Quantcast
Channel: ZAMAN-PAZAR
Viewing all 3284 articles
Browse latest View live

Hutbemizin mevzuu, günlük siyasi meseleler!

$
0
0
Helsinki Yurttaşlar Derneği’nin “Diyanet’i Tartışıyoruz” araştırması, toplumun Diyanet’in varlığından memnun olduğunu ortaya koyuyor. Buna karşın, Diyanet’in siyasete karışmasını istemeyenlerin oranı yüzde 92.Diyanet İşleri Başkanlığı, Türkiye’nin en tartışmalı kurumlarının başında geliyor. Helsinki Yurttaşlar Derneği, “Diyanet’i Tartışıyoruz” başlığıyla 11 ilde süren bir araştırmaya imza attı. Araştırma, insanların Diyanet’in varlığından memnun, yapısından rahatsız olduğunu ortaya koyuyor. Projenin başından beri toplantılara katılan ve Diyanet üzerine uzun yıllardır çalışan Prof. Dr. İştar Gözaydın, bu durumu “Diyanet içinde farklı gruplar da temsil bekliyor.” sözleriyle değerlendirip, mevcut iktidarın 1930’lardaki gibi bir toplum yapılandırması içinde olduğunu vurguluyor. Diyanet de bu dönüşümün kurumlarından.Türkiye’de Diyanet, Cumhuriyet’in kuruluşundan beri en çok tartışılan kurumlardan biri. 2014’ten bakılınca bu tartışmalarda öne çıkan konular neler?Diyanet İşleri Başkanlığı 1924’te Cumhuriyet’in temel kurumlarından biri olarak kuruldu. Türkiye Cumhuriyeti bir modernite projesi. Bu proje 1923’ten önce başlıyor ama Osmanlı’nın modernleşme projesinde devletin bekasını sağlama amacı var. İlk modernleşme hareketi ordunun modernleşmesiyle başlıyor. Ardından hukuken bazı düzenlemeler yaşanıyor, önce ceza hukuku sonra ticaret hukuku düzenleniyor. Ne zaman ki alan medeni hukuka geliyor, Osmanlı yöneticileri tereddüde kapılıyor. Çünkü öyle bir alan var ki, anamızın rahmine düştüğümüzden itibaren kaçınmamız imkânsız. Yaşam tarzını da düzenliyor. Toplumsal yapı değişmesin diye itiraz edenler Mecelle hukukunu ortaya koyuyor. 1926’ya geldiğimizde böyle bir tartışma hiç olmuyor, doğrudan İsviçre Medeni Kanunu kabul ediliyor. Bu adamların ortak özelliği, bir toplum tahayyülü olması. Dinin toplumsal yaşam içindeki öneminin de farkındalar. Bir yandan din kurumu, tahayyül edilen toplumu üretmek bakımından rakip olarak görünüyor. Öbür yandan o kadar önemli bir unsur ki, göz ardı da etmiyorlar. 3 Mart 1924 önemli bir tarihtir. Hilafet kaldırılmıştır, din işleri ve orduyla ilgili bakanlıklar lağvedilip onlar yerine kurumlar kurulmuştur, Tevhid-i Tedrisat Kanunu kabul edilmiştir. Bir yanda dinin önemi kabul ediliyor, bir yandan da kabul edilebilir din anlayışı üretiliyor. Diyanet İşleri Başkanlığı’nın görevlerinden biri toplumu aydınlatmak yani bilgi üretmek. O bilginin referansları olması gerekir, o referansların da resmi kabulü olması gerekir. Diyanet bu ihtiyaçlara karşılık veriyor ama ihtiyaçlar farklılaşınca verdiği cevap yetmiyor.Diyanet kurulduğu zaman, İslam’ı bir çatı altında toplama vaadi var, bu vaat karşılık buluyor mu? Laiklikle nasıl uyuşuyor?Evet ve hayır. Her toplumsal yapıda kendi kültürel kodlarıyla yapılanıyor. Türkiye’deki laiklik anlayışı çok ciddi ayrışmayı getiren bir anlayış değil. Hukuk kurallarının temel referansında dinsel değil, rasyonel unsurlara referans verilerek bir yapı oluşturuluyor. Coğrafya üzerinde gerek Bizans’ta, gerek Osmanlı’da, gerek Cumhuriyet’te dünyevî iktidarın din üzerinde etkisi olduğunu görüyoruz. Devlet dini olarak ağırlıklı bir anlayışın kabulünü de beraberinde getiriyor bu durum. İslam’ın farklı anlayışlarına gösterilen tutum bakımından bir ayrımcılığın ortaya çıktığı da aşikâr. Sünni anlayışla Alevi anlayış arasındaki fark ritüellerde ve ibadet yerlerinde çıkıyor ağırlıklı olarak. Devletin bugüne kadar kabul etmek istemediği cemevlerinin devlet tarafından kabulü. Hukuk diyor ki: “Eğer bir inanç grubu ibadet yerlerini tanımlıyorsa, devletin buna karışma yetkisi yoktur.” Uluslararası hukukun gereğidir bu. Helsinki Yurttaşlar Derneği’nin “Diyanet’i Tartışıyoruz” projesi çerçevesinde 32 ilde bir kamuoyu araştırması yapıldı. Sorulardan birinde Diyanet İşleri Başkanlığı nasıl tanımlanıyor diye bir hukuki, bir siyasi tanım verildi. “Diyanet İslam dininin inanç, ibadet ve ahlak esasına ilişkin işlerini yürüten bir kurumdur” seçeneklerden biriydi. Hukukî tanımı. Diğer seçenek de “Devletin dinî hayatı yönetmek için kurulan siyasi bir kurum mudur?” oldu. Yüzde 77’si birinciyi, yüzde 23 kadarı ikinciyi seçti. “Diyanet’in varlığı laikliğe aykırı mıdır değil midir?” bir diğer soruydu. Yüzde 72’si “Aykırı değildir” dedi. Memnuniyetlerde de benzer şeyler oldu.İnsanlar varlığından memnun, yapısından şikâyetçi diyebilir miyiz?Şikâyetler var ama çoğunluk bir kamu kurumu olarak devam etsin, yapısı değişsin diyor. Burada temsil edilmesi mümkün gruplar varsa, temsil edilsin talebi var. Bazı gruplar da temsiliyet istemiyor, kendi yapılarını kurup çalışmak istiyorlar. Alevi Diyanet’i diyebileceğim kurumlar gibi.Diyanet varlığını sürdürürken ortaya merdiven altı Kur’an kursları çıktı. Bu farklı grupların kendilerini Diyanet’te ifade edemediğinin de bir yansıması değil mi?Farklılık olduğu açık, yetmediği ortada. Bu farklılıkların temsilinde ne kadarının devlet tarafından süspanse edileceği, ne kadarının bağımsız olacağı tartışması sürüyor. Avrupa’ya giden vatandaşların Diyanet’le ilişkisi ilginçtir. Başka yapılar zaten bu hizmeti sunuyordu, Diyanet o piyasaya bir rekabet unsuru olarak girdi.11 ildeki toplantılarda gözünüze çarpanlar neler oldu?Başka koşullarda konuşamayacak grupların yüz yüze diyalog halindeyken farklı tutumlar aldığını gördük. “Biz bundan mağdur olduk ama görüyoruz ki, siz de mağdur olmuşsunuz.” cümleleri duyuldu sıkça. Ağırlıklı olarak ortaya çıkan payda Diyanet’in bir tür kamu hizmeti olarak varlığını sürdürmesi. Ama bu demek değil ki, aynı şekilde devam etsin. 90 senede her şey değişiyor. Farklı inanç çevreleri orada temsil edilmek istiyorsa, orada temsil edilmesi gerekiyor. İstemiyorlarsa, kendi yapılarını kurabilmeliler.Diyanet’in ortaya koyduğu din anlayışı Sünni Müslümanlar için de tartışma yaratıyor. Sonuçta tasavvufun yaşandığı bir coğrafyada bir gün içinde başka bir din algısına geçiliyor.Armoni içinde yaşayan bir toplum isteniyorsa, bunun aşılması gerekiyor. Tekke ve zaviyeler yasaklansa da bu geleneklerin devam etmiş olduğunu görüyoruz. Kimsenin onlar adına bir şey söylemeye ne hakkı var, ne de gerek var.Peki, mesela kadınlar kendilerine bir yer bulabiliyor mu Diyanet’in anlayışında?Kadınlara yönelik hizmetlerin sınırlı olduğuna dair bir inanç var. 2000’lerden sonra Diyanet’te kadınların daha çok yer aldığı gözlemlendi ama belli ki bu toplumsal hissiyata yansımamış. “Kadın görevlilerin sayısı artırılmalıdır.” diyenlerin oranı yüzde 70’ten fazlaydı. Cuma namazlarında kadınlara yer verilmelidir, camiler kadınlara göre düzenlenmelidir talebi var. Bir başka ilginç veri de Diyanet’in yapılanmasına ilişkin taleplerdi. Diyanet İşleri Başkanı’nın kurum içinden seçimle gelmesine ilişkin talepler vardı. Bütçeyle ilgili olarak şeffaflık bekleniyor.Diyanet siyasetin işleyişine de müdahil olan kurumlardan. 12 Eylül’den beslenme politikalarına kadar pek çok konuda açıklamalar yapılıyor, hutbelerde bu konulara yer veriliyor. Bu ilişki insanları rahatsız etmiyor mu?Diyanet’in siyasî konularda fikir ifade etmesi konusunda ilginç cevaplar geldi. Diyanet’in varlığına memnuniyet gösteren kitle, dinî konular dışında katkıda bulunmaması gerektiğini ifade ediliyordu. “Dünyevî iktidarın belirli bir siyasasına destek vermeli midir?” sorusuna olumsuz cevap verdi kamuoyu.Muhafazakâr yaşam tarzı tartışmaları sırasında aldığı tavrı nasıl değerlendirirsiniz?1930’lardan bahsederken Cumhuriyet’in kurucu kadrolarının belirli bir toplum tahayyülü olduğundan bahsettik. 2000’lere geldiğimizde bugünkü iktidarların da benzer bir toplum tahayyülü olduğunu görüyoruz. İçerik çok farklı ama yine toplumsal yapıyı dönüştürmeye çalışan bir çaba söz konusu. Diyanet de bunun en önemli kurumlarından bir tanesi. Diyanet çalışma alanlarını genişletiyor. Kadın merkezleri kurması, hapishanelerde çalışması söz konusu değildi. Tırnak içinde Batı’daki kilise yapısının işlevlerini yüklenmeye çalışan bir gidişat söz konusu. İktidar yapılanmasının kendi doğru bildiği şeyleri gerçekleştirmeye çalıştığı aşikâr. Buradaki problem devletin tek bir doğruyu temsil etmesinin imkânı olmadığını.30’lara mı dönüyoruz yani?Tamamıyla öyle. Ne zaman ki, bir yapı kendisinin çoğunluğu temsil ettiğini vehmediyor, kendi mutlak doğrusunu herkese benimsetebileceğine kanaat ediyor. 1930’lara da 2000’lere de o yüzden karşıyım. Bir toplum çok farklı yapılardan oluşur, ne zaman ki onların kendisini ifade etmesine izin verilir, o zaman toplumsal uzlaşma ortaya çıkar. Herkes birbirine karşı bilenir bu yolla.

[Kuş Bakışı] Bundan böyle ‘elle’ aranacağız

$
0
0
Havalimanlarında geçen haftadan itibaren bir güvenlik uygulaması devreye girdi. Önceleri şüphe üzerine gerçekleştirilen ‘elle kontrol işlemi’, ABD’nin isteği üzerine yeniden başlatıldı.Havalimanlarında yeni bir talimat doğrultusunda, kapı dedektöründen geçerken üzerindeki metal eşya nedeniyle sinyal veren ‘yolcu, ziyaretçi ve çalışanlar’, el dedektörü yerine detaylı şekilde ‘elle’ aranıyor. Arama yapılmasına izin vermek istemeyenler hakkında ise yasal işlem yapılıyor.Yolcuların büyük tepki gösterdiği güvenlik uygulaması, Ortadoğu’daki bir havalimanında yakalanan eylem hazırlığındaki terörist nedeniyle başlatıldı. Denetimler sırasında, teröristin üzerinde, ‘yeni bir bomba düzeneği’ bulundu. İlk defa rastlanan bomba düzeneğinin ‘ateşleme sistemi’ hakkında araştırmalar devam ederken, benzer düzeneklerin ele geçirilmesi amacıyla havalimanlarındaki güvenlik seviyesi yükseltildi. Bu yüzden ABD’den gönderilen heyetler, havalimanlarını gezerek yetkililere, ‘olası saldırı planları’ hakkında bilgi verdi.TSA istedi, uygulama başladıABD Ulaşım Güvenliği İdaresi’nden (TSA), geçen ay sonunda İstanbul Atatürk ile Ankara Esenboğa Havalimanı’na gelen bir heyet, incelemelerinin ardından Sivil Havacılık Genel Müdürlüğü (SHGM), Emniyet Genel Müdürlüğü ve THY’yi ziyaret etti. Yetkililerde görüş alış-verişinde bulunan ABD’li heyet, artan terör şüphesi nedeniyle havalimanına giren herkesin, ‘el dedektörü yerine elle aranmasını’ istedi. Talebi olumlu bulan Türk yetkililer ise yeni uygulamanın 1 Aralık’tan itibaren başlatılmasını kararlaştırdı.Güvenlik birimleri eğitildiUygulama nedeniyle havalimanlarında görevli güvenlik birimlerine eğitim verildi. Güvenlik elemanlarına çeşitli uyarılar yapılırken, kontrollerde, ‘vücudun bazı bölgelerinin detaylı şekilde aranmasına’ dikkat çekildi. Bu konuda çok hassas olunması ve arama yapılmasına itiraz eden yolculara da asla taviz verilmemesi istendi.Yolcular isyan ettiYolcular uygulamaya sert tepki gösterdi. Elle arama nedeniyle güvenlik denetimlerinin çok zaman aldığını ve bu yüzden güvenlik noktaları önünde uzun kuyruklar oluştuğuna dikkat çeken yolcular, yaşanan zaman kaybı nedeniyle uçaklarını kaçırma tehlikesiyle karşı karşıya kaldıklarını söylüyor. Yolcuların tepki gösterdiği bir başka konu ise aramaların ‘taciz boyutuna ulaştığı’ iddiası. Elle yapılan detaylı aramalarda, güvenlik görevlisinin tacize varan kontrollerinden büyük rahatsızlık duyduklarını anlatan yolcular, bu yüzden sert tartışmalar yaşadıklarını ve şikâyetçi olmalarına rağmen sonuç alamadıklarından yakınıyor. Artan şikayetleri doğrulayan yetkililer ise verilen talimatı uyguladıklarını ifade ediyor. Güvenlik görevlilerinin, aramalarda yolculara rahatsızlık vermemeleri konusunda uyarıldığını dile getiren yetkililer, talimatlar nedeniyle bu konuda çaresiz kaldıklarını anlatıyor. Atatürk Havalimanı kapanacak mı? Ulaştırma, Denizcilik ve Haberleşme Bakanı Lütfi Elvan, İstanbul’da yapılacak 3. havalimanı nedeniyle, Atatürk Havalimanı’nın kapatılacağı söylentilerini doğruladı. Bakan Elvan, 3. havalimanı tamamlandığında, Atatürk Havalimanı’ndaki tüm tarifeli uçuşların yeni havalimanına kaydırılacağını söyledi. Elvan, Atatürk Havalimanı’nı ‘kargo ve tarife dışı özel uçakların’ kullanacağını dile getirdi. Uçak biletleri ucuzlayacak Dünyadaki ham petrol fiyatları, son beş ayda 115 dolardan 70 dolar seviyesine geriledi. Bu gelişme üzerine gözler; benzin, motorin ve uçak biletlerinden gelecek indirimlere çevrildi. Ancak bu alandaki yüksek beklentiler henüz gerçekleşmedi. Türkiye’deki havayolu şirketleri, yakıttaki düşüş nedeniyle bilet fiyatlarında indirim yapılmayacağını açıklarken, sevindirici haber yurtdışından geldi. Uluslararası Hava Taşımacılığı Birliği (IATA), ham petrolün varil fiyatının düşmesine paralel uçak yakıtı Kerozen’in de düşmesiyle ek yakıt masraflarının biletlerden kaldırılabileceğini açıkladı. Havayolu şirketleri, birkaç yıl önce ham petrolün varil fiyatının aşırı derecede yükselmesi nedeniyle biletlerine yakıt masrafları yansıtmaya başlamıştı.

Bir kızı kaç kültür ister?

$
0
0
Bir tarafta Türk kızlarını ‘aile, din ve kültür’ kurbanı olarak gösteren Alman medyası, diğer tarafta yabancı bir ülkede çocuk yetiştirme söz konusu olunca fazla koruyucu davranan aileler. Türk kızları, iki kültür arasında kalmış vaziyette. Gurbet herkes için zor, onlar için biraz daha zor.Almanya’daki Türkler denince otomatik olarak dile gelen bir tanımlama var: “Almanya’da yabancı, Türkiye’de Alamancı.” Artık bir klişe haline gelse de bu tanımlama aslında çok şey ifade ediyor. İki kültür arasında sıkışmak kolay bir şey değil zira. Bu ‘arada kalma’ hali her yeni nesilde bir öncekine göre daha sert yaşanıyor. Dolayısıyla sürecin asıl mağduru gençler oluyor ve kadınlar bu süreçte daha fazla zorlanıyor. Bir tarafta Türk kızlarını, ‘aile, din ve kültür kurbanı’ gibi gösteren yayınlar ve Huntigton’ın ‘Kültürlerin Çatışması’ kehanetinin gerçeğe dönüşmesi için kadını sahiplenen modern dünya, diğer tarafta bunun farkında olarak ona her zamankinden daha çok sahip çıkan öz kültür. Yüzme dersi, okul gezisi, sosyal özgürlük, zorla evlilik, kılık-kıyafet gibi tartışma başlıklarının havada uçuştuğu bir dönemde genç kızlar, her iki tarafı da memnun edeyim derken çoğu zaman ne Alman toplumunu ikna edebiliyor ne de ailesinin gönlünü alabiliyor. Kimileri kendi kültüründe kalıyor, kimileri aile ve yakınlarından kopma pahasına kendini modern kültüre bırakıyor, kimileri de her ikisinden vazgeçemeyerek birbirinin zıddı talepleri yerine getirmeye çalışıyor. Almanya’da baskın kültürün kafasındaki Türk kızı imajını anlamak için şu başlıklar bile çok şey anlatıyor: ‘Ayşe: Bana Kimse Sormadı’, ‘Korkunun Peçesi’, ‘Bir Türk Kızı Anlatıyor: Yalanlarınızda Boğuldum’, ‘Leyla: Evliliğe Zorlandı’, ‘Sadece Özgür Olmak İstiyordum’, ‘Biz Sizin Kızlarınızız, Namusunuz Değil’, ‘Sizin Namusunuz Bizim Acımız’, ‘Namus Cinayeti: Bir Almanya Kaderi’, ‘Davacıyım’. ‘Mağdur Türk kızı’ imajı bilinçli olarak yayılıyor İmaj, gençlik dönemini atlatıp yetişkin bir kadın olunca da maalesef değişmiyor. Hatta kendi alanında başarılı bir rol model olmak bile yeterli değil. Yeşiller Partisi’nde uzun süredir siyaset yapan ve eyalet meclisinin eski başkan vekili Nebahat Güçlü’den dinleyelim: “Dört senelik vekilliğimin ardından tekrar seçilince, meclis başkan vekilliğine atandım. Birden ilginç bir şekilde en sol gazete dahi Müslümanlığımı ön plana çıkardı. ‘Bir Müslüman kadın başkan yardımcısı oldu’ diye başlık attılar. Onlara şöyle sordum: ‘Ben hiç Müslümanlığımı kullandım mı veya o konuya hiç değindim mi? Kendinizce benim derecemi mi düşürmek istiyorsunuz?’ Ben ondan önce de dört yıl boyunca elhamdülillah Müslüman olarak vekillik yaptım. Bunu ön plana çıkarmanın anlamı ne?” Güçlü, Kadınlar İçin Uluslararası Kültür ve Bilgilendirme (INCI) adlı kurumda danışmanlık yaptıktan sonra kadınlara yönelik birçok farklı kuruluşta yöneticilik ve proje yöneticiliği de yapmış bir isim. Genç kızlığını Almanya’da geçirmiş bir kişi olarak söyleyecekleri var: “Medya çok taraflı davranıyor ve ‘mağdur Türk kızı’ resmi bilinçli olarak yayılıyor. Namus cinayetleri, aile içi şiddet konuları çarpıtarak veriliyor. Kadına şiddet konusunun uzmanları bunun sadece Türk ve Müslümanlara has olmadığını belirtiyor.” ‘Peki bu yayın politikasının maksadı ne?’ sorusuna şu cevabı veriyor Güçlü: “Axel Springer, Almanya’da, hatta dünyada çok belirleyici bir yayınevi. Sağa, Hıristiyan Demokrat partiye eğilimli bir şirket olduğu biliniyor. Springer vefat etti gerçi ama eski eşi şunu söylemişti: ‘Almanya’da Müslümanlar Müslümanlıktan vazgeçene kadar uyum olamaz.’ Bu sözünü geri almak zorunda kaldı ama bu birçok şeyi ifade ediyor. ‘Bizimle eşit olmak istiyorsanız bizim gibi olacaksınız. Bizim değerlerimiz, dinimiz sizinkinden daha üstün’ zihniyeti yatıyor tüm bunların altında.” Aileyi küçümsemekle başlıyor her şey Türk gençleri için teoride her şey çok parlak görünüyor aslında. İki dili ve kültürü öğrenen nesiller yetişmemesi için hiçbir sebep yok. Gençlerin iki farklı kültürden beslenerek yetiştiği bir toplum algısı kulağa hoş gelse de çeşitli sorunları beraberinde getiriyor. Dünyayı dışarıdaki baskın kültürün normlarıyla algılayan çocuk, anne-babasını bu algı üzerinden değerlendirmeye başlıyor. Bu durum genellikle aileyi küçümsemeyle neticelenebiliyor. Sokakta, okulda, iş hayatında ‘modern’ olarak lanse edilen tabloyu evde bulamayan genç kızlar, ailelerinin hayat tecrübelerini ve ‘uyarıları’ dikkate almıyor. Ailelerin kültür ve dinsel farklılığın yoğun olduğu bir ülkede çocuk yetiştirmesi, fazla koruyucu davranmasını kaçınılmaz kılıyor. Aile baskısından kaçıp huzuru sanal dünyada aradı 20 yaşındaki S.’nin yaşadıkları tam da anlattıklarımız gibi. S., geçtiğimiz yıl annesiyle kavga ettikten sonra internette tanıştığı ve kendisinden 300 kilometre uzakta oturan birinin yanına kaçmış. Kendisiyle görüşme talebimizi tereddüt etmeden kabul ediyor ve “Kimse benim yaptığım hatayı yapmasın, sanal âlem çok tehlikeli.” diyor. S., muhafazakâr bir ailenin tek kızı. Aile, örf ve âdetlerine bağlı, çevrede sevilen bir aile. Ancak S. ve annesi arasında ciddi bir iletişim sorunu var. Anne, S.’ye göre çok sert ve anlayışsız. Bardağı taşıran son damla, annesinin internet üzerinden bir erkekle konuştuğunu öğrendiği S.’ye şiddet uygulaması olmuş. Bu olaydan sonra trene biner, hiç yüz yüze görüşmediği arkadaşına kaçar ve bir hafta otelde kalırlar. Erkek arkadaşının ailesinin durumu öğrenmesiyle S.’nin taze gelin günleri başlar. Onu bol bol çalıştırırlar. S., o an, “Demek evliliğin böyle bir tarafı da varmış ve hiç de eğlenceli değilmiş” diye hayıflanmaya başlar. Bu zaman zarfında S.’den haber alamamak ailesini çok üzmüştür. S. de her akşam ağlamaktadır. Hayal kırıklığının dorukta yaşandığı bir gün amcasının yolladığı e-posta’yı okur S. Amcasının yardım vaat eden sözleri onu tekrar eve dönmeye cesaretlendirir. S. şu an evine döndü, okulunu bitirmeye çalışıyor. Bu kötü macera onda çok derin yaralar bırakmış. Ailesiyle arasının eskiye nispeten daha iyi olduğunu söyleyen genç kız, annesinin de kendisine daha anlayışlı olduğunu ifade ediyor. İlahiyatçı Şeyda Can, sorunun çocuğun anne-babasının sosyalliğini küçümsemeye başlaması olduğunu ifade ediyor. Çocuklar ailelerinin görgülerini yetersiz bulabiliyor. Can’a göre bu da çocukla aile arasında çatışmaların oluşmasına sebep oluyor. Ailenin tavrı çok önemli Diyanet İşleri Türk İslam Birliği (DİTİB) Kadın, Aile, Gençlik ve Sosyal Hizmetler Merkezi Müdürü Ayten Kılıçarslan, değerlerin çocuk tarafından kıyaslamaya tabi tutulduğuna dikkat çekiyor. Her çocuğun gözünde okuldaki öğretmeninin bir ‘kahraman’ olduğunu belirten Kılıçarslan’a göre, bu kahramanın adı ‘Ayşe’ değil ‘Helga’, ‘Ahmet’ değil Hans olduğunda, çocuğun yaşadığı çatışma daha şiddetli oluyor. Buna göre kıyafette, evin dizaynında farklılık varsa, ayakkabıyla eve girmekten girmemeye kadar çocuk her şeyi sorgulayabiliyor. Bu sorgulamalar karşısında ailenin verdiği tepkilerin kucaklayıcı olup olmaması çocuğun kendi kültürüne yaklaşmasında veya uzaklaşmasında önemli rol oynuyor. Eğitimci-yazar Halil Şimşek ise Batı dünyasında genç bir Türk kızı olmanın bu dönemi Türkiye’de geçirmekten çok daha zor olduğunu düşünüyor. Ergen kızların yaşı gereği anne-babasıyla çatışma yaşadığını, sıkıntıları tek başına çözmeye çalıştığını söylüyor: “Kendileri gibi düşünmeyen, giyinmeyen, aynı müziği dinlemeyen, aynı hayat görüşünü paylaşmayan kişilerin gruplarına dâhil olmak önemli fakat bu çok kolay değildir. Katılmak istediği arkadaş grubu da sadece Türk ve Müslümanlardan ibaret değil; din, kültür, yaşam tarzı bakımından çok farklı. Ayrıca Batı medyası, İslam’ı ve özellikle de tesettürlü kadınları radikallikle itham edip, negatif bir şekilde takdim ederek baskı uygular, önyargı oluşturur, ‘İslami fundamentalizm’ damgasını elinde hazır tutar.” Batı’da yetişen Türk kızlarının her şeyden önce anlaşılmak istediğini söyleyen Şimşek, anne-babaları, isteklerini ve otoritelerini kabul ettirmek yerine kızlarını anlamaya çağırıyor: “Kızlarını sürekli sorgulamak yerine, kendilerini de sorgulamalı ‘daha ‘neler yapabilirim, başkaları neler yapıyor?’ arayışı içinde olmalı. Kızlarını başka kızlarla kıyaslamak yerine, kendilerini başka ailelerle kıyaslamalı. Okul, iş ve dini hayatında başarılı olan kızların aileleriyle tanışma fırsatlarını aramalılar.” Yayına hazırlayan: Zeynep Kılıç Not: Bu yazı Zaman Almanya için hazırlanan ‘İki kültür arasında Türk kızları’ başlıklı yazı dizisinin özetidir. Yazı dizisinin tamamını okumak için www.zaman-online.de adresini ziyaret edebilirsiniz.

Fikri Sağlar: Paralel ithamı, gözler kapatmak için bir örtü; Erdoğan, derin devlet haline gelmiştir

$
0
0
17 ve 25 Aralık yolsuzluk soruşturmaları için Meclis’te kurulan komisyon çalışmaları gündemi epey meşgul ediyor. Bu sebeple köşe yazarlığı yapan, partisine geri dönen Fikri Sağlar’ın kapısını çaldık. Hem geçmişi hem bugünü konuştuk.Türkiye’de derin yapıların ve rant ilişkilerinin ortaya çıktığı dönemlerde kurulan Susurluk Komisyonu’nda yer alan ve bu sürede derin devletin kirli dünyasına tanıklık eden bir isim Fikri Sağlar. Üç dönem devlet ve kültür bakanlığı da yapan Sağlar; JİTEM, kontrgerilla ve Ergenekon gibi derin yapıların açığa çıkan mensuplarını, tetikçilerini komisyon üyesi sıfatıyla dinledi. İtirafçıların gönderdiği ve belki de CHP’deki parlak kariyerini akamete uğratan, partiden dışlanmasına sebep olan kasetlerle bu yapıların siyasi partilerde, medyada, iş dünyasında yer alan piyonlarının varlığından haberdar oldu. Bağlantı kurduğu ve komisyonunda yer alan birçok kimse şaibeli kazalarda vefat etti. Kendisi de soru işaretli iki trafik kazası atlattı. Ama korkmadı, yılmadı. Hatta partisinin aksine derin yapılarla mücadeleye girişti. Susurluk’un aydınlanması için kararlılık gösterdi. Ergenekon davasını da kendi deyimiyle bir noktaya kadar destekledi.Bugün 17 ve 25 Aralık yolsuzluk soruşturmaları için Meclis’te kurulan komisyon çalışmaları gündemi epey meşgul ediyor. Bu sebeple köşe yazarlığı yapan, partisine geri dönen Fikri Sağlar’ın kapısını çaldık. Çok sevdiği ailesinin fotoğraflarıyla dolu çalışma ofisinde dingin ve ötekini anlama gayretinde bir CHP’liyle karşılaştık.Hükümet, politikaları tartışılmaya başlandığında hemen ortaya muhalefetin tabu olarak gördüğü bir konuyu atıyor; Osmanlıca, kürtaj, kızlı erkekli evler, başörtüsü, Alevilik, Kürtçe... Basını da muhalefeti de yönlendiriyor.CHP’nin yaptığı muhalefet şeklinden rahatsız olanlardanım. Muhalefet, siyaset yapma biçiminin farklılaşmasıyla mümkündür. Bugün tamamen iktidarın istediği şekilde muhalefet yapılıyor. O da muhalefeti, iktidarın açtığı gündemde kendi istediği noktalarda tartışmaya götürüyor. Oysa gündemin belirleyicisi olursanız iktidarın da ortağı olursunuz. Muhalefet gündemi belirleyemiyor.MHP, bayrak yakma provokasyonlarına gelmedi. Devlet Bahçeli, tabanını olaylardan uzak tuttu...Fikri Sağlar’ın annesi ile babası.AKP iktidarı yaşam biçimini değiştiriyor, değiştirirken gündem farklılaşmasıyla önünü kapatmaya çalışıyor, perdeler koyuyor, o perdenin arkasında ne yapılacağını ve ne yapıldığını söylemeyen bir muhalefet, perdenin önünde onun istediği yerde kavga ediyor. Yanlış bu. Bundan da sıkıntı duyuyor. Çünkü benim yaşam biçimim giderek sıkıntıya giriyor. Dünya çapında bir akademisyen arkadaşım, son derece nüktedan, iyi bir bilim adamı, işlek bir zeka ama müthiş bir tepki içinde, çünkü yaşama müdahale edildiğini düşünüyor.Nasıl bir müdahale?Her gün karşımda söven, geçmişi karalayan, bugün de düşman olarak birilerini gösteren, dolayısıyla beni de tehdit eden ve gerçek sorunlarımla ilgilenilmeyen bir atmosferde yaşıyorum. Üzerime üzerime geliyor, tehdit ediyor, kızıyor… Sürekli bağıran biri. Aydın bir vatandaş ‘oynatmaya az kaldı’ noktasına gelmişse toplum müthiş sıkıntıdadır.28 Şubat sürecinde de aynı baskı vardı. Yaşam şekline müdahale, bir kesime hakaret, baskı... Güç kimin elindeyse diğerine baskı uyguluyor sanki.Bunun sebebi, bir eğitim, iki kurumsallaşmak. Eğitilmiş bir toplum haklarını ve sorumluluklarını bilir. Bize sadece sorumlulukları anlatıyorlar, askere gidersiniz, vergi verirsiniz, sokağa tükürmezsiniz… Peki haklarım? Bana eşit ve insanca muamele ediyor musun? Aslında 28 Şubat’ın en büyük mağdurları solculardır. O darbeci anlayış, bugünkü darbeci diktatör tek adam anlayışını getirmiştir. Benden olmayanları dışlayarak kendi isteklerini doğruymuş gibi dayatan bir yaşam biçimi ortaya koymuştur 28 Şubat. Bugün de aynı şeyi yapıyor.Bugün AK Parti’nin hâlâ büyük halk desteği almasının bir sebebi ekonomik diyorsunuz. Diğer sebep 28 Şubat’taki benden olmayanı dışlama politikası olabilir mi?Hayır. Onun da büyük katkısı vardır. Ama dikkat edin bugün AKP’nin aldığı oy yüzde 40’lardadır. AKP, geri kalan yüzde 50’nin bir araya gelecek onları toplayacak, heyecanlandırabilecek bir iddia ortaya çıkmamasını kullanmaktadır. Bütün mesele ve AKP’nin şansı budur. Onun için de 16 televizyonu ve gazeteleriyle kendi profesyonel algı yöneticileriyle bu yüzde 50 üzerinde yüzde 58’lerdeki kesimi dağınık tutmaya çalışıyor. Benim de muhalefete kızgınlığım budur.İçinde bulunduğunuz Susurluk Komisyonu’nun sonucu ne oldu? 17-25 Aralık Komisyonu’ndan umutlu musunuz?Susurluk Komisyonu olmasaydı 90’lara dair bugün JİTEM’in faili meçhullerine dair bildiklerimizi kimse bilmezdi. Bugün Türkiye’nin en önemli konusu, dört bakanın adının karıştığı Cumhuriyet tarihinin muhtemelen en büyük yolsuzluğudur. Belgeleri de var. Maalesef sunuş biçimi, sunulduktan sonra da anlatılış biçimi o kadar yanlıştı ki insanlar hırsızlığı bile görmemezlikten geldi. Bir şeyi ne kadar söylerseniz kanıksar hale gelinir. Şu gerçek var, bunu bütün dünya görüyor. İnsanların tüm delilleri görmelerine rağmen, Cumhuriyet tarihinin en büyük toplumsal ayrıştırması, dışlanması, hasımlaştırılması ile yolsuzluk aynı anda ortaya çıktı. Toplumun bir kesimiyle diğer kesimi birbirlerinin ak dediğine kara diyebilecek derecede düşmanlaştırılmaya çalışılıyor.Fikri Sağlar, annesiyle beraber.Kesimden kastettiğiniz AK Parti ve Cemaat mi, AK Parti ve diğer yüzde 50 mi?Recep Tayyip Erdoğan’ın kendisine biat edenlerle ona biat etmeyenler diye ayırın. Recep Tayyip Erdoğan anlaşılıyor ki bu beş seneyi Cemaat’i paralel diye düşman olarak gösterip onunla geçirecek. Hükümetin yolsuzluklarını, kendi yaptıklarını kapatma telaşı benim gibi cemaate uzak olan kimselerin bile ön yargılarını kırdı. Türkiye’deki işsizlik, haksızlık, adaletsizlik, yargı iflası, borçların üzeri Cemaat’i itham ettiği paralellikle suçlayarak kapatılacak. Nasıl 2007-2011’i dört davayla geçirdiyse. Bu sefer bütün dünyaya bunu anlatmaya çalışıp, kendisiyle ilgili bazı sıfatlar takmaya çalışanların da bu örtüyle gözlerini bağlamaya çalışacaktır. Bu oyun bir yerde iflas edecek ve elinde patlayacaktır diye düşünüyorum. Çünkü biraz evvel de söyledim; bantlara, belgelere baktığınız zaman bunlar somut olarak görülüyor. Diyelim ki benim gibi insanlar, biraz kuşkuyla baktığında, bunu yapanlar hemen derdest edilip yok ediliyorsa, o zaman işe ciddi olarak bakmaya başlar. 10 binden fazla polis. Bu insanlar silah zoruyla polis olmadı. Siz tek tek aldınız, hem de şefine polisine bakarak aldınız. O zaman iyiydiler. Bu insanların görevi ne? Polisse hırsızı yakalamak, dedektifse olayı çözmektir. Görevlerini yapan adamları, görevlerini yapmaktan dolayı suçlamak, ötelemek, sonra da hiçbir şey yapamamak onlara bir oyunun oynandığını gösteriyor. Dün beraberlerdi, ne oldu? Olan şu senin de hırsızlığını ortaya çıkardı. Böyle baktığınız zaman bu yapı vicdanlarda ayrıştırıyor. İki taraftan olmayan insanlar, iki tarafı yan yana getirdiklerinde bu adam dürüst, bunların içinde dürüstler var, bu adam hepten dürüst değil ayrımına giriyor.Erdoğan, bir zamanlar derin devletin, Ergenekon’un savcısıyım derken bugün onlarla beraber...Erdoğan şu anda derin devlet haline gelmiştir. Tek parti devleti vardır. Devlet, tarafsızdır. Siyasi partiler tarafsız devleti, kendi programları doğrultusunda yönetir. Onlar aracılığıyla halka hizmet ederler. Şimdi devlet AKP’dir. Vali AKP’lidir. Yargıcın AKP’li olması istenmektedir. Devlet AKP olursa AKP de Recep Tayyip Erdoğan olursa o zaman ciddi bir şekilde tek adam devri olur. Bu 100 gün içinde tek adam dönemi kurulmuştur.Cumhurbaşkanı mı, daire başkanı mı, şube müdürü mü?Recep Tayyip Erdoğan’a cumhurbaşkanı demiyorum ben. Çünkü ne olduğunu çok fazla anlamış değilim. Cumhurbaşkanı mı, başbakan mı, şube müdürü mü, daire başkanı mı, genel müdür mü olduğunu kimse bilemiyor. Her sözünde kendine göre bir düşman belirlemiş, o paraleli bahane ederek zaman zaman bir daire başkanının yapacağı görevi, zaman zaman başbakanın yapacağı görevi, zaman zaman bir genel müdürün, bakanın yapacağı görevle ilgili laf söylüyor, talimat veriyor ama kendisi cumhurbaşkanı. Cumhurbaşkanının hiçbir sorumluluğu yok.Erdal İnönü ile gölge hükümet kurdukKuruluşunda yer aldığım SHP’de, Erdal İnönü ile önemli bir siyaset yapma biçimi uyguladık. Gölge kabine yöntemini oluşturmuştuk. Yani mevcut hükümetin gölgesi olarak anamuhalefet partisinin içinde de bir kabinesi vardı. O gölge kabinedeki arkadaşlarımız mevcut bakanları çok yakından takip eder, bakanın söylediğinin doğru veya yanlışlığını, alternatifini ortaya koyardı. 91’de hükümet olduğumuzda bu arkadaşlarımız en başarılı hükümet mensuplarıydı.

Tayfun Talipoğlu: Bamteli'ni, Gülen'in sohbetiyle aynı ismi taşıyor diye bitirdiler

$
0
0
Yıllardır şiir okur gibi konuşup sunduğu ‘Bamteli’ programından tanıyoruz gazeteci Tayfun Talipoğlu’nu. Şimdilerde ise sivri muhalifliğiyle gündemde. 17-25 Aralık yolsuzluk haftası boyunca herkesi tencere, tava, korna çalmaya davet eden Talipoğlu ile yıldönümünde yolsuzluğu ve gündeme dair birçok konuyu konuştuk.Bugün ülkede yaşananları düşününce yolda karşılaştığınız, uğruna methiyeler düzülen Anadolu insanı nerede?Gerçekçi olalım ki AKP, bizim masum, temiz diye bildiğimiz o Anadolu insanını çözmüş durumda. İlk etapta kadından yola çıktılar. Değer verilmeyen kadına değer verdiler. Diyarbakır’ın kırsalındaki kadına her ay 300 lira ödediler, bir nevi para akıttılar. İnsanlara ‘çaldılar’ deyince, ‘Olsun benim cüzdanıma para geliyor’ diyor. O doğal insanlar doğallığını yitirdi anlayacağınız.Tek başına sivil muhalifsiniz. Muhaliflik hep mi vardı, zamanla mı oldu?17 Aralık’ta dört bakan ve oğlu, Erdoğan ve oğlu ifade vermeye gitseydi ben böyle sert, muhalif bir adam olmazdım. Hukuk kişiye göre uygulanmaya başladığı için, bu düzene muhalefet etme ihtiyacı duydum. Eğer bir ülkede hukuk kişiye göre uygulanmaya başladıysa ve sen susarsan o hukuksuzluk bir gün gelip seni vurur. Bir kısmı diyor ya ‘Cemaat bugüne kadar bu hukuksuzlukları bildiği halde neden sustu?’ diye. Bu sorulabilir ama şunu da sormak gerekir: Bu hukuksuzluklar bir şekilde ortaya çıktı. Bu da önemli değil mi?Kimileri yolsuzluk ve rüşvet çarkını ortaya çıkaran polislere darbeci derken sizin savunma nedeniniz nedir?Her dönemde zulme karşı oldum. Polisler de bu hırsızlığı ortaya çıkardıkları için şu an zulüm görüyor, doğal olarak onları da savunuyorum. Beğenirsiniz, beğenmezsiniz; gözaltına alınan polisler öyle ya da böyle çıkıyor, ‘Ben haram lokma yemedim, hırsızı yakaladığım için içeriye giriyorum.’ diyor yiğitçe. Ülkede bu kadar çok kıvıranlar, dansözler varken bunların cesareti savunulmayacak gibi değil. Kaynağı açıklanmayan her para benim için hırsızlıktır. Bu polisler, kaynağı açıklanmayan paraları çalanları ortaya çıkardı.‘17-25 Aralık Yolsuzluk Haftası’nda tencere-tava kornayla tepki verelim, geleceğimizi çaldılar.’ diye insanları tepki vermeye çağırıyorsunuz. Bu çağrınıza cevap verecekler mi?İnsanlar şiddete bulaşmadan sadece korna ya da tencere-tava çalarak tepki vermeye cesaret edemiyorlarsa başlarına gelecek her şey haktır. Kimse kusura bakmasın.! Zaten 17-25 Aralık hırsızlık ve yolsuzluğu unutturmak için ellerinden geleni yapıyorlar. Gündemi değiştiriyorlar sürekli. Örneğin en son Osmanlıca meselesi. Bence Erdoğan dürüst bir adam. Bugüne kadar, ‘Bu konuşmalar olmadı, paralar da yok.’ demedi. Çünkü hepsi oldu. Sadece, ‘Niye yakaladınız, dinlediniz?’ dedi.PKK’ya terör örgütü denmesine karşıyım!1996 yılında İtalya’da röportaj yaptığınız Abdullah Öcalan, Türkiye’ye dönüp Parlamento’da politika yapacağını söylemiş size. Doğru mu?Aynen öyle söyledi. O zaman hayal gördüğünü düşünmüştüm, inanmadım ama haklıymış. Yıllardır stratejik bir şekilde hedefine doğru ilerliyormuş meğer. Bu mücadelede PKK başarılı bir örgüt olarak mücadele etti ve istediğini aldı, daha da alacak. Yanlış anlaşılmasın bunlar bir PKK, Öcalan güzellemesi değil. Gerçekler.PKK’ya terör örgütü denmesine neden karşısınız?Çünkü bir devlet, terör örgütüyle görüşüyorsa onu meşrulaştırmış demektir. PKK artık meşru bir örgüt. Bugün PKK-Kandil-İmralı arasında görüşmeler oluyor. HDP’liler ne görüştüklerini delikanlıca çıkıp söylüyor. Hükümet, oy kaygısıyla kıvırıyor. Bir de bana göre paralel devlet meselesi Oslo ile başlar. Çünkü asıl paralel devleti kuran PKK. Adamlar kendi vali, kaymakamını atamış, mahkeme kurmuş, polis gücünü oluşturmuş. Her şey ortada. Kürtler anadilde eğitim yapsın, okullarını açsın, temel hakları neyse alsın. Ama bunlar yasal düzenlemeyle olacak şeyler, çözüm sürecine gerek yok bunlar için. Çözüm süreci diye halkı oyalamaya, analar ağlamasın diye her gün anaları ağlatmaya kimsenin hakkı yok.Cihan Haber Ajansı’na konuştuğunuz için reklam filminiz iptal edildi...Sete gittim reklam filmine, ‘Başbakanımız uygun görmüyor.’ diye haber geldi. Birçok arkadaşım beni aramaya çekiniyor artık. Görüşmüyoruz. Düşünün iki yıl öncesine kadar bana üç dönem boyunca milletvekilliği teklif eden Erdoğan, reklamı iptal ettiriyor.Bizzat kendisi mi teklif etti?Evet. Üstelik 2011 dâhil. ‘İnsanlar seni seviyor. Farklı düşünüyor olabiliriz ama sen bizimle olmalısın.’ dediler. Hatta önce Çankaya Belediye başkanlığı teklif etti. Son seçimde de Egemen Bağış aracıydı. Ben de siyasi düşüncelerimin farklı olduğunu, partiye gelirsem özgür olamayacağımı bildiğim için geri çevirdim bu daveti. Başka mahallede bizim adam olamazdım.Bamteli, Fethullah Gülen’in sohbetiyle aynı ismi taşıdığı için bitti‘Sansür yeni değil ki hep vardı’ sesleri yükseliyor. Eskiden de bu kadar var mıydı?Geçmişte bu kadar yoktu. Son dönemde, Davutoğlu gelince, toplumun yumuşayacağını, baskının, sansürün azalacağını düşünmüştüm, yanılmışım. Çünkü toplumun gerçekten yumuşamaya, huzura ihtiyacı var. Her konuşmada paralel deyip, Berkin Elvan’a, annesine laf uzatınca toplum daha da geriliyor. Böyle barış sağlanamaz. Seçime giderken üç bakanı Yüce Divan’a gönderecekler, ‘AK’landık demek için. Bütün bu olanlardan havuz medyası sahipleri de rahatsız. Kendi aralarında konuştukları biliniyor. Bu havuzlarla Türk medyasını berbat bir hale getirdiler. ‘Ya Tayyip’e söveceksin ya Tayyip’i öveceksin.’ Ben ne övmek, ne sövmek istiyorum. Ben gerçeği söylemek istiyorum. Bu aralar kafama takılan diğer bir mesele Yavuz Bingöl. Ben Yavuz’a kızıyorum ama Mustafa Ceceli’ye, Uğur Işılak’a kızmıyorum. Çünkü bunların başından beri duruşları belliydi. Ama Yavuz hem Gezi’ye gelip prim yapıyor hem de acıları kıyaslıyor. Bir program, konser için değmez.Bamteli programının bitme sebebi nedir?TV8’e geçtikten sonra kanalın başındaki isim bana programın ismini değiştirme önerisinde bulundu. ‘Her yer Anadolu, Tayfun Talipoğlu’ gibi kamyon yazısına benzer bir şey önerdi. Önce tamam dedim, sonra aklıma bu değişikliğin aslında beni gönderme girişimi olduğunu düşündüm. Değişiklik teklifi Fethullah Gülen’in sohbetlerinin yayınlandığı sitenin adıyla aynı olmasıymış meğer. Anlayacağınız gerekçe siyasiymiş.AKP ile sorunum yok çalmasıyla sorunum varVIP torpili haberi, yıllar önce fişlendiğiniz için maruz kaldığınız durumu hatırlattı.Bütün idealim kaymakam olmaktı. Mülkiyede sürekli takım elbise-kravatla gezerdim. Kahveye bile gitmedim güvenlik soruşturmamda bir sorun çıkmasın diye. Sonra sınava girdim, kazandım. Muammer Güler, içişlerinde personel şefiydi o yıllarda. Yolsuzluk yapacağını hiç ummazdım. Kaymakam olmayı beklerken, benden daha düşük puana sahip olanlar kaymakam oldu. Yıllar sonra öğrendim ki ‘YÖK’e Türkiye’de karşı çıkan, eylem başlatan ilk adam’ olarak fişlendiğim için olamamışım.Yıllar evvel karşınıza çıkan engeli bugün başkaları VIP torpili, akraba oligarşisiyle yaşıyor. Bu atamalar sizi şaşırtıyor mu?Hiç şaşırtmıyor. Türkiye’de hep ‘arkası sağlam’ olan birileri vardı. Ancak bir ölçü de vardı. Kaymakam adayı atanırken eğitimine, uzmanlık alanına bakılıyordu. 17 Aralık’tan beri bunların utandıkları, ar saydıkları hiçbir şey olmadığını gördüm. Kasetler, tapeler, kasalar ortada ama onlar için bu kanıtlar ar değil. Akraba oligarşisi ortaya çıkıyor. Birilerini bir yerlere atamışlar ama ne branş ne KPSS var. İsim vermeyeyim ama böyle o kadar çok tanıdığım var ki. Şimdilerde AKP’ye uğramadan olur alan, parti rozetini takmadan iş sahibi olan birini gösterin. Varsa özür dileyeceğim. Ama ellerinde kadro kalmadı. 17 Aralık’tan sonra paralel diye aldıklarının hepsi eğitimli çocuklardı. Çift lisan biliyor, yurtdışı görmüş çocuklardı. Ellerinde kadro olmadığı için, şimdi kimi bulsalar tutup getiriyorlar. Telaş halindeler.Bugün ne yaşıyorsak sebebi Erdoğan diyorsunuz…2000’de Erdoğan pozitif elektrik yayıyordu. Kuraklık vardı, o geldikten sonra sular akmaya, bolluk olmaya başladı. Fakat şimdi öyle bir negatif elektrik veriyor ki başımızdan musibetler eksik olmuyor. Maden faciaları, seller, işçi ölümleri, deprem sarsıntıları. Bakın ben şu son bir-iki seneye kadar naif işler yapan bir adamdım. Şiirden, edebiyattan, insandan, aşktan konuşmak vatana ihanet oldu. Ben Erdoğan’dan davacıyım, kimyamızı bozdu. 17 Aralık’tan bu yana milleti birbirine kırdırmak için harcanan çaba, başka bir ülkeye para verilse, ajanlar sokulsa ancak bu kadar başarılı olabilirdi. Ülke ikiye bölünmüş durumda: Hırsızlığa çanak tutanlar ve tutmayanlar.Mücadeleniz AK Parti’ye karşı mı?17-25 Aralık sorgulanırsa gideceklerini biliyorlar. Bu yüzden her şeyi yapabilirler. Herkesi içeri alabilir, iftira atabilirler ama Allah’a nasıl hesap verecekler? Benim AKP ile sorunum yok çünkü bu siyasi mücadeleye girer. Benim para çalmasıyla, hırsızlığıyla sorunum var. Hırsızlıkla mücadele için siyasete girmek, polis, savcı olmak gerekmiyor; ahlâklı, dürüst insan olmak yetiyor. Bu ülke; herkes mal varlığını açıklarsa, nereden, nasıl mal sahibi oldun diye sorulur ve cevap alınırsa aklanır. Mesela Ankara’da 1 trilyon 300 bine satılmış evlerin çoğunu kamu görevlileri almış. Önce bunların parayı nereden bulduğu ortaya çıkarılsın.

O gece Zaman’da ne oldu?

$
0
0
Güzel şeyler oldu… 12 Aralık, yağmurlu, soğuk bir kış gecesiydi. İnsanlar evlerine çekilmiş, belki bir dizi izliyor, çocuklarıyla vakit geçiriyordu.Yenibosna’da, Zaman’ın personel giriş kapısından başlayıp parkı ve yolu dolduran yüzlerce İstanbullu içinse sıra dışı bir geceydi. Sabahtan beri “150 gazeteciye operasyon yapılacak. Zaman’dan filanca isimler alınacak…” iddiaları devletin loş koridorlarında sessizlikle karşılanınca, Zaman okurları birer ikişer gazeteye gelmeye başladı. Anne kucağında, pusetinde, bebek arabasında küçük destekçiler de vardı içlerinde, elinde dua kitabıyla dedeler, büyük anneler de. Çoğaldılar… Duydukları iddiaların şaşkınlığıyla, kurulduğu günden beri ‘doğru’nun sesi olmuş gazetelerine sahip çıkmanın gururunu bir arada yaşadılar. Gecenin karanlığında, yağmur ve soğuk vazgeçirmedi. Zaman çalışanları çaylarını, meyve sularını paylaştı onlarla. Okurlar, 02.00’ye kadar Zaman’ın yönetici, yazar ve çalışanlarına büyük bir aile olduklarını bir kez daha hatırlattılar ki, görülmeye değerdi.O gece Zaman’ın ışıkları sabaha kadar sönmedi. Çalışanlar evlerine gitmedi, gidenler dönüp geldiler. Bahçede okurların heyecanına ortak oldular. Kafeteryada misafirlerini ağırladılar. Düğün, bayram gecesinden farksızdı 12 Aralık gecesi… Eski çalışanlar, köşe yazarları, farklı gazetelerden desteğe gelen dostlar… Ekrem Dumanlı’nın odası dolup dolup boşaldı, çaylar tazelendi. Yazarlar sırayla aşağıya inip okurlarla söyleşiyordu. Ali Bulaç, Ahmet Turan Alkan, Mehmet Kamış, Mustafa Ünal, Günseli Özen Ocakoğlu, Bekir Salim, Sevgi Akarçeşme, Bülent Keneş, Süleyman Sargın, Bülent Korucu, Abdülhamid Bilici… Bu sırada Ekrem Dumanlı, Türkiye’de neler olup bittiğini anlamak isteyen yabancı medyanın sorularına cevap yetiştirmeye çalışıyordu.12 Aralık gecesi, bir gazetenin okurlarıyla kurduğu sıcak ilişkinin gurur verici meyvesiydi. Okur, haber alma özgürlüğüne kastetmek isteyenlere nazik ve anlamlı bir cevap verdi: Gazeteme dokunma! Bir gün gerçek bir demokrasiye kavuştuğumuzda, acı bir gülümsemeyle anılacak bir geceydi vesselam!

Eşim, 'Seni G.Kore'den getirdim ama Kuzey Kore'yi yaşattığım için hakkını helal et' dedi

$
0
0
Gözaltına alınan kocasına destek vermek için kucağında bebeğiyle beklerken tanıdık Leyla Korkmaz’ı. Eski Mali Şube Komiseri Hüseyin Korkmaz’ın Güney Koreli eşi Leyla Korkmaz, çok severek yerleştiği Türkiye’yi artık tanıyamadığını söylüyor. Hiç bilmediği insanlardan gördüğü desteği ise unutamıyor.17 Aralık yolsuzluk ve rüşvet operasyonunun ardından başlayan süreç, gözaltına alınan ya da tutuklanan polislerin yanında ailelerinin hayatlarını da altüst etti. Polislerin her sıkıntısına ortak olmaya çalışan eşleri, bu dönemde de onları yalnız bırakmadı. Ancak özellikle biri için bu süreç biraz farklı işledi. Güney Kore uyruklu eşi Leyla Korkmaz’ın (Suhyun Kim), tutuklu olan eşi eski Mali Şube Komiseri Hüseyin Korkmaz’ı görmek istemesi bürokrasiye takıldı. 10 yıl önce gezmeye geldiği Türkiye’yi çok sevip üniversiteyi burada okumaya karar veren Korkmaz, şimdi o çok sevdiği ülkeyi tanıyamıyor. Türklerin çok misafirperver, sıcakkanlı ve dürüst insanlar olduğunu gördükten sonra, Müslüman olmaya karar veren Korkmaz, derin bir hayal kırıklığı yaşadığını söylüyor.Eşinin cezaevinden yazdığı mektuptaki “Seni Güney Korelerden aldım getirdim ama Kuzey Kore’yi yaşattığı için hakkını helal et.” sözlerini hatırlatan Korkmaz, “Şu an baktığımızda Kuzey Kore’den beter uygulamalar var. Hırsızları yakalayan polisler içeride, hırsızlar dışarıda.” diyor. Eşinin “Bin defa olsa bin defa yaparım.” dediğini belirten Korkmaz, “Ben de bin defa olsa bin defa onun yanında olurum. Bize de kahramanları beklemek düştü.” diyerek minik kızıyla eşinin geleceği günleri bekliyor.Türkiye’de yaşamaya nasıl karar verdiniz? Sizi buraya bağlayan ne oldu?Yaklaşık 10 yıl önce İstanbul’u gezmeye geldiğimde çok beğendim. Kore’deki bir üniversitedede felsefe bölümü okurken yarım bırakıp İstanbul’a gelmek istedim. Ailem karşı çıktı. Onlar yabancı dil öğrenmem için İngiltere, Amerika gibi ülkelere gitmemi istedi. Onları çok zor ikna ederek Türkiye’de üniversite okumaya geldim. Müslüman ülke olduğundan içki, uyuşturucu ve ahlaksızlıklardan uzak olduğu için ailem öğrencilik döneminde çok memnun kaldı. Kardeşim de Türkiye’ye okumaya geldi.17 Aralık sonrasındaki süreçte hayatınız nasıl değişti?17 Aralık’tan önce de eve çok sık gelmezdi. Operasyon öncesi hamileydim ve doğuma az bir zaman kalmıştı. 17 Aralık yolsuzluk ve rüşvet operasyonundan sonra köprü koruma görevi verildi. Evden bir buçuk saat uzaklıkta. 6 ay sonra da Hakkâri’ye tayini çıktı. Orada bir ay kaldıktan sonra medyada ve meydanlarda sürekli operasyon olacağı söylendiği için izin alıp İstanbul’a döndü. Bu süreçte benim bildiğim toplam 11 soruşturma dosyası geçirdi. 1 Eylül gözaltı, 4 gün adliye önünde bekledik. Sabah 10’dan akşam 10’a kadar bebekle birlikte bekledik. Dilruba 7 aylık olduğu için çok fazla etkileniyordu. Hâlâ etkileri var. Hayatımda hiç tanımadığım insanlar televizyondan duyup bize destek olmak için oraya geldi. Bu beni çok duygulandırdı. Sadece Türkiye’de olabilecek bir şey.Eşinizin 17 Aralık fezlekesini yazmasına rağmen 25 Aralık operasyonuyla ilgili darbeyle suçlanması hakkında ne düşünüyorsunuz?Kore’de memurluk mesai saatlerinden dolayı çok tercih edilen bir meslek. Ben de eşim memur olduğu için öyle olacağını düşünmüştüm. Ama o kadar çalışıyordu ki mesai saatlerinden önce gidiyordu, gece geliyordu. Eşim memur olarak ülkeyi sevmese, Türkiye için böyle bir fedakârlık yapabilir mi? Böyle yapan bir insan darbe yapabilir mi? Eşim tutuklanalı 100 günden fazla oldu. Gün olarak bakınca 100 gün çok geliyor ama bütün hayatımızın içinde bu günler hiçbir şey değil. Bu günler çok değerli günler. İleride bu günler için ‘Kahramanları bekledik bu da bizim için şereftir.’ diyeceğiz. Eşim bu işi yaptığı için “Bin defa olsa bin defa yaparım.” diyor. Ben de bin defa olsa bin defa onun yanında olurum. İnşallah çıkınca yine büyük işler yapacaklar. Bizim görevimiz onlar için dua edip destek olmak.Tayin ve tutuklama derken kızınız Dilruba babasından uzak büyüyor. Eşiniz bu duruma ne diyor?Yazdığı mektupta, “Bizim için sorun yok, kaçırdığımız bir şey de yok. Ama Dilruba için çok şey kaybettim.” diyor. Tutuklandığında Dilruba emekliyordu, şimdi yürümeye başladı. Babasını tanımıyor. Eşim bu durum için, “Aklım ve dilim, tanımaması ne kadar normal dese de kalbim kabul edemiyor.” diyor. Evlilik yıldönümümüzde eşim çiçek gönderdi. Açık görüş için buluştuğumuzda eşim benimle evliliğimizin iki yılı hakkında konuşacakmış ama Dilruba babasını tanımayınca çok etkilendi.Cezaevine görüşmeye gittiğinizde birçok kez kapıdan döndünüz. Artık görüşe giderken neler hissediyorsunuz?Tutuklandığı ilk ay hiç görüşemedim. Metris Cezaevi’ne ilk gittiğimde savcılıktan izin almam gerektiği için reddettiler. Eşim darbeden suçlandığı için sonraki hafta ise bakanlık izni almam gerektiğini söylediler. Bakanlık izni de üç hafta sonra çıktı. İlk zamanlar çok üzülüyordum, şimdi dua ederek gidiyorum. Sabırlı olmaya çalışıyorum. (Gülerek..) Kore’de karakola bile gitmezdim şimdi yabancı bir ülkede eşimi görmek için cezaevine gidiyorum. Eşimin mesleği polis, böyle bir şey aklıma bile gelmezdi.Eşiniz yaklaşık 3 aydır tutuklu. Siz hayatınıza nasıl devam ediyorsunuz?Eşimin ailesi ve arkadaşları yalnız bırakmıyor. Diğer polis eşlerinin de durumu aynı. Çocukla tek kalmak, kışın küçük bir bebekle taşınmak çok zor. Şimdi çalışmıyorum, normalde çalışacaktım ama eşim olmayınca Dilruba’yı bırakamadım. Çoğunun eşi ihraç oldu, geçinme sıkıntıları oluyor. Ama hiçbiri bununla ilgili konuşmadan onurlarıyla yaşıyor. Silivri’ye görüş olduğu günler evden 11.30’da çıkıp 17.30’da dönüyoruz. Çocukla gidip gelmek, oralarda beklemek zor oluyor. Devre arkadaşları gidip gelirken yardımcı oluyor. İçeriye çocuk bezi, maması bile almıyorlar. Bebek için zor oluyor.Yolsuzluğu örtmek için İslâm dini kullanılıyor“Türkiye’ye ilk geldiğimde Müslüman değildim. Öğrenciyken bir dönem bir ailenin yanında misafir olarak kaldım. Onlara bakarak Müslüman olmaya karar verdim. İnsanların sıcaklığından, hayatlarını ne kadar dolu geçirdiklerinden etkilenerek Müslüman oldum. Şimdiye kadar da çevremdeki insanların hepsi öyleydi. Bu olaydan sonra bakıp ‘Gerçekten Müslümanlar bunu yapabilir mi?’ diyorum, hayal kırıklığı yaşıyorum. Tamam, yolsuzluk yaptılar ama bunu örtmek için bir de İslam dini kullanılıyor. Kore’de bile Cumhurbaşkanı’nın abisi yolsuzluk yaptı. Ortaya çıkınca hemen özür diledi, paraları iade etti, hapse girdi ve çıktı. Suç işlediği zaman böyle olması gerekirken, o insanlara sormak istiyorum ‘Sen gerçekten Müslüman mısın?’ diye. İlk defa böyle bir hayal kırıklığı yaşadım.”Hüseyin Korkmaz’ın kızı Dilruba, babaannesinin kucağında.Türkiye’de yabancı olmanın zorluğunu anladım“Eskiden kendimi Türkiye’de yabancı olarak hissetmiyordum. Daha özel hissediyordum ama bu olaydan sonra özellikle resmi işlerde bir yabancı olarak yaşamanın çok zor olduğunu anladım. Resmî işlemlerde nereye gitsem yabancı olduğum için sorun çıkıyor. Mesela telefon görüşmesi için ikamet örneği vermem gerekiyor ama yabancı olduğum için bunu alamadım. Eşimle bir ay boyunca telefonla konuşamadım. Evin taşınması gibi işlerde eşimin arkadaşları ve ailesi yardımcı oldu. Bütün bu zorluklara rağmen ben yine eşim gibi biriyle evlendiğim için şükrediyorum. Kendisini bu vatan ve millet için feda etti. Bu insan için bütün zorluklara sabredilir.”

Unutulan 12 milyon Euroluk garaj

$
0
0
Fransız girişimci Roger Baillon'un torunu, değeri 12 milyon euronun üzerindeki 1930-1950’li yıllarından kalma 60 eski otomobili ailesinin çiftliğinde buldu.

Barışın resmini Türk ve Suriyeli çocuklar birlikte çizecek

$
0
0
Savaş herkes için yıkıcı, çocuklar için ise felaket. Bu durumu en iyi anlayanlardan biri Suriye’den kaçıp İstanbul’a yerleşen çocuk kitapları yazarı Gülnar Hajo. Suriyeli yazarın bir projesi var. Türk ve Suriyeli çocuklar, meşhur ressamların barış konulu eserlerini kendi bakış açılarıyla yeniden çizecek.Gülnar Hajo, Esed rejiminden dolayı Türkiye’ye göç eden yüz binlerce Suriyeliden biri. “Biz şanslıydık, işimizi başka bir ülkede de yapabildik..” sözleriyle bahsettiği mesleği çocuk kitapları yayıncılığı. Eşi ve iki kızı ile birlikte İstanbul’da yaşayan Hajo, hem çocuk kitapları yazıyor hem de kitaplar için illüstrasyonlar çiziyor. Kendisi gibi sanatçı olan eşi Samer Alkadri ile birlikte kurduğu Bright Fingers Yayınevi’nin işlerini de evlerinden yürütüyorlar. Çiftin Türkiye’de basımını yaptığı kitaplar, buradan bütün Arap dünyasındaki çocuklara ulaşıyor. Suriye’de yaşananlar Hajo’nun sanatını elbette etkilemiş, şöyle diyor: “Bende biraz ters yönde etki yaptı. Aslına bakarsanız savaştan önce çocuğun ruh dünyasını ilgilendiren alanlarda yazıp çiziyordum daha çok. Çocukların iç düyasına girip onu hissetmeye çalışıyordum baştan beri. Savaşın bende ve yazdıklarımda yaptığı değişim ise ‘mutlulukla ilgili daha fazla şey yazmak zorunda hissetmem’ oldu. Çocukları daha fazla mutlu edecek şeyler yazmak ve çizmek istedim. Çünkü buna her zamankinden daha çok ihtiyaçları var.”Gülnar Hajo ve ailesinin Suriye’den ayrıldıktan sonraki ilk durakları İstanbul olmamış. Suriye’de devrim olduktan sonra ilk olarak Ürdün’e giden ve orada bir süre yaşayan aile, bir haftalığına turist olarak geldikleri İstanbul’dan o kadar etkilenmiş ki buraya yerleşmeye karar vermişler. “Burada kendimizi evde hissettik. İstanbul’daki birçok sokağı Şam’daki sokaklara benzettik. Türkler de bizi çok iyi karşıladı. Burada çok mutluyuz, hiçbir olumsuzluk yaşamadık.” sözleri ona ait.Hajo’nun ailesinden kimse kalmamış Suriye’de. Herkes farklı bir ülkeye taşınmış. O günleri “Gerçekten çok zor günlerdi. Bir karar vermek zorundaydık. Ya devam edecektik ya da pes edecektik.” sözleriyle hatırlayıp devam ediyor: “Biz şanslıydık çünkü ülkemiz dışında çalışma imkânımız vardı. Ve böylece devam edebildik. Pazarımız zaten Arap dünyası hâlâ. Çok şükür hayattayız.” Çocuklar için Arapça gazete çıkaracaklarSıcak bir yuvaları ve işleri olmasından dolayı Gülnar Hajo ve eşinin ağızlarından ‘çok şükür’ sözü eksik olmuyor ancak sokakta zor şartlarda yaşamak zorunda kalan Suriyeli aileler ve özellikle de çocuklar için çok üzgünler. Üzülmek dışında ellerinden gelen şeyler de var neyse ki. Çok kıymetli üç projeden bahsediyorlar. Birine başlamışlar bile. ‘Children draw for peace (Çocuklar barış için çiziyor)’ adını verdikleri projeyi Gülnar Hajo heyecanla anlatırken eşi de bir yandan çocukların elinden çıktığı belli olan çizimler getiriyor. ‘Resimleri gözümüz ısırıyor’ demeye kalmadan Hajo bahsediyor: “Çok meşhur ressamların dünyaca ünlü barış konulu eserlerini Türk ve Suriyeli çocukların önüne koyuyoruz ve bu resimlere bakıp kendilerinin çizmelerini istiyoruz. Bir kısmı bitti bile.” Eşi Samer Alkadri, önce Picasso’nun meşhur ‘Güvercinli Çocuk’ eserinin orijinalini sonra da bir Türk çocuk tarafından bakarak çizilmiş halini gösteriyor. Çocuklar tarafından çizilen bunun gibi 20 tane resmi bir kitapta toplayacaklarını söyleyen Hajo, kitabın satışından elde edilecek gelirin bir kısmını kitapları yeniden basmak için kullanacaklarını, bir kısmını ise savaştan en çok etkilenen çocuklara bağışlayacaklarını anlatıyor. Resimlerden oluşan bir sergi de açacaklarını belirten sanatçı, “Sergi birçok ülkeyi de dolaşacak.” diyor.Hajo’nun bahsederken gözlerinin içinin parladığı bir başka projeleri ise çocuklar için çıkarmayı düşündükleri gazete. İlk etapta aylık çıkarmayı istedikleri gazete, Arapça olacak. Başta Türkiye’deki Suriyeli çocuklar olmak üzere herkes okusun diye ücretsiz dağıtılacak gazetede çocuklar için hikâyeler, oyunlar ve boyamalar olacakmış.Samer Alkadri’nin uzun vadede hayata geçirmek istediği ve adını ‘Books from heart to heart (Kalpten kalbe kitaplar)’ koyduğu bir başka proje de ikinci el çocuk kitaplarını toplayıp Suriye’nin çeşitli köylerinde bu kitaplardan oluşacak kütüphaneler kurmakmış. Son olarak Hajo, yazmaya başladığı yeni bir kitaptan bahsediyor. Bu arada Hajo’nun çalışmak zorunda kalan çocukların oyun özlemini anlatan ‘Kayıp Renkler’ adlı kitabı ile egosu kendisine yük olan bir çocuğun sosyalleşmesi ile bu yükten kurtuluşunun hikayesi olan ‘Sırtımdaki Ağır Yük’ adlı kitabı geçtiğimiz ay Sedir Yayınları tarafından Türkçeye kazandırıldı. Tam da bu noktada Hajo’ya “Bir çocuk kitapları yazarı savaşın yol açtığı olumsuzlukları azaltmak adına ne yapabilir?” diye soruyoruz. Cevabı şöyle oluyor: “Bu soruyu ben de kendime defalarca sordum ve çözümü Suriyelilere normal çocuklarmış gibi davranmakta buldum. Kitaplarda onlara ‘sen farklısın’, ‘sen özelsin’ demeyi doğru bulmuyorum. Çünkü bence bir çocuk hayata dair mutlu edici bir şey okursa, bir buçuk saatliğine de olsa kendini normal hisseder ve o kötü durumundan çıkabilir.”

Zekeriya Alp ‘cezasını’ tamamladı!

$
0
0
Başkalarının bu koltuğa oturabilmek ve orada kalabilmek için ne maskaralıklar yaptığına çoğumuz tanık olduk. Buna karşılık Zekeriya Alp, Merkez Hakem Kurulu Başkanlığı’na getirilerek adeta cezalandırılmıştı. Çünkü böyle bir görevde bulunmak asla onun istediği birşey değildi ve görev süresi boyunca bu açıdan da acı çekti. Sonunda “cezasını” tamamlayıp kurtuldu. Şimdi sıra Yusuf Namoğlu’nda.Zekeriya Alp, hemen hiçbir yakınlığımız bulunmamasına karşın kendisine her durumda kefil olabileceğim kişilerden biri. Bunca yıllık meslek yaşantım içinde tanıdığım en düzgün kişiler arasında rahatlıkla ilk 3’e girer. Biriyle sadece birkaç kez konuşup bu izlenimi edinmek pek kolay değildir. Ondan hiç hazzetmeyenlerin bile hakkında en küçük suçlamada bulunamayacaklarını bilirim.Bunun yanında Zekeriya Alp’in Merkez Hakem Kurulu Başkanlığı ve benzeri birtakım görevlerde bulunma konusunda en küçük bir istek bile taşımadığının yakın tanığıyım. Bu görev onun için tam anlamıyla bir “cezalandırma” idi. Çünkü görev önerisi geldiği diyemeyeceğim, buna mecbur edildiği günlerde eşiyle birlikte güzel bir seyahatin tüm hazırlıklarını yapmış durumdaydı.Bırakın MHK Başkanlığı gibisinden bir ateşten gömleği durduk yerde sırtına geçirmek, bundan yüz kat daha önemli, keyifli ve hatta paralı birtakım işlere aldırış edecek bir dünya görüşüne, hayata bakışa sahip değil Zekeriya Alp. Bugüne kadar yeterince çalışmış ve gerekli işleri en üst düzeylerde yapmış biri olarak emekliliğin tadını çıkarmayı daha çok önemseyen, daha doğrusu kalan yaşamını bu şekilde kurmaya çalışan biri o.Böylesi koltuklara oturabilmek için inanılması güç maskaralıklar yapanların onu anlayabilmeleri elbette ki mümkün değildi. Onun da böyle bir beklentisi yoktu zaten. Belli bir noktadan sonra da dönüşü olmayan bir yola girdiğini kabullenmek durumundaydı. Madem böyle bir işi üstlenmişti, gerektiği gibi yapacaktı. Görev süresi içinde de bu anlayışta oldu. Türk hakemlik tarihinin en büyük başarısı sayılabilecek olan Cüneyt Çakır’ın Dünya Kupasında görev yapmasıyla uluslararası alanda hakemlerimizin rekor düzeyde görev almaları gibisinden mutluluklar da ona nasip oldu.Göreve geldiği günden bu yana asıl isteği ve düşüncesi bu işi mümkün olabilecek en kısa sürede, en onurlu şekilde bırakabilmekti. Bu fırsatı epeyce gecikmeden sonra bulabildi. Sırtından tonlarca yükün kalkıp kuş gibi hafiflediğini hissettiğine eminim.Galiba Konfüçyüs’ün sözüdür ve benim de temel ilkemdir: Hayatta gerçek başarı, istediğin gibi yaşamaktır. Ölçülebilir bir başarıTabii bunu değişik şekillerde yorumlayabilir ve çeşitli bakımlardan epeyce boyutlandırabilirsiniz. Kuşkusuz, bunu yapabilmek için belli bir ekonomik güvenceye ve öteki koşulları biraraya getirmeye gereksinme duyarsınız. Eh, Zekeriya Alp hem Beşiktaş ve Milli Takımdaki başarılı oyunculuğu hem de sonrasındaki iş hayatı nedeniyle bu koşulları yerine getirmiş biridir. Galiba MHK’nın başına getirilmesinde bunun da belli bir payı vardır. O göreve gelecek insanın herhangi bir maddi gereksinme içinde olmamasına dikkat etmek anlaşılabilir bir durumdur.Bu nedenle onun ardından Yusuf Namoğlu’nun göreve getirilmesi de doğru bir karardır. Belki de Yıldırım Demirören Federasyonun yaptığı en doğru iki iş, Alp ve Namoğlu’nun göreve getirilmeleri olarak da görülebilir. Gelgelelim bundan sonra memlekette hakemlik üzerine tartışmaların hemen hiç değişmeden sürüp gideceğini de bilmek gerekir. Görevde ister Namoğlu isterse başka bir kişi olsun bu tür tartışmalar belli kesimlerin en büyük gıdasıdır. Üstelik hiçbir ücret ödemeden alınan bu gıdadan kimsenin vazgeçmesini bekleyemeyiz.İşin aslı şu: 10 yılı bile bulmayan bir zaman dilimi öncesinde yapılan çalışmada Türk hakemliği Avrupa’da 30. sırada gösterilmişti. En iyi konumdaki hakemimiz 2. kategoriye yükselebilmiş olan Selçuk Dereli idi. 1. kategoriye bile yükselmek büyük sorundu. Hele Elit kategorisini ancak rüyada görebilirdik.Şu anda hakemliğimiz kesinlikle Avrupa’da ilk 10’un içinde. Unutmayalım ki Dünya Kupasında görev yapan hakemler arasında Avrupa’nın ilk 5 futbol ülkesi arasında sayılan Fransa’dan tek kişi bile yoktu! Kimse çıkıp “altı üstü bir Cüneyt Çakır” demeye kalkmasın. Yakın zamana kadar Bülent Yıldırım ve Fırat Aydınus da dahil olmak üzere bütün FIFA hakemlerimiz geçmişle kıyaslanmayacak kadar önemli görevler aldılar, alıyorlar, alacaklar.İçerdeki maçlarda elbette ki bir yığın hata bundan sonra da olacak. Nasıl ki yönetimler korkunç hatalarıyla kulüplerini yüzmilyonlarca lira zarara sokuyor, teknik adamlar yaptıkları hatalarla benzer kayıplara yol açıyor, futbolcu iki metreden topu ağlara atamıyorsa hakem hataları da sürüp gidecek. Bu konuda yapılmış hiçbir araştırma olmamasına karşın, bu hataların üç büyükleri korumaya dönük olduğu ileri sürülecek. Bunun gibi kalıplaşmış suçlamalar hep gündemde olacak.Bütün bunların yukarıda değindiğimiz nedeninin yanında görmezden gelinemeyecek bir başka nokta da şu: Her kulübün iyi-kötü bir taraftarı ve onlara oynamayı iş edinmiş yorumcuları var. Milyonlarca taraftarı olan kulüpler haliyle bu konuda daha avantajlı bir noktada. Buna karşılık hakemlerin taraftarı yok ve olması da mümkün değil. Eh, hem bu işin bazıları için bedava bir gıda olduğunu düşünür hem de bu durumu gözönüne alırsanız, hiçbir yere varmayan bitmez tükenmez hakem tartışmalarının niçin sürüp gittiğini kolaylıkla anlayabilirsiniz. Salı toplantıları, doğru bir uygulamaydı Zekeriya Alp’in istifasında payı varmış gibi görünen salı toplantılarına hemen herkes karşı çıktı. Büyük bir bölümünü umursamayabiliriz çünkü onlar düşünmeden konuşuyor ama aralarında akıllı-uslu ve bu işleri bilen arkadaşlarımız da bulunuyordu. Ona üzüldük.Bu toplantılar herşeyden önce “uygar bir ilişki” anlamına geliyordu. Ayrıca, hakem hatalarından canının yandığını düşünen kesimler için de olumlu bir mesajdı. ‘Üzüntünüzü anlıyoruz, bir daha olmaması için gerekli önlemleri alıyoruz’ anlamına geliyordu. Nedense bunu görmek istemedik.Tabii olayın işleyişindeki bir aksaklık, Zekeriya Alp konuşma ustası olmayışından doğuyordu. Bu tür ortamlarda konuyu bambaşka yerlere götürebilecek bir kıvraklık ve muhataplarınızı zaman zaman şaşkına çevirebilecek söz söyleme becerisi gerekir. Zekeriya Alp dosdoğru bir adam olduğundan bunu pek düşünmedi ve sanki sürekli savunma yapmak durumundaki bir kişi gibi göründü. Böylesi de istenen sonucu veremezdi elbet.Neyse ki sonunda bu azaptan kurtulmasını sağladığı için belki de iyi olmuştur. Telefonunu açtığında kendisine sorarız.

Maç 90 dakika hazırlık 12 saat

$
0
0
Futbolseverlere bir beyaz ekranın olduğu her yerde 90 dakikalık maç keyfini yaşatan canlı yayınların perde arkasında 100-150 kişilik bir kadronun çabası yatıyor.Üç tır dolusu ekipmanla stada gelen Lig TV ekibini, Galatasaray–Akhisar Belediyespor arasında oynanan geçen haftaki musabakada fotoğrafladık. Kameraların stadyumda konumlandırılması, kabloların yerleştirilmesi, yayın planlamasının hazırlanması en ince ayrıntılarına kadar hesaplanıyor. 90 dakika oynanacak bir maç için ekibin yaptığı çalışma 12 saati buluyor. Canlı yayın ekipleri hesaba katılmayan bazı dış etkenlerle de mücadele etmek zorunda. Görevliler, stadyumdaki ışık ve fiziki koşulların yetersizliği, hava şartları, tribünden sahaya gelen yabancı maddeler gibi öngörülemeyen sorunlarla proaktif çözümler üretmek durumunda kalıyor. 150 kişilik kadronun orkestra şefi, futbolseverlerin aşina olduğu bir isim, Musa Çözen. Çözen, canlı yayın TIR’ındaki 24 monitörden sahanın her yerini saniye saniye izliyor ve oyunun önemli anlarının ekrana yansımasını sağlıyor. Sahada, yedek kulübesinde ve tribünlerde yaşanan her enstantane stadyumda görev yapan kameralar aracılığıyla Musa Çözen’in radarına yakalanıyor. Musa Çözen, zaman zaman bazı detaylarla ilgili maçı anlatan spikerlere tüyo da veriyor.Canlı yayın TIR’ında görev yapan ekip maça sahadaki oyuncular gibi konsantre oluyor. ‘Ortak akıl’ kullanılması gereken bir çalışma anlayışı sayesinde, başlama düdüğü ile birlikte sahadaki kameramanlar, maçı sunan spikerler ve diğer çalışanlarla tam bir koordinasyon halinde maçın her anını izliyor ve oyunun durduğu anlarda maçın önemli anlarını ve ilginç enstantaneleri ardı ardına ekrana taşıyorlar. Ekibin bu görüntüleri yayına hazırlamak için yalnızca birkaç saniyesi bulunuyor. Canlı yayın aracındaki bir diğer ekip ise maç boyunca istatistikleri tutuyor. Oyuncuların kat ettiği mesafeler, topla oynama oranı ve pas yüzdeleri gibi rakamlar bu ekip tarafından belirleniyor.

Faili bilinen meçhuller

$
0
0
Ülkeyi yönetenler devletin içinde ‘paralel’ arayadursun, Güneydoğu’da artan sokak ortası cinayetleri asıl derin odakların harekete geçtiğinin kanıtı. Bölgedeki belirsizliğin derin güçlere cesaret verdiğini düşünen kanaat önderleri sonuçsuz kalan faili meçhul davaların yeni cinayetleri getireceğini düşünüyor.Son dönemde olan bitenlerin ardından en çok duyulan, “Türkiye 90’lı yıllara dönüyor” yorumları. Algı operasyonları her ne kadar gündemi meşgul etse de Güneydoğu’da yaşananların gözden kaçırılmaması gerektiği vurgulanıyor. Doğu ve Güneydoğu’da son 3 ayda gerçekleşen saldırılar ve Kobane olaylarında asker ve sivil toplam 63 kişi öldü. Henüz hiçbir failin bulunamadığı cinayetlerin bazılarına ise yayın yasağı getirildi. Diyarbakır’ın Bağlar ilçesinde 46 yaşındaki Osman Toprak, 8 Kasım’da işyerine gelen kişiler tarafından başına iki el ateş edilerek öldürüldü. Bundan bir gün önce ise Cizre’de 22 yaşındaki Abdullah Budak, sokak ortasında başından vurularak öldürülmüştü.Aydınlatılamayan cinayetlerin sonuncusu ise çevresinde sevilen ve dindar kimliği ile tanınan 60 yaşındaki Yüksekovalı Hacı İrfan Atsız’ınki. Atsız’ın maskeli kişilerce evinin önünde ensesine kurşun sıkılarak öldürülmesi akıllara 90’lı yıllarda işlenen yüzlerce faili meçhul cinayeti getirdi. Barış isteyen herkeste derin kaygılara sebep olan bu cinayetler STK’ların da gündeminde. Mazlumder’in Yüksekova Şube Başkanı Cengiz Şen, yaptığı basın açıklamasında bölgede artan ölümlerden endişe duyduklarını dile getirmişti. Hacı İrfan Atsız ile ilgili, “Kendi halinde biri olduğu, dini inancında sağlam ve kimseyle husumetinin ve borcunun olmadığı bir sima olduğunu öğrendik.” diyen Şen, Yüksekova’da çok ciddi bir kalabalığın cenazeyi sahiplendiğini söyledi. Mazlumder’in bölgede yaptığı görüşmelere göre halk, 90’lı yıllardakine benzer infaz listelerinin varlığına inanıyor. Toplumdaki bu endişenin önüne geçmek için cinayetlerin bir an önce aydınlatılması ve yenilerine meydan verilmemesi gerektiğini düşünen Mazlumder Yüksekova sorumlusu, görevin en başta devlete düştüğünü hatırlatıyor. Öte yandan faillerin bulunamamasında en önemli sebepler arasında terör ve istihbarat uzmanı polislerin tasfiye edilmesi ve yeni atanan emniyet müdürü ve personelinin uzman olmaması gösteriliyor.90’lı yıllar gibiKürt aydın Ümit Fırat, yaşananların en büyük sorumlusunu cezasızlıkla sonuçlanan faili meçhuller olarak görüyor. Türkiye’de uzun yıllar bu tür cinayetlerin aydınlatılmasının önüne geçildiğini anlatan Fırat, Ergenekon soruşturmaları ile bunun sona erdiğini belirtiyor. Ancak Malatya Zirve davası ve Ergenekon davalarında yargılanan insanların bugün dışarıda olmasının 90’lı yıllardaki güvensizlik ortamını geri getirdiği görüşünde. Bu davalar süresince pek çok insanın yargılandığını hatırlatan Ümit Fırat, “Kimi ceza aldı. Ama özellikle bu Anayasa Mahkemesi kararlarından sonra birtakım eli kanlı insanlar dışarıda. İnsanları kesip doğradığı bıçakla yakalananlar bile şu anda dışarıdalar.” diyor. Bir dönemin faili meçhulü olarak kalan birçok davanın Diyarbakır’dan alınıp Çorum, Ankara, İzmir gibi illere dağıtıldığını anlatan Fırat, “Geçtiğimiz günlerde Çorum’da görülen Musa Çetil davası bitti mesela. Beraat çıktı.” diyerek bir yığın sonuçlanmamış davanın olduğundan bahsediyor. Bütün bu gelişmelere bakıldığında ise bir dönem susmuş ya da sinmiş birilerinin tekrar sahneye çıkmaya başladığı görülüyor. Zira geçmişteki karanlık olayları aydınlatamayan adalet yeni cinayetlere cesaret veriyor.6-7 Ekim olayları diye hatırlanan Kobani eylemlerinde bu odakların büyük bir cesaret kazandığını anlatan Fırat, “Bingöl Emniyet Müdürü’nü vururken herhalde oradaki 3-4 tane PKK’lı militan ‘hadi gidelim müdürü öldürelim’ diye bir karar vermedi. Mutlaka arka planda başka şeyler olmalı.” görüşünde. Ona göre dört beş yıldır sinen karanlık odaklar, alanın açıldığını görünce yeniden devreye girmeye çalışıyor. Bölgede kaostan beslenen ve bunu politik çıkar haline getirenler ise olayları daha da kızıştırıyor. İşte bu yüzden şu sıralar Güneydoğu’da artan cinayetleri tetiği kimin çektiğine göre değerlendirmediğinin altını çizen Fırat, “Olayın nedeni ve gayesi, yarattığı atmosfer ve doğuracağı sonuçlar bakımından değerlendirmek lazım.” diyor. Kısacası hem PKK’nın üstlendiği hem de üstlenmediği cinayetlerin aynı kararlılıkla takip edilmesi ve arkalarındaki hazırlıklı, profesyonel odakların bulunması gerekiyor. Ümit Fırat bu açıdan bakıldığında ensesinden vurularak öldürülen İrfan Atsız’ın da tetikçisinin bilinemeyeceğini ama arka planda kimlerin olduğunun tahmin edilebildiğini düşünüyor.Hakikat komisyonu yeni cinayetlerin önüne geçerYazar Ümit Fırat, hakikatleri arama komisyonu gibi mekanizmaların kurulmasının ve sağlıklı çalışmasının önemine vurgu yapıyor. Geçmişi aydınlatması ve bugünkü kaosun önüne geçmesi adına bu komisyonu devletin daha çok önemsemesi gerektiğini düşünen Fırat, “Evet, ama sükûnet ortamında çalışabilir hakikat komisyonları. Ve oraya evet diyenlerin gönüllü desteği ile çalışmalı. Yoksa bir tarafın dayatmasıyla da olmaz.” diyor. Bugünkü sorun ise hakikat komisyonunu HDP’nin istemesi. Sivil ve tabana yayılan bir taleple bu komisyonun kurulması gerektiğini anlatan Fırat, akil insanlar grubuna atıfta bulunarak şöyle devam ediyor: “Komisyon kamuoyunun desteğini alacak bir proje olmalı. Akil insanlar atandı. Bu hakikat komisyonları böyle olmamalı. Kontenjanla falan değil. Gerçekten bu toplumun vicdanını temsil edecek, doğruya doğru eğriye eğri diyebilecek, angajmanı olmayan, sırtında birtakım küfeleri olmayan insanlar olmalı.”Fırat’a göre örgütün üstlendiği sokak ortası infazlarına HDP’nin bir tepkisi olamaz. Çünkü o eylemleri yönlendirebilecek konumda değil. İmralı’nın vesayetinde getir-götür işlemleri yapmaktan başka fazla da bir etkinliği yok. Hâlbuki tam da bu noktada HDP’ye demokratik, yasal bir güç olarak çok ihtiyaç duyulduğunu anlatan Fırat, “Ama şu anda böyle değil. İmralı’ya gidiyor. Oradan bir gün sonra Başbakan Yardımcısı’yla konuşuyor. Oradan bir gün sonra Kandil’e gidiyor. İnşallah hayırlı bir sonuç doğurur. Ama profili gördüğümüzde partinin etkin yapabileceği bir şey kalmadığını görüyoruz.” diyor. Mazlumder Diyarbakır Şube Başkanı Abdürrahim Ay ise bölgedeki tek karanlık unsurun PKK olmadığına dikkat çekiyor. Zira 90’lı yıllardaki infazlarıyla akıllarda kalan Hizbullah’ın bu dönemde yeniden canlanmaya başladığı iddialarıı gündemde. Güvenlik zafiyetinin artması ise bu süreçle ilgili kaygıları daha da artırıyor. Abdürrahim Ay, Kürt halkının da bu konuda diken üstünde yaşadığına dikkat çekiyor. Bu durumun daha ne kadar devam edeceğini öngöremediklerini anlatan Ay, şöyle konuşuyor: “Bu bilinmezliğe karşı bir reaksiyon gelişmezse işler daha da kötüye gider. Ki biz bu reaksiyonun sivil olmasından yanayız. Diğer türlü güvenlikçi politikanın ters tepki verdiğini çok kez tecrübe ettik.” Ümit edilen bu düzelmenin yaşanması içinse önce engellerin kaldırılması gerekiyor. Örneğin çıkarılması planlanan iç güvenlik reform paketi bu noktada çok tehlikeli bulunuyor. Paketin onaylanması halinde Türklerle Kürtlerin karşı karşıya geleceğini anlatan Ay, “Çözüm sürecini baltalamak isteyenlere fırsat doğacak. ” diyor.Kabul etmeyen risk altındaDevletin acilen yapması gereken ise PKK’nın kabul etmediği faili meçhulleri ortaya çıkarmak. Abdürrahim Ay’a göre PKK korucu ve itirafçı denilerek işlenen cinayetleri üstlenebiliyor. Çünkü örgütün tabanında karşılık buluyor. Ancak Hacı İhsan Atsız gibi etrafında sevilen kişilerin cinayetini üstlenmesi o kadar kolay değil. Mazlum Der Diyarbakır Şube Başkanı, örgütün baskısını kabul etmeyen yapıların da risk altında olduğunu hatırlatıyor. Kendilerinin de zaman zaman bu yönde sıkıntılar yaşadığını anlatan Abdürrahim Ay, “Ki Mazlumder genelde her kesime karşı tarafsız durmaya çalışır. Daha farklı düşünen kişiler ise bu konuda daha ciddi riskle karşı karşıya.” diyor.Asıl yasa dışı yapılar tasfiye edildi mi?Bölge siyasetine ve toplumsal yapısına hâkim isimler son dönemde artan infazlara karşı devletin içindeki derin güçlerin yeniden harekete geçtiği noktasında birleşiyor. Şu günlerde paralel avına çıkan hükümet yetkilileri ise devletin içindeki asıl yapılanmaları tasfiye etmemekle eleştiriliyor. 14 Aralık’ta medya mensuplarına yönelik gözaltı olayından sonra açıklama yapan İnsan Hakları Derneği şu açıklamalara yer verdi: “Fethullah Gülen cemaatine yönelik polis operasyonlarının bu cemaatin devlet içerisinde ‘paralel yapı’ adı altında yasa dışı olarak örgütlenmesinden kaynaklandığı belirtilmektedir. O halde siyasal iktidara soruyoruz. Devlet içerisinde yasa dışı yapılanmaların en önemlileri olan kontr-gerilla, JİTEM, Hizbulkontra gibi yapılanmalar tasfiye edildi mi? Devlet içerisindeki yasa dışı yapılanmaların varlığını sürdürüyor olması nasıl izah edilecek? Siyasal iktidarın MGK vasıtası ile belli kesimleri veya grupları yasa dışı grup ilan etme yetkisi var mıdır? Milli Güvenlik Siyaset Belgesi aracılığı ile vatandaşın ‘iç düşman’ ilan edilmesi Anayasa ve AİHS’ye uygun mudur? Bu sorular çoğaltılabilir. Ancak siyasal iktidara seslenmek istiyoruz. Devlet içerisinde yasa dışı her türlü yapılanma mutlaka tasfiye edilmeli, sorumlular yargı önüne çıkarılmalıdır.”

Kesiklerle dolu bir yol hikâyesi: The Cut

$
0
0
Fatih Akın’ın ‘Bir yol hikâyesi’ diyerek özetlediği The Cut, ilk film olmasıyla dikkatleri üzerine çekti. Peki, Cannes’dan son anda çekilen, vizyona girmeden tartışılan The Cut, beklenen etkiyi uyandırdı mı?Mardin’de bir demirci dükkânı. Korun içine giren bir parça demir dövüle dövüle makas haline geliyor. Kor kararıyor, film açılıyor.İlk sahne zaten ilk şaşkınlık nedeni. Çırağının ‘Nazaret’ diye seslendiği ustanın dilinden dökülen kelimeler, seslenilenin ismine uygun olarak Ermenice değil, İngilizce. Bu sahnede yaşanan yabancılaşma film boyunca peşimizi bırakmayacak, Mardin’de başlayıp Kuzey Dakota’da biten filmde hangi sahnede Ermeniler konuşuyor, hangi sahnede Batılılarla karşı karşıyayız anlayamayacağız.Peki, aslında sıradan sayılabilecek bu yol hikâyesini gündemimize sokan ne oldu? Filmin ‘soykırım’ üzerine olduğu iddiaları. Türkiyeli bir yönetmenin kadrajından izleyecek olmamız The Cut’u özel kılıyor, üzerine yaşanan tartışmaları politikleştiriyor. Fatih Akın da bunun şaşkınlığını yaşıyor, röportajlarında buna değiniyor: “Filmimi soykırım üzerine bir film olarak görmüyorum. Soykırım üzerine bir film nasıl olur ki? Bu janrın retorik araçları nelerdir? Ya da ‘soykırım filmi’ diye bir janr var mıdır? Benim seçtiğim janr Western’di. Sergio Leone’nin, Eastwood’un janrında bir film, bir macera filmi bu. John Huston’ın, David Lean’in geleneğinden bir destan... ‘Schindler’in Listesi’ ya da ‘Ölüm Tarlaları’ geleneğine ait değil. Atom Egoyan bana birkaç kostüm ödünç verdi ama filmin ‘Ararat’la da ilgisi var diyemem.”Akın, filmini western olarak nitelese de, ‘askerlik’ gerekçesiyle belirsiz bir yola çıkan kafilenin başına gelenler, şahit oldukları sürgün sahneleri, Nazaret’in hem düşmanı hem dostu Mehmet ile ilişkisi, izlediğinizi çoktan politikleştiren sahneler. Meselenin künhüne vâkıf olacak derinlikte bir politiklik iddiası var mı? Hayır. Western mi? Tren işçileri, sınır geçişleri, yapılan tekinsiz yolculuklar ve kahramanın her seferinde yeniden kendini ispat etmesiyle, evet.Film Türkiye’de de, diasporada da bir beklenti ve bir hayal kırıklığı oluşturdu. Meseleye dair söylediği sözle yeri olduğu açık, üstelik de bütün sinematografik kusurlarına rağmen hikâyeye dönüp bakanlar için umut vaat ediyor. Agos Gazetesi yazarı Pakrat Estukyan, filmi şu sözlerle değerlendiriyor: “Fatih Akın’ın filmi, hazmı zor bir tat sunuyor. Hazmı zor ama kesinlikle derinliksizlikle eleştirilemeyecek bir yapıt bu; dönüp dönüp bir daha izleme ihtiyacı duyacağımız cinsten bir film...”Hindi Zahra’nın canlandırdığı Rakel türküsüyle kulaklarımızda yer ediniyor ve filmde sürekli onu bir kez daha görebileceğiniz bir sahne arıyorsunuz. Ama The Cut bunu bulabileceğiniz bir film değil. Aslında bir halkın hikâyesini anlatan tek kişilik bir hikâye. Bu hikâyenin içinde bulacaklarınız da sizin hayal gücünüzle sınırlı.Filmi Venedik Festivali’ndeki ilk gösteriminde izleyen yazar Aris Nalcı ile konuştuk. Nalcı, “Film yüzleşmeye katkıda bulunacak.” diyor.Film, izleyicisine sorular sorduracak“Öncelikle soykırım gibi bir olayın tüm detaylarıyla sinemaya aktarılabileceğini düşünmüyorum. O yüzden The Cut’ı bir soykırım filmi olarak görmüyorum. Film Türkiye’de birçoklarının (bunlar sıradan sinema izleyicisi) tarih bilgilerini ters düz edecek nitelikte verilerin işlendiği bölümleriyle bence izleyicisine yaşattıklarıyla Türkiye insanının Ermeni soykırımıyla yüzleşmesine katkıda bulunacak. Filmi Ermenilerin beğenmemesini normal karşılarım. Zira her birimizin yaşadığı ve dinlediği tüm soykırım anılarının bir filme aktarılması beklentileri farklılaştırıyor. Ermeniler ağlayıp rahatlayacağı, Türkler kendilerini bu tarihsel inkârdan kurtaracak olgular bekliyor. Tüm bunları bir sinema filminden beklemenin anlamsız olduğu görüşündeyim. Ancak tüm bu sorunlara rağmen film izleyicisine sorular sorduracak ve bir sonraki adıma hazırlayacak. Soykırım gibi konuları filme aktarmak zor olduğu kadar risklidir. Filmi ilk olarak Venedik Film Festivali’nde izledim. Oradaki üç seansa da girdim. Üç seansta binlerce kişi izledi filmi. Ben ve yanımdaki Ortadoğulu izleyiciler birçok sahnede ağlarken yanımızdaki İtalyan eleştirmenler o sahneleri esprili bulabiliyordu. Bizim yaşadığımız acılar ve filmin altyapısındaki kodlar bize dinlediğimiz soykırım hikâyelerini hatırlattığı için daha derin acılara sebep olabiliyor ancak filmin Avrupa veya Amerika seyircisi karşısında aynı duyguyu yaratmaması ihtimali yüksek. İlk eleştiriler filmin dilinin Ermenice olmaması üzerine geldiğinde filmde rol alan Ermeniler ve senaryonun yazarı Martin Mardik, dilin büyük bir problem olmadığını söylemişti. Ermenicenin halen günlük yaşamda kullanıldığı Türkiye gibi ülkelerde ve yakınlarında bu gibi tepkilerin alınması normal. Ancak filmi izleyen ABD’li arkadaşlarıma filmde Ermenice konuşulmaması büyük bir sorun olarak gözükmedi. Çünkü onların günlük hayatta kullandığı dil İngilizce idi.”

[Haftanın Albümleri] Pancaroğlu ve Uymaz'dan tango şarkılar

$
0
0
Dünyaca ünlü arp sanatçısı Şirin Pancaroğlu, 2011'den bu yana yürütmekte olduğu sahne projesi Cafe Tango'yu arşivlik bir albümle taçlandırdı.Pancaroğlu'nun albümdeki ortağı Bora Uymaz. İkili, çalışmalarında yeni Türkçe tango besteleri ve eski tangolara yaptıkları düzenlemelerle bir geleneği yeniden canlandırıyor. Çoğunluğu Bora Uymaz'a ait yeni besteler ve sözlerle, Şirin Pancaroğlu'na ait bestelerin yanında Astor Piazzolla'dan eserler ve Arjantin tangosunun klasiklerinden örnekler albümdeki repertuarı oluşturuyor. Cafe Tango - Şirin Pancaroğlu-Bora Uymaz - Kalan Müzik * Can Bonomo 'Bulunmam Gerek' dediCan Bonomo ‘Bulunmam Gerek’ isimli yeni albümünü yayınladı. Temellerini ‘Meczup’ albümünde attığı ve kendi müziğinin tarzı olarak tanımladığı İstanbul Müziği'nin, büyüyüp olgunlaştığı haberini veren çalışmada on şarkı yer alıyor. Albümdeki şarkıların söz ve müzikleri Can Bonomo'ya, düzenlemeleri ise Can Saban'a ait. Alternatif müziğin, sağlıklı dozda pop ve elektrik tınılarıyla harmanlandığı albüm, müzik severleri Bonomo'nun dünyasında kısa bir istirahate davet ediyor. Bulunmam Gerek - Can Bonomo - Avrupa Müzik * ZAZ Paris’te!Sekiz yıl önce Paris’e taşınan ZAZ (gerçek adıyla Isabelle Geffroy), Montmarte sokaklarında dinleyiciyi büyüleyen sesiyle kısa sürede dikkat çekerek geniş kitlelerin ilgisini toplamıştı. Geçtiğimiz dört yıl boyunca Fransa’nın dünya çapında en çok satan şarkıcısı olmayı başaran ZAZ’ın yeni albümünün adı: Paris. Müzisyenin üçüncü albümünde bu kez Paris’i en güzel şekilde betimleyen şarkılar seçilmiş. Kimilerine göre sesi efsane şarkıcı Edith Piaf’a benzetilen ZAZ, bu çalışmasında da şarkılarını kendine has bir şekilde yorumlamış. Paris - ZAZ - EMI Müzik

Bakırköy’deki hastalar bize ilham verdi

$
0
0
Nevi şahsına münhasır müziğiyle dikkat çeken LuXuS, üçüncü albümleri ‘Hunim Başımda’yı yayınladı. Çalışmanın ilham kaynağı Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi’nde verdikleri konser olmuş.Yeni albümünüz ‘Hunim Başımda’ nasıl bir sürecin sonunda oluştu? Alper Bakıner: On yıllık grubuz. Aslında devam eden bir sürecin ürünü bu. Üretim, bizde hiç kesilmedi. Bazen çok önemli anlar yaşıyoruz ve o anlar yeni albümün işaret fişeği oluyor. Yeni temayı belirleyen hikâyeler yaşıyoruz. Bu albümün işaret fişeği ne oldu? Alper: 2012’de yaptığımız Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi konseri oldu. O konser bizi çok etkiledi. Çünkü çok uzun zamandır kişi hürriyeti üzerine düşünüyorum. Toplumsal hürriyetten azade münferit hürriyet. Bireysel özgürlükler mi? Alper: Evet, tamamen bireyin varoluşu, bireyin bambaşka bir renk olması. Konser sonrasında bunlar üzerine kafa yormaya gerek yok diye düşündüm. Ya da bunun üzerine düşüneceksem farklı düşüneyim dedim. Münferit hürriyet denilen kavram bir tür ütopya aslında. Bunun için tek gereken şey ise devreleri yakmak. Devreleri yaktınız yani… Alper: Evet. Bir an onların yerinde olmak istedim. Çünkü dünyada olup bitenden çok azadeler. Karşımda gelişen oluş durumu bizi çok etkiledi. Onlar gibi olamayız ama onlara ne kadar yaklaşabilirsek o kadar mutlu oluruz diye düşündüm. Bu albüm önceki albümlerinize göre biraz daha naif. Sebebi nedir? Ozan Akgöz: Sokakta müzik yapan, mobilize bir hayat yaşayan ve hayatımıza giren birkaç kişiden çok etkilendik. Çünkü biraz daha komplike müzik eğitimi almış insanlarız. Teknik olarak çok uğraşıyoruz. Bu albümde o yapıyı aşmak için çok uğraştık. Biraz daha sade ve akan müzikler yaptık. Bunun sebebi de o sokak müzisyenlerinin hayatları ve yaptıkları müzik. Albümün adı Hunim Başımda. Toplumsal bir cinnet halini mi temsil ediyor bu? Alper: Evet, ama ben cinnet haliyle devreleri yakma halini tamamen başka görüyorum. Evet bir cinnet hali var toplumda. Dünya ve gündemler çok hızlı gelişiyor. Ama bende o cinnet hali daha az. Bence münferit hürriyetin bittiği yer asıl cinnet noktası. İnsan hür olmadığından cinnet geçiriyor. Bundan kurtulmak için senin yapacağın şey, yakın çevrene sahip çıkmak. Diğeri bohem bir dibe çöküş gibi geliyor bana. Sizin bir özelliğiniz de güçlü sözleriniz. Söz için müzikten ya da müzik için sözden fedakarlık ettiğiniz oluyor mu? Yok, her zaman denge kovalıyoruz. Şöyle bir şansımız var. Bir tarza bağlı değiliz, istediğimiz tarzda o şarkıyı çıkartabiliriz. LuXuS’ün yayınlanmış 29 şarkısı var ama hiçbiri birbirine benzemiyor. Ama benzemesin diye de bir şey kovalamıyoruz. O an aklıma gelen sözün, şiirin ruh hali neyi yansıtıyorsa onu melodiye döküyoruz. Bir tarza bağlı değiliz dediniz ama müzik tarzınız farklı isimlerle anıldı. Son olarak nerede karar kıldınız? Kamucan Yalçın: Yaptığın müziği adlandırmak ya da tanımlamak maalesef müzik endüstrisinde bir zorunluluk haline geldi. Yaptığımız müziğe ille de bir isim koyacaksak dünya müziği diyebiliriz. Çünkü müziğimiz büyük bir Asya’dan Afrika, Amerika hattına kadar büyük bir coğrafyayı kapsıyor. Sizin gibi birçok grup kuruldu ama çoğu ayakta kalamadı. Siz birlikte olmanızı neye bağlıyorsunuz? Alper: İnatçılığımıza... Gerçekten çok zor bu işi yaparak ayakta kalmak. Ozan: Biz tasarlanmış bir şeyi sahneye taşımadık sahnede olduk. Yani o oluş bizi ayakta tutan. Kamucan: Bence umut. Delilere bahşedilen türden bir umudumuz var. Hiç popüler bir şey yapalım da para kazanalım dediğiniz olmadı mı? Alper: Defalarca elimizin tersiyle ittiğimiz bir seçenek bu. Orada olmak istemiyorduk. Yaptığımız cover’lar için bunlar söylenebilir belki ama biz o şarkıları da hikâyeyi tamamladıkları için koyuyoruz albüme. Müzik endüstrisi bir yel değirmeni Sizin ve sizin gibi müzik yapanlar için bir bakıma Don Kişot’luk yapıyor diyebiliriz. Savaştığınız yel değirmenleri neler? Alper: Bütün yel değirmenlerinin isimleri var. Başta müzik endüstrisi geliyor. Çünkü sistemin büyüme hali arayı açıyor. Hali vakti yerindelerle, mücadele edenler arasındaki uçurum gittikçe genişliyor. Yel değirmenleriyle savaşan bir grup görüntüsü vermeyi de istemiyoruz ama o duygu hep oluyor. Birbirimize ne zaman bu değirmeni alt edeceğiz diye bakıyoruz. Ozan: Bir hedef belirleyip onunla mücadele etmiyoruz. Aslında kendi varlığımızı yaşamaya çalışıyoruz. Bizim oluşumuz bu ama bu mağduriyet durumu değil. Bu durumdan keyif de alıyorum. Yola çıkarken şöhret olalım diye bir duygunuz oldu mu hiç? Kamucan: Çok müzik yapalım, çok çalalım ve hayatta kalalım. Ozan: Grubun geneline sorsak hep o çok popüler olunan aksiyonlardan kaçınmaya gayret eder. Alper: Sahnede duman çıkarıp gizemli görüntü vermeyi bile istemiyoruz. Çok büyük festivallerde çalalım ve o festivale gelenlerin çoğu bizim için gelsin istiyoruz. Ama ille de böyle olacak diye yaptığımız müzikten vazgeçemeyiz. Kendi yaşadığı toplumun dertleriyle dertlenen bir grupsunuz. Gezi’nin yıldönümünde bir şarkı yayınladınız… Kamucan: Aynı otobüste yan yana beş dakika birlikte duramayacak insanların birbirine tahammül geliştirdiğini gördük. Birbirlerinin varlıklarını tanıyıp politize olduklarını gördük. Bu bizi çok etkiledi. Duyarsız kalamazdık. Sizi en çok neler rahatsız ediyor? Alper: Ötekine en az saygı duyan topraklarda yaşıyoruz. Pınar Öğünç ‘derin halk’ diye bir kavramdan bahsetti. Belki derin devletten daha büyük bir gayya kuyusu bu. Mahalle baskısı bile küçük kalıyor. Senin başına gelen kötü şeylerden rahatsızlık duymayan büyük bir halk var. Herkesin birbirini dinlemesi gerekir. Ozan: Askerde şunu fark ettim. Sivil diye isimlendirdiğimiz şeyin Silahlı Kuvvetler’den daha silahlı olması. Gücü seviyoruz. En güçsüz olduğunu düşündüğümüz kişi bile güce sahip olmaya yaklaştığı zaman şiddet enstrümanlarını kuşanıyor. Hedefleriniz neler? Alper: Dünyanın birçok sahnesinde konser yapabilecek kadar tanınıyor olmak. Nikaragua’nın ya da Vietnam’ın bir sahnesinde bu müziği yapmak.

[Dünyalık Tatlar] Pilavı kızartmaya ne dersiniz?

$
0
0
Bu hafta yine Japon mutfağından gidiyoruz. Amaç önyargılarımızdan kurtulmak. Yoksa bunun benim Japon yemeklerini çok sevmemle hiç ilgisi yok!Geçtiğimiz hafta Japon mutfağının en az suşi kadar bilinen lezzetlerinden tempura yaptık hatırlarsanız…. Hori Japanese Restoran’ın tecrübeli şefi Okubo, bir yandan yemeğini hazırlarken öte yandan sorularıma cevap veriyordu. Bir ara konu döndü dolaştı Japon mutfağında önemli bir yeri olan haiz pilavlara geldi. “Yanında iyi gider, hadi onu da yapalım” deyince ben zaten dünden razıyım, geri çevirir miyim? Zira özel bir merakım olan bu mutfaktan ne öğrenirsem kârdır. Bu arada minik bir anekdot, Japonlar arkadaşlarıyla toplaşıp yemeğe gittiğinde masadaki herkes farklı siparişler verirmiş. Anlayacağınız sofra donatılır, yemekler ortak yenirmiş. E o zaman âdet yerini bulsun değil mi?Bu sefer mekânın genç şeflerinden Tadashi Matsumoto, sıvıyor kolları. Malzemeleri görünce yine sağlıklı, hem de pratik bir tarifin daha beni beklediğini anlıyorum. Şu ana kadar yediğim hiçbir Japon yemeğinden hoşnutsuzluk duymadım. Bu arada bana kalırsa Japonların zayıf olması yalnızca sağlıklı beslenmeleriyle alakalı değil. O kadar estetik bir mutfakları var ki, en basit bir yemeğin sunumunda dahi yemeğin hazırlanmasından daha fazla zaman harcanıyor desem yeridir. Her bir tabak sanat eseri, tablo gibi. Müşteriler tabaklarındaki sanata saygıdan tadına vara vara, yavaş yavaş yiyor yemekleri. Bu benim yorumum tabii… Neyse kızarmış sebzeli pilav yapacağız bu hafta. Kelimenin tam anlamıyla beş dakikada Beşiktaş bir tarif. Geçmişi çok eskiye dayanmıyor. Yani geleneksel bir yemek olmadığı söylenebilir. Daha çok günümüz Japon mutfağını yansıtıyor. Pek çok yemek gibi bu da Çin mutfağından geçmiş Japon mutfağına. Yalnız Çinliler bu pilavı, yumurtayı omlet şeklinde pişirip, parçalara bölüp sonradan ilave ediyor pilava. Japonlar ise yumurtayı önceden değil, pilavla birlikte pişiriyor. İkisini de denemiş biri olarak şu daha güzel demekten ziyade göz ya da damak zevkiniz hangisini arzuluyorsa onu denemenizi tavsiye ederim. Yasai yakimeshi (kızarmış sebzeli pilav) MALZEMELER: 1 kase haşlanmış pirinç, 1 kabak, 1 havuç, istiridye mantarı, taze soğan, 1 yumurta, 1 yemek kaşığı sıvıyağ.YAPILIŞI: Tüm malzemeleri minik minik doğrayın. (Çok minik olacak) Wok yoksa normal tavayı iyice ısıtın. (Dumanlar çıkana kadar) Sıvıyağı koyun. Sebzeleri ilave edin. Kısa süre çevirin. Çırpılmış yumurtayı da ekleyin. Birkaç kez karıştırdıktan sonra pirinci koyun. Topak topak olmaması için güzelce ezin. Ardından taze soğanı ekleyin. Birkaç dakika karıştırın. En son az miktarda soya sosu katın. (Bu yüzden pilava tuz koymuyoruz.) Sunuma hazır hale geldiğinde kaseyle şekil vererek servis edin.Püf noktası: Yüksek ateşte hızlı çevirerek pişirilmeli.

[Kuş Bakışı] Havalimanındaki tüm bilgeler cepte

$
0
0
Havalimanı işletmecileri yolcuların konforunu artırmak için çeşitli uygulamalar hazırlıyor. Yolcular gecikme, iniş-kalkış, kapı değişiklikleri gibi bilgileri anında öğreniyor.Havalimanı işletmecileri yolcu memnuniyetini artırmak amacıyla çeşitli projeler geliştiriyor. Bunlardan biri de, akıllı telefonlara yüklenen yeni yazılımlar. İşletmeciler bu sayede yolcuların daha çok nerelerde vakit geçirdiğini öğreniyor ve elde edilen verilere göre havalimanlarında yeni yaşam alanları hazırlıyor. Yurtdışındaki havalimanlarında da kullanılan uygulama, gelecek yıl Türkiye’deki bazı havalimanlarında üst versiyonuyla hizmete sunulacak.Akıllı telefonlara yüklenen yazılımlarla özellikle uçuşla ilgili pek çok işlemi havalimanına gitmeden yapabiliyorsunuz. Uçuşları daha keyifli hale getiren cep telefonu uygulamalarıyla, uçak bileti almakla kalmıyor, online check-in işleminin yanı sıra havayolu şirketlerine istediğiniz mönüleri dahi sipariş verebiliyorsunuz. Havalimanlarında çeşitli ayrıcalıklar sunan cep telefonu teknolojilerinde gelecek yıldan itibaren yeni uygulamalar da karşımıza çıkacak.Üzerinde çalışılan projelerle yolcuların, daha çok hangi alanlarda vakit geçirdiği öğrenilerek, hem bu tür mekânların sayısı artırılacak hem de, yapılan yorumlar değerlendirilerek eksiklikler ve aksaklıklar daha hızlı şekilde giderilecek. Projeyle yolcular, terminalde gezerken, restoran ve kafelerdeki mönüler, mağazalarda ise uygulanan kampanyalar ve yeni ürünler hakkında bilgi sahibi olabilecek.TAV Bilişim Hizmetleri’nin geliştirdiği, TAV Havalimanları’nın dört ülkede işlettiği dokuz havalimanını kapsayan TAV Mobile, yolculara sunulan hizmetlerle ilgili bilgilere gerçek zamanlı ulaşmayı sağlıyor. İlk sürümü 2011’de kullanıcılar ile buluşan uygulamanın yeni sürümü 2013 Aralık’ta, Türkçe ve İngilizce dil seçeneği, yenilenen arayüzleri ve yeni özellikleri ile sunuldu. Uygulama, İstanbul Atatürk, Ankara Esenboğa ve İzmir Adnan Menderes’in yanı sıra Tunus’ta Enfidha ve Monastır, Gürcistan’da Tiflis ve Batum ile Makedonya’da Üsküp ve Ohrid Havalimanı’nı kapsıyor.Sunulan hizmetle, iç ve dış hatlardaki giden ve gelen uçakların uçuş bilgileri listelenip, arama yapılabiliyor. ‘Remote notification’ modülü ile kullanıcılar, ‘flight alert’ yani ‘uçuş uyarıcısı’ oluşturup ekleyebiliyor ve anlık olarak tüm gecikme, iniş-kalkış bilgisi, kapı değişiklikleri, check-in, bagaj bant gibi her türlü bilgiyi anında öğreniyor. ‘Flight track’ modülü ile harita üzerinden uçağın kalkış ve varış noktalarını görmek, uçuş rotasıyla uçağın tahminî lokasyonunu ve hareketlerini takip etmek mümkün. ‘Augmented reality’ modülü ile İstanbul Atatürk Havalimanı iç ve dış hat terminallerindeki ‘gate’ler, restoranlar, eczane, danışma gibi noktalar akıllı telefonların kameraları kullanılarak, havalimanındaki pozisyonları ve bilgileri görülebiliyor.Ulaşım ve eğlence bilgileri cepteYolcular daha havalimanına varmadan, otoparkın doluluk oranını görüp, vale hizmetinden, otopark ücretini saat üzerinden hesaplamaya kadar araç park yeriyle ilgili pek çok detaya hakim olabiliyor. Bunun yanında havalimanına ulaşımla ilgili HAVAŞ, metro ve araç kiralama bilgileri görülebiliyor. Havalimanında geçiş üstünlüğü, transfer, hızlı check-in gibi ayrıcalıklar sunan TAV Passport Kart ile ilgili bilgi edinmekle kalınmıyor, havalimanlarının bulunduğu kentlerin en popüler alışveriş merkezleri, müzeleri ve restoranların adres ve iletişim bilgileri de görülebiliyor.Uçuşlarda Türkçe anons şartSivil Havacılık Genel Müdürlüğü, yolcuların şikâyeti üzerine iç ve dış hat uçuşlarında, ‘Türk pilot bulundurulması ve Türkçe anons yapılması’ şartı getirdi. Havayolu şirketlerine gönderilen genelgede, yabancı uyruklu pilot istihdamında son yıllarda ciddi artış yaşandığı ifade edilerek, sadece yabancı pilotlarla düzenlenen uçuşlarda ise Türkçe anonslar konusunda aksaklık tespit edildiği belirtildi. Şikâyetlerin ortadan kaldırılması amacıyla şirketlerin buna göre planlamaya gitmesi ve tüm anonsları ilk önce Türkçe gerçekleştirmesini zorunlu hale getirdi.Atatürk Havalimanı genişleyecekİstanbul Atatürk Havalimanı’nın işletmecisi TAV Havalimanları ile Devlet Hava Meydanları İşletmesi (DHMİ), Dış Hatlar Terminali’nin, ‘tadilatı ve büyütülmesine’ yönelik ek yatırım için anlaşmaya vardı. Havalimanı’nda geçtiğimiz ay hizmete sunulan 26 uçak park alanı ve taksi yolları düzenlemesinin ardından şimdi de Dış Hatlar Terminali’nin genişletilmesi amacıyla 75 milyon Euro yatırım yapılacak olması, yolcu ve uçak trafiğini rahatlatacak. 16 ayda tamamlanması planlanan çalışmayla Dış Hatlar Terminali’ndeki 26 uçak köprü sayısı 34’e çıkacak. Ayrıca terminal 27 bin metrekare, açık otopark da 17 bin metrekare büyütülecek.Sivil Havacılık Genel Müdürlüğü, yolcuların şikâyeti üzerine iç ve dış hat uçuşlarında, ‘Türk pilot bulundurulması ve Türkçe anons yapılması’ şartı getirdi. Havayolu şirketlerine gönderilen genelgede, yabancı uyruklu pilot istihdamında son yıllarda ciddi artış yaşandığı ifade edilerek, sadece yabancı pilotlarla düzenlenen uçuşlarda ise Türkçe anonslar konusunda aksaklık tespit edildiği belirtildi. Şikâyetlerin ortadan kaldırılması amacıyla şirketlerin buna göre planlamaya gitmesi ve tüm anonsları ilk önce Türkçe gerçekleştirmesini zorunlu hale getirdi.

Zehri soluyoruz, yiyoruz, giyiyoruz

$
0
0
Zehirlenme, son dönemde Türkiye için boyut değiştirdi. Yıllarca dağlardan toplanan mantarlardan ya da kışın yanan kömür sobalarından zehirlenmeye alışkın olanlara yeni bir alan açıldı. Artık ayakkabı, çanta, kırtasiye, tekstil ve çocuk bakım ürünleri hatta oyuncaklardan da zehirleniyoruz.Gümrük ve Ticaret Bakanlığı yoğun ısrarlar sonucu geçtiğimiz haftalarda bir ayakkabı firmasına dair açıklamalarda bulundu. Anlatılanlara göre ayakkabıları giyenler bir gün içerisinde şişen ayakları ya da derilerinde çıkan yaralarla doktora gidince durum ayyuka çıktı. Bakanlığın bir liste ile basını bilgilendirmeye devam etmesiyse endişeleri daha da artırdı çünkü artık ilkokul çocuklarının kullandığı silgilerden oyuncaklara kadar varmıştı ‘zehir’. Bu konudaki şikayetler son yıllarda daha da arttı. Denetim mekanizmaları eksik olunca işin büyük kısmı tüketiciye düşüyor. Saçma gelse da alacağınız ürünün kötü kokusuna dikkat etmek zorundasınız. Oysa kanserojen maddeyi bu yöntemle test etmek çok tehlikeli.Giysilerde terle aktifleşen kanserojen madde, DNA yapısıyla etkileşiyor. Ayakkabıyı çorapla giymek önemli ama çözüm değil. En azından ürünün azo boyar içermemesine dikkat edilmeli. Bir de ALO 175’İ ARAYIN! hattına ya da www.tuketici.gov.tr adresindeki ‘Tüketici Şikâyetleri’ linkinden kanser olursanız şikayetinizi iletebilirsiniz.İşin özü ürünlerin içerdiği maddeler. Ürün güvenliği yasaları her ülkede aynı hassasiyetle kontrol edilmiyor. ‘Çin malı’ ifadesi çok kullanılsa da üretimin ucuz olduğu birçok ülke buna dahil aslında. Gümrük Bakanlığı’ndan Sağlık Bakanlığı’na denetimlerde çok iş düştüğü aşikar. ‘Marka’ ürün alarak da güvende olunmuyor. Birçok firma üretim yerini Çin ve benzeri, işgücünün ucuz olduğu ülkelere taşıyor.Gıda ve zehirlenme alışkın olduğumuz bir tanım olsa da aslında sistem şöyle akıyor; başka okyanuslarda avlanan balıklar, çok uzaklara Çin’e paketlenmek üzere gönderiliyor, oradan tekrar çeşitli ülkelere satış için gönderiliyor. Balıktan zehirlenmeseniz de paketlemede bahsi geçen kimyasal zararlı ürünlerle “gıda zehirlenmesi” tehlikesi altında oluyorsunuz.Markasına aldanmayın!Oyuncak: 2007’de, Thomas&Friends oyuncaklarının yapımcısı RC2 Corp, bu oyuncaklarda kullanılan kırmızı ve sarı boyalarda kurşun bulunduğu gerekçesiyle 1,5 milyon oyuncağı piyasadan geri çekmek zorunda kalmıştı.Ayakkabılar:Sahte Crocs tipi ayakkabılar. Tehlikeli bir kanserojen olan polycyclic aromatic hydrocarbons (PAH) bulunuyor. Başka ayakkabılarda kullanılan yapıştırıcılardaki ‘benzene’ maddesi kansızlık yaparken, aynı şekilde kadmium, kurşun ve cıva da kullanılıyor.Kıyafetler:Marka ürünlerden Burberry ve Adidas’ın çocuklar için ürettirdikleri kıyafetlerde yine PFOA, NPE isimli maddeler bulunmuş. Bu maddeler hormon dengesini bozuyor. AB’de birliğe giren ürünler için kontrol amaçlı bir ünite kuruldu, AB Acil Uyarı Bildirim Sistemleri (RAPEX) en azından AB içine giren ürünlerin kontrolü için uğraşıyor. Haftalık raporlar oluşturup ürünlerin risklerini, geldikleri ülkeleri listeliyorlar.RAPEX sayesinde AB’nin üye ülkeleri, kendi aralarında pazarlarına gelen tehlikeli ürünler hakkında bilgi alışverişi yapıyor. Bu günlük hayata dair ürünler; araba, oyuncak ve kozmetikten oluşuyor. 2012 yılında Alman dergisi FOCUS’un haberine göre 1938 ürün ‘ciddi risk arz ediyor’ şeklinde kategorize edilmiş. Özellikle de tekstil, kıyafet ve moda ürünleri. 668 ürün bu kategoride kalitesiz olarak sınıflandırılmış. Bu ise 1938 adet şikayet edilen ürünün yüzde 34’üne tekabül ediyor. AB’deki Kimyasallar Yasası’na (REACH) göre tüketiciler bilgi edinme hakkına sahip. 45 gün içerisinde üretici tüketicinin sorduğu soruya cevap vermek zorunda.İçerikteki bu maddelere dikkat!DEHP, DBP, BBP, DIBP, DIHP ve DHNUP kısaltmalı maddeler çok tehlikeli olarak sınıflandırılmakta.Nerede bulunurlar?Şişme havuz, yüzme simidi, banyo terlikleri, yağmurluklar, lastik çizmeler, duş perdeleri, vs. yumuşak plastikten yapılmış ürünler, kozmetik ürünler, şampuanlar, nemlendirici kremler ve parfümler.Etkileri:Doğurganlığı olumsuz etkiliyor. Önemli gelişim dönemlerinde (hamilelik sırasında ceninin gelişim süreci, bebeklik dönemi) hormon sistemini altüst edebiliyor. Erkeklerde kısırlığa, kadınlarda erken ergenliğe sebep olabiliyor.Kurşun kromat ve renk pigmentleri nerede bulunur?Boya maddeleri ve pigment yapımında kullanılırlar.Sarı 34 ve kırmızı 104: Plastik endüstrisinde kullanılır.Boya ve cilalarda, çadır, şişme bot, havuz örtülerinde bulunur.Etkileri:Kansere sebep olabilir.Anne rahmindeki çocuğa zarar verebilir.Doğurganlığı etkileyebilir.Suda yaşayan canlılar için zehirlidir.N, N-dimetilasetamid nerede bulunur?Tekstilde kullanılan ipliklerin üretimindeBoya sökücülerdeEtkileri:Anne rahmindeki bebeğe zarar verebilir.Klor parafin nerede bulunur?Yangın önleyici maddeler, plastik ürünlerde kullanılan yumuşatıcılar, lastik, tekstil, kâğıt.Mikrodalgalara uygun kaplar, kablo kaplama malzemeleri, klavye, adaptör, bilgisayar faresi.Etkileri:Doğada neredeyse hiç çözülüp yok olmazlar.İnsan ve hayvanların vücutlarında birikirler.Zehirlidirler.25 yıldır yasaklı ürünler varGreenpeace’in yaptırdığı bir testte (içlerinde çok bilindik markaların da bulunduğu) farklı markalardan 141 ürün test ediliyor. Test sonucunda birçok tişört, pantolon ve montta zehirli maddeler bulunuyor. 141 ürünün 89’unda Nonylphenolethoxylat’lar (NPE) bulunuyor. Normalde endüstri temizlik maddesi olarak kullanılan bu ürün 25 yıldır AB ülkelerinde yasaklanmış durumda.Ya güvensiz ya mezuata aykırıAyakkabı: 10 bin 575 üründen 3 bin 8’i güvensiz ürün.Kırtasiye ürünleri: 29 bin 222 üründen 3 bin 281’i güvensiz ürün.Oyuncak: 180 bin 855 üründen 11 bin 310’u güvensiz, 34 bin 792’si mevzuata aykırı ürün.Tekstil: 33 bin 143 üründen 5 bin 495’i mevzuata aykırı, 743’ü güvensiz ürün.Okul tekstil ürünü: 57 bin 630 üründen 2 bin 481’i mevzuata aykırı ürün.Deterjan, hava, aromatize edici, havuz kimyasalları, kuvvetli asit bazlar: 28 bin 617 üründen 7 bin 378’i mevzuata aykırı ürün.Çocuk bakım ürünü: 20 bin 382 üründen 3 bin 536’sı aykırı ürün, 5’i güvensiz ürün.

Hakan Aksay: Zaman ve STV'nin özgürlüğünü savunarak aslında kendi özgürlüğümü savunuyorum

$
0
0
Gazeteci ve T24 yazarı Hakan Aksay ile 14 Aralık'ta medyaya yapılan operasyonu, iktidarın medya üzerindeki baskısını konuşmak üzere bir araya geldik. Aksay, geçmişin faturalarını bu olaya kesmeden, medya özgürlüğünün korunması gerektiğini düşünüyor. “14 Aralık medya operasyonu zihnimizin açılmasını sağladı .” diyor.17 Aralık'ın yıldönümüne birkaç gün kala medyaya yapılan operasyonu nasıl yorumluyorsunuz?Adım adım medya susturulmak isteniyor. AKP iktidarı muhalif medyayı susturmak, kendi medyasını oluşturmak, güçlendirmek ve bazı televizyon ve gazeteleri etkisizleştirmek için sistemli bir çaba içinde. Bir sürü başka adımları da oldu. Hizmet Hareketi medyasına yönelik bir saldırı olacağı bekleniyordu ve saldırı geldi. Tabii bekleniyor olması bunu olağanlaştırmaz. Ona gösterilecek tepkiyi azaltmaz. Bu operasyonla ‘Yeni Türkiye' adına yeni birkaç şey oldu.Nedir o yenilik?Gazeteciler yıllardır başbakan ya da liderlerin talimatıyla içeri alınırlar, işten atılırlar, mesleklerini yapamaz hale getirilir. 14 Aralık'ta çok ciddi bir toplumsal tepki gösterilerek bu gözaltına karşı duruldu. Yine gözaltı oldu ama ilk kez canlı yayınla Türkiye'ye mal oldu. Orada çeşitli kesimlerden tepkiler geldi. Dayanışma çabalarıyla birlikte farklı bir şey oldu. Bu da benim aklıma iki şey getirdi. Birincisi keşke daha önce böyle tepkiler gösterilseydi. Çünkü çok insanın canı yandı çok insan alındı. O zamanlarda tepki verilseydi bunlar bu raddeye gelemezdi. Ama geçmiş hesaplaşmalardan çok geleceğe bakmak lazım. İkincisi, bundan sonraki benzeri baskıların göğüslenmesi önemli. Birbirinden çok farklı düşünen insanlar ve medya organları olabilir, ama hepsinin medya özgürlüğü temelinde birleşebileceğini, kitlesel tepkiler gösterebileceğini düşünüyorum. Bu gözaltılar örnek olsun.Gazetecilere operasyonun canlı yayında olması mıydı farklılık?Evet, yeni Türkiye'de gazeteciler canlı yayında gözaltına alınıyor. Anti-demokratik bir olayı izledik 14 Aralık'ta canlı yayınlarla. Eskiden savaşları izlerdik televizyondan. Şimdi medya savaşlarını, demokrasiye yönelik saldırıları izliyoruz. Ayrıca bunun meydana getirdiği bir potansiyel de var. Bu potansiyel sadece kalabalıktan ibaret değil. Bu olay bizim zihinsel ve duygusal ortamımızı karıştırdı. Bazı şeylerin tekrar gündeme gelmesini, zihnimizin açılmasını sağladı. Geçmişin faturalarını bu olaya kesmeden, özgürlüklerimizi beraber korumamız gerektiğini bir kez daha gördük.Bu bakış açısının dışında, bir de “Yesinler birbirlerini” diyenler var. Bunun kime faydası olur?Yesinler birbirlerini diyecek kadar basit bir konu değil. Şu ya da bu aşamada pek çok unsur hedef haline geldi. Özgürlüğü elinden alınanlar oldu. Medya, demokrasi özgürlüğü, herkese gereken bir şey. Herkesin ihtiyaç duyduğu bir nefes. Bu işi anlamakta direnenler veya ideolojik sebeplerle gerekçelendirenler sıranın kendilerine geleceğini düşünmüyor, umursamıyor. Ve sonuçta her kesim tek başına kalıyor. Aslında iktidarın istediği de bu. Hizmet Hareketi'nin son bir yıl içinde yaşadıkları doğrusu zor. Ben bu süreçte hareketin geçmişiyle hesaplaşma ve özeleştiri görevini yeterince yapamadığını düşünüyorum. Elbette bu çok kolay değil. İktidarla yan yana dururken, birden bir numaralı düşman haline geldiler. Bunun manevrasını yapmak kolay olmayabilir. Ama bütün bunlar bir yana, bugün cemaat medyasının iktidarın hedefine geldiği günlerde, onun bir de masaya yatırılıp, hedefe konulmasının ahlaki olduğunu düşünmüyorum. “Zaten hedeftesin, gel bir de masaya yat, iç organlarını deşeyim” demektir bu.Herkes Cemaat'e ‘özeleştiri' yap diyor ama yapılanları da duymak istemiyor…Eğer ben bu cemaate mensup ya da cemaat medyasında çalışan biri olsaydım, “Ne yapsam da daha içten olsam, ne yapsam da geçmişin hatalarıyla yüzleşsem ve bunu açık açık söylesem.” derdim. Ama sadece kendi arkadaşlarımla değil. Herkesin duyacağı şekilde kendime yöneltirdim eleştiri oklarını. Ve insanların güvenini kazanmaya çalışırdım.Peki, AKP medya özgürlüğünü boğup kendi sonunu hızlandırırken, muhalefetler, demokratlar liberaller nasıl bir sınav veriyor?Herkes kendi muhasebesini yapmaktan kaçınıyor. Bugün gazetesine röportaj verdi diye Selahattin Demirtaş neredeyse "cemaatçi" oldu. Bu en bariz örnek. Ama biz burada siyasetten devrim ya da darbe yapmaktan bahsetmiyoruz. Biz burada çok basit bir şeyden bahsediyoruz: Özgürlükten.Medya özgürlüğü hepimize gerekiyor. Ben Zaman ve Samanyolu'nun özgürlüğünü savunarak aslında kendi özgürlüğümü savunuyorum. Hâlbuki ben onlardan biri değilim, özel sempatim olan bir grup değil, hatta geçmişte yurtdışındayken sorunlarım da oldu. Ama bugün “O zaman şöyle yapmıştı” deyip savunmazlık yapamam. Yarın öbür gün tutum değiştirip, tekrar iktidarın yanında konumlanacak olsalar bile onların özgürlüklerini bugün yine savunurum. Dün medyaya karşı yapılan saldırılarda bazı meslektaşlarımız bizi desteklemedilerse bu onların sorunu. Ama bugün onlara yönelik saldırılarda özgürlüğü savunmak bizim sorunumuzdur.Avantalardan faydalanmak için şu an havuzun içindeler Operasyonlar kadar konuşulan diğer konu Ahmet Şık'ın açıklaması…Doğrusu çok zor bir açıklamaydı. Ahmet Şık'ın bunu düşünmesi sindirmesi dile getirmesi bile çok önemli. Zamanında yazdığı ama yayımlanmayan kitabına dönemin başbakanı Erdoğan'ın "bombadan daha tehlikeli" demesi ve kimilerinin onu desteklemesi, özgürlüğünden bir yıl 10 günü çaldı. Baktığınızda Cemaat'e ölümüne düşman da olabilir. Ama bu sorumluluğu ve vicdanı kendisinde buldu. Eleştirilerinden vazgeçmesine gerek yok elbette. Destek oldu. Bu onurlu bir tutum. Zaman'ın Amerika temsilcisinin ona desteği ve Ekrem Dumanlı'nın teşekkürü de önemliydi. Bazıları ‘özür dileseydi' dedi ama bunlar için belki daha zaman var. Tüm bunların yaşanması gerekiyor.14 Aralık'tan önce havuz medyasında bir tasfiye oldu. Onların konumunu nasıl değerlendiriyorsunuz?Çok acınacak durumdalar. Kalemini, meslek ilkelerini, yüreğini rehin bırakmış, hatta satmışlar.İktidara yakın olarak parasal-maddi avantajlardan, avantalardan faydalanmak için şu an havuzun içindeler. Bir de güçlüden yana olmak ahlaki yönü zayıf olan insanlarda ve topluluklarda yaygındır. Güçlüden yana olursun, birileri yanında tepelenir, ama o sen değilsindir. Sen güçlüden yana oldukça ne kadar yayın organı tepelenirse, sen rahatta olduğunu refahının artacağını düşünürsün. Ta ki o güç seni de bir gün hedef alana kadar. Hedef olmasan bile çok önemli bir şeyi kaybedersin: Kendini. Yaşamın ve mesleğin bir anlamı kalmaz. Satılık, kiralık kalemlere dönüşürsün. Dünyanın parası dökülüyor bu havuz medyasına. Gizli saklı mekanizmalarla, iş adamlarının gücünü seferber ederek, TMSF kararlarıyla. Sonuç ne? Bugün yandaş medyaya baktığınızda gücü o kadar sınırlı ki. Küçümsemiyorum, etkili TV ve gazeteleri var. Ama gazetecilik yürekle ve mesleki ilkelerle yapılan bir şey. Gazetecilik doğruların yanında, vicdan ve ahlakı savunarak yapılacak bir şey. İster sağda ister solda ol. Bu günlerde bu ilkelerin yanında durmak insana öyle bir güç veriyor ki. Yandaş medya kalemşörlerine bakın, güya cesurca saldırıp yazıyorlar. Ama o kabadayılığın arkasına satır aralarına siniyor korkuları. Onlar karşısında biz son derece rahat, korkusuz ve mutluyuz.Bu operasyon haberini de Twitter'da fenomen olan Fuat Avni hesabından aldık…Böyle bir kaynağa her gün bakıyor olmak insanı gülümsetiyor. Kendiyle bile dalga geçiyor insan. İktidar her şeye hâkim olurum diyor ama onun hâkim olamadığı şeylerin göstergesi Fuat Avni. Bu bir kişi mi bir grup mu bilmiyoruz. Ama sonuçta ondan faydalanıyoruz. En son Fuat Avni merkez medyaya da operasyon olacağını söyledi. Bu belki de sadece elindeki istihbarat bilgisi değildir. Belki de önemli bir mesaj veriyor. ‘Merkez medya, siz de biraz hareketlenin çok rahat oturmayın. Geçmişte yediğiniz o darbeler yine sizi vurabilir.” diyor. Enformasyon kaynağı olmanın dışında siyasi işlevini de yerine getiriyor bence.Dünyadan kopmak iktidar için değerli, benim için tehlikeli yalnızlık“Çalıyor ama çalışıyor. Bunlar bizimkiler" anlayışı ahlaksızlıkDelilsiz, mesnetsiz medya operasyonu hukuka darbenin de göstergesi değil mi?Hukuk unutulmuş durumda. Hukuk diye bir kaygısı yok ülkeyi yönetenlerin. Yasalarla kaygısı var. O da kendi yolunu açmak, tek adam düzenini oturtmak için. Hukuk olmayınca bazen mevcut yasalar da göz ardı ediliyor. Türkiye'nin iç dinamikleri ne yazık ki demokrasiyi, hukuk devleti olmayı yeterince önemseyemedi, anlayamadı. Batı'dan medyaya operasyona gelen tepkiler ortada. Eminim iktidar bunları, bu haberleri sonuna kadar okumadan elinin tersiyle itiyor. O derece dünyadan koptu ve izole oldu. Ben bunun son nokta olduğunu düşünmüyorum. Çünkü dünyadan kopmak, izole olmak onlar için "değerli yalnızlık" olsa da, benim için "tehlikeli yalnızlığın" başlangıcı. Türkiye bu şekilde dünyadan kopuk tek başına devam edemez. Bir tek adamın keyfi, istek, emir ve ihtiyaçlarının karşılanması yönünde yaptığı düzenlemelerin sonuna kadar götürülebileceği bir yer olamaz. Bu oyun eninde sonunda bozulur. Ama bu bozulma süreci oldukça sıkıntılı olacak. Ortada devasa yolsuzluklar var. Geçmişte de çok şey yaşadık. Ama bugünkü ortamda hiçbir yasa, hiçbir ahlaki kaygı yok. Ve iktidar öyle bir yere doğru hızla kamyonu sürüyor ki, duvara yaklaştığı noktada tutabilecek frenleri yok. Bunun hiç sevinecek bir tarafı yok. Umarım Türkiye bu olumsuzlukları mümkün olduğu kadar yumuşak bilançoyla atlatır. Çünkü her an bir yerlerde patlayacak kıvılcımlarla çepeçevre sarılmış durumda Türkiye. Çok ciddi, hatta kanlı sonuçlar doğurabilir. Umarım yanılırım, ama bu denli tehlikeli bir yoldan gidiyor iktidar.Vurgularınız hep ‘ahlaki' kayıplara yönelik…Çünkü ahlaki açıdan son derece sorunlu bir durumda Türkiye. Vicdanını, ahlak ilkelerini önemsemeyecek kadar kaygısız hale gelmemişti hiç. Türkiye dindar bir ülke deniyor. Ben inanan biri değilim ama dinlerin ortak yanının ahlak olduğunu biliyorum. O ahlak ki bugünkü hayatı düzenlemekte de kullanılır. “Ölme, öldürme, çalma, kibirli olma, yalan söyleme” der.Şimdi sen dini alacaksın, heybene cephane gibi yerleştireceksin. Onun yardımıyla kendini güçlendirip, oy alacaksın. Hem de diğer taraftan dinin emirlerini görmezden geleceksin. Hatta tam tersini yapacaksın. Böyle dindarlık olabilir mi? On milyonlarca insan böyle. Anketlere bakın, AKP seçmeni de yolsuzlukların olduğunu düşünüyor, biliyor. Buna rağmen bunda bir sakınca görmüyor. Ve kendilerini dindar olarak görüyorlar. O zaman Türkiye toplumunun dindarlığı sahtekârlık sınırında. Bunun sorgulanması gerekiyor. Dindarlık böyle değildir diye düşünüyorum. "Çalıyor ama çalışıyor. Çalsınlar, hep başkaları çaldı. Bunlar bizimkiler" anlayışında ahlak göremiyorum.Medya özgürlüğünde Türkiye'nin Rusya'dan daha gerideSiz Rusya'yı iyi bilen birkaç isimden birisiniz. Rusya tipi başkanlık sistemi var Erdoğan'ın hayalinde. Ne var o sistemde?Rusya' da önemli olan düzenin, asayişin, istikrarın olmasıdır. Demokrasinin olması değildir. Rusya yönetimi de bunu çok iyi biliyor. Anketlerde hep bunu gösteriyor. Bu şartlarda güçlü yönetim, güçlü iktidar, "demir el" Rusya şartlarına uygun düşen bir yönetim.Bunu kurmakta zorlanmadılar. Bununla birlikte çok zor ve sancılı da olsa Rusya bir şekilde demokrasi yolundan geçmeye çalışıyor. Eleştirilecek çok yönü olsa da, demokrasi işleyişinin takvimini gerçekleştirme girişimleri de var. Örneğin Putin iki dönem başkanlık yaptı ve çekildi. Her ne kadar kendi adamını koydu deseler de Medvedev'in gelmesi önemliydi. Ama Putin'in yerinde Erdoğan olsaydı üç ve dördüncü dönemde kalırdı. Bir de Türkiye Rusya ile çok kıyaslanıyor ama ben bunun araştırılmadan yapıldığını düşünüyorum. Rusya'da da medyaya yönelik baskılar var ama medya konusunda Türkiye'dekiler Rusya'yı bırakın örnek almayı onlardan daha beter durumda. Medya özgürlüğü açısından Türkiye'nin Rusya'dan daha geride olduğunu düşünüyorum.‘Bu kadar güzel bir ülkede yaşayamaz hale geldik.' diyorsunuz. Çekip gitme isteği var mı içinizde?Gitme isteği bu iktidarı onaylamayan, ondan rahatsız olan, ilerde daha da güçlenip her şeye müdahale etmesinden korkanların içindeki ciddi bir kaygı. İlk etapta durumu iyi olanlar çocuğunu yurt dışına göndererek bir kurtuluş yolu arıyor. Kendileri de gitmek isteyen ve aklından geçiren çok insan var. Bu bir-iki kişinin meselesi değil. Çok yaygın bir düşünce. Düşünsenize ne güzel bir ülkede yaşıyoruz ama insanlar hiç mutlu değil. İktidar dediğin nedir ki, uydurulmuş bir şey. İşlerin iyi gitmesi için düzeni sağlayacak birimler. Bunlar memur aslında. Cumhurbaşkanı da başbakan da memur. Seçilir, gelir, bir şirket nasıl yönetiliyorsa o da ülkeyi yönetir. Ama o olay biz de o kişinin diktatörlüğüne, otoritere yönetimine doğru gidiyor. Ardından sen bütün hayatını o esarete teslim ediyorsun. Sonra aman yanlış anlaşılmasın korkusu başlıyor. Bu memleket bizim ya, bırakın rahat yaşayalım, nedir bu mengene? Nereye kadar sıkacaksınız? Ben mesleğimi baskısız ve korkusuzca yapmak istiyorum. Düşüncelerimi özgürce ifade etmek istiyorum. Ben Türkiye'de Rusya'dan anlayan kişilerden biriyim ama son dönemde Rusya yazılarım azaldı. Çünkü bu ülke insanı paçasından tutup öyle bir çekiyor ki... Başka bir alanda yazarken, nefesinin kesildiğini hissediyorsun, adeta ülke üzerine yürüyor. Gazeteci olduğunu hatırlıyorsun. 26 yıl Sovyetler ve Rusya'da yaşayıp kısa süre önce döndüğümden dolayı içimde öyle çekip gitme isteği uyanmıyor. Bunun için galiba yaşlıyım da. Sıkıntılarım endişelerim çok, ama bu ülkenin gelecekte daha rahat, huzurlu şekilde yaşama koşullarına sahip olacağına inanıyorum. Bu günler geçecek, bu zorlukları aşacağız.

Basketbolda 'Anadolu rüzgârı...'

$
0
0
Beko Basketbol Ligi'nin 9. haftasında Fenerbahçe Ülker'i kendi evinde ağırlayan Uşak Sportif, aldığı galibiyetle haftanın sürprizini gerçekleştirmişti. Bu galibiyet, futbol ile daha çok anılan ‘Anadolu rüzgârı'nı akıllara getirdi bir an. Biz de Anadolu kulüplerinin ligin lokomotif takımlarına karşı aldıkları galibiyetlerin sırrını araştırdık.Türkiye'de her zaman futbolun gölgesinde kalan bir spor dalı basketbol. Ancak son zamanlarda yapılan yatırımlar bunu bir nebze olsun gidermeye çalıştı. Sponsorlar daha cesaretli davranmaya başladı. Örnek verecek olursak; Anadolu Holding Efes'e, Doğuş Grubu ligimizin çetin takımı Darüşşafaka’ya, Ülker Grubu da Fenerbahçe'ye… Bunun bir adım ilerisini Fenerbahçe Ülker Sports Arena adı altında yapılan spor ve eğlence kompleksiyle gösterdi. Ataşehir'deki tesiste, 15. bin kişilik çok amaçlı spor salonunda basketbolun yanı sıra birçok etkinlik de yer alıyor. Banvit’in başarılı forveti Chuck Davis, rakiplerin korkulu rüyası. Davis, şu anda 10,8 sayı ortalaması ile oynuyor. Türkiye Basketbol Ligi, 1966 yılında Türkiye Basketbol Federasyonu tarafından kurulan, Türkiye'deki en üst düzey profesyonel basketbol ligi. Aynı zamanda ULEB'e göre Avrupa'nın en zorlu 4. ligi olarak biliniyor. 16 takımla oynanan ligde kurulduğu sezondan günümüze kadar toplam 69 takım mücadele etme hakkı elde etti. Ligde sezon sonu en fazla ipi göğüsleyen takım, 13 şampiyonlukla Anadolu Efes. Onu takip eden takım 8 şampiyonlukla, 3 Ağustos 1992 yılında kapatılan Eczacıbaşı Erkek Basketbol Takımı. Üçüncü sırada son 8 yılda 5 şampiyonluk elde eden Fenerbahçe Ülker var. Sarı-Lacivertlilerin ligdeki toplam şampiyonluk sayısı 6. Türkiye Deplasmanlı Basketbol Ligi adı ile kurulan ligin ilk şampiyonluğu ise İzmir ekibi Altınordu Basketbol Takımı'na ait. Asıl konumuz olan Beko Basketbol Ligi’nde bu yıl yer alan Anadolu takımlarının başarılarına dönecek olursak; Banvitspor, Uşak Sportif, Torku Konya Basket, Rönesans Ted Kolejliler, bu sezonun dikkat çeken takımlarının bazıları.2006 yılında kurulan Uşak Sportif, son derece mütevazı bir kadro ama Ozan Bulkaz gibi genç, dinamik bir hocanın elinde iyi yönetilen bir takım görüntüsünde. Türkiye Basketbol Ligi'nde önceki hafta Fenerbahçe Ülker'i mağlup ederek, tarihinde ilk kez Sarı-Lacivertli ekibi yenmeyi başaran Uşak Sportif, baş antrenör Bulkaz yönetiminde 7 lig maçının 4'ünü kazandı. Hatta bu galibiyeti ligin sürprizi olarak değerlendirenler bile oldu. FIBA EuroChallenge Kupası 1. Tur H Grubu’nun son karşılaşmasında geçtiğimiz salı günü Litvanyalı rakibi BC Siauliai ile karşılaştı. Kazanan takımın bir üst tura çıktığı maçta Uşak Sportif, deplasmanda rakibini 78-75 yenerek, bir üst tura yükseldi. FIBA EuroChallenge Kupası'nda 6 maçın 3'ünden galip ayrılan Kırmızı-Siyahlılar, lider Darüşşafaka Doğuş'un ligde aldığı 2 mağlubiyetten birine de imza atmıştı. Ayrıca ligde ilk 3 maçını kaybeden Uşak temsilcisi, Mehmet Kabaran'ın istifasının ardından bu göreve tekrar Ozan Bulkaz'ı getirmişti. Konya ekibi, Trabzonspor Medical Park’ı sert savunması ile durdurmuştu. Ev-deplasman fark etmeyinceLigimizin bir diğer başarı öyküsü Konya'dan. Lige Trabzonspor Medical Park galibiyeti ile başlayan Konya ekibi şu anda 6 galibiyet 4 mağlubiyetle 6. sırada. Aziz Bekir yönetimindeki Torku Konya Basket için, ev ya da deplasman fark etmiyor. Rakip kim olursa olsun basketbolun iki tarafını da çok iyi oynamaya çalışıyor. Sonuç böyle olunca başarı da kaçınılmaz oluyor. 2006 yılında Mutlu Akü Selçuk Üniversitesi adı ile Yeşil-Beyazlı ekip üç yıl Türkiye Birinci Erkek Basketbol Ligi'nde oynadıktan sonra 2009 yılında bir alt kümeye düştü. 2012-13 sezonu itibarıyla Torku'nun sponsor olmasıyla Torku Selçuk Üniversitesi ismiyle mücadele etti. Erdemirspor'un haklarını alarak Beko Basketbol Ligi'nde mücadele etmek için federasyona başvuran Konya ekibi, müracaatları onaylandıktan sonra 2013-14 sezonunda Beko Basketbol Ligi'nde mücadele etmeye hak kazanmıştı. Ligin taze ekibi; Josh Mayo önderliğinde Sean Williams ve Troy De Vries'in katkılarıyla daha da yukarıları zorlayacağa benziyor.Beko Basketbol Ligi ile 2004 yılında tanışan Bandırma merkezli Banvitspor, ligin disiplinli ve başarılı ekiplerinden biri. İç saha maçlarını 3 bin seyirci kapasiteli Kara Ali Acar Spor Salonu'nda yapan Turuncu-Yeşil-Beyazlılar, önceki hafta ligin en güçlü takımlarından Euroleague temsilcimiz Anadolu Efes'i nefes kesen bir mücadelenin sonunda 76-74 mağlup etmişti. Ayrıca ligin ilk haftalarında bir diğer Euroleague temsilcimiz Galatasaray Liv Hospital’ı da 69-67 yenerek lige moralli başlamıştı Bandırma ekibi. Geçtiğimiz sene normal sezonu lider bitirip, son yıllarda oynadığı basketbolla taraflı tarafsız herkesin takdirini kazanan Bandırma ekibi, halihazırda da 6 galibiyet, 4 mağlubiyet ile ligde yedinci sırada. Coach Sırp Lukic yönetimindeki Banvitspor, başarılarına Avrupa'da da devam ediyor. ULEB Avrupa Kupası 1. Tur’da mücadele eden temsilcimiz, grubu 10 maç sonunda 6 galibiyetle üçüncü sırada bitirdi ve bir üst gruba çıkmayı başardı. Bu başarıların yanı sıra küçük pürüzler var, Banvit’te. Sebebini de Basketbol Yorumcusu İsmet Badem'den dinleyelim: “Banvit üçe ayrılmış durumda; beyaz Türkler, beyaz Avrupalılar ve siyahi ABD'liler. Avrupa'nın en iyi boyalı alan oyuncuları Vladimir Dragicevic ve Vladimir Veremeenko, ne yazık ki bekledikleri pasları alamıyorlar. Banvit iyi takım olmasına rağmen antrenör ayrıştırmayı hâlâ çözebilmiş durumda değil. Bu durum daha ne kadar sürecek onu da ilerleyen haftalarda hep beraber göreceğiz.Kısaca, Türkiye Basketbol Ligi, bu hız ve kalitesini sürdürdüğü, kavgasız maçlar da oynanmaya devam ettiği müddetçe basketbol güçlenecek. Böylece, sponsorlar da daha güvenle ortaya çıkacak. Spor yapan değil, spor seyreden insanların ülkesiyiz Beko Basketbol Ligi'nde Anadolu kulüplerinin yaptığı çıkışları nasıl değerlendiriyorsunuz?Yıllar sonra Türkiye Basketbol Federasyonu'nun almış olduğu 5 artı 1 yabancı kuralına göre iyi takım kuran çok büyük bütçeleri olmamasına rağmen güvenilir, dayanıklı ve kaliteli yabancı seçen küçük takımlarla büyük takımlar arasında uçurum kalktı. Bu nedenle büyük bütçeli-küçük bütçeli takımlar arasındaki maçlarda dengeler birbirine yakın oldu. Bu arada özellikle Avrupa kupalarında oynayan takımlar için ligde başarılı olmak o kadar kolay olmadı. Büyük takımlar özellikle futbolda asla yabancı sınırlamasının kalkmasını istemezler. İster gibi görünüp asla istemezler. Çünkü altyapıda sporcusu olmayan bir ülkeyiz. Tüm branşlarda aynı. Altyapılardan sporcu gelmemektedir. Bu nedenle az paralarla gelen yabancılar tüm dengeleri bozmuştur. Geçtiğimiz dönemlerde futbolda izlediğimiz gibi basketbolda da bir Anadolu rüzgârı izleyebilir miyiz?Anadolu'da futbolcu biraz parlayınca hemen İstanbul'da soluğu almakta. Ancak dikkatli bakılınca Türk oyuncularımızın çoğu gurbetçi çocuklarıdır. Ne yazık ki, ülkemizde altyapılarda hiçbir branşta gerektiği gibi sporcu yetişmiyor. Bu, sporu bilmeyen yöneticilerin iş başında olmasındandır. Olimpik birçok branşta sporcumuz yok! Yaşamları boyuncu hiç sporcu olmayan, spor yapmayan insanlara nasıl sporu sevdirecek, nasıl sponsor yapacağız?Takımların başarılarında sponsorların ne kadar etkisi var?Büyük kulüp, taraftarı ile büyük olur. Büyük takım ise oyuncusu ile büyük takım olur. Ancak büyük takım kurmanın yolu sponsordan geçer. Bilinçli ve spordan anlayan sponsor iyi kadro kurunca ancak dev takım oluşur. Sponsorsuz artık hiçbir şey yapmak mümkün değil. Ancak sponsorun da şartları var. Küfür, kavga ve olay çıksın istemiyor.Anadolu kulüpleri başarılarını sürdürmek istiyorlarsa neleri doğru yapmalı? Şu anda örnek verecek olursak; Banvit halktan aldığını halka veren en önemli örnek. Bandırma ve çevresi basketbol sevgisi ile donanmış. Yöre halkı bilmektedir ki, basketbol onlar için eğlencedir ve bunu en iyisi ile yerine getiriyorlar. Banvit, tüm Anadolu'ya örnek olacak bir yatırım yapmıştır. Sponsor mutlaka olmalı. Rönesans şirketini örnek verebiliriz. Rönesans'ın başındaki birinci patron Erman Ilıcak, eski TED öğrencisi ve basketbol sevdalısı biri. Erman Ilıcak, istikbal vaat eden iyi bir basketbolcu değil. TED maçlarında fazla oynama şansı bulamıyor. Hocası onu hep kenarda oturttuğu için bir gün, “Ben böyle kenarda oturmak istemiyorum. Başka takıma gitmek de istemiyorum. Ben iş hayatına atılacağım.” demiş. Bugün Rönesans Holding Yönetim Kurulu başkanı ve aynı zamanda kulüp başkanı olan Erman Ilıcak, şu an sponsorluk konusunda çok önemli bir örnek teşkil ediyor. Ancak sponsorun parası en iyi şekilde kullanılmalı. Avrupa'nın en pahalı ligiyiz ama altyapıları olmayan lig takımlarımız var. 16 birinci lig ve bir sürü ikinci ve başka liglerimiz var. İncelenince çoğunluğun altyapıları olmadığı görülür. Ayrıca spor yapan değil, az sayıda spor seyreden insanların ülkesiyiz. Bu senenin sürprizi hangi takımlar sizce?Şu an Uşak Sportif, Torku Konya Basket, Rönesans Ted Kolejliler ve Daçka diyebiliriz. Ancak gerçek sürpriz takımın adını sezon sonunda koyabiliriz.
Viewing all 3284 articles
Browse latest View live