Quantcast
Channel: ZAMAN-PAZAR
Viewing all 3284 articles
Browse latest View live

Gerçek sandınız değil mi?

$
0
0
Çocukluğunu Kerbela’da geçiren sanatçı, o dönem yaşadığı acıları, kağıt, köpük, plastik ve folyo gibi malzemelerle yaptığı minyatür kasabalarla unutmaya çalışıyor.Çocukluğunu Kerbela’da geçiren sanatçı, o dönem yaşadığı acıları, kağıt, köpük, plastik ve folyo gibi malzemelerle yaptığı minyatür kasabalarla unutmaya çalışıyor.Bağdat’tan 100 kilometre uzaktaki Kerbela’da doğan Alamedy Diorama adlı sanatçı çocukluğunu annesi ve teyzesiyle geçirdi. Babası Saddam Hüseyin rejimi tarafından muhalif olduğu gerekçesiyle hapse atılmıştı. Bu nedenle bir teselli umuduyla kitap okumaya ve sanata yöneldi. Okuduğu öyküleri gerçeğe dönüşmek için kafasındaki her sahneyi tasarladı ve gözler önüne sermeye karar verdi. 16 yaşındayken ilk bilgisayarını aldı ve 3D yazılımlar için araştırmalara başladı.Minyatür yapmaya başladığında, minyatürler hakkında bir şey bilmiyordu. Kaynaklar hakkında internette araştırma yaptı, minyatür dünyasına katıldı ve ne kadar çok minyatür yapan kişi olduğunu görünce çok şaşırdı. Tutorial aramaya başladı ve yaptığı işleri Facebook’ta yayınladı. Çok kısa sürede dünyanın her yerinden birçok insan minyatürlerini çok beğendi ve 2 binden fazla arkadaşı ve takipçisi oldu.

Burada gezdiğinizi hayal edin

$
0
0
Kışın soğuğu dünyanın güzelliklerini adeta bir başka boyuta taşırken, göllerin donmasıyla ortaya çıkan rengarenk görüntüler insanın başını döndürebiliyor.Göller, nehirler ve denizler normal zamanda bile çok güzel görünürken, kış soğuğunun başlamasıyla birlikte bu güzellikler bambaşka bir hal alıyor. Donmuş su, mavi, yeşil ve beyaz gölgelerle birlikte keskin ve sivri uçlu şekiller ya da donmuş baloncuklar gibi baş döndürücü şekilde çeşitli desenler oluşturabiliyor. Bu devasa ve muhteşem buz pateni pisti üzerinde gezdiğinizi hayal edin. Cesaretinizi toplayıp bu hayali gerçeğe dönüştürebilmeniz ise bambaşka bir heyecan.

Esed’in baskısı varsa halkın pilli radyosu var!

$
0
0
Birçok yerde elektriğin olmadığı Suriye’de radyolar, halkın en önemli haber kaynağı haline geldi. Gazeteciler ve aktivistler de çareyi radyo istasyonu kurmakta buldu. Bu radyoların önemli kısmı Türkiye’den yayın yapıyor.“Gerçeklerin bir gün ortaya çıkmak gibi kötü bir huyu vardır”Bu sözü aklınızın bir köşesinde saklayın ve şimdi savaş koşullarının ağır şekilde hüküm sürdüğü bir coğrafya düşünün. Çok uzağa gitmeye gerek yok. Çok eskilere gitmeye de. Hemen yanı başımızda henüz birkaç yıl önce başlayan bir iç savaş, bir karışıklık bu. Kimileri devrim demeyi tercih ediyor. Adı ne olursa olsun Suriye’de bilindik tabirle ‘insanlık dramı’ yaşanıyor. Ve her savaşta olduğu gibi sivillerin ellerinden sadece iş-aş değil, haber alma özgürlükleri de alınmış durumda. Bir yandan Esed rejimi, diğer yandan IŞİD ve diğer aşırı grupların baskısı medyaya, en azından ‘bir tarafın yanlısı olmayan medyaya’ hayat hakkı tanımıyor. Ama dedik ya ‘gerçeklerin bir gün ortaya çıkmak gibi kötü bir huyu vardır’ diye...Suriye’de haber alma özgürlüğünün savaş öncesinde bile zaten yeterince zor olmasına bir de savaş koşulları eklenince iyiden iyiye iş yapamaz hale gelen gazetecilere ve aktivistlere tek bir yol kaldı. Seslerini Suriye dışından vatandaşlarına duyurmak. Bunun için de yok olmaya yüz tutan bir iletişim aracını kullanmaya başladılar: “Radyo gazeteciliği”. Merkez olarak Türkiye’yi seçen bu radyoların sayısı, yarısı İstanbul yarısı Gaziantep’te olmak üzere 10’a ulaşmış durumda. İstanbul’da Levent ve Bayrampaşa gibi iş merkezlerinde ofisleri bulunan radyolar, Suriye’de neler olup bittiği konusunda halkı bilgilendiriyor. Haber kaynakları Suriye’de bulunan muhabirleri ve birer gazeteci gibi çalışan aktivistler. Olay yerinden haber veren bu kişiler, çoğu zaman da sokaktaki vatandaşa mikrofon uzatıp neler olup bittiğini birinci elden öğrenip İstanbul’daki arkadaşlarına iletiyor. ‘Neden televizyon değil de radyo?’ sorusuna hepsinin cevabı aynı: “Suriye’de birçok yerde elektrik yok. Radyo için ise elektriğe hacet yok. Küçük bir radyonuz ve bir kalem piliniz olması yeterli.” İstanbul’daki bu radyolardan ikisi olan Al Kul ve Sout Raya ile Halep’ten yayın yapan ve yakında İstanbul’da büro açacak olan Radyo Alwan ile görüştük.Esed’e de aşırı gruplara da yaranamıyoruz, çünkü gerçekleri söylüyoruz!Radio Sout Raya’yı Levent’teki ofislerinde ziyaret ediyoruz. Bizi radyonun müdürü Firas Fayyad karşılıyor. Fayyad, yaklaşık iki buçuk yıldır İstanbul’da yaşıyor. Aslında bir film yapımcısı ve devrim öncesi ve devrim sırasında da Esed rejimini eleştiren belgeseller çekmiş. İlkinde bir ay, ikincisinde yedi ay olmak üzere iki kez hapse atılmış. Sout Raya da diğer radyo istasyonları gibi 2013’te açılmış. Radyonun hem rejimin hem de muhaliflerin kontrolü altındaki bölgelerde 14’e yakın muhabiri var. İstanbul’da 20’ye yakın kişi çalışıyor. Fayyad, sık sık, ‘Biz muhalefetin propagandasını da yapmıyoruz.’ demek ihtiyacını hissediyor. Yaptıkları işi ise tam olarak şöyle açıklıyor: “Muhalefeti desteklemek değil, muhalif tarafta olduğu için gerçek haberi alamayan insanları neler olup bittiği konusunda bilgilendirmek.” Savaştan sonra bunun en kolay yolu da radyo istasyonları olmuş. Çünkü zaten birçok bölgede elektrik bile yok. Radyo için çoğu zaman pil yeterli oluyor. Diğer bir sebep de rejim ve diğer grupların baskısı yüzünden insanların televizyon gibi medya araçlarına görüntü vermekten çok korkmaları. Radyo olmaları onların işini kolaylaştırıyor. Televizyona kimse çıkmak istemiyor ama radyoya konuşmakta korkulacak bir şey yok. Çünkü görüntü yok. Fayyad, insanların gerçek sesinden, çoğu zaman bölgeden aktarılan haberlerin halka gazete ya da dergi haberciliğinden çok daha gerçekçi geldiğini düşünüyor. Ve tabii ki daha az masraflı bir şey radyoculuk. Diğer radyo istasyonları gibi Sout Raya’ya da sivil toplum örgütlerinden ve Batı ülkelerinden gazetecilerin eğitilmesi konusunda maddi manevi destek var. Haber verirken gerçeklik, denge ve kaynak olarak belirlediği üç noktaya özellikle dikkat ettiklerini söyleyen Fayad, bu üçünden biri olmadığı zaman haberi geri gönderiyorlarmış. Zaten hem Esed hem muhalefet tarafından çok da sevilmemelerinin sebebini de buna bağlıyor Fayad: “Bir tarafın sözcüsü değiliz. Sadece gerçekleri duyurmak istiyoruz.” Sout Raya, Suriyeliler tarafından radyolarından dinlenebilirken Türkiye’den sadece internet üzerinden dinlenebiliyor. Ama en yakın zamanda burada da bir radyo alıcısı kurabilmek istiyorlar. Bunu en çok da Türkiye’de yaşayan Suriyelilere ulaşmak için istiyorlar. ‘Güneş enerjisiyle çalışan 2 bin radyo dağıttık’ Radyo Alwan’ın durumu biraz daha farklı. Onların merkezi diğerlerinin aksine İstanbul değil, İdlib. Yayına Nisan 2013’te başlayan radyonun Halep ve Şam’ın dışında Türkiye’de de muhabirleri var. Kurucusu Ahmad Al Kaddour’a ‘Diğer radyolar Suriye’de zorlandıkları için İstanbul’da ofis açıyorlar. Siz nasıl başarabiliyorsunuz?’ diye sorunca muhabirlerinin çoğunun evden çalıştığını ve gizli ofisler açtıklarını anlatıyor. Al Kaddour, bir ofis de İstanbul’da açmak istiyor. Halihazırda İstanbul’dan bildiren muhabirleri Türkiye’deki Suriyelilerin sorunlarına odaklanıyor. İstanbul’da ruhsat almaları durumunda Türkiye’de ve kamplarda yaşayan Suriyelilerin sorunlarına daha çok eğileceklerini düşünüyorlar. Ama öncelik tabii ki Suriye’de yaşananlar. Radyo Alwan’ın çoğu gençlerden oluşan 40 kişilik bir kadrosu varmış. Bunlardan yedisinin Türkiye’ye geldiğini anlatan Al Kaddour, beşinin İstanbul, birinin Adana, birinin de Antep’ten radyonun İdlib’deki merkezine haber göndereceğini söylüyor. Ahmad Al Kaddour da Radyo Alwan olarak siyasetten ziyade ‘insan odaklı’ yayın yaptıklarını ısrarla vurguluyor. Her iki tarafın yanlışlarını yeri geldiğinde söylediklerini anlatan Al Kaddour, diyor ki: “Nedenlerden ziyade sonuca odaklanıyoruz. İnsanların sorunları nasıl çözülebilir onun üzerinde duruyoruz. Bakın Suriye’de her gün 40 bin kişi gündüz atılan bombalara yakalanmamak için sabah evlerinden çıkıp akşam geri dönüyor. Daha başka birçok sorun var. Yakıt sıkıntısı çekildiğinden insanlar ısınmak için ağaç kesiyor. Ormanların da geleceği tehlikede. Sonra eğitim çok büyük sorun.” Alwan’ın kuruluş hikâyesi de diğerlerinkine benziyor: “Savaşın ardından hem aktivist arkadaşlarla hem de sivil toplum kuruluşları ile düşündük; ne yapabiliriz diye. Şu şartlarda insanlara ulaşmanın en kolay yolu radyo. Bir küçük radyo ve pil, neler olduğunu öğrenmek için yeterli.” Hatta Al Kaddour ve arkadaşları radyoyu kurarlarken halka iki bin kadar güneş enerjisiyle çalışan radyo dağıtmış. Pile bile gerek kalmayabiliyor yani. Ne dedik, gerçeklerin bir gün ortaya çıkmak gibi kötü bir huyu varmış ve bu bir gün küçücük bir kutuyla bile olabilirmiş... ‘Habercilerimizin büyük kısmı aktivistler’ İstanbul’daki radyoların en önemlilerinden biri ‘herkes’ anlamına gelen ‘Radio Al Kul’, 2013 Mart’ında tam da devrimin yıldönümünde kurulmuş. Amacı diğerlerinden farklı değil: Rejim yanlısı medya tekelini bir şekilde aşmak. Sout Raya’dan farklı olarak çalışanlarının büyük kısmını gazeteciler değil, aktivistler oluşturuyor. Nedenini, Bayrampaşa’daki bürolarında ziyaret ettiğimiz radyonun yöneticisi Yasser Kher anlatsın: “Halep’te iki muhabirimiz var sadece ama başka bir yol izliyoruz. Çok sayıda aktivist var bölgede bize haber sağlayan. Lokal ajanslardan da faydalanıyoruz. Suriye’deki durum bizi böyle yapmaya zorluyor. İnternet çok az kişide var. Aktivistler, interneti zor da olsa sağlayabiliyorlar ve bölgeden bir haber geçmemiz gerektiğinde Skype yoluyla bağlanıyoruz onlara. Bazen de onlar halka mikrofon uzatıyor ve ses kayıtlarını bize yolluyorlar.” Al Kul’un İstanbul’daki ofisinde 18 kişi çalışıyor. Aralarında farklı meslek gruplarından insanlar mevcut ama en çok okulları yarıda kalmış medya öğrencileri, mühendisler ve aktivistler var. ‘Hâlâ tehdit altında hissediyor musunuz?’ sorusuna Yasser Kher, ‘Birazdan göreceksiniz, çoğu fotoğraf çektirmek istemeyecek.’ diyerek cevap veriyor. Birçoğu hapse atılmış ve işkence görmüş olan çalışanların aileleri hâlâ Suriye’de imiş, o yüzden ‘her an her şey olabilir’ diyorlar. Devrimden önce de, devrim sırasında da aktivist olarak görev yapan Kher, kendi ifadesi ile ‘çok şükür’ hiç hapse atılmamış ama üç dört kez evi aranmış. ‘Radyo programlarınız hep haber üzerine mi?’ diye soruyoruz: “İlk başta aile ve kadınlara yönelik daha hafif programlarımız da vardı, fakat bir süre sonra fark ettik ki insanlar bunları dinlemiyor. Daha çok haber almak istiyorlar. O yüzden biz de haber ağırlıklı gidiyoruz.” Günde dört saat canlı programları var. Bu programlarda Halep, Şam, İdlib ve Hama gibi yerlerdeki aktivistlere bağlanıp ‘ne olup bittiğini’ soruyorlar. Bazen konuyla ilgili bir uzmana bağlanıp özel röportajlar gerçekleştiriyorlar.

Yaşasın, futbolumuz bir kez daha kurtuldu!

$
0
0
Futbolumuzun ne kadar acıklı bir durumda olduğu yeni ve ilginç bir saptama değil. Bu işi yönetmeye soyunan insanların neyi ne kadar bildikleri ve yapabildikleri de ortada. Yabancı konusunda iki yıl içinde alınmış olan kısıtlayıcı kararın bugün tam tersine çevrilmesi, işi büsbütün içinden çıkılmaz hale getirecek. Üstelik futbolumuzun gelişmesiyle ilgili tek sorun bu değil.Böyle kahır dolu yazılar kaleme almaktan zerre kadar hoşlanmadığımı sık sık tekrarlamak zorunda kalıyorum. Fakat ne yapabilirim ki! Yaşananlar çok daha sert yazıları gerektiriyor. Birkaç ay önce Hakan Şükür, futbolumuzun kimlerin eline kaldığı yolunda, arkasını getirmek istemediği türden bir söz etmişti. Ne yazık ki orada devam etmek zorundayız. Çünkü mevcut sıkıntıların yanında, bir de bu çileyi çekiyoruz.Her sistemin sağlıklı biçimde işlemesini sağlayan mekanizmalar vardır. Biz bundan yoksun olduğumuz gibi süreklilik arzeden kaosu sistem diye yutturmaya çalışıyoruz. Bu işlerin doğru dürüst yürütüldüğü ülkelerde bunun yüzde 1’i kadar bile önem taşımayan bocalamalar karşısında ilgili kişiler istifa etmekte duraksamıyor. Bizde korkunç çuvallamalar, ve bunların yol açtığı olağanüstü zararlar bile kimseyi yerinden kıpırdatmıyor. Sorun sadece yabancı oyuncu sayısı değil, her konuda feci durumdayız. 50 yılı aşkın süredir Türkiye Kupası oynanıyor ama henüz kesin bir statü oluşturamadık. Kupanın nasıl oynanacağı, hangi takımların katılabileceği gibi temel nitelikteki düzenlemeler hemen her yıl değişiyor. O günlerde herkesin derdi başka olduğundan görmezden gelindi ama 3 Temmuz olayı nedeniyle uydurulan Süper Final maskaralığı, ligimizi de adeta dinamitleyen bir uygulamaydı. Bunlar gibi tüyler ürpertici bir yığın rezalet yaşandı ve bugün içinde bulunduğumuz batağa düştük!Herkes altyapının öneminden sözediyor ama hiçbirşey yapılmıyor. Nasıl oyuncu yetiştireceğimiz konusunda bile görüş birliği içinde değiliz. Transfer derseniz ayrı bir facia. Şimdi bunları unutup yabancı futbolcu sayısı konusundaki 180 derecelik dönüşe övgüler mi düzmeliyiz? Bu düzenlemeyi ciddiye alıp da ‘efendim şurası fena olmamış ama burasında biraz eksiklik kalmış’ gibisinden tartışmaları da acıklı bulduğumu söylemeden edemeyeceğim. Çünkü küme düşecek takımlarda yer alıyorken gönderilmeleri gerekecek yabancı oyuncunun durumundan doğacak zararlar ve herhangi bir takımın 11 yabancıyla sahaya çıkması halinde ‘biz ne yaptık!’ diye bugün düşünmesi gereken birilerinin yerine niçin bu tartışmaları yapmak zorunda kalalım?Acıklı bir komedi!İki yıl öncesinde yabancı oyuncu sınırlamasının ne kadar önemli olduğunu anlatmaya çalışan, bu yapılmazsa Türk futbolunun batacağını ileri süren Futbol Federasyonu, bugün o kararın tam tersi bir düzenlemenin altına imzasını atabiliyor. Bu sayede futbolumuz bir kez daha kurtarılmış oluyor! Bir ülkenin ve futbolunun önce böyle kurtarıcılardan kurtarılması gerektiğini hâlâ öğrenememişsek ne yapılabilir ki…Kuşkusuz ki yeni düzenlemelerin iyi yanları olabilir. Başka türlüsünü düşünmek, bu işleri yapan insanların topluca akıllarını oynattığını kabullenmek anlamına gelir. İyi de bugüne kadar çalışmalarını o yabancı kısıtlamasına göre yapanların durumu ne olacak? Başka bir ülkede o durumdaki kulüpler federasyona tazminat davası açsa neler olur tahmin edebilirsiniz. Allahtan bizde ilgili yasa hiçbir durumda kulüplerin mahkemeye gidemeyeceklerini öngörüyor. Bunu temin için de kulüplerden taahhütname alınıyor.Alınan her karar ve getirilmeye çalışılan düzenleme işleri biraz daha içinden çıkılmaz hale getiriyor. Çoktan batmış durumda olan kulüplerin bu özellikleri görmezden gelinerek bugünkü noktaya varıldı. Şimdi birdenbire onların birkaç ay içinde kendilerini düzeltip yarışı öyle sürdürmeleri isteniyor. Üstelik, bu kulüplerden birini en az 10 yıl kurtulamayacağı borç batağının içine düşüren kişi, şimdi bütün kulüplere tehditler savuruyor.Bu hazin komedinin dile getirilmesi gereken o kadar çok yönü var ki… Sözgelimi, TFF seçimine kısa bir süre kaldı. Beşiktaş Kulübü Başkanı Sayın Fikret Orman’ın belirttiği gibi haziranda belki başka bir yönetim göreve gelecek ve değişik bir karar alacak. O zaman kulüpler yeni bir savrulma içine girecek.Üstelik, o seçim sırasında kulüpler en etkili aktör olarak çeşitli isteklerini TFF’ye kabul ettirme imkanını bir kez daha ele geçirecek. Kısacası, içinden çıkılması olanaksız bir kısır döngünün içindeyiz. Tıpkı sporda şiddetin önlenmesi gibi bu işlerde de yanlışı düzeltmeye ortasından başlayamıyorsunuz. Bir tutarsızlıklar zinciri içinde yuvarlanıp gidiyorsunuz. ‘TFF’nin bu konularda hiçbir fikri yok’ Konuyla ilgili tartışmalar sırasında elbette ki son derece önemli sözler edildi, çarpıcı noktalara dikkat çekildi. En başta Önder Özen’in isyanı etkileyiciydi. Çünkü Beşiktaş’ta bir profesyonel olarak görev yaptığı dönemde bütün çalışmalarını, yabancı oyuncu kısıtlamasının uzun yıllar daha da sıkı hale geleceğini düşünerek yapmıştı. Bu karar çıkınca da yönetimi yanıltmış, kulübü zarara sokmuş biri durumuna düşüyordu. Bunun için ilgililerden özür diledi. Bu, onun iş ahlakını da aşan asaleti olarak nitelendirilebilecek bir durumdu. Yoksa kimsenin böyle şeylere kulak astığı yoktu.Konuyla ilgili olarak başka hiçbirşey konuşmaya gerek bırakmayacak sözü de yine NTVSpor’da Metin Tekin kardeşimiz etti. Milli futbolculuğunun yanında antrenör olarak da o bünyede görev yapmış biri olarak iyi bildiği gerçeği dile getirdi; ‘bugünkü TFF yönetiminin bu gibi konularda hiçbir fikrinin bulunmadığını’ söyledi.Kimin yaptığı aklımda kalmadı ama ilginç bir değerlendirme de şuydu: Milli Takım 2016 Avrupa Şampiyonası grup elemelerinde beklenen sonuçları alabilseydi, yabancı sayısı ve öteki konularda böyle bir düzenlemeye gitmek kimsenin aklına gelir miydi? Sonrasını ben ekliyorum: Yoksa bütün sorunları görmezden gelip ‘biz şöyle aslanız böyle kaplanız’ diye yola devam edilir miydi?Evet, çok zihin açıcı ve gerçeği bütün çıplaklığıyla ortaya koyan bir soru bu...

Ekmeklerini taştan çıkarıyorlar

$
0
0
Türkiye’de işsizlik oranının en yüksek olduğu Şırnak için kömür ocakları tam anlamıyla bir geçim kapısı. Cudi Dağları’nın eteklerinde, Şırnak’a 10 km mesafede bir kömür deryası burası.İrili ufaklı birçok işletmenin faaliyet gösterdiği Toptepe mevkiindeki kömür ocaklarında Şırnaklı işçiler, canlarını dişlerine takarak günlük 50-60 liraya, adeta ekmeklerini taştan çıkartıyor. Hayvancılık ve kömür madenlerinin dışında istihdamın olmadığı şehirde, yaklaşık yedi bin kişi kömürden geçimini sağlıyor. Zaman zaman kapanan işletmeler, Şırnak halkını zora sokuyor. İşçiler, zor şartlar altında ölümle burun buruna çalıştıkları bacasız fabrikalarının kapanmasını istemiyor.Açık ve kapalı usûl kömürün çıkarıldığı ocaklarda hummalı çalışma sabahın erken saatlerinde başlıyor. Kışın tünellere su dolduğu için ve bunu çıkaracak yeterli kapasiteli işletmeler olmadığından dolayı tünel kömürcülüğüne ara verilmiş. Havaların düzelmesiyle birlikte yeniden kazmalarla iş başı yapılacak. Şimdi sadece dozerlerle açık usül çıkarılıyor kömür. Üstünün toprağı alınıp altındaki siyah inci ortaya çıkıyor. Hafriyat malzemesi de atılmıyor, içindeki kömür parçaları ayıklanıyor. İş imkanının çok az olduğu bu şehirde ekmek adeta aslanın midesinde. İşçiler yağmur çamur demeden hafriyat sahasına geliyor. Günlük topladıkları kömür miktarınca yevmiyelerini çıkarıyorlar. İşletmeler bir parça kömürü dahi boşa atmıyor. Gün boyu çalışan işçiler evlerinden getirdikleri yemeklerle öğlen arasını değerlendiriyor. Yorgunluk bir bardak çayla demleniyor. Kısa istirahatın ardından gün batana kadar, molozun içinde kömür ayıklama işlemi devam ediyor. Hafta sonları okullar tatil olunca çocuklarda büyüklere eşlik ediyor. Akşam olunca, vücutlar yorulsa da, eve ekmek götürmenin mutluluğu yüzlerine yansıyor.

‘Bana Masal Anlatma’ çocukluğumdan izler taşıyor

$
0
0
Senaryosunu yazdığı Leyla ile Mecnun dizisiyle adından söz ettiren Burak Aksak, senaristliğini ve yönetmenliğini üstlendiği ‘Bana Masal Anlatma’ filmiyle yeniden seyirciyle buluştu. Geçtiğimiz günlerde vizyona giren film için Aksak, “Ezberlerin bozulmasını istedim.” diyor.‘Bana Masal Anlatma’nın hikâyesi nasıl oluştu?Ben Yedikule ve Samatya civarında büyüdüm ve çocukluğumun geçtiği mahalleyi anlatan bir şeyler yapmak istiyordum. Bunu da ortada kalmış bir adamın hikâyesini yazarak yapmaya çalıştım. Filmdeki Rıza karakteri benim için ortada kalmış bir adam. Babası ismini koyarken bile Metin, Ali ve Feyyaz gibi efsanelerin isimlerini değil de Rıza ismini seçmiş. Ferdi, Müslüm ve Orhan varken Rıza, gidip inadına Hakkı Bulut dinliyor. Herkes yeni sarı dolmuşlardan kullanırken o eski minibüsünü bırakmıyor. Sonra dedim ki “Bir masaldan prenses çıkıp Rıza’nın hayatına girse bugünün İstanbul’unda ne yaşardı?” Böyle bir kız, Rıza’nın kahramanı olabilir mi ya da olmak zorunda mı? Bu ezberin bozulmasını istedim yani masallarda bir prens gelir ve kızı kurtarır bunu biliriz. Bense sınırların dışına taştım.Ne kadar süredir üzerinde çalışıyordunuz?Anlattıklarım uzun zamandır düşündüğüm şeylerdi. Leyla ile Mecnun’da kendimi anlatmak istemiştim burada da kendimi anlatıyorum. Yazım süreci iki hafta sürdü. Ama aslında yaşamış olduğunuz hayat ve yapmak istedikleriniz bu çalışmayı oluşturuyor. Tüm bunlar bir anda oluşmuyor. Bu sebeple uzun bir çalışmanın ürünü oldu diyebilirim.Filminizde kentsel dönüşümü de işliyorsunuz. Hatta bir yerde şehrin ölmesi üzerine konuşuluyor. İstanbul ölüyor mu, ne dersiniz?Biraz ölüyor biraz da ölmek zorunda. Ölmekten kastım, aşina olduğumuz, bildiğimiz şehrin dokusu tabii ki değişecek. Bu ortada olan bir şey ve engelleyemezsiniz. Filmde gördüğümüz insanlar, mesela son mahalleliler. Artık yakında mahalle diye bir kavram kalmayacak. Buna karşı duramıyoruz ama bir yandan da bunun için çok mutsuzuz.Beklentileriniz neler filmden?Galaya kadar tepkileri çok düşünmüyordum. Ama galada o kadar güzel şeyler söylendi ki biraz utandım, biraz da “Galiba güzel şeyler yaptım.” dedim. Film ve dizi yaparak insanlara ulaşıyorsunuz ama onlara dokunabiliyor musunuz, izlediklerinde kendilerinden bir şeyler bulabiliyorlar mı önemli olan budur. Filmden beklentim seyirciye dokunabilmek, çünkü bu hikâye bana dokunuyor.İlk uzun metraj yönetmenlik deneyiminizdi, nasıl geçti çekimler?Yönetmenlik dediğiniz şey aslında biraz da insanlarla ilişki kurabilmek. Bir film nasıl çekilir, bunu teorik olarak biliyordum fakat pratik dediğiniz şey bambaşka. Sete çıkana kadar herhangi bir fikrim yoktu nasıl yöneteceğime dair. İnsanlarla o iletişimi nasıl kuracağımı da bilmiyordum çünkü bu konuda iyi değilimdir. Ama yine de seti beş hafta iki gün programladık ve sorun olmadan planladığımız tarihte bitirdik. Sette çok eğleniyorduk ama biraz ciddi olmaya çalıştım. Çünkü gülmenin sonu yok, eğleniyoruz ama iş de yapmamız lazım. Bıraksalar dağılırdık, bu yüzden o dengeyi kurmaya çalıştık.Filmle gördük ki edebiyattan ve sinemadan göndermeler hâlâ devam ediyor…Evet, ama yaptığım göndermelerimin anlamı yok. Sadece okuduğum ve sevdiğim şeyleri yaptığım işlerde görmek istiyorum. Bir şeyin içinde Edip Cansever’i görsem mutlu olurum örneğin ya da ilgilendiğim ne varsa.Leyla ile Mecnun’dan bildiğimiz ve filmde de çalan arabesk şarkılar… Vazgeçmiyorsunuz...Bir film ya da dizi hesap ederek yazılmıyor. Yazıyorsunuz ve aşina olduğunuz ne varsa üstüne ekliyorsunuz. Leyla ile Mecnun’da Ferdi Tayfur vardı örneğin, babam ona benzetilirdi ve evde tüm kasetleri vardı. Ben onun şarkılarıyla büyüdüm, haliyle kulak aşinalığı var.Bana Masal Anlatma’nın siyahî oyuncuları çok dikkat çekiyor...Onlar artık bir İstanbul gerçeği. Çekim yaptığımız bir gün evlerden birinde yüksek sesle Fransızca konuşuluyordu. Bizim Fransız oyunculardan James, zili çaldı ve kapıyı açan başka bir siyahî vatandaşa Fransızca olarak “Biraz sessiz olur musunuz çekim yapıyoruz.” dedi. Orası o şekilde dil, din, ırk gözetmeden bir mahalle olmuş artık.Alışılmışın dışında bir mizah anlayışınız var. Bu sektöre atılırken endişeleriniz olmadı mı?Diziye başlarken tutacağına dair herhangi bir fikrim yoktu, hatta biz işe başladıktan sonra herhalde bizi bir on üç bölüm yayınlarlar diye tahmin ediyorduk. Güldüğümüz işi yapıyorduk ve ufak da olsa bir kitleye ulaşmak istiyorduk. Filmi yazarken de böyleydi ama dizide sonlara yaklaştıkça uçmaya başladık. Her şeyi yapma lüksü oluştu. Bu size seyircinin verdiği bir lükstü.Mizah anlayışınızın bu kadar benimsenmesinin sırrı ne olabilir?Sahici şeyler anlatmak istiyorum ve bunun peşinden gidiyorum. Genel olarak filmdeki gibi bir çocukluğum vardı. Acılarım da oldu ama çok komik ve saçma şeyler de yaşadım. Hayat dediğiniz şey zaten bu. Biz sadece bunun komik taraflarını alıyoruz, “Bu neden bizim başımıza geldi?” diye sormak yerine bununla eğlenmeye çalışıyoruz.Yazmak için belirli zamanlarınız var mı yoksa ilham bekleyenlerden misiniz?Benim hiç mesaim olmadı. Bugüne kadar bir şeyler yazmak için oturmadım. Bir an sıkılıp yazmak istiyorum ve onları kaleme alıyorum. Sonra bilgisayara geçiriyorum. Mesela bu filmi ilk önce bir deftere yazdım. Şu saatte kalkayım ve masa başına geçeyim gibi durumlarım yok. Anlık tamamen. Ama bir tek ‘Ben de Özledim’ farklıydı. O dönem TV için bir şey yapmamız gerekiyordu ve çok da severek yaptığım bir durum değildi.Nasıl bir çocukluk geçirdiniz? Bir İsmail Abi’niz ya da Erdal Bakkal’ınız var mıydı?Karakterler bire bir yoktu belki ama isimler benziyordu. Bizim mahallemizde de filmimdeki gibi Kahveci Nafi ve Lokantacı Yaşar vardı. Ama sadece isimleri aynı. Babam Yedikule’de oto lastikçiydi ve sabahları ben açardım dükkânı. Poğaça-çay yahut helva-ekmek, yanına kola büyük lükstü bizim için. Filmi galada izledikten sonra ertesi gün dükkânı açacakmışım gibi bir his geldi içime.Sinemayla olan tanışıklığınız…Liseye dayanıyor sinema merakım. Hiçbir zaman okuyup meslek edinmek gibi bir derdim olmadı. Zaten oto lastikçiydim ve en kötü onu yaparım diyordum. İyi lastik değiştiririm mesela, altın bilezik derler ya öyle işte (gülüyor). Kuzenim Selçuk Aydemir’le birbirimizi çok etkilerdik. Beraber kısa filmler çeker, izlerdik.Sinemada ve edebiyatta en sevdiklerinizi sorsak...Mike Leigh, Wes Anderson ve Coen Kardeşler. Ayrıca son filmlerinden birkaçını sevmesem de Woody Allen, izlemem lazım dediğim adamdır. Gerçek olan şeyleri çok seviyorum, insanların psikolojilerinin uzun uzun irdelenmesi ilgimi çekiyor. Bu sebeple sinemada Mike Leigh, edebiyatta da Dostoyevski yeri ayrı olan isimler.Farklı sinema projeleriniz olacak mı?Bir tane bağımsız film yapmayı düşünüyorum. Hayata dair daha sert ve daha gerçek, gişe beklentisi olmayan bir şey olsun istiyorum.Ve Leyla ile Mecnun… Neden bu kadar çok sevildi?Oyuncusu, yönetmeni her şeyi çok güzel denk geldi. Hepimiz aynı kafadaydık, iyi anlaşıyorduk. Farklı olanlarsa bu işten kendileri uzaklaşıyordu.Dizi tuttuğunda ne hissettiniz?İlk günden itibaren güzel şeyler söyleniyordu. Ama biz hep alt tarafı dizi yapıyoruz, abartmayalım diyorduk. Televizyonda görmek istediğim şeyi yaptım. Komiğiz diye iddiamız yoktu başlarken, sadece bir hikâyemiz vardı.Dizide ki “At” olayını sormasak olmaz..Bu bana hep soruluyor. Bilerek başlamadık atlardan bahsetmeye ama zamanla fark ettik ki çok fazla kullanıyormuşuz. Sonrasında devam ettirdik. Atları seviyorum, hüzünlü hayvanlar sonuçta.Final bu kadar hüzünlü bitmek zorunda mıydı?Bence seyirci bunu bekliyordu yani ben olsam beklerdim. Yaptığımız her bölümde hüzün bir şekilde vardı. Final Ali Atay’ın fikriydi. “Mecnun giderek aptallaşıyor, niye böyle oluyor bu çocuk?” dedi ve sonrasını detaylandırdık. Sonunun bu kadar konuşulacağını beklemiyordum. Benim kafamda ilk yazdığımda bir final vardı ve yapamadım. Bir gün o final olur mu bilmem ama yapılsaydı daha etkileyici olurdu.Yapar mısınız bir gün?Bana kalsa bir daha Leyla ile Mecnun’la ilgili bir şey yapmam derim ama büyük konuşmamak gerekir. Çünkü özlüyoruz hepimiz.Dizi tutuklamaları bana abartı geliyorLeyla ile Mecnun’un yayından kaldırılması konusunda ne düşünüyorsunuz?Dizi yıllarca sürsün ve hep yazayım gibi bir hayalim yoktu. (Gülüyor) Zorluyordu ama dizi sayesinde deşarj olabiliyordum. Derdim mi var, birisine mi kızdım oraya yazarak rahatlıyordum. Ama kaldırılması sürpriz olmadı. Zaten kalkıyor mu kalkmıyor mu süreci yaşanırken biz çekimlere devam ediyorduk. O hale gelmişti ki ne olacaksa olsun demeye başlamıştık. Elimde daha çekmediğim bir bölüm ve yapamadığım bir final vardı.O dönem diziniz yayından kaldırıldı şimdi ise dizi yüzünden tutuklamalar yapılıyor. Sizce nereye gidiyoruz?Alt tarafı dizi yapıyoruz. Hiçbir zaman toplum mühendisliği yapmaya çalışmıyorduk. Başarabilen biri varsa hayranlıkla izlemek isterim. Kaldırılmak bana ekstrem gelmemişti hele de öyle bir süreçten sonra ama tutuklamalar abartı geliyor. Ne gerek var böyle tepkilere.

[Haftanın Albümleri] Yavaş ve sıcak bir caz rüzgârı

$
0
0
Neşet Ruacan, dostlarının ve eleştirmenlerin deyişiyle Türk cazının gitarlı bilgesi.Sahnede 50 yılı geride bırakan sanatçı, bu sürede Norveç'ten ABD'ye pek çok ülke gezdi, ünlü isimlerle çaldı. Ece Göksu da hem iyi bir piyanist hem ülkemizdeki en iyi caz kadın vokallerinden. 23. Akbank Caz Festivali'nde verdikleri duo konser sonrası bir albüm kaydetme fikriyle yola çıkan Göksu ve Ruacan'ın, Volkan Hürsever'i de aralarına alarak kaydettikleri Slow, Hot Wind isimli albüm dinleyicilerle buluştu. David Kahne, Jay Lyon, Nicholas Potts, Charlie Parker gibi önemli isimlerin eserlerinin yorumlandığı albüm cazseverler için biçilmiş kaftan.Slow Hot Wind - Neşet Ruacan - Ece Göksu - Ada Müzik*Trompet sesiyle Barıştık Mı T.E.A.R.Barış Demirel, önemli trompet sanatçılarından biri. Cazdan rock müziğine yurtiçindeki önemli festival sahnelerinde yer alan Barış Demirel ‘Barıştık Mı T.E.A.R.' adlı albümünü müzikseverlerle buluşturdu. Demirel, geleneksel Ortadoğu ve Türk müziğindeki makamların yanı sıra caz, ambient, rock, shoegaze, avant-garde, gainsbarre seslerinden oldukça etkileniyor. Trompet odaklı, geneli enstrümantal ağırlıklı bir albüm olan ‘T.E.A.R.’ anlamını, Barış'a albümde ve sahnede destek veren müzisyen arkadaşlarının isimlerinin baş harflerinden alıyor. Barış Demirel'in yeni albümü dingin ve müzikseverleri müziğin farklı coğrafyalarında seyahate çıkaracak bir çalışma.Barıştık Mı T.E.A.R. - Barış Demirel - We Play*Mine Çayıroğlu'ndan HayalperestMine Çayıroğlu'nu küçük yaşlardan itibaren oynadığı film ve dizilerden tanıyoruz. Fakat o aynı zamanda bir müzisyen. 2004 yılında ‘Zümrüt Gibi' isimli albümüyle iyi bir çıkış yakalayan Çayıroğlu, yeni albümü Hayalperest ile sevenleriyle yeniden buluştu. Albümde, söz ve müziği kendisine ait bir şarkı da bulunuyor. Oyunculuk kariyeri devam ederken, şarkı söylemenin kendisi için büyük bir aşk olduğunu dile getiren Çayıroğlu, albümde; Ender Gündüzlü, Can Sanıbelli ve Metin Arıgül gibi müzisyenlerle çalışmış. Hayalperest, oyuncu-müzisyenin farklı tarzı ve yorumunu yeni müzik dinleyicileriyle tanıştırmak istediği bir çalışma.Hayalperest - Mine Çayıroğlu - Eğlence Fabrikası

Emir: Sezen ve Yıldız şarkılarımı söylesin isterim

$
0
0
Emir, yeni çalışması ‘Kendimden’i müzikseverlerle buluşturdu. Albümde ilk kez kendi sözleri ve bestesiyle dinleyici karşısına çıkan müzisyen, bundan sonraki kariyerini söz yazmak üzerine kurmayı düşünüyor.Kendimden isimli yeni çalışmanızın hikâyesini anlatır mısınız?Çok büyük isimlerden çok güzel şarkılar aldım. 2009’dan bu yana altı tane hit çıkardım. Bu sefer ne yapabilirim diye düşündüm. Çünkü şarkı alma hayalini kurduğum herkesten şarkı almıştım. Her seferinde yeni bir şey yapmak istiyordum. Ceyhun Çelikten’i arayıp bestesinin olup olmadığını sordum. Söz yazdırmak istiyordum. O da bana Bi Ağla’nın bestesini yolladı. Şarkıyı dinlerken aklıma sözleri gelmeye başladı. Dinlettim başkaları da beğendi.Daha önce beste yapmamıştınız. Bir anda ilham mı geldi?Söz yazmak güzeldi ama beste yapabileceğimden emin değildim. Bir gece arabamın anahtarlarını unutmuştum. Kendi kendime bir kere de aldığın yerde bırak, dedim. Sonra bundan ne güzel şarkı sözü olur diye düşünürken on beş dakika içinde Yaylı Yatak şarkısı çıktı.Bir anlamda bu albümde kendinizdeki söz ve beste yapma kabiliyetini keşfetmişsiniz...Evet, bu albüm benim için de sürpriz oldu bir bakıma. Albümün ismi de bu sebeple Kendimden oldu. Çünkü bu süreci daha güzel anlatacak bir kelime yoktu. Ne yapacağımı bilemediğim bir dönemde Allah bana bunları ilham etti. Kendi yaptığıma inanamadım.Bugüne kadar hep single ya da maksi single yayınladınız. Normal bir albüm yapmayı düşünmüyor musunuz?On şarkılık bir albüm yapıp birkaç şarkının tutması diğerlerinin arkada kalması üzücü. Geri kalan şarkılara harcanan emek ve paraya yazık oluyor. Böylesi daha mantıklı. Bir gün albüm yapmak isterim ben de. Sezen Aksu, Tarkan’dan albüm bekleriz. Ama piyasanın şartları ve yolun başında olanlar düşünüldüğünde böylesi daha mantıklı.Yeni şarkılarınızda farklı müzikal tercihler yapmışsınız. Bu risk değil mi?Çok güçlü isimler var bunları yapabilecek ama yapmıyorlar, korkuyorlar. Birazcık değişik bir şeyler yaptığında insanlar yüz çeviriyor. Pop yaparken bir anda anlaşılmaz bir elektronik müzik yaparsan insanlar sırtını dönebilir ama sen onlara ikisi de oluyor diye gösterirsen kabul edeceklerdir. Bu konuda benim de çok cesur olduğum söylenemez. Bi Ağla bu anlamda çok cesur bir şarkı ama arkasında Yaylı Yatak olmasa bu şarkıyla çıkmazdım.Yaylı Yatak ilginç bir isim…Bu soruyu ben de sordum kendime. Ama öncesinde Makine de dedim, Şiki Şik de, Kısa Kes de... Olabilir bence. Ya Rab ismini verirken de çok düşündüm. Böyle şarkı ismi olur mu diyenler oldu. Bu şarkıda sitem var diyenler de oldu ama ben böyle düşünmüyorum. Çünkü bu şarkıda ben içimi döküyorum, bir anlamda konuşuyorum.Müzikal olarak kendinize koyduğunuz kariyer hedefinin şu anda neresindesiniz?Aslında bu albümle belli olacak diyebilirim. Çünkü daha önce çok iyi isimlerden şarkılar almıştım ve 1-0 öndeydim. Şu an bana başka bir kapı açılıyor. Bu albümde kariyerimi farklı bir şekilde şekillendirebilirim dişe düşünüyorum. Söz yazmak benim için dünyanın en zevkli işiymiş, şarkı söylemekten de zekliymiş.Şiire ve edebiyata karşı ilginiz var herhalde...Çocukluğumdan beri edebiyata büyük ilgim var. Lisede Rabia Yağcı isimli edebiyat öğretmenim vardı. Beni şiir okumaya teşvik etti, Mehmet Akif Ersoy’a hayran bıraktırdı. İstiklal Marşı okumada Türkiye birincisi oldum. Şiire ve söze çok büyük ilgim var. Şu an o birikimlerin faydası çok oluyor.Müzik dünyasında ilham aldığınız isimler kimler?Sezen Aksu’nu çok büyük hayranıyım. Çocukluğumdan beri onun için delirebilirim. Yıldız Tilbe’nin ve Tarkan’ın da hayranıyım. Çok şükür bu isimlerle çalışma imkanı da buldum.Tarkan demişken, çıktığınızda herkes ona olan benzerliğinizi konuşuyordu. Bu sizi rahatsız etti mi?Benzetilmek bir yerden sonra teferruat kalıyor. Eğer iyi işler yapamazsanız insanlar sadece birine benzediğiniz için sizinle yola devam etmez. İlk başlarda belki bu benzerlik konuşulmuş olabilir ama insanlar benim şarkılarımı sevdi ve Emir adı pekişti. Öte yandan birine benzemek kötü bir şey değil. Nihayetinde benzetildiğim insan da çok değerli. Buradaki hassas nokta, kariyerini o benzerliğin üstüne mi yoksa işinin mi üzerine kurup kurmadığın.Dizi ya da film teklifi geldi mi hiç?İlk başlarda çok geldi. Ama bir işe yarayacağımı düşünürsem onun içinde yer alırım. Bir de o zaman müziğe haksızlık ettiğimi düşünürüm. Bu büyü gider.Yapmayı çok istediğiniz bir şey var mı?Belgesel yapmak istiyorum. Özellikle köyleri dolaşmak ve insanlarla röportaj yapmak...Popçular etliye sütlüye karışmaz imajı var. Siz onun dışında bir profil çiziyorsunuz?Marmara İletişim mezunuyum. 16-17 yaşında bu piyasaya atılmış ve hiçbir şey yaşamadan şöhret olmuş biri değilim. Özellikle lise yıllarım çok hareketliydi. O ortamda herkesin herkesi sevebileceğini, kimliklerin çok da önemli olmadığını gördüm. Çok politik olmadım. Bir insana kayıtsız şartsız güvenip destek olamam.Sanatçı politik olmak zorunda mı?Herkesin bir siyasi görüşü vardır ama bunu bağırarak söylemesi bir yerden sonra iğreti duruyor. Bir müzisyen öncelikle müziğiyle ön planda olmalı. Her fırsatta bunların dile getirilmesi bence doğru değil. Siyaset tehlikeli bir şey ve insanları bölüyor.Sezen Aksu ile röportaj yapmak isterdimBir süre medya sektöründe çalıştım. Birçok gazete ve dergi için röportaj yaptım. Mehmet Ağar ve Türkan Şoray ile röportaj yapmayı çok istedim ve yaptım. Mesela şimdi Sezen Aksu ile yapmak isterim ama bildiğim kadarıyla vermiyor. Siyasilerle röportaj yapıp siyaset dışında bir şeyler sorabilmeyi çok isterdim. Soru sorabilmek çok güzel bir şey.Kariyerimi şarkı yazmak üzerine kurdumÇok güzel şarkılar yazıp, bana şarkı veren isimlere şarkı vermek istiyorum. Mesela Yıldız Tilbe ve Sezen Aksu hep kendi şarkılarını söylüyor ama onların ağzından kendi şarkılarımı duymayı çok isterdim. Şarkılarımı başkalarıyla paylaşmak istiyorum. Şu an bütün kariyerimi şarkı yazmak üzerine kurdum. O sözlerin ve melodilerin içinde çok büyük bir dünya varmış.Şarkılarımı herkes dinlesin istiyorumŞarkılarımı ülkenin doğusu da batısı da dinlesin istiyorum. Bir Yunanca şarkı yaptığımda bile onu Diyarbakır’daki insanların severek dinlemesini arzu ediyorum. Elektronik bir şarkı yaptığımda onu Rize’deki müzikseverlerin de dinlemesini çok isterim. Çünkü Türkiye İstanbul’dan ibaret değil.

[BİZİM KÖY] Selfie, delikanlıyı bozuyor

$
0
0
İtiraf edelim milletçe bu selfie işini çok sevdik. Önce çubuğu çıktı, nice gençler baston gibi yanında taşımaktan erken yaşta çöktü, telef oldu.Sonra madem kurtulamıyoruz bu hastalıktan bari Türkçeleştirelim diye ‘özçekim’ gibi bir isim bulundu. Ancak başımıza daha çok dert açacak gibi. Ohio Üniversitesi'nin 800 erkek üzerinde yaptığı anketle sürekli selfie paylaşanların empati eksikliği, narsisizm gibi psikopati eğilimleri taşıdığı çıktı ortaya. Veraset gen işi mi?Monako Prensi 2'nci Albert ve eşi Charlene de bizim neyimiz eksik diyerek ikizlerini ilk kez halkın karşısına çıkardı. 10 Aralık'ta dünyaya gelen ikizler, Prens Jacques Honore Rainier ve Prenses Gabriella Therese Marie'den biri annesinin biri babasının kucağındaydı. Küçük Prens Jacques, Monako tahtının vârisi olacak. Monako Prensliği'nde ilk doğan erkek çocuk tahtın vârisi olarak kabul ediliyor. Dünyaya ilk gelen Prenses Gabriella olunca kafalar karışmıştı. Bizdekinin aksine, orada öncelik erkek evladın oldu. Zaman erimiyor, çoğalıyorYaş ilerledikçe zaman kısalıyor, bir yıl sanki bir ay gibi geçiyor. Biz büyüklerimizden böyle duyduk. Lakin Fransa'da Paris Rasathanesi, 2015’in dünyanın dönüş hızının yavaşlaması nedeniyle, normalden 1 saniye daha uzun olacağını açıkladı. Ekstra süre saatlere, 30 Haziran 2015 günü öğle vaktinde eklenecek. Sosyal medya da boş durmadı tabii, bir saniyelik seğirme nedeniyle internetin çökeceğine dair dedikodular da aldı yürüdü. Hızı gittikçe azalan yerküre, 1972'den bu yana saatlere 26 kez artık saniye ekledi.

Minestrone çorba tarifi Dünyalık Tatlar'da; Her kaşığında farklı bir lezzet

$
0
0
İliklerimize kadar donduğumuz bu soğuk günlerde iç ısıtacak, vitamin deposu bir kış çorbası var bugün. Malzemeyi dert etmeyin, Allah ne verdiyse artık... Kar yağmadan okulların tatil edildiği ‘buz’ gibi bir kış yaşıyoruz bu sene. Dışarı çıkan, deyim yerindeyse iliklerine kadar donuyor. Çay, kahve bir yere kadar ‘bana vitamin gerek, vitamin’ diyorsanız doğru yerdesiniz. Zira ısınmakta da, vitamin almakta da çorba gibisi var mı Allah aşkına? Bence de yok. Sadede geleyim. Basit malzemelerle mutfakta harikalar yapmakta, o harikaları sunmakta ve dünyaya pazarlamakta İtalyanların üzerine tanımam. Makarna, pizza bunun en güzel iki örneği sanırım. Bir de bugün bu köşeyi süsleyecek minestrone var tabii. İtalyanların mevsim sebzelerini kullanarak yaptığı meşhur bir çorba. Minestra çorba demek. Minestrone ise çoğulu. İçinde yer alan birçok malzemeden dolayı ‘büyük çorba’ olarak adlandırılıyor. Bizdeki sebze çorbalarını anımsatıyor. Ama biz genelde sebzeleri iri iri doğrar, çoğu zaman ortadan ikiye böler sonra blenderdan geçiririz. Minestore’da ise sebzeler minik küpler halinde doğranıyor ve başka bir işlemden geçmiyor. Sebzeler ise al dante usulüne göre pişiriliyor. Yani hafif diri kalıyor. Bence böylesi daha sağlıklı. Üstelik her seferinde kaşığınıza farklı sebze küpleri denk geleceğinden her kaşıkta farklı bir sebze şenlendiriyor damağınızı. Yoğun, yemek gibi anlayacağınız... Ana malzemesi, soğan, kereviz, havuç, domates ve fasulye, bezelye ya da barbunya taneleri. İtalya’nın bazı bölgelerinde içine makarna ya da pirinç konuluyor. Nadiren tavuk, et ya da sularını katanlar da oluyor. Ama İtalyan yemek yazarı Angelo Pellegrini’ye göre minestrone’un olmazsa olmazı ne et ne tavuk ne de barbunya. Gelelim bizim tarife... Uzun zamandır ziyaret etmek istediğim bir mekân, Zalatta’daydım bu hafta. Menülerine minestrone’u dahil ettiklerini öğrenince oraya gitmek şart oldu. Zira minestrone, bu köşede yer vermek istediğim, listemde çoktandır bekleyen bir lezzet. Ama her şeyin bir vakti, mevsimi var. Eh bu hafta tam zamanı dedim, atladım gittim. Beşiktaş Çarşı’da, (BKM’nin tam karşısında) Beş katlı bir coffee&restaurant burası. Dünya mutfağından salata, makarna, ızgara ve speciallerden oluşan 70 çeşit yemekle zengin bir menüye sahip. Son yılların trendlerinden açık mutfak konseptinde hizmet veriyor. Aslında çorba menüleri de var ama biraz önce belirttiğim gibi minestrone bu menüsüne yeni dahil olmuş. Mekânın yardımcı şefi Sinan Bay, mevsim sebzeleri kullanarak yaptı minestrone’u. Bu yüzden domates koymadı mesela ya da barbunya. Bunun yerine havuç, kereviz, kabak, pırasa ve pazı kullandı. Siz damak tadınıza ya da evdeki malzemenize göre ekleme çıkarma yapabilirsiniz. Üstelik salçasız çorba sevmeyenlerdenseniz salça ya da yazdan hazırladığınız domates püresi de kullanabilirsiniz. Ben makarnalı, özellikle de tekerlek makarnalı olanını çok seviyorum. Ama sadece sebzesi de hoşuma gitti. Sunumu ise daha çorbayı içmeden içinizi ısıtıyor. Minnak bir tencere, crouton ve de tazecik minik ekmekler... Tamam tamam, daha fazla özendirmeyeyim. Evdeyseniz hemen koyun tencereyi ocağa, yok dışarıdaysanız ve üşüdüyseniz Zalatta’ya bir uğrayın derim. Minestrone çorba MALZEMELER: (4 kişilik) - 250 gr havuç - 250 gr pırasa - 150 gr kereviz - 250 gr kabak - 150 gr renkli biber - 150 gr pazı - 30-40 gr ayçiçek yağı - 8 bardak su - Karabiber, tuz - 1 yemek kaşığı fesleğen sos - 2 yemek kaşığı sebzeli çeşni Not:Fesleğen sos ve sebzeli çeşni arzunuza kalmış. Yapılışı:Önce havuç, ardından sırasıyla pırasa, kereviz, kabak orta ateşte ayçiçek yağıyla sotelenir. Sonra tuz, karabiber ve sebzeli çeşni ve fesleğen sos ilave ettikten sonra su ekleyerek kaynamaya bırakılır. Kaynadığında ise pazı ilave edilir. Altı kısılır. Karıştırılıp servise hazır hale gelir. Püf noktası: Sebzeler fazla öldürülmeyecek. Pişme süreleri farklı olduğundan sotelenme sırasına riayet edilmeli. Lezzet ekürisi: Crouton ve limon.

Qua vadi Kadıköy?

$
0
0
İstanbul’un “Karşı” deyince akla gelen ilk semti Kadıköy, bu aralar yaşadığı değişimle başa çıkmaya çalışıyor. Tarihî çarşıya yayılan eğlence yerleri, kalabalıklaşan semt nüfusunun artırdığı kiralar, eylemlerin yeni adresinin Kadıköy olması, semtin sakinlerine “yeter” dedirtti bile.Bir emlakçının vitrini. Moda’da 1+1 stüdyo dairenin fiyatı 2500 liradan göz kırpıyor. Altında başka bir ilan, 2300 lira. Bir altında başkası 1800. Kapıdan çıkan kadın, “Bakmaya değmez” diye söyleniyor.İstanbul’da popüler bir semtin kiralarının artışı vaka-ı adiyeden. Kadıköy de Fikirtepe’de yaşanan kentsel dönüşümün etkisiyle bundan payını alıyor. Buna karşın artan kiralardan daha da fazla şikâyet yaratan başka bir durum var, değişen mahalleli profili. Bu profilin izini gazete haberlerinden sürmek mümkün: “3 Ocak sabahı evine dönen Erasmus öğrencisi C.T., apartman girişinde saldırıya uğradı.” Caferağa’da market işleten T.G. Erasmus dolayısıyla gelen öğrencilerin dışında Kadıköy’ün “popüler bir kimlik” kazandığını, motosiklet gruplarından modacılara kadar pek çok insanın bu cazibeye kapıldığını söylüyor: “Hemen karşımızda daha önce banka olarak kullanılan bir dükkân bar olarak kiraya verildi. Bar olmasından da şikâyetçi değildik ama kısa bir süre sonra buranın motosiklet gruplarının buluşma noktası olduğunu gördük. Her gece en az 10 motosiklet buraya geliyor, birbirlerine hem motorlarının yeni özelliklerini gösteriyor hem de mahallede küçük turlar atıyorlar. Motoru çok güçlü olan bu aletlerin sesi yüzünden çevredeki evlerden çok şikâyet geliyor. Birkaç kez polis de geldi fakat bir çözüm bulamadılar. Polis geldiğinde bu adamlar gidiyor. Sonuçta bar sahibinin de yapabileceği bir şey yok. En son Caferağa Camii’nin tuvaletini kullanma meselesinden kavga çıktı. Caminin avlusuna çöp atmışlar, kirletmişler. Bütün bunlar insanları bezdiren şeyler.”Kadıköy’de son iki yılda el değiştiren, bara ya da kafeye dönüşen dükkân sayısı gözle görünür şekilde arttı. Tarihi Çarşı’daki iki tatlı dükkânının kapanması ve ardından meyhaneye dönüşmesi hem çarşı esnafını hem tüketiciyi tedirgin ediyor. Çarşıda üç kuşaktır hizmet veren bir şarküterinin sahibi, “Gazete Kadıköy”ü tutuşturuyor elime. Gazete, çarşı esnafının girişimiyle çıkıyor ve başlığı “Tehlikenin farkında mıyız?” Ücretsiz dağıtılan gazetenin tehlikeden ne kastettiği de hemen üst başlıkta yazılı: “Tarihi Çarşı’nın özenle korunması gereken dokusu her geçen gün adım adım bozuluyor.” Bu bozulma şöyle özetleniyor:“2010 yılında 10 balıkçı, 10 elektronikçi-saatçi-telefoncu, 9 şarküteri, 5 kuruyemişçi, 7 kasap, 6 manav, 2 turşucu, 7 aktar, 3 oyuncakçı, 9 fırın, 4 eczane, 17 kitapçı, 24 konfeksiyoncu, 5 kolonyacı, 3 çiçekçi, 6 gözlükçü varken, bu listenin büyük bir bölümünün yerinde artık yeller esiyor.”Çarşının hemen başında bulunan iki sahaf ve iki tatlıcı arka arkaya kapanıp yerini meyhanelere bıraktı. Bu değişim neyin habercisi? Yine aynı şarküterinin sahibi E.D. anlatıyor: “Kadıköy Çarşı’nın özelliği, yıllardır aynı halini korumuş olmasından kaynaklanır. Bu hal özellikle 2005’ten sonra hızlı bir değişime uğradı. Bu değişimin etkisi ilk olarak bar ve meyhanelerin artmasıyla görüldü. Sonra sirkülasyonu çok olmayan ama çarşıya özelliğini kazandıran küçük dükkânlar bir bir kapandı. Sahaflar, kolonyacılar, oyuncakçılar ve berberler bunun başında gelir. Sigara yasağının yürürlüğe girmesiyle de dışarıda oturmayı tercih edenler yürüyüş yolunu kapatmaya başladı. İnsanlar çarşıda rahat hareket edemedikleri için burada satışlar azaldı, meyhaneler, közde kahveciler arttıkça arttı. Artık çarşı bunları kaldırabilecek potansiyeli çoktan kaybetti. Selami Öztürk’ün çerez gibi dağıttığı ruhsatlar nihayet Kadıköy’ün sadece içkiyle anılan bir yer olmasına yaradı. İçki içen insanlar da bundan hoşlanmıyor. En sonunda büyük bir kavga çıkacak.” Gazdan da bıktık, barlardan daKadife Sokak’ın başında sizi Caferağa Dayanışması’nın hazırladığı “Yeter” pankartı karşılıyor. Pankart, Modalıların son yıllarda yaşadığı sorunların özeti gibi, “kapı önlerinde içki içip, gürültü yapan ve kirliliğe neden olan insanlar”. Moda sakinlerinden Gürkan Öztekin, 20 yıldır Kadıköy’de yaşıyor ve değişimin tanıklarından. Bir üst sokağında ve evinin karşısında açılan barların ortaya çıkardığı sorunları şöyle özetliyor:“Yeni barların açılmasından ve barların önündeki insanların araba yollarına taşmasından şikâyetçiyim. Arabayla geçemiyorsun, normal insanlar yürüyemiyor. Moda Caddesi’nin önündeki barda haftanın her günü büyük kavgalar çıkıyor. Hem mahalle sakinleri çok rahatsız bundan. İçki içenler artık yalnızca barda içmedikleri için sokağa yayılıyorlar ve sokakta inanılmaz bir kirlilik ortaya çıkıyor. Pazar sabahları Kadıköy Belediyesi kokuyu önlemek için sokakları yıkamak zorunda kalıyor. Müdahale ederseniz, bu sefer evinize zarar verme ihtimalleri de var. Daha önce ‘Gürültü yapmayın’ diye uyaran bir kadının penceresinin önünü pislettiler. Buna karşılık uyuyamadığı için sinirlenip aşağıda duranlara su döken insanlar da var. Gerilim giderek büyüyor. Kiraların artmasına neden oldular, ayrıca bazı barlara Moda ve Kadıköy’de yaşayanlar insanların dışında insanlar gelmeye başladı. Taksim’de eğlenemeyen herkes buraya kaçıyor. Burası Anadolu yakasının Cihangir’i oldu. Ev fiyatları da inanılmaz arttı. 10 senesi dolan yerleri mülk sahipleri boşaltıyor. 5 buçuk 6 bin liraya kiraya veriyor.”Öztekin, bir başka soruna da işaret ediyor. Eylemlerin yeni adresi Kadıköy de semt sakinleri için bir başka olumsuzluk:“Atılan gazlar da yaşamımızı olumsuz etkiliyor. Apartmanda dört tane bebek var ve eylem olduğunda kapıları pencereleri, arka odaları kapatmak zorundayız.” Moda Caddesi üzerinde kuaför salonu bulunan N.G. de eylemlerden mağdur:“Bir sabah işe geldiğimde dükkânın içinde molotof kokteyli buldum. Polisin de, eylemcilerin de insanların yaşadığı bir semtte uyguladığı bu şiddetten çok rahatsızım. Bu rutin haline geldi, artık her toplumsal meselede kapımızın önünde yanmış lastikler buluyoruz ya da gazdan nefes alamadığımız için dükkânı erken kapatıyoruz.”“Biz içkiye de, içkili mekânlara da karşı değiliz. Ancak Moda, göz göre göre Barlar Mahallesi’ne dönüştürülüyor. Bunun bir sınırı yok mu? Tüm sokaklarda ardı ardına içkili mekânlar açılıyor. Evimizde huzurla oturamıyoruz. Psikolojik olarak göçe zorlanıyoruz. Moda’nın sonu bu mu olacak?” diyen basın açıklamalarının altında Moda Muhtar Meclisi, Moda İlkokulu Mezunlar Derneği, St. Josephliler Derneği, Sivil Organize Semtler (SOS), Tarihi Çarşı Derneği, Moda Eğlence Yerleri Derneği, Atatürkçü Düşünce Derneği, Lokomotif Kültür Sanat Derneği, Moda Gönüllüleri’nin imzası var.Eski bir Moda sakini olan Bahar Çuhadar da değişimin başka bir yüzü kafelere dikkat çekip, “Kafeler aldı yürüdü, esnaf kapatıp gidiyor yüksek kiralar yüzünden.” diyerek, eşi Olkan’la beraber yürüttüğü blogundan bir bölümü hatırlatıyor: “Kadıköy’de pıtrak gibi biten havalı kafelere bir daha sinirlendim hiç yoktan. ‘Kendi pişirdiğiniz janjanlı ekmeği 12 liraya satıyorsunuz da yaratıcılıkta duvara bisiklet asmanın ötesine geçeninize rastlamadık daha’ diye tısladım öyle bir.”Sakinlerinin “İstanbul’un aydınlık yüzü” diye tanımladığı Kadıköy için değişim, karanlık bir belirsizlik içeriyor.

Namık Çınar: 17-25 Aralık yakalarını bırakmayacak

$
0
0
Taraf Gazetesi yazarı Namık Çınar ile AKP iktidarının evrildiği noktayı, 17-25 Aralık’ı, Meclis’e gelmesi beklenen iç güvenlik paketini konuşmak üzere buluştuk. Eski bir asker olan Çınar ile Balyoz ve Ergenekon davalarını, asker olduğu yılları konuşmamak olmazdı.AK Parti iktidarını bir zamanlar destekleyenler, şimdi eleştiriyor. Siz de öyle...Erdoğan çıraklık, kalfalık ve çok farklı bir noktaya evrildiği ustalık olmak üzere üç farklı dönemden geçtiğini söylüyor. Bu üç sürecin farklılıkları var. Birinci dönemde sorunsuz ilerledi. Muhaliflerin sessiz kaldığı hatta birtakım olumsuzluklar karşısında dahi ses çıkarmadığı bir dönemdi. Kalfalıkta daha da inisiyatif kazandı. Dizginleri elinde tuttuğu ama problemlerin uç vermeye başladığı, çılgın safhaya geçilmediği, umutların yitmediği bir süreçti.Ustalık dönemine kadar geçen zaman oyalama evresi miydi yani?Suçlama yolunu seçerek öyle oldu diyebilirim ama bir insan bu kadar numara yapmaz. Çıraklık dönemi çoğulcu bir süreçti. Öncüydü ama karar alma süreçlerinde yalnız değildi. Neredeyse herkes vardı. O da bunlara itiraz etmiyordu. Herkes geçmişi eleştiriyor ve heyecanla reformların neler olması gerektiğini konuşuyordu. Gidişat AKP için parlaktı. Ama Erdoğan için demiyorum farkındaysanız, çünkü belirleyici etken değildi.Kimdi belirleyici etken?Çoğulcu gruplardı. Liberal kanat vardı, Kürtlerin sağlıklı düşünen insanları vardı ve önemli görevlerdeydiler. Sosyal demokratlar vardı. Sol kökenden gelen, artık liberal çizgiyi tutturmuş aydınlar bilhassa destekliyordu. Yeni anayasa paketleri hazırlanıyordu. Ancak süreç sonunda çoğu şeyin suya yazıldığını gördük.Kendisini eleştirince, ‘12 yıllık kazanımlar kimin sayesinde?’ diye soruyor…12 yıllık kazanımlar sadece AKP ile olmadı. ‘Çok şeyler de yaptı canım’ değil, çok şeyler yapıldı. Yapılan olumlu işler bir nevi çoğulcu aklın ürünüydü. Ne zaman ki o akıl tasfiye edildi, sonra sadece Erdoğan’ın aklı ve onun etrafında örgütlenmiş tuhaf bir tabaka oluştu. Ve ne kadar sığ oldukları ortaya çıktı.Vatandaş görmüyor mu, görmek mi istemiyor olan biteni?Eski rejimin iktidarları, tüm toplumu baskılayarak yönetirdi. Bunlar, kendilerinden olmayanlara işkence ediyor. Ama destek aldıkları kitlelerine şimdiye kadar görülmedik ölçüde bir saadet zinciri ilişkisiyle sus payı vermeyi beceriyor. Vatandaş da görmüyor. Düşünün, din kurumunu iyice siyasallaştırdılar, ekmeğini yediler. Kimse ses çıkarmadı. Gerçi, artık o da vasfını yitirdi.‘Cemaat’i bir de benden dinleyin’ yazınız çok konuşuldu. Niçin böyle bir yazı yazma ihtiyacı hissettiniz?Gözümüzün önünde bu yapılanlara sessiz kalamazdım. ‘Haşhaşi, virüs, paralel’ diye bir yıldır söylenmedik yalan, atılmadık iftira kalmadı. Eğer gerçekten Cemaat’in suçları varsa çıkarın belgesiyle ortaya, görelim, yüce adaletimiz de yargılasın. Oysa ben bugüne kadar bir tane hırsız Cemaatçi görmedim. Adamlar somut bir suç delili bulamadığı için tırım tırım suç arıyor. Bulamadıklarından beş yıl önceki dizi senaryosundan örgüt çıkardılar. Tüm bunlar beni bu yazıyı yazmaya itti. Ve bu dönemde sessiz kalmayı kendime yakıştıramazdım.17-25 Aralık yakalarını bırakmayacakYolsuzluk operasyonu yapan polisler dört aydır içeride, dört bakan Yüce Divan’a gönderilmedi. Bütün bunlar hırsızlığı unutturabilir mi?Polislere yapılan ahlâksızlık. Bence Balyoz’la da karıştırılmaması lazım. Çünkü Balyoz’da gerçek bir olgu var. Balyoz gerçektir, sanıklarında hata var. Ordunun nasıl çalıştığını bilmedikleri için bir sürü insan mağdur edildi. Hırsızlığın, yolsuzluğun üzeri ne kadar örtülebilir ki? Erdoğan, 17-25 Aralık radyasyonunu yedi bir kere. Kaçışı yok. Radyasyonun sonuçları neyse şu an ona maruz kalmış durumda. Dört bakanı sevdiği için Yüce Divan’a göndermedi değil. ‘Konuşuruz’ dedikleri için gönderilmediler ama cezalarını bizzat Erdoğan verecek. Tapeleri imha edeceklermiş. Etsinler. Koşullar elverdiğinde ve bir gün yargılanma olduğunda ortaya çıkacak canlı şahitler yetecek. Tapelere gerek bile kalmayacak. Bu, onların yakasını bırakmayacak.‘Dinle diyanetle işim olmaz’ diyorsunuz ama dini konu alan birçok yazınızdan dolayı da eleştiriliyorsunuz…Din zaviyesiyle meselelere bakıp yorum yapınca ‘Sana ne kardeşim, sen dindar değilsin, ne anlarsın’ deniyor. Ama bence din, dindarlara bırakılmayacak kadar ciddi bir kurum. Burnumu sokuyorum çünkü beni de ilgilendiriyor. Ayrıca Türkiye’nin Protestan tavrını, protesto tavrını, var olan yapıyı sorgulama tavrını bir kesimden bekliyorum. Bunu şu günlerde haksızlığa uğrayan, burnu sürtülmeye çalışılan Hizmet Hareketi yapacaktır. Yaparlarsa İslamiyet’i de kurtarırlar.Cami avlusuna değil, kışla avlusuna bırakılmışım22 yıllık askerlik hayatınızı, atılma sürecinizi anlatır mısınız?11 yaşında asker oldum. 1960 yılında girdim, 1982 yılında ayrıldım. Selimiye askeri ortaokuluna gittim. Sonra Kuleli, Erzincan, Kara Harp, Piyade Okulu diye devam etti. Yoksul bir köy çocuğuydum. Anne babam ayrıydı, dedemle büyüdüm. Cami avlusuna değil, kışla avlusuna bırakılmışım. 1960’ta İstanbul’a gelip okumak, bugün Amerika’ya gidip okumak gibi olduğu için hiç şikâyet etmedim. Komünizm propagandasından teğmenken atıldım. Başından beri sorguladığım için hep birilerinin listesinde oldum. İki sene Genelkurmay askeri mahkemesinde yargılandım, epey çileli geçti. Sonra beraat ettim. Kendim dava açtım, geri dönmek için. Döndüm ama tecrit edilmiş gibiydim. Yüzbaşılığa kadar dayanabildim. 80’li yıllardı ve eski defterler açılıyordu. İstifa ettim. Ömrümü bunlarla uğraşarak geçirmek istemedim. Sonra ticarete atıldım. İstanbul Hukuk Fakültesi’ne başlamıştım yüzbaşıyken, uzun bir ara oldu. Aftan yararlanarak başladım tekrar, şimdi üçüncü sınıftayım.Balyoz davasındaki fikirlerinizden dolayı aranızın açıldığı arkadaşlarınız oldu mu?Bana onlardan çok, bu taraklarda bezi olmayan conformistler sitem etti. Ordu çevresinde aforoz edilmiş durumdayım. Çünkü ben darbeci generalleri, onların orduyu berbat edişini anlatıyorum.AKP’nin bütün kabadayılığı mazlumaBir zamanlar Ergenekon’un ve Balyoz’un savcısı olduğunu söyleyenler, bu davaları orduya kumpas olarak niteledi. Siz eski bir asker olarak TSK’da yaşananların Cemaat’in bir kumpası olduğunu düşünüyor musunuz?Hırsızlık ve yolsuzluk iddialarını savuşturmak isteyenlerin sergiledikleri tavır, gerçek karakterlerini sergilemenin yanında, bu uğurda her şeyi deneyecek tıynette olduklarını da gösterdi. Benim ne bavuldan çıkan evraklara ne de askerliğinde kantin subaylığı yapmış birinin vereceği bilgilere ihtiyacım var. İçinden çıktığım kurumun yöntemini, sistemini bilirim. Atatürk öldükten sonra Kemalizm tasfiye olmadı. Onun yerine mirasçısı Silahlı Kuvvetler devraldı. 60 yıllık süreçte TSK, Türk siyasetine biçim verdi. Ama bu zaman diliminde de armut toplamadı. Mevzuatı da ihtiyaçlarını meşrulaştıracak şekilde düzenledi. Bugün TSK’nın darbe yapmasına ihtiyaç yok. Zaten müdahale etmeye olanak sağlayan koşullar müdahalenin ta kendisi. Halihazırda yürürlükte olan yasalarla TSK’nın iç güvenliğe dair görevleri var. Yani, Cemaat’in bu işlerde rolü olduğunu düşünmek, onu çok aşan bir şey olduğunu kavrayamamaktır.AK Parti’nin Ergenekon ile kol kola olduğu iddialarını nasıl yorumluyorsunuz?Bükemediği eli, bu yöntemle öpüyor. Huyu bu! Ezemediği bir güç karşısında tırsıyor. Bütün kabadayılığı mazluma. Gerçekten inançları sağlam olsa, bakara-makaraya katlanırlar mı? Ama dokunamıyorlar. Dokunurlarsa ötecek olduğunun korkusu, Allah korkusundan ağır basıyor.Makul şüphe yasası çıkarıldı, iç güvenlik yasa tasarısı Meclis’e gelecek. Bütün bu yargı paketini nasıl değerlendiriyorsunuz?Sıkboğaz etme yöntemleri. Şüphenin makullüğünden önce, şüphe edecek adamın makul olup olmadığına bakarım. Önümüzde hiç de makul olmayan adamların her önüne gelenden şüphe edeceği bir süreç var. Bunlar cendereye alma yöntemleri. Şu an bunların tartışılması bile abes, hep bir ağızdan reddedilmesi lazım. Ancak Erdoğan, bu paket ile sıkıyönetim ilan edemez. Çünkü sıkıyönetim mevzuatı, ordunun ülke yönetimini doğrudan doğruya üstlenerek, iktidarı devre dışı bıraktığı bir rejimin adıdır. Erdoğan’ın böyle bir amacının olacağı söylenemez. Bu duruma olsa olsa, kendisine sadık organlar oluşturarak, bir ‘polis devleti’ kurmak denebilir. Buradaki ilginç nokta, baskıcı rejimini, henüz kendisine gönülden bağlı bir organ haline getiremediği orduya güvenerek inşa etmeyecek olmasıdır.

Baba hapse, anne ve çocuklar sefalete mahkûm oluyor

$
0
0
Küçük yaşta ailesinin rızası olmadan yani kaçarak evlenenleri birçok sorun bekliyor. Ailelerinin onları reddetmesinin yanında, haklarında kamu davası açılıyor. Ortalama 4-5 yıl süren davalar sonunda erkeğe, küçük yaşta çocuğu alıkoymak, cinsel istismar gibi yüz kızartıcı suçlarla mahkûmiyet veriliyor. Çoğunlukla 14-18 yaşında olan kızlar ise henüz 20’sinde çocuklarıyla ortada kalıyor.Telli duvaklı gelin olmak, çoluk çocuğa karışmak, mutlu mesut bir hayat sürmek hemen herkesin hayallerini süsler. Fakat kimileri ekonomik sıkıntıları kimileri gençliğin verdiği hevesle kimileri de sosyal sebeplerle kaçarak evleniyor. Düğün hayalleri de yerle bir oluyor haliyle. Fakat kaçan çiftin, özellikle de kızın yaşı 18’den küçük ise yerle bir olan sadece düğün hayalleri olmuyor. Ailelerinin rızası olmadan kaçan gençler, ailelerine bir de devlete hesap vermek, devletin takdir buyurduğu cezayı çekmek zorunda kalıyor. Adliye koridorlarında geçen yıllar, uzayan davalar, boğucu duruşmalar... ‘Reşit olmayan kızı alıkoymak’, ‘cinsel istismar’ gibi suçlardan hakkında dava açılan damatları, yıllar sonra her şeyi unutup hayatlarını düzene koyduklarında bile hapis cezası bekliyor. Birçoğu eşini, çocuğu bırakıp cezaevine girmek zorunda kalıyor. Üç yıl ceza alan da var, dokuz yıla mahkûm olan da. Ailenin sıkıntıları bundan sonra daha da artıyor. Bazı aileler ya küslükten ya da ekonomik sıkıntılardan dolayı ortada kalan kadına ve çocuklarına sahip çıkmıyor. Devletin özellikle kadınları, genç kızları hatta kız çocuklarını korumak için yaptığı düzenlemeler, kadını/kız çocuğunu ikinci kez mağdur ediyor. Reşit olmadan yapılan evliliğin, çocukken çocuk sahibi olmanın yanında bir de kocası hapiste olduğu için bunun mağduriyetini yaşıyor. Öyle örnekler var ki koruyor mu, mağduru bir kez daha mağdur mu ediyor sorgulamak gerekiyor. Fatma Şahin ve çocukları... Anne, dört çocuğuna bakmak için kağıt topluyorAileleri parçalayan bu tür davalara bir örnek Ankara’dan. İnşaat işçisi Murat Şahin, kayınpederinin sekiz yıl önce ‘14 yaşındaki kızımı kaçırdı’ şikâyeti sebebiyle üç yıl altı ay hapse mahkûm edildi. Süresinde itiraz edilmediği için cezası kesinleşen Murat Şahin, dokuz aydır Sincan Kapalı Cezaevi’nde kalıyor. Fatma Şahin, sekiz yıl önce Yozgat’ta kendi rızasıyla kaçarak evlendikleri Murat Şahin ile birlikte Ankara’ya taşındıklarını anlatıyor.Yaşları üç ile sekiz arasında değişen dört çocukla bir başına kalan Fatma Şahin (22), “Kendi rızamla kaçmıştım. Murat, aradan bu kadar zaman geçtikten sonra hapse atılınca perişan olduk. Kocamın serbest bırakılmasını istiyorum. Şu an perişan durumdayız, çocuklarımın ihtiyaçlarını plastik satarak karşılamaya çalışıyorum.” diyor.Davadan geç haberdar olduklarını anlatıyor çaresiz kadın. Çaresizliği konuşmasına da yansıyor: “Kocam dokuz aydır hapiste. Ne yapacağımızı şaşırmış durumdayız. Kaymakamlık ve yardım kuruluşlarının desteğiyle ayakta kalmaya çalışıyoruz. Mahalleden topladığım plastikleri satarak çocukların okul ve diğer masraflarını karşılamaya çalışıyorum. Psikolojik olarak çok yıprandım.”Umudu yeniden yargılanmakBenzer durumdakilerden biri de 29 yaşındaki çiftçi Tayfun Aydınlı. Eşi Serap’ı 14 yaşındayken kaçıran Aydınlı, ilk teslim olduğunda üç ay cezaevinde yatar. Daha sonra tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakılır. Serap Aydınlı’nın ailesi davadan vazgeçer. Kocasına açılan dava, evlenip yuva kurduktan beş yıl sonra sonuçlanır. Dokuz yıl iki ay hapis cezası alır ve Yargıtay tarafından onanır. Avukatı aracılığıyla iade-i muhakeme (yargılamanın yenilenmesi) talebinde bulunan Aydınlı, yerel mahkeme kabul ederse yeniden yargılanacak. Eşini, üç yaşındaki kızı ve doğacak çocuğunu bırakıp cezaevine girmek istemeyen Aydınlı, “Hapse girersem onlara kim bakacak? Bu durumda nasıl cezaevine girerim?” diye soruyor ve, “Eşime ve çocuğuma sahip çıkmak istiyorum. Cezanın affedilmesini istiyorum.” diyor.Tayfun Aydınlı’nın avukatı İhsan Sağır, kaçırdıktan yıllar sonra kocayı hapse atmanın bu aileyi yıkacağını dile getiriyor. Kaçırmış, evlenmiş, çocukları olmuş bu tür çiftlerin menfaatinin mahkemelerce gözetilmesi gerektiğine işaret eden Sağır, “Davada Yargıtay cumhuriyet savcısı ‘Biz Tayfun Aydınlı’ya acırsak benzer durumdakiler bu içtihattan yararlanmak ister.’ şeklinde mütalaa vermiş. Yargıtay, yerel mahkemenin kararını onamış. Avukatlık hayatımda ilk defa böyle bir durumla karşılaşıyorum.” diyor.Ekonomik ve psikolojik destek gerekiyorBabanın hapse girmesi, anne ve çocukları ekonomik olduğu kadar psikolojik yönden de yıkıyor. Kadınları bunalıma sokan bu durum, çocuklarda öğrenme güçlüğü, hırçınlık ya da aşırı durgunluğa neden olabiliyor. Aile danışmanı Fatma Taş, bu tür durumdaki ailelerin ayakta kalabilmesi için devletin hem ekonomik hem de psikolojik yardımda bulunması gerektiğini söylüyor. Kaçarak evlenen çiftlerin anne babalarını genellikle küstürdüğünü hatırlatan Taş, kız ya da erkek tarafının sahip çıkmadığı ailenin parçalanma tehlikesiyle karşı karşıya kaldığını bildiriyor.Yıllar sonra gelen adalet mağdur ediyorİstanbul Barosu Yönetim Kurulu üyesi ve Kadın Hakları Merkezi Koordinatörü Avukat Aydeniz Alisbah Tuskan, devletin, bu gibi mağduriyet yaşayan ailelere sosyal imkânlarını ulaştırmakla mükellef olduğunu belirtiyor. Yeterli eğitimi almadan evlenen kızların meslek sahibi olamadığını vurgulayan Tuskan, ileride anne ve baba olacak çocukların belli bilinç düzeyine ulaşmadan, meslek sahibi olmadan evlenmelerinin bir zaman sonra huzursuzluklara, boşanmalara ve mağduriyetlere neden olduğunu hatırlatıyor. Küçük yaşta evliliklerin özendirilmemesi gerektiğini ifade eden Tuskan, “Tecavüz ve taciz suçunu işleyenlere en ağır cezalar verilmeli. Ancak kaçarak evlenenlere yıllar sonra böyle cezalar verilmesi haksızlıktır.” diyor. Kesintisiz eğitimle çocuk yaştakilerin evlendirilmesi sorununun önüne önemli ölçüde geçilebileceğini söyleyen Tuskan, bu problemin ortadan kaldırılması için ilgililerin daha fazla kafa yormasını istiyor.

İşte Püffçüler!

$
0
0
Yarın okurla buluşacak Püff’ün yayın toplantısına katıldık. Ekibin büyük kısmı dışarıdan çalıştığı için o anda toplantı odasında olanlarla yetindik! Ateşli tartışmalara, gündemin absürtlüklerine dair espriler karışıyordu. Derginin yayın editörü Abdullah Yavuz Altun, iddialı: “Zaman gazetesini okumayanlar bile mizah ekine bakmadan geçmeyecek.”Hayatımın belki de en zor röportajı ama aynı zamanda eğlenceli haberlerinden biri oldu. Zordu çünkü hepsiyle ayrı ayrı röportaj yapılacak nitelikteki dokuz kişiyle aynı anda görüşüyordum. Siz bir soru soruyorsunuz, bir sürü kişi hem de birbiriyle çelişen cevaplar veriyor. Üstelik bu ekip bir mizah dergisi çıkarmak için bir arada. Toplantı salonuna girmeden önce Hasan Sutay’ın attığı tweet’i okuduğumda gözüm korkmuştu açıkçası; burası çok karışık, tartışmalar ateşli, diyordu. Birkaç dakika sonra attığı fotoğrafta ise herkes çok neşeliydi. Nitekim yayın toplantılarına ben de katıldım ve gördüm ki öyle. Ateşli ve entelektüel tartışmalara, gündemin absürtlüklerine dair espriler, eleştiriler karışıyordu. Derginin editörü Abdullah Yavuz Altun’un her konuya, espriye getirdiği entelektüel yorumları birbirlerine karşı, “Bak benim eleştiriyi doğru buldu” edasında dinliyorlar. Zaman Gazetesi, 14 Aralık operasyonunu yeni atlatmıştı. Olağanüstü günler geçirmişti. Hemen ardından bir magazin dergisi çıkarıyor olması şaşırtıcıydı. Hele de öyle bir operasyonun olduğu günlerde gazetede bir grubun toplanıp espri ürettiği, mizah üzerine çalıştığını düşününce bu çılgınlık değil mi, diye düşünmeden edemiyor insan.Gazetenin ve Cemaat’in üzerine gelindiği bir dönemde hatta belki de gazeteye baskının yapılacağı günlerde siz burada mizah dergisi üzerine toplantılar yapıyor, espriler üretiyor, çalışıyordunuz.Abdullah Yavuz Altun: Gazeteye baskın olduğu hafta, kendi aramızda provalar yapmaya devam ediyorduk ve proje belli bir noktaya gelmişti zaten. Ben o hafta prova hazırlamayalım, gazeteyle ilgilenelim taraftarıydım. Ama Fevzi (Yazıcı) abi, ‘Ne olursa olsun yapalım.’ dedi. Devam ettik ve Ekrem abi gözaltındayken bile mizah toplantımızı yaptık. Bu dönemin bir faydasından bahsetmek gerekirse, reflekslerimizi dönüştürdü. Mesela aşırı sansür yanlısı yönetimlerin olduğu ülkelerde, sanat, mizah, düşünce üretmek isteyen insanlar alternatif yollar buluyor. Mizah buna en yatkın alan. Zaman gazetesini okumayanların bile mizah ekine bakmadan geçmeyeceğini düşünüyorum.Hasan Sutay: Başka bir gazetede veya kurumda olsa millet dağılırdı. Dağılmasa bile moral bozukluğundan çalışamazdı, verim çok düşerdi. Senin de gördüğün gibi bizde bir sıkıntı yok. Hiçbir problem yaşanmamış gibi çalışmaya devam ediyoruz. Biz zaten bir araya geldiğimizde yaptığımız şeyleri tekrarlamış oluyoruz. Püff sayesinde daha derli toplu oldu. Hatta şunu söyleyeyim, toplantı stresi espri verimini biraz düşürdü.Konjonktür böyle olmasaydı bu dergi yine de çıkar mıydı?A.Y.A.: Çıkardı, projelerimiz arasında vardı ama konjonktür bunu daha eğlenceli hâle getirdi. ‘Mizah muhaliftir’ diyenler var. Aslında şunu demek lazım: ‘Mizah eleştireldir.’ ‘Kıllanan adam’ vardır meşhur karikatür kahramanlarından. Mizah tam olarak odur. Etrafına kıllanarak, şüphelenerek, eleştirerek bakmayı gerektirir. İlla ki ‘alayına isyan modunda’ olmanız gerekmez. Buradaki eleştirellik sadece politikada değil, hayatın her alanında kendini göstermeli, gösterecek. Tamamen politik bir çizgimiz olmayacağı için zamanla insanlar bunun ‘hükümeti devirme projesi’ olmadığını görecek. Zaten reklamlarımızda da verdiğimiz mesaj buydu. Mizah, hayatın içinden çağlayan bir şey, politika orada sadece bir çeşit.Nedim Hazar: Konjonktür gerektiği için mizah dergisi çıkarıyoruz eleştirisine katılmıyorum. Evet konjonktür, içeriği etkiler. Bir yıl önce bu dergiyi çıkarsaydık bu kapak olur muydu bu tartışılır. Bir yıl önce Kılıçdaroğlu en az Erdoğan kadar olurdu. Ama bugün yapılan haksızlıklara bakıldığında, daha da fenası bu yapılan saçmalıkları destekleyen adeta airback gibi saçmalıkla gerçek arasına giren birtakım insanlar ve zihniyet var, bunun bizatihi kendisi komik. Gerçeğin parodisini her gün yaşıyoruz.Muhafazakâr, dindar kişilerin kırmızı çizgileri vardır, giremeyeceği alanlar. Bu anlamıyla günümüzde mizah kabul edilen şey biraz sakat gibi...A.Y.A.: Bize zaten ağabeyler yapın dedi yaptık! (gülüşmeler)N.H.: Sakat derken niye sakat ki? Mizah riskli hatta mayınlı bir alan ama girilmemesi gereken bir alan değil. Hatta birilerinin girmesi gerekir. Müminin yitiğidir hatta mizah.H.S.: Müminin mümine tebessümü sadakadır. Burada da milleti tebessüm ettirmeye çalışıyoruz.N.H.: Hayat boşluk kabul etmiyor. Sen yapmadığın anda başka biri gelip orayı dolduruyor ve mizah algısı öyle kalıyor. Belaltı ahlâksızlık, bizim kültürel kodlarımıza zıt bir sürü şey mizahın tabii kuralı gibi algılandı, o yüzden siz de sorunuzda sakat diyorsunuz. Halbuki sakat olan mizah algısı. Necip Fazıl bu ülkedeki en önemli eksiğin hiciv olduğunu söylüyor. Bu bir eksikliktir.Ahmet Turan Alkan: Bu dergi düşmanlarla alay etmek için çıkmıyor. Necip Fazıl’ın dediği, bizde mizahçı çıkmıyor. Çıkanlar da zaten tek tük karşı tarafı eleştiriyor. Halbuki artık şuna ihtiyaç var; bir ayna alıp yüzümüze bakmak. Kendimizi eleştirmek, elimizdeki yaralayıcı, kesici aletle kendimize de zarar vereceğimizi bilerek yola koyulmak. Bir de bunun ihtiyaç olduğunu hissetmek. İnsan kendisini de hacamat edebilir. Kendine sağlıklı eleştiri yapıyorsan uzun ömürlü ve dayanıklı olursun. Esnek olursun. Şu anda Cemaat’in en çok ihtiyacı olan şey bu esnekliği kazanmak.Bu yok muydu sizce?A.T.A.: Yoktu.N.H.: Hiç mi yoktu? (gülüşmeler)A.T.A.: Cemaat’in mekânlarında konuşmayacak, girilmeyecek bir sürü konu vardır.N.H.: Ben katılmıyorum buna. Cemaat’in dışından bir gözlem bu.Demek ki Nedim abi, Cemaat’in dışındakiler böyle algılıyor. Cemaat, içini anlatamamış. Ahmet hocam siz şimdi bu anlamda bir tutuculuk mu var diyorsunuz?A.T.A.: Muhakkak. Şimdi bu dergi sadece, öteden beri benim, Nedim ve Hasan’ın yaptığımız gibi karşı tarafı küçük düşürerek taraftarlarımızı ferahlatmak maksadına yönelik değil. Hak eden, neşteri yiyecek.N.H.: Başta kendimiz.A.T.A.: Kendimizi de eleştiremezsek çok suni olur.Kendimiz derken?A.Y.A.: Cemaat diye bir özne zaten sosyolojik olarak mümkün değil. Çok parçalı bir yapı. Ortak modlar ortak özellikler, yani Cemaat dediğin zaman aklına gelebilecek ortak şeyler olabilir ama kişiler de kurumlar da çok farklı.N.H.: (Gençlerden birini göstererek) Yani benle Cem (Kızıltuğ) aynı sayılıyoruz (gülüşmeler) böyle bir şey olamaz.Sağdan mizah çıkmamasına az önce bahsettiğiniz bu tutuculuk, muhafazakârlık hatta din anlayışı gösterilebilir mi?A.T.A.: Çok uzun entelektüel izahlara gerek yok. Müslümanlar bu memlekette 100 senedir dayak yedi. Dayak yedikleri için ezik bir psikolojiyle yetişti. Feryat etmekten de mizah yapmaya zamanları kalmadı. Bunu ara sıra yapan insanlara büyük şükran duygusu beslediler. Bunlardan biri Necip Fazıl’dır. Necip Fazıl, Müslümanlara şu duyguyu verdi; okur-yazar insanlardan da Müslüman çıkıyor ve karşı tarafı iğneleyebiliyor. Bu onlara büyük bir psikolojik üstünlük verdi. Bu eziklik hâlâ devam ediyor. Mizahla uğraşmak, mizah dergisi çıkarmak büyük bir kırılma noktası, önemli bir trendin başlangıcı olarak kabul ederiz. Mizah dergisi çıkarmaya başlamışsan artık ben şeffafım demektir. Karşı tarafı eleştirerek, yerin dibine sokarak, CHP ile AK Parti ile uğraşarak mesafe alamazsın, sahici olmak için kendini de eleştireceksin.Bu zamana kadar çıkan sağcı-muhafazakâr dergilerin tutmamasının sebebi kendini eleştirememek hali mi?A.T.A.: Hayır. Onun sebebi daha başka. Mesela Türk milletinin vesikalık fotoğraflarına bakın, geçmiştekilerin vesikalıklarına bakın. Bizde ciddiyet bir toplumsal tutum olarak yüceltilmiş. Yüz asıklığını ciddiyet olarak algılıyoruz ama ciddi bir topluluk da değiliz. İçlerimiz son derece komik ama biz asık suratlı fotoğraf çektiriyoruz. Gülene, niye sırtarıyorsun, diyoruz. Çok güldük başımıza bir şey gelmesin, diyoruz. Neredeyse dinî hüküm gibidir bu. Halbuki gülmek ömrü uzatan bir şeydir. Şimdi kadınlar, erkeklere nazaran daha kolay ağlar. Birinci önerme. İkinci önerme kadınlar, erkeklerden daha çok yaşar. Niye? Çünkü ağlamak kadınları esnetiyor. Gülmek de öyle. Tepki veriyorlar. Bize tepki vermememiz öğretildi.Öncesinde de böyle miydi? Mesela Osmanlı toplumunda mizah yok muydu?A.T.A.: Osmanlı topluluğu affedersiniz fırlama bir toplumdur. Hiç bizimle alakası olmayan. Ama şehir hayatını kastediyorum.Fırlama derken neyi kastediyorsunuz?A.T.A.: Hoşgörü bakımından, istizale tahammül etmek bakımından yani aykırılıklara hoşgörüyle bakmak.Vahşice yapılan bu katliamın karşısında durmalıyızAbdullah Yavuz Altun: Mizah dergisi çıkarma planları yaptığımız sıralarda hasbelkader Paris’e yolum düşmüştü ve orada ilk yaptığım şeylerden birisi Charlie Hebdo’nun bir sayısını edinmekti. Avrupa’da mizah ve eleştiri bize göre fazlaca agresif, herhangi bir kutsal yok. Edep, bir çeşit tabu. Nitekim Charlie Hebdo’nun Peygamber Efendimiz ile ilgili karikatürleri yoğun tepki çekti. Aynı dergide Hz. İsa ile de Hz. Musa ile de benzer ölçülerde aşağılayıcı karikatürler yer alıyor. Hatta bu sebeple bazı Avrupalı yorumcular Charlie Hebdo’yu bu süreçte bile yerden yere vurmaktan çekinmedi. Ama bütün bu yaşananlar, yeni bir mizah dergisi çıkarma arefesindeyken hele, ‘özgürlüğü’” daha da derinden hissetmemizi sağladı. Beğenmeyebilirsiniz, karikatüre karikatürle de cevap verebilirsiniz. Gelgelelim, ifade özgürlüğünün kısıtlanması ve daha ötesi vahşice yapılan bir katliam karşısında hiçbir mazeret üretmeden Charlie Hebdo’nun yanında durmak zorundayız.Cemaat bir gülsün, rahatlasınZaman, mizah dergisi çıkararak, ‘tamam da bu kadar da değil’ deyip acımasız gerçeklerin absürtlüklerini mi ortaya çıkarıyor, yoksa işi espriye mi vuruyor? İzahı yapılamayanın mizahı yapılır diyerek...A.Y.A.: Mizah toplumların afyonu mudur? (gülüşmeler)A.T.A.: Şahsî düşüncemi söyleyeyim; mizah dergisi çıkarmanın Cemaat reflekslerini, hadiselere bakışını esneteceğini, daha demokratikleştireceğini düşünüyorum. Çünkü mizah kültürü iç eleştiriyi de gerektirir. Hep başkalarını eleştirerek demokrat olamazsınız, mümkün değil. Çünkü başkalarının hayat hakkına saygı göstermelisiniz.N.H.: Ben aslında Türkiye’den herkesin sakinleşip n’oluyoruz bir dakika demesi gerektiğini düşünüyorum. O gerilimi bırak artık, yumruklarını gevşet. Neredeyse kar yağışında bile memleket ikiye bölünüyor. ‘Nasıl yağdı gördün mü, ooo yağmadı işte ne haber!’ durumunda. Bu tribün psikolojisinin toplumu çok gerdiğini düşünüyorum.H.S.: Mizah işinde geç bile kaldık. Çok fazla ciddi takılıyoruz. Şimdiye kadar bunu çoktan başlatmalıydık.Yani Cemaat mizahla bugünlerin moda lafı ‘özeleştiri’ mi yapıyor?H.S.: Özeleştiri değil, günlük hayatın bir bölümünü hayata yansıtıyoruz.N.H.: Hayır. Ben özeleştiriden ziyade Cemaat bir gülsün rahatlasın, diye düşünüyorum.A.Y.A.: Mizah dergisi özeleştiri yapmaya yaramaz zaten. Genel manada kendi aramızda güldüğümüz şeyleri de buraya yansıtacağız muhtemelen ve bu ‘içeriye dönük eleştiri’ gibi düşünülebilir en fazla.Son bir yıl içinde atılan tweet’lere bakınca Cemaat mensupları içinde zekice espriler yapanlar olduğunu görebiliyoruz aslında.H.S.: Cemaat’in ve Cemaat ile bağı olan insanların yeterince tanındığı kanaatinde değilim. Bırakın dışarıdakileri, Cemaat bile yeterince tanımıyor.N.H.: Ben Ahmet hoca kadar sert bakmıyorum bu meseleye. Bir eleştiri literatürü, bir sıralama oluşturduğumuzda özeleştirinin, çok moda zaten, sonlarda kalacağını düşünüyorum.A.T.A.: Nedim’e cevap veriyorum (yerinden kalkıyor ve Nedim Hazar’ın boğazına yapışıyor.)N.H.: O kadar çok eleştirel şey var ki. Şüphesiz Cemaat’in de, Camia’nın da, gazetenin de kurumsal olarak medyanın da eleştirilecek çok yer olduğunu düşünüyor, inanıyor, bunu da yapıyorum ama bundan çok daha önce çok çok daha ciddi eleştirmeyi bekleyen şeyler mizahının yapılması gereken şeyler olduğunu düşünüyorum.Mizahı alay, dalga geçmek, aşağılamakla ayırmak lazım.H.S.: Bu sınırı çizmek zor. Bazen iç içe geçebiliyor. Eleştirince farkına varıyoruz.N.H.: Herkesin kendi kırmızı çizgisi vardır şüphesiz. Burada mizahı şöyle bir fonksiyonelliğe koymak doğru değil: Sinirlerinizi yatıştırsın diye mizah yapıyoruz ya da daha çok öfkelendirmek, aptallaştırmak ya da zekileştirmek için... Böyle bir şey olamaz. Mizah, kendi içinde rahatlatıcı bir unsurdur. Hele elini bir indir demektir. Bu dergi, Türkiye’ye şunu diyecek: Hele o elini indir bir bakayım. Bana göre esprisi bu. Bana göre tabii. Söylediklerimin hiçbirisi kurumsal değil.A.Y.A.: Nedim abinin söyledikleri kurumsal değil, kendini bağlar. (gülüşmeler)Dergide sadece politik mizah mı olacak?A.Y.A.: Hayır tabii. Politik gündeme dair mizah yaptığımız gibi kendi yaşadığımız çevreyle ilgili de mizah yapacağız. Herkes karşısındakinin mizahını yapıyor diyoruz, onu da yapacağız. Buradan bakınca Cihangir’deki adamın komik bir şeyi gözükecek bana.Cem Kızıltuğ: Zaten mizah dergilerinde ilk üç sayfası politika olur, geri kalanı daha hayatın içinden olur. Püff’te de böyle olacak.H.S.: Politika, mizahın ana beslenme kaynağıdır.Kırmızı çizgileriniz olacak mı?H.S.: Mutlaka olması lazım. Biz farkına varmadan geçsek bile okuyucu uyaracaktır. (Not: Hasan Sutay, Zaman’ın okur editörüdür.)A.T.A.: Ortak değerlere göre hareket edeceğiz, nezaket, edep çizgisinde.N.H.: Geçen bir sinemacıyla konuşurken şöyle bir soru sordu: ‘Müslümanlar nasıl film yapacak?’ Niye dedim? ‘Ya kardeşim eşcinselliği anlatamazsınız, aşkı anlatamazsınız, cinayeti anlatamazsınız.’ Dedim bunların hepsi Kur’an’da var biliyor musun? Habil-Kabil bir cinayet hikâyesi. Lut kavmi anlatılıyor. İhanet de var, aşk da var. Yusuf Aleyhisselam’ın kıssasından daha muazzam bir aşk hikâyesi olabilir mi? Şunu anlatmaya çalışıyorum; bizim inancımızı çerçeveleyen sınırlar kırmızı çizgi değil, çerçevedir.A.Y.A.: Edepli mizah dergisi mi olur? Bakacağız. İnşallah oluyordur…Siz alay edecek misiniz?A.Y.A.: Mizah yapmak ile alay etmek arasında ince bir fark var. Alay etmek; rencide etmek, kırmak dökmek, aşağılamak. Mizah yapmak; oradaki absürtlüğü, kontrastı göstermek. O çerçeveyi çizerken buna dikkat etmek zorundayız.N.H.: Ben yazılarımda şuna dikkat ederim; bir insanın yanındayken yüzüne söyleyemeyeceğim şeyi yazmıyorum. Bu dergide yapılacak esprilerde, eleştirilerde buna dikkat edeceğiz.H.S.: Ben kendimi tutamayabilirim. Çünkü kendimle de alay ettiğim oluyor. Söz veremem.Bu fotoğraf tamamen benim komplom. Tecrübeliler, affedersiniz yaşlılar ile gençler arasında bir çatışma varmış gibi göstermek istedim. Espriye vurup sık sık vurguladım ama kimse gülmedi.Püff’ün logosundaki sübliminal mesajlarRöportaj yapmak için, birkaç gün sonra çıkacak derginin yayın toplantısını adeta işgal etmiştim. Her ne kadar sorularımı tüm ekibe yöneltiyor olsam da ekibin affedersiniz yaşlıları konuşurken gençler hem gülüyor hem de işlerini bitirmeye çalışıyordu. Bir yandan da hararetli tartışmaların arasına vurkaç tekniğiyle bir espri bombası bırakıp gülüşmelere sebep oluyorlardı. Bulunan yeni esprilere eskiz çiziyor, bir yandan da röportajı takip ediyorlardı. Onları da göstererek soruyorum:Ekip bu kadar mı?A.Y.A.: Herkes burada değil. Çoğunluğu dışarıdan çalışıyor. Dergiye katkı sağlayanlar arasında başka ülkelerde yaşayan insanlar da var.İki uç var. Epey tecrübeliler, affedersiniz yaşlılar ve gençler… (gülüşmeler)N.H.: Ahmet hocanın ben yancısıyım.A.T.A.: En çok çatışan da biziz burada. Fevzi ile çatışıyoruz. Fevzi çok muhafazakâr. Çok tutucu. (gülüşmeler) (Fevzi Yazıcı, Zaman Gazetesi’nin uluslararası ödüller kazanan tasarım ekibinin başında. Son derece yenilikçi ve trendleri yakından takip eden bir yönetici. Söylenenlere herkesin çok gülmesinin sebebi de bu yüzden.)Zaman’ın tasarım ve çizer ekibinin çok sayıda uluslararası ödülleri var? Püff onların işi mi olacak?Fevzi Yazıcı.: Çizerlerin büyük çoğunluğu dışarıdan. Tasarımı yine Zaman ekibi yapacak. Zaman’ın çizerleri de (Dağıstan Çetinkaya, Tuğrul Karaca) olacak tabii ki.Zaman’ın çizgilerinin kendine has bir stili var. Türk basınına farklılık getiren bir anlayışı da. Bu Püff’te de olacak mı?F.Y.: Gazetedeki çizgiler daha çok editöryal. Burası mizahî olacak. Zaman’dakiler daha çok düşündürme amaçlıydı. Şimdi güldürmek amaç. Dolayısıyla farklı bir alan. Farklı şeyler göreceksiniz.N.H.: Logodaki çizilen adam figürü mesela sekiz haftadır her hafta tartışıyoruz onu. Ahmet Hoca ile benim itirazlarımız var Fevzi Bey’e.İlk sayıda bu sebeple mi logoya dair komplo teorilerinizi yazdınız?N.H.: Evet. Şüphesiz derginin arka planında hain, ajan, çok uluslu yapılar olacak (gülüşmeler). Bu konuda akla gelmedik, ben o konuda kreatif bir zihniyette olduğumu düşünüyorum ama beni de aşacak yorumlar gelecektir. İlk sayıda logomuzun gizli sübliminal mesajları neler, hangi renk neyi anlatıyor, kelimelerin tek tek manası, ebcet hesabı var. Bayağı bir detaylı yazı var.Neden pazartesileri çıkıyor? (kahkahalar)N.H.: Evet Ahmet Hocam?A.T.A.: Ağabeyler öyle istedi! (gülüşmeler) Bana kalsa cumartesini veya çarşambayı düşünürdüm.Cem Kızıltuğ: En ideal cuma günü geliyor bana.N.H.: Mübarek gün, yapma ya! (gülüyorlar) Pazartesi gerilimli bir gün, sendromdan bahsediliyor, mizahla aşılabileceğini düşünüyoruz.F.Y.: Gazete okuru açısından düşündüğünüzde pazartesi uygun.Ekipte kadın var mı?N.H.: Güzel soru, var. Kadın yazarımız olacak, çizer de.A.Y.A.: Genç yazarlara, genç mizahçılara kapımız açık. Burasını bir külliye gibi düşünsünler. (gülüşmeler)

[KUŞ BAKIŞI] Bir yanda terör endişesi diğer yanda kar çilesi!

$
0
0
Türk sivil havacılığı geçen yıl da büyümesini sürdürdü. Yolcu sayısı 165 milyonu, uçak trafiği 1,3 milyonu geçti ve havacılıkta tüm zamanların rekoru kırıldı.Aynı yüksek beklentilerle girilen 2015’in ilk ayında ise hava muhalefeti ve terör endişesi adeta sektörün kâbusu oldu. Şiddetli kar yağışı nedeniyle 200’e yakın uçuş iptal edilirken, yüzlerce uçak seferi gecikmeli gerçekleştirildi. Yolcular havalimanlarında perişan oldu. Bunun yanında İstanbul’da yaşanan canlı bomba eylemi ile Paris’te Fransız karikatür dergisi Charlie Hebdo’ya düzenlenen kanlı terör saldırısı, havalimanlarındaki güvenlik seviyesinin artırılmasına neden oldu. YOLCU UÇAK VE YÜK TRAFİĞİ ARTTIDevlet Hava Meydanları İşletmesi (DHMİ) Genel Müdürlüğü’nün verilerine göre, Türkiye genelindeki havalimanlarından geçen yıl iç hatlarda yüzde 12,4 artışla 85 milyon 607 bin 565, dış hatlarda yüzde 9,7 artışla 80 milyon 360 bin 476 olmak üzere toplam yüzde 11,1 artışla 165 milyon 968 bin 41 yolcu geçişi oldu. Uçak trafiği ise iç ve dış hatlarda yüzde 9,8 artışla 1 milyon 344 bin 265 olarak gerçekleşti. Aynı şekilde yüzde 10,4 artışın yaşandığı yük transferinde 2 milyon 570 bin 955 ton bagaj, kargo ve posta taşındı.KAR YAĞIŞI UÇUŞLARI ENGELLEDİHafta içinde yaşanan şiddetli kar yağışı nedeniyle başta THY olmak üzere yerli ve yabancı havayollarının uçuşları iptal edildi. Yapılamayan veya uzun süreli gecikmelerle gerçekleştirilen seferler nedeniyle özellikle İstanbul Atatürk ve Sabiha Gökçen havalimanlarında mahsur kalan yolcular büyük çile çekti. Seferlerin karşılıklı iptal edilmesi yüzünden diğer havalimanlarında da benzer görüntüler yaşandı.FAZLADAN SATILAN BİLETLER KIZDIRDIYolcular, bir yandan kar yağışı nedeniyle iptal edilen seferlerin sıkıntısını yaşarken, bir de havayolu şirketlerinin fazladan sattığı biletler (overbook) yüzünden mağduriyet yaşadı. Yılbaşını geçirmek veya okul tatili için Türkiye’ye gelen yolcular, satılan biletler nedeniyle görevlilerle tartışıp hakkını arasa da, uçaklarda yer olmadığından Türkiye’de birkaç gün daha beklemek zorunda kaldı. Şirketler, bileti satılan yolcuları yeni uçuş gününe kadar otellerde ağırladı.UÇUŞUNUZU KONTROL EDİNYetkililer, kar, şiddetli fırtına ve sis gibi olumsuz hava şartlarının mart sonuna kadar yaşanacağı uyarısında bulunuyor. Bu yüzden, yolcuların havalimanına gelmeden önce mutlaka şirketlerin internet sitelerinden uçuş iptalleri konusundaki duyurularını takip etmeleri isteniyor. Ayrıca, fazladan satılan biletler konusunda mağduriyet yaşanmaması için internet üzerinden on line check-in yaptırılması ve havalimanına mümkün olduğunca erken gidilmesi tavsiye ediliyor.TERÖR ŞÜPHESİ ALARMA GEÇİRDİHavalimanlarındaki güvenlik tedbirleri, El Kaide ve IŞİD (Irak Şam İslam Devleti) terör örgütünün kanlı eylem yapacağı yönündeki istihbarat nedeniyle geçen yıl üst seviyeye çıkarılmıştı. Çileye dönüşen güvenlik uygulamalarının hafifletilmesi beklenirken, İstanbul ve Paris’te yaşanan kanlı terör eylemleri yüzünden havalimanlarındaki güvenlik seviyesi yeniden üst seviyeye çıkarıldı. Özellikle Avrupa Birliği Komisyonu’nun, güvenlik tedbirleri konusunda yeni uygulamalar üzerinde çalışma başlattığını ifade eden yetkililer, bu yüzden havalimanlarında yeni tedbirlerin devreye girebileceğini dile getiriyor. Pegasus, 3 merkeze daha uçacak Pegasus Hava Yolları, uçuş ağına Nice, Lyon ve Milan-Malpensa’yı da ekliyor. Paris, St. Etienne ve Marsilya’ya 5 yıldır sefer düzenleyen şirket, Lyon ve Nice’in uçuş ağına eklenmesiyle Fransa’daki uçuş noktalarının sayısını 5’e çıkarıyor. Şirket, Roma, Bologna ve Milan-Bergamo’dan sonra İtalya’daki uçuş noktalarına ise Milan-Malpesa’yı ekleyecek. Martın sonundan itibaren seferlerin başlayacağı yeni hatlar ile Pegasus’un uçuş ağı yurtiçinde 30, yurtdışında 59 olmak üzere 36 ülkede 89 noktaya ulaşacak. SunExpress 50 Euro’ya uçuracak Antalya ve İzmir merkezli uçuş düzenleyen SunExpress, 25. yıl onuruna düzenlediği yurtdışı kampanyası ile 30 bin koltuğu tek yön her şey dahil 50 Euro’dan satışa sundu. Kampanyadan yararlanmak isteyen ve erken davranan yolcular İzmir, İstanbul, Antalya ve Gazipaşa’dan Avrupa’da 20’den fazla noktaya her şey dahil tek yön 50 Euro’ya uçacak. 5-29 Ocak arasında biletini alanlar, 5 Ocak-30 Nisan arasında seyahat edebilecek. Kampanya biletleri, her şey dahil tek yön uçuşlarda geçerli olacak.

Gerçekten 11 eylül mü?

$
0
0
Geçtiğimiz hafta ortasında Charlie Hebdo adlı mizah dergisine düzenlenen terörist saldırı, dünya gündemine bomba gibi düştü. Olayları yerinde izleyip saldırının sebeplerini ve muhtemel sonuçlarını anlamaya çalıştık.Charlie Hebdo nasıl bir dergi?Charlie Hebdo, 2005 yılında küresel bir protesto dalgasına yol açan Danimarka karikatür krizinin ardından, 2006'da yayınladığı Hz. Muhammed karikatürleriyle tüm dünyanın gündemine gelmişti.Dergi, 2012 yılında kundaklandı ve kullanılamaz hale geldi. Son yıllarda birkaç kez daha Hz. Muhammed karikatürleri yayınlayan dergi, satışlarını artırmak için provokasyon yapmakla itham ediliyordu. 1969'da yayın hayatına Hara-Kiri ismiyle başlayan Charlie Hebdo, dini görüşlere ve kutsallara yönelik provokatif karikatürleriyle tanınıyor. Dergi, Fransa'da Katolik Kilisesi'yle yüzyıllar süren bir savaş yürüten aşırı laikçi ve jakoben sol siyasi görüşün mirasını taşıyor. Fransız devleti, 1905 laiklik yasasına karşı Katolik Kilisesi ve Hıristiyan cemaatlere karşı kanlı çatışmalara varan bir savaş vermişti. Dinin toplumsal hayattaki görünürlüğüne karşı çıkan Fransa'ya has “sol laik” görüş ve dine karşı savaşın Fransız siyasetine bıraktığı miras günümüz siyasetinde de hayatiyetini sürdürüyor. Charlie Hebdo'ya kapılarını açan Liberation ve saldırıya uğrayan dergi, bu siyasi görüşün en önemli medya temsilcileri. Derginin kurucuları hiçbir kutsal değerin ifade özgürlüğünü kısıtlayamayacağını savunuyordu. ABD ve Avrupa'da karşılığı olmayan Fransa'ya münhasır bu siyasi geleneği anlamadan Charlie Hebdo anlaşılmıyor. Son dönemde İslam'a ilişkin karikatürleri gündeme gelse de, derginin tarihinde en çok hedef aldığı iki grup aşırı sağ gruplar ve Katolik Kilisesi oldu. Öyle ki dergi bu iki kesim tarafından açılan nefret ve şiddete teşvik davaları nedeniyle 1981'de iflas kararı aldı. 1970 yılında 5. Cumhuriyet'in kurucusu Charles de Gaulle'ün ölümüyle dalga geçtiği gerekçesiyle dönemin hükümeti tarafından halkı kine teşvik suçlamasıyla kapatılmıştı. Son dönemde tirajı 20 binlere gerilemişti. Saldırıdan sağ kurtulan bir dergi çalışanı, maddi kriz nedeniyle elektrik faturalarını dahi ödemekte zorlandıklarını belirtiyordu.Böyle bir saldırı bekleniyor muydu?Charlie Hebdo saldırısı duyulur duyulmaz pek çok kişi arkasında İslami olduğunu iddia eden bir terörist saldırı gerçekleştiğinden emindi. Zira Fransa hem Afrika'da hem Suriye ve Irak'ta El Kaide ve türevi terör örgütleriyle doğrudan savaşıyor. Fransa halihazırda Mali, Orta Afrika Cumhuriyeti ve Irak'ta askeri operasyon yürütüyor. Son aylarda terör saldırısı tehdidi artmış ve güvenlik önlemlerinde olağanüstü adımlar atılmıştı. Nitekim, Cumhurbaşkanı François Hollande, geçtiğimiz aylarda 2-3 saldırının engellendiğini belirtmiş ve yeni saldırı ihtimali olduğunu vurgulamıştı. Bu açıklamadan bir saat sonra Paris, rehin alma olaylarıyla tam bir kâbus günü yaşadı.Fransa polisi sınıfta mı kaldı?Fransa’da polis sayısının en yüksek olduğu Paris’in göbeğinde yaşanan Charlie Hebdo saldırısı ve sonrasında Montrouge'da iki polise saldırı, Vincennes'te Yahudi marketine baskın, Said ve Cherif Kouachi kardeşlerin saatler süren rehine eylemi büyük güvenlik ve istihbarat zaaflarını ortaya çıkardı. Fransız istihbaratı, Kouachi kardeşlerin askeri bir eğitim aldıklarından emin olduklarını ve saldırının profesyonelce gerçekleştirildiğini açıkladı. Ancak Fransa istihbaratının eski patronu Bernard Squarcini, "Önceden planlanmış, istihbari çalışması yapılmış profesyonel bir saldırı. Ancak kaçış planları amatörce." sözleriyle şaşırtıcı bir çelişkiye değindi. Fransa'nın, saldırıların ardından istihbarat ve emniyet güçlerinde önemli reformlara gitmesi şaşırtıcı olmaz.Kriz nasıl yönetildi?Fransız siyasetçiler, ilk mesajlarında Müslüman toplumu rencide edecek veya hedef gösterecek hiçbir açıklama yapmadı. Cumhurbaşkanı François Hollande, halka hitabında ‘teröre karşı tek bir cephe olmalıyız' mesajını verdi. Eski Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy, Fransız toplumunun bir kesiminin dışlanmasının doğru olmayacağını vurguladı. Fransa Başbakanı Manuel Valls, bir dine karşı değil teröre karşı savaştıklarını söyledi. Aşırı sağcı ve İslam karşıtı lider Marine Le Pen dahi provokatif bir açıklama yapmadı. Fransız medyası, ABD basınına göre çok daha iyi bir sınav verdi. Bir kıyaslama yapmak gerekirse ABD basını, Boston Maratonu'nu hedef alan terörist saldırının ardından birçok yanlış ismi şüpheli olarak teşhir etmişti. Fransa'da 3 şüpheli isim saatlerce sosyal medyada dolaşmasına rağmen hiçbir medya kuruluşu isimleri duyurmadı. Nitekim, polisin şüpheli listesindeki 18 yaşındaki bir gencin masum olduğu ortaya çıktı. Yine 7 Ocak gecesi yapılan bir polis operasyonunda Kouachi kardeşlerden birinin öldürüldüğü yönündeki yanlış bilgiyi ABD basını haberleştirirken, Fransız basını resmi teyit almadan paylaşmamaya özen gösterdi.Sokaklar ne diyor?Fransız halkını en çok etkileyen, herkesin tanıdığı karikatüristlerin karikatür çizdiği için öldürülmesi oldu. Saldırı doğrudan ‘ifade özgürlüğü' ve ‘laiklik' ilkesinin hedef alındığı şeklinde yorumlandı. Fransa'da söz konusu iki ilke, ne kadar hakkaniyetle uygulandığı tartışması bir yana, uzun cumhuriyet macerasının bir parçası. Her Fransız vatandaşı daha ilkokuldan itibaren bu iki kavramın Fransa'nın dünyaya ihraç ettiği temel değerler olduğunu öğreniyor. O nedenle sıradan bir Fransız'ın 40-50 yıldır aynı dergide karikatür çizen bu insanların bir yayın toplantısında katledilmesi karşısında yaşadığı şoku anlamak mümkün. Aslında Peygamber Efendimiz'in intikamını aldığını iddia eden saldırganlar, tam aksini gerçekleştirdi. Tirajı 20 binlere kadar düşmüş bir dergi, bu hafta 1 milyon tirajla yayınlanacak.Fransa'yı bundan sonra ne bekliyor?Yaşananların travma oluşturmaması imkânsız. Ancak ABD'nin yaşadığı 11 Eylül sendromunun Fransa'da yaşanıp yaşanmayacağını zaman gösterecek. Şimdiden temel özgürlükleri kısıtlayıcı yasalar konuşulmaya başlandı. Fransa'nın bunu bir savaş ilanı olarak okuyup yeni dış askeri müdahalelere girmesinin ağır siyasi ve ekonomik sonuçları da olabilir.Avrupa'nın en büyük Müslüman nüfusuna sahip olan Fransa'da saldırıların yaşandığı gün dahi gündem Almanya'daki Pegida gösterilerinin ülkeye sıçrama ihtimaliydi. Yine aynı gün ünlü İslam karşıtı yazar Michel Houellebecq’in 2022'de Müslümanların iktidarı ele geçireceğini iddia ettiği son romanı ‘Teslimiyet' Müslümanlara yönelik tartışmaları alevlendirmişti. Houellebecq, kitabının yayımlanması dolayısıyla yapacağı turneyi iptal etti. Yine ünlü yazar Eric Zemmour, bir İtalyan gazetesine yaptığı açıklamada, Fransa'da yaşayan Müslümanların tehcire tabi tutulmasını savunmuştu. Öte yandan, son dönemde İslam karşıtı dalgaya sesini yükselten isimlerin sayısında artış olmuştu. Artık İslam karşıtları daha cesur ve cüretkâr olacak. Terörle Müslümanlar arasında bağ kurulmayacağını söylemek daha çok cesaret isteyecek. Nitekim, Fransa'nın en ünlü gazetecilerinden Edwy Plenel, saldırıların ardından sosyal medyada aşırı sağcıların hedefi haline geldi. Plenel, yakın zamanda ‘Müslümanlar İçin' diye bir kitap yazarak medyadaki İslam karşıtı söylemlere dikkat çekmişti.Fransız Müslümanlar ne diyor?Fransa'daki Müslüman çatı kuruluşlar ve sivil toplum örgütleri, saldırıyı net bir dille kınadı. Fransız devletinin inisiyatifiyle kurulan çatı kuruluş Fransa İslam Kültürü Konseyi (CFCM) Müslüman kökenli vatandaşları protesto gösterilerine katılmaya davet etti. Türk camilerinin çatı kuruluşu CCMTF'in (Fransa'da Yaşayan Müslüman Türkler Koordinasyon Komitesi) Başkanı Ahmet Oğraş, Hizmet Hareketi'ne mensup Paris Kültürlerarası Diyalog Platformu Başkanı Nihat Sarıer ve 100'den fazla Müslüman STK, saldırıyı birkaç saat içinde kınadı. Fransa'da ünlü Müslüman düşünür Tarık Ramazan, "Charlie Hebdo'ya saldıran katillerin iddia ettiğinin aksine Peygamberimiz'in intikamı alınmadı. Dinimiz, savunduğumuz değerler ve İslami prensiplere ihanet edildi." dedi.

İlle de Roman olmasın

$
0
0
Sudan bir meseleden çıkan büyük kavgalar, karakolda babacan komiserin isteğiyle barışmalar, hemen barışmanın ardından bir de oyun havası. Hayat onlar için bu klişelerin çok ötesinde ve ayrımcılıkla, kentsel dönüşümle uğraşan Romanlar, 2014'te hâlâ böyle anılmaktan rahatsız.Küçükbakkalköy'ün giderek siteye dönüşen manzarasına karşı 9 yıl boyunca kapı kapı gezen Yüksel Dum 3 Kasım'da kalp krizine yenik düştü.Miras olarak babasından kalan evi için yaptığı mücadele, birbiri ardına açtığı davalar, bir barakaya dönüşmüş evindeki yaşam çabası ve çiçekçi tezgahı bıraktı. Vefatının üzerinden iki ay geçti geçmedi, Dum'un komşusu 550 Roman daha evsiz kaldı.6 Ocak günü sabah 5'te gelen yıkım ekipleri 65 evi yıktı, gerekçe olarak müteahhitlerin bölgeyi satın aldığını gösterdi. Aileler onlardan öncekilerin yaptığı gibi, kendilerine yer bulmak için önce bildikleri bütün kapıları aşındırmaya sonra kaymakamlık kira yardımı yapınca “Roman'a ev verilir mi?” önyargısını aşan ev sahibi aramaya başladılar…Bütün bunlar olurken televizyonlarda süren bir dizi, Romanların neşe dolu hayatlarını gözler önüne seriyordu. Hep sonu tatlıya bağlanan didişmeler, ufak ayak oyunları, hırsızlığın “doğal” bir meslek sayıldığı hayatlar...İstanbul'un Kağıthane, Sulukule, Pendik, Küçükbakkalköy yıkımlarından nasibini almamış tek Roman mahallesi Lonca, kartpostallardan fırlamış görüntüsüyle bir örnek gibi görünse de, Lonca'nın sakinleri mahalleleri dışında olan bitenden haberdar ve kaygılı.“Roman Havası” dizisi mahallede öyle bir tepki görmüş ki, insanlara “Bu diziyi nasıl buldunuz?” diye sormaya hacet kalmıyor. Bir söz bir diğerini kesiyor ve hepsinin tepkisi aynı: “Bizi insan saymadılar gitti!”Üniversitede okuyan Orhan, Roman kimliğini özenle sakladığını anlattıktan sonra yaşadığı bir olayı anlatıyor: “İnsanlara hiç Roman olduğumu söylemedim. Soranlara Yozgatlıyım diyorum. Okulla ev arasında iki ayrı hayat kurdum gibi. Geçenlerde okuldan biri diziyi izlemiş, gelmiş kantinde anlatıyor. ‘Bu Sulukule yıkılmadan evvel orada neler oluyormuş, bütün Fatih'in hırsızları buradan çıkıyormuş, kızlar 11 yaşında dansöz oluyormuş.’ daha neler neler. Sinirlendim, ‘Senin bu yaptığın ayrımcılık, nefret söylemi.’ dedim. Birden öyle çıkışınca şaşırdılar bir şey diyemediler. O kadar sinirlendim ki, bir dizi çıkıyor, insanların kafasında böyle bir imaj çiziyor. Ondan önce başka diziler başka filmler de aynısını yapmış.”Bir dizi hayatlarını ne kadar etkileyebilir ki? Bu sorunun yanıtı şöyle; mesela çalgıcılar yetenekli oldukları için çağrılıyor ama hırsızlık yapma ihtimallerine karşı yevmiyeleri az tutuluyor; evlere temizliğe giden kadınların çıkışta kibarca “üstü aranıyor”, devlet dairesinde yapmaları gereken en ufak işte “vukuat çıkaran arızalı tip” olarak yaftalanıyorlar.Lonca'nın “mutlu” Romanları için hayat evlerinden atılan Romanlar kadar olmasa da yine zor. Onların da başında bir kentsel dönüşüm tehdidi ve ayrımcılık bulutu dolanıyor. Sancaktepe Ataşehir sürgünleriMadalyonun öbür tarafında, hayatları boyunca başlarını sokacak ev bulamamış insanlar var. Avrupa Roman Hakları Merkezi Türkiye İnsan Hakları Gözlemcisi Hacer Foggo Ataşehir'deki yıkımın mağdurlarından Maviş'in hikâyesini anlatıyor:“Enkazda şimdi ikinci çocuğuna dokuz aylık hamile olan Maviş'i yıkım yerinde eşyalarını çıkarmaya çalışırken gördüğümde önce tanıyamadım. Daha sonra Maviş'in 2006’da Küçükbakkalköy'de yine evi eşyaları ile birlikte yıkılan Sevgi Yüksekova'nın kızı olduğunu anladım. Maviş o yıkımda okulunu bırakmak zorunda kalmış; mahallenin kurallara çok sadık muhtarı evi yıkıldığı için kendisine ikametgah belgesi vermemiş ve okula kayıt yaptıramamıştı. Maviş şimdi başka bir barakada başka bir yıkıma doğmayan bebeğiyle tanık oldu ve yine bir başka barakada yaşayan annesinin yanında geceyi geçirdi.”Ataşehir sürecini izleyen Foggo'ya göre, bu bir zihniyet dönüşümü: “Söz konusu Romanlar olunca ortada küçücük bir suç olsa da bunu ön plana çıkararak tasviye ediyorlar. Müteahhit satın almış, belediye orada yaşayanlar hakkında araştırma yapmıyor. Kaç aile barınıyor, kaç çocuk okuyor, dul var mı yetim var mı, haberleri yok. Bu yıkımlarla ilgili oradaki dernekle beraber kaymakamlığa gittik. Kaymakamlık kira ödemesi yaptı. Kiralık yer bulmak da o kadar kolay değil. Hangi mahalleden geldiğinden başlayıp yaptığı işe kadar her şey sorgulanıyor. Şimdi TOKİ konutlarında bir yer ayrılabilir mi diye görüşmeler yapıyoruz.”Daha önceki yıkımlarda evsiz kalıp ellerindeki kira yardımları da bitince Sancaktepe'nin ilerisindeki boş bir araziye sığınan Romanlar 9 yıldır aynı yerde yaşamaya çalışıyor. Yüksel Dum bu yıkımın ardından hakları için direnmeye başlamış, mahkemeden “Yıkımın hukuksuz olduğu” yönünde karar almıştı. Bu arada yıkılan evlerin yerine çoktan siteler yapıldığı için, “Haklısınız” sonucu da yetersiz. Bu yıkımdan beri 230 kişi çadırda yaşıyor. Bunlardan biri de Yüksel Dum'un kardeşi Halime. Halime Hanım, kendisine düşen kira yardımını sağlık güvencesi olmayan eşinin katarakt ameliyatı için kullanınca, yeniden para toplayamadığı için, çadıra sığınmak zorunda kalmış. 63 yaşında günlüğü 3 ila 5 liraya hurdacılık yapıyor. Beş yıldır tüp almadan, soğuklarda çadırını yükseltip kenarını taşlarla sağlamlaştırarak, atık su kuyusundan çektikleri suyla yaşamaya çalışıyorlar.Ataşehir yıkımın olduğu gün, sosyal medyada evsiz kalan insanların altına bir yorum düşüyor; “Romanlar yüzyıllardır böyle yaşıyor.” Bir yanda kentsel dönüşüm sürerken, bir yanda Romanlar kendilerine önyargıdan uzak bir hayat arıyor. Roman havası yayından kalktı, klişeler devam ediyor Roman Dernekleri, Irkçılığa ve Milliyetçiliğe Dur De Platformu ve Sıfır Ayrımcılık Derneği, “Roman Havası” dizisi için ortak bir açıklama yapmış, dizinin önyargıları pekiştirdiğini belirtmişti. Tire Roman Dernekleri Başkanı Hasan Hüseyin Karabacak, 30 yıldır dizi ve filmlerde Romanların hep kötü temsil edildiğini şu sözlerle özetliyordu:“Sizi mahallelere davet ediyoruz. Çünkü bu mahallelere geldiğinizde ilk göreceğiniz şey vur patlasın, çal oynasın değil, yoksulluktur.”Dizi yayından kalktı ama Foggo bundan sonra Romanlarla ilgili çalışma yapanlara Toni Gatlif filmleri izlemelerini öneriyor:“Türk Havası diye bir dizi yapılabilir mi mesela Almanya'da? Böyle bir şey olamaz. Romanlarla ilgili yapılması da ayrımcılıktı. Görsel medya her şeyi birdenbire yok ediyor. Parıl parıl giysiler giyiyorlar, sürekli sokakta oynuyorlar, sürekli polisle başları dertte diye düşünüyorlar. Onların kendilerine ilişkin bir hayatı olduğunu anlamaları lazım. Bu dizi çekildiğinde günlerce ağlayan insanlar gördüm.” Hacer Foggo (ortada) ‘Şubatla beraber harekete geçeceğiz’ Yıllardır Roman hakları için mücadele veren Hacer Foggo, “Roman açılımının farkındalık yarattığını” söylüyor ama bu yetersiz:“Romanlarla ilgili sıfır bilgi var. Açılım bir farkındalık yarattı ama pratik sorunlar devam ediyor. Avrupa Birliği’nin Roman strateji planı var. Şu anda Türkiye de bunu imzaladı. Bu hazırlık sürecinde ben de bulundum, Roman dernekleri de bulundu. Şimdi bir taslak ortaya çıktı. Bu taslakla ilgili şubat sonu gibi bir açıklama yapılacak. Bu da olumlu bir gelişme. Bunun imzalanmasını da çok önemli buluyorum. Bir taraftan da bu teorik şeylerin hayata uygulanması gerekiyor. Romanlar her bölgede kamuyla haşır neşir. Belediyeyle, kaymakamlıkla, valilikle. Esas değiştirilmesi gereken kafalar bunlar. İlçe Milli Eğitim Müdürü “Çingene çocuklar okumaz” diyorsa, iş bu insanları eğitmekten başlıyor. Esas strateji kamudaki insanların eğitilmesi. Onların ilişki biçimi, Romanlarla ilişkide kuracakları dil. Biga’da bir okula ailelerin şikayeti üzerine gittim, bir sınıfı sadece Roman çocuklarından oluşturmuşlar. Ben görüşünce de “Eğitim düzeyleri düşük” cevabını aldım. Biz bildiğimize koşturuyoruz ama sivil toplum olarak nereye kadar gidebiliriz? Bu ayrımcılığın ayrımcılık olduğunu anlatmaları gerekiyor. Kaymakamından ilçe eğitim müdürlüğüne kadar bir eğitimden geçirilmeleri gerekiyor.”

Antalya’da 2 bin takım masalının sonu!

$
0
0
Yurtiçi ve dışından kamp yapmak için gelen takım sayısı çok daha düşük olduğu halde yıllardır 1.500-2.000 rakamlarının tekrarlanması masalının yavaş yavaş gündemden kalktığını görmek sevindirici bir gelişme.Bu hafta konuyu değiştiriyoruz. Yabancı sayısı ve öteki sorunları sağlıklı bir biçimde çözebilmekten umudumuz yok. Günler ve geceler boyu üzerinde konuşmanın elbette ki bazı yararları olabilir ama o kadar, daha fazlası imkansız! O zaman bir başka “müzmin” konuyu ele alalım.Öncelikle Antalya Büyükşehir Belediye Başkanı Menderes Türel’e teşekkür etmek istiyorum. Galiba bunda Türkiye Spor Yazarları Derneği üyesi olmasının da rolü var. Antalya’da kamp yapan takım sayısıyla ilgili o çok söylenen rakamları tekrarlamak yerine, bu sayıyı artırmak için yapılması gereken işler olduğunu söyledi. İşte ben de çok uzun yıllardır bunu anlatmaya çalışıyorum.Gerçi bir başka konuşmacı AK Parti Antalya Milletvekili Abdurrahman Arıcı 700 gibi bir rakam söyledi ama o kadarına şükür deme durumundayız. Çünkü bazı gazetelerde yine 1.500-2.000 rakamları uçuşup duruyor. Bu konuda neyin üzerinde konuştuğumuzu iyi belirlemek lazım. Birkaç yıl önce bizim gazetede çalışan bir arkadaşımız da “Evet, Antalya’ya yılda 2.000 takım kamp yapmak üzere geliyor” diye haber yazdı. Kendisine sitemimi bildirdim: Kardeşim, yıllardır böyle birşeyin olmadığını anlatıp bu aptalca yalanı gündemden kaldırmaya çalışıyorum, sen de onlarla saf tutuyorsun!Arkadaşımızın yanıtı ilginçti: Ağabey, konuyla ilgili hassasiyetini biliyorum ama bana bu rakamı veren Antalyalı ilgililer çok geniş bir değerlendirme ile bu rakama ulaşılacağını belirtiyor. Yani herhangi bir kulübümüzün altyapı takımları, amatör şubeleri ayrı ayrı ekipler olarak görülüyor ve o zaman sözkonusu sayıya ulaşılabiliyor.Ben de gülsem mi ağlasam mı şaşırıp, “Yetkililere selam söyle, oraya gelen mehter ve halk oyunları takımlarından başlayıp briç, satranç ekiplerini de dahil ederek 3.000 sayısına bile ulaşabilirler.” dedim.Gerçek rakam çok düşük!Başlangıçta sadece yurtdışından gelen takımlardan sözediliyordu. Sonrasında sayı kabarık görünsün diye buna ülke içinden takımlar da dahil edildi. Maliye Bakanlığı’nın yaptırdığı denetimlerde bugüne kadar ulaşılabilen en yüksek rakam 172 takım olabildi.Zaten dünyada Antalya’ya kamp için gelme olasılığı bulunan 1.000 takım bile yok. Bugüne kadar en fazla 17 ayrı ülkeden takım geliyor. Bunlar arasında Şenol Güneş’in orada bulunduğu dönemde Güney Kore’den, Lucescu’dan dolayı gelen Ukrayna temsilcisi Şahtar gibi örnekler nedeniyle büyük bir sayıya ulaşmak mümkün değil. En fazla takım doğal olarak Almanya’dan geliyor. Bundesliga ile birlikte 2. Lig temsilcilerini de hesaba kattığınızda toplam sayı 10’u geçmiyor.O zaman, nasıl oluyor da binlerce takımdan sözediliyor? Bana sorarsanız bu bir özlem. Varmış gibi tekrarlarsak gerçekleşebilir diye düşünüyoruz. Yani birşeyi 40 kez söylersen olur gibisinden bir hurafe!Oysa işin son derece tehlikeli boyutları var. Batı’da İspanya, Ortadoğu’da Katar, Dubai, Birleşik Arap Emirlikleri gibi ülkeler önemli çalışmalar yapıyor. Örneğin, bugüne kadar Real Madrid, Milan, Bayern Münih düzeyindeki takımlardan hiçbirini Antalya’ya getiremedik. Çünkü onlar belli bir miktar para ödülü bulunan turnuvalara katılmayı yeğliyor. Antalya’nın ne bu maçları oynatacak stadı, ne de verebilecek böyle bir ödül parası var!Üstelik bizimle benzer konumdaki ülkeler değişik çalışmalar yaparak özellikle Almanya, Hollanda, Belçika takımlarını çekme çabası gösteriyor. Hatta Kıbrıs Rum Kesimi’nin bile bu konuda ilginç çalışmaları var. İtalya ve Fransa gibi benzer iklim koşullarındaki ülkeler de uyumuyor. Biz onlarla rekabet edebilecek koşulları geliştirmek yerine birtakım masallarla kendimizi avutuyoruz.Basın da görevini yapmıyorAntalya’ya binlerce takımın gelmesini herkesten çok istiyorum. Ancak böyle bir durumun gerçekleşmiş gibi gösterilmeye çalışılmasına da illet oluyorum. Üstelik medya da buna kulak asmıyor. Gazetelerde çok komik rakamlar her yıl yer alıyor. 600 takımın geldiği ileri sürülen bir haberde içerden gelecek takımların toplam sayısı 40’ı, dışardan gelebileceklerin de 30’u bile bulmuyordu. Böyle bir döküm yaptıktan sonra galiba biraz sağduyulu davranmışlar, binlerce rakamını tekrarlamak yerine 600’le yetinmişlerdi. Daha önemlisi “Şu işin gerçeği nedir?” diye hiçbir gazete spor sayfası yöneticisi ya da başka bir ilgili arkadaşın sahici bir araştırma yapmaya gerek görmeyişi.Defalarca yazıp söyledim: 1 sezonda yurtdışından buraya 200 takım geldiğini kanıtlayabilecek biri varsa yani bunun bir listesini bana gönderirse ben de kendisine yayınlanmış 10 kitabımdan elimde mevcudu bulunanlardan bir set yapıp göndereceğim!Neyse ki sayın Menderes Türel bu durumun farkında. 33 bin kişilik stadın bir an önce bitirilmesi ve öteki çalışmaların yapılmasıyla buraya gelen takım sayısının artırılması çabası içinde. Eh, şimdilik bize bu kadarı yeter… Cahillik şart mıdır? Şenes Erzik’in UEFA’daki görevinin sona erecek olmasıyla ilgili haberlerde, yıllardır bu alanda sergilenen cehalet bir kez daha ortaya çıktı. Efendim, Erzik’in yerine falanca kişi önerilecekti…Sanki babadan oğula geçen bir saltanat koltuğundan sözediyoruz. Daha da neler!Yıllardır sayın Erzik orada Türkiye’nin bir temsilcisi olarak görülmeye ve gösterilmeye çalışıldı. Oysa böyle birşey kesinlikle sözkonusu değildi. Erzik, UEFA Yönetim Kurulu’na kendi kişisel çabasıyla seçilip yükselmiş ve 20 yılı aşkın süre orada görev yapmıştı.Bu, ülkemiz için elbette ki hem gurur verici hem de yararlı bir durumdu ama tekrar ediyorum Erzik orada Türkiye’nin bir temsilcisi durumunda değildi. Onun ayrılmasından sonra da bizim için önemli bir boşluk doğacak. Elbette ki görev süresi içinde Türkiye için pek çok şey yapmaya çalıştı ama bu konularda zır cahil olan insanlara bunları anlatabilmek kolay değil.Ne zaman UEFA ile ilgili bir sorun çıksa, Erzik’in ülke çıkarlarını korumadığı imaları ya da açık beyanlarıyla tepki gösterildi. Oysa Erzik’in asıl görevi Türkiye’nin değil, UEFA’nın çıkarlarını korumaktı çünkü onun için seçiliyordu. Bu kadar basit bir gerçeği yıllarca görmezden geldik. Neyse, artık hem sayın Erzik hem de bizler bu dertten kurtulmuş oluyoruz. Hayırlı olsun.Olayın çok eğlenceli bir başka boyutu da var, cehalet ve yetersizlikle ilgili. Sayın Erzik aynı zamanda FIFA’da da önemli görevler aldı. Yıllar önce FIFA Hakem Komitesi başkanlığında bulundu. Bu, Türkiye için müthiş bir imkandı. Onun desteği ve katkısıyla 1 ya da birkaç hakemimiz uluslararası alanda sıçrama gösterebilirdi. Gelgelelim, o dönemde en iyi hakemimiz bile Avrupa’da 3. kategorideydi. Yani ne Erzik’in ne de FIFA başkanının hiçbirşey yapamayacağı kadar geri bir konumdaydı… Daha çarpıcı olanı, Erzik’in böyle bir görevde bulunduğunu bilen futbol dünyasındaki insan sayısı inanılmayacak kadar azdı.

Afişlerinin arkasındaki gizli kahramanlar!

$
0
0
Sinema salonlarının önünde yer alan dev afişler, ‘yedinci sanat’ın olmazsa olmazlarından. Tasarım sanatçılarının afişleri, milyonluk yapımlara ev sahipliği yapıyor. Peki, o afişlerin arkasında kimler var hiç merak ettiniz mi?Türkiye’de yıllar öncesinde sinema dendiğinde ilk akla sinema fenerleri gelirdi. Bir zamanlar Yeşilçam’ın film afişleri elle çizilirdi ressamlar tarafından. Filmlerin tanıtımı için yapılan dev boyutta karton karakterler, herkesin dikkatini çekerdi. Bugün hangi film kaçta oynuyormuş diye baktırırdı mutlaka. Sonraları ise sinema kapılarındaki afişler sinemaseverleri cezbeder oldu. Konunun uzmanları; insanların filme gitmesine neden olan üç önemli etkenden birini, afiş olarak gösteriyor. Biz de afiş tasarımcılarının tasarladıkları afişlerin hikâyelerini dinledik...Bir film için 80 afiş hazırldığım olduİlk adresimiz tasarımcı Emre Erdem… Filmlerin tanıtım kampanyalarını yürütüyor. Bana Masal Anlatma, Aşk Sana Benzer, Unutursam Fısılda, İncir Reçeli 2, Karışık Kaset, Recep İvedik 4, bu filmlerden sadece birkaçı. BKM bünyesinde yaptığı işlerle sektörde adını duyuran ve 51. Altın Portakal Film Festivali’nin de afişini tasarlayan Erdem, aşk temasını en güzel, en romantik haliyle görsele döküyor. Erdem, sinema sektörünün bel kemiği haline gelen komedi filmlerine de kalemiyle son dokunuşu yaparak, kahkahaya dâhil oluyor. Deliha, Pek Yakında gibi komedi filmler Erdem’in son dönemde imza attığı işler arasında. Erdem, komedi filmlerinde seyircinin oyuncuların hepsini afişte görmek istediğini söylüyor. Tasarımcı Erdem’e göre, film afişi hazırlamanın herhangi bir püf noktası yok. “Pazarlama bilgisini ve grafik bilgisini iyi harmanlayan, hedef kitlenin nelerden keyif aldığını bilen tasarımcılar iyi afiş tasarlayabilirler.” diyen Erdem’in bir film için 80 afiş hazırladığı da olmuş. “Bir afişin hazırlanması ne kadar sürüyor?” sorusuna şu cevabı veriyor genç tasarımcı: “Temel bir zamanlama yok. Bu da çoğu zaman sinema filmi vizyona girmeden 2 ay önce başlayıp 2 ay da vizyon süresini sayarsak ortalama 3-4 ay gibi bir tasarım üretme sürecimiz oluyor.” Erdem’in en uzun süreli afiş çalışması Cem Yılmaz’ın ‘Pek Yakında’ filmine ait; 6 ay ile… Hazırlanan afişlerde oyuncuların sıralamasının kendilerine ait olmadığını söyleyen Emre Erdem, “Bu konu tamamen yapımcının yönetimindeki teknik bir konu.” diyor.‘Birleşen Gönüller’den çok etkilendikFilm afişi işlerinde adres gösterilen bir başka kapıyı çalıyoruz. “Samanyolu Artistik Hizmetler Birimi” adındaki tasarımcı grubu. Film ve dizi afişi yapıyorlar. Grup çalışanlarından Mustafa Yıldız, iyi bir film afişi hazırlamak istiyorsanız iyi bir ekip ile çalışma yapılması gerektiğini söylüyor. Yıldız’a göre, film afişi mesaj verebilme ve dikkat çekme yeteneğine sahip olmalı. Grup, bir film veya dizi için en az üç afiş çalışması yapıyormuş. Çalışmaların konsepte en uygun olanı hangisi ise filmin afişi o oluyormuş. Diğer çalışmalar da çöpe gidiyor zannetmeyin. Geri kalanları broşürlerde, basılı materyal reklamlarında veya internette de kullanılıyor. Samanyolu Artistik Hizmetler Birimi, toplamda sinema ve dizi filmi olarak 13 projenin afişini hazırlamış. Allah’ın Sadık Kulu Barla, Birleşen Gönüller, Tek Türkiye (dizi), Küçük Gelin (dizi), Şefkat Tepe (dizi) bunlardan birkaçı… Grubun en meşakkatli çalışması Birleşen Gönüller filmi olmuş. Buna karşın en çok etkilendikleri film de Birleşen Gönüller. Sebebini sorduğumuzda ise; “Kitlelerin gönül verdiği bir sivil toplum hareketinin yıllar süren emeklerinin, niyetlerinin ve samimiyetlerin yansıtıldığı bir sinema filmi vardı ortada” cevabını veriyorlar.Film afişi tasarlarken oyuncu odaklı düşünmüyorumAfiş denilince akla gelen kadın tasarımcılardan biri Dilde Mahalli. Kusursuzlar ile geçtiğimiz Aralık ayında vizyona giren Sesime Gel ve Berlin Film Festivali’nde yarışacak olan Gri Bölge adlı filmlerin afişleri Mahalli’ye ait. Vizyona girmemiş filmleri izlemek, ham görüntüleri kurcalamak ve bolca senaryo okumak mesleğin en güzel yanları, Mahalli’ye göre. “Filmi seyretmek, malzemeyi toplamak ve mümkünse fotoğraf çekmek için en az 2-3 hafta sürem olsun istiyorum.” diyen tasarımcı, son dakika gelen işleri de kabul etmiyor. “Afişlerinizde oyuncuların sıralamasını neye göre belirliyorsunuz?” sorusuna tasarımcının cevabı net: “Film afişi tasarlarken oyuncu odaklı düşünmüyorum, ‘kafa afişleri’nden de hoşlanmıyorum.” Hollywood afişlerinde hangi oyuncunun yüzü afişin yüzde kaçını kaplayacağına dair sözleşmeler yapıldığını söyleyen Mahalli, bu tür çalışmalardan kendisini uzak tutuyor.

Öğretmen var öğretmenden içerü!

$
0
0
Birbirine yakın dönemler. Biri diğerine göre daha kuzeye gidiyor. Ama aynı unutulmuşluk, aynı zorluklarla karşılaşıyor. İkisi de deniz kıyısından mecburen geliyor. Birinin hikâyesini Mahsun Kırmızıgül anlatıyor. Diğerini bizzat öğretmenin kendisi ünlü yazar Ferit Edgü.Biri diğerinden 4-5 yıl önce gitmiş aynı coğrafyaya. Biri diğerine göre daha kuzeye. Ama aynı yokluk, aynı unutulmuşluk, aynı zorluklar… İkisi de deniz kıyısından geliyor, biri Ege dolaylarından diğeri İstanbul’dan. Bu kadar yokluğu bu kadar unutulmuşluğu ve bu kadar yalnızlığı tahmin etmeden... Ve mecburi bir geliş... İkisinin de medeniyetle dolu hayatları var, ikisinin de şaşkınlıkları... Birinin hikâyesini Mahsun Kırmızıgül şu sıralar vizyonda izlenme rekorları kıran filminde anlatıyor. Diğerini bizzat öğretmenin kendisi, ünlü yazar Ferit Edgü, 1977’de yazdığı romanında. Romanın, daha sonra 1982 yılında Erden Kıral tarafından “Hakkâri’de bir Mevsim diye filmi yapılıyor. Başrolde Genco Erkal. Mahsun Kırmızıgül’ün filmindeki öğretmeni Talat Bulut oynuyor. Bu iki filmdeki öğretmenin de, Türk sinemasında ve edebiyatında sıkça işlenen ‘şarka göreve giden idealist öğretmen’ algısından uzak yapıları var. Çalıkuşu’ndan bu yana Cumhuriyet’in öğretmenleri doğuya/taşraya medeniyet götürür, totaliter ağalarla, yobaz din adamlarıyla mücadele eder ve bir mucize ortaya çıkarır, aydınlanmış (batılı) çocuklar yetiştirir. Mahsun Kırmızıgül’ün filminde mucizeyi öğretmen de yaşıyor. Gitmek ya da kalmak... Vizyona girdiği ilk üç günde hasılat rekoru kırınca filmin yönetmeni Mahsun Kırmızıgül teşekkür maksadıyla yazılı bir açıklama yaptı; “Mucize filmini, kalbinden özürlü olmayan, dünyaya kalp gözü ile bakabilen öğretmenlere adıyorum.” Kalbinden özürlü olmayan derken acaba önyargıları mı kastediyor yönetmen? Söz konusu film sakat bir gencin hayat hikâyesi çevresinde doğu sorununa, ekonomik kaynakların eşit paylaştırılmamasına, feodalitenin baskılarına ve artık yeni neslin yabancılaştığı ve hep acılarıyla bildiği Kürt köylülerinin renkli dünyalarına değiniyor. Bu bir sürü yan hikâyeden biri olan öğretmen Mahir’in öyküsü, aslında ‘zorunlu Şark görevi’ (Kanıksanılan bu tabir, rahatsız edici değil mi?) için Doğu’ya daha doğrusu taşraya giden memurların, öğretmenlerin yaşadıklarını anlatıyor. Mahir’in tercihi kendi mucizesi de oluyor aslında. Okulu olmayan köyden gitmek yerine kalıyor. Kendi imkânlarını kullanarak okul yaptırıyor. Üstelik öğretmen Mahir, zengin ve muktedir kayınpederinin torpiliyle kaçtığı zorunlu şark görevini emekli olabilmek için yapmaya gelmiştir Doğu’ya. Mahir’in her Batılı gibi buralara dair ön yargıları vardı. Ama köylülerden kendisini soyutlamıyor, dünyalarının bir parçası oluyor. Çocuklara, onların bilmedikleri dili öğretmek için dillerini öğreniyor. 30 yaşında konuşamayan ve muhtemelen spastik olan birine okuma yazmayı öğretiyor. Bu da sakat Aziz’in iyileşmesindeki mucizelerden biri oluyor. Mahir’i, Türk sinemasının ve edebiyatının ideal öğretmen tipinden ayıran unsurlardan biri, çatışacağı bir imam veya ağa tiplemesi olmaması. Diğeri çocuklarla Kürtçe de konuşması ve öğretmenin veda ederken söyledikleri. Herkesi ağlatan o konuşmada öğretmen köylülere teşekkür ediyor. Çalıkuşu gibi taşraya medeniyet götürme hevesleri yoktu, tamamen bireysel bir istekle emekli olmak için gelmişti. Ama o veda konuşmasında köylülerden çok şey öğrendiğini ve artık bir ideali olduğunu anlıyoruz.Ferid Edgü’nün ‘O’ romanından uyarlanarak 1982’de çekilen ve aynı coğrafyada ve zamanlardaki bir öğretmeni anlatan Hakkâri’de Bir Mevsim filminde de böylesi bir veda sahnesi var. Sınıfta topladığı öğrencilerine “öğrettiğim her şeyi unutun” diyor. Edgü’nün köyünde Türkçe bilen sadece muhtardır. Ve 6 yıldır yaşadığı Paris’ten Türkiye’ye döndükten üç ay sonra Hakkâri’ye askerliğini yapmaya gitmiştir. Yıl 1964’tür. O zamanlar askerlik görevi yedek subay öğretmen olarak yapılabiliyordu. Hakkâri Valisi Edgü’yü yabancılık çekmemesi için Paris’le kafiyeli Pirkanis’e gönderir. Edgü de, “Böylesi bir zorunluluk olmadan, hiçbir zaman gitmeyeceğim, hiçbir zaman yolumun düşmeyeceği yerleri gördüm. Hiçbir zaman karşılaşmayacağım insanlarla birlikte oldum.” der. Edgü, Hakkâri’nin bu dağ köyünde geçirdiği bir mevsimlik döneminde köyün, bölge insanının halinin tanığı oluyor. Sadece tanık. Mahsun Kırmızıgül’ün öğretmeni Mahir gibi hayatın bir parçası olmuyor. Ya da Cumhuriyet romanlarındaki dönüştürücü öğretmenler gibi köyün köylünün amiri olup medeniyeti empoze etme gayreti gütmüyor. Halbuki kendisini 1950 kuşağından ve soldan görüyordu. Hakkâri’de Bir Mevsim filminin öğretmeni hiçbir zaman idealist bir öğretmen olamıyor.Zorunlu görevde yeniden doğmak Hiç şüphesiz İstanbul’da doğup büyüyen ve iyi bir eğitim alan, uzun yıllar Paris’te kalan biri için Hakkâri dağlarında, kar yağınca dünyayla irtibatı kesilen bir köyde geçirilen bir mevsim çok şey ifade eder. Nitekim Edgü bu günlerini yeniden doğmak olarak tanımlıyor: “Ben bir insanın bir kez değil, birçok kez doğabileceğine inanırım. Kimi kez -bir kez doğar insan, yaşar ve ölür. Kimi kez de, doğumla ölüm arasında birçok kez doğabilir. Bunun nesnel değil, öznel koşulları vardır.” Edgü ve Kırmızıgül’ün öğretmeni Mahir’in gitmesinden 50 yıl sonra da taşraya gidenler için durum değişmedi. Yöre halkı halen yoksun ve yoksul. Halen öğretmenler zorunlu görevli olarak gidiyor ve zamanını doldurup kaçmanın derdinde oluyor. İdealist olanlar vardır tabiî ki ama neyin idealistliği. Bu ideal yöre halkını, kültürünü küçümseyip, dönüştürmeye ve hatta yok etmeye yönelik mi, yoksa bozuk taraflarını düzeltip, iyiye yönlendirmek şeklinde mi?
Viewing all 3284 articles
Browse latest View live