edince onun oğlunun isteğiyle yine ‘reklamla ödeşelim’ diyerek medyaya mali destekte bulunmuş. Emin Şirin, sonra da ‘kolejden abimdir’ dediği Özer Çiller’in araya girmesiyle Erol Aksoy’un gazetesinin yarısını almış. Hep alacağını reklama sayıp medya işinden kaçmak istediğini ama üzerine kaldığını söylüyor. Günlük politikaya karışmadığını anlatıyor. Fakat günlük politikaların kendisiyle çokça uğraştığını yaşadıklarından anlıyoruz. Ergenekon davalarında da adı geçiyor Karamehmet’in. İlginçtir Ergenekon’u görmezden gelmek, itibarsızlaştırmak gayretindeki gazetecilerin iş Karamehmet’e gelince, ‘Derin devletle görüşmüş, bankasına el konulmaması için Ergenekon’dan destek istemiş, Pamukbank’a el koyulacağı sırada biri asker, iki kişi TMSF başkanının odasını basıp tehdit etmiş, 17 Aralık 2013’te Levent Ersöz ile görüşmüş’ haberleri yaptı. Özellikle Doğan Grubu’nda bu yönde haberlerin çıkması, Aydın Doğan’ın en güçlü rakibinden kurtulmak için yaptırdığı yorumlarına sebep oldu.İş dünyası için ibretlik bir hikâye Karamehmet’in, Pamukbank’a el konulurkenki durumu ise trajiktir. Nitekim devlete verdiği bir borç domino etkisi yapmış, işin sonu Pamukbank’a el konulmasına, dönemin en büyük üç özel bankasından biri olan Yapı Kredi’nin satılmasına kadar gitmişti. Ekonomi yazarı Turhan Bozkurt, yaşananları, “Bugün hükümetin talimatıyla iş yapan işadamlarının ders alması gereken bir vakadır Pamukbank-Fiskobirlik. Bugün şifahen, ‘bunu yap, seni başka yerde destekleyeceğiz, ihale vereceğiz’ diyenlerin Karamehmet’in başına gelenlerden ibret alması lazım. Çünkü söz uçar. İktidar değiştiği zaman yapılanların hepsi illegal hale gelir. Karamehmet, yaşadıklarında iyi niyetinin kurbanı oldu bence. Başka gruplar o topa girmedi ama o girdi. Burada bunu verirsem, başka taraflardan bunu telafi ederim, dedi. Kimse 2001 krizini öngörmüyordu ki.” diye anlatıyor.Gitti paşalar, geldi ‘ak’larBugün Turkcell’in durumu da Pamukbank ve Yapı Kredi ile benzer. Sonunun benzememesi için sessizce uğraş veriyor Karamehmet. Yapı Kredi bankasının sahibiyken içine düştüğü mali kriz dolayısıyla Turkcell’e kullandırdıkları krediler sebebiyle sıkıntıya girdiler. Devlet yönetime kayyum atadı. Karamehmet de yabancı ortak almak zorunda kaldı. Kulislerde, yüzde 100 yerli ve stratejik bir marka olan Turkcell için, yine yüzde 100 yerli Türk şirketleri mali destek, ortaklık teklifinde bulunduğu fakat hükümetin buna da müsaade etmediği konuşuluyor. Şimdi Turkcell’in yönetim kurulunda adeta 28 Şubat döneminde paşaların, şirketlerin yönetim kurullarında yer alması gibi iktidar partisi kökenli isimler var. Eski bakanlar veya mevcut bakanların yakınları yönetim kurulunda. Görünen o ki Türkiye çok değişmiyor, değişen yalnızca isimler oluyor. Sistem aynı vesayetçiliğinde...Ekonomi yazarı Turhan Bozkurt, Karamehmet’in hatasının burada olduğuna dikkat çekiyor: “Gözlemlediğim kadarıyla Karamehmet’in şirketlerinde çok dağınık bir yapı olmuş. Büyüdükçe de bu yapıyı yönetecek yukarıdaki ekip ona göre olmamış ve hep sağın solun telkinleriyle, iktidarın ya da askerlerin telkinleriyle gelen insanların ehil mi değil mi onun konterjanından onu verelim, denmiş. Bir süre sonra değişimi yönetemeyip, dünyadaki değişimi de takip edememişler. Farklı yerlere dikkatini dağıtarak mali açıdan risklerle yoluna devam etmiş. Krediler kullanmış, en küçük krizde de riski üçe-beşe katlanmış. Bu sebeple başkalarıyla yüz göz olmak zorunda kalmış.”Havuza girenin akıbeti...Gelelim Karamehmet’in elinden alınan medyasına. Akşam, Show TV, Digiturk kendisine aitti. Tuncay Özkan, Ali Kırca destek verdiği, büyük paralarla transfer ettiği isimlerdi. 28 Şubat’ın bu muktedir, makbul gazetecileri bugün ortalarda yok. Karamehmet’in etrafında da... Karamehmet’in prensi olarak bilinen İsmail Küçükkaya da patronuna en sert eleştirilerin yapıldığı dönemde sessiz kaldı. Sonrası malum; Akşam’a, Show TV’ye el konuldu. Havuza aktarıldı.Filmi başa saralım, bugünün muktedirleri, bugünün parlak işadamlarına bir zamanlar Karamehmet’e söylendiği gibi, ‘Bir el at, devlet seni zarara uğratmaz’ denilerek medya sahipliği yaptırılıyor. İşin enteresan tarafı Karamehmet, aileden sanayici, 1977-79 ekonomik krizinden, 1994 finans krizinden güçlenerek çıkmış, 2001 krizini yaşamış, elinde Turkcell gibi dünya devi bir şirketi varken bu hallerde. İşi sadece devlet arazilerine inşaat yapmak, karayolu ihalesiyle zenginleşmek olanların sonu ne olacak, zamanla göreceğiz.

‘Gidelim buralardan dayanamıyorum’

$
0
0
Gurbete rızkının peşinde gidenler de vardı, şehirde veya bir başka ülkede rahat yaşamaya, özgürlük bulmaya gidenler de... Bugünün dünyasında gurbet ile sıla birbirine karıştı. Fakat son yıllarda Türkiye’den gitmek isteğinin rızık veya şehirde yaşama isteğiyle pek alakası yok. Yenilerin gitmek için başka sebepleri var.“Bir başka ülkeye, bir başka denize giderim dedin.Bundan daha iyi başka bir şehir bulunur elbet.Aklım daha nice kalacak bu çorak ülkede.Yüzümü nereye çevirsem, nereye baksam,kara yıkıntılarını görüyorum ömrümün,boşuna bunca yıl tükettiğim bu ülkede.”Diyor Kavafis, şiirinin bazı mısralarında... Gitmek isteyenlerin, tam gidecekken kalanların, dönenlerin ya da bir daha hiç dönmeyenlerin şiiri bu. Ve bugünlerde Türkiye’den birçok kişinin hislerini dile getiriyor bu dizeler. Siz de ‘çekip gideceğim buralardan’ diyenleri duyuyorsunuzdur mutlaka çevrenizden. Ve bu sesler günden güne artıyorsa bir sorun ‘neden?’ diye. Biz sorduk. Gitmek isteyenler en çok adaletsizlikten dem vurdu. Gidenler, ‘özlesem de dönemem’ dedi. Ortak dertleri ülkenin içinde bulunduğu durumdan ümitsizlikleriydi. Her gün yinelenen ritüeller arasında ülkeyi terk etme kararlarını yinelemiş gibiydi her biri. Sabah işe giderken toplu taşımada kendine yer bulamamaktan tutun da, güvenlik içinde yürünemeyen sokaklara, kadın cinayetlerine kadar... Toplumun zaaflarını kullanan politikacılara, yolsuzluklara, adalete olan güvensizlik de sebepler arasında.Ama Kavafis şiirini şöyle bitiriyor:Yeni bir ülke bulamazsın, başka bir denizbulamazsın.Bu şehir arkandan gelecektir.Sen gene aynı sokaklarda dolaşacaksın.Aynı mahallede yaşlanacaksın,aynı evlerde kır düşecek saçlarına.Dönüp dolaşıp bu şehre geleceksin,sonunda başka bir şey umma.Ömrünü nasıl tüketti isen burada bu köşecikte,öyle tükettin demektir bütün yeryüzünü de‘Aslında gitsen de gitmesen de aynı’ mı demek istiyor ‘ille de gidin’ mi demek istiyor bilinmez. Her gün işine müthiş bir mutsuzlukla geç kalan Kavafis’e, İskenderiye’yi yaşanmaz kılan ne varsa, şimdi benzer sebeplerle memleketten gitmek isteyenler ve gidenlerin sayısı artacağa benziyor.Ödediğim vergiler beni hiçbir şeyden korumuyorTarık Mikyas, 26 yaşında bir mühendis. Mikyas’ı gitmek istemeye iten sebep birden çok. Fakat bu kararı almasındaki birçok nokta aslında tek bir nedene çıkıyor, adaletsizliğe... Hemen bir örnek veriyor: “Maaşımdan kesilen Gelir Vergisi başta olmak üzere verdiğim hiçbir vergi beni terörden, kapkaçtan, gasptan veya damperi açık bir şekilde hareket edip üst geçite çarpan kamyondan koruyamıyor.” Mikyas’a göre ideolojisini, kendi fikrini anlatmaya çalışanların hükümetle biraz ters düşünce kendini içeride bulabiliyor olması da bir başka adaletsizlik örneği. Sırf hükümete yakın diye birilerinin alakasız pozisyonlara getirilmesi de onun için bardağı taşıran son damla olmuş. Mikyas, hükümetlerin kendinden öncekilerden intikam almayı bırakıp, gerçekten adaleti sağlayacağına inandığı bir gün geri dönmek üzere ülkeyi terk etme planları yapıyor. Burada özleyeceği tek şeyin geride bıraktığı ailesi olduğunu söylüyor ve ekliyor: “Aileme rağmen bu ülkeyi terk etmek istiyorsam, gittiğim yerlerde adalet vardır. Emeğimin karşılığı vardır.”Kendimi hiç olmadığım kadar evimde hissediyorumAzer Koçulu, 2011’de gitmiş buralardan. “Gitmem için o kadar çok sebep birikmişti ki; haklarımın sürekli olarak elimden alınmasına karşı hiçbir şey yapamayışımdan tutun da zorunlu askerliğe kadar…” diye anlatıyor. Giderken 23 yaşındaymış ve o yaşta kredi çekerek terk etmiş ülkeyi. Meslek lisesi mezunu ve bilgisayar yazılımları konusunda uzman. Şu anda Amerika’da yaşıyor ve oralardan şöyle bahsediyor: “California’daki Oakland şehrinde yaşıyorum ve kendimi hiç olmadığı kadar ‘evimde’ ve hiç olmadığı kadar ‘huzurlu’ hissediyorum.”Koçulu, ülkeden gitme anını ise şöyle anlatıyor: “Sevdiğim bilim adamlarının, yazarların hapse atılması, hatta sokak ortasında öldürülmeye layık görülmelerini bir araya getirince, dünyanın daha demokratik bir bölgesinde, kendimi daha evimde hissedeceğimi düşündüm ve Türkiye’den ayrıldım.”Koçulu, ‘Ne olursa bir gün geri dönersiniz?’ diye sorduğumuzda şöyle cevap veriyor: “Herkesin özgürce, barış içinde, baskı görmeden ve kandırılmadan, birbirine güvenerek, eşit yaşadığı bir toplum olduğumuz zaman hiç düşünmeden dönerim.”Koçulu’nun oralarda Türkiye’ye dair özlediği şeyler var. “Kedileri, çay ocaklarını, ara sokakları, pazarları, otobüse binmeyi, balıkçıları, kitapçıları, sokak müzisyenlerini, doğup büyüdüğüm coğrafyayı bir bütün olarak seviyorum ve özlüyorum, özleyeceğim…” diyor ama şimdilik özlese de dönmeyeceğini söylüyor.12 ülke gördü ve artık gitmek istiyor19 yaşındaki Ozan Uyanık, gitme kararını neredeyse çocuk yaşta almış. Endüstri mühendisliği 1. sınıf öğrencisi olan Uyanık, 11 yıldır eskrim sporuyla ilgileniyor. Uyanık, bir süredir milli takım kadrosunda. Bu sayede onlarca ülke gezme imkânı bulan Uyanık, “Türkiye’yi terk etme isteğimin bu noktada başladığını rahatlıkla belirtebilirim.” diyor. Gezme imkânı bulduğu birçok ülkede refah seviyesi, en önemlisi de insana verilen değerin daha fazla olduğunu ve Türkiye’nin bu seviyeye ulaşması için uzun yıllara ihtiyacı olduğunu fark etmiş. Olur da bir gün giderse memleketteki idaresizlik sorunu çözülene kadar dönmek istemiyor ve diyor ki: “Gideceğim ülkede, burada olmayan ‘eşitlik, adalet, refah ve huzur’ kavramlarını gerçek anlamlarıyla bulacağıma, insan onuruna yakışır bir şekilde yaşam süreceğime inanıyorum.”En azından çalışma şartları düzelse...Onur Şimşek, Marmara Üniversitesi Gazetecilik Bölümü öğrencisi. Onun buraları terk etmek istemesinin en büyük sebebi, insanların kendisinden farklı herhangi bir düşünceye tahammülsüzlüğü. En son yerel seçim sonuçlarının da bu ülkede hiçbir farklılığın barınmayacağı fikrine alıştırmış onu. Ve ülkeyi terk etmeye karar vermiş. Şimşek, en azından çalışma koşulları düzelirse dönebileceğini söylüyor. Buralara dair aklına gelen tek özlemi, “Bilmem… Belki Türkçe konuşmayı özlerim.” oluyor. Kosova’yı terk edip Türkiye’ye geldi ama...Duygu Mumci’nin hikâyesi ise biraz farklı. Çünkü o zaten bir ülkeyi terk etmiş. Kosova uyruklu Mumci, Türkiye’ye üniversite eğitimi için gelmiş. “Aslında Kosova’dan şartları daha iyi diyerek gelmiştim Türkiye’ye. Ama artık buralarda da ne kendime ne de ileride sahip olmak istediğim çocuklarıma dair iyi bir gelecek göremiyorum. Ve ben burayı da terk edip bir Avrupa ülkesine gitmek istiyorum.” diyerek anlatıyor terk etme isteğini.Hiçbir şey beni geri döndüremezÇağlar Çetin, “Gitmeyi başaranlardanım.” diyor. 36 yaşında ve kimya mühendisi. İzlanda’da çalışıp, yüksek lisans eğitimine de devam ediyor. Giderken onu tetikleyen şeyi tek nedene sığdıramıyor. Ama en çok, “Kişisel özgürlüklerin özellikle son dönemde kısıtlanması.” diyor ve devam ediyor: “Ben giderken bu kadar vahim değildi. Şimdiki duruma bakıyor ve iyi ki terk etmişim diyorum.” Çetin’e de, “Bir gün geriye döner misiniz?” diye soruyoruz, şöyle cevap veriyor: “Hiçbir şey beni geri döndüremez. Türkiye’nin artık geri dönülemez şekilde yozlaştığını düşünüyorum. Cehaletin erdem haline geldiği, bilgisizliğin ve bilim düşmanlığının ülkenin can damarlarını idare ettiği bir yer Türkiye. Böyle bir ülkede sağlıklı nesil yetiştirebileceğini zannetmiyorum. Kültürümüzün güzelliklerini de yanıma alarak daha özgür yerlerde yaşayacağım hayatımın geri kalanını.” Memlekete dair özlemini ise şöyle özetliyor: “Türkiye’nin çok zengin bir kültürü var. Bunu da gittiğim yerde yaşatmak için elimden geleni yapıyorum.”Bardağı taşıran son damla, haksız atamalar20 yaşındaki Kubilay Arslan’ın ülkeden ayrılmak istemesinin gerekçesi üç yıl önceye dayanıyor. Yani lise yıllarına. Arslan, lisede fazlasıyla yozlaşmış, kendi çaba ve zamanı yoksa hiçbir şey öğrenemeyeceği, özetle eğitmek yerine cahil bırakan bir sistemin içinde olduğunu fark etmiş. Ve eğitimine yurtdışında devem etme kararı almış. Yolsuzluklar kendi ifadesiyle Arslan’ın midesini bulandırmış. Bardağı taşıran son damla ise artan işsizlik, kendi mesleğini yapamama, üniversite okumanın ateş pahası olması ve KPSS’siz bakan akrabalarının atamalarının yapılması. Adalet yüksek okulunu kazanmasına rağmen maddi sıkıntılar sebebiyle eğitimine ara vermek zorunda kalmış. Gitme hayalini gerçekleştirirse bir daha asla dönmeyi düşünmeyen Arslan, “Buruşturulmuş bir kâğıdı ne kadar düzeltirseniz düzeltin, asla çizgileri geçmez. Etnik kimliklerle dostça yaşamayı öğrenemiyoruz. Erkeklerimize, kadınlara nasıl davranması gerektiğini öğretemiyoruz. İslam’ın namaz kılıp oruç tuttuktan sonra, işyerine gidip vergi kaçırmak olmadığını kafamıza sokamıyoruz. Bunlar yüzünden gitmeyi çok istiyorum.” diyor.Adalet tarafsız işlerse geri dönerimEran Eranoviç,33 yaşında, İngilizce işletme eğitimi almış, ardından da turizm işletmeciliği alanında yüksek lisans yapmış. Sıra askerliğe geldiğinde karar vermiş yurtdışına gitmeye. Bu kararını hemen yerine getiremese de en azından iş başvurularında uluslararası bağlantıları olan firmaları seçmiş. Nihayet bu seçimleri sonuç vermiş. Altı yıllık iş deneyiminin dört yılı Kiev ve Dubai’de geçmiş. Bu dört yıl, onun bundan sonrasını yurtdışında geçirme kararını perçinlemiş. Eranoviç, gitme kararının nedenlerini şöyle sıralıyor: “Yakın gelecekte ülkeye dair inancımı yitirdim. Nasıl sebepler saymalıyım bilmiyorum ama; hukuksuzluk, yolsuzluk, eşitsizlik, adam kayırma benim için ilk sırada. Bunun yanında insan hakları, özellikle kadın hakları konusunda çok umutsuzum. Şehircilik ve çevre duyarlılığının insan için değil de rant için yapılıyor olması. Uyanıklığı saygısızlıkla birleştirip marifet sayanların sayısının artması. Bunların düzeleceğine dair umudum, inancım yok artık.”Ne olursa ülkeye geri dönersiniz? sorusuna Eranoviç, şu cevabı veriyor: “Bir gün insan odaklı bir yönetim iktidara gelir ve adalet sistemi tarafsız işlerse, unutulan iyi hasletlerimiz hatırlanırsa, belki bu içimizden bir türlü atamadığımız gitme arzusunu azaltır.”Eranoviç, gittiğinde özleyecekleri arasına ailesi, arkadaşları ve yemekleri sayıyor ve şunları ekliyor: “Gideceğim yerde daha insanî koşullarda yaşayacağımı düşünüyorum. Bu konu hakkında aylarca yazıp konuşabilirim ama şimdilik sadece gitmek istiyorum.”

Rüzgârın gücü

$
0
0
Kar ve rüzgârın biraraya geldiğinde etkileyiciyi yapılar oluşturduğunu bilen Sloven fotoğrafçı, 10 günlük bora rüzgarının ardından çıktığı dağda bu manzaralarla karşılaştı.Buz krallığında Slovenya’daki bu dağdaki sıradışı hava olaylarının 10 günü Slovenyalı fotoğrafçı Marko Korošec buz ve karın etkileyici yapılar oluşturabildiğini biliyor, fakat Javornik Dağı’na yaptığı uzun tırmanıştan sonra bu tahminlerinin ne kadar üstünde olduğunu kendi gözleriyle gördü ve bunu fotoğrafladı.Güçlü Bora rüzgarından 10 gün sonra kar ve donmuş sis Slovenya’nın üstünü kapladı. Bunun üzerine dağa tırmanan Korošec, dağın zirvesine ulaşınca popüler kayak merkezinin ve otelinin aşırı derece kalın ve sert buz kırağısıyla kaplandığını, yapıların adeta hayalet gibi beyaza büründüğünü ve en uzun sivri buz uçlarının 1 metrenin üzerine çıktığını gördü.Bu son derecede etkili hava olaylarını çok sevdiğini ve bu tür olayları sık sık gördüğünü söyleyen hava fenomenlerini görüntülemede uzman olan fotoğrafçı Marko Korošec, "Fakat bu hafta başında gördüklerim tahminlerimin de üzerinde." dedi.

Zımba gibi şehir!

$
0
0
100 bin zımba teli ile gökdelenlerden oluşan minyatür şehir, 40 saatlik bir uğraşın sonucunda ortaya çıktı. Ziyaretçiler bu şehri parmak ucuna basarak gezmek zorunda kaldı.Size 100 bin zımba teli ve yaklaşık 18 metrekarelik bir alan verilse ne yapardınız? Peter Root bunlarla ofis binaları ve gökdelenlerden oluşan minyatür bir şehir inşa etti. Bunu yapmak için zımba tellerini farklı büyüklüklerde kırdı ve onları bir araya getirmek için 40 saat uğraştı.Şehir Manş Adaları’na bağlı Guernsey adasında bulunan Northern Trust Bank’ın avlusunda 3 hafta boyunca sergilendi. Zımba telinden şehri incelemek isteyenler şehrin yerle bir olmaması için parmak ucuna basarak gezdiler.

Sedef Kabaş: 17-25 Aralık'ı kapatan o savcının ismini artık hiç kimse unutmayacak

$
0
0
Gazeteci ve medya-iletişim uzmanı Sedef Kabaş, attığı tweet nedeniyle gözaltına alındı. Mahkemeye sevk edildi ve ifadesi alındıktan sonra serbest bırakıldı. Gazetecilerin tutuklanmasının rutinleştiği Türkiye, tweet yüzünden gazeteciyi gözaltına alan bir ülke unvanına sahip artık. Sedef Kabaş ile gözaltına alınma anlarını ve Türkiye’de basın-ifade özgürlüğünü konuştuk.Polis kapınıza geldiğinde ne hissettiniz?Açıkçası şaşırdım. İnsan kapısına arama emriyle gelen polisleri görünce şaşırıyor. Anlayamadım. Hatta girişte de sert diyaloglar geçti aramızda. Kapıma dayanıyorlar. Hiçbir uyarı, tebligat yok. İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından bir emir, arama kararı vardı ellerinde. Sonra içeri davet ettim, çay ikram ettim. ‘İstediğiniz gibi arayın’ dedim. Çünkü her şey ortada, gizli saklı bir şeyim yok. Öyle didik didik aramadılar ama genel bir arama yaptılar.Arama kararı ilginç değil mi? Delil ne ve neyi arıyorlar?Çok enteresan, hukuki açıdan genel bir arama kararı zaten hukuka aykırıymış. Ben bunu sonradan öğrendim. Ne aranacak? Hiçbir şey yok. Suç delili olan şeyler ne? Delil olabilecek şey ne o da belli değil.Polisler arama ve gözaltına alma gerekçesini söyledi mi?Ben görmek isteyince, hem söylediler hem de kararı gösterdiler. 17-25 Aralık yolsuzluk soruşturmasını kapatan savcı ile ilgili attığım tweet sebebiyle arama yapıldığını öğrendim. Terörle mücadele edenleri hedef gösterdiğim iddiasından hareketle çıkartılmış bir kararı. Attığım tweet’in arkasındayım. O tweet’i de cep telefonumla attım. Çok çok o telefonu alabilirler. Ki ona da hukuken hakları yok. Genel bir arama olduğu için dizüstü bilgisayarımı, oğlumun çizgi film izlediği tableti ve cep telefonumu aldılar. Ve sonra beni götürmek zorunda olduklarını söylediler. Önce Bilişim Suçları Merkezi’ne götürüldüm. İfademi aldılar. Ardından da savcı huzuruna çıkmamı istedi. Savcı görmek istemiş. Savcının karşısına çıktım.Ailenizin tepkisi ne oldu? ‘Aman kızım bir daha yazma, tweet atma’ gibi nasihatleri oldu mu?Allah’tan oğlumu okula göndermiştim. Savcı sabah 4-5’te alın deseydi herhalde çok daha kötü olurdu. Annem televizyondan duymuş. Gün boyunca görüşemedik, akşam 11 gibi eve gelince, “Bak yavrum yalvarıyorum sana, ben ölene kadar Jan Dark’lık (Jeanne d’Arc) yapma.” dedi. Benim anneme hep söylediğim bir şey var, yine onu söyledim kendisine: “Amaçları zaten aslında bizim zihnimize ve kalbimize korku yerleştirmek.” Ama korkmayacağız. Korkulacak hiçbir şey yapmadık.Bilgisayar, tablet ve telefonun imajı alınması gerekirken, bu cihazlara nasıl el koydular? Bununla ilgili hukuki bir başvurunuz olacak mı?Telefon, bilgisayar, tablet hâlâ poliste. Sadece SIM kartımı alabildim. Avukatıma vekâlet verdim, itiraz edecek. Ortada zaten suç içerecek bir şey yok. Kaldı ki, o tweet’i attığımı söylüyorum. Bilgisayarımla, oğlumun tabletiyle konunun bir alâkası yok.O tweet’i ya da başka tweet’leri yazarken başınıza bir şey geleceği endişeniz var mıydı?Ben öyle bir endişe hiç taşımadım bugüne kadar. Evrensel değerlere dikkat ederim. Hakaret içermeyen, insanların kişiliğine yönelik olmayan eleştiriler yapmaya çalışırım. Eleştirilerim özünde ya bir eyleme ya da bir makama yöneliktir. Ve hepsinde ince bir eleştiri, hiciv vardır. Oysa AK Troller denilen bir güruh var ve insanları hedef gösteriyorlar. Sürekli küfür eden, eleştiri yerine tehdit dolu tweet atanlar var. Bence soruşturulması gereken bu tweet’leri atan AK Troller. Bizim gibi insanların attığı tweet’ler değil. Kaldı ki ben bir iletişim danışmanı ve eğitmeniyim. Eleştiri konusuna büyük hassasiyet gösteririm. Zaten burada savcının şahsına yönelik bir şey yok. Savcıyı tanımam etmem. Hukukta şahıslar değil, kararlar önemlidir. Suçlara bakarak kararları yorumlarsak, o zaman zaten bu bakış açısıyla hukukun dışına çıkmış oluruz. Attığım tweet’te diyorum ki. “Bu adamı asla unutmayın.” diyorum. Zaten sayın savcı imza attığı bu karardan memnunsa, bu kararla gurur duyuyorsa isminin de unutulmaması gerekiyor. Unutulmaz da.Sizin attığınız tweet’leri atan binlerce insan var. Neden gözaltına alındığınıza dair fikriniz var mı? Sıra başkalarına da gelecek mi?Hakaret edenlerden ziyade ince eleştiri yapanlardan korkuyorlar. Hakaret yapma ihtiyacı duymayan insanlar, gerçek anlamda eleştiri yapar. Gerçek eleştiri yapıp, konuların özüne yönelik meseleleri gündeme getirebiliyorsan hakaret etme, hedef gösterme ihtiyacı duymazsın. Gerçekten suçlular, sorumlular, vicdan azabı çekenler bu tür eleştirilerden tedirginlik duyarlar. Bunlar korkacak. Biz korkmayacağız. Ve sıranın başkalarına da geleceği aşikâr.Basın özgürlüğü, kamunun özgürlüğüdürBunu bir gözdağı olarak yorumlayanlar oldu. Daha temkinli olma ihtiyacı duyuyor musunuz?Tedirginlik duyacak ya da temkinli olacak hiçbir şey yok. Söylediklerimin arkasındayım ve söylemeye de devam edeceğim.17-25 Aralık’ı unutturulmak için operasyonlar, gözaltılar, baskınlar yapılırken, sanki daha çok hafızalara kazınıyor. Sizce de öyle mi?Artık gerçekten bu savcının ismini hiç kimse unutmayacak.Uzun süre gazetecilik yaptınız, hâlâ medyada iletişim danışmanlığı yapıyorsunuz. Medyanın durumunu nasıl değerlendiriyorsunuz? Bu baskı hali uzun vadede devam edecek mi dersiniz?Biz basın özgürlüğünü maalesef uzun yıllar ve hâlâ hep gazetecinin kişisel özgürlüğü olarak algıladık. Temeldeki problem bu. Hâlbuki basın özgürlüğü gazetecinin kişisel özgürlüğü değildir. Mesele Sedef Kabaş’ın kişisel özgürlüğü değil. Basın özgürlüğü aslında kamunun özgürlüğüdür. Gazeteci kamu adına konuşur, kamu adına soru sorar. Benim doktora tezim soru sorma üzerine. Basında sorunun sorulmadığı, gerçek anlamda röportaj yapılmadığı, gazeteciliğin değil PR’cılığın yapıldığı bir medyadan haber çıkmaz. Ve böyle bir medyaya sahip bir ülkeden de demokrasi, demokratik duruş beklenmez. En ufak bir soruya, eleştiriye tahammül edilmiyor. Bundan sonra kalkıp ileri demokrasiden bahsediyoruz. Ben Amerika’da gazetecilik yapmış, ender gazetecilerden biriyim. CNN’de çalıştım. Basın ve ifade özgürlüğünün ne demek olduğunu Amerika’da çalışan biri olarak çok iyi biliyorum. O yüzden “Bizdeki özgürlük Amerika’da bile yok” diyenlerin oturup düşünmesi lazım. O basın özgürlüğü, yerine göre bugün bu özgürlüğü kısıtlayanlara da lazım olacak. Sadece basın, ifade özgürlüğü değil, hukuk onlara da lazım olacak.Dün Ekrem Dumanlı’ya, bugün bana, yarın sana14 Aralık medya operasyonunda ‘amasız, fakatsız’ bir duruş sergilediniz. Böyle zamanlarda ‘ama’ ile başlayan cümleler kurmadan destek olmuyor çoğu yazar, gazeteci. Mesele sadece Zaman ya da STV meselesi mi?Kesinlikle mesele Zaman ya da STV değil. Dün Ekrem Dumanlı’ya, Hidayet Karaca’ya, bugün bana, yarın da onlara. Bütün medyanın, medya mensuplarının şu televizyon, o kanal, bu gazete demeden ortak bir duruş sergilemesi lazım. Biz yıllarca bu duruşu sergileyemedik. Medya olarak birbirimizi yedik, rakip gördük. Hayır, medya bir bütündür. Medya bir bütünlük sergileyerek özgürlüğünü ne holding sahibi medya patronuna ne de siyasetçiye satacak. Gazeteci ve medya sadece ama sadece kamuya karşı sorumludur. Bu sorumluluğu taşıyabilmesi için özgürlüğü koruması, özgürlüğünü koruması için bir bütün olarak hareket etmesi lazım. Dolayısıyla hangi gazete olduğu önemli değil. Bir gazeteciyi sevmeyebilir, görüşlerini beğenmeyebilirsiniz. Ama özgürlüğüne el konuluyorsa, bu sadece onun değil sizin de özgürlüğünüze el konulduğu anlamına gelir.2015 Türkiye için nasıl bir yıl olacak?2015’te Türkiye’nin insanların, ne siyasetçi, ne gazeteci, ne hâkim, ne savcı, sokaktaki sıradan vatandaşın hakkını arayabildiği bir Türkiye olmasını diliyorum. Biz gazeteciler bu tür konulara maruz kalınca haber oluyoruz. Ya sıradan vatandaşlar. Onları görüp, seslerini duyurabiliyor muyuz acaba? Vatandaş ne olursa olsun haksızlığa uğradığı zaman “Arkamda adalet, adil bir hukuk sistemi var.” diye kendini güçlü ve güvende hissediyorsa o ülke gerçekten güçlü bir ülkedir. Ama vatandaş kendini ezik hissediyorsa, o ülkenin itibarı sıfırlanmıştır.Sıfırlanmıştır deyince, farklı çağrışımlar uyandırıyor…Her şey sıfırlanmış olabilir ama ben hâlâ adaletimizin sıfırlanmadığını düşünüyorum. Basın özgürlüğü yönünde karar verebilen hâkimlerin olması bu inancımızı kaybetmememize, adaletin de sıfırlanmamasına yardımcı olur. Adaleti sağlayan insanların arkasında olacağız. Hukukçulardan, hukuk profesörlerinden, hâkim ve avukatlardan inanılmaz bir destek aldım. O adalet sisteminin içinde adaleti tesis etmek isteyen, vicdanının adaletin sesini dinleyen değerli isimler var. Adaleti, makam, mevki, maddi kaynaklar uğruna satmayan hâkim, savcı ve polisler olduğuna inanıyorum. Öyle polisler var ki hiçbir parayla satın alınamaz. Öyle hâkim, savcı ve avukatlarımız var ki, hiçbir makam ve mansıba aldanmayacak, satın alınmayacak. Hâlâ dürüst insanlar var bu ülkede.

Toplu taşımada tacize dur de!

$
0
0
Her gün milyonlarca insan toplu taşıma aracı kullanıyor ve balık istifi seyahat ediyor. Adı üstünde toplu olan ve kişisel alana saygının ortadan kalktığı bu ortamlarda birçok kadın tacize uğruyor.Hemen her kadın, taciz olayıyla karşılaşıyor ya da böyle bir olaya tanık oluyor toplu taşıma araçlarında. Geçen gün şahit olduğumuz bir hadise, mevzuya eğilmemize sebep oluyor. A.K. metrobüste tacize uğruyor ve M.Y.’yi uyarıyor. M.Y. laftan anlamıyor ve tacizini sürdürüyor. Bu sefer A.K. bas bas bağırmaya başlayınca olaya şahit olanlar da M.Y.’yi tutuyor. Hemen polis çağrılıyor ve karakola gidiliyor. İki taraf da ifade veriyor fakat ifadeler aynı kâğıtta. Taraflar birbirinin adını soyadını, adresini, TC numarasını görüyor. A.K. bilgilerinin bu kadar rahat ifşa edilmesinden rahatsız, avukatını çağırıyor. 6 saatlik bir karakol sürecinden sonra M.Y. gözaltına alınıyor. A.K. ise başlayacak olan dava sürecini bekliyor.Tacize son vermeyi amaçlayan uluslararası bir hareket var. Adı, Canımız Sokakta: Hollaback! Bu hareketin hukuk danışmanı olan avukat Nihan Güneli, toplu taşımalardaki tacizlerde emsal davanın zor bulunacağını ifade ediyor. Zira çoğu kadın tacize uğrasa da ayıplanma, yalnız kalma, laf işitme korkusundan dolayı sesini çıkarmıyor. Ancak Güneli, otobüste tacize uğrayan bir davaya baktığını, tacizcinin 1 yıl 8 ay hapis cezasına çarptırıldığını anlatıyor: “Müvekkilim otobüse bindiğinde 20’li yaşlarda bir delikanlı ellerini onun bacaklarında dolaştırıyor. Müvekkilim tepki veriyor, anında otobüsün kapılarını kapattırıp polisi arıyor. Karakola gidiyorlar ve müvekkilim tacizciden şikâyetçi oluyor. Aylar sonra görülen davada tacizci pişman olduğunu belirten herhangi bir ifade kullanmıyor. Hâkim ona 1 yıl 8 ay hapis cezası verdi ve 7 gün içinde temyize gidebileceğini söyledi.” Tabii herkes buradaki bayan kadar cesaretli davranamıyor.Avukat Güneli, tacize uğradığımızda izleyeceğimiz rutin süreçten bahsediyor. Şayet tepki vermiş de sonuç alamamışsak polise şikâyet edilebilir. Polis, hayatın olağan akışında bir kadın gidip boşu boşuna ‘ben tacize uğradım’ diye kendisini ifşa etmez ya da tanımadığı birine durup dururken suç atmaz mantığıyla hareket eder. Karakola gidip ifade veriyorsunuz ve mümkünse tanık gösteriyorsunuz. O an başınıza geleni gören birileri muhakkak vardır. Tanık olmak isteyen kişilerin telefon ve TC kimlik numaralarını almanız gerekir. “Şahitlik ederim” deyip sonradan ortadan kaybolanlar ya da numarasını yanlış verenler olabilir. Güneli, buna da şaşırmıyor. Çünkü kimse böyle bir vakayla uğraşmak istemeyebilir. Karakolda başınıza gelenleri ekleme çıkarma yapmadan anlatıyorsunuz ve süreç başlıyor. İşin maliyeti gözünüzü korkutmasın, barodan avukat talep etme hakkınız var fakat yanınızda bir avukat olması şart değil. Dava avukat olmadan da sürebiliyor. Polise verdiğiniz ifadeyi mahkemede de verirsiniz. Sonrasında kamu davasına dönüşüyor, süreç size bağlı ilerlemiyor. Her duruşmada tacizcinizle yüz yüze gelmiyorsunuz, sadece başınıza gelen olayı birkaç kez anlatmak durumunda kalıyorsunuz. Davanın sonuçlanması 1,5 yılı bulabilir, çünkü mahkemelerin iş yükü ağır. Fakat hiçbir şey sizi yıldırmasın ve tacize sessiz kalmayın.Tacize uğrarsanız ne yapmalısınız?Çoğu kadın, toplu taşımada tacize uğradığında ayıplanacağını, destek bulamayacağını düşünüp susuyor. Peki, kadın tacize uğradığında nasıl tepki vermeli? Bağırıp tacizciyi rezil mi etmeli? Ona dirsek mi atmalı? İğne mi batırmalı? Biber gazı mı sıkmalı? Kafasına çanta mı geçirmeli? Uzman Psikolog Yasemin Eyüpoğlu, en doğru tepkinin ‘konuşmak’ olduğunu söylüyor. Örneğin taciz eden kişiye durumun farkında olduğunuzu belli edin ve güçlü bir ses tonuyla söyleyin. “Lütfen, özür dilerim…” gibi ifadeler kullanmak yerine net konuşun. Durumu tartışmayın; soru, tehdit, ayıplama gibi tavırlarına karşılık vermek zorunda değilsiniz. Saldırgan bir tutumla karşılık vermeyin. Çünkü böyle tepkiler tacizcinin öfkeyle mukabele etmesine yol açabilir. Kendinizi haksız pozisyona da düşürebilirsiniz, sakinliğinizi elden bırakmamaya gayret edin ve tacizcinin davranışlarının sonuçlarıyla yüzleşmesini sağlayın. Yasemin Eyüpoğlu’na göre toplu taşıma araçları adı üstünde toplu olan ve kişisel alana saygının ortadan kalktığı yolculuklar içeriyor maalesef. Dolayısıyla birbirine yapışık yapılan yolculuklarda sadece kadınlar değil, erkekler de mağdur olabiliyor. Bayanlar için tacize uğradı mı yoksa hassasiyetleri mi var bazen kestirmek güç. Bir bayanın arkasında kalan ama tacizci olmayan biri de tacizci muamelesi görebiliyor. Ancak tacizden eminseniz hem kendinizi korumak hem de o kişinin sürekli çevresine zarar vermesini engellemek adına tepkinizi ortaya koymalısınız.İETT’de tacizle ilgili çalışma yokBüyük şehirlerde her gün milyonlarca kişi toplu taşıma aracı kullanıyor. Örneğin İstanbul’da karayolunu kullanan günlük yolcu sayısı 9 milyon 674 bin 384 kişi. Sadece metrobüsler günde 800 bin kişi taşıyor. İETT, yolcuların ihtiyaç ve beklentilerini en iyi şekilde karşılamayı amaçlasa da her gün 10 milyon insanın taşınması ayrı bir mesele. Güvenlik önlemleri adına araçlara ve duraklara kamera konuluyor, güvenlik görevlileri tahsis ediliyor. Fakat İETT’nin, taciz vakaları üzerine başlı başına bir çalışması bulunmuyor. Tacize uğradığınızda güvenlik görevlisine bildirirseniz onlar polise haber veriyor, emniyet talep ederse kamera kayıtları paylaşılıyor.Tüketiciler Birliği’nin ‘İstanbul’un Toplu Taşıma Sorunları ve Çözüm Önerileri’ adlı raporu bu konuda yerli yerinde önerilerde bulunuyor. Rapora göre mesai saatlerinde sefer sayıları artırılabilir, çift katlı toplu taşıma araçları yaygınlaştırılabilir. Ayakta giden yolcu sayısında bir sınırlama var ancak uyulmuyor. Artırılan sefer sayılarıyla bu sınırlamaya uyulabilir. Özellikle yoğun saatlerde, belli bir periyot ile kadınlara özel araç uygulaması yapılabilir. Örneğin metrobüslerde belli saatlerde, her beş araçtan bir tanesi kadınlara ayrılabilir. Ulaşım kültürünü geliştirmek için kampanyalar düzenlenebilir.Tacize tanık olduysanız arkanızı dönüp gitmeyinToplu taşıma aracında bir tacize şahit oldunuz. Ne yaparsınız? “Bu benim sorunum değil, elimden bir şey gelmez, kimse müdahale etmiyor ki…” şeklindeki bahanelerin arkasına mı saklanırsınız? Avukat Nihan Güneli, “Taciz herkesin sorunu ve müdahale etmek hepinizin görevi.” şeklinde konuşuyor. Onun ifadesiyle, tacize şahit olan kişilerin olaya müdahale etmesi hayatî önem taşıyor. Tacizi görmezden gelmeniz onun şiddetini artırabilirken olaya ses çıkartmak için attığınız her adım tacizi sonlandırabilir. Hatta gelecekte yaşanacak bir taciz olayını engelleyebilir. Taciz bazı çevrelerce normalleştirilmiş olsa da bu, tacizin kabul edilebilir olduğunu göstermez ve ‘Kimse bir şey yapmıyor ki.’ şeklindeki yaklaşımlar, insanın müdahale etmesini engeller. Güneli, “Tacize uğrayan kişileri değil, tacize şahit olan kişileri eğitmek lazım.” diyor ve şahit olduğu halde tacize engel olmayanların vicdanlarında bir problem olduğunu düşünüyor.Tacize şahit olanların yapabileceklerini şöyle sıralıyor:Tacize uğrayan kişiye sorun: “Sizi rahatsız eden biri mi var?” Bu söz, kimsenin olaya dahil olmayacağını sanan tacizcinin, tacizden vazgeçmesi için yeterli olabilir. Kurban soruya olumlu yanıt verir ve tacizci ortamı terk etmeyerek tacize devam ederse, tacizciye durmasını söyleyebilir ya da yardım çağrısında bulunabilirsiniz. (Polis, görevli bir kimse ya da yakındaki diğer insanlardan)Eğer sözlü ya da fiziksel olarak tacize uğrayan birini görürseniz, yardıma ihtiyaçları olup olmadığını sorabilirsiniz. “Hayır” cevabını alırsanız, kimsenin alanına zorla girmek istemeyeceğinizden daha fazla üstüne gitmeyin. “Evet” cevabını aldığınız takdirde, yardım etmek için elinizden geleni yapın.Bazen tacizci kişi ya da grubu işaret etmek ve onlarla doğrudan konuşmaktansa, tacize uğrayan kişinin tarafında olduğunuzu belli etmeniz tacizciyi yıldırabilir.

Haklarınızı biliyor musunuz? İşte 'Yeni Türkiye'de yaşama kılavuzu

$
0
0
Türkiye’de son zamanlarda yaşanan Twitter mesajlarından gözaltına alma, gazetecilerin temelsiz iddialar ile gözaltına alınması, işadamlarına baskı yapılması ve kişilik haklarına yapılan hukuksuzluklar, “Haklarımızı biliyor muyuz?” sorusunu gündeme getiriyor. Günlük yaşantımızdaki hakları çoğu insan genellikle bilmiyor.Beklemediğiniz bir anda arabanız polis tarafından çevrilebilir, eviniz ve işyeriniz aranabilir ya da yolda yürürken üst araması yapmak isteyen polislerle karşılaşabilirsiniz. Hatta günümüz Türkiye’sinde attığınız bir tweet yüzünden kapınıza polis dayanabilir. Peki, böyle durumlarda ne yapmalısınız? Hukuki haklarının ne olduğu konusunda bilgi sahibi de olmayan vatandaşlar zaman zaman hak ihlalleri ile karşı karşıya kalabiliyor. İşte hepimizin başına gelebilecek böylesi anlarda yapılacaklar...
Viewing all 3284 articles
Browse latest View live