Quantcast
Channel: ZAMAN-PAZAR
Viewing all 3284 articles
Browse latest View live

Belçika Yeşiller Partisi Lideri Meryem Almacı: Akılları değil kalpleri de kazanmak istiyoruz

$
0
0
Belçika’da Yeşiller Partisi’nin başında artık bir Türk siyasetçi var. Meyrem Almacı, bu zamana kadar girdiği her seçimde oyunu artırdı. Partisine olan desteği büyütmeyi hedefliyor. Merkez sağ hükümete alternatif oluşturmak istediğini söyleyen Almacı, ülkesinde başörtülülerin haklarının da en sıkı savunucusu. Almacı ile siyasi geçmişini ve hayat hikâyesini konuştuk.Meyrem Almacı, Knack dergisinin en etkili yabancı asıllı Belçikalı listesinde dönemin başbakanı Elio Di Rupo’dan sonra ikinci sırada yer aldı. 2014 genel seçimlerinde Anvers bölgesinde 44 binden fazla tercihli oy alarak birçok duayen siyasetçiyi geride bıraktı. Şimdi ise 23 yaşında belediye meclis üyesi olarak seçildiği Yeşiller Partisi’nin (Groen) başına geçti. Türkiye’de ve Türk toplumunda henüz fazla tanınmamasını ise Belçika Meclisi’ne öncelik vermesine bağlıyor. Almacı aynı zamanda Belçika-Türkiye Dostluk Grubu’nun başkan yardımcısı.Geçtiğimiz hafta Belçika’da parti başkanı seçilen ilk Türk asıllı siyasetçi oldunuz. Bu başarınızı neye borçlusunuz?Ailemin desteği olmadan buralara gelemezdim. İnatçı bir kızdım. Kafama koyduğumu yapardım. Annem bu kızı ne yapacağız diye endişelenirdi. Yine de her zaman arkamda oldular. Benim isteklerim ile toplumun beklentileri arasında kaldılar. Destek verenler de vardı ama dedikodular da vardı. O dönem tenkit edenler şimdi benimle gurur duyuyor.Anadolu’dan gelmiş gurbetçi bir ailenin kız çocuğundan beklentiler o dönem çok farklıydı. Belçika toplumu da göçmen asıllı çocukların ancak mesleki eğitim yapabileceklerine inanıyordu. Size biçilen bu rollerin dışına nasıl çıktınız?İlkokulu yüzde 82 notla bitirmiştim ve fen lisesine yazılmak istiyordum. Toplum ve Öğrenci Rehberliği Merkezi’nde bizim için, “Bu kızlar dikiş nakış öğrenecek ve ev hanımı olacak” diye bir beklenti vardı. Sınıf birincisi olmama rağmen ‘Durduğun yerde oturamıyorsun, karakterin fen lisesine gitmeye müsait değil’ dediler. O sırada 12 yaşındayım ve etrafımda elimden tutacak biri yoktu.İstediğiniz okula nasıl yazıldınız?Ablamla beraber okul müdürüne gittik. Ailemin fen lisesine yazılmamı istediklerini fakat Türkiye’de tatilde oldukları için ablama vekâlet verdiklerini söyledik. Tabii ki bu gerçek değildi. Herkes gibi ben de önyargılarla karşılaştım. İş ararken “Bulduk birisini” denilip iki hafta sonra ilanın hâlâ durduğuna şahit oldum. Bir gün fırında ekmek sırası beklerken, başörtümden dolayı veya annem babam Türk olduğu için, orta yaşta bir kadın “Bizim kazandığımız paradan yaşıyorsunuz sen bekle” diyerek önüme geçti. Arkasındaki 10 kişi de onu takip etti. 8 yaşında bir çocuk olarak bir şey diyemedim. Bunları yaşamaya devam ediyoruz. Belki benim ismimi duyanın aklına önce “Yeşiller’in yeni başkanı” geliyordur. Bazıları Türk asıllı olduğumu bile bilmiyor. Fakat Zahide, Ummu, Emine iş ararken, kiralık ev ararken, polisten yardım isterken önyargılarla karşılaşmaya devam ediyor.Siz de lise yıllarınızda başörtüsü takmıştınız. Flaman Devlet Okulları’nda ve bazı kamu görevlerinde uygulanan başörtüsü yasağına şiddetli bir şekilde karşı çıkıyorsunuz. Başörtülü olsaydınız bugün bulunduğunuz konumda olur muydunuz?Kesinlikle gelemezdim. Bugünkü Flaman toplumu içerisinde gelemezdim. Lise yıllarında şimdi olduğu gibi başörtüsünü çıkarman gerekiyor deselerdi, okulu bırakıp meslek veya teknik lisesine yazılırdım. O kadar kapasiteli kız çocuklarımıza zorluk çıkarılmasını anlamakta zorlanıyorum. Mecliste yoksullukta büyüyen, önyargılarla karşılaşmış olan çok fazla insan yok. Teoride, “Evet anlıyoruz, önyargılar var” diyorlar fakat ayrımcılığa maruz kalmanın ne olduğunu anlayan fazla insan yok. Biz burada olmazsak bu konuları kim gündeme getirecek?Parti programında çeşitlilik konusunda eksik buldum, başkanlık teklif ettilerBelçika’da doğmanıza ve en popüler siyasetçiler arasında yer almanıza rağmen Belçika vatandaşlığını ancak 19 yaşında aldınız. Neden?Arkadaşlarımla, Londra’ya gezmeye gitmek istiyorduk. O dönem kanun farklı olduğu için çifte vatandaş değildim. Brüksel’deki İngiltere Konsolosluğu vize vermekte zorluk çıkardı. Nihayetinde üç hafta sonra başvurumu kabul etmediler. Bunun üzerine ben de inat ettim, “Belçika vatandaşlığını alıp iki hafta sonra elimi kolumu sallaya sallaya İngiltere’ye gideceğim.” dedim. Belçika vatandaşı oldum, fakat sonrasında İngiltere’ye gitmedim. İlk kez üç sene önce gittim.Siyasete girişiniz nasıl oldu?Sint-Gillis-Waas’ta arkadaşlarımla gittiğim bir gençlik merkezi vardı. Yerel seçimler yaklaşıyordu ve Yeşiller’e oy vermek istiyordum. Bulunduğumuz bölgede Yeşiller’in listesi yoktu. Gençlik merkezindeki arkadaşlarımızla bir liste hazırlamaya karar verdik. Arkadaşlarım gençler arasında en tanınmışı olduğumu söyleyerek beni öne sürdüler. Tahmin etmiyorduk ama belediye meclis üyesi oldum. Hiç tecrübem olmadığı için partinin bölgesel toplantılarına gittim. Orada beni Brüksel’e yolladılar. Brüksel’de siyasi kurul parti programını tartışırken programda çeşitlilik konusunu eksik buldum ve yazmayı teklif ettim. Çünkü o sıralarda üniversitede karşılaştırmalı kültür bilimleri okuyordum. Sonrasında Genç Yeşiller (Jong Groen) başkanlığı teklif edildi. Hikâyenin sonunu zaten biliyorsunuz.Neden Yeşiller Partisi’ni tercih ettiniz?15-16 yaşlarımda çevre konularına çok ilgiliydim. O sıralarda WWF ve Greenpeace üyesi oldum. Belçika’daki azınlıkların durumuyla da ilgilenmeye başlamıştım. Genç bir kız olarak arkamızda nasıl bir dünya bırakmak istiyoruz, bu dünya nereye gidiyor, geleceğimiz ne olacak gibi sorularla meşguldüm.Belçika’da büyük başarılar kazandınız, buna rağmen Türkiye’de fazla tanınmıyorsunuz...Ben burada neden çok oy alıyorum? Çünkü burada tanınmışım. Belçika’da ağırlığı olan bir siyasetçi olmak isteyen, ister istemez enerjisini büyük bir kısmını Flaman ve Belçika medyası içerisine koymalıdır. Bunu benim söylemem tuhaf olsa da Belçikalılara “En tanınmış Türk asıllı siyasetçi kim?” diye sorsanız, “Meyrem Almacı” diyeceklerdir. Birçok araştırmada en popüler siyasetçiler listesinde ismim geçiyor. Türk toplumuna yönelik diğer siyasetçilerde fazla ve bende eksik olan şeyler muhakkak var. Bu yönde atabileceğim adımlar olduğunu kabul ediyorum.Mecliste finans ve bütçe dosyalarındaki uzmanlığınızla tanınıyorsunuz. Diğer göçmen asıllı siyasetçiler gibi çeşitlilik, uyum, azınlıklar gibi konularla gündeme gelmiyorsunuz. Bu durum bilinçli bir tercih mi?Ben bütçe konuları ile niye uğraşıyorum? Çünkü para kimin elinde olursa karar da onda oluyor. Dağıtıldıktan sonra ne yapacağız, asıl karar bütçe dağılımında veriliyor. Aslında bizim toplumumuzu ilgilendiren kararlar orada başlıyor. Dolayısıyla mecliste grup başkanı seçildiğimde öncelikle bu konularla ilgilendim. Çeşitlilik konusu da çok önemli. Gerektiğinde medyada tartışmaya girdim. Başörtüsü meselesinde tartışmayı ilk ben açtım. Dönemin Anvers Belediye başkanı gişe çalışanlarına başörtüyü yasakladığında Yeşiller olarak duruşumuz net değildi. Parti içerisinden yasağı tarafsızlık ilkesi kapsamında hak verenler dahi vardı. Kadın hakları açısından çok büyük bir haksızlık olduğunu savundum ve sonunda partim bu perspektifi kabul etti. Bu konuda kardeş parti olarak bilinen sosyalistlere de karşı çıktık. Nihayetinde onlar da yeni parti programlarında başörtüsü konusundaki tutumlarını eski çizgiye getirdi.Türkiye ve Türk toplumuna yönelik atabileceğiniz başka adımlar olduğunu söylediniz. Türk asıllı bir siyasetçi olarak Türkiye siyaseti ile ne kadar ilgileniyorsunuz?Ben Türkiye’nin siyasetine hiç karışmıyorum. Türkiye’deki siyasetçiler, Türkiye için en iyi olan siyaset üzerine tartışacaklar. Ben burada seçildim. 2007’de liste başı olarak seçimlere katıldığımdan beri oylarımı hep yükselttim. Neden? Belçika’ya katkım olduğu için. Türkiye’deki olaylar beni de ilgilendiriyor ama bir Türk olarak. Ben burada Belçikalı bir siyasetçiyim.Yeşiller Partisi’nin geleceğine dair planlarınız nedir? Yüzde kaçı hedefliyorsunuz?Bir rakam veremem ama partimizi büyütmek istiyoruz. İlk hedefim önümüzdeki yerel seçimlerde grup sayısını yükseltmek. Çünkü yerel seçimlerde güçlü çıktığımız bölgelerde federal seçimlerde de güçlü çıkıyoruz.Mevcut merkez-sağ hükümetini ağır bir şekilde eleştiriyorsunuz. Sadece Yeşillerin değil sol partilerin önderliğini de üstlenmiş gibisiniz?Evet, sadece sol değil, progresif partilerin öncülüğünü de yapmak istiyoruz. Bu toplumda bu hükümete karşı çıkan birçok dernek, sivil toplum kuruluşu ve partiler de var. Biz de bu fırsatları toplayıp bu hükümete karşı bir alternatif oluşturmak istiyoruz. Kime oy vereceğini bilmeyenlere yol göstermek istiyoruz ve onlara diyoruz ki “Sağcı partilere cevap vermek istiyorsanız, gelin bizimle beraber olun.” Sadece kafaları değil kalpleri de kazanmak istiyoruz.

O şehre gidilecek!

$
0
0
Davutoğlu ve Bahçeli’nin Tunceli tartışmasında bir kez daha görüldü ki ülkede bazıları için gidilebilecek ve gidilemeyecek şehirler var. “Politikacılar ülkeyi çoktan bölmüş” yorumlarına sebep olan iddialaşmanın önümüzdeki genel seçimlerde daha da artacağı tahmin ediliyor.“Cesaretin varsa Tunceli’ye git.” Hatırlanacağı üzere geçtiğimiz hafta Başbakan Ahmet Davutoğlu kurmuştu bu cümleyi. Yönettiği ülkenin bir şehrine gidebilmeyi ‘cesaret’ göstergesi sayarak siyasi rakibi Devlet Bahçeli’ye meydan okumuştu. Söylemlerini bir de orada tekrarlamasını isteyen Davutoğlu’nun çağrısı üzerine Tunceli’ye giden Bahçeli ise bekleneceği üzere tepkiyle karşılandı. Kimileri parti liderlerinin şehirler üzerinden cesaret yarışına girmesini, “Ülkeyi yönetenler bu halde ise vatandaş ne yapsın?” diye eleştirirken bazıları da bunu Türkiye’deki kutuplaşmanın somutlaşmış hali olarak yorumluyor. Zira parti liderlerinin miting yapmak ya da yapmamak üzerinden yürüttüğü bu tartışma sokakta daha farklı değil. Hem siyaset bilimciler hem de sosyologlar ülkedeki kutuplaşma halinin genel seçimler yaklaştıkça daha da artacağı görüşünde. Çünkü Gökhan Bacık’ın ifadesiyle: Türkiye’de siyasetçinin çorbasının piştiği ateşe her şey atılır; insan atılır, din atılır, cami, kilise, Atatürk atılır.Elazığ’da ülkücülerin taşlı sopalı saldırılarına karşı korumaları, Ecevit’i silahlarını çekerek korudu. Siyaset bilimci Dr. Gökhan Bacık, “Bir ülkede başka bir ile gidebilmenin marifet olması büyük bir problem.” diyerek bunun aslında egemenlik sorununa işaret ettiğini söylüyor. İkinci sorun ise ülkedeki bölünmüşlüğün artık kabına sığmayacak kadar görünür hale gelmesi. Hareket alanını kısıtlayacak kadar sorun edilmesi ise bölünmüşlüğe karşı bir teslimiyet. Gökhan Bacık, her partinin kalesi sayılan güçlü illerinin bulunmasının dünyada olağan bir hal olduğunu anlatıyor. Ancak liderler, “Vay sen benim ilime geldin. Ben seni pişman ederim.” demeden seçim çalışmalarını yürütüyor. Bizde ise işler tam tersine ilerliyor. Bu halin keskinleştiği alan ise Kürt sorunu. Konya AKP’nin güçlü sayıldığı il olmasına rağmen CHP lideri burada miting yapsa kargaşa yaşanmayacağından örnek veren Bacık şöyle devam ediyor: “Ama teritöryal Kürt sorununda durum değişiyor. Tunceli’de olduğu gibi kaos çıkıyor. Veya Demirtaş Trabzon’a gittiğinde çok zorlanıyor.” Gelinen noktada bütün bu olanların kimseyi şaşırtmadığını anlatan Bacık, “Çünkü sosyolojik olarak artık bir millet değiliz. Ben Türkiye vatandaşıyım, istediğim yere gidebilirim duygusundan uzaklaşıyoruz.” diyor. Toplumun kimlik üzerinden bölünerek yaşamaya alıştığını düşünen Bacık, politik kültürün de bunu sürekli yeniden ürettiğini söylüyor. Ona göre beş yıl daha bu şekilde giderse bölünmüşlük kültürümüzün bir parçası olacak. “Bir Alevi çocuk ya da Kürt öldüğünde ‘olur canım’ hali kanıksanırsa kimliklere ait daha radikal ve ırkçı partiler doğabilir.” diyen Bacık, dünyanın hiçbir yerinde bu tür partilerin bir anda ortaya çıkmadığını hatırlatıyor. Türkiye’de de siyasetin bölünmekten ve kutuplaşmaktan vazgeçmeyeceğini savunan Bacık, “Çünkü bunun tarihi var.” diyor.Gaziantep mitinginde Kemal Kılıçdaroğlu’na atılan ayakkabı ayağına denk gelmişti.Seçimlere kadar daha çok ‘şehir iddialaşmaları’ görürüzSosyolog Nil Mutluer’e göre ise Davutoğlu ve Bahçeli arasındaki Tunceli polemiği, ataerkil zihniyetin siyaset alanındaki tezahürü. Ona göre siyasetçiler bazı şehirlere gidip cesurca konuşabilmeyi bir erkeklik yarışı olarak görüyor. Bunu yaparken de liderin kendisini bir merkeze konumladığını ve bu merkezde etnik ve dinî kimliğe büründüğünü anlatan Mutluer, “Coğrafya inanç ve etnisite üzerinden bir siyasi matematiği var bu işin.” diyor. Bahsi geçen şehre gidilip gidilemeyeceği tartışılırken o şehrin insanının ne hissettiğinin düşünülmemesi ise diğer bir sorun Mutluer’e göre. ‘Bizden ve öteki olan’ durumunun siyasilerin seçim çalışmalarını da etkilediğini belirten Mutluer, “Eğitim sisteminden gündelik hayata kadar her şey bu zihniyetin üzerine kurulduğu için toplum da bunun dışında bir şey düşünmüyor zaten.” diyor. Daha da kötüsü önümüzdeki genel seçimlere kadar kimsenin iyi günler beklememesi. Mutluer de böyle düşünenlerden. “Maalesef kutuplaşmaya ihtiyaç var ve bu daha da netleştireceği için seçimlere kadar daha huzurlu günler gelmeyecek.” diyen Mutluer şöyle devam ediyor: “Çünkü bugün en şiddetli olan, en güçlü olarak okunuyor maalesef.”2011 genel seçimlerinde partilerin miting illeri Dünyanın her yerinde bazı partilerin güçlü olduğu, diğerlerinin iddiasız kaldığı şehirler var. Özellikle gelişmiş ülkelerde belli başlı partilerle anılan şehirler vardır ancak bu durum fiziksel bir çatışmaya dönüşmez. Türkiye’nin siyasi tarihi ise seçim gezilerinde yaşanan saldırılarla dolu. Örneğin 2011 genel seçimleri için Karadeniz’e giden BDP/Blok üyeleri saldırıya uğrayınca çalışmalarını tamamlayamadan geri dönmüştü. Kemal Kılıçdaroğlu’na ise Gaziantep’teki mitingi sırasında ayakkabı atılmıştı. Daha da eskilerde Elazığ’da seçim konuşması yaptığı sırada Bülent Ecevit’in ülkücülerin taşlı sopalı saldırısına maruz kalmasını hatırlayabiliriz. Bugün ise söz konusu çatışma ortamının giderek dozunu yükselttiğini düşünen aydınlar, önümüzdeki seçimlere kadar bu manzaralarla daha çok karşılaşacağımızı düşünüyor.

17 Aralık’ın birinci yılında ‘Babam Sağolsun’

$
0
0
Birkaç hafta sonra 17 Aralık rüşvet ve yolsuzluk operasyonunun birinci yılı... Ufuk Yayınları’ndan çıkan ‘Babam Sağolsun’ kitabıyla gazeteci Bayram Kaya, hafızalara kazınan tarihten bugüne kadar geçen sürede neler olduğunu ve yolsuzluğun görünmeyen yüzünü ele alıyor.17 Aralık Yolsuzluk ve rüşvet operasyonunun yapıldığı tarih olarak hafızalara kazındı. Bir yıl içinde yavaş yavaş rafa kaldırıldığını yakından izledik ve en sonunda dosya kapatıldı. Geçen hafta Uluslararası Şeffaflık Örgütü, 2014 yılında Türkiye’nin ‘yolsuzluk algısı’nda rekor puan kaybederek en kötü şekilde gerileyen ülke olduğunu açıkladı. Örgütün bu yıl yayınladığı ‘Yolsuzluk Algısı Endeksi’nde Türkiye, 175 ülke içinde 64. sırada yer bulabildi. 2013’te 53. sırada yer alıyordu. 17 Aralık yolsuzluk operasyonunu anlatan araştırma, kitap ve rapor çalışmalarının sayısı her geçen gün artıyor. Onlardan biri de Ufuk Yayınları’ndan çıkan, Bayram Kaya’nın ‘Babam Sağolsun’ isimli kitabı. Çalışma, geçen yıl 17-25 Aralık yolsuzluk ve rüşvet operasyonuyla başlayan süreçten bugüne kadar gelinen noktayı bütün detaylarıyla ele alıyor.Para sayma makineleri, kasalar, ayakkabı kutuları...17 Aralık 2013’te başlatılan soruşturmanın temelini İranlı işadamı Reza Zerrab ile dönemin bakanları Egemen Bağış, Muammer Güler ve Zafer Çağlayan’ın bazı yasal olmayan girişimlerde bulunduğu yönündeki şikâyetler oluşturuyordu. Ayrıca MİT tarafından Başbakanlık’a ulaşan bilgi notunda ve emniyete ulaşan ihbar notlarında; İçişleri Bakanı Güler, Ekonomi Bakanı Çağlayan ve Avrupa Birliği Bakanı Bağış, bu bakanların çocuklarının İran asıllı işadamı Reza Zarrab’dan rüşvet aldıkları ve bunun karşılığında bu kişiye devletin imkânlarını kullandırdıkları iddia ediliyordu. Gelen şikâyetlerin ardından yaklaşık iki yıl boyunca teknik ve fizikî bir takip ortaya koyan İstanbul Emniyet Müdürlüğü ekipleri, Türkiye’de son yılların en önemli yolsuzluk ve rüşvet çarkını gün yüzüne çıkarmak için operasyon düğmesine bastı. Yapılan incelemelerde İranlı işadamına ve yakın çevresine milyonlarca lira karşılığında Türk kimliği çıkartıldığı, AB vizesi ayarlandığı ve kaçak altınlarının bakanlık yetkisi kullanılarak İran’a aktarıldığı ortaya çıktı. Ayrıca şüphelilerin ev ve işyerlerinde yapılan aramalarda ‘ayakkabı kutularında’, ‘para kasalarında’, ‘banyo liflerinde’ bulunan milyonlarca lira ve dolar ise yapılan yolsuzluğun boyutlarını gösteriyordu.Ezelden aşinayız yolsuzluklaraİktidara geldiği günden beri 3Y politikası (yolsuzluk, yoksulluk, yasaklar) üzerinde duran AKP hükümeti döneminde yolsuzluk ve rüşvet iddialarına kimse inanmak istemese de, aslında Türk insanının yolsuzluk skandallarına aşina olduğunu kitaptan öğreniyoruz. Yolsuzluğu kanıksama hali Cumhuriyet kurulduktan sonra CHP ve DP iktidarıyla başlıyor, özellikle koalisyon hükümetleri dönemlerinde yoğunlaşıyor. Bu dönemde Civangate ve Emlak Bankası, İstanbul İSKİ, Selçuk Parsadan, Türk Bank skandalı ve Bedrettin Dalan’ın imar skandalı gibi pek çok olay Türk siyasetini, toplumsal ve ekonomik hayatı derinden etkiledi. Özellikle 1998 yılında yaşanan Türkbank skandalında Korkmaz Yiğit’in yayınlanan ‘itiraf kaseti’ sonucu, ANAP-DSP-MHP koalisyonu yıkıldı, Mesut Yılmaz için Yüce Divan’a giden yol açıldı. TBMM içinde bir komisyon, kuruldu. Komisyon hazırladığı raporda Mesut Yılmaz’ı ihaleye fesat karıştırmaktan suçlu buldu.Türkiye, Afrika’dan bile gerideTürkiye’de büyük bir yolsuzluğu ortaya çıkaran emniyet yetkilileri görevden alınıp mağdur edildi. Hatta operasyon yaptıkları için tutuklandı. Dünyanın birçok ülkesinde ise geçmişte ve bugün meydana gelen yolsuzlukla mücadele olayları birer demokrasi örneğiydi. Watergate skandalı, İtalya eski başbakanı Berlusconi’nin hakim karşısına çıkması, İspanya’da kralın damadına yapılan yolsuzluk soruşturması, Uruguay ekonomi bakanının satış ihalesinde usulsüzlük yaptığı için istifa etmesi, İran’ın, Reza Zarrab’ın ‘hocam’ dediği Babek Zencani’yi yolsuzluk gerekçesiyle tutuklaması ve daha birçoğu. Bunun yanı sıra yolsuzluk sıralamasında Türkiye’nin, Afrika ülkelerinden Lesotho, Namibya, Ruanda ve Gana’nın bile gerisinde kalması durumun vahametini gözler önüne seriyor.Yolsuzluk, demokratik uluslarda daha azBayram Kaya, ‘Babam Sağolsun’ kitabında, 17 Aralık’ın medya üzerindeki etkilerini de ele alıyor. Bu tarihten sonra oluşan ‘havuz medyası’nın hadiseleri nasıl çarpıttığını, atılan yalan manşetleri, iftiraları ve olayların iç yüzünü gösteriyor. Son bir yıl içinde yaşananların özeti de diyebiliriz kitap için. ‘Yolsuzluk nedir?’ sorusuna cevap arayan ve yolsuzluğun sebeplerini irdeleyen bölüm ise bir yılın özetini daha güçlü kılıyor. Bu bölümde farklı üniversitelerden akademisyenlerin hazırladığı çalışma ve araştırmalara yer veriliyor. Mesela, Ortadoğu Teknik Üniversitesi’nden Güzin Bayar’ın hazırladığı ‘Türkiye’de Yolsuzluk-Ekonometrik Bir İnceleme’ başlıklı doktora tezinde Dünya Bankası verileri üzerinden yolsuzluğun nasıl ölçüldüğü net olarak gösteriliyor. Muğla Üniversitesi’nden Selçuk Akçay’ın ‘Yolsuzluklar, Ekonomik Özgürlükler ve Demokrasi’ başlıklı çalışmasında ise yolsuzlukların demokratik uluslarda daha az, demokratikleşmeyi yeterince sağlayamayan ülkelerdeyse daha fazla olduğuna dikkat çekiliyor.

[Haftanın Albümleri] Pekinel kardeşler ve genç yetenekler

$
0
0
Beş yıldan beri Güher ve Süher Pekinel kardeşlerin yönetiminde olan ve dünya çapında sanatçılar yetişmesini amaçlayan Dünya Sahnelerinde Genç Müzisyenler projesinin ikinci CD ve DVD'si yayınlandı.Albümün kayıtları, müzisyenlerin 2014 Mart ayında, Zürih-Tonhalle salonunda verdikleri konserleri sırasında yapılmış. Çalışmada Beethoven, Schumann, İlhan Baran, Mendelssohn ve Piazzolla'nın eserleri yer alıyor. Albümde Pekinel kardeşlere Nilay Özdemir, Gülru Ensari, Veriko Cumburidze, Dorukhan Doruk, Yunus Tuncalı ve Elvin Hoxha gibi genç yetenekler eşlik ediyor.Dünya Sahnelerinde Genç Müzisyenler-2 - Güher-Süher Pekinel - Lila Müzik*Tekstilci müzisyenin Sonsuz Aşk'ıMüzik âşığı bir tekstilci olan Serdar Saydam, Sonsuz Aşk adlı caz albümünü müzikseverlerin beğenisine sundu. Müziğe yedi yaşında başlayan Saydam'a albüm yapma fikrini Neyzen Aziz Şenol Filiz vermiş. Müzisyenin bestelerinin düzenlemesini Cem Tuncer yapmış. Albümde Cem Tuncer dışında Volkan Hürsever, Ercüment Orkut, Ediz Hafızoğlu, Göksun Çavdar ve Engin Recepoğulları var. Aziz Şenol Filiz de neyiyle albüme nefes vermiş. Şarkıları ise Osman Ziyagil, Atakan Aktaş, Jehan Barbur, Merve Utandı yorumluyor. Serdar Saydam'ın şarkılarını pop-caz kategorisine koyulabilir.Sonsuz Aşk - Serdar Saydam - Z Müzik*Gilberto Gil'den sambaHem müzisyen hem de politikacı kimliği ile tüm dünyada tanınan bir isim Gilberto Gil. Brezilya popüler müziğinin gelişmesinde çok önemli bir rol oynayan sanatçı, 46 yıldır şarkıcı, şarkı yazarı ve gitarist olarak sürekli kendini yeniledi. Usta müzisyenin albümü Gilbertos Samba, Türkiye’de de yayınlandı. Müzisyen bu albümde yine kendisi gibi Brezilyalı şarkıcı, şarkı sözü yazarı ve gitarist João Gilberto'un eserlerini yorumlamış. Latin müziğinden hoşlananlar için Gil'in albümü önemli bir çalışma.Gilbertos Samba - Gilberto Gil - Sony Müzik

André Rieu modeli klasik müziği sevdirir mi?

$
0
0
Pop müziğin Madonna’sı olarak tanımlanan André Rieu, aynı zamanda ‘klasik müziği sevdiren adam’ olarak biliniyor. Peki gerçekten öyle mi? Onun modeli klasik müziğe olan ilgiyi artırır mı? Yoksa yaptıkları bu müziğin ruhuna aykırı mı?Valslerin Kralı ya da Klasik Müziğin Madonna’sı olarak bilinen André Rieu, geçtiğimiz hafta İstanbul’da unutulmaz iki konser verdi. Önceki yıl verdiği konsere ilgi yoğun olunca bu sene hem Avrupa hem de Anadolu yakasında seyirciyle buluşan sanatçıyı, Sinan Erdem Spor Salonu ve Ülker Sports Arena’da binlerce müziksever dinledi. André Rieu’nün Good Music In Town turu kapsamında verdiği konserler baştan sona sürprizlerle doluydu. 80 kişilik Johann Strauss Orkestrası’yla sahneye çıkan müzisyen ilk andan itibaren dinleyiciyi konserin içine çekmeyi başardı. Rieu’nun performansı, sempatik tavrı, yaptığı espriler, mimikleri, dinleyici ile etkileşime girmesi, sahne ve sahne dışında yapılan şovlar, ışık gösterileri ile normal bir klasik müzik konserinin çok ötesindeydi. Nihayetinde dünyanın en önemli bestecilerinin bilindik eserlerini, her biri çok iyi birer icracı olan orkestrası ile birlikte çalıyordu ama bıraktığı etki bambaşkaydı. Daha önce birçok klasik müzik konserine katılmış izleyiciler de ilk kez dinleyenler de André Rieu ve ekibini baştan sona ilgi ile izledi. Klasik müzik konserlerinde hiç de alışık olmadığımız bir coşkuyla dinlediler. Daha ilk eserden itibaren seyirci ile karşılıklı diyaloğa geçti André Rieu. Geç kalanlara saati göstererek şaka ile karışık sitem etti. İcra ettikleri her eserin hikâyesini ve kendi hayatındaki yerini anlattı. Orkestrasında bulunan sanatçılarla nasıl tanıştıklarından bahsetti. Karşımızda sadece bir keman sanatçısı ya da orkestra şefinden ziyade modern bir müzik anlatıcısı duruyordu. Mikrofonu seyirciye uzattı zaman zaman. Onların da müziğe eşlik etmesini sağladı. Salonu adeta tek ses haline getirdi. Konser boyunca müziğin evrensel ve insanları birleştirici yönüne vurgu yaptı. Kurguladığı müzikal şölenin içinde neler yoktu ki? İspanyolca eserler çalınırken seyircilerin ‘ole!’ sesleri arasında salona bir boğa girdi ve kırmızı giysili bir kadını kovalamaya başladı. Bu durum kahkahalar eşliğinde dakikalarca alkışlandı. Ona göre dünyanın gelmiş geçmiş en iyi valsi olan Mavi Tuna’dan önce izleyicileri dansa davet etti. O çalarken salondaki onlarca çift olduğu yerde ayağa kalkarak dans etmeye başladı. Normal bir klasik müzik konserinde sadece şarkı bitiminde duyulan alkışlar André Rieu’nun konserinde neredeyse her esere eşlik etti. Her gittiği ülkede o ülkeye ait bir şarkıyı orkestrası ile birlikte yorumlayan müzisyen, Hatırla Sevgili ile Türkiyeli izleyicilerin gönlünü aldı.Sevenler kadar eleştirenler de var Konserin finalinde salonun çatısından balonlar yağıdı ve salon bir pop konserinde bile görülmeyecek şekilde coşkuyla ve ayakta alkışladı sahnedekileri. Fakat seyircinin bir yere gitmeye niyeti yoktu. André Rieu’nun defalarca söylediği “go home” (evinize gidin) sözlerine kimse aldırış etmedi. O da bu sevgiye Yine Bir Gülnihal, Katibim ve son olarak Kasap Havası ile karşılık verdi. Kasap Havası çalınırken neredeyse salonun her yerinde halay çeken insanlar görmek mümkündü. Konsere gelen çocuklar da yetişkinler de keyifle ayrıldı. İlk defa bir klasik müzik konserine gelenler bu müzik türünün hiç de sıkıcı olmadığını görmüş oldu. Şunu da belirtmek gerekir ki, birçokları da André Rieu’yu şovmen olarak tanımlayıp eleştiriyor, yaptıklarını abartılı buluyor. Şovun müziğin önüne geçtiği, konserin adeta panayır yerine döndüğü gibi yorumlar da yapılıyor. Yani seveni kadar eleştireni de var müzisyenin. Peki André Rieu’nun oluşturduğu model bu müziğin daha geniş kitlelere ulaşması için çare olur mu? Çeşitli sahne şovları ve anlatımlarla ilgi artırılabilir mi? İnsanlar biraz kendini zorlamalı Evin İlyasoğlu: Müzik yazarı ve akademisyen Evin İlyasoğlu’na göre klasik müziğin dünyasına girebilmek için insanlar kendilerini biraz zorlamalı. Klasik müziğin büyülü bir dünyası olduğunu anlatan İlyasoğlu şöyle devam ediyor: “Kendimize şu soruyu sormamız gerek. Bu şekilde bu büyülü dünya sarsılır mı? Birçokları için André Rieu aslında iyi bir kemancı ve bu sese bilmeyen insanları alıştırıyor. Tamam da bu kadar şov bu kadar patırtı kütürtü olur mu? Bir yerde de Pavarotti’yi düşünüyorum. Milyonlarca kişiye İtalyan aryalarını söyletti. Öte yandan André Rieu konserleri çok pahalı. Bu parayı verip gidenlerin nesi değişecek acaba? Bu kişiler zaten gerçek klasik müzik dinleyen insanlar değil. Bir yandan da hiç klasik müzik bilmeyen birinin bu müziğe ilgi duymasını sağlaması güzeldir diyorum. Öbür yandan klasik müzik konserleri ciddidir. İnsanların en azından sembolik olarak kravat takmaları gerekir.” Herkes klasik müziği sevmek zorunda değil Serhan Bali: Andante yayın yönetmeni ve müzik yazarı Serhan Bali ise André Rieu’nun bir eğlendirici olduğunu ve amacının insanlara hoşça vakit geçirtmek olduğunu belirtiyor. Bunu da vals ve insanların bildiği eserleri bir şov konseptinin içinde vererek yaptığını anlatıyor. “İnsanlar bildikleri eserlerin çalınmasını ister genelde. Öbür türlü zor gelir ve zorlanmak istemezler. Bir nevi pop konseri gibi.” diyen Bali, bütün konserlerin elbette bu şekilde olamayacağını anlatıyor: “Bu klasik müziğin ruhuna ve geleneğine aykırı. Böyle yapalım da herkes klasik müzik dinlesin diye bir anlayış da söz konusu olamaz. Çünkü olay sadece sunum değil. Eserlerin bizatihi kendilerinin anlaşılması kolay değil. Herkes klasik müziği sevmek zorunda da değil. Bunu fazla zorlamanın, sulandırarak yeni kitle kazanmanın bir anlamı yok. Klasik müzik sanatçıları bu konuda riske girmekten kaçınır. Konumları zedelenir.

[BİZİM KÖY] Kaş yapayım derken...

$
0
0
Modern tıbbın açmazı bir yeri tamir ederken bir yeri bozmak. Bunun son örneği Fransa’da yaşandı. Son 20 yılda ani bir artış gösteren multipl skleroz (MS olarak bilinen beyin ve omuriliği tutan özbağışıklık hastalığı) hastalığıyla hepatit B aşısı kullanımı arasında ciddi bir bağlantı olduğu tespit edildi. Dünyaca ünlü bilim dergisi Springer’de konuyla ilgili makale kaleme alan Dr. Dominique Le Houezec, 1990’lardan bu yana uygulanan hepatit B aşılarının, MS vakalarında görülen hızlı artışta en mühim etken olduğunu iddia ediyor. Nur küresi gibi bebekBizdeki ‘erkek adamın erkek evladı olur’ klişesi malum. ABD’de bir babanın bu sevdası başına öyle bir iş açtı ki... Dört kızı olan bir baba, beşinci çocuğunu erkek istedi lakin biraz fazla toraman bir nur topu oldu sonuç. San Luis Valley Hastanesi’nde 6,2 kilogram ağırlığında dünyaya gelen bebek herkesi şaşkına çevirdi. Doğumu gerçekleştiren hemşire, bebeğin dünyaya gelişi sırasında paniğe kapılınca yardımına koca bir ekip yetişti. Nefes alma zorluğu çeken Mia Yasmin Garcia adlı kız çocuğu, tam teşekküllü başka bir hastaneye kaldırıldı. Cam kenarı olsunUçaktı, otobüstü ‘cam kenarı’ sevdalıları bitmez. Şimdilerde onlar için özel bir uçak bile tasarlandı. Micronautıx adlı şirket, manzara sevdalısı yolculara unutamayacakları bir gezinti yaşatmak için üç kabinli uçak üretecek. Triton adlı tasarım, kanatların hemen başlangıcında 3-5 kişi kapasiteli iki yolcu kabini daha taşıyor. Bu sayede Triton’un yolcuları tıpkı pilotlar gibi manzaranın keyfini çıkarabiliyor. 60 milyon dolara (132 milyon lira) mal olması planlanan uçakların ilk olarak doğal güzellik alanlarında, tur uçağı olarak hizmete başlaması planlanıyor.

Sofranızı tatlı bir atıştırmalıkla ‘donut’ın

$
0
0
Amerikalıların bayıldığı bir kahvaltılık, donut yapacağız bugün. Günün her saati yenilen tatlı bir atıştırmalık aslında. Bizde poğaça neyse onlarda donut o. Püf noktalarına dikkat ettiğiniz takdirde evde yapımı son derece kolay. Süslemesi de bir o kadar eğlenceli.Bu hafta yine iş başa düştü. Ne yapsam diye kafa patlatırken Amerika’da deli gibi tüketilen tatlı bir yiyecek donut geldi aklıma. Oysa Amerika denilince aklımıza ilk hamburger gelir değil mi? Diğer eyaletler ya da şehirlerde nasıldır bilemiyorum ama ilginçtir Los Angeles’ta öyle sanıldığı ya da bizdeki gibi her köşe başında bir hamburger restoranı bulunmuyor. Diyebilirim ki koskoca şehirde bir elin parmakları kadar var yok. Aynı şey pizza için de geçerli. Yazının başında belirttiğim gibi donuta ise her yerde rastlıyorsunuz. Devriye gezen Amerikan polisleriyle özdeşleşmiş bir kahvaltılık. Bununla ilgili “Bad cop no donut” (Kötü polise donut yok) gibi bir deyim var. Hatta bu deyimin yazılı olduğu tişörtler bile var.Los Angeles’ta sokaklarda polis ya da polis arabasına rastlamanız zor. O yüzden orada bulunduğum sürede hiç donut yiyen polis görmedim ama sabahın nurunda satın almak için dakikalarca bekleyip aldıktan sonra büyük sevinç ve iştahla donutını yiyen okullu çocukları gördüğümde epey şaşırmıştım. Bizdeki poğaça gibi kapış kapış gidiyordu. Anlayacağınız hamburger kuyruğu görmedim ama donut için metrelerce uzanan kuyrukları unutamıyorum. 3-5 senedir İstanbul’da da satışı yapılıyor. Bu şekerli çörek Amerika’da sudan ucuz, burada ise epey pahalı. Evdeki malzemelerle yapabileceğiniz pratik ve keyifli bir tarif. Özellikle de süsleme aşaması. Başarılı sonuç almanız için püf noktalarına riayet etmeniz kafi. Hafta içi çocuklarıyla vakit geçiremeyen aileler için oldukça eğlenceli bir faaliyet olacağına eminim. Yapımı sizden, süslemesi çocuklardan. Doğrusu maya tutacak mı hamur kabaracak mı, aman yanmasın derken strese girmedim değil ama günün sonunda ‘tatlı’ bir yorgunluk ve tadanların yüzündeki mutluluktan öte bir şey kalmadı geriye.Çikolatalı donut tarifiMALZEMELER: Alabildiği kadar un Yarım paket yaş maya 2 yumurta Yarım su bardağı ayçiçeği yağı Yarım su bardağı süt 1 su bardağı ılık su 3 yemek kaşığı toz şeker (Arzuya göre biraz daha artırılabilir.) 1 tutam tuz 1 çay kaşığı tarçınÜzeri için: 100 gr bitter çikolata (Sütlü, beyaz ya da çilekli çikolata da kullanılabilir.)Renkli süsleme şekerleriFile fındık, badem, Hindistan cevizi, yeşil toz fıstık (İster tek bir ürünle isterseniz benim gibi her birini farklı ürünle yapabilirsiniz.)Hazırlanışı: Unu genişçe çukur bir kaba alın. Ayrı bir kapta mayayı ılık suda eritin, şekeri ilave edip karıştırın. Ardından sırasıyla tuz, süt, ayçiçeği yağı, yumurta ve tarçını ekleyip çırpın. (Katılan her malzeme sonrası kısa süre malzemenin bir önceki malzemeyle iyice özdeşleşmesi için karıştırılmalı.) Bu karışımı ortasını açtığımız una katıp yavaşça yoğurun ve kabın ağzını bir bezle örtüp mayalanması için en az 30 dakika bekletin. Hamur mayalandıktan sonra hafif unlanmış tezgâhın üzerine koyun. Bir beze koparın. Üzerine hafif un serpin. Merdane yardımı ile hafifçe açın. Açtığınız hamuru bardak ya da kâse yardımı ile yuvarlaklara kesin. (Bardak kullanacaksanız ağzı geniş olan tercih edilmeli.) Yuvarlakların da ortasını küçük bir kapak ile kesip, halka şeklini verin. Hafif unlanmış tepsiye dizip, bir süre tekrar mayalanmaya bırakın. Bu arada arzuya göre genişçe bir hamur açıp şekillendirme işlemini tek seferde de yapabilirsiniz.Mayalanan hamurları kızgın yağ içinde önlü arkalı kızartın. Dikkat edin şekerli bir hamur olduğundan çok çabuk kızarıyor. Bu aşamada hızlı hareket edilmeli. Kızaran donutları bir tabağa koyun. Soğumaya bırakın.Şimdi sıra çikolatada. Benmari usulü eritilecek. Bilmeyenler için hatırlatayım. Benmari yöntemi: Büyük bir tencere içine su eklenir. Kaynayınca altı kısılır, hatta çikolata erimeye başladıktan sonra ocağın altını tamamen kapatmalı. İçine daha küçük bir tencere konulur. Dikkat bu tencere suya temas ettirilmemeli. Çikolatalar bu tencere içinde eritilir. (Fokurdayan suda bu işlemi asla yapmamalı. Zira çikolata kesilir, kullanılamaz bir hal alır.) Çikolata donutlarla buluşturulmadan önce kısa süre bekletmeli. Bu haliyle akışkan olduğundan güzel sonuç alınmayabilir. Soğumuş donutların bir tarafını çikolataya batırın. Akabinde Hindistan cevizi, yeşil toz fıstık, renkli şeker süsü, file fındık ya da bademe bulayıp servis edebilirsiniz. Arzuya göre donutlar sadece üzerine pudra şekeri serpiştirerek de servis edilebilir. Şeker olacağı kesin de afiyet olsun!

Devran döner geride cesurlar kalır

$
0
0
‘Karışma, konuşma, çalışma’ prensibi. Bu tanımlama, 2000 yılında 12 Eylül darbesiyle ilgili hazırladığı iddianame yüzünden 14 yıldır başına türlü işler gelen Cumhuriyet Savcısı Sacit Kayasu’ya ait. Geçtiğimiz pazar günü vefat eden cesur savcı, Kenan Evren’in ceza almasına sevindi ama 14 yıllık çilesinden dolayı kırgın gitti.Onun için devlet töreni düzenlemediler; barolar, hukukçular birliği, cesareti ve hukukun üstünlüğü için verdiği mücadelesinin hatırına da olsa gelmedi. Sivil toplum örgütleri de ilgi göstermedi; en azından, darbecilerin bir sağdan bir soldan idam ettiklerinin hakkını aradığı için veda etmeye gelebilirlerdi, gelmediler. Mahpuslarda yıllarca işkence çekenler de gelmedi. Küçük bir kalabalık, sade bir cenaze töreniyle son yolculuğuna uğurlandı.Emekli savcı mütevazı bir şekilde uğurlanıyordu ama Türkiye Cumhuriyeti tarihinin önemli aktörlerinden biri olarak tarihteki yerini aldı. Başarıya ulaşmış bir darbenin soruşturulması ve darbecilerin yargılanması için sıkı sıkıya kapalı olan kapıyı açtı. Herkesin kurusıkı eleştirdiği 12 Eylül darbesi hakkında ilk somut adımı atan o oldu. Türkiye’nin kaderini etkiledi.İlk görev yeri Çamlıhemşin’den. Gül Hanım, anaokulu öğretmeni.HUKUK’UN KULAĞINA KAR SUYU KAÇIRDISacit Kayasu, Adana cumhuriyet savcısıyken, 2000 yılının mart ayında Kenan Evren hakkında ‘Darbe yaparak anayasal düzeni bozduğu’ gerekçesiyle bir iddianame yazdı. İddianamesi işleme konulmadı. Başsavcılık yok hükmünde saydı. Hemen odasının kilidini değiştirdiler. Zorla, kabaca görevden uzaklaştırıldı. Hakkında görevi kötüye kullanmaktan dava açıldı. Mahkûm oldu. Bir albay damadı olan Kayasu’ya ‘Silahlı Kuvvetler’e hakaret ettiği için de dava açıldı, ceza aldı. Açığa alındığı için maaşının üçte biri kesildi. Genelkurmay Başkanlığı’nın şikâyeti üzerine HSYK meslekten men etme cezası verecekti ki, Kayasu önce davrandı ve emeklilik hakkını istedi. Çok ilginçtir, bu kadar önemli bir iddianameye dair ana akım medyada da haber çıkmadı. Fehmi Koru’ya, Fikret Bila’ya belgeler gönderdi, Taha Akyol’u bizzat aradı ama nafile. Kayasu, ‘Onuncu Köyün Savcısı’ kitabında kimseler duymasın, zamanaşımına girsin diye sukuta mahkûm edildiğini yazacaktı. Hukukçular da sustu. Kayasu, sessizliğe ve yalnızlığa mahkûm edildi. Ama hukukun kulağına kar suyunu kaçırmıştı bir kere. Aradan 10 yıl geçtikten sonra onun sayesinde Kenan Evren yargılandı ve ceza aldı. Bunun olabilmesi için Kayasu ağır bedeller ödedi. İşinden ve sağlığından oldu. İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde öğrenciyken. Kayasu, 12 yıl avukatlık yaptıktan sonra savcı oldu.MESLEĞE DÖNECEĞİNİ HEP ÜMİT EDERDİKayasu, bütün kapılar suratına kapatılsa, hukuk onun için işletilmese de mücadelesine son vermedi. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne gitti. Davayı kazandı. İstanbul Barosu, avukatlık başvurusunu kabul etmek zorunda kaldı. Ofis açtı. Hukuk fakültesini üçüncülükle bitiren, uluslararası bir şirkette çalışan kızına yanına gelmesini teklif etti. Meslekten ihracı da kaldırıldı ama bir türlü mesleğe iadesi yapılmadı. Gonca Tekeli, babasının savcılığa da döneceğini hep umut ettiğini anlatıyor. Hayali, döndüğü gün istifa etmekmiş. Bunların hepsi Kayasu’nun gözünden olup biten. Ya ailesi?..12 Eylül davasının simgesiydi12 Eylül davası sürecinde Kayasu’nun yanında olan siyasetçi Ufuk Uras, rahmetli savcının Berfo Ana gibi davanın simgesi olduğunu söylüyor. Mağdur aileleri müdahil olmalarına Kayasu ikna etmiş. Kayasu’nun ‘Sanık Evren, ayağa kalk…” ifadesinin Evren’de nasıl bir deprem oluşturacağını çok iyi bildiğini söyleyen Uras, “Evren’in ‘Keşke ölseydim de bugünlere tanık olmasaydım.’ cümlesinin anlamının ve ağırlığının en iyi Kayasu farkındaydı.” diyor. Muhtemelen farkında olduğu başka bir şey ise hukuk için görevinden olma pahasına cesaret gösteren savcılara ilham verdiğiydi.Partiler de destek olmadıSavcı Sacit Kayasu’nun, 2002 seçimleri öncesinde Tayyip Erdoğan ile özel olarak görüştüğü medyaya yansımıştı. Milletvekilliği beklentisi olduğu ve partinin kendisini oyaladığı yazılmıştı. Kızı Gonca Tekeli, babasının o dönem bütün partilere gittiğini, MHP ve CHP ile de görüştüğünü ama hiçbirinden olumlu cevap alamadığını söylüyor. Amacı Meclis’e girip avukat ve savcı olarak yapamadığını milletvekili olarak yapmakmış.O iddianameyi, darbeciler zamanaşımından kurtulamasın diye yazdı2000 yılının mart ayında, Gonca Tekeli hukuk fakültesi öğrencisiyken, babası, tüm aileyi toplar ve bir konuşma yapar. Gonca Tekeli anlatıyor: “20 yıllık saltanatın dolmasına çeyrek kala, bir gün bizi karşısına aldı ve artık vicdanının daha fazla ‘zamanaşımına’ uğramaya tahammül edemeyeceğini, 20 yıldır beklediğini, kimseden böyle bir işe kalkışmak için ses çıkmadığını, kendisi yapmazsa başka hiçbir savcının bunu yapmayacağını, bir daha asla darbeciler hakkında işlem yapılamayacağını söyledi.” Kayasu’nun aldığı bu karar sadece onun mesleki ve sosyal hayatını değil, çocuklarının hayatını da etkiler.Babasının vefatından üç gün sonra görüştüğümüz Gonca Tekeli, gözleri dolarak çok mutlu bir çocukluk geçirdiklerini söylüyor. “Annemle babamın mutlu bir evlilikleri vardı. Biz çocuklarına da bunu çok iyi yansıttı.”DARBECİLER CEZA ALDIĞINDA MUTLULUKTAN AĞLADIGonca Tekeli, “Babam kırgın gitti.” diyor. “12 Eylül darbesini yapanlara dava açıldığında ve sonuçlandığında babanız ne hissetti?” diye soruyoruz. Cevabı şöyle oluyor: “Çok sevindi. Hatta ceza aldıklarında çok mutlu olduk. Ofisteydik, televizyonun sesini açtık, birbirimize sarıldık, orada mutluluktan ağladı. Ama inanır mısınız, babamı hiç kimse aramadı. O gün Balyoz davasıyla ilgili bir karar daha açıklanmıştı. Tabii herkes oraya yoğunlaştı. Geçtiğimiz haziran ayıydı ve babam hastaydı…” Gözleri doluyor Gonca Hanım’ın. Babası ve aynı zamanda meslektaşı için hiçbir şey yapamadığını söylüyor. Ağlıyor. Hem çok üzgün olduğunu hem de babası kırgın gittiği için öfkeli olduğunu anlatıyor. Torunu Ege ile.VALİ YAZICIOĞLU İLE ARKADAŞLARDISacit Kayasu, kitaplarından birinde sistemin memura ‘konuşma, karışma, çalışma’ prensibini dayattığını yazıyor. Bunu konuşuyoruz. “Babam, benim kahramanımdı.” diyen Tekeli, Kayasu’nun dürüst ve hukukun üstünlüğüne riayet eden biri olduğunu anlatıyor. Nedense konuşurken mevzu Vali Recep Yazıcıoğlu’na geliyor. Tekeli, “Babamın arkadaşıydı. Yazık oluyor onlara. Sanıyorum ki öyle insanlar bir daha hayata gelemez. Biz öyle bir nesil değiliz. Onların yaptıklarını asla yapamayız. O yürek bizde yok. Biz o cesarete sahip değiliz. Bu nesil bitti artık, kalmadı.” diyor. Sıra dışı memurlardı onlar ve sistemin bozuk çarklarına çomak sokup gittiler. Düzeltmek sonraki nesle kaldı.ALBAY DEDEM, ONU ÇOK SEVERDİSacit Kayasu’nun kayınpederi bir albay. Ailede pek çok asker var. Peki, onların tepkisi ne olmuştu bu yaşananlara. Gonca Tekeli, “Bir insanın asker olması darbeyi olumladığı anlamına gelmiyor. Onlar da darbeye karşı. Pek çok insan gibi bunların yanlış olduğunu, o anki konjonktürün gerektirdiğini askerler de kabul ediyor zaten. Ayrıca babam, dedemin en sevdiği insanlardan biriydi.” diyor.Bir ay önce savcı beyin doğum günü için tüm aile kutlama yemeği yiyor. Gonca Tekeli (sağdan ikinci) ve oğlu Ege.Savcısını Yiyen Yargı!İlk 12 Eylül iddianamesini hazırlayan cumhuriyet savcısı Sacit Kayasu’nun son kitabı “Savcısını Yiyen Yargı” için Gonca Tekeli’nin babasına sürpriz olarak yazdığı takdim yazısı. Kayasu’nun bu yazıdan haberi yoktu…Gonca Tekeli Bundan tam 14 yıl önce, birisi, hiç kimsenin tanımadığı birisi, kimsenin beklemediği bir zamanda, bir fidan dikti. Hemencecik filizleneceğini zannederek, darbelerle yoğrulmuş bir ülkenin insanları bu fidandan hemen can bulacak diye ümid ederek... Ancak o fidan beklediği güneşini 14 yıl önce bulamadı kara bulutların arasından. Büyümesi, acılarla beslenmesi gerekecekti çünkü, amacı buydu, yolu buydu. Bundan önce nice fidanlar nice acılarla büyümüştü zira. Bu fidanın da vardı elbet bir beklentisi, o kadar kolay olabilir miydi? Asla...Ve o fidan bekledi, onu ekeni kendine çekti, acısına kattı sahibini ve bekledi... zamanı geldiğinde açacaktı elbet yediverenleri ama, ne zamanı ne de onu yeşertecek zemin istediği kıvama gelmemişti henüz! Nedeni, niçini, zemini, zamanının hikmeti bilinmez, o fidanın meyvesi tam olarak 18 Haziran 2014’te güneşe doğru yüzünü çeviriverdi... Tarihi 12 Eylül davasında, Kenan Evren ve Tahsin Şahinkaya 18 Haziran 2014 tarihinde darbe suçundan dolayı ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasına çarptırıldı. Evet, haber değeri olarak manşetlerde bu bilgi herkes ile paylaşıldı, ama, sanki yıllardır beklenen, uğruna binlerce insanın ömrünü adadığı, savaşına dernekler, platformlar, STKlar oluşturulmuş niceleri sanki bu haberi duymadı? Zira ülkemde bir bayram havası ya olmadı ya da oluşturulmadı... Ama bir kişi uzaktan, sessizce, yüreğinde mutlu, belki birazcık gururlu, ama yorgun yorgun diktiği fidana şöyle bir baktı ve ona minnetini sundu. Onu aldı, kokladı ve yeni fidanlara tohum olsun diye usulca köşesine sakladı. Evet, Türkiye Cumhuriyeti’nde bir ilk olarak adını tarihin sayfalarına yazdıran bu hukuk savaşı, aslında hukuken olması gerektiği şekilde sonuçlandı. Sonuçlandı sonuçlanmasına ama hepimizin filmin başlangıcında kaçırdığı bir sahne vardı, düğmeye basan elin sahibi! Evet bir dava açılmıştı birileri cezalar almıştı ama, sanki bu iş başka türlü başlamıştı, da biz onu her nasılsa hatırlayamadık...İşte filmin en başında yer alması gereken isim filmin galasını şuan en arka koltuktan seyrediyor.Sanılmasın ki tüm bu çaba, yazılanlar, çizilenler, süreçler başrolde oynamak için. Asla! Ya da bu kitap tekrar gündeme gelme çabası, hayır... Aslında bu kitap üçlemenin bir parçası olarak kendinden önce gelen diğer 2 kitap gibi peşi sıra basılmasına niyetlenilmiş şekilde çok daha önce hazırlanmış, ama kırılan umutlar nedeniyle bir köşeye atılmış ve bizim yoğun ısrar ve baskılarımız sonucu sadece üçlemenin tamamlandığını görebilmemiz için tekrar gündeme getirilmiştir. Yoksa yazarının tekrar kitabın basılması hele ki böyle bir dönemde tekrar ortaya çıkarılması gibi bir niyeti yoktur, peşinen belirtmek isterim...Ben bir insanın ideali uğruna herşeyini nasıl feda edebileceğini, tüm yaşanan zorlukları görmüş biri olarak asla anlamadım ve anlamıyorum da! Bu gerçekten çok ciddi bir karar ve bir o kadar da büyük cesaret gerektiren bir tercih. Herkesin 80 kuşağı olarak bizlere yakıştırmış olduğu üzere, klişeleşmiş olacak ama, bu cesaret bizde olmamakla birlikte bir öngörüm tabi ki de var, zaten babamın tüm bu süreç boyunca ailemiz olarak yanında kalmaya çalışmamızın sebebi bu yüzdendir. Ama biz sadece yanında kalmaya çalıştık, neticede onu hiçbir zaman hiçbirimiz, tüm ülkem de dahil olmak üzere, anlayamadık. O da zaten bunları anlayalım diye yapmadı. Bu kitabı okusak da belki yine anlayamayacağız, çünkü aslında o ve yaptıkları hiçbir zaman tam olarak dinlenmedi, dinlense de anlanmadı ve destek bulamadı. Bu sadece Sacit Kayasu’ya has bir durum değil tabi. Çünkü ülkemizde herkes konuşuyor, yazıyor ama hiç kimse yürekten dinlenmiyor. Ya da bir gün, bir hafta, bir ay sesi duyulan bir insanın sesi bir daha ancak hatırlanıyor. Hele ki siz yirmi yılda bir yapılabilecek bir işe kalkışmışsanız, sonra da sizi alıp bir köşeye koymuşlar ve siz ordan hala sessiz sessiz birşeyleri değiştirmeye bir savaş vermeye çalışıyorsanız. Hem de bunu, aslında her ne kadar bir savcı dahi olsanız, gerçekten sıradan bir birey olarak, herhangi bir kitle ya da grubu arkasına almaksızın yapmaya çalışmışsanız.İşte sevgili Sacit Kayasu kendisini tam 14 yıldır anlatmaya çalışıyor, ne yaptı, neden yaptı, kimin için yaptı. Onu bir darbeci hakkında iddianame düzenlemeye sevk eden gerçek sebepler nelerdi, bunu yaparken kimlerden güç aldı, kimin amacına hizmet etmek için yaptı???Onun hayatında özellikle ülkemizin içinde bulunduğu son dönemlerde tartışılan yargısal pek çok acı gerçekten uzak, Sacit Kayasu’nun dünyasına has bir “ideal hukuk” anlayışı göreceksiniz. Evet, o aslında tam anlamıyla bir ÜTOPYA adamıdır.Olmayan bir dünyanın içinde olmayan bir iddianame hazırladı ve kendi olmayan gerçekliğinde yanlız bir savaş verdi, sadece ve sadece ülkesi için. Halen kendisi ile aynı mesleği paylaşıyor olmamıza rağmen onun hukuka olan aşkının, bakış açısının, cesaretinin ve idealinin yakınından dahi geçebilmiş değilim. Bu yüzden de belki de asla ona olması gerektiği kadar destek de olamadım, bilemiyorum.Ama umarım şu yazdıklarımla bir nebze de olsa onun nasıl bir insan olduğuna, bu işin kökenine ilişkin bilgi verebilirim.Herkesin özellikle merak ettiği birşey var, ne oldu da bu adam, nerden çıktığı geldiği belli değilken bu işlere kalkıştı, kimin adamı bu???Açıkçası ben yaklaşık 35 yıllık hayatım boyunca babamın birisinin adamı olduğunu görmedim, duymadım, bilene de şahit olmadım. Evet kendisinin bir insan olarak görüşleri vardır, ki hepimizin vardır diye düşünüyorum yani bu sadece kendisine has bir özellik değil, ama yine bu görüşleri yine öylesine ütopiktir ki, hiçbir belirli kalıp görüş içerisinde yer almaya namzet değildir.Bu iddianame fikrine nereden kapıldı, inanın yapmaya karar verene kadar aklından geçenlerden en ufak bir fikrim bile yoktu. Şu 20 yıllık saltanatın dolmasına çeyrek kala, birgün bizi karşısına aldı ve artık vicdanının daha fazla “Zamanaşımına” uğramaya tahammül edemeyeceğini, 20 yıldır beklediğini, kimseden böyle bir işe kalkışmak için ses çıkmadığını, kendisi yapmazsa başka hiçbir savcının bunu yapmayacağını, bir daha asla darbeciler hakkında işlem yapılamayacağını söyledi.İlk başta duyduğunuzda pek de akıl karı gibi gelmiyor değil mi. Yani işte bir anda, ki tabiki o içinde kopan fırtınalar bir anlık olmasa da, kimse yapmıyor ve yapmayacak diye, bir işe kalkışmak. İmkansıza yelken açmak, kendim için bile inanması çok güç, ama onun için işte bu kadar basitti olayın özü. O bir savcı idi, ve görevini yapacaktı, bu kadar basit...Yani aslında anlayacağınız şu malum iddianameyi hazırlarken arkasnda hiç kimse yoktu, ona imzayı attıran. Öyle uzaklardan biryerlerden gelen direktiflerle ya da emir komuta zinciri ile hareket etmedi. Onun sadece bir hayali vardı, belki gençlik yıllarından kalma, belki yitip giden dostlarına vefa ama nihayetinde sadece darbelere karşıt bir duruşu vardı.O imzayı attıktan sonra artık bir daha asla geri dönüşü olmayacak bir yola adım atmıştı ve bunu yaparken de aslında arkasında kimsenin bilmediği çok büyük bir güç vardı: HUKUKA OLAN İNANCI!Hoş daha o iddianameyi düzenledikten sonra hukuk çarkı kendisi için terse işlemeye başlamıştı ama o hala yıllar sonra dahi hukuk denen vasıtanın aslında kendisi için hiçbir şart ve koşulda adil bir şekilde işlememesine rağmen, yaptığı tüm açıklamalarında hala “öyle şey olur mu efendim, bu ülkede hukuk denen birşey var” diyecek kadar gözü kör derecede hukuka aşık bir adam.Oysa “iddianame düzenlendi ise dava nerde, dava yoksa iddianame nerde, iddianame yoksa iddianame tanzim etmekten dolayı görevi kötüye kullanma ve meslekten ihraç nerde” tekerlemesi kendisinin uzunca yıllar ağzından eksik olmayan bir tümce olarak aile litaretürümüze de yansımıştı ama o yine de biricik aşkına toz kondurmak istemiyordu.Aslında bunu kimse bilmez ama, o iddianamesini çok büyük bir gruba hizmet olsun diye tanzim etti, hem de bu grup öyle bir gruptu ki, ne olursa olsun onu yaptığı bu cesur davranışta asla yarı yolsa bırakmayacak, açığa da alınsa, meslekten ihraç da edilse ona maddi manevi desteğini asla eksik etmeyecekti, işte bu devasa grup onun “ÜLKESİ” idi.Ama O uğruna herşeyi feda ettiği ülkesine derdini anlatma çabasından vazgeçmedi. Aslında pek çok kişi destek oldu ona, ama birileri anladı, birileri anlamadı, kimisi sadece taktir ettiği için destekledi, kimileri eleştirdi, kimi yobaz, kimi menfaatçi dedi, herkes bir yerinden çekiştirdi. Ama o pes etmedi. Mesleğini yapamadı, avukatlık yapamadı, öyle saf ve temizdi ki, onun adını bile kötüye kullanmak isteyenler oldu, bir gazetede danışmanlık verdiler, arkasından adını kullanıp zorla gazete abonelikleri yapıldığını ancak hakkında dava açılınca öğrendi, hayatının en acı ifadesini o sebepten kendi meslektaşlarına karşı verdi. Sonra birileri ona gel bizde yazı yaz dedi, o da kabul etti, ilk yasızını hazırladı gönderdi, bi daha kimseden ses soluk çıkmadı.Bu süreçte iki kulak, bir akciğer, ufak çaplı bir servet, aile dostaları, itibar ve de aslında içten içe inancını kaybetti, ama yine de hala o günü tekrar yaşasam, aynı şeyi yapardım dedi. Belki gerçekten yapardı ya da o gün yaşananları bugün yaşasaydık aslında şuan Sacit Kayasu bir “hit” olmuştu. Bu konjonktürde onun konumunda olan herkes mesleğine iade edilirken o hala beklemiyor, hala bir savaş vermiyor olurdu. Hiçkimse bu yüzyılda, gönlünü hukuka vermiş, arkasına hiçkimsenin desteğini almamış, sıradan bir aile adamının böylesine bir işe kalkışacağına inanmıyor, inanamıyor. Arkasında bir gizli güç, bir menfaat, bir sebeplenme ya da delilik arıyor.Oysa o sadece tek başına bir duyarlı savcı, tüm gerçek bu!Bu noktada, aslında günümüzde tüm yaşananlara şöyle bir bakıyorum da, iyki yaşananların hiçbiri şimdi olmamış, iyki asıl şuandaki kirliliğin, menfaatçiliğin, kutuplaşmanın arasında vermemiş savaşını diyorum. Yoksa gerçek ile yalan, doğru ile yanlış arasındaki ince çizgide hiçbir şekilde bu temiz mücadelenin kirlenmeden kalabilmesi mümkün olmazdı. En azından O gururla yaptıklarının arkasında kalabiliyor hala, kimseye taraf olmadan, sadece hakkı savunarak...İşte Onu gerçekten anlayabilmek için aslında ne gerekiyor biliyor musunuz, tanımak. Çünkü gerçekten anlatılanlar, yaşananlar öylesine bizlere uzak, o öylesine bugünün adamı değil ki, anlatılanlara bir mana yükleyemiyorsunuz.Oysa o sanki şöyle bize eskilerden miras kalmış, baş köşede duran değerli bir antika gibi, ona bakıp asıl değerini vermemizi bekliyor. Umarım çok geç olmadan, aslında ona desteğini eksik etmeyen herkesin çoktan gönlündeki yerini, değerini kazandığı gibi, aslında hayatını harcadığı ülkesi nezdinde de hakettiği yeri alır.Hani masal kahramanları vardır ya hep bize kendimizi ne zaman başımız sıkışsa biryerlerden çıkıp geleceğine inandığımız, işte siz daima bizim için her zaman birilerinin çıkıp iyi birşeyler yapacağına inanın, 20 yılda bir de olsa...

Hakkâri'yi bir de ondan dinleyin

$
0
0
Dilek Yeşilbaş’ı Hakkarili gençlere umut olmasıyla tanıdık. Mecburi hizmet için gittiği şehirde yöre halkıyla ve gençlerle kurduğu sıcak ilişkiler Samsunlu doktorun hayatını değiştirdi, Hakkarililerin de... Yeşilbaş, yaşadıklarını anlattığı hikâyesiyle ödül aldı. Şimdi sokaklarından tank geçen kentte yaşadıklarını kitaplaştırıyor.Dilek Yeşilbaş, Karadeniz’de büyümüş Samsunlu bir doktor. Üniversiteden mezun olduktan sonra mecburi hizmet sebebiyle gitmiş Hakkâri’ye. Hastaneye gelenleri muayene etmekle yetinmemiş Sümbül Dağı’nın Samsunlu doktoru. Kâh çocuklar için dernek kurup yetenek avcılığı yapmış, kâh kaldırım taşlarını boyamış şehrin siyah beyaz sokaklarında. Vizontele’nin memleketine sinema getirmek de onun faaliyet alanı içinde. Onu bu topraklara bağlayan memuriyet değil şüphesiz. Yamacında büyüdükleri dağlara kapılıp giden gençlere elini uzatmak veya patlayan mayınlara bacağını kurban veren körpe bedenlere dert ortağı olmak hayatın gayesine dönüşmüş onun için.Dilek Yeşilbaş, geliştirdiği sosyal projeler sebebiyle ‘doktor’ olmaktan çok ‘Dilek Abla’ olarak tanınıyor Hakkâri’de. “Karamsar görünen tabloya bakmayın.” diyor. “Umut dağların ardında ise senin vazifen ‘neden bu dağlar var, ben neden buradayım?’ diyerek umutsuzluğa düşmek yerine ‘bu dağları nasıl aşarım?’ sorusuna cevap bulmaktır.” cümleleriyle özetliyor, bakış açısını.Güvenlik gerekçesiyle Hakkâri’den ayrılmak zorunda kalan Doktor Dilek Yeşilbaş, Hakkâri’de yaşadıklarını “Sokaklarında tanklar gezen şehirden, Hakkâri’den…” başlığıyla kaleme aldı geçtiğimiz günlerde. Kişisel serüvenden ziyade bölge gerçeklerini gözler önüne seren hikâye, Türkiye Psikiyatri Derneği’nin düzenlediği yarışmada üçüncü seçildi.Yeşilbaş, mecburi hizmet kapsamında Hakkâri’ye doğru yola çıkmasından bugüne kadar yaşadıklarını kâğıda dökmüş gönül diliyle.Batıdan ‘mecburi hizmet’ kapsamında gönderilen hemen her memurun benzer hikâyeleri vardır şüphesiz. Yeşilbaş’ı herkesten ayıran nokta, bölge gerçeklerini gördükten sonra sırtını çevirip dönmemesi. Doktor Yeşilbaş’tan, ‘Dilek Abla’ya dönüşmesi yani… “Buradan nasıl kurtulabilirim?” çırpınışları yerine, Hakkâri’yi güller yetişen verimli bir ovaya dönüştürme hayali…Kendisini ‘konuk’ olarak gördüğü ilk iki yılda yaptıklarını şöyle anlatıyor: “Vizontele’nin memleketinde sinema yoktu. 26 yıl önce varmış ve kapanmış. Atıl durumda olan kültür merkezi salonlarından birini düzenledik. Böylece Hakkâri’nin sineması oldu. Çocuklar ilk kez sinemaya gitti. Üniversiteye hazırlanan gençleri tercih yaparken yönlendirecek kimse yoktu. İstanbul’daki öğretmen arkadaşlarımla görüştüm. Yaz tatilinde gelip gençlere gönüllü tercih rehberliği yaptılar. ‘Futbol okulu açsak mı acaba?’ dedik. İlk gün 500’den fazla çocuk kayıt için sıraya girdi. Almanya’daki U-11 ELBTAL CUP Futbol Turnuvası’na gittik. 10-11 yaşlarındaki Hakkârili çocuklar Türkiye’yi temsil etti ve ikinci oldu.”Doktor Dilek Yeşilbaş, kendisiyle aynı üniversiteden mezun olan meslektaşı Sare Davutluoğlu’dan büyük destek görmüş. Başbakan Ahmet Davutoğlu’nun eşi olan Dr. Sare Davutoğlu, Hakkâri’deki meslektaşının projelerine sahip çıkmış.*** YARIŞMADA ÖDÜL ALAN HİKÂYE ***SOKAKLARINDA TANKLAR GEZEN ŞEHİRDEN…İlk an… Hakkâri'ye gideceğimi öğrendiğim o ilk an, tüm vücudumu saran bir sıcaklık, beynimde çakan şimşekler. Sevdiğim kitapları, sevdiğim eşyaları almak istemedim. Havaalanına kimsenin gelmesini istemedim. Dostlarım geldiler. Acıyarak bakan gözleri hep fark ettim. Fark ettikçe kaçırdım gözlerimi, gözleri kaçırmak kolay da insanın "hakikat"ten kaçamayacağını da bu yolculukta öğrendim. Uçakla Van'a gidersin önce. Van'dan karayoluyla mecburi istikamet Hakkâri'dir. Ve yol boyunca yapılan kimlik kontrolleri insana başka bir ülkeye gidiyormuşsun hissi verir. Arka koltuktaki adam, küçük oğluna "bak oğlum, biz Kürt olduğumuz için bunlar kontrol ediyor kimliklerimizi, olmasak etmezlerdi" diyordu. Ben öyle sinmiştim ki, dönüp "ben Türk'üm ama benimkini de kontrol ediyorlar" bile diyemedim. Kimlikler üzerinden yapılan hayat okumaları bana hemen kapatılması gereken konular gibi gelmiştir. Hayata hiç o pencereden bakmadığımı, ilk fark ettiğim an, o andır. İtiraf ediyorum, "Doktor Hanım, yoksa sen bizim çocuklarımızı asimile mi etmeye çalışıyorsun?" sorusuna muhatap olana dek asimilasyon kelimesinin anlamını dahi bilmiyordum. Öğrenecektim. Tek eğlencemiz TV ve internetken elektrikler de kesildi mi, al sana ızdırap. Günler böyle geçecek. Psikiyatri odası, şehrin kanalizasyonu gibiydi. Yılların irini akıyordu. Çocuklar, lisan bilmeden anlaştığımız "yaşlı kadınlar". Oynamak için çıktıkları açık alanda patlayan mayından el kol kaybeden çocuklar, olaya şahit olan travmatik diğer çocuklar. Hakkâri'de çocuklara mayından nasıl korunacaklarını öğretmek için kurulmuş bir dernek olduğunu öğrendiğim gün, "mayın" kelimesinin hayatıma kaç yaşımda girdiğini düşündüm. Köyünden zorla çıkarılan, oysa ahir ömrünü köyünde geçirmek isteyen depresyondaki "Zeynep teyze"ye sarılmak dışında bir şey yapamıyordum.Kış geldi... Hakkâri'de kar başladı mı günlerce yağar. Bir yılbaşı gecesiydi. Yürüyüşe çıkmıştık. Şehrin merkezinde, karşıdan bir tank geliyordu. Korkudan kalbim duracak sandım. Evet. Sokaklarında tanklar gezen şehirdi burası.Bir gün okul demirlerini eğip büktüler diye karşılarında önce polisi, sonra savcıyı sonra da beni bulan, ceza ehliyeti sorulan 12-13 yaşlarında korkudan titreyen çocukları gördüğümde, buradaki çocukların basit bir yaramazlık yapmaya bile haklarının olmadığını anladım. Bu suçu ben işlemiş olsaydım -ki belki çok daha fazlasını işlediğim olmuştur-, ya tek ayaküstünde dururdum ya da müdüre giderdim en fazla. … Ben şehri, şehir beni tanıdı. Tanıştıkça birbirimizi zaaflarımızla, fazla ve eksik yanlarımızla kabullendik, sevdik. Ben şehri sevdikçe o bana sırlarını açtı. Sokaklarında dolaştım. İnsanlarıyla halleştim. "Ne yapalım? Ne istersiniz?" dedim. "Bu şehrin sineması yok" dediler. "Vizontele"nin şehrinin sineması yoktu. Tam 26 yıldır. Hadi dedik. "Olmaz Doktor Hanım, bir vali yardımcısı iki yıldır uğraşıyor, olmuyor" dediler. "Biz çaba gösterelim de olmazsa olmasın" dedim. Sinemanın açılışı Hakkâri'nin o gayretli insanları sayesinde 15 günü buldu. Ve 26 yıl sonra "şehre bir film geldi". Sevindik. Açılışta ilk kez belediye başkanı ile vali yan yana gelmişti.Şehrin tek bir radyo kanalı vardı. DJ'lik değişik bir ilişki biçimi. Ufak bir girişimle radyonun internet üzerinden tüm Türkiye'de dinlenmesini sağlamayı başardık. Sonra şehrin internet haber sitesinden köşe yazarlığı teklifi geldi. Orada şehre dair fikirlerimi paylaştığım bir köşem oldu. Yazdım. Fakat benim bir pabuç, bir top sevdam hâlâ yerinde duruyordu. Bir dernek kurduk. Kurucularının tamamı kadın olan bir dernek. İstanbul'a sık gelip gitmeye başladım. Bir pabuç, bir top için çıktığımız yol, bizi Almanya'da uluslararası bir çocuk futbol turnuvasında ikinciliğe götürdü. Bir gün baktım, hastanenin önünde çocuklarını bize teslim etmeye getiren ailelerin kuyruğu vardı. Bir gün hastane çıkışı "Dilek Abla" diye eteğime yapışan çocuklar… Leyla, içime düşen ateş. Hâlâ andıkça harlanan bir kor. Gözleri kömür karası. 15 yaşında bir ergen. Çok sabıkalı. "Molotof bile yapıyor Doktor Hanım, yalnız görüşmeyin" dedi, görüşmeyi yalnız yapmak istediğimi ısrarla söylediğim güvenlik görevlisi. O da haklı tabii, görevini yapıyor. "Leyla" dedim, "Çok güzelsin, bak sen bu taşı attıkça buraya doktor gelmez, öğretmen gelmez. Söyle bakayım, sen aslında bu taşı kime atıyorsun?" Gelen yüzlerce çocuğa bıkmadan söyledim bu cümleleri. Düşündü. "Galiba kendime hocam" dedi. Sonra Leyla, beni ziyaretlere geldi. Arkadaşım oldu. Bir gün duydum ki, Hakkâri Lisesi'nden 10-15 genç dağa çıkmış. İçim yandı. Hâlâ yanar. Hâlâ düşünürüm, acaba biraz daha erken gitseydim Leyla için bir şey yapabilir miydim? Birbirimize geç kalmıştık. Leyla ne yapar? Ne yer, ne içer? Üşüyor mudur kış geceleri? Biz halay da çekmiştik, biliyor musunuz? Biz yaslanacağı dağ olamayınca, dağa çıkmıştı Leyla. Üniversite sınavı için tercih konusunda rehbere ihtiyacımız var dediler. Birkaç öğretmen arkadaşıma rica ettim. Kırmadılar. Ve o yıl Hakkâri'de geçmiş yıllara oranla en çok tıp fakültesine girilen, en yüksek puanlı yerlere yerleşilen yıl oldu. Bir gün arkadaşım Rojda'nın evine gittim. Evlerinin balkonu askeriyenin çocuk parkına bakıyordu. Annesi çok arif, çok müşfikti. Beni kızı gibi koruyup kollamış, misafir olduğum duygusunu hiç yaşatmamıştı. "Dilek Hanım bak" dedi, perdeyi aralayarak. Gösterdiği manzarada lojman bahçesindeki oyun parkında salıncakta, kaydırakta oynayan çocuklara demir kapının ardından bakan "öteki" Hakkârili çocuklar vardı. Yerden topladıkları taşları oynayan çocuklara atmaya çalışıyorlardı. Asker de o "taş atan çocukları" silahlarıyla korkutup dağıtmaya çalışıyordu. "Yazık değil mi? Ya bu parkı buraya yapmasınlar ya da 'ötekiler' de oynasınlar." Kalbimden giren bir bıçak beynimden çıktı sanki. İşte o gün bu gündür ne zaman boş oyun parkı görsem, o acıyı yaşarım.Sonra dağlara yakılan türküleri, uzun kış gecelerinde 3-4 gün ardı arkası kesilmeden yağan karlarını seyrederken baharda dağlarında açacağı hayaliyle ters lalesini, sümbülünü, haziranda dahi kayak yapılan Berçelan Yaylası'nı sevdim. Hayatımda ilk kez elime tenis raketi ve topu alırken, tenis hocası Fatih Bey'in bizden kazandığı paralarla çocuklara top ve raket alıp onlara ücretsiz ders verme fedakârlığının altında ezildim. Ben burada her kıyıda köşede kalbi ile yaşayan, kalbi ile konuşan insanlar gördüm. Ve bu kadar çok gönül insanının rengine boyandım. Ben Hakkâri'yi sevdim. Şemmame öğrendim. "Uçkun" yedim, ekşi tadını çok sevdim. Van-Hakkâri arası Kürtçe türküler dinleyerek gelirken, arabamızı durdurup "süsen" topladım. Hakkâri'ye ilk gelenlere hep söylenir; "Buraya ağlaya ağlaya gelinir, ağlaya ağlaya gidilir." Öyle de olmuştu. Şimdi bütün bunları neden yazdım. Mecburi hizmete gidecek arkadaşlar endişelenmesinler. Hayat çok sürprizli, dünya çok enteresan bir yer. Ve sevginin gücü dünyadaki tüm güçlerin üzerinde. Sevginin dili tüm dillerden daha güçlü, çoğu zaman kelimesiz. Kıyıda köşede Leyla'lar var, Zeynep teyzeler var sizi bekleyen. Dünya İstanbul'dan, alışveriş merkezlerinden ibaret değilmiş. Mekânın anlamı insanmış…

Sen türkülerini söyle

$
0
0
1995’te ‘Sen Türkülerini Söyle’ albümüyle yaşanan heyecan dalgasına şahidiz. ‘Bahar gözlüm’ diye derinden gelen sesin sadeliği pop istilası altındaki dimağları yumuşatırken, Yavuz Bingöl’ün de macerasının başlangıcı oldu. “Acıların hüznü var hep gözlerinde/ Haydi sil gözlerini ağlama annem”den Berkin Elvan’ın annesi Gülsüm Elvan’ın yuhalatılmasını değerlendirmeye uzanan bir hikâye Bingöl’ünkü.Bir ülkenin tarihini bir şarkıyla sürebilirsiniz. “Sen Türkülerini Söyle”, 1986 yapımı bir Şerif Gönen filmi. Kadir İnanır başrolde, cezaevinden çıkıp sürgüne gitmeye hazırlanan bir siyasi tutukluyu canlandırıyor. Fonda Tolga Çandar’ın sesi, “Sen türkülerini söyle ve gülümse küçüğüm/ Çünkü sesinin ırmağıyla/ Yeşerecek hasretin bozkırları.” 1995’te karşımıza bir albüm adı olarak çıkacak, henüz tanınan genç bir isim, Yavuz Bingöl. Popun egemenliğini ilan ettiği dönemde genç bir adamın sadelikle söylediği türküler büyük ilgi toplayacak. O dönem, aynı zamanda türkülere de iade-i itibar dönemi. Eşkıya filminde Erkan Oğur’u, ‘Fırat Ağıdı’nı hatırlayın. 2009’da ‘Sen Türkülerini Söyle’ müzisyenlerin kıyasıya çarpıştığı bir yarışma. 23 yıllık bir dönüşüm. 1986’ya geri dönelim. Beyazıt Öztürk Genç Bakış’ta anlatıyor: “1980’de Türkiye’de ihtilal olunca, ben orta 2’de falandım. Birçok evde kitap yakıldığı gibi bizim evde de kitaplar yakıldı. Nerede yakıldı? Banyo kazanında. Bedri Rahmi Eyüboğlu ile köpüklendim, Jean Paul Sartre ile kurulandım, Nazım Hikmet ile durulandım.” Dertli günlerin bir sonu var. 12 Eylül’ün de. Kütüphaneler termosifonlara doldurulur, şehrin isli havasına yanık sayfalar karışırken, bize umudu hatırlatan şarkı öyle söylüyor: “Gömdüğümüz kitaplar çiçeklenmiş/ Örgütlemişler baharı/ Karakolların önü lacivert yeşil sarı/ Örgütlemişler baharı.”Umuda Ezgi grubunun solistlerinden Yavuz Bingöl yorumlamış şarkıyı. 1964 yılında doğmuş, darbe sırasında henüz 17 yaşında. Edebiyat öğretmeni Yılmaz Bingöl ile sıra dışı bir annenin, Şah Senem Bacı’nın oğlu. Politik türküleriyle tanınsa da Şahsenem Bacı bir halk ozanı. Albüm kapaklarında yazması, üç eteği ve omzuna dayadığı sazıyla gülümsüyor. Yıllar geçse de fon hiç değişmeyecek, ‘Şah Senem Bacı ve Oğlu’ albümlerinde de Yavuz Bingöl ve annesi ortak bir sazı tutarak gülümsüyor. Annesinin izinden gidip sazı eline alan Yavuz’un şansı nerede dönüyor bilinmez. Cezmi Ersöz’ün yazısına göre, 80’lerin ortalarına kadar derdini anlatacak birilerini arayan bir genç: “Sonra otogara geldik. Yavuz, bizimle vedalaştı. Vedalaşırken şarkının içimize kattığı o garip hüznün etkisindeydik hâlâ… Onun daha çok uzun yolu vardı. Yanılmıyorsam Batıkent’te oturuyordu ve parası olmadığı için evine yürüyerek gitmek zorundaydı o soğuk gecede… ‘İstersen seni götürelim.’ dedim, kabul etmedi. ‘Belki bir araba bulurum.’ dedi. Vaktimizi almak istemiyordu. Bir süre arkasından seyrettim, boynu hafif öne eğik, karlara bata çıka gidiyordu. Sonra karanlıkta kayboldu...” 1986’da, baskıların sürdüğü günlerde Nihat Aydın ile Umuda Ezgi albümlerinde rastlıyoruz ismine. Albümler heyecan oluşturuyor, darbenin şiddeti geçmemişken, kitaplarla çiçekleri eşdeğer gören ‘Örgütlemişler Baharı’ kısa zamanda insanlara ulaşıyor. Grup sonrasında yoluna devam edecek, ilk solisti Bingöl olmaksızın albüm çıkartacak. Bingöl ile yola çıkan Aydın ise bu yılın başında kanserden hayatını kaybetti. Ve grup bir açıklama yaptı: “Sevgili Umuda Ezgi Dostları; Yakın zamanda Recep Tayyip Erdoğan’ın yapmış olduğu vizyon toplantısına katılan ve çok eskiden albümlerimizde, 21 yıl önce, yer alan Yavuz Bingöl’ün bugün bizlerle herhangi bir bağı yoktur. Olması da söz konusu değildir.” Aslında bu kopuşun ipuçları 1995’te. Yavuz Bingöl isminin yavaş yavaş duyulduğu zamanlar. Bakın resmi sitesinde ‘Bir Barış Yürüyüşçüsü’ olarak tanımladığı hayatının o günleri nasıl anlatılmış: “1995 yılı önemli bir yere sahip. Gruptan ayrılarak yolculuğuna solo olarak devam eden sanatçı ilk albümü ‘Sen Türkülerini Söyle’ ile Türkiye’nin tanıdığı bir isim olmayı başardı. ‘Sen Türkülerini Söyle’ dönemin yoz arabesk ve pop müzik ortamında Anadolu kültürünün samimi ve eşsiz duruşuyla dikkatleri üzerine çekti. Bu albümde Bingöl, şehir müziği tınılarını ustaca Anadolu ezgileriyle harmanlamayı başarmıştı. Artık Bingöl müziği takip edilen ve sevilen bir sanatçı olarak kalplerdeki yerini almıştı. Albümler, albümler, albümler Yavuz Bingöl ilk solo albümü ‘Sen Türkülerini Söyle’nin ardından birbirinden başarılı pek çok albüm yayınladı.” Devamı bir şöhret macerası. 1997, Baharım Sensin; 1998, Gülen Az; 1999, Sitemdir; 2000, Üşüdüm Biraz; 2002 Belki Yine Gelirsin; 2004 Unutulur Her Şey; 2005 Biz; 2007 Yare; 2010 Kül; 2012 Ateş. Diziler; Zerda, Karagül, Ateşe Yürümek. tiyatro, sinema... Kariyerini başka bir yere taşıyan Nuri Bilge Ceylan ve ‘Üç Maymun’ ile Cannes yolculuğu... UNESCO’nun layık gördüğü ‘barış elçisi’ unvanı. Bu serüven insanı düşündürüyor. Bir gün, bir söz. Nasıl da kıyar her şeye: “Mesela Tayyip Bey’in ölmüş anasına küfür edildiği zaman, ertesi gün o zaman Berkin Elvan’ın annesi yuhalattığı zaman… İşte o zaman sonuç ne? Yani bu çok insanî, işte duygusunu işine karıştırmak!” Artık Bingöl deyince başka şey konuşulmuyor. 2001 yılında İzmir’de bir sokağa verilen adı, yerini Berkin Elvan ile değiştirdi. Gülsüm Elvan 5 kuruşluk tazminat davası açıp, “Biz seni dünyaya getiren o güzel kadını tanırız, ellerinden öper, önünde saygıyla eğilir ve olur da bir haddini bilmez ona dil uzatırsa bedenimizi siper ederiz. Sen yine de o onurlu ve güzel kadına laf etme şerefsizliğini gösteren bir alçak olursa, çık ve ilk konserinde beni; Berkin Elvan’ın annesi Gülsüm’ü yuhalat” diyor. Yavuz Bingöl’ün türküleri kulaklardan, açıklaması gönüllerden silindi: “Tarihin ya da zamanın tam da burasında, kalbiyle, duygusuyla yaşayanlardan biri olarak ne kadar hoyratça örselensem de, selamımı verip, görmek istediğinizi değil, ‘ben’i görün, ben iktidarın ne olduğunu hiç bilmem, çünkü hayatımda böyle bir hiyerarşim ve pusulam hiç olmadı diyorum.” Bir şarkıyla bir ülkenin izini sürebilirsiniz. Bir insanın da. “Sen türkülerini söyle” bir öğüt oluyor yeri gelince.

Ojeli militarizm

$
0
0
Askerî üniformalı, çekici ve güzel kadınlardan oluşan mutlu mesut bir imaj sunuluyor fotoğraflarda. Kadının orduda, savaş meydanlarında oluşu kadın-erkek eşitliğine bağlanıyor. Fakat eline silah alınca kadınlar erkeklerle eşitleniyor mu yoksa savaş için reklam malzemesi olarak mı kullanılıyor? Her geçen gün medyaya servis edilen fotoğraflar tartışmayı derinleştiriyor.Birçok Kürt haber sitesinde, “Şimdi moda Kürt Kadını” başlığıyla yer veriliyor haberlere. Bazılarında Batı’nın meşhur moda dergilerinde çıkan makaleler gururla haberleştiriliyor: “Elle, peşmerge kadınları anlattı.” Maria Claire muhabiri ise Suriye’ye gidip bu kadınlarla bir hafta geçirdi. Her anlarını fotoğrafladı, hikâyelerini dinledi. IŞİD’e karşı savaşan kadınlar hakkında magazinel ve sansasyonel haberler de çıktı. Sansasyon, dünyaca ünlü İsveç markasının yeni koleksiyonunda yer verdiği peşmerge kıyafetine dair oldu. Daha doğrusu bu kıyafete Kürt entelektüeller, özellikle kadınlar ve feministler büyük tepki gösterdi. IŞİD’e karşı canını ortaya koymuş kadınların modaya malzeme olmasını hoş karşılamadılar. O kadınların özverilerine karşı yapılmış bir ayıp olarak gördüler. Marka özür dilemek zorunda kaldı. Fakat kafa kesen, kadın kaçıran, barbarca tecavüz eden karanlık bir terör örgütüne karşı savaşan kadınların varlığı Batı için egzotik ve masalsıydı. Binbir gece masallarının geçtiği diyarlarda, 21. yüzyıl amazonları yaşıyordu. Niye savaştıkları, ellerindeki ağır silahların ne anlama geldiğine çok da merakları yoktu. Zaten Batı medyasına yansıyan fotoğraflar son derece ‘keyifli’ydi. Ellerinde ağır silah bulunan bu savaşçı kadınlar tatlı tatlı gülüyordu da. Hatta peşmerge kadınların yanında bir hafta geçiren muhabir, onları savaş arasında kaşlarını alırken bile fotoğraflamıştı. Üniformalı, savaşın ortasında mutlu kadınlar... Hep gülüyorlar, üstelik bakımlılar…Amerika’da bu fotoğraf için yapılan yorum: ‘Dişli mutlu kadın askerler!’ Ordunun reklamını yapmak için kadın ve erkek askerlerin özel hayatı kullanılıyor. Haber sitelerindeki üniformasız hallerini gösteren foto galerileri gibi.Kadın askerler feministleri antimilitarist yaptı‘Kadın savaşçılar’ fenomeni Amerika’da, İsrail’de ve başka Batı ülkelerinde de kullanılan bir unsur. İsrail’de mesela, antimilitarist feminist hareketin doğuş sebebi kadınların da askere alınması oldu. Tabii militarizmin topluma yayılmasının insanların hayatını nasıl olumsuz etkilediğini bire bir tecrübe etmeleri de İsrailli antimilitaristleri harekete geçiren durumlardan biri oldu. Türkiye’ye de gelip antimilitarist hareketi anlatan edebiyatçı feminist Rela Mazali, sivil eylemlerle ülkesinde gündelik hayatın askerileşmesini yani militarizmi engellemeye çalışıyor. Mazali, ordunun iki şeye ihtiyacı olduğunu düşünüyor: Düşman ve kadın. Düşmanın varlığı ordunun varlığını meşrulaştırır; bir düşman yoksa da bu yaratılacaktır. Ordu koruması için bir kadının varlığına ihtiyaç duyar. Anavatan sözcüğü de vatanın feminen algılandığını gösterir. Mazali, hem düşmanın varlığını hem de kadının korunması gereken varlık olduğu anlayışını kabul etmediklerini söylüyor. Asıl olan insan hayatıdır. Korunması gereken de. Feminist düşünür Cynthia Enloe, kadınların milliyetçi hareketlere katılma yoluyla ev içine tıkılmaktan kendini kurtarıp kamusal yaşamda yer edindiklerini söylüyor: “Bu beni, sürecin ataerkini zayıflatan sonuçlarını daha dikkatli bir şekilde ele almaya zorluyor, gerçi tam bir özgürleşme gerçekleşmemiş ve kadınlar, kazanılan hakları ataerkil milliyetçi erkeklerle birlikte değil, onlara rağmen elde etmişlerdir.” Nitekim Rela Mazali, İsrail ordusunda yer alan kadın askerlerin yüzde 80’inin tacize uğradığını fakat şikayet etmekten, yüksek sesle dile getirmekten kaçındıklarını söylüyor. Bugün modern Amazonlar olarak lanse edilen Kürt savaşçı kadınların dağda yaşadıkları tecavüz vakaları, ailelerinden kaçırılmaları ya da ailelerindeki baskıdan kaçmak için dağa sığınmaları da zaman zaman basında yer almıştı. Tabii tüm bunlar ‘barbar ve katil bir terör örgütü karşısında savaşan kadınlar’ın etkileyiciliğini görmezden gelmeye sebep olamaz.Lemlem, Afrika’da Eritre direnişinin simgesi oldu. Bu fotoğrafı 1988 yılında çekildi. Bir gazeteci Lemlem için, “Güzellik ve şiddet... Kadınlık ve maçoluk... Hâlâ dünyanın birçok yerinde büyüleyecek çelişkiler…” diye yazdı.Savaşarak kamusal alana çıkma hakkını elde ediyorlarBu da gelecek eleştirileri engelleyemiyor. Nitekim Maria Claire’in sadece kadınlardan oluşan Kürt yapılanması YPJ’ye dair övgü dolu çalışmasında yer alan 12 ve 14 yaşındaki çocuklara dair sosyal medyada epey eleştiri geldi, hem dergiye hem de Kürt entelektüellere, feministlere, çocuk hakları savunucularına. Dergi editörleri haberin başına ‘Çocuk askerlerin kullanılmasına göz yummayız’ şeklinde bir açıklama eklemek zorunda kaldı.Kürt feminist kadınlar için, aslında Ortadoğu’daki kadınlar için, kadın savaşçı/asker figürü bir anlamda özgürleşme, savaşarak kamusal alana çıkmayı elde etme demek. Feminist düşünür Cynthia Enloe’in yukarıda işaret ettiği gibi. 1950’de de BM’nin, halkına sormadan aldığı bir kararla Afrika’daki Eritre bölgesinin Etiyopya’ya bağlanması üzerine halk ayaklanmıştı. Ayaklanma 1960’larda silahlı mücadeleye dönüşmüştü. 1993 yılına kadar devam eden bölgeyi kaosa ve sefalete sürükleyen 30 yılı aşkın süreli bu iç savaşta kadınlar da yer aldı. Bugün etkileyici pozlarıyla hatırlarda kalan kadın savaşçıların mücadelesi aslında sadece toprakları ve ülkelerinin yönetim hakları için değil, cinsiyet eşitliğiydi de. Ellerine silah alarak erkeklerle eşitlendiler. Bu ayaklanma kadınların içinde bulundukları toplumda kamusal alana çıkmaları ve haklarını elde etmeleri anlamına da geldi. Kürt kadınlar da PKK, PYD ve YPG’ye bu açıdan bakıyor. Ataerkil toplum yapısının bu mücadele döneminde dağıldığını, kadınların eş başkanlık, savaşçı kimlikleriyle birlikte ataerkil baskıdan kurtulduklarını düşünüyorlar. Bu yüzden Batılı gazetecilerin egzotik ve oryantalist yaklaşımını çok eleştir(e)miyorlar.Maria Claire’in YPJ’li kadın savaşçıları çektiği fotoğraflarda 12 yaşında olan bu eli silahlı çocuk epey tartışmaya sebep oldu. Eleştirilerden nasibini alanlar arasında feministler ve insan hakları savunucuları da var. Biz burada çok mutluyuz dostum!Afganistan’daki Amerikan kadın askerlerinin, Hollywood filmlerinden aşina olduğumuz üslupla, “Hey, biz burada çok mutluyuz dostum!” pozları ülkede tartışmaya sebep oldu. Dünyaya ‘barış’ götüren Amerikan ordusunun kadın askerlerini PR malzemesi olarak kullandığı söylendi. Yukarıda bahsi geçen tüm bu fotoğraflar ve haberler dünyada yeni bir tartışmayı başlattı: ‘Kadın ve militarizm’. Daha doğrusu kadın, savaşın, militarizmin PR nesnesi olarak mı kullanılıyor? ‘Üniformalı mutlu, güzel, çekici kadınlar’ savaşa özendirici hatta savaşı meşrulaştıran birer unsur halini mi aldı? Otomobil reklamlarında ve fuarlarında kullanılan kadınlar gibi ellerinde silahlarla, cephede veya gülerken fotoğraflanan kadınlar da mı reklam malzemesi olarak kullanılıyor? sorularını akla getirdi. Bu konuda en çarpıcı eleştiriyi bir Kürt feminist yapıyor: Dilar Dirik. Birçok haber sitesinde ve uluslararası medya kuruluşunda yer alan makalesinde medyanın IŞİD karşısında mücadele veren kadınlara yaklaşımını çılgınlık olarak görüyor. Oryantalist, tuhaf ve miyop bir bakışları olduğunu vurguluyor. Cambridge Üniversitesi’nde sosyoloji doktorası yapan Dirik’in, Kürt kadın hareketi üzerine araştırmaları var. Dirik, moda dergilerinde yer alan haberlerden dolayı ezilen ve mağduriyetlerinden dolayı silah altına giren bu kadınların yeni bir fenomen olarak sansasyonelleştirildiğini düşünüyor. Tuhaf oryantalist fantezilerin meşru mücadelelerini ucuzlattığını söylüyor. Bunların Kürt kadınlarının savaşmasına sebep olan motivasyonlarını aşırı derecede basitleştirdiği fikrinde. Dirik, makalesinde ana akım medyada yer alan haberlerden dolayı Kürt liderliğinin de çokça eleştirildiğine değiniyor. Kürt liderler, kadınları Batılı kamuoyunun sempatisini kazanma çabası içinde, halkla ilişkilerini kuvvetlendirme amacıyla kullandıkları yönünde suçlanıyor. Dirik, bu eleştirileri sıraladıktan sonra “Bazı durumlarda bu suçlamalarda bir doğruluk payı olabilir.” diyor. Ana akım medyada kadın savaşçıların yer alış şekillerinin onları metalaştırdığı ortak eleştiri. Fakat böyle düşünmeyenler de var. Kürt entelektüel Mina Khanlarzadeh gibi. Kürt liderlere yöneltilen eleştirileri haklı bulmuyor. Bu iddianın Kürt kadın savaşçıların siyasi isteklerinden mahrum, zapt edilmiş, Kürt erkeklerin siyasi hedeflerinin esiri olarak gösterilmesi anlamına geldiğini düşünüyor. Kadınların görünüşleri yüzünden medyanın ilgi odağı haline gelmediklerini söylüyor: “Direnişleri söz konusu olmasaydı, hiçbir güzellik yarışması onlarla ilgilenmezdi.” Medyanın ilgisini düşmanlarının çarpıcılığı, Batı’nın IŞİD’den korkmasına bağlıyor. Buna da delil olarak kadınların Kobani’de IŞİD’den önce başka gruplarla yaşadığı çatışmalardan hiç bahsedilmemesini gösteriyor.Ölen genç ve güzelse yas tutulurİlginçtir Batı medyasının Kürt kadın savaşçılara yoğun ilgi göstermesi üzerine Avrupa’da şöyle sesler çıkmaya başladı: Neden Kürt kadınlar moda dergilerini süslerken, Filistinli kadın savaşçılar hor görülüyor? Bu soru Türkiye’de sol medyada da yer aldı. Filistinli yazar Linah Alsaafin, esir alınmamak için kendini vuran 19 yaşındaki Kürt kızın, ‘cesur savaşçı’ ve ‘gözü pek’ olarak nitelenerek övülmesini “Heteroseksüel fantezinin zirve noktasını temsil ediyor.” diye yorumluyor. Güzel, elinde silah olan genç bir kadın… Malum kapitalist toplumlarda güzel olanın yası tutulur. Alsaafin, kadın savaşçıların nesneleştirildiğini anlattığı makalesinde Batı medyasında yer alış biçimlerine dair şunları söylüyor: “Bazıları saçını kısa kesmiş, bazıları ise uzun saçlarını çiçeklerle süsleyerek örmüş, asker giysili, eli silahlı kadınların dış görünüşünü kenara koyacak olursak, onları silaha sarılmaya iten nedenler ve tutumların ne olduğunun tasavvuru eksik kalacaktır.” İşte tam da bu konuda makaleler yayımlanır, tartışmalar yapılırken Amerikan ordusuna dair çok tıklanan bir foto galeri medyaya servis edilir: Askerlerin üniformalarını çıkardıklarındaki halleri. Bu sebeple ‘kadın ve militarizm’ tartışmaları Amerika’da daha yüksek sesle yapılıyor.Kadın, militarizmde de arzu nesnesi olarak kullanılıyorNecla Zarakol (Zarakol Halkla İlişkiler Sahibi): Herhangi bir ürün reklamında, tanıtımında olduğu gibi kadınlar militarizmde de bir ‘arzu nesnesi’ olarak kullanılıyor. Amerikan dizilerinde de kadın askerler ve kadın polisler adeta gerçek dışı güzellikte. Kadın derneklerinin reklamlarda kadını mutfağa hapseden anlayışa karşı çıkarken, bunun tam zıddı olan savaş çığırtkanlığı ya da asker olmanın çekiciliği konusunda kullanılmalarına neden karşı çıkmadığını anlamak mümkün değil. Galiba bu yaklaşımlar biz kadınları yumuşak karnımızdan -yani eksik etek olmamak, erkeklerin yapabildiği her şeyi yapabilmek- yakaladığı ve bu noktada ‘eşitmişiz gibi gösterdiği’ için bilinçaltımızda bu biçimlerdeki ‘kullanılma’ duygusunu atlıyoruz. Kadınlar dünyanın dikkatini çekmek için bu savaşa PR malzemesi olarak kullanılıyor. Hâlbuki Ortadoğu’da son 30 yılda bugünkü IŞİD terörü kadar dehşet verici olmasa da kanlı savaşlar oldu, o dönemlerde ne Kürt kadınlarının kendilerini ortaya atmak gibi bir derdi oldu, ne de Batılı ülkeler olup bitenlerle ilgilendi.Cici militarizm!Emine Uçak Erdoğan (Yazar): Gerilla, militarizm karşıtları için bile her zaman romantik ve kabul edilebilir görülür genellikle. Che fotoğraflarına bayılmayan bir militarist var mı mesela? Militarizmi sadece düzenli orduyla ilişkilendirmek ve sadece ona karşı çıkmak doğru bulmadığım bir durum. Cici militarizm olurmuş gibi davranılıyor, oysa nihayetinde bütün bunlar militarizmin içselleştirilmesinden, topluma sinmesinden başka bir şeye hizmet etmiyor. Bu konuda kafalar o kadar karışık ki, Boko Haram’ın kaçırdığı kızlara desteği sosyal medyada Rojava’dan 12-14 yaşlarındaki silahlı kız çocukları üzerinden gösteren bile vardı. Köleliğe karşı ‘özgür’ kızlar üzerinden.Kadın savaşçılarla savaş karşıtları ikna mı ediliyor?Turgay Oğur (İletişimci):IŞİD maalesef dünyanın en iyi algı yöneticileriyle çalışıyormuşçasına profesyonel bir iletişim stratejisi izliyor. Siyah savaş kostümleri kesinlikle gelişigüzel seçilmiş değil. Kafa kesme sahneleri Hollywood filmlerinden kesit gibi. Ganimet olarak elde ettiklerini söyledikleri son model arabalarla verdikleri pozlar sosyal medyada paylaşılıyor. Diğer taraftan en çok dünya gündemine geldikleri konu, ele geçirdikleri bölgelerdeki kadınları satmaları ya da cariye yapmaları. Kadın konusu IŞİD’in yaptıkları arasında dünyanın en nefret ettiği iş olduğu gibi, çeşitli ülkelerden genç savaşçıları cezbetmek için de en çok işe yarayan şey. İngiltere’den Ortadoğu’ya bakan öfkeli Müslüman genç için kadın, statü, zenginlik, sevap ve eğlence demek haline geliyor IŞİD. IŞİD’e karşı bu savaşı kadınların vermesi de iletişim stratejisi açısından çok akıllıca. Çünkü dünya kamuoyu bu topraklarda uzun yıllardır süren savaşlardan ürkmüş durumda. Irak işgali sonrası yükselen savaş karşıtı koalisyon en haklı savaşa bile tahammülü olmayan bir bilincin yükselmesini sağladı. Bu yüzden satılan kadınları kurtarmak için bile olsa Amerikan ya da herhangi bir yabancı ülkenin askerini kimse görmek istemiyor. Yerel erkek savaşçıların mağdur tarafı bile düşman kalbi yeme görüntüleriyle akıllara kazındı. O kadar kirli bir savaş ki bu kiri sadece kadın savaşçılar temizleyebilir diye düşünen bir iletişim aklı var ortada.

Her şehir bir hikâye

$
0
0
Bazı şehir isimlerinin değiştirilmesi son zamanlarda sıkça gündeme geliyor. Bu gelişmelerden hareketle şehirlerin ilginç isim hikâyelerini derledik.Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç, pazartesi günü Manisa’da bir toplantıya katıldı. Toplantıda bazı şehirlerin isimlerinin değişebileceğinin sinyalini verdi. Mesela Manisa’nın tarihi kaynaklarda geçtiği gibi ‘Saruhan’ olabileceğini söyledi. Zikrettiği iller sadece Manisa ile sınırlı değildi. Hakkâri’nin Çölemerik, Diyarbakır’ın Diyarbekir, Elazığ’ın Elaziz olabileceğinden de söz etti. Başbakan Ahmet Davutoğlu da eylül ayında gittiği Bilecik’te milletvekillerine, “Bilecik’in eski adını bileniniz var mı?” diye sormuştu. “Ertuğrul” cevabı üzerine, “Aslında Bilecikliler kabul etse de tekrar Ertuğrul yapsak.” demişti. Bilecik’in adı 1926 yılına kadar Ertuğrul olarak anılıyordu. Adını Osmanlı’nın kurucusu Osman Bey’in babası olan Ertuğrul Gazi’den alan şehire, 1926’dan itibaren Bilecik denilmeye başlandı.İsim değişikliğiyle gündeme gelen bir diğer şehir de Tunceli. Zaman zaman haberlerde karşımıza şöyle başlıklar çıkıyor: “Tunceli’nin ismi Dersim olacak, Tunceli’nin ismi Dersim olmayacak, Tunceli’nin ismi değişiyor.” Başbakan Davutoğlu’nun, geçen ay Tunceli Üniversitesi’ne gittiğinde şehrin isminin ‘Dersim’ olarak değişeceğini açıklaması beklenmişti. Ancak Davutoğlu, “Taleplere bakacağız.” demekle yetindi.Şehirlerin isimleri bazen gündemi değiştirmek için bazen de halktan gelen tepkiler üzerine konuşuluyor. Bu gündem ister istemez Türkiye’deki illerin isimlerinin hikâyelerini de akla getiriyor. Şehir adlarına baktığımızda ilginç hikâyelerle karşılaşıyoruz. Enteresan olanlardan birkaçını derledik.İstanbulM.Ö. 658 yılında Megara kralı Byzas tarafından kurulduğundan bu şehre Bizantion adı verilmişti. Bizans İmparatoru Konstantin, şehri yeniden kurunca kendi adını verdi. Daha sonra bu ismin kısaltılmış şekli olan ‘stin-polis’ deyimi kullanıldı. Türkler kenti alınca ‘Müslüman şehir’ anlamında ‘İslambol’ adını uygun gördü ve bu ad daha sonra İstanbul olarak değiştirildi.AnkaraKaynaklarda Ankara’nın adı Enguru olarak geçiyor. Frig dilinde Ank, ‘engebeli, karışık arazi’ anlamına geliyor. Şehrin diğer isimleri; Ankyra, Ankura, Angera, Ancora ve son olarak Ankara şeklini aldı.İzmirBugün İzmir olarak anılan bölgede eskiden Elektdi isimli bir kavim yaşıyordu. Yerel halk, istilacı Amazonlarla savaşıp onları yendi. Elektdi kralı, Amazonların Kraliçesi Smyrna ile evlenip kente eşinin ismini verdi. Bu kelime, çeşitli dillerde aksan farklılaşmalarına uğrayarak bugünkü halini aldı.BursaM.Ö. 3. yüzyılda Bithynialılar ve Prusiaslılar tarafından kurulan kentin ilk adı ‘Prusa’ idi. Türkler şehri fethedince ‘Bursa’ ismini verdi.GiresunKirazın ana yurdu Giresun, adını Yunanca kiraz anlamına gelen ‘Kerasus’tan almış. Bu kelime zaman içinde değişerek Giresun haline dönüşmüş.ÇorumRivayete göre çoğu-Rum kelimesinden türetildi. Bu da bölgede zamanında Rumların çoğunluğu oluşturmasından kaynaklanıyor.KonyaM.Ö. 47-50 ve 53 yıllarında Hıristiyan azizlerinden St. Paul burayı ziyaret etti ve şehir önemli bir dini merkez olarak gelişti. Bu nedenle Hıristiyanlar, ‘İsa’nın tasviri’ anlamına gelen ‘İkonyum’ adını verdi. Araplar kentin ismine ‘Kuniya’ dedi. Türkler bu ismi Konya olarak değiştirdi.ErzurumArz-ı Rum kelimesinden geliyor. Yani Rum toprağı demek. Selçuklular şehri fethettikten sonra Erzen-Rum dedi. Erzen, darı demek. Şehir o zamanlar bir tahıl ambarı olarak kullanılıyordu.DiyarbakırArap egemenliği sırasında ‘diyar’ ve ‘Bekr’ isimleriyle Diyâr-i Bekr olarak kayıtlara geçmiş. 1937 tarihinde Atatürk’ün trenle Diyarbakır’dan Elazığ’a geçtiği gece yapılan bir dil tartışmasının ardından, Türk Dil Kurumu’na gönderilen bir telgrafla şehrin adı Diyarbakır olarak değiştirildi.DenizliŞehrin ismi, deniz-ili kelimelerinin birleşmesinden oluşmuş. İl, eski Türkçede ülke, memleket anlamına gelir. Yani deniz memleketi denilir. Bir diğer rivayete göre de kelimenin aslı domuz-ili’dir. Bölgede domuz çokluğundan dolayı bu isim verilmiş.EskişehirŞehri eski ismi Doylaion’dur. 1080 yılında Türkler burayı ele geçirmişti. 1175 yılında ise Bizans geri aldı. Kılıçarslan burayı geri alınca, ‘bizim eski şehrimiz’ anlamına gelen Eskişehir adını verdi.Tunceliİlin eski adı Dersim. Dersim, 1926’da TBMM’de alınan kararla ilçeye dönüştürülerek Elazığ’a bağlandı. 25 Aralık 1935 tarihinde çıkarılan Tunceli Kanunu ile tekrar il oldu ve Dersim tarihsel yöresi içinde yer alan, Munzur çevresini kapsayan bölgenin adı Tunceli olarak değiştirildi.MardinMardin’in Süryanicede Marde’den geldiği rivayet ediliyor. Çoğu kaynaklarda Mardin’in gerçek adı ‘Merdin’ diye geçiyor. Bu ad ‘kaleler’ anlamına geliyor. Şehirde birçok kalenin varlığı, şehrin bu şekilde isimlendirilmesini sağlamış.GaziantepŞehrin eski adı Ayıntab. Kelime, pınarın gözü anlamına geliyor. Halk Kurtuluş Savaşı’nda Fransızlara karşı başarılı bir savaş verince 1921’de çıkartılan bir yasayla ‘Gazi’ unvanı verildi. 1928 yılında ise şehrin adı Gaziantep olarak değiştirildi.

Futbol yorumcularını nasıl cezalandırmalı?

$
0
0
Bu sezon Şampiyonlar Ligi kuraları çekildiğinde Galatasaray’ın bulunduğu grubu değerlendiren yorumcuların hemen tümü Sarı Kırmızılı takımı hiç duraksamasız gruptan çıkardı! Dayanaksız konuşmayı iş edinmiş şarlatanlara, yorumculuğun ticaretini yapanlara kulak astığım yok ama akıllı-uslu bildiklerimiz bile böyle konuştu.Beğenilmeyen futbol yorumcularına gösterilen tepki, bu işlerle ilgilenen insanlar arasındaki en yaygın davranış biçimidir. Hele benim gibi beğendiklerini ileri sürdükleri yorumcularla karşılaştıklarında sözün iki başlangıç noktasından biri mutlaka budur. (Öteki ‘n’olucak bu takımın hali!’ muhabbetidir ki onunla yarışabilecek başka bir konu olamaz!)Bunlar memleketteki boş konuşma konuları arasında en gözde olanlarıdır aynı zamanda. Mahalle kahvesi gevezeliğinin bir adım bile ötesine geçemeyen son derece içeriksiz ve anlamsız laf bulutları dolaşır ortalıkta. Ayrıca bu kişiler, son derece samimiyetsiz ve tutarsızdır. Adeta beğenmediklerini söyledikleri yorumcuların gönüllü temsilcileridirler. Onlarla aynı dili kullanır, aynı yaklaşımlar içinde yorum ve değerlendirmelerde bulunur.Bu olayın değişik boyutlarından biri de hangi takımımız bir kura çekimine girerse hemen onun bulunduğu gruptan çıkarılmasıdır. Örneğin, Şampiyonlar Ligi kuraları çekildiğinde Galatasaray’ı gruptan çıkarmayan yorumcu yoktu. Öyle ya, bir önceki sezon gruptan çıkmakla kalmayıp Schalke’yi bile eleyen, geçen sezon da Juventus’u geride bırakan Cim Bom nasıl bu gruptan çıkamazdı! Arsenal de Dortmund da eski gücünde değildi. Anderlecht’in lafını bile etmeye değmezdi, falan filan…Buna benzer laflar söylemeyi iş edinmiş bir yığın adama elbette ki aldırış etmiyorum. Fakat içlerinde akıllı-uslu denilen, memleket ve dünya futbolunu gerektiği gibi izleyen, yorumculuk işini adam gibi yapan arkadaşlarımız da aynı telden çalıyordu. Oysa Arsenal ve Dortmund çok zorlu iki rakipti ve sıkı durun Galatasaray Avrupa Kupalarında en büyük fiyaskoyu Anderlecht karşısında yaşamıştı. 1976’daki eşleşmede iki maçta da 5-1 yenilerek elenmişti ki bunun başka bir örneği yoktu...Kuşkusuz bu Anderlecht o takım değildi ama Galatasaray asla belli bir standarda ulaşmış sayılamazdı. Yıldan yıla, dönemden döneme hatta maçtan maça inanılmaz dalgalanmalar yaşanabiliyordu. Dolayısıyla çok iyi hazırlanması ve maçlarını çok sıkı bir yoğunlaşmayla oynaması halinde Sarı Kırmızılı takımın Anderlecht’i geçip UEFA’ya gitmeyi başarması mümkün olabilirdi. Bunun ötesi mutlaka hedeflenebilir ve belki bir iki adım da atılabilirdi ama yapılabilecek olan buydu.Fikir namusu nerede?Yorumcuların da hiç değilse belli bir bölümünün bu noktalar üzerinde durması gerekirdi. Bunların para etmediğini hatta taraftarların tepki gösterdiğini bilecek kadar bu mesleğin içindeyim. Fakat bir yorumcunun en büyük sermayesi fikir namusudur. En zor durumlarda bile gerçek inancını söyleyebilen adamlara saygı duyulur. Duruma göre görüş üretmek, şarlatanlıktır; bu işin ticaretini yapmaktır.Ayrıca Galatasaray’ın gruptan çıkacağını söylemesi doğal olan bir yığın insan vardır. Kulüp başkanından taraftarına, yöneticisinden teknik heyetine ve futbolcusuna kadar hepsi bunu söyleyebilir. Söylemişlerdir de… Bunların dışında yorumcuların da sanki takımı gruptan çıkarma gibi bir görevleri varmış gibi davranmalarına inanmak zordur fakat yapılan budur.Cim Bom’un bu sezonki Devler Ligi serüveni daha ilk maçta bitti! Anderlecht karşısında İstanbul’da yaşanan perişanlık, sonrasında neler olabileceğini de haber veriyordu. Bu noktada yorumculuk görevinin gerektiği gibi yapılabilmesi, Galatasaray’a da yararlı olurdu. Fakat ‘sen aslansın kaplansın, ezer geçersin/geçen sezonlarda yaptın, yine başarırsın’ türünden gazlamalar bütün gerçeklerin önüne geçti ve bu tarihi utanç ortaya çıktı.Bu sadece Galatasaray’la ilgili bir durum değil, uluslararası alanda herhangi bir yarışmaya girecek her takımımızla ilgili olarak aynı şeyler yapılıyor. Elbette ki o takımın ilgili ve yetkililerinin buna çok da aldırış etmediklerini biliyorum ama işin yorumculuk boyutunda daha ciddi ve tutarlı olma zorunluluğu da bu kadar görmezden gelinemez. Topluma seslenme ayrıcalığına sahip olan insanların daha sağlam görüşlerle ortaya çıkmaları gerekir.Bu bakımdan, Sarı Kırmızılı takımın bu sezon Devler Ligi’nde yaşadıkları rezalette yorumcuların da önemli bir payı vardır ve bunun için cezalandırılmaları gerekir. Aslında sadece onları değil bize böyle masallar anlatmayı iş edinmiş bütün iktidar sahiplerini cezalandırmayı bilmeliyiz. Bunun nasıl yapılabileceğini öğrendiğimizde de memlekette sadece futbolun değil daha pek çok şeyin güzelleşeceğine inanabiliriz. Hangisini beğeniyoruz? Vatandaşların hangi futbol yorumcularını beğenip kimlere tepki gösterdiği yolundaki eğlenceli olaylar defalarca başımdan geçmiştir. Bununla ilgili olarak 2006 Dünya Kupası sırasında Frankfurt’ta yaşadığım bir durumu aktarmak isterim.Deniz Gökçe hocamla birlikte o dönemde Hürriyet’te çalışan Altan Tanrıkulu ve Erman Toroğlu’nun kentin Zeil bölgesinde 10 günlüğüne bize bırakmak üzere oldukları evden henüz çıkmış, caddede yürüyordum. Erman Toroğlu da benimle gelmek istemiş, “Hocam, seninle yürümek çok sıkıntılı oluyor. Her dakika yolumuz kesiliyor ve bezdirici taraftar muhabbeti başlıyor” diyerek düpedüz kaçmıştım.İyi-kötü ben de tanındığım için o çekindiğim durumdan pek kurtulamadım. Adım başı karşılaştığımız vatandaşlarımızdan biri Fatih Akyel’in akrabası olduğunu belirterek daha uzun süreli bir ayaküstü konuşma hakkı elde etmiş oldu! Anlattıkları bıktırıcı şeylerdi. Güya, Toroğlu ve Ahmet Çakar gibi yorumculardan nefret ediyorlar, benim gibileri televizyonlarda daha çok görmek istiyorlardı.Pek yapmam ama nedense zamanı geldi diye düşünmüş olmalıyım: “Bak kardeşim” dedim, ‘Bu konudaki ikiyüzlülüklerden bezdiğimi’ aktarıp sözlerimi şöyle sürdürdüm:“O, beğenmediğinizi söylediğiniz, güya tepki gösterdiğiniz insanlar en büyük gücü sizlerden alıyor. Öyle ya da böyle onlara ilgi gösteriyor ve reytinglerinin yükselmesini sağlıyorsunuz. Yapacağınız en akıllıca iş onlarla hiç ilgilenmemek. Fakat siz bu konuda dürüst değilsiniz. Örneğin, birkaç dakika sonra Erman hoca geçecek buradan. Benimle konuşurken bile onu görsen fırlayıp gideceksin yanına ve başlayacaksın onu ne kadar beğendiğini anlatmaya…”Önce biraz bocalasa da ardından “Valla doğru söylüyorsun hocam” deyip gülmeye başladı. Gülmesi bitince de “Sahi, Erman Toroğlu burada mı hocam?” diye sordu…

Asırlık çınarlar tarihe şahitlik ediyor

$
0
0
Yüzyıllar boyunca birçok savaş, doğal afet ve insan kıyımına rağmen Anadolu'daki binlerce anıt ağacın günümüze kadar yaşamasının en büyük nedeni kutsal ve mistik hikaye ve rivayetlere konu olması.Nesilden nesile aktarılan bu hikaye ve rivayetler toplumda hem ağaçlara olan duyarlılığın artması, hem de bu tür ağaçların uzun yıllar yamasına vesile oluyor. Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Yüksek Kurulu kararıyla 'tabiat yapısı ölçüleri ve diğer özellikleri bakımından anıtsal nitelik kazanan ağaçlar bir yönüyle de tarihe şahitlik ediyor. İnsan ömrünün 15-20 katı uzunluğunda yaşayan anıt ağaçlar, yaklaşık 900 ila 1000 yıllık ömre sahip. İstanbul Üniversitesi Orman Fakültesi Orman Botaniği Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Doç. Dr. Nesibe Köse, anıt ağaçların kendileri için aynı zamanda birer meteoroloji istasyonu konumunda olduğunu belirtiyor. Sadece Bursa'da 400 civarında bulunan anıt ağaçların ülke genelindeki sayısı binleri geçiyor. Ancak yapılaşma sebebiyle katledilen anıt ağaç sayısı hiç de az değil.Bursa Ulu Çınar, Bolu Abant Güvem Köyündeki Uşaklı Çam ağacı, Eskici Baba Çınarı, Kavaklı Camisi Çınarı, Kepez Saçlı Meşe Ağacı, Gedelma Çınarı, Dede Menengici, Onat Çınarı ve Keramet Dutu Türkiye'deki binlerce asırlık ağaçtan sadece birkaçı. Yer yer destanlara da konu olan anıt ağaçları özellikle Türk ve Yunan mitolojisinde görmek mümkün. Önemli Türk destanı Oğuzname'de bir çift anıt ağacın Oğuz neslinin kökeni olduğunun anlatıldığına şahit oluyoruz. Yunan mitolojisinde de Apollon'u kendisine aşık eden Cupaerrios'un Zeus tarafından ağaç haline getirilmesi anlatılır. İstanbul Üniversitesi Orman Fakültesi Orman Botaniği Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Doç. Dr. Nesibe Köse, anıt ağaçların kendileri için aynı zamanda birer meteoroloji istasyonu konumunda olduğunu belirtiyor. Köse, bir ağacın normal yaşamından çok daha uzun yaşayanlara anıt ağaç denildiğine dikkat çeken Köse, "Anıt ağaçların uzun yaşaması yanında mistik, kültürel bir takım olgularında onun üzerine eklenmiş olması onları daha değerli yapar. Mesela Osmanlı'da bir padişahın beşiğinin bir ağaç üzerinde sallanıyor olarak rivayet edilmesi gibi." ifadelerini kullanıyor.Türkiye'nin anıt ağaç zengini olduğunu dile getiren Köse, şunları söylüyor: "Aslında çok daha fazla olabilir. Özellikle ormanlarda daha çok anıt ağaç var. Bin yaşında kara çamları görebiliyoruz. Aslında bizim için tek anıt ağaçtansa orman şeklinde ki anıt ağaçlar daha değerlidir. Çünkü bu tür orman anıt ağaçlardan aldığımız örneklerle geçmişin iklimi hakkında bilgi edinebiliyoruz. Orman şeklinde ki anıt ağaçların yıllık halka genişlikleri sayesinde geçmişin iklimini tahmin edebiliyoruz. Geçmiş iklimini bilme de bize geleceğin iklimi açısından çok önemlidir. Bu ağaçlar aynı zamanda bizim için birer Meteoroloji istasyonu konumunda diyebiliriz. Orman şeklindeki anıt ağaçlardan 800-900 yıl geçmişe giderek geçmiş dönemin iklimini tahmin edebiliyoruz."Halkın inançları doğrultusunda anıt ağaçları önemsediğine dikkat çeken Köse, bunun da ağaçlara olan duyarlılık açısından önemli olduğunu kaydediyor. Orman botaniği anabilir dalından Nesibe Köse, Türkiye'de daha çok çınar ağaçlarının uzun yaşadığı anlayışına rağmen karaçam ve ardıç ağaçlarından daha uzun ömürle ve orman şeklide görebildiklerini söylüyor.Karaçamların 800 yaşın üstünde orman oluşturduğuna şahit olduklarını anlatan Köse, "Burdur'da oldukça yaşlı Karaçam ormanı mevcut. Çorum'da yine bu tür orman var. Ardıç ağaçlarından da Türkiye'de 900 yılın üstünde ormanlar bulunuyor." şeklinde konuşuyor.Anıt ağaçlardan çınarların içinin çok çabuk çürüdüğünün anlatan Nesibe Köse, sözlerini şöyle tamamlıyor: "Ağaçların ayakta kalmasını sağlayan asıl kısım dış kısmıdır. Dış kısım da zaman zaman demir çubuk gibi başka materyallerle korunur. Ayrıca mantar böceklerine karşıda kimyasallar kullanılır."UŞAKLI ÇAMYöresel tarih ve folklor açısından en çarpıcı örneklerinden biri Bolu Abant Güvem Köyü'ndeki 'Uşaklı Çam'dır. Ağaç, ilginç dalları ve tepe yapısından kaynaklanan çok çatallı gövdesiyle yöre halkı tarafından doğurganlığın simgesi olarak algılanıyor. Bu nedenle çocuksuz kadınların bu ağaca yapacağı ziyaretin mutlaka ödüllendirileceğine inanılıp çevre halkı arasında 'Uşaklı Çam"' olarak arlandırılır.ARAP ASILAN AĞAÇAntalya'nın Akseki ilçesine bağlı İbradı beldesinde bulunan kestane ağacı da, Arap asılan ağaç olarak adlandırılır. Anlatılan öyküye göre, İbradı'da bir genç kız öldürülür. Arap bir jandarma eri cinayetten sorumlu tutularak yargılanmaksızın asılır. Olay aydınlanıp gerçek katilin bulunması üzerine Arap erin ölümüne üzülen yöre halkı, bu hüzünlü olayı toplumun belleğinde canlı tutmak amacıyla jandarma erinin asıldığı 265 santimetre çaplı bu ağaca, 'Arap Asılan' adını verir.KOĞUK ÇINAROsmanlı hükümdarı Yıldırım Bayezıd, bir seferden Bursa'ya dönüşünde o yıl çocuk doğuran bütün kadınlara maaş bağlanmasını emreder. 70 yaşında bir kadın da çocuk doğurduğunu iddia ederek kendisine maaş bağlanmasını ister. Sultan Beyazid, "Senin yaşında bir kadın nasıl olur da çocuk doğurur" deyince, kadın "Çocuk doğurmadım ama onun kadar kıymetli bir çınar diktim" diye cevap verir. Bunun üzerine kendisine maaş (ulufe) bağlanır. Anlatılanlara göre, bu olaydan sonra yeniçerilere maaşlarının bu ağacın altında dağıtılması gelenekselleşir ve bu nedenle ağaca 'Ulufeli Çınar' da denilir.MIZIK ÇAMITürkiye'de hikayelere konu olan anıt ağaçlardan biride Osmanlı'nın Anıt Ağacı olarak bilinen Kütahya'da da ki 'Mızık Çamı. Domaniç'in Domur köyünde bulunan 'Mızık Çamı', Osman Gazi'nin bebekliğinde ninesi Hayme Ana tarafından dallarına salıncak kurularak avutulduğu rivayet edilir.DUA ÇINARIBursa'nın en eski çınarlarından olan Dua çınarı bu gün bir mahalle ve metroya ismini vermiş. 'Dua Çınarı', ismini somuncu babanın şehirden ayrılırken dua etmesinden alır. Rivayete göre Ulucami'nin açılışındaki meşhur hutbesinden sonra ifşa olan Somuncu Baba'nın Bursa'dan ayrılırken bu çınarın altında dua eder. Ve bu çınar adını buradan alır. Bu gün olmayan Dua çınarı, 90'lı yıllarda yol yapım çalışmasında ortadan kalktı. Devrilen bu çınarın gövdesinden kesilmiş iki büyük parça Uludağ Üniversitesi Görükle Sanat Galerisinin girişine gönderildi.İNKAYA ÇINARIBursa Uludağ yolunda ki İnkaya köyünde yer alan bu çınar Bursa'nın en çok ziyaret edilen Ulu çınarı. Şu anda 600'ü aşkın yaşı ile en sağlam duran çınarlardan biri. Gövdesi 10 metre yüksekliği 35 metre olan bu çınarın dalları dahi bir ağacın gövdesi kadar kalın.Bursa anıt ağaç cennetiBursa, Osmanlı Devletine de esin kaynağı olmuş çınar ağaçlarının adeta merkezi durumunda. Çınarla birlikte çam, meşe, manolya, ardıç ve servi türleri de kentin çeşitli bölgelerini süslüyor. Ortalama yaşları 100 ila 600 yılları arasında değişen anıt ağaçlardan Bursa'da tescilli 400 adet koruma altına alınmış durumda. Büyükşehir Belediyesi 2013 yılında yaptığı envanter çalışmasında bin 250 civarında ağaçta inceleme yaptı. İncelemede 400 adet tescilli doğal anıt ağacı olup, geride kalan 850 ağaç ise tescilsiz bir şekilde koruma altına alındı.

Hırsız muhabir olunca...

$
0
0
Jake Gyllenhaal’in başrolünde yer aldığı ve geçtiğimiz günlerde vizyona giren Gece Vurgunu , hikâyesiyle dikkat çekiyor. Bir hırsızın muhabir olmak uğruna gözünü ne kadar karartabileceğini anlatan film, izlenmeyi hak ediyor.Kirli Para, Bourne'un Mirası ve The Fall gibi filmlerin senaristliğini yapan Dan Gilroy, Gece Vurgunu (Nightcrawler) ile ilk kez yönetmenlik koltuğuna oturuyor. Kamerasını Los Angeles'ın karanlık gecelerine çeviren Gilroy'ın bu filmi, medya sektöründe yaşananları çarpıcı bir biçimde eleştiriyor. Sinema çevrelerinin şimdiden klasikler arasında gördüğü Gece Vurgunu aynı zamanda bir insanın hedefi uğruna nasıl yoldan çıkabileceğini de gösteriyor.Filmin ana karakteri Louis Bloom, daima amaçları peşinde koşan ve ne olursa olsun asla pes etmeyen biridir. Los Angeles'a karanlık bastığında tel örgüleri ve rögar kapaklarını çalıp sonrasında onları satarak üç beş kuruşa hayatını devam ettirmeye çalışır. Ta ki bir gece şehirde yaşanan suç olaylarını kameralarına kaydeden gece muhabirlerine rastlayana kadar. O andan sonra Bloom'un tek isteği onlar gibi olup kısa yoldan para kazanabilmektir. Geceleri Los Angeles'ı sokak sokak tarayıp suçtan suça koşan Bloom, ertesi günün haberlerine en iyi görüntüyü satmayı ister. Ancak her şeyin bir bedelinin olduğunu anlaması da geç olmaz. Artık onun hayattaki tek düsturu “amaca giden her yolun mübah olduğu” gerçeğidir.Gece Vurgunu, medyanın ahlaki değerlerinden vazgeçtiğinde nasıl bir bataklığa dönüşebileceğini gerçekçi bir dille ekrana yansıtıyor. İstediğini elde etmek için her şeyi göze alan Bloom, karşısında kana susamış ve hep daha fazla kan bekleyen medyanın beklentisini karşılamak için tam bir sosyopata döner. Basit bir el kamerası alarak başladığı gece muhabirliğinde korkusuz ve kural tanımaz hale gelir. Daha iyi bir kamera, eskisinden hızlı araba, bir yardımcı, tüm polis telsiz kodları ve en yeni navigasyon sistemleri elinin altındadır. Yeri geldiğinde insanların hayatlarını tehlikeye atmaktan ve bunu haber malzemesi yapmaktan bile çekinmez olur. Kendisinin de itiraf ettiği gibi insanları sevmeyen Bloom, hep daha fazlasını elde etmenin peşindedir. Kazalarda kan revan içinde kalmış insanları diplerine yaklaşıp çeken, olay yeri inceleme kurallarına uymadan izinsizce evlere giren ve kişisel eşyaları alan hatta delillerle oynayıp kendi tuzağı haline getiren gözü kara bir muhabir daha ne kadar öteye gidebilir demenize fırsat kalmadan film sizi sudan çıkmış balığa döndürüyor.Filmde Bloom'un sahip olduğu egosu ve aşırı düzeydeki hırsı sık sık önümüze çıkıyor. Kimi yerde bunu bizzat bize o anlatıyor kimi yerdeyse yaptıklarıyla sarsılıyoruz ve zaten söze gerek kalmıyor. Muhabirlik isteğini anlamaya çalışan haber yapımcısına “Bir şeyleri kovalama sebebin kovaladığın şey kadar önemlidir.” diyerek aslında kapitalist düzenin dayattığı sistemi de özetliyor Bloom. Basına takındıkları yanlış misyonlardan dolayı büyük bir eleştiri getiren filmin bunu başardığı söylenebilir. Bloom, hırsının kurbanı olduğu kadar haber yapımcısı Nina'nın ondan istediği haberlerin özelliklerine de yenik düşer. İşini kaybetmemek uğruna her türlü riski göze alan Nina, ondan fakir siyahların zengin beyazları soyduğu suçlardan her türlü kan ve şiddet dolu kazalara kadar tüm görüntüleri çekmesini ister. Gyllenhaal, oyunculuğu ile Oscar'a yakın Gece Vurgunu'nun başrolünde yer alan Jake Gyllenhaal (Louis Bloom)'e Rene Russo (Nina) ve Riz Ahmed eşlik ediyor. İzledikçe insanı filme çeken başarılı performansı ile Gyllenhaal’in Oscar ödülüne en yakın isimler arasında olacağı tahmin ediliyor. Rolü için uzun süre hazırlanan ve birtakım değişiklikler geçiren Gyllenhaal'in oyunculuğu sinema eleştirmenleri tarafından büyük beğeni toplamasının yanı sıra şimdiye kadar olan en iyi performansı olarak değerlendirildi.Yönetmen Gilroy, yaklaşık iki saat süren film boyunca seyirciyi Los Angeles gecelerinden neredeyse hiç çıkarmıyor. İsmiyle uyumlu olduğunu söyleyebileceğimiz filmde gündüzlerin gösterildiği sahneler sayılabilecek kadar az. Bloom gündüzleri ya evinde TV başına geçip çektiği görüntüleri haberlerde izliyor ya da bilgisayar ekranı karşısında kafasına takılanları nasıl aşacağının cevaplarını arıyor. Ancak Bloom'un görüntü başına aldığı paranın ve kariyerinin yükselmesine rağmen aynı stüdyo tipi küçük dairesinde oturması dikkat çekiyor. Bu durum para kazandıkça ilk işi son model bir araba almak olan birinin nasıl oluyor da aynı evde inat ettiği sorusunu akıllara getiriyor. Filmdeki öne çıkan detaylardan biri de karakterlere özellikle de Bloom'a olan yakın çekimlerin fazlalığı.Gece Vurgunu'nun senaryosuna sadık kalması açısından oldukça başarılı bir yapım olduğunu söylemek mümkün. Bunu yönetmenin yirmi yıllık senaristlik kariyerine bağlıyoruz. Yönetmenin sahneleri kimi bölümlerde hızlandırması ve görüntünün üzerine sesleri hızlı biçimde geçmesi yapımın eksi yönleri olarak gözümüze çarpıyor. Ancak filmin son bölümündeki araba kovalamaca ve takip sahneleri, gerilimin üstüne aksiyonun dozunu artırarak son noktayı koyuyor.

[Haftanın Albümleri] Fırat Tanış’ın Mor’üyaları

$
0
0
Birçoğumuzun televizyon ve beyazperdeden tanıdığı Fırat Tanış, müzisyen kimliği ile de öne çıkan bir isim.İlk kez Yani isimli şarkısıyla bu sergileyen sanatçı, Mor’üyalar albümü ile karşımızda. Albümde söz ve müziği kendisine ait şarkıların yanı sıra bestesi Turgay Yakut’a ait Behçet Necatigil’in ‘Sevgilerde’ şiiriyle Cüneyt Uzunlar’ın ‘Yavaş’ adlı şiiri, bir de söz ve müziği Barış Çakmakçı, Batur Alp Özcan’a ait ‘Ali Yapar’ adlı şarkı bulunuyor. Mor’üyalar, hüznün, sevdanın ve şiirin müzik tuvaline yansımış hali gibi. Fırat Tanış - Mor’üyalar - Ada Müzik * Caz tadında sevilen şarkılarTurkish Standards albümü ile dikkatleri çeken Yavuz Akyazıcı Project, serinin ikinci albümü ile karşımızda. Akyazıcı ve ekibi bu çalışmasında bildiğimiz ve sevdiğimiz şarkıları caz standartlarında dinleyiciye sunuyor. Turkish Standards Vol.2 adlı albümde Nil Karaibrahimgil’in Kanatlarım Var Ruhumda, Duman’ın Senden Daha Güzel, Göksel’in Depresyondayım, Teoman’ın Renkli Rüyalar Oteli gibi sevilen şarkıları yer alıyor. Albümde gitarda Yavuz Akyazıcı, vokalde Evrim Özşuca, soprano ve tenor saksafonda Yahya Dai, kontrbasta Volkan Hürsever ve davulda Turgut Alp Bekoğlu yer alıyor. Yavuz Akyazıcı Project - Turkish Standards Vol.2 - Esen Müzik * LuXuS’ün hunisi başındaLuXuS; eğlenceli ve nev’i şahsına münhasır bir müzik grubu. Acayip Şeyler, Bi’Lareya albümleri ile önemli bir dinleyici kitlesi oluşturan topluluk üçüncü albümleri Hunim Başımda ile karşımızda. Kendilerini; İstanbullu ‘world music’ grubu olarak tanımlayan LuXuS, ağırlıklı solistleri ‘Alper Bakıner’ şarkılarından oluşan bir seçki hazırlamış. Önceki albümlerinde, beslendiği müzikal kaynakların sınırsızlığıyla dikkat çeken LuXuS’un yeni allbümünün sürprizi ise 70’li yıllarda Ajda Pekkan’ın seslendirdiği Hür Doğdum cover’ı. LuXuS -Hunim Başımda - Anadolu Müzik

Faşizmin gölgesinde aydın olmak…

$
0
0
“Dünün üzüntüleri ve yarının endişeleriyle donatılmış bir kalpten, bugün için bir şey bekleme...” diyordu 39 yıl önce hayatını kaybeden Hannah Arendt. İktidarın soğuk nefesini ömrü boyunca ensesinde hisseden birinden de daha farklı bir söz beklenemezdi. Lakin yine de umut, şu satırların arasından bir huzme olarak kendini hissettiriyor: “Saatler akar / Günler geçer, / Elde kalan / Sadece yaşamak.”Aristoteles, siyaseti; en iyi olanı bulma ve ona göre yaşama etkinliği olarak değerlendirir. Şehvani arzuları dindirmek ve belirli bir ahlak temelinde ortak bir yaşam kurmak, insanlık tarihi boyunca herkesin hayallerini süsler. Fakat bu hayaller, gerçeklik duvarına çarptıklarında ortaya bir uçurum çıkar: ‘Olan’ ve ‘olması gereken’. İnsan, devlet ve yasalar hakkında düşünen herkes bu uçurumun nasıl kapatılacağı ve iki hasım kardeşin nasıl barıştırılacağı konusunda ömrünü geçirmiştir. Siyaset bilgisinin amacı ise içinde bulunulan şartlar altında dengeyi bulmaya çalışmaktır.Olan ve olması gereken arasında süren politika içindeki bu kadim gerginlik, modern dönemde reel politiğin zaferiyle sonuçlandı. Ahlaki ilkeler, artık yalnızca reel olana bağlı bir sonuç haline geldi. Örneğin Machiavelli’nin ‘Prens’i, mutlak iktidara ulaşana kadar her yasanın askıya alınması gerektiğini savundu. Ya da Thomas Hobbes’un ‘Leviathan’ı, ölümü göstererek her türlü baskıyı meşru göstermeye çalıştı. Bu anlamda modern dünyada iktidar, her şeyi belirleyen ama kendisi müphem kalan bir anlama sahip oldu. Tam da bu noktada, olanın müphemliğine olması gerekenin ufkunu yerleştirecek bir isim kazandı bilim dünyası. O isim Hannah Arendt’ti. Arendt, yaşamı boyunca reel politikle moral politik arasındaki bu sıfır toplamlı oyuna şahitlik etti. İmparatorlukları, demokrasileri ve faşist rejimleri gören düşünür, siyasetin eski mabetleri yıkarken yerine nasıl yeni mabetler kurduğunu en derinden hissetti ve anlamaya çalıştı. Bu şahit olma durumuna bakalım şimdi de.Değerlerin deccalı ve kâbusArendt, yirminci yüzyılın başında doğar. Kronolojik olarak yirminci yüzyılmış izlenimi veren bu zaman dilimi, aslında insanlık tarihinin en çarpıcı, en yıkıcı ve Eric Hobsbawm’ın tabiriyle ‘en uzun yüzyılını’ oluşturacaktır. Dünyanın yeni idealler merkezinde kurulduğu ama zamanın şartlarına dayanamayıp çöktüğü bu süreçler, aynı zamanda Arendt’in ilerleyen yıllardaki entelektüel kimliğinin ve siyasal duruşunun da temellerini atacaktır. Arendt, daha gençlik yıllarında kafasındaki bu sorunlarla felsefe doktoru olur. Fakat bu evrede, hayatının dönüm noktalarından biri gerçekleşecektir. Değerlerinin deccalı olan Hitler, genç Arendt’in dünyasına bir kâbus gibi çöker. Arendt, modernliğin yaşadığı belki de en büyük kırılma olan faşizm için katmerli bir düşmandır. Hem liberal değerleri savunur hem de bir Yahudi’dir. Arendt’in biyografisindeki bu altüst oluş aynı zamanda sevdiği, kendisinin bir parçası gibi gördüğü her şeyden de bir kopuşu getirecektir. Buna, ülkesinden başka diyarlara göç etmek kadar hayal kırıklığına uğramak da dahildir. Bunun en bilindik örneklerinden biri ise Arendt’in hocası ve en değer verdiği insanlardan biri olan Martin Heidegger’in faşizmi desteklemesidir. Bu noktadan itibaren Arendt, yersiz yurtsuz bir şekilde dolaşacaktır.Hannah Arendt yaşamı boyunca siyaseti, insanlığın tek gerçek durumu olarak görür. Ona göre insan ne iki ayağı üstünde duran, ne de alet yapan bir varlıktır; insan yalnız ve yalnızca siyaset yapar! Kendisine göre siyaset, bir var oluş biçimidir. İnsanın insanlığının ortaya çıktığı tek etkinliktir. Arendt’in eski Yunan siyaset felsefesine ve üstadı Aristo’ya olan düşkünlüğü de bu anlayıştan kaynaklanır. Arendt, Aristo’nun en iyiye yönelik arayışı ile meşhur aydınlanma düşüncesinin kalıcı barışı arasında bir ittifak kurmaya çalışır. Bu ittifak, bütün zıtlıkları birleştirmeyi, düşmanları barıştırmayı, tezatlıklardan dinamik ama ahenkli bir bütün üretmeyi amaçlar. Siyaset, bir sorun çözme etkinliğidir ama yeni sorunları üretme pahasına gerçekleşecek çözümler! Arendt yazılarında bu durumun tamamen bilincinde olduğunu gösterir. Başka bir deyişle Arendt için her kurtuluş vaadi içten içe başka esaretlere gebedir.Faşizm ve Stalinizm’in hayaletleriSiyasetin çözüm ürettiği kadar sorun da ürettiğini bilen Arendt, eserlerinde her politik sistemin bir şeyleri içeriye alırken bir şeyleri de dışarıda bıraktığını incelikli bir şekilde gösterir. Modern toplum, bütün insanlığa ideal bir düzen sunmanın, evrensel değerler çerçevesinde insanları birleştirmenin arayışında olurken aslında sürekli dışarıda birilerini bırakır. Daha doğrusu, dostlarının arasındaki dayanışmayı sağlamak için kendi günah keçilerini icat eder. Siyaset, bu düşmanın karşısında teyakkuz halinde olmaktan alır tüm hayat kaynağını. Bundan dolayı her dönem bir düşmana ihtiyaç duyar. Hal böyleyken Arendt, yaşamı boyunca faşizmin ve Stalinizm’in hayaletleriyle boğuşur. Fakat onun için yirminci yüzyılın en şok edici bu iki sistemi, birer istisna değildir. Bu sistemler, anlamını politik durumun sıradanlığında bulur. Çünkü siyaset, iyilikler vaat ederken kötülüğü de sıradanlaştırır!Arendt’in 39. ölüm yıldönümünde insanlığın tek oyunu, kendi senaryosunu ilk defaymışçasına oynamaya devam ediyor. Dostluklar, sadakatlerini dışarıda kim olduğu bilinmeyen bir düşmandan alıyor. Siyaset, galip ve mağlup taraflarıyla her daim bir cadı avı yürütürken Arendt, olan ve olması gereken arasındaki boşluğun ne türden illüzyonlarla kapatıldığını görmek isteyenlere yol göstermeyi sürdürüyor. Bugünün gözüyle bakıldığında aktörler değişse de yaşananlar hep aynı, aynı olmaya da devam edecek gibi görünüyor fakat yine de siyasetin sıfır toplamlı oyununda insanlık için bir şeyler ümit etmek isteyen herkese Arendt, hâlâ nice fırsatlar sunmaya devam ediyor.

Ahmet Dönmez: 17 Aralık'ı başlatan düğmeye AKP bastı

$
0
0
Gazeteci Ahmet Dönmez, “Yüzde On/Adil Düzenden Havuz Düzenine” adlı kitabında, yolsuzluk ve ihalelerden yüzde on komisyon alınması iddialarını anlatıyor. Dönmez, “17 Aralık olduğunda ortaya çıkanlara en az şaşıranlardan biri benim.” diyor.Ahmet Dönmez’i kamuoyu Tayyip Erdoğan’a 17-25 Aralık soruşturmalarını, Urla’daki villaları soran ilk ve tek muhabir olarak tanıyor. Dönmez, İspanya başbakanıyla yaptığı ortak basın toplantısında o zaman başbakan olan Erdoğan’a üç soru sormuştu. Erdoğan cevap vermek yerine Dönmez’i tehdit etmişti. Kameralar önünde yaşanan bu olay epey konuşulmuştu. Sonrasında neler olduğunu Ahmet Dönmez, kitabında anlatıyor. Halen Ankara’da başbakanlık muhabirliği yapan Dönmez, Klas Yayınları’ndan çıkan “Yüzde On/Adil Düzenden Havuz Düzenine” adlı kitabında, Erdoğan’a ve yakın çevresine dair yolsuzluk ve ihalelerden yüzde on komisyon alınması iddialarına yer veriyor. Kitabınızda en az 17 ve 25 Aralık soruşturmalarında bahsi geçen konular kadar çok çarpıcı bilgiler var. Yayınlama kararı aldığınızda tedirginlik yaşamadınız mı hiç?Her kelimesinin arkasında duracağım bir kitap. Vicdanım çok rahat. Hiç kimseye bilmeden iftira atmak, çamur atmak gibi bir derdim yok. Ama büyük bir riske girdim, bilerek göze aldım. Hukuk da yok biliyorsunuz.Belgeli mi her şey?Bunların bazıları iddianamelere yansımış zaten, müfettiş raporlarında var. Yargılama konusu olmuş. Bazılarından berat edilmiş bazılarından ceza alınmış. Çok fazla soruşturma ve dava var. Erdoğan’ın geçmişiyle ilgili ekibinden, çalışma arkadaşlarından birçok kişi sanık. Bazıları da dokunulmazlık zırhına kavuştukları için kurtulmuşlar. Burada işin teknik kısımlarından ziyade benim derdim şuydu; geçenlerde Cumhurbaşkanı Erdoğan “Hukuk başka bir şey yasa başka bir şeydir.” dedi. Ben de tam olarak kendi cümlesinden yola çıkarak şöyle diyorum: O dönem veya daha sonrasında mahkemelerin ya da kanunların birtakım boşluklarından faydalanılmış olabilir ama özünde bir yolsuzluk var mıydı yok muydu bunun peşindeydim. Belediye, AKP, Başbakanlık muhabirliği yaptım. İstanbul’da, Ankara’da. Meslek hayatım genellikle Erdoğan’ın çevresinin yolsuzluk hikâyelerini dinlemekle geçti. 17 Aralık olduğunda ortaya çıkanlara en az şaşıranlardan biri benim. Peki, konjonktür bu yönde olmasaydı bunları yazabilir miydiniz?2002’li yıllarda bu kitap için çok faydalandığım arşivleri biriktirmeye başlamıştım. Konjonktür uygun değildi. Daha sonra Türkiye yoğun bir şekilde askeri vesayetle hesaplaşma sürecine girdi. Ergenekon operasyonları oldu, Balyoz oldu, referandum oldu, bu kitap ancak 17 Aralık’la anlamlı hale geldi.Türkiye hazır değil miydi o zaman?Hem Türkiye hem muhafazakâr kesim hazır değildi. Biz gazeteciler, özellikle görmezden gelen gazeteciler, siyasetçiler, bilgisi olan herkes vebal taşıyor. Eğer halka düzgün şekilde anlatabilseydik, hem bu kadar büyümezdi hem bugün “30 Mart ve 10 Ağustos’ta böyle bir sonuç çıktı, bu halkın hiç mi yolsuzluk konusunda duyarlılığı yok?” demezdik. En azından hazırlamak gerekirdi. Erdoğan bütün siyasi hayatı boyunca, “olağanüstü şartlar, daha büyük resme odaklanalım” söylemi sayesinde kurtuldu. İlk 2001 operasyonları Albayraklar, temiz şehir operasyonu… Bence de bir 28 Şubat operasyonuydu, Tayyip Erdoğan’ın önünü kesme amacı taşıyordu. O gün de bunu düşünüyordum, bugün de öyle düşünüyorum. Biz, bizden kastım inançlı olduğunu iddia eden kesimlerin tamamı, bu bir 28 Şubat operasyonu olsa da kendi içimizde bir hesaplaşma yapabilmeliydik. Yani bir dakika, evet birileri önünü kesmek istiyor ama raporlar ve iddianamede yenilir yutulur olmayan itiraflar var. 2001 operasyonunda muhafazakar kesim o iddiaları görmek istemedi.Görmeye acaba takati mi yoktu? O kadar büyük bir tokat yiyordu ki o sırada…Aynen öyle topyekûn bir derin devletin ya da devlet diyelim, ceberut anlayışla bütün inananların üzerine geldiği, değerlerini inançlarını yok etmek istediği, toplumsal hayatın dışına itmek istediği algısı, korkusu, kendi içerisinde kenetlenmeye, kol kırılır yen içinde kalır anlayışına itti. Yani Erdoğan’a muhtaç etti. Böylesine büyük bir kavga varken bunlara bakmak doğru değil. AKP kurulduktan sonra da yolsuzluklar vardı hep. Kitapta tek tek hatırlattım bunları. Kendi partisi içinden de itirazlar yükseldi. O zamanlarda da hep askeri vesayet, Ergenekon, Balyoz, referandum, seçim derken olağanüstü şartlar, büyük resme odaklanalım kaygısı, algısı ve tavrıyla yine yolsuzlukları görmezden geldi. Geldik 17 Aralık’a. Recep Tayyip Erdoğan, 17 Aralık’ta ilk kez hiçbir olağanüstü şartın etkisi olmaksızın yolsuzluklarıyla yüz yüze geldi. Askeri vesayet geriletilmiş, Ergenekon operasyonları olmuş, MİT büyük ölçüde hükümetin adeta kolluk gücüne dönmüş, istihbarat organına dönmüş, yargı keza eskisi gibi sorun çıkaran bir yargı değil. Medya sindirilmiş bir medya. Yolsuzluk haberlerini hemen hemen giremeyen bir medya var. Genel anlamda AKP yolsuzlukları bir anda halkın önüne kondu. Erdoğan daha önceki dönemlerinde bir tecrübe ile olağanüstü bir süreç başlatma ihtiyacı duydu. Bundan her zaman başarıyla çıktı, bir düşman oluşturması gerekiyordu. Ne yaptı, bir paralel devlet heyulası oluşturdu. Algı yönetiminde başarılı oldu.Sizce Cemaat, 17 Aralık’ta niçin 2001 gibi yapmadı? Dershaneler sebebiyle mi?Bu kitabı ve bundan sonraki kitabı çalışırken bu süreci iyi inceledim. Birçok kişiyle görüştüm. 17 Aralık fezlekesini didik didik okudum ve şu sonuca vardım: 17 Aralık birilerinin düğmeye basması ise eğer bu AKP’nin düğmeye basmasıdır. Yanlışlıkla. Bu soruşturma devam ederken Muammer Güler’in ve Reza Zarrab’ın adamlarının takip edildiklerinden şüphelenmesiyle hızlı bir şekilde soruşturmayı deşifre etmeye yönelik hamleleri var. Bu operasyon yine olacaktı, Cemaat yine aynı tepkiyi verecekti. Bundan dolayı birilerinin dershane olayını erken patlattığı fikrine daha yakınım. Bu mesele Cemaat-AKP meselesi değil, bu mesele namuslular ile namussuzların kavgası. Hırsızla polisin kavgası. Dürüst olanlarla dürüst olmayanların kavgası.Kitap için diğer Müslüman ülkeleri de incelemişsiniz. Çarpıcıdır onlarda da benzer süreçler var.Pakistan’da yolsuzluk, Hindistan’da yolsuzluk diye kitaplar var. Bir de Hüseyin el Attas merhum Malezyalı bir akademisyen, toplumların çöküşünde rüşvet diye çok kıymetli bir eseri var. Çokça alıntı yaptım bu kitaptan. Endonezya, Malezya, Hindistan, Pakistan, Singapur, Afganistan, Kuzey Afrika ülkelerinde yolsuzluk konusu, maalesef o kadar ileri boyutlara varmış ki kendi içerisindeki bazı siyasetçiler, akademisyenler ‘kokuşmuşluğun da iğrençleşmesi’ diye nitelemiş. Din adamlarının bile yolsuzluğa fetva vermesini biz bu İslâm ülkelerinin birçoğunda görüyoruz. Danışmanlık yaptıkları yöneticilere belirli zaruret durumlarında bu yola tevessül edebileceklerine dair fetvalar verdiklerini görebiliyoruz.

Kare kare Tempura tarifi (DÜNYALIK TATLAR)'da

$
0
0
Japon mutfağında en az suşi kadar sevilen bir yemek tempura. Her türlü deniz mahsulü, balık ve sebzenin una batırılarak kızartıldığı bu lezzet gerek görüntüsü gerekse tadıyla iştah kabartıyor. Damak tadımıza da uygun.Japon mutfağı tüm dünyaya daha çok suşiyle adını duyursa da taptaze malzemelerin, muhteşem bir sadelikle sanat eserine dönüştüğü onlarca lezzeti barındıran derinlikli bir mutfak olduğunu unutmamak lazım. ‘Tempura’ bunlardan yalnızca biri. Japonların çok sevdiği evde de yapılan bir ‘anne yemeği’ Japon mutfağında bir kızartma tekniği. Her türlü sebze, balık ya da deniz ürününden yapılan kızartma yemeği de diyebilirim buna. Uzmanlar sağlığa zararlı olduğu gerekçesiyle kızartmadan uzak durmamızı salık verir. Ben de kızartma yiyecekseniz tempura tekniğiyle yapmanızı… Zira asla yağlı bir lezzet içermiyor, kızartma gibi kokmuyor, damağınızda ağır bir tat bırakmıyor. Mesele birkaç basit ama mühim teknikten ibaret. Önce hikâyesi gelsin sonra tarif…Asırlar önce Portekizli misyonerler Japonya’ya gider. Bir yandan misyonerlik faaliyetlerini yerine getirirken öte yandan mutfaklarına ait bir lezzet olan tempurayı Japon ‘kardeşleriyle’ tanıştırırlar. Gel zaman git zaman çalışkan Japon aşçıları boş durmaz, tempurayı bambaşka bir forma sokar. Bundan dolayı günümüze gelindiğinde bu yemek Portekizlilerle değil, Japonlarla anılır olur. Bizde una bulanarak yapılan kızartmaya benziyor. Ancak tempuranın yöntemi çok farklı, teknik ve sunumu da öyle. Altı üstü kızartma diyebilirsiniz. Hori Japanese Restoran’ın tecrübeli şefi Atsushi Okubo ile mutfağa girene kadar ben de farklı düşünmüyordum. Ancak teknikleri öğrenince hiç de öyle olmadığını anladım. Tabağın hazırlanması 10 dakika bile sürmüyor. Ama o tabak şefimizin elinde adeta sanat eserine dönüşüyor. Kızartma sevenler ve hatta sevmeyenler en azından bir kere denemenizi tavsiye ediyorum. Bizdeki kızartmalar gibi ağır olmadığından götürün götürebildiğiniz kadar. Yaparken belirttiğim teknik ve püf noktalarına riayet edin yeter.Tempura yaparken dikkat!Tempura hamuruna katılan suyun buz gibi soğuk olması gerekiyor. Yumurta ve un da soğuk olmalı. Bu sebeple malzemelerin hepsi bir gece öncesinden buzdolabında bekletilmeli. Peki neden? Çünkü soğuk hamur sıcak yağla buluştuğunda hamurun yağı emmesi engellenmiş, böylece malzemeler yağ çekmeden kızartılmış oluyor. Ayrıca soğuk su birden buharlaşıp hamuru şişireceğinden, kızartma puf bir görüntü kazanıyor. Çıtır çıtır oluyor. Önemli bir diğer nokta da tempura hamurunun çok fazla çırpılmaması. Hafifçe bir-iki kere karıştırın kâfi. Un ile su özdeşmeyecek, oluşan topaklara asla müdahale edilmeyecek. Şefimiz karıştırma, malzemeleri hamura bulama işlemini ‘çop stik’ denilen çubuklarla yaptı ama bu işlem çatalla da yapılabilir. Bu arada hamur hazırlanmadan önce malzemeler hazırlanıp kurutulmuş olmalı ki onları hazırlarken soğuk hamuru bekletmeyelim.Şef Okubo, geleneksel olduğundan karidesi tercih etti ama bunun yerine herhangi bir balığı tercih edebilirsiniz. Sebze olarak ise her ne istiyorsanız… Biber, tatlı patates, havuç, mantar, patlıcan, kabak, fasulye, bamya vs. Hatta ustamızın yaptığı gibi bir tutam maydanoz bile olur. Bu arada sadece balık ya da sadece sebze tempura da yapabilirsiniz. Özetle teknik kısımlarına birebir uymanız koşuluyla malzeme ve sunum açısından istediğiniz kadar özgür olabileceğiniz bir yemek tempura. Afiyet olsun.TempuraMALZEMELER:2 adet karides/balık, 1 dilim havuç, 1 dilim biber, bir dilim patlıcan, bir adet mantar, bir tutam maydanoz.Hamuru için: 1 yumurta sarısı ile bir miktar suyu karıştırıp ardından yarım bardak unu ekleyip hafifçe karıştırın.Süsleme için: 3-5 adet demet haline getirilirmiş çubuk makarna. Bir miktar zencefil ve turp püresi.Yapılışı: Karides kullanacaksanız kabuklarından ayırın, sadece kuyruk kısmı kalsın. Balık arzu edenler küçük balık tercih edecekse bütün, büyük kullanacaksa istediği şekilde kesebilir, dilimleyebilir. Kılçığından-derisinden ayırın kafi. Sebzelerin dilimleme şekli göz zevkinize kalmış. Wok ya da derin bir tavada yağı kızdırın. Yağ bol olmalı, tavanın en azından 2/3’si yağla dolu olmalı. Yağı 180 dereceye kızdırın. Şef Okubo yağın sıcaklığını bir aletle ölçtü. “Peki ben ne yapacağım?” diyeceklere de basit bir yöntemden bahsetti. Elinize bir parça hamur alın, tavaya atın. Hamur dibe batmadan üste çıkıyorsa yağ 160 derecedir. Yağın yarısına kadar batıp yüzeye çıkıyorsa 180 derecedir. Balıkları önce una bulayıp sonra hamura batırın ve hemen yağa atın. Altın sarısı renk alıp çıtır olunca bir kâğıdın üzerine çıkarın. Not: Tavada önce balığı ardından deniz mahsullerini kızartın. Tavadan alırken de tam tersini yapın. Çıtır olması için tavayı doldurmayın, azar azar kızartın.

[BİZİM KÖY] Pazarlık seven maymunlar

$
0
0
Hepimiz bir hevesle dünya para döküp aldığımız elbiseye “Aynısı pazarda yirmi lira!” diye dudak büken apartman teyzelerine denk gelmişizdir. Peki son dudak bükücü teyzeler haklı olabilir mi? Yale Üniversitesi’nde araştırmacılar, insanların ‘pahalı olan kalitelidir’ düşüncesiyle aynı kalitedeki iki üründen yüksek fiyatlı olanı tercih ettiklerini ortaya koyan deneyi, kapuçin maymunları üzerinde de gerçekleştirdi. Deney için oluşturulan markette, maymunların farklı fiyatlarla alışveriş yapmaları sağlandı. Ancak maymunlar pahalı olanı almaya yanaşmadı. Metal işkenceBir moda programında Metallica’nın şarkısına klip çeken Nur Yerlitaş, saç baş yoldurmuştu çoğuna. Bu işkencenin reytingi bol olacak ki ardından ikincisi geldi. İşkence dediysek mecazi değil, gerçekten. CIA’nın mahkûmlara uyguladığı işkence yöntemlerini anlatan raporda fiziksel öğelerin yanı sıra psikolojik öğeler de kullanıldığı göze çarptı. Zira mahkumlara yüksek sesle Britney Spears ve Metallica şarkıları dinletilmiş. İşkence de level atlamak isterlerse CIA’e çağrımızdır şu moda programına da bir bakıversinler. Deli mi, katil mi?Polislik zor zanaat lakin Brezilya’da daha zor. Nedeniyse suçun gerçekten işlenip işlenmediğine bir türlü karar veremiyor oluşları. Sailson Jose das Gracas, bir kadını bıçaklayarak öldürdükten sonra yakalandı. Polisler, “Gracas, 37 kadını, 3 adamı ve 2 yaşında bir kız çocuğunu öldürdüğünü itiraf etti. Kurbanlarını, bıçaklayarak ya da boğarak öldürdüğünü söyledi.” diyor. Zanlı bu cinayetleri gerçekten işledi mi yoksa hepsini uydurdu mu bunu araştırıyorlar şimdi. Ancak çabuk karar verseler iyi olur, zira Gracas’ın pek de pişman olmuş bir hali yok.
Viewing all 3284 articles
Browse latest View live