Quantcast
Channel: ZAMAN-PAZAR
Viewing all 3284 articles
Browse latest View live

Hastadır hasta

$
0
0
Donuklaşan gözler, yerinden kalkmayan patiler, su içmeye gitmeye üşenen bir kedi. Sonbahar yaklaşırken ev kedilerini bekleyen rahatsızlıklara karşı ne yapmak gerektiğini bilmek, hayatımızı da kolaylaştırıyor.Akşam misafir telaşı bastırmış, bir tabağı kaldırıp bir tabağı koyarken göz ucumla ortalarda olmayan Keşkül’ü arıyorum. Biraz seslenip karşılık bulamayınca bu sefer ismini seslenip bakınacağım. Bir kanepenin dibine serilmiş yatan kedimin sesinin ne zamandır çıkmadığını fark edip yerinden kalkamayacak kadar halsiz olduğunu da anlayınca, misafirlerin yemeklerini hızla verip koşarak veterinere gideceğiz: Eyvah! Kedim hasta!Hastalandıklarına şahit oluncaya kadar bitmek bilmeyen enerjileriyle bir türlü hastalanabileceklerine inanmadığımız kedilerin görünen ya da görünmeyen birçok rahatsızlığı olabiliyor. Keşkül’ün durumundaki gibi belirti vermesi ve kulaklarını tutunca ateşinin çıktığının anlaşılması her zaman mümkün olmuyor. Peki ne yapacağız?Kedilerde en sık görülen sağlık problemi idrar yolu enfeksiyonu. Tedavi edilmediği takdirde böbreklere yayılarak hayati tehdit oluşturuyor. Kedilerin tükettiği kuru mamalar hastalığı tetikliyor. Düzenli ve temiz su vermek çok önemli. Bu hastalık sırasında sulu mama verilmesi, öğünlerin az miktarda tutulması, ev yemeği verilmemesi, tavuk suyu ve et suyu gibi gıdalarla desteklenmesi, kumunun temiz tutulması destekleyici tedaviler.Diş ve diş eti hastalıkları da bir diğer tehdit. Sağlıklı ve yüksek kaliteli gıdaların kullanılması bu sorunun önlenmesi için gerekli.İştah artması, sık sık kusma, vücut ısısının yükselmesi, kalp ve solunum hızının artmasıyla ortaya çıkan hipertiroidizm, kedilerde sekiz yaşından sonra en sık görülen hastalık. Bu rahatsızlık genellikle tiroid bezinde oluşan iyi huylu bir tümör ve bunun sonucu aşırı tiroid hormonu üretimi nedeniyle meydana geliyor. Kanserleşme ihtimaline karşı mutlaka bir veterinere danışılması gerekiyor.Aşıları ihmal etmeyinAşıların düzenli yapılması sağlıklı bir yaşam için şart. Kedinize en uygun aşı takvimini veterinerle belirlemeniz gerekiyor. Aşı sonrası aşı bölgesinde ağrı, kısa süreli ateş, halsizlik ve iştahsızlık görülebiliyor.Hasta veya hastalık riski taşıyan kedilerle temastan sonra elleri bol su ve sabunla yıkamak, giysileri değiştirip, mama, su kapları, taşıma kutuları, tuvalet kapları vb. eşyaların ortak kullanımından kaçınmak önemli. Hasta veya hastalık riski taşıyan bir kedi için kullandığımız eşyaları (örneğin taşıma kutusunu veyahut üzerinde yattığı örtüleri) diğer kediler için de kullanmak zorunda kalırsak, bu eşyaları çamaşır suyunda bekletip durulayarak dezenfekte etmeli ve güneş ışığı alan bir yerde kurutmak gerekiyor.Genç kediler için risk: FPHalk arasında ‘kedi gençlik hastalığı’ olarak da bilinen Felix Panleukopenia, kedilerin bulunduğu her ortamda görülebilen bulaşıcı bir viral hastalık. Her yaştan kediyi etkileyebiliyor. En çok yavru kediler, hasta kediler ya da yeterince bağışıklık kazanmamış kediler risk altında. Özellikle yaz aylarında şehirlerde FP salgınına sıkça rastlanıyor. Yetiştirme çiftlikleri, pet shoplar, barınaklar gibi kedilerin toplu halde bulunduğu yerlerde de FP salgınları görülebilir. FP, köpeklere ya da insanlara bulaşmaz. FP, kediden kediye doğrudan temas yoluyla bulaşır. Sağlıklı bir kedi, FP hastalığı taşıyan bir kediyle doğrudan temas etmese de, hasta kediyle aynı ortamda bulunduğu ya da aynı eşyaları kullandığı takdirde hastalığı kapabilir. Örneğin hasta kedinin yattığı yerde yatması, aynı tuvaleti, mama veya su kaplarını kullanması hastalığın bulaşması için yeterli nedenlerden. Benzer şekilde, hasta bir kediyle temas etmiş insanların el ve kıyafetlerine bulaşan vücut salgılarından da sağlıklı bir kediye hastalık bulaşabilir. FP virüsü, son derece dirençli bir virüs. Pek çok kimyasal maddeye karşı dirençli ve oda sıcaklığında bir yıl kadar yaşayabilir. Bir kediyi dış dünyadan tamamıyla izole etmek mümkün olmadığı için, aşılanmamış bir kediyi FP virüsünden korumak da olanaksız. Kedi hastalıklarıyla mücadelede en önemli bölüm, bakım sırasında göreceği sevgi ve destek. Yumuşak sesle konuşmak, mamasını yakınına koymak, mümkün mertebe izole etmemek kedinin güven ve sevgi görmesi için en önemli konular.

Gül’ün ardından

$
0
0
Geçtiğimiz perşembe günü 7 yıllık görev süresini tamamlayan Abdullah Gül’ün Cumhurbaşkanlığı dönemi, birçok ilklere sahne oldu. İşte Köşk’te geçen 7 yılın 10 maddelik özeti.24 Nisan 2007…Heyecanlıydı. Elleri titriyordu. Hayatı adeta film şeridi gibi gözünün önünden geçti. Kayseri yılları, İslam Kalkınma Bankası’ndaki görevi, Necmettin Erbakan ve Tayyip Erdoğan’la tanıştığı ilk gün ve siyasete adım atışı… Az sonra Türkiye Cumhuriyeti tarihinde birçok kırılmaya sebep olacak kritik sürecin ilk adımı atılacaktı. Başbakan Erdoğan, partisinin grup toplantısında konuşmaya devam ediyordu. Tüm Türkiye ekranlara kilitlenmişti. Erdoğan konuşmasını uzattıkça heyecan arttı. Gözler, Gül’ün üzerindeydi. Başbakan, yaptıkları son değerlendirmeler ve araştırmalar neticesinde bir ismi ortaya çıkardıklarını söyledi ve “O da değerli, bugüne kadar beraber bu yolda olduğumuz, bu hareketi beraber kurduğumuz Abdullah Gül kardeşimizdir.” dedi. Salonda birden alkış tufanı koptu. Kimi partililer ise gözyaşlarına hâkim olamadı. Erdoğan konuşmasını, “Şüphesiz ki nihai karar Yüce Meclis’imizin olacaktır. Meclis’imizin kararı da milletimizin kararı olacaktır.” sözleriyle sürdürdü, partililer ise Başbakan’a “Kıskananlar çatlasın” sloganlarıyla eşlik etti. Erdoğan kürsüden indi, grup toplantısı sona erdi. Ve Abdullah Gül yeni bir hayata ‘merhaba’ dedi. Muhtıralı, erken genel seçimli ve de bol tartışmalı uzun bir sürecin sonunda Türkiye’nin 11. cumhurbaşkanı olarak Köşk’e çıktı. Peki 7 yıl nasıl geçti? İşte 10 maddede Gül’ün Çankaya serüveni:1- Hitap kriziyle başladı, bir gün sonra başkomutanlığını kabul ettirdiDönemin Genelkurmay Başkanı Orgeneral Büyükanıt kapıda karşıladığı Gül’ü, kürsüye çıkarken selamlamadı. Bu iyi haber değildi. Gül, tedirgindi. Ardından GATA Komutanı Korgeneral Necati Özbahadır ve diğer konuşmacılar da Gül’e alışıldığı gibi “Sayın Cumhurbaşkanım” yerine “Sayın Cumhurbaşkanı” diye hitap etti. Cumhurbaşkanı’nın morali bozulmuştu. “Selam ve hitap” krizi bir gün sonraki Kara Harp Okulu mezuniyet töreninde aşıldı. Komutan ve askeri öğrenciler Gül’e “Sayın Cumhurbaşkanım” diye seslendi. Cumhurbaşkanı, rahat bir nefes aldı. O artık fiilen de başkomutandı.2- Terörle mücadeleden, örgütle müzakereyeGöreve geldiği ilk dönemde, terör örgütüne çok sert ifadelerle yüklendi. Yapılan saldırıların intikamının alınacağını söyledi. Bununla beraber Cumhurbaşkanı, 2009’da söylediği ‘İyi şeyler olacak’ sözüyle aslında çözüm sürecinin fitilini ateşleyen isimler arasında başı çekti. Genel olarak süreç boyunca, hükümetle paralel bir yol izledi. Zaman zaman ise tedirginlikler yaşadı. Örgütün, Başbakan Erdoğan’ın naif tabiriyle ‘şımarması’, özellikle hükümete yakın medya tarafından PKK’ya giydirilen dokunulmazlık zırhı, Gül’ü de rahatsız etti. Yine de süreçten desteğini çekmedi. Terör örgütü lideri Abdullah Öcalan’ın 2013 Nevruz’undaki ‘barış’ çağrılarını da olumlu karşıladı.3- Gezi’de hükümetten ayrı düştü2013’ün Mayıs ayının sonlarına doğru, Taksim Gezi Parkı’nda ağaçların sökülmesini engellemek için başlayan protesto gösterileri şiddet eylemlerine dönüşerek diğer şehirlere de yayıldı. Erdoğan, eylemcilere ‘çapulcu’ dedi. Yaşananları, birçok olaydaki gibi ‘darbe girişimi’ olarak nitelendirdi. Gül ise farklı bir yol izledi. ‘Mesaj alınmıştır’ dedi. Demokrasinin sadece sandıktan ibaret olmadığını vurguladı. Hatta “Bir açıdan bu ve benzeri olayların başlangıcı ile ilgili açıkçası gurur da duyarım.” ifadelerini kullandı.4- Noter damgası yedi2013’te şike soruşturmasının ardından, bu eylemi yapanlara verilen cezaları azaltan yasayı veto ederek, toplumun geniş kesimlerinin büyük sempatisini kazandı. Fakat son dönemi anti-demokratik yasalara ‘evet’ demekle geçti. Ülkeyi muhaberat devletine çevirme potansiyeli taşıyan MİT yasası olmak üzere, yargıyı siyasallaştıran HSYK, hür teşebbüsü engelleyen dershane düzenlemelerini onayladı. Veto etmediği internet düzenlemesiyle, Twitter ve YouTube yasaklarının önünü açtı. Sonra da bu yasakları tweet atarak eleştirdi.5- Devletin hiyerarşisi altüstÖzel yetkili mahkemelerin kaldırılması sürecinde karşılıklı sıcak mesajlar veren Başbakan Tayyip Erdoğan ve Türkiye Barolar Birliği (TBB) Başkanı Metin Feyzioğlu, 10 Mayıs 2014’te tarihe geçecek sertlikte bir tartışma yaşadı. Erdoğan, Feyzioğlu’nun konuşmasına sinirlendi ve müdahale etti. Feyzioğlu “Çok yapıcı bir konuşma.” görüşünde ısrar edince Erdoğan, daha da öfkelenerek “Böyle edepsizlik olmaz ki.” tepkisini gösterdi. Feyzioğlu da, “Edepsizlik yapan ben değilim Sayın Başbakan.” karşılığını verdi. Başbakan bu kez, sesini yükseltti. “Sen kendin yapıyorsun. Yalan konuşuyorsun hep, Van’da neler yapıldığından haberin var mı?” diye bağırdı. Erdoğan, beraberindekilerle birlikte salonu terk etti ve Gül’e ‘gidelim’ manasında bir el işareti yaptı. Devletin zirvesini, birliğini ve bütünlüğünü simgeleyen Gül de Erdoğan’ın peşinden salonu terk etti.6- DDK, tarihe ışık tuttuGül’ün yaptığı en olumlu hareketlerden biri Devlet Denetleme Kurulu’nu (DDK) etkin kullanmaktı. DDK, önce Muhsin Yazıcıoğlu’nun şüpheli helikopter kazasını araştırdı. Tarihî bilgi ve belgelere ulaştı. Dosya, Özel Yetkili Mahkeme’ye taşındı. Merhum Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın kabri de DDK raporu sonrasında açıldı. Özal’ın vücudunda zehir çıktı. Hrant Dink cinayeti ve Madımak olayıyla ilgili hazırlanan rapor da devletin bu süreçlerdeki hata ve ihmallerini gözler önüne serdi.7- Kulak rahatsızlığı siyasi hayatını bitirecektiGül’ün kulak rahatsızlığı aslında daha eskiye dayanıyordu. 2006’nın Mart ayında GATA’da bıçak altına yattı. İç kulak operasyonu tam iki buçuk saat sürdü. 2012’nin Ağustos ayı Cumhurbaşkanı Abdullah Gül için tam bir kâbustu. Kırgızistan ziyaretini yarıda kesti, ülkeye döndü. Bir süre hastanede ilaç tedavisi gördü. Fakat iyileşememişti. Bir yıl sonra bu kez ameliyat olmak zorunda kaldı. Gül’ün sol kulağına ‘koklear implant’ yerleştirildi. Bu teknoloji sayesinde kulağa gelen sinyaller doğrudan sinirlere iletilmeye başlandı. Gül artık iyileşmişti. Rahat bir nefes aldı.8- İlklerin cumhurbaşkanı olduCumhurbaşkanı Abdullah Gül, Çankaya Köşkü’ndeki 7 yıllık görev süresi boyunca birçok ‘ilk’e imza attı Abdullah Gül, cemevi ziyaret eden ilk cumhurbaşkanı oldu. Yine Köşk’te onun döneminde ilk kez şehit aileleri için iftar verildi. Gül, Muharrem ayı iftarını da yine ilk kez Köşk’te gerçekleştirdi. Görev süresi boyunca Türkiye’nin 81 ilini de ziyaret eden ilk cumhurbaşkanı oldu. Gül, il ziyaretleri sırasında valiliklere de hediye takdim edilmemesi konusunda uyarıda bulundu. Bunun yerine Gül için 460 bin fidan dikildi, 3 bin öğrenciye burs verildi. 11. Cumhurbaşkanı, haleflerine göre en çok yurtdışı seyahati yapan isim oldu. Türkiye dışına 119 seyahat gerçekleştirdi. Gül, eşi başörtülü ilk cumhurbaşkanı olarak da tarihe geçti. Ayrıca TBMM tarafından seçilen son cumhurbaşkanı oldu.9- Başbakanlık planları ‘yeni yetme’lere takıldıÖnce, ‘bu şartlarda siyasete devam etmeyeceğini’ söyledi, birkaç ay sonra ‘millete hizmete devam’ kararı aldı. Görev süresinin bitmesine sayılı günler kala ‘Partime döneceğim.’ dedi. Fakat Bülent Arınç’ın tabiriyle partinin yeni yetmeleri Gül’ü istemiyordu. Gazetelerdeki köşelerinden, TV ve gazetelerden hatta sahte isimlerle açtıkları sosyal medya hesaplarından bunu açık açık dile getirdiler. Tabii yeni yetmeleri cesaretlendiren asıl isim Başbakan Erdoğan’dı. Ve Erdoğan sonrasını şekillendirecek olağanüstü kongreyi, Gül’ün görev süresinin bitiminden bir gün önce topladılar. Siyaset dilinde buna ‘Seni partide istemiyoruz.’ deniyordu. Gül için işaret ettikleri yer en azından şimdilik bekleme odası oldu.10- Köşk’ün tek patronu: Hayrünnisa HanımHayrünnisa Hanım’a ayrı bir parantez açmak lazım. 7 yıl boyunca Köşk’ün tartışmasız tek patronuydu. Gül’ün giyeceği kıyafetten, Çankaya’ya alınacak personele kadar son sözü hep o söyledi. Zaman zaman kullandığı bütçenin büyüklüğü nedeniyle eleştirilse de Köşk’e zarafet kattı. Restorasyon çalışmalarıyla, devletin zirvesi bambaşka bir çehreye büründü. Depolarda çürümeye terk edilmiş sanat eserlerini ülkeye kazandırdı. Giderayak yaptığı ‘Asıl intifadayı ben başlatacağım.’ açıklamasıyla da aslında siyasetin de ne kadar içinde olduğunu gösterdi.

Dondurmam kaymak değil acı biber

$
0
0
Dondurmanın envai çeşidini biliriz lakin gazozlu, sakızlı, gofretli, sürpriz yumurtalı, karpuzlu, yoğurtlu, Makedon güllü hatta acı biberlisini deneyeni nadir olmalı. Dondurmacı Adem Haktanır Bayrampaşa'daki dükkanında 1932'de Slovakya'da başlayan bir geleneği sürdürüyor.Bayrampaşa Yıldırım Mahallesi'nde parkın hemen karşısında ufak bir dondurma dükkanı Has Ado. İlk bakışta sıradan gibi görünse de vitrindeki rengarenk, envai çeşit dondurma sıcak havanın da etkisiyle buyur ediyor sizi içeri. Öyle çilekli, limonlu gibi klasik tatlar değil. Gazozlu, sakızlı, gofretli, sürpriz yumurtalı, karpuzlu, yoğurtlu, Makedon güllü... Hatta İtalya'dan gelen özel acı biber soslu bile var. Elliye yakın çeşidin hepsi birbirinden enteresan. Ha bir de dondurmaların üzerinde Hırvatça yazılmış isimleri görünce iyiden iyiye meraklanıp dalıveriyoruz içeri. Dükkanın sahipleri Adem-Sibel Haktanır çifti şaşkın müşterilere alışkın olacaklar ki daha biz sormadan başlıyor anlatmaya...Amerika ve Balkanlar'da sülale boyu dondurmacıAdem Bey bu dükkanı açalı 1 buçuk yıl oluyor lakin bu sektörde yeni oldukları anlamına gelmiyor. Nedenini kendi ağzından dinleyelim: “Makedon Göçmeniyiz aslen. Bizim dondurma serüvenimiz 1932'de dedem ve babaannemin çalışmak için gittiği Slovakya'da başlıyor. Orada bir dondurma dükkanı açıyorlar ancak çok geçmeden ayrılıyorlar. Sonra Slovak olan babaannem diğer çocuklarıyla Kanada'ya yerleşiyor ve orada bir dondurmacı açıyor. Halalarım ve amcalarımın birbirinden ünlü dükkanları var şimdi orada ve dedem de babamı alıp Yugoslavya'ya geliyor. Oradan Türkiye'ye gelip bu dükkanı 1989'da Vardar Pastanesi olarak açtık ve dondurma yapmaya başladık. Sonra ben yeni bir konsept ve markayla ‘Has Ado Dondurma' olarak yeniden açtım ve çok farklı çeşitler denemeye başladım.” Adem Haktanır'ın yola çıkış nedeni ise aromanın baskın olduğu Roma dondurması ile kıvamın daha önemli olduğu Maraş dondurmasını birleştirmek. Bunu da büyük ölçüde başarmış zira hem tatlar yoğun ve doğal hem de kıvamı oldukça yerinde.Acı biberliyi yedi, koşarak kaçtıEşi Sibel ile sürekli yeni tatları denediklerini söyleyen Adem Haktanır'ın müşterilerine durumu kabul ettirmesi pek kolay olmamış. Makedon gülünden, İtalya'dan ithal acı soslusuna, meyveli gazozlusundan sakızlısına hatta bonibon ve sürpriz yumurtalısına hemen her çeşit oldukça ilgilerini çekse de tercihleri yine kakao, çilek ve limondan yana oluyormuş başlarda. Hal böyle olunca Adem Bey'in müşterilerini özel tatlara yönlendirmek için hayli dil dökmesi gerekmiş. Tüm ürünlerde süt, salep ve meyveden başka hiçbir katkı maddesi yok. Dükkandaki acı biberli dondurmanın enteresan bir öyküsü var. Zira Hırvatistan'da dondurmacılık yapan amcaoğlundan öğrenmiş tarifini. Acı sos İtalya'dan geliyor. Görüntüsü çikolatalıya benzeyen -lakin tadının alakası yok- acı biberlinin daimi müşteriler arasındaki kod adı ‘spesiyal'. “Ver abi oradan bir spesiyal!” deyip arkadaşını şakalayanlar oldukça, boğazı yanarak dükkandan kaçanlara da alışmışlar karı koca. Bir de biz deneyelim diyoruz, foto muhabiri arkadaşımızı kandırmak için. Servisler geliyor, arkadaş büyük bir titizlikle çekimleri yaparken tabakları karıştırmasın mı! Ava giden avlanıyor ve payımıza dakikalar süren boğaz yangısının müsebbibi acılı dondurma düşüyor nitekim.

Boşa değil nükleere karşı kürek çekiyor!

$
0
0
Nükleer enerji santrallerinin yol açacağı olası zararlar Türkiye'de göz ardı edilen onlarca şeyden yalnızca biri.Santrallerin çevreye ve insan sağlığına vereceği olası zararlar konusunda duyarlılık, toplumun geniş kesimlerine yayılamasa da nükleersiz.org ve Yeşil Düşünce Derneği gibi yıllardır mücadele eden sivil toplum kuruluşları var. Türkiye'de nükleer santral kurulmasına engel olmak için 1996'dan beri çeşitli eylemlere imza atan nükleer karşıtlarının son eylemi ise kendi tabirleri ile ‘uçuk’: Hopa’dan İstanbul’a kadar 1500 Km uzunluğundaki Karadeniz’i motorsuz ve yelkensiz olarak kürekle geçmek. Nükleersiz.org, Yeşil Düşünce organizasyonu ile nükleere karşı küreklere asılan kişi ise 1999 yılından bugüne kadar İstanbul, Atina, Venedik, Arnavutluk gibi pek çok ülkede kürek turu gerçekleştiren Hüseyin Ürkmez. Yazıyı yazdığımız sırada Bafra’dan geçip Sinop’a doğru yaklaşan Ürkmez’in yolculuğu http://share.findmespot.com/shared/faces/viewspots.jsp?glId=0IsTDk7U0PboEv3f5T3TgDG6AE5DXLBZt linkinden takip edilebiliyor. Ürkmez, Karadeniz’in hırçın sularında kürek çekerken Yeşil Gazete yazarlarından Pınar Demircan da adeta İstanbul’da kürek çekiyor. Ürkmez’in günlüklerini kendisiyle sık sık iletişime geçerek tutan Demircan, gelişmeleri Yeşil Gazete’deki köşesinden paylaşıyor. Aynı zamanda Nukleersiz.org sorumlusu Demircan, hem kürek çekme eylemini hem de nükleer enerji santrallerine karşı verdikleri mücadeleyi anlattı. Nükleer enerjinin yol açacağı zararların yeterince bilinmediğini ve bu konuda kamuoyu duyarlılığının gelişmediğini anlatan Demircan, Ürkmez’in yolculuğundan örnek vererek anlatıyor. Hem kürek eylemi sırasında hem de kendi yaptıkları ziyaretler sırasında gözlemlediklerini anlatan Demircan’a göre nükleere karşı bilinç kıyılardan iç kesimlere doğru gittikçe azalıyor. Ona göre bunun sebebi kıyaların nükleerin zararlarından birinci derecede etkilenecek olması. İç kısımda kalanların nükleerden etkilenmeyeceklerine dair yanlış bir kanısı olduğunu belirten Demircan,“Halbuki Akdeniz’de ve Sinop’ta yapılması planlanan santraller kurulursa hepimiz yandık” diyor. Çünkü nükleerin yol açacağı zararlar sadece bir kaza olması durumunda ortaya çıkmayacak. Balıkçılıktan örnek veren Demircan’ın söyledikleri çarpıcı: “Balık üretiminin yüzde 11’i Marmara Denizi’nden , yüzde 19’u Ege ve Akdeniz’den yüzde 70 gibi büyük bir kısmı ise Karadeniz’den sağlanıyor. Ve bu sektör aynı zamanda yaklaşık binlerce kişiye istihdam sağlıyor. Ve böylesine önemli bir bölgede Karadeniz’in kıyısında Fukushima nükleer santralinin 4 katı büyüklüğünde bir nükleer santralin kurulması planlanıyor. Siz düşünün. Üstelik sektörün olumsuz etkilenmesi için kaza olmasına gerek yok” diyor. Kaza olmasa da zarar görecek önermesini biraz açmasını istiyoruz. Anlatıyor: “Nükleer santraller soğutma suyu kullanır. Bu suyu olduğu gibi denizden çekecek. Günde 10 bin litreden bahsediliyor. Karadeniz balığının lezzeti derelerin denize döküldüğü ağızlardaki planktonlardan geliyor. Nükleer santral kurulunca soğutma suyu çekecek ve bütün planktonları haşlayıp geri bırakacak denize. Ve bu su radyasyonlu olacak. Kısacası nükleer santral kurulduğunda hayatımızı etkilemesi için ille kaza olması gerekmiyor. Tek başına balıkçılık bile çok olumsuz etkilenecek. Santral kurulsun balığın üzerinde Sinop etiketi varsa o balığı alan tüketici sayısı düşecek” 3 Ağustos’ta başlayan ve iki ay sürmesi planlanan ‘Kürekle Karadeniz eylemi’ ile ilgili Yeşil Düşünce Derneği ve Nükleersiz.org’un imzası bulunan basın açıklaması şu sözlerle bitiyor: “Buradan bizi yönetenlere ileteceğim mesaj şudur ki: Başımızın üstüne yağan rahmetten, üzerine bastığımız topraktan, soluduğumuz havadan korkmak, kaçınmak istemiyoruz. Ben Hüseyin Ürkmez. Ülkemizde nükleer santral kurulmasına insan gücüyle karşı çıkabileceğimiz düşüncesinin temsilcisi olarak 1500 kilometrelik kürek yolculuğuma Hopa’dan başladım. Sizler de karabasan gibi Karadeniz’in Akdeniz’in üzerine çökmeye hazır radyasyon yüklü bulutları dağıtmak zorundasınız!”Hüseyin Ürkmez’in günlüklerden bölümler… 18 Ağustos: Ne güzeldir dayanışma! Hüseyin’in geleceğini Sinop’taki dostumuz Sami Koç’tan duymuş olan Sürmeneliler sabah 10:00’da Hüseyin’i karşıladı. Sabah 5′te denizde olmak için çoğunlukla davetleri bile reddetmek durumunda kalıp sandalında konaklayan Hüseyin’in bu şekilde Sürmene’ye erkenden varması hiç şüphesiz Karadeniz insanıyla kaynaşmasını da sağladı.Hüseyin Ürkmez Nükleersiz Türkiye için 5 gündür denizde; saatte ortalama 5 km giderek göze aldığı yolculuğun yüzde 10′u bile henüz bitmiş değil… 1500km dile kolay… “Ağır ağır çıkacaksın bu merdivenleri” dediği gibi Şairin, çek Hüseyin çek kürekleri ağır ağır! Çernobil’in etkilerinin 10 yıllar sonra ortaya çıkardığı kanser vakalarıyla dolu hastanelerdeki mağdurlar için çek! Nükleer santral sevdasına karşı çek! sömürüye karşı çek! akıntıya karşı çek!2 Eylül, sandalını bıraktığı Terme’ye minibüsle ulaştıktan sonra yine gemisinin kaptanı Hüseyin, kıyı boyunca ve deniz üzerinde otoban, havaalanı, fabrika yok, mis gibi yeşil doğa! ne bana yazacak malzeme var ne Hüseyin’e hayıflanacak bir sebep. Yeşilırmak’ın Karadeniz’le kucaklaştığı yerde kaldı akşam, limana girdikten sonra konuşmak için aradığımda “cuvvv” diye bir ses geliyor kulağıma, etrafta dolaşan avcılar olsa gerek , birileri “saçma”lamıştı işte ! Endişeyle Ulvi Bey’i arıyorum, tekrarı yok asayiş berkemal.

Binek araçla inek hırsızlığı

$
0
0
Rusya’da bir güvenlik kamerasının kaydettiği ‘bu kadar da olmaz’ dedirten görüntülerde, yere yem bırakan hırsızlar yaklaşan ineği arkasından iterek araca sokuyor.

Futbola ilk devlet müdahalesini ittihatçılar yaptı

$
0
0
Futbolun tarihine ilişkin derdi olan isimlerden biri Mehmet Yüce. İletişim Yayınları’ndan çıkan “Osmanlı Melekleri: Futbol Tarihimizin Kadim Devreleri” kitabı da böyle bir derdin ürünü. Futbol bu topraklara nasıl gelmiş peki? Cevabı Mehmet Yüce ile sohbetimizde.Futbol topu bulamasak bile çoraptan ya da pet şişeden top yapıp oynayan bir neslin çocuklarıyız. Fakat bu kadar rağbet gören ayak topunun ülkemizdeki tarihine ilişkin bildiklerimiz yanlış, eksik, güdük. Geçtiğimiz günlerde Mehmet Yüce’nin İletişim Yayınları’ndan çıkan “Osmanlı Melekleri: Futbol Tarihimizin Kadim Devreleri” kitabı da böyle bir eksikliğin giderilmesi derdiyle ortaya çıkmış. Futbolun ülkemizdeki serüvenini dinlemek için Mehmet Yüce’yle bir araya geldik.Kitabın adı neden ‘Osmanlı Melekleri’?Müslüman ya da gayri Müslüman, Osmanlı coğrafyasında yaşamış herkese Osmanlı deniyordu. Türk, Arnavut, Ermeni, Bulgar veya Rum fark etmez. Kitabın bahsettiği devir 1923’te bitiyor ve bu isimlerin hepsi Türk futboluna önemli katkılar yapmışlar. Onları iyi bir şekilde yâd etmek amacıyla kitabın adını ‘Osmanlı Melekleri’ koydum.Osmanlı’da futbolun gelişimini inceleme ihtiyacı nereden hâsıl oldu peki?Bu tarih yalan yanlış yazılmıştı. Okuyoruz futbol tarihi ile ilgili yazılanları, hep birbirinden kopyalanmış şeyler var. Puan cetvelinde atılan ve yenilen goller bile birbirini tutmuyor. O yüzden birisinin yazması gerektiğini düşündüm. Baktım kimse yazmıyor, ben yazdım.O dönemi araştırırken kaynak sıkıntısı çektiniz mi?Özellikle Balkan Savaşı ve I. Dünya Harbi evresinde çok sıkıntı çektim. Çünkü o dönemde gazeteler iki yaprağa iniyor. Ne yayınlanan bir mecmua var ne de gazeteler doğru dürüst çıkıyor. Bir de İngilizlerin Osmanlı içinde futbolu tamamen bıraktıklarında bayağı sıkıntı çektim. 1908’de İngilizler Osmanlı’da futboldan el eteklerini çekiyorlar. Doğal olarak bu tarihten sonra bilgileri kayıt altına alan yayın organları da azalıyor. Müslümanlara futbol yasak çünkü.Osmanlı’daki ilk futbol takımı hangisi?İlk kulüp Constantinapole Football Club. Merkezi Beyoğlu’nda ve Levantenler tarafından 1880’lerde kurulmuş. Buradan bir sürü kulüp doğmuş daha sonra. Moda, Kadıköy vs. buradan türüyorlar. 2014 senesinde hâlâ devam eden en eski kulüp ise Tatavla (Kurtuluş) Spor Kulübü’dür. Kuruluşu itibarıyla Rum kulübü fakat şu anda adı Kurtuluş’tur ve Türk kulübüdür. Geçmişini de inkâr etmez. Kuruluş tarihini 1896 olarak gösterir. İlk Müslüman futbol kulübü ise 1905 yılında kurulan Galatasaray.Futbolu Türklerin bulduğuna dair bir söylenti vardır. Doğru mu bu?Tabii oturup da Çin kaynaklarına bakmadım. O sebeple bu konu hakkında kesin bir doğrum yok. Fakat şunu biliyoruz, 1930’larda özellikle milliyetçilik görüşü artmaya başlamış. Bizde de her şeyi Türkleştirme gayesi var. Örneğin güzelim semt isimleri değişiyor, Tatavla semti Kurtuluş oluyor vs. O sıralarda Türk Sporu dergisinde ‘Futbolu da Türkler buldu’ diye bir yazı çıkıyor. Aslında tarihte futbolu hep İngilizlerin bulduğu söylenir. 1913’te yayımlanan İdman Mecmuası’nda futbolun tarihi incelenir ve orada İngilizlerin bu sporun atası olduğundan bahsedilir. Bizde ise böyle bir iddia 1930’larda ortaya çıkıyor. Daha öncesinde böyle bir yazıya rastlamadım. O sebeple bu iddia çok da doğru gelmiyor bana.Futbol nasıl gelmiş Osmanlı’ya?İngiliz gemileriyle gelmiş. O dönemde İngilizler her yere gidiyorlar ve büyük limanlara uğruyorlar. 1800’lerden sonra nereye gitmişlerse yaptıkları sporu da oraya götürmüşler. Toprağa çıkıyorlar ve sporlarını icra ediyorlar. 1850’lerde, özellikle Kırım Savaşı’ndan sonra İngilizler bizim topraklarımıza geliyorlar. Mesela tenis ilk defa 1850’nin ortalarında İstanbul’da oynanmaya başlıyor. Futbol ise daha geç tarihlerde. İngiltere’de bile 1863’te resmi olarak futbol federasyonu kurulmuş. Bizde ise bu tarihlerde futbol oynandığına dair yazı veya belge yok. Daha çok rugby oynuyorlar. Resmi olarak kayıtlarda 1880’lerde futbolun oynanmaya başladığını gördüm. İngilizler ve levantenler birbirleriyle maçlar yapmışlar. Genelde hep İngilizler kazanıyormuş tabii.Gayrimüslimler top peşinde koşarken bizimkiler ilgi duymuyor mu futbola?İlk başta ilgi gösteremiyorlar. Yasak çünkü. Biraz İngilizce bilen snob tipler oynuyorlar. Mesela Fuat Bey var. Zengin çocukları oynayabiliyorlar bu oyunu zaten. Sonuçta bir hobi gibi başlıyor. Bugünkü anlamda endüstriyel şekilde ilerlemiyor. Ali Sami Yen’ler, Fuat Bey’ler, Refik Osman’lar, bunlar hep paşa ve bürokrat çocukları. Halk da çok olumlu bakmıyor zaten. Bir Müslüman’ın yapmaması gereken bir şey olarak algılanıyor. İttihat ve Terakki 1908’de başa geldikten sonra da tam tersi oluyor. ‘Aman spor yapın, güçlü bedenlere kavuşun ki güzel savaşın’ düşüncesi ortaya çıkıyor. Bu bakımdan İttihat ve Terakki’nin spora büyük bir katkısı olduğunu söylemek yanlış olmaz. Aynı zamanda sporun mükemmel bir propaganda aracı olduğunun da farkına varıyorlar. Birçok kulübü kendilerine bağlamak istiyorlar.Kimleri mesela?Mesela Galatasaray’ı bağlamak istiyorlar fakat yapamazlar tabii. Sahibi var çünkü. Fenerbahçe’yi de almaya çalışmışlar fakat başarılı olamamışlar. Neden olmadığını tam olarak bilmiyoruz. Beşiktaş o dönemde yok zaten. Bu takımları bağlayamıyorlar kendilerine ama o dönemde Galatasaray’ın ‘Progress International’ diye ikinci bir takımı daha var. Aydın oğlu Raşit Bey takımın başı. Bir şeyler oluyor ve bu takım Galatasaray’dan kopuyor. Raşit Bey, Talat Paşa’yla oldukça iyi anlaşan bir insan. Görüşmeler yapıyorlar aralarında ve takımın ismi Altınordu şeklinde değiştirilerek İttihat ve Terakki’nin takımı oluyor. Bu takım Fenerbahçe’nin içini de boşaltıyor, hemen hemen bütün futbolcularını alıyor. Galatasaray’dan da bir iki tane alıyorlar. 1916 yılında savaş için insanları askere almaya başlıyorlar.Futbolcular da alınıyor tabii. Fakat Altınordu’da oynayanlar alınmıyor. Mesela Refik Osman anlatır anılarında, askere gitmemek için Galatasaray’dan ayrılarak Altınordu’ya aldırıyor kendini. Altınordu da 1916 ve 1919 arasında üç yıl üst üste şampiyon oluyor tabii. 1920’de İngilizlerin İstanbul’u işgali sonucu büyü bozuluyor. Bıraksanız o sezon da Altınordu şampiyon olur ama savaş kaybedildikten sonra İttihat ve Terakki Fırkası kapatılınca Altınordu gücünden düşüyor tabii. Esas güçlü takımlar Galatasaray ve Fenerbahçe yeniden güçleniyor.Beşiktaş pek yok ortada sanki?İlk Beşiktaş-Fenerbahçe ve Beşiktaş-Galatasaray maçı 1924’tedir. Beşiktaş’ın futbolda parladığı yıl 1924’tür. O sene İstanbul şampiyonu oluyorlar zaten. Beşiktaş’ın 1903 yılında kurulanının ismi ‘Bereket Jimnastik Kulübü’. Ahmet ve Mehmet Ali kardeşler tarafından kuruluyor. O yıllarda Beşiktaş diye bir isim yok. Daha sonra yine bu kardeşler tarafından 1909 yılında Beşiktaş diye bir kulüp ortaya çıkıyor. Futbola da aslında bu yılda başlıyor fakat çok zayıf bir takım var. Futbola 1916’lara kadar değer vermemiş, basit bir oyun olarak görmüş. 1916’da Ahmet Şerafettin’in gayretiyle bir şeyler değişmeye başlamış. Beşiktaş’ı Beşiktaş yapan adamdır kendisi.Kitapta da altını sıklıkla çiziyorsunuz. Ali Sami Yen’in oldukça önemli bir yeri var sanırım Türk futbolu için?Tabii. Teşkilatçı bir adam. Babası da oldukça önemli bir isim: Şemsettin Sami. Kamûs-ı Türki’nin yazarı. Ali Sami Yen de babası kadar mühim bir kişi. Galatasaray’ın kurucusu, resmi olarak Türk Milli Takımı’nın ilk teknik direktörü. Çok şey borçluyuz ona. Yapılan her şeyin kayıt altına alınmasını sağlamış. Mesela Galatasaray Müzesi ve oradaki dokümanlar olmasaydı şu elimde tuttuğum kitabın yarısı olmazdı.‘Top, bir şeytan icadıdır’1908 yılında İskoç Evening Telegraph gazetesinde şöyle bir olay gazetede kendine yer buluyor: “Türkiye’de pek teşvik görmeyen spor, büyük zorluklarla yapılmaktadır. İzmir ve İstanbul arasındaki futbol maçıyla gayrete gelen Reşad Bey isimli bir Türk genci, kendi arkadaşlarının yanı sıra bazı Rum ve Ermenilerin de katılmasıyla bir kulüp kurmuş ve idmanlara başlamıştı. Birkaç gün önce, gece yarısı evine gelen polis, onu Üsküdar’a götürüp kulüp ve futbol oyunu hakkında uzun bir süre sorguya çekti. Türkçede top kelimesi aynı zamanda bir silah anlamına geldiğinden, işler büsbütün karıştı. Yetkililer, büyük bir komployla karşı karşıya bulunduklarına ve kulübün aslında gizli bir örgüt olduğuna inanmıştı. Topun gerektiği gibi incelenmesi için gönderilen özel memur, bunun bir şeytan icadı olduğuna karar verdi. Kulüp tüzüğü bir başka aleyhte delil olarak görüldü. Kulübün renkleri ve formalarıysa, gizli bir örgütü ortaya koyan en büyük delildi.”Ali Sami Yen ve Celil İbrahim1913-1914 Beşiktaş Futbol Takımı1913-1914 Fenerbahçe Futbol Takımı1910-1911 Galatasaray Futbol Takımıİttihat ve Terakki’nin Altınordu Takımı

Transfer bir şenliktir

$
0
0
Transfer, takımların yenilenmesi ve güçlenmesi için önemli imkânlardan biridir. Yapılırken gerekli futbol ve işletme aklının ortaya konulmaması halinde bir felakete de yol açabilir. Özellikle yabancı oyuncu transferi konusunda bu durum çok sık yaşanmaktadır.Evet, transfer gerçekten bir şenliktir. Sahadaki oyuna ara verilen dönemde neredeyse oyunun kendisi kadar ilgi çeker. Daha önce sahada yapılan yarış bu kez masaya kayar. Özellikle geride kalan sezonda beklediğini bulamayan takımlar taraftarını mutlu edebilmek için transfere abanır.İşin özünde transfer, takımların eksiğini-gediğini giderip daha sağlam bir kadro oluşturarak gelecek sezona hazırlanmaları imkanıdır. Karşı çıkılacak bir yanı yoktur. Ancak futbolda başarının sadece transferle mümkün olamayacağı da defalarca yaşanıp görülmüş bir durumdur. Kendi kaynaklarına dayanmak, daha sağlam ve geçerli bir yoldur. Ancak bizimki gibi üzerinde çok fazla konuşulup yeterince çalışma yapılmayan altyapı-özkaynak düzeni, başarı için transferin daha önplana çıkmasına yol açar.Bunun itiraz edilebilecek bir yanı yok. Üstelik bugüne kadar kulüplerinde efsane olmuş oyuncuların büyük bir bölümünün de transferle kazandırıldığını görmezden gelemeyiz. Metin Oktay’dan Hakan Şükür’e, Lefter’den Cemil Turan’a büyük yıldızların çok ilginç transfer öyküleri vardır. Bugün pek çok kişi Beşiktaş’ta Metin-Ali-Feyyaz efsanesinin özkaynak düzeninden doğduğunu sanır, hayır, üçü de transferle gelmiştir. Sadece bu iş çok genç yaşta yapılmıştır. Böylesi örnekler sayılamayacak kadar çoktur.Onunla da olmuyor, onsuz da…Transfere dayalı olmayan başarının en parlak örneklerinden birini Trabzonspor ortaya koymuştur. Bordo Mavili takımın 1970’li yılların ikinci yarısında şampiyonluğu ilk kez İstanbul dışına taşıma gibi devrim niteliğindeki başarısında temel etken hiç tartışmasız kendi kaynaklarına dayanıyor oluşudur. Tabii bunu bugünkü anlamda çok sağlam bir özkaynak düzenine sahip oluşu gibi göremeyiz. Trabzon ve çevre illerdeki potansiyelin kendiliğinden denilebilecek şekilde değerlendirilmesidir sözkonusu olan…Türkiye’de transfer şampiyonluğunu Fenerbahçe yıllarca kimseye bırakmadı. Buna karşılık Galatasaray ve Beşiktaş daha ihtiyatlı bir yaklaşım gösterdi. Hatta bu nedenle Galatasaray 1973-1987 arasında 14 yıl, Beşiktaş da 1967’den 1982’ye 15 yıl zirveden uzak kaldı. Sarı Kırmızılı kulüp bu dönemde tesis eksiğini giderme çabası içindeydi. Beşiktaş ise yokluklarla mücadele etmek zorunda kaldı, sonrasındaki Süleyman Seba döneminde ayağa kalkabildi Siyah Beyazlı kulüp.Son 10 yıllık dönemde Galatasaray ve Beşiktaş zaman zaman transfer şampiyonluğu konusunda Fenerbahçe ile yarıştı. Bütün kulüplerimiz özellikle yabancı transferi konusunda doğru ve önemli işlerin yanında çok büyük yanlışlar yapıp kayıplara uğradı. Bugün artık UEFA tarafından uyarı ve cezalandırma işinin başlatıldığı borç batağının ana kaynağı bu transferler oldu. Önümüzdeki sezonlarda yine UEFA’nın uygulayacağı çok daha ağır birtakım cezalara da hazır olmamız gerekiyor.FEYYAZ - ALİ - METİNAz kazanç, büyük kayıpTransfer konusunda her zaman akıllıca davranan kulüplerimizin başında Gençlerbirliği geliyor. Elbette ki daha büyük hedeflerinin olmayışından da kaynaklanan bir yaklaşımın yanında 40 yıla yakın süredir kulübün başında bulunan İlhan Cavcav etkeniyle bu işten para kazanan belki de tek kulüp durumunda Başkent ekibi. Öteki Anadolu takımları da büyüklere sattıkları oyuncuları her zaman önemli bir gelir kaynağı olarak gördü. Bunun son örneğini Tarık Çamdal oluşturdu. Eskişehirspor bu oyuncudan gelecek bonservis bedeliyle maddi sorunlarını çözme konusunda bir soluk alacak gibi görünüyor.Galatasaray’ın Ribery gibi geleceğin büyük yıldız adayını yok yere elinden kaçırması, yetmiyormuş gibi buna yakın zamanda Hajroviç fiyaskosunun eklenmesi, Beşiktaş’ın teknik direktör Del Bosque ve futbolcu Ferrari için dehşet verici miktarda tazminat ödemesi, Tabata gibi vasat bir adam için de inanılmaz miktarları gözden çıkarması, tarihi denebilecek kayıplar oldu. Benzerlerini Fenerbahçe de yaşadı ve bu durum hâlâ sürüyor. Bir Krasiç örneği bile çok şey anlatıyor. Yabancı kontenjanı nedeniyle gönderilmek zorunda kalınan oyunculara ödenen paralar insanın içini sızlatıyor.Kulüplerimiz oyuncu alışverişinde nadiren kazançlı çıktı. Fenerbahçe’nin Okocha’sı, Beşiktaş’ın Carew’i bu alanda güçlükle bulunan örnekler. Fenerbahçe’nin Baliç’i Real Madrid’e satışı önemli bir kazanç sağlamıştı, Beşiktaş da Nihat’ı Real Sociedad’a gönderirken iyi-kötü bir gelir sağladı, Galatasaray Hakan Şükür’ü İnter’e kaptırırken yabana atılmayacak bir bedel alabildi.Galatasaray’ın geçen sezonun devrearasındaki transfer hamlesine akıl erdirmek zordu. Zaten maddi sıkıntı içinde bulunan kulüp 9 oyuncu birden aldı. Güya bunlarla takım gençleştirilecekti. Şimdi bunların sadece 2’sinden biraz yararlanılıyor (Telles ve Veysel), öteki 7’si kiralık ve takas olarak takımdan uzaklaştırılıyor. Daha önce 8,5 milyon euro bedelle alınan Amrabat da artık gözden çıkarılmış gibi görünüyor. Bütün bunların belli bir futbol ve işletme aklıyla yapıldığını söyleyebilmek mümkün mü?Transfer var mı abi!Bizim gerek bonservislerine gerekse kendilerine akılalmaz paralar ödediğimiz oyuncular Batı’da bu paraların yarısını bile bulamıyor. O nedenle çoğunu üste para vererek göndermek zorunda kalabiliyoruz. Hemen tüm kulüplerimiz bunu yaşıyor. Bu dehşet verici kayıplar artık olağan bir durum gibi görünüyor.Transfer işinin önemli bir ayağı da medya. Her türlü transfer aynı zamanda okur ve izleyici olan taraftar kitlesinde belli bir heyecan oluşturuyor. Bu sayede tiraj ve reytingler artıyor. Asla gerçekleşmesi mümkün olmayanlar dahil olmak üzere bazı gazetelerde sürekli transfer haberleri yer alıyor. Taraftarların bu olaya “Anlat, yalan da olsa hoşuma gidiyor” şeklinde yaklaştığı gözleniyor. Taraftarlar arasında adeta uyuşturucu bağımlılığı gibi yoğun biçimde transfer talepleri de ortaya çıkabiliyor.Bu sezon Fenerbahçe’nin çok sert biçimde frene basıp tek transferle yetinmesi daha önce hiç görülmemiş bir durum. Trabzonspor’un hamlesi ise bunun tam tersi yönde bir ilk oluşturuyor. Bordo Mavili kulüp, yeni teknik direktörün 10 futbolcu isteğine bunun iki katından fazlasıyla karşılık verdi. Alınanların bir bölümü tek maçta bile forma giyemeden gönderildi. Başka bazı oyuncuların da onlarla aynı yolu izleyebileceğini tahmin etmek zor değil. Trabzonspor’un bu transferlerle geçen sezonki 4.lükten daha yukarı çıkabileceği kuşkulu ama bunlar için ödenecek bedel mutlak bir gerçek. Yıkıma yol açabilecek durumu hafifleten etken Olcan, Adrian ve Henrique’nin satışlarından gelecek para oldu.Transferin nasıl bir şenlik olarak başlayıp cinnete doğru yol alabileceğinin bir özetini yapmaya çalıştık. Elbette ki daha söylenecek çok şey var ama şimdilik bu kadarıyla yetinelim.

Çorapları midesine giydi!

$
0
0
Çorapların tekine sahip olamayan adamlar eşlerini her daim çileden çıkarmakla kalmıyor hayvanlar âlemi için de tehdit oluşturuyor.Zira Portekiz'de evdeki çorapların yarısını mideye indiren köpek, görenleri hayrete düşürdü. 3 yaşındaki Danua cinsi köpeğin midesinden renk renk 43 tane çorap çıkartıldı. DoveLewis Hayvan Hastanesi'ne getirilen köpeğin midesine ultrasonla bakılınca bir çorapçı açmaya yetecek malzemenin olduğunu fark etti doktorlar. Genç girişimcilere duyrulur!Retro hırsızlar geliyorHırsızlar soygun için envai çeşit yöntem keşfetti, lakin hiçbiri onları mutlu etmemiş olacak ki eskiye rağbet var şu sıralarda. Doğu Avrupa'da 1970'lerde ajanların kapı açmak için kullandığı "Bulgar anahtarı" adlı maymuncuk yüzünden İtalya'da özellikle yazlık ev soygunlarında artış oldu. Bütün kilitleri 30 saniye gibi kısa bir sürede açabilme özelliğine sahip olan alet 'retro'sever hırsızların yeni gözdesi olacak gibi...Ölü taklidiyle ölümden kurtulmaÖlü taklidi yapmak ayı saldırısından korur sanırdık, yanlış değil lakin eksik biliyormuşuz. Zira IŞİD’in haziran ayında Tikrit’te kurşuna dizdiği 700 dolayında Iraklı askerden birinin, ölü taklidi yaparak hayatta kalmayı başardığı ortaya çıktı. Uluslararası İnsan Hakları İzleme Örgütü’nün yayımladığı son raporda infaz edilen asker sayısı 560’la 770 arasında. Raporun en dikkat çekici ayrıntılarından biriyse, ölü taklidi yaparak canını kurtaran Ali adlı bir askerin hikâyesi.

Altın Koza’da Orhan Kemal

$
0
0
Bu yıl 21’incisi düzenlenecek Uluslararası Altın Koza Film Festivali, ünlü yazar ve senarist Orhan Kemal’in doğumunun yüzüncü yılını etkinliklerle kutluyor. Festivalde yazarın eserlerinden uyarlanarak sinemaya aktarılan filmlerden seçkiler sunuluyor.Türk sineması’nın ve Orhan Kemal’in 100. yaşı, bu yıl 15-21 Eylül tarihleri arasında düzenlenecek olan 21. Uluslararası Altın Koza Film Festivali’nde birlikte kutlanıyor. Sinemayı, edebiyatı ve Adana’yı bir araya getiren Kemal’in kaleminden uyarlanan filmler, onun hakkında yapılmış sergiler ve belgeseller festivalde yer buluyor. Türk sinemasına pek çok kez ilham kaynağı olan Kemal, festivalin gösterim bölümünde “Orhan Kemal 100 yaşında” başlığı altında kendi eserlerinden uyarlanan filmler ile anılacak.. Bunun yanı sıra yazarın oğlu Işık Öğütçü’nün katılımıyla bir sergi açılacak. Sergide sanatçıya ait senaryoların afişlerinin yanında set fotoğrafları da gösterilecek. Ayrıca Mehmet Güleryüz’ün yönettiği ‘Sessizlerin Sesi: Orhan Kemal’ adlı belgeselin gösterimi yapılacak. Festivalde bu yıl yazarın eserlerinden uyarlanan beş filmin gösterilmesi planlanıyor.Adana’nın edebiyat dünyamıza kazandırdığı isimlerden biri, Orhan Kemal. 1914 yılında dünyaya gelen yazar, yaşadığı topraklar üzerinde meydana gelen sıkıntıları kalemine ustaca yansıtmasıyla biliniyor. Özellikle kitapları Çukurova civarında geçim kaynağı toprağa bağlı insanların sesi oldu. Orhan Kemal’in doğduğu yıl Fuat Uzkınay’ın çabalarıyla başlatılan yerli sinemamız, onun eserlerinden fazlasıyla etkilendi. Kitapları sinemaya uyarlanarak Türkiye gerçeklerini izleyiciyle buluşturdu. Kemal’in kitaplarında anlattığı siyasal, sosyal ve ekonomik problemler filmlerde olduğu gibi yer buldu. Haliyle o dönem uygulanan sansürden çekilen birçok film de nasibini aldı. Kemal’in kitaplarını hikâyesine temel alan yaklaşık üç yüz film olduğu tahmin ediliyor. Yazar kimi zaman ismini açık ederek kimi zaman ise saklayarak Yeşilçam’a bu konuda destek veriyor.72. KoğuşErden Tokatlı’nın aynı adla uyarladığı ve yönetmenliğini yaptığı 1987 yapımı filmin başrollerinde Kadir İnanır, Halil Ergün ve Tülay Arda bulunuyor. Cezaevine girerek oradaki yaşamı deneyimleme fırsatı bulan Orhan Kemal’in bu izlenimlerinden esinlendiği öyküsünden uyarlanan film, II. Dünya Savaşı’nın yokluk günlerindeki bir hapishane koğuşuna götürüyor bizleri. 72. koğuşta kalan Ahmet’in eline annesinden hatırı sayılır miktarda bir para geçiyor. Bu para ile çevresi tarafından sevilen ve sayılan biri haline gelen Ahmet,sefillik içerisinde bulunan koğuşun durumu düzeltiyor. Ranza ve soba alınan koğuşta, her gün yemek çıkmaya başlıyor. O dönem cezaevlerinde kumar mahkûmların para kazanmak için tek umududur. Bir süre sonra Ahmet de diğer koğuş ağaları gibi kumar oynamaya başlıyor. Bu sırada Ahmet kadınlar hapishanesinden Fatma ile görüşmektedir. Kumarda bütün sahip olduklarını kaybeder. Artık aşık olduğu Fatma ile görüşemeyecek olması Ahmet Kaptan için yıkım olur.Gurbet KuşlarıSenaryosunu Orhan Kemal ile Halit Refiğ’in beraber yazdığı film, 1964’te çekildi. Kahramanmaraş’tan İstanbul’a daha iyi bir hayat sürebilmek için gelen bir ailenin verdiği mücadeleyi anlatıyor. Göç ve toplumsal bozulmayı ele alan yapımın oyuncu kadrosunda Tanju Gürsu, Filiz Akın ve Cüneyt Arkın gibi isimler bulunuyor. Yapım aynı zamanda Arkın’ın yıldızının parladığı filmolarak biliniyor. Hikâye, Tahir Ağa’nın Maraş’ta işleri bozulunca bütün mal varlığını satmasıyla başlıyor. Karısı Hatice, oğulları Selim, Murat, Kemal ve kızı Fatoş ile İstanbul’a göç eden baba İstanbul’da ilk olarak bir tamirci dükkânı açıyor.Ancak Tahir Ağa, kendini şirket sahibi olarak tanıtan biri tarafından dolandırılınca bütün parasını kaybeder. Küçük bir dükkan açarak durumunu düzeltmeye çalışsa da işler o kadar kolay şekilde yoluna girmezBereketli Topraklar Üzerinde Erden Kıral tarafından yönetilen 1979 yapımı drama filmi, Çukurova’ya gelip ağır şartlar altında çalışan üç arkadaşın başından geçenleri konu ediniyor. Filmde Yaman Okay, Erol Demiröz ve Erkan Yücel, köylerinden çalışmak için yola çıkan Köse Hasan, Pehlivan Ali ve Yusuf adlı üç genci canlandırıyor. Birçok ulusal ve uluslararası festivallerden ödülle dönen yapım, sansüre uğradı ve negatifleri birkaç kez kayboldu. Hikâyesi arkadaşların fabrikada çok zor şartlar altında çalışmalarına odaklanıyor. Akşamları kiraladıkları ahırda buluşan arkadaşlar bir türlü şehir hayatına alışamaz. Sulu kozada çalışan Köse Hasan’ın hastalanıp ölmesiyle işler çözülür ve değişmeye başlar. Bir süre sonra Ali de çalıştığı makineye ayağını kaptırır ve kan kaybından ölür. Geriye kalan Yusuf ise başladığı yere, tren garına geri döner.Eskici ve OğullarıYönetmen koltuğunda Şahin Gök’ün oturduğu 1990 yapımı filmde Fikret Hakan, Kadir İnanır, Levent İnanır ve Menderes Samancılar yer alıyor. Filmde ayakkabı tamirciliği yaptığı dükkânından zamanla para kazanamaz hale gelen bir ailenin mücadelesi ele alınıyor. Adana’ya çevrilen kamera, oralarda yaşanılan ekonomik değişimin aileyi bir anda nasıl çökerttiğini gösteriyor. Geçimlerini sağlamak için eskici ve oğulları tarlalarda ırgatlık bile yapmaya başlarlar.MurtazaÇevresiyle uyum sorunu yaşayan Bekçi Murtaza’nın hayatını izlediğimiz film, Tunç Başaran tarafından 1965 yılında sinemaya uyarlandı. Başrolde Murtaza karakteri rolünde Müşfik Kenter bulunuyor. Sadık bir bekçi olan Murtaza, mahallenin her sorunundan kendisini sorumlu tutuyor. Olur olmaz her zaman duydukları düdük seslerinden bunalan halk, Bekçi Murtaza’yı sevmemektedir. Şikâyetler artınca Murtaza, bir fabrikaya gönderilir ama kaderi orada da değişmez. İşçilere yaptığı baskıları sevilmesine engel olur.

Kısa değil, kıpkısa öyküler

$
0
0
Bir Tweet’lik Öyküler, ‘90’larda Çocuk Olmak’ ve ‘Tuhaf Alışkanlıklar Kitabı’ gibi tematik eserler basan Yitik Ülke Yayınları’nın son kitabı. Yazarları Twitter kullanıcıları olan kitabın geliri ile ağaç dikilecek.Günün önemli bir kısmını internet başında geçiren insanlara ‘kalk bilgisayarın başından biraz kitap oku’ demekle bilgisayar başından kalkılmıyor maalesef. Başka şeyler yapmak lazım. Sosyal medyanın gücünü kabul edip o kitlenin isteklerini dikkate alan projeler üretmek gibi. Yitik Ülke Yayınları bunu en iyi yapan yayınevlerinin başında geliyor. Okurunu yazara dönüştüren ve bunu yaparken de sosyal medyanın gücünü kullanan bir yayınevi Yitik Ülke. Bu şekilde basılan birçok tematik kitap var. ‘80’lerde Çocuk Olmak’ kısmen, ‘90’larda Çocuk Olmak’ ise tamamen sosyal medya kullanıcılarının katkılarıyla ortaya çıkmış kitaplar. Yayınevinin çıkardığı son kitap ‘Bir Tweetlik Öyküler’ ise isminden de anlaşılacağı gibi gücünü bütünüyle sosyal medyadan alan bir kitap. Yayınevi kurucusu Edebiyatçı Kadir Aydemir, “bir yıl önce twitter’da başlattığı projenin basılı hale gelmesi” olarak tanımlıyor kitabını. Kitabın ortaya çıkış sürecini şöyle anlatıyor Aydemir: “Yitik Ülke yayınları olarak bir yıl önce #yitikoyku adı ile bir hashtag açtık ve takipçilerimiz bu etiket üzerinden en fazla 140 karakter olacak şekilde kendi yitik öykülerini attılar. Biz de içlerinden seçip bu kitapta topladık.”Yitik Ülke, sosyal medya üzerinden kurulan ilk yayınevi. Yitikulke etiketinin internet ortamında ilk görünmeye başlandığı yıl 1997. Şiir ve edebiyat konuşulan sanal ortamın, önce bloga sonra web sitesine dönüşmesinin ardından 2006’da yayınevi kurulmuş. Kurucusu Şair-Yazar Kadir Aydemir, “Kendimi bildim bileli kitap okurum. Kütüphaneleri, kitapçıları da çok seviyorum teknolojiyi de çok aktif kullanıyorum. Aslında yaptığımız, sosyal medya araçlarının paylaşım mantığını kağıda indirip, kağıt üzerinde uygulamak.” diyor.Bir Tweet’lik Öyküler, Yitik Ülke’nin 127. kitabı. Tweetlerden oluşması itibari ile bir ilk olan kitap, gelirinin ağaca dönüşecek olması dolayısıyla da özel. Kadir Aydemir, ‘sosyal medyayı aktif olarak kullanan insanları kitap okumaya yönlendirmeyi öncelikli hedefleri olarak tanımlarken bir başka amaçlarının da ağacı ve doğayı korumak olduğunu söylüyor. Şu sözler ona ait: “Ağaçların, doğanın tahrip edildiği bir dönemde okurlar ve yazarlar olarak doğaya olan borcumuzu ödemek istiyoruz. Sonuçta kitap üretmek için de ağaçlar kesiliyor. Kentsel yapılaşma dolayısıyla İstanbul’da yeşil alan 60’lardan 70’lerden bu yana yüzde 75-80 oranında azalmış. Buna karşı belki küçük bir katkımız olur diye düşünerek bu kitaptan elde edilecek gelirle, yapabilirsek hatıra ormanı oluşturmak istiyoruz. İlk baskıdan elde edilen gelir şekillendikçe okurlarımızı ve kitabın yazarlarını davet edeceğim ve ağaç dikimini hep birlikte gerçekleştireceğiz. Belediyelerle konuşacağız onlar bize bir yer gösterirlerse oraya dikeceğiz. Olmazsa yine sosyal medya üzerinden iletişime geçerek birinin bahçesi mi var, yeşil alanı mı var hep birlikte gidip ağaçlarımızı dikeceğiz. Kitabı okuyan insanlardan dileyenlerin isimlerini de fidanlara asacağız.” Sosyal medya, eleştirilecek tarafları olmakla beraber hiç bilinmedik yerlerde yaşayan çok yetenekli insanlar olduğunu ortaya çıkarması bakımından önemli bir mecra. Yitik Ülke Yayınları’nın bu gibi insanlara küçük de olsa bir yazma hevesi aşılayabileceğini söyleyen Aydemir, “Bu, benim dokuzuncu derlemem. 90’larda Çocuk Olmak da tamamen sosyal medya kitabı. Bu ise sosyal medya projesi. Web blogundan yayınevine geçiş yapan ilk yayınevi olduğu için projeler hem eğlenceli hem sosyal sorumluluk taşıyan işler. Mutlu olduğumuz işler. Ticari değil. Dayanışma ile oluşan işler.” diyor.248 sayfadan oluşan kitabın her bir sayfasında tek bir tweet bulunuyor. Ancak bu şekilde kalmayacağını Aydemir’den öğreniyoruz: “Her yeni baskıda kitaba yeni yazarlar, yeni öyküler yani yeni tweet’ler eklenecek.” Yitik Ülke’nin yeni projelerine gelince, sırada yine sosyal medya kullanıcıları arasından seçilecek kişilerin en sevdiği roman ya da öykü kahramanlarını anlatacağı ‘Kitap Kahramanları’ projesi ile kediler üzerine bir kitap var.Okurunu yazara dönüştüren tek yayıneviyiz“Yitik Ülke’yi diğer yayınevlerinden ayıran şey, bir dayanışma ve dostlukla ilerleyen bir ortamımız olması. Çoklu yazarlarla çıkan tematik kitaplarımız çok ilgi gördü. 80’lerde Çocuk Olmak ve 90’larda Çocuk Olmak, Tuhaf Alışkanlıklar Kitabı ve Yitik Öykü, benim çok yazarlı kitaplarım oldu. İlk sosyal medya derlemem Ekşi Sözlük yazarlarından oluşan Ekşi Öyküler’di. Sosyal medya bizim için yeni yazarlarla tanışma ortamına dönüştü. Onların projelerini yayınlayabiliyor, kendi projene onları dahil edebiliyorsun. Yayınevleriyle, ajanslarla iletişim kurmak zordur. Bir şey yollarsınız cevap vermezler. Yitik Ülke’nin farkı; ajans değil alın teri. Sosyal medya hesaplarını, birebir ben yönetiyorum. Her şeyden bizzat haberdar olup, her şeyi gözlemleyebiliyorum. Bu çok keyifli ve çok avantajlı.”

Komedyenlikten Hollywood starlığına

$
0
0
Komedyen olarak sahneye çıktığında kimse bugünkü gibi bir Eric Bana’nın ortaya çıkacağını tahmin etmiyordu. Geçtiğimiz haftalarda vizyona giren Bizi Kötüden Koru filmiyle başrolü üstlenen Eric Bana’yı yakından tanıyalım.Son yirmi yıldır Hollywood filmleriyle dünya çapında şöhret yakalayan çok sayıda Avustralyalı yıldız görebilmek mümkün. Çoğumuz bu isimlerin Avustralyalı olduğunu bilmeyiz aslında. Mel Gibson, Nicole Kidman, Geoffrey Rush, Cate Blanchett, Hugh Jackman ve Naomi Watts… Şaşırdık değil mi? 2000’li yıllardan sonra Hollywood’da yıldızlaşan Avustralyalılar kervanına bir isim daha eklendi: Eric Bana.1968 Melbourne doğumlu aktörün ailesi aslında buralı değil. Annesi Alman, babası ise Hırvat. Gençlik yıllarında araba tamirciliği yapmak en büyük tutkusudur. Fakat babasının yoğun uyarıları ve Mel Gibson’ın kült film serisi ‘Mad Max’i izlemesi Bana’nın aklını çeler ve oyuncu olmaya karar verir. Çok kimse bilmez belki ama Bana’nın üstün bir taklit yeteneği var. Okul yıllarında hocalarının taklidini yaparak başlar bu işe. Yeteneği 1990’ların başında kendisini stand-up komedyenliğine taşır. Oldukça popüler olur ve bu popülerlik Bana’ya televizyonun kapılarını açar. 1997’de ‘The Eric Bana Show’ ile televizyonda parlar. Ekranda Tom Cruise, Sylvester Stallone ve Arnold Schwarzenegger gibi kalburüstü ünlülerin taklidini yaparak daha da tanınır. Hatta o kadar popüler hale gelir ki 1997 yılında Avustralya Televizyon Ödülleri olan Logie Ödülleri’nde “En Popüler Komedyen” seçilir.Televizyondan sinema dünyasınaBana’nın gerçek manada sinema kariyerini başlatan ve kendisine Hollywood’un kapılarını açan yapım, Andrew Dominik’in 2000 yılında çektiği Chopper (Kasap) adlı film olur. Dominik, Bana’ya başrolü teslim eder ve yeteneğini sergileme fırsatı sunar. Avustralya’daki yeraltı dünyasının önemli isimlerinden Mark ‘Chopper’ Read’i canlandıran Bana, bu ilk başrolün üzerinden hakkını vererek gelir. Rolü için otuz kilo alır, vücuduna dövme yaptırır, azılı bir suçluyu beyazperdeye en iyi şekilde aktarmak için elinden geleni yapar. Hem film hem de Bana ses getirir. Film Avusturya Film Enstitüsü Ödülleri’nden üç dalda ödül alır ve Bana en iyi aktör seçilir. Amerika’daki birçok eleştirmen Bana’nın performansını öven yazılar kaleme alır. Kendisi için Hollywood yolu gözükmüştür böylece.İlk filminin üzerinden bir yıl geçmemiştir ki Hollywood’un en önemli yönetmenlerinden Ridley Scott, Black Hawk Down (Kara Şahin Düştü) filmi için Bana’ya rol teklifinde bulunur. Kült haline gelen bu film, Bana’nın Amerika’daki kariyeri için önemli bir dönüm noktası olur. Sonraki süreçte Hulk (2003) ve Steven Spielberg’in Munich (2005) filmleriyle çıtayı yükseltmeye devam eder. Hulk filmindeki performansından oldukça etkilenen Spielberg, Munich’teki başrolü tereddütsüz Bana’nın ellerine bırakır.Şöhretin esiri olmamak kolay değilŞöhreti yakalayıp da başı dönen birçok yıldızın takındığı tavırlara Bana’da pek şahit olmuyoruz. Samimi, ayakları yere basan ve yaptığı işi ciddiye alan birisi. Özel hayatını korumak için de elinden geleni yapıyor. Meşhur olduktan sonra hayat tarzını değiştiren ve evliliğini bitiren diğer Hollywood yıldızlarının aksine Bana, on yedi yıldır evliliğini sürdürüyor. En yakın dostu ise ünlü aktör Brad Pitt. Bana ve Pitt’in dostluğu, Bana’nın kariyerindeki önemli noktalardan biri olan Chopper filmine dayanıyor aslında. Filmi izleyen Brad Pitt, Bana’nın oyunculuğuna hayran olur ve şu yorumda bulunur: “Eric, böylesine keskin ve zor bir karakterin üstesinden abartıya kaçmadan, etkileyici ve doğal bir oyunculukla gelmiş. Onda çok az sayıda aktörün sahip olabileceği özel bir yetenek var.” Kaderin bir cilvesi olacak ki birkaç sene sonra Truva filminde başrolü üstlenen Pitt, diğer roller için oyuncu arayan yönetmen Wolfgang Peterson’a henüz tanışmamış olmalarına rağmen Eric Bana’yı önerir. Pitt’in önerisini dikkate alan yönetmen hemen Bana’yı da kadroya dahil eder. Film setinde oldukça yakınlaşan ikili, film bittikten sonra da sık sık görüşmeye devam ederler.Ünlü oyuncu her ne kadar sert karakterli rollerin adamı gibi gözükse de gerçek hayatta hiç de öyle değil. Silahlardan nefret eden, ailesine düşkün, kısacası evcimen biri. Tek bir tutkusu var; arabalar ve hız. Bütün çocukluk fotoğraflarında elinde mutlaka bir oyuncak araba görmek mümkün. “Arabalar, hayatım boyunca benim için birer arzu nesnesi oldu. Yarışlarda tehlikeyi ve soğukkanlılığı aynı anda hissediyorum. Bu da bana inanılmaz bir zevk veriyor.” şeklinde ifade ediyor arabalara olan tutkusunu Bana.Bana, sahip olduğu yeteneği karşısına çıkan her fırsatta kullanan bir isim. Her ne kadar Chopper, Munich ve Troy gibi standartların üstünde filmlerde rol alsa da henüz kendisini bir Russell Crowe ya da Christian Bale seviyesine çıkaracak yapımlar karşısına çıkmadı. Lakin henüz iş işten geçmiş değil. Hayat ne getirir bilinmez değil mi?Eric Bana’nın en iyi beş performansı

Ermeniler rica ediyor: Bizi biraz unutsanız?

$
0
0
Bir yanda “Affedersin Ermeni” sözünün olanca ağırlığı, bir yanda “saray soytarısından palyaçoya” uzanan aydınlar tartışması. İki ateş arasında kalan Ermeni cemaati, 2015 öncesi tedirgin. Tartışmalara, “artık azalsalar da yine eski halimize dönsek” serinkanlılığında yaklaşmak istiyor.“Biz kırılgan bir toplumuz. En ufacık çıt sesinin etkisi bizde kulağımızın dibinde çalınan davul gibi olur. Tartışmalarla Ermeni kimliğinin öne çıkması hem gerginlik hem kırgınlık nedeni. Bu kadar travma yaşamış bir toplum için haliyle adını sürekli böyle sözler içinde duymak da yaralayıcı.” Sadekârlık yapan ve Ermeni Cemaati’nin okullarından birinde yönetici olan G.B. konuşurken Türk ismi Cem’i verip hislerini böyle anlatıyor. Üç satırlık konuşmanın her cümlesine yaralayıcı/kırıcı/gergin ifadelerini yerleştiren Cem’i bu kadar tedirgin eden ne? Aslında Cem’in tedirginliği cemaat içine dalga dalga yayılan bir kaygının habercisi. 2015 öncesi sağdan soldan gelen her söze hassaslaşan Ermeni toplumu, yaşadığı her olumsuzluğu “alâmetler belirdi” diye yorumluyor. Cem de bu hissin altını çiziyor zaten: “Ailem Samatyalı. Maritsa Küçük cinayeti olduğu zaman ne kadar travmatize olduğumuzu yine hatırladık. Birçok insan buna adli vaka gözüyle bakabilir. Hatta olayın kendisi de öyle olabilir ama bunun insanlarda nasıl bir hissi tetiklediği önemli. Yapılan her açıklama, katilin ille Ermeni kimliğinden biri olarak aranması, bizim ‘Nefret cinayeti mi?’ kaygımızın ısrarla sümen altı edilmesi bize hep şunu düşündürttü: Ermeniysen işin daha zor. Bunu ‘ne kadar mağduruz’ demek için söylemiyorum. Türkiye’de kimliği nedeniyle sıkıntı yaşayan birçok kesimden biriyiz ama nihayet bir kez avlanabileceğinizi hissettiyseniz, arkanızı kollamadan yaşayamazsınız.”Ehven-i şerri kolluyoruzCumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın “Affedersin Ermeni” sözlerinin etkisi, kendi de AKP’ye oy veren Sevan O. üzerinde de etkili: “AKP’ye oy verdim. Benim için AKP’nin karşılığı başka şeylerin üzerinde. Neyin mesela derseniz, mesela şunun; AKP sayesinde ilk kez Tokat’ta mülk tespiti yaptırdık. O mülkleri geri aldık mı? O ayrı mesele. Ama ilk kez bir hükümet bize dedi ki, ‘Gel kardeşim, ne mağduriyetin var senin? Evini mi aldılar? Göster yerini.’ Bunun olumlu etkisini gizleyemeyiz.” Peki Hrant Dink cinayeti ve sonrasında yaşananlar? “Dink cinayetinin ne kadar yıkıcı olduğunu kim inkâr edebilir? Bu bize tehcirin, el konulan malların, uzatılan askerliklerin, kapanan okulların, yetimhanelerin hiçbir dönemde kesintiye uğramadığını, hep devam eden bir zihniyet olduğunu acı bir şekilde gösterdi. Bunu bir tarafa koyarak konuşabilirim ki, elbette AKP acı bir lokma. Sadece kendini yuttururken kullandığı su tatlı. Düşün ki tuzlu suyla zehir içtik yıllarca. Erdoğan elbette Ermeni’yim derken yüzü ekşiyecek, kim ki Meclis kürsüsünden ‘Ermeniler vardır’ derse, o gün devrim olacak bu ülkede. O kadar umutsuzum. Bu bir ehven-i şer, biz de onu kolluyoruz.”Bizim Ermeniler/ Sizin ErmenilerYalnızca mesele “Affedersin Ermeni” tartışması değil. Cemaat içine yayılan ayrılıktan, insanları “bizim Ermeniler, sizin Ermeniler” diye ayıran dilden de rahatsız. Bu tartışmanın kökleri Hrant Dink’in vurulmasına ve arkasından gelişen adalet arayışında davaları takip eden Hrant’ın Arkadaşları grubunun eleştirilere hedef olmasına kadar uzanıyor. Tartışmanın bir cephesini Etyen Mahçupyan 26 Ağustos’ta Akşam Gazetesi’ndeki köşesinden şu sözlerle açtı: “Azınlıklar içinde ve özellikle Ermeni cemaatinde bu pespayelik son derece yaygın… Ermeni ‘aydınları’ diye ortalıkta dolaşanların büyük kısmı utanç verici bir yüzeysellik ve kabalık sergiliyor. Kendilerini seyre gelmiş sol/liberal ‘aydın aristokrasisinin’ alkışını almak için, burunlarına kırmızı toplar yapıştırmış, yeri geldiğinde taklalar atan palyaçolar gibiler. Seyircilerin ön sıralarında malum cinayetten bu yana cemaate kapılanmış, onu şefkatli kolları arasına alarak emmeye çalışan parazitler oturuyor. Localarda ise bu pespayelik bataklığında çimlenirken, aşağıdakileri takdir etme ‘büyüklüğünü’ gösteren, entelektüelliği bir şarlatanlık pratiği haline getirmiş laik/sol literati…” 27 Ağustos günü Taraf Gazetesi’ndeki köşesinden Hayko Bağdat, tartışmayı şu sözlerle sürdürdü: “Niye bu kadar kızgınsın bizlere? Niye bizlere yazı yazarken öfkeni bastıramıyorsun? Ettiğimiz iki kelamı palyaçoluk diye aşağılarken sana saray soytarısı diyemeyecek kadar terbiyeli davranma çabamızı niye zorluyorsun? Çıkardığımız bütün seslerin ‘azınlıkların genetik bozukluğu’ ve ‘İslâm düşmanlığı’ olarak duyulması için gösterdiğin çabayı gördükçe kanım donuyor. Bu ‘gerçeği tespit etme’ çabanın yarısını ‘büyük devrimci’ Erdoğan için kullanabilecek yüreğinin olmamasına çok kızıyorum. Uzun süredir bizlere çapulcu, kemirgen, vandal deyip duranlara ‘öyleyiz ulan’ deyip duruyoruz zaten. Şimdi de kaderde palyaço olmak varsa başımızın üstünde yeri var. Palyaçolar neticede çocukları eğlendirirler. Saray soytarıları ise çocuklara ‘vurun’ emrini veren kralları. Senin işin bizden zor be abi?” Tartışma çeşitli kesimlerin katılımıyla sürerken, cemaatteki etkisini Fransa’dan konuyu izleyen akademisyen Aram D. anlatıyor: “Sosyolojik olarak bile saçma bir durum bu. Bir yanda bir asır boyunca kesintisiz olarak sizinle uğraşan bir iktidar retoriği var, bir yanda yaşadığınız topraklarda kendinizi daima yabancı hissediyorsunuz, bir yanda o toprakların en eski yerleşimcilerinden birisiniz. Dolayısıyla bunun insanlar üzerindeki yıpratıcı etkisi göz ardı edilemez. Kurtuluş’ta delikanlılık raconlarını öğrenerek büyümüş babamın sıklıkla kullandığı bir tabir vardı; ‘Sırtını duvara yaslayarak otur ki, sana saldıranın yüzünü gör.’ Düşünün ki, bir bütün toplum olarak böyle yaşıyorsunuz. Her an sırtınıza saplanabilecek bir bıçak, her an ölme kaygısı ve üstelik bu bıçağın kimden geleceğini bilememenin tedirginliği.” Toplum bu haldeyken içeriden gelen tartışmalara nasıl bakıyor? “Ermeni toplumu için önemli olan ‘görünmez’ olmaktır. Görünmez olduğunuz sürece sorun yoktur. Nasıl ki, 1915’te Meclis’te olup tehciri hayretle karşılayan aydınlara karşı sessiz bir küskünlük varsa, şimdi ortaya çıkıp da Ermeni kimliği üzerinden konuşan herkese karşı benzer bir küskünlük olabilir. Bu o insanların söylediği şeylerin kıymetiyle ilgili bir durum değil. Bu kimliğe çekilen dikkatin yarın bir gün topluma yönelecek bir tehdit olabileceğini biliyorlar. Hrant Dink’in uzun süre tepki toplamasının nedeni buydu ve nitekim gözler önünde işlenen cinayet de bu kaygıyı doğruladı.” Bu kaygının geçmesi için ne lazım? Bu sorunun yanıtı da Aram D.’de: “Stabil bir elli yıl. Bize bir elli yıl verin, sakinleşelim, alışalım, durulalım. Bir kendi halinde elli yıl her şeyi öyle değiştirir ki.” Ermeni ismi geçtikçe tedirginliği artan cemaatin ortak beklentisi: Huzur. Bunu yakalamak için Aram D.’ye göre 50 yıla, Sevan O.’ya göre ehven-i şerre razı olmaya ihtiyaç var. Kesin olan tek şey, 2015 sakin geçse, cemaat de rahat bir nefes alacak.

Ölüdeniz’e gökyüzünden bakış

$
0
0
Tandem, pilot eşliğinde gerçekleştirilen ikili uçuşlarla yamaç paraşütüne binmeye verilen isim. 5 dakikalık kısa bir brifingin ardından yapılıyor. Eğitim ve turistik amaçlı olarak Türkiye’nin birçok yerinde gerçekleştirilen bu uçuşlarda, 3000-3500 metre yüksekliğe kadar çıkılabiliyor.Hava sporlarına gösterilen ilgi her geçen yıl daha da artıyor. Kuşlar gibi süzülmek isteyenler, eğitim gerektirmeyen ‘tandem uçuşlar’ ile gökyüzünün keyfini doyasıya çıkarıyor. Bu eğlenceli spor, özellikle uçuşta ayaklarının altındaki muhteşem doğa manzarasını seyredenler için tutkuya dönüşüyor. Bu yüzden her yıl binlerce yerli ve yabancı turist, Türkiye’nin dört bir tarafındaki yamaç paraşütü merkezlerine akın ediyor. Muğla’nın Fethiye ilçesindeki Ölüdeniz’i bir de gökyüzünden seyreden turistler ise yamaç paraşütünün adeta bağımlısı oluyor.Fly Anatolia Uçuş Okulu Genel Müdürü Sinan Tarakçı, bugüne kadar çoğunluğu Avrupalı olmak üzere 8 binden fazla yerli ve yabancı turiste uçuş keyfi yaşatmış. Gökyüzünü evi gibi gören Tarakçı, 9 binden fazla sorti ve 4 bin 500 saatin üzerinde uçuş gerçekleştirmiş. Yerçekimine meydan okumak ve özgürlüğü gökyüzünde doyasıya yaşamak isteyenlere hizmet sunduklarını belirten Tarakçı, daha çok hafta sonları olmak üzere yıl boyunca Adapazarı, Tekirdağ, Pamukkale, İstanbul ve Ölüdeniz başta olmak üzere Türkiye’nin birçok yerinde eğitim ve turistik amaçlı uçuş gerçekleştirdiklerini söylüyor.Seyrek de olsa kazalar yaşanabiliyorYamaç paraşütü eğitmeni Tarakçı’nın anlattığına göre, tandem yani pilotla gerçekleştirilen iki kişilik uçuş öncesi herhangi bir eğitim alınmasına gerek kalmıyor. Yolculara sadece kalkışta yapması gerekenler ile ilgili yaklaşık 5 dakikalık brifing veriliyor. Bu konuşmada ise yolcular, kalkış sırasında oturmayıp koşmaları konusunda uyarılıyor. Böylece, yolcunun kalkış anında pilot ile senkronize şekilde koşması sağlanarak olası kazaların önüne geçiliyor. Emniyetli bir kalkış sonrası ise yolcu arkasına yaslanıp eşsiz doğa güzelliklerinin keyfini çıkarıyor.Yamaç paraşütünün son derece güvenli bir ekstrem spor olduğunu ifade eden Tarakçı, ‘pilotun kendi seviyesine uygun ekipmanlar ile uçmaması, aşırı güven, kural tanımazlık ve kalitesiz eğitim alınması’ gibi nedenler yüzünden çok seyrek de olsa kazalar yaşanabildiğine dikkat çekiyor.Yamaç paraşütüyle gerçekleştirilen turistik amaçlı uçuşlar, yaklaşık yarım saat sürüyor. 1700-2000 metre yükseklikten yapılan kalkış sonrası termik denilen sıcak hava akımları kullanılarak 3000-3500 metre yüksekliğe kadar çıkılarak gökyüzünde kuşlar gibi özgürce uçmanın keyfi çıkarılıyor. Pilot Tarakçı, 45 ilde yapılan uçuşların genelde Babadağ Ölüdeniz, Tahtalı, Kaş, Alanya’nın yanı sıra Adapazarı’nda Serdivan, Ordu’da Boztepe, Kayseri’de Ali Dağı, Tokat’ta Mercimek Tepe, Tekirdağ’da Uçmakdere ve Muğla’da Ören ve İstanbul’da Çatalca Ormanlı sahilinde yoğun şekilde gerçekleştirildiğini söylüyor.19 yıldır uçuş gerçekleştiren Sinan Tarakçı, pek çok ilginç olayla karşılaşmış. 80 yaşında bir İngiliz çiftin 50’nci evlilik yıldönümlerini gökyüzünde kutladığını anlatan Tarakçı, Avrupalı bir gencin de, uçuşta telsiz yardımıyla diğer paraşütte bulunan arkadaşına evlilik teklifinde bulunduğunu söylüyor. Turistlerden gelen ilginç isteklere pek şahit olmadıklarına ancak tuhaf sorularla karşılaştıklarına dikkat çeken deneyimli pilot, özellikle Çin ve Koreli yolcuların, “Denize mi ineceğiz?” şeklinde sorularıyla karşılaştıklarını ifade ediyor. Ayrıca uçuşun bitmesini istemeyenler de, “İnmesek olur mu?” şeklinde istekte bulunuyormuş. Uçuş yapanların tekrar aynı deneyimi yaşamak istediğini dile getiren Tarakçı, özellikle gördükleri manzara karşısında büyülenen turistlerin, “Ölmeden önce herkesin mutlaka yapılması gereken bir şey, uçmak ve Ölüdeniz Fethiye’yi gökyüzünden görmektir.” şeklinde duygularını paylaştığını belirtiyor.UÇUŞ TAKIMI 3 BİN EURO!Türkiye’de başta THK olmak üzere Fly Anatolia Uçuş Okulu ve yaklaşık 20 özel yamaç paraşütü okulunun yanı sıra 10’a yakın üniversitelere bağlı yamaç paraşütü uçuş kulübü yer alıyor. Ayrıca ‘single’ diye adlandırılan yaklaşık 4 bin, ‘tandem’ diye adlandırılan ikili uçuşla yolcu uçuran yaklaşık 250 yamaç paraşütü pilotu bulunuyor. Ülkemizde yamaç paraşütüne olan ilginin son derece iyi olduğunu dile getiren Sinan Tarakçı, yamaç paraşütünün dünyadaki en ucuz hava aracı olduğunu söylüyor. Tecrübeli pilot, 3000 Euro’ya tek kişilik yamaç paraşütü takımı alınabildiğine dikkat çekerek, bununla da en az 4-5 yıl aktif şekilde uçuş yapabildiğini ifade ediyor. Tarakçı, ikinci el uçuş takımına ise 2500-7000 TL’ye sahip olunabileceğini belirtiyor.

Her Yahudi Siyonist midir?

$
0
0
Günümüzde İsrail’i eleştiren herkes anti-semitist olarak görülürken bir yandan da her Yahudi, Siyonist olarak algılanıyor. Peki Siyonizm’e karşı çıkmak, Yahudi düşmanlığı yapmak anlamına mı geliyor?Siyonizm tarih sahnesine çıktığında çoğu Yahudi’nin buna karşı geldiği pek bilinmez. Örneğin en önemli Siyonist kurumlardan biri olan ‘Jewish Agency for Israel’in eski başkanı Avrum Burg, İsrailli kimliğinin onu insan ve Musevi olmaktan alıkoyduğunu belirtir. Burg’a göre “Günümüzde İsrail, yozlaşma çatısına, baskı ve adaletsizlik temellerine dayanmaktadır. Bu nedenle de Siyonist girişimin sonu artık hemen kapımızdadır.” İçeriden birinin bu sözleri dile getirmesi, bizzat içeri bir muhalefetin de söz konusu olduğunu ortaya koyuyor aslında. Son iki aydır devam eden İsrail Devleti’nin Filistin halkı üzerindeki zulmünden sonra “Acaba Museviler, kendi devletlerine karşı bir muhalefet sergiliyor mu?”, “Her Musevi Siyonist mi?”, “Siyonist, Musevi ve Yahudi kavramlarının hepsi aynı kapıya mı çıkıyor?” ve “Siyonizm’e karşı çıkmak ve muhalefet etmek Yahudi düşmanlığı yapmak anlamına mı gelir?” soruları akla geldi. Öncelikle “Yahudi ile İsrailli” ve “Musevilik ile Siyonizm” kavramları arasında bir ayrım yapılması gerekiyor. Çoğu zaman her Yahudi, İsrailli olarak bilinir ya da her Musevi, Siyonizm’in destekçisi sanılır. Peki, işin aslı öyle midir? Birçok Yahudi, İsrail’in politikalarına ve içinde bulunduğu bölgeyi kan gölüne çevirmesine itiraz ederken Siyonizm’in hedef ve arzularının da karşısında yer alıyor. Geçmişten bugüne İsrail ve Siyonizm’in bizzat içeriden nasıl bir muhalefetle karşı karşıya olduğuna bakalım. Lakin daha önce “Nedir bu Siyonizm?” sorusunu soracağız.SİYONİZM, dinî değil dünyevî bir yapı Siyonizm’in tarihi aslında bir nevi dünyevileşmenin de tarihi. Her ne kadar dinî bir oluşum gibi görünse de aslında Aydınlanma mirasından sonuna kadar faydalanan ve din dışı bir amaçtan beslenen siyasi ve ideolojik bir yapılanma. Siyonizm, 19. yüzyılın son yıllarında Orta Avrupa’da asimile olmuş Yahudiler arasında ortaya çıkmış. Bu kişiler de o dönemde Avrupa’yı kasıp kavuran sekülerleşme hareketine girişenler arasında yer alıyorlardı. İletişim Yayınları’ndan çıkan ‘Yahudilerin Siyonizm Karşıtlığı’ kitabının yazarı Yakov M. Rabkin’e göre Siyonizm, bir nevi hahamlara sırtını dönmüş ve moderniteyi arzulayan bir oluşum haline gelerek siyasi tarihe eklemlenmeye çalışmıştı. Yahudi kökenli Avusturyalı gazeteci Theodor Herzl ile birlikte başladı aslında her şey. Herzl; milliyetçiliği benimsemiş, siyasi Siyonizm’i kurmuş ve bu fikri, daha sonra İsrail Devleti olacak olan topraklar üzerinde Osmanlı İmparatorluğu’na taşımıştı. Herzl’in esin kaynağı ise o dönemde Orta ve Doğu Avrupa’yı kasıp kavuran etnik milliyetçilikti. Herzl’in tüm Yahudileri temsil etme gibi bir iddiası bulunmaktaydı. Fakat bu iddia hem Musevilik otoritelerini hem de cemaatin önde gelenlerini rahatsız ediyordu. Siyonizm’e muhalefet, Musevi cemaatler arasında daha ilk zamanlardan itibaren oluşmaya başlamıştı. Siyonizm’in amacı; farklı kültürleri benimsemiş, başka başka diller konuşan ve dünyanın dört bir köşesine dağılmış insan gruplarından seküler bir ulus meydana getirmekti. Siyonistlerin bu gruplara yeni bir dil vermesi, başka bir toprağa nakletmesi ve komşuları üzerindeki hâkimiyetlerini temin etmesi gerekiyordu. Böylesi bir radikal proje, Musevi kimliğine sıkıca tutunanlar tarafından sert bir muhalefetle karşılandı. İsrail Devleti’nin ilanına neden olan bağımsızlık savaşının ortasında Kudüslü Musevi bir grup şunu dile getiriyordu: “Kendimizin, karılarımızın ve çocuklarımızın, Tanrı korusun, Siyonist putperestlik adına ölüme sürüklenmesine olanak tanımayacağız. Tanrısızların, inançsızların, cahillerin ve sorumsuz bölücülerin yanlış, kaçık fikirleri nedeniyle, yüz binlerce Yahudi’den oluşan bütün bir nüfusu, boğazlanmaya giden kuzular gibi sürüklemesi ve bütün bir nüfusun masum bir güvercin gibi, kuzu kuzu ölüme gitmesi hayal edilemez.” Umutlar ve hayal kırıklığı 1948’de kurulan İsrail Devleti, yüzyıllarca yersiz yurtsuz bir şekilde farklı coğrafyaları dolaşmış bir halka sözde vaat edilmiş toprakları sunuyordu. İkinci Dünya Savaşı’nda Nazi Soykırımı’nın kurbanı olan pek çok Yahudi, bu devleti bir ümit olarak görüyordu. Fakat devletin daha ilk yıllarından itibaren militarist ve baskıcı bir siyaset izlemesi, bu ümidi kısa zamanda bir hayal kırıklığına dönüştürmüştü. Söz konusu değişimi yaşayan insanlardan biri de ünlü Musevi entelektüel Hannah Arendt’ti. Arendt, bu yeni oluşumu insan özgürlüğünün ve demokrasinin geç kalmış bir zaferi olarak düşünüyordu. Ancak İsrail Devleti’nin tam tersi bir gerçeklik ürettiğine şahit olunca hayal kırıklığı içinde ABD’ye geri döndü. Arendt’in hayat hikâyesindeki bu rota değişikliği, aslına bakılırsa neredeyse bütün Yahudi entelektüeller için de geçerliydi. Zygmunt Baumann, Noam Chomsky, Tony Kushner, Michael Ratner, Judith Butler, Naomi Klein, Wallace Shawn ve birçok sağduyulu entelektüel, bu yeni devletin temellendiği zorba ideolojiye karşı çıkıyorlardı. Bu Siyonizm karşıtlığı, yalnızca Batılı eğitim almış düşünürlerle de sınırlı olmadı. Geleneksel Yahudi anlayışının içinden, bizzat Yahudi din adamları tarafından da Siyonizm’e hem bireysel hem de Musevi cemaatler adına itirazlar yükseldi. Harediler ve Hasidlerin Siyonizm’le mücadelesi Musevi cemaatleri arasında belki de en çok göze çarpan iki grubu oluşturuyor Harediler ve Hasidler. İki grup da oldukça muhafazakâr ve bir o kadar da Siyonizm karşıtı. İsrail Devleti’ni desteklemiyorlar ve Ortadoğu’daki şiddet ve terörün sebebi olarak İsrail’in politikalarını görüyorlar. Aynı zamanda Gazze’deki kuşatmanın da son bulmasını istiyorlar. İsrail Devleti’nin Yahudiliği siyasallaştırdığını ve alet ettiğini de özellikle vurguluyorlar. Kısacası dünyadaki tüm Yahudilerin Siyonist olmadığını, hepsinin İsrail Devleti’yle ve onun Yahudiler adına gerçekleştirdiği eylemlerle ilişkili olmadıklarını göstermeyi arzuluyorlar. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra tüm önemli Hasidizm merkezleri Amerika’ya taşınmak durumunda kaldı. İsrail Devleti’ne ve Siyonizm’e karşı tutumlarından dolayı İsrail’i değil, Amerika’yı tercih ettiler. İsrail kurulduğundan beri uç noktalarda bir eleştiri ve muhalefet örneği sergilediler. Bunun da bir karşılığı olacaktı elbette. Siyonist entelektüellerce kamuoyu önünde görmezden gelinen anti-Siyonist Harediler, pek çok Yahudi tarafından ‘Yahudi halkına ihanet edenler’ olarak görüldü. Toplumdan dışlanmaya ve ‘kirli çamaşırlarımızı herkesin içinde yıkamak’ suçlamalarına maruz kaldılar.Anti-siyonizm, Yahudi düşmanlığı değildirDoç. Dr. Nergis Canefe (York Üniversitesi): Siyonizm karşıtı Musevi fikir hareketleri ve siyasi örgütlenmelerin tarihi çok eskilere dayanıyor. Anti-Siyonizm’i benimseyenler, İsrail Devleti’nin bir Musevi devleti olarak değil, seküler ve demokratik bir devlet olarak tanımlanmasını arzu ediyorlar. İsrail’in Filistinli mülteciler üzerindeki tahakkümünün sona erdirilmesini, gerekirse ikili veya federal bir devlet yapısına dönüşmesi gerektiğini dile getiriyorlar. 1828’de Londra’da Edward Swaine tarafından kaleme alınan ‘Kapper Cemaati’ yayınından bu yana anti-Siyonistlerce binlerce doküman kaleme alındı ve organizasyonlar gerekleştirildi. Mesela günümüze yakınlığı bakımından söyleyebileceğimiz 1996 yılında Julia Caplan, Julie Iny ve Rachel Eisner isimli üç Yahudi kadın tarafından kurulmuş olan “Jewish Voice for Peace” (JVP) [Barış için Yahudilerin Sesi] bu konuda örnek bir organizasyon. JVP, gerek sosyal medya ağlarını kullanarak gerekse protesto hareketleri ve gösteriler düzenleyerek, İsrail ordusunun Gazze, Batı Şeria ve Doğu Kudüs’teki işgalci durumuna karşı çıkıyor. Orduda zorunlu askerliğe karşı duran İsrail’li Refusnik’lerin (vicdani retçiler) davalarını üstlenen avukatlara destek sağlıyor.İsrail’in meşruiyetini sorgulayan Yahudi çokRoni Margulies: İsrail Devleti’nin 1948’de kurulmasıyla ve uyguladığı ırkçı, ayrımcı, militarist, genişlemeci ve emperyalizm yanlısı siyasetlerin ortaya çıkmasıyla birlikte, Yahudiler arasında (hem İsrail’de hem Batı’da) bu siyasetlere karşı eleştirel duruş her zaman yaygın olmuştur. Dünya çapında ünlü olan pek çok Yahudi kökenli aydın, İsrail’i açıkça ve acımasızca eleştirmiştir. Bizzat İsrail’de geniş bir barış hareketinin yanı sıra, daha radikal Siyonizm eleştirileri de her zaman mevcuttur. Savaş dönemlerinde bile ve İsrail yasalarınca yasak olmasına rağmen gidip Arafat’la görüşen İsrail vatandaşları olmuştur. Siyonizm bir siyasi harekettir, bir devletin resmi ideolojisidir, o devletin siyasetlerini belirleyen bir yaklaşımdır. Anti-siyonizm gibi, bir devletin temel ideolojisine ve politikalarına karşı çıkmak, eleştirmek, muhalefet etmek tümüyle meşrudur. Siyonistler ve İsrail Devleti, en başından beri kendi politikalarını eleştiren herkesi anti-semitizm ile damgalamaya çalışır. Ama tümüyle gayri meşru bir damgadır bu. Ben İsrail Devleti’nin tüm politikalarına düşmanım, Yahudilere düşman olmam ise söz konusu bile olamaz. Hiç kimseye dininden, ırkından dolayı düşman değilim çünkü.

Bir efsane polis: Frank Serpico

$
0
0
Yolsuzluk, rüşvet ve her türlü kirli ilişkiyle hayatı pahasına mücadele etmiş efsane bir polis Frank Serpico. Yıllar önce sinemaya uyarlanan hayatı, şimdi yazar Ali Murat Güven’in anlatımıyla ‘Rozetini Satmayan Aynasız’ isimli biyografiyle kitaplaştı.Polisiye sinemaya meraklı olanlar için ‘Frank Serpico’ ismi hiç yabancı değildir. Başrolünü ünlü oyuncu Al Pacino’nun oynadığı ‘Serpico’ adlı film, 1970’lerin başında yozlaşmış New York Polis Teşkilatı’nda görevli dürüst bir polis memurunun gerçek hikâyesinden uyarlanmış ve sinema tarihinin unutulmazları arasına girmişti. Sidney Lumet imzalı 1973 yapımı Serpico’nun esin kaynağı o efsane polis şefi bugün 78 yaşındaki emekli polis Frank Serpico’dan başkası değil. Serpico filmi, suç sineması denince akla gelen filmler arasında yer alan gerçek bir klasik… 1980’lerin ortalarında, bütün meslek hayatı boyunca namuslu kalmaya ve mesleğine gölge düşürecek her türlü rüşvet, yolsuzluk, kayırmacılık ve kirli ilişkiyle ne pahasına olursa olsun mücadele edeceğine yemin etmiş Amerikalı bir narkotik şube dedektifinin gerçek hayat hikâyesini ele alıyor.‘Rozetini Satmayan Aynasız’ isimli biyografi çalışması Serpico’nun hayatını anlatıyor. GÜSAM (Güvenlik Stratejileri Araştırma Merkezi) yayınlarından çıkan bu kitap aslında, kitabı yayına hazırlayan sinema yazarı ve tarihçisi Ali Murat Güven’in gençlik hayali denilebilir. Güven’i Frank Serpico ile tanışmak için New York’a götüren ve bu kitabı yazmasına sebep olan şey, kendi cümlesiyle, “Uzun yıllar önce, genç bir lise öğrencisiyken, bir pazar günü, o dönemin tek kanallı, yeni yeni renklenen TRT’sinde ilk kez izlediği ‘Serpico’ filmidir.” O günden sonra hep Serpico ile bir gün tanışabilme hayali kurar. 1980 ve 90’lı yıllarda kıtalararası bir irtibat için koşullar bugünkü gibi kolay olmadığı için, bu hayalini hep erteler. İnternetin esamesinin bile okunmadığı bir dönemde, ABD’de bir yerlerde yaşayan gerçek Frank Serpico’ya ulaşmayı bir türlü başaramaz. Sadece Serpico ile bin bir güçlük içinde elde ettiği ufak tefek kaynak kitaplarla yetinmek durumunda kalır. Ta ki 2005 yılı sonbaharına kadar…Dokuz yıl önce, gazeteci kimliğiyle yaptığı zorlu telefon bağlantılarıyla başlar kitap serüveni. Uzun uğraşlar sonunda ABD’nin New York eyaleti kırsalındaki mütevazı çiftlik evinde yaşayan gerçek Serpico’ya ulaşır. Ve kapsamlı bir röportaj yapar. Röportaj o dönem çalıştığı gazetede beş bölümlük bir yazı dizisi olarak yayımlanır. Ali Murat Güven, röportaj yayınlandığı zaman, tartışmasız, o yılın olay röportajına dönüştüğünü söylüyor: “İnternet sitemizde yüz binlerce kez tıklandı ve posta kutuma, önemli bir bölümü polis memurlarından olmak üzere, yurdun dört bir köşesinden binlerce mektubun yağmur gibi yağmasına neden oldu. Okurlarımız, hayatta onuru ve dürüstlüğü her türlü gelip geçici menfaatin önüne koymuş bu özel adamı tanıdığı için çok mutlu olmuştu. Özellikle de zorluklarla dolu mesleklerinde kendilerine tutunacak bir dal, bir tür rol model arayan genç polisler hayran kalmıştı Amerikalı usta meslektaşlarının kendilerine verdiği öğütlere…”Kötüler ne kadar güçlü olursa olsun, iyiler günü elbet kazanacakGüven, ‘Rozetini Satmayan Aynasız’ adlı yazı dizisinde bu kahraman polis şefini gündeme getirir. Polisin hayatının sadece bir film ya da yazı dizisiyle sınırlı kalmasını istemez. Hayatı ibretlik olaylarla dolu Serpico’ya ilk gençlik yıllarından bu yana hayranlık duyduğu polisin hayatı kitaplaşsın ister. İster istemesine ama yazmaya her niyetlenip sonra vazgeçişinde, Polis Akademisi Öğretim Üyesi Prof. Dr. İbrahim Cerrah’ın desteğini bulur. Onun moral ve desteğiyle kitap nihayet bir bütüne dönüşür ve yayına hazır hale gelir. Frank Serpico, sadece ‘ahlaklı bir polis’ olmaya çalıştığı için ölümle yüz yüze gelen, hayatıyla tüm meslektaşlarına örnek teşkil eden efsane bir polis. Amerikan emniyet teşkilâtında 13 yıl boyunca, çevresindeki hemen bütün meslektaşlarının sevgisi ve desteğini yitirmek, yapayalnız, aç kalmak, en nihayet hayatını kaybetmek pahasına verdiği o muhteşem ahlâk mücadelesinden, Türk polislerinin, Türk kamu görevlilerinin de alacakları çok önemli dersler var. Yazar Ali Murat Güven, daha yüksek standartlara ulaşmış bir güvenlik teşkilatına ulaşma niyetiyle kitabı hazırladığını söylüyor. Ve Kitabın önsözü için bir reklam filminden alıntıladığı sloganla bir anlamda, mesleğini en iyi şekilde yapmak uğruna hayatından bile fedakârlık yapan tüm polislere de mesaj veriyor: “Kötüler ne denli güçlü olursa olsun, iyiler günü geldiğinde mutlaka kazanacaktır.”Serpico’nun Türk doktoru ve ay-yıldızlı kolyesiSerpico’nun hayat hikâyesinin yanı sıra, hayatını anlatan filme ve Al Pacino ile olan diyaloglarına dair detayları, Ali Murat Güven’in bu efsane polisle görüşme anılarını da okuma fırsatı veriliyor kitapta. İlginç detaylara rastlamak mümkün. Serpico, 3 Şubat 1971’de bir uyuşturucu sevkiyatını basmaya gittiği gün sivil şüpheliler tarafından yüzüne direkt ateş açılır. Elmacık kemiklerini parçalayan ve beyne yaklaşan mermiyi, tiyatrocu Nejat Uygur’un Amerika’da Greenpoint Hastanesi’ndeki Türk beyin cerrahı Zeki Kayhan Uygur çıkarır ve en azından ağır bir felçten kurtulmasını sağlar. Doktorunun Türk olması kadar başka ilginç bir detay daha var. Ameliyat esnasında Serpico’yu anjiyo yapmak için ameliyat masasına yatırırken, boynundaki parlak ay yıldız kolye Uygur’un dikkatini çeker. Serpico kendine geldiğinde kolyeyi sorar. Ve Serpico, “Bu kolye Türklerin simgesi. Bana bunu ABD’ye narkotik maddeler alanında eğitim görmeye gelmiş, aylarca beraber çalıştığım bir Türk komiser dostluğumuzun hatırası olarak hediye etti. Çok beğendim ve o günden sonra hiç çıkarmadım. Belki de beni o korudu!” der.

Evde tek başına!

$
0
0
Sabah saat 6’da elindeki onlarca anahtardan birisi ile kilidi açtığında evde annesi veya babaannesi beklemiyor Hatice’yi. Fakat o kendi büyüklerinden esirgemediği tebessümle ve sıcak bir günaydın ile uyandırıyor ev sakinini.Bir mobil hemşire olarak üzerinde beyaz önlük veya saçını topladığı bir bandaj yok. Sabahın erken saatlerinden öğleye kadar kapısını çalacağı veya anahtarla açacağı yirmiden fazla hane var. Halime Parlak, Edgar ve Else Belz, Clementine Sprungala, Marita Räder ve Danuta Grubiak o hanelerde kendisini bekleyenlerden bazıları… Zamanı gelen ilaçlarını almaları lazım. Bazıları kişisel bakım istiyor. Hasta veya doktora gitmesi gerekenlere randevu alınıyor.Yaşlanan nüfus ve artan ömür süresi Almanya’da yeni bir iş kolunun gelişmesine zemin hazırladı: Bakım. Nüfusu 20 milyona yaklaşan Kuzey Ren-Vestfalya eyaletinde 2 bin 603 firmanın faaliyet göstermesi, sektörün canlılığını göstermesi açısından olması ipucunu veriyor. 1993 yılından bu yana mesleğin içinde olan, 2011 yılında kendi bakım bürosu Pflegebüro Wopker’i kuran Michael Wopker’in yanında 60 kişi çalışıyor. 8 kişi büroda görev yapıyor. Diğerleri mini otomobillerle sabahtan akşama kadar bölgede küçük bir kasaba olan Lünen’de muhtaç kişilerin evleri arasında mekik dokuyor. Alman devleti ise yaşlanan Alman vatandaşlarının evlerinde bakılabilmesi için çalışanlardan 1980’lerin sonlarından itibaren kesinti yaparak oluşturduğu sosyal güvenlik fonu ile sistemin en büyük destekçisi.Mesul oldukları hastalara sadece fiziki olarak değil, ruhsal yönden de yardımcı olduklarını söyleyen Wopker, “Gerektiğinde çalışanlarımız onlarla alışverişe çıkıyor, yürüyüş bile yapıyor.” diyor. Karşılaştıkları en büyük sorun ise unutkanlık.Ekibin yarısı Türklerden oluşuyor ve Almanlar onların yakın ilgisinden gayet memnun. Wopker’in üzüldüğü ise çevrenin yeteri kadar bu işin önemini kavrayamaması. 2020’ye kadar ülke nüfusunun yüzde 70’inin yaşlanacak olması, ülke için kötü bir durum ve bu alanda daha fazla yatırım yapılmasını gerektirecek bir vakıa olarak ortada duruyor.

İlk önce hukuksuzluğa ortak olan memurlar yargılanır

$
0
0
Türkiye’de iş dünyasına yönelik baskılar her geçen gün artıyor. Teşebbüs hürriyetinin ihlal edilmesine en güzel örnek, hükümetin Bank Asya’yı batırma girişimi. Hesap uzmanı Yusuf Keleş’e gayri hukuki uygulamaları, inceleme elemanlarına nasıl davranılması gerektiğini sorduk.Maliye’den belediyelere, SGK’dan sermaye piyasasına kadar tüm birimler organize bir şekilde iş dünyasına baskı uyguluyor. Bu hareketi nasıl yorumluyorsunuz?Devletin ekonomiyi ve kayıt dışını kontrol altında tutmak için kurduğu önemli birimlerin bu derece keyfî kullanılması tarihte görülmemiş bir hareket. Devlet aygıtının kendisine muhalif kişi ve görüşlere karşı refleks tepkilere geçmesi bir derece anlaşılabilir. Fakat bugünkü durumda devletten çok, icraatı yanlış bulunduğu, büyük yolsuzluklar yaptığı için eleştirilen bir siyasi partinin refleksini görüyoruz. Çünkü üzerine acımasızca gidilen kişi ve kurumların devlete ve millete bağlılığı çok daha üst seviyede. Üstelik bu yolsuzluklar savcılık dosyalarında cürm-ü meşhut derecede ispatlanmış durumda. Partinin imajını bozan bu kişileri tasfiye etme yerine, yolsuzlukları dile getiren kitleyi düşman görüp taarruza geçmesi siyasi gelenekler bakımından mantıksız. Ben aralık ayından beri adliye, emniyet, maliye ve diğer birimlerde yapılan faaliyetlerde suçüstü yakalanma psikolojisini görüyorum.Uzun yıllar Maliye’de çalışıp incelemeler yapmış biri olarak, Cumhuriyet tarihinde siyasi bir hareketin, kendisine muhalif olduğunu düşündüğü kişi ve gruplara böylesi bir ‘cadı avı’ yaptığını hatırlıyor musunuz?Tarihimizde devlet erkini idare edenlerin bu alanda bazı hamlelerde bulunduğu olmuştur. Ancak hiçbir zaman bu derece geniş muhafazakâr bir kitle böylesine kapsamlı ve acımasız bir şekilde saldırılara maruz kalmamıştır. 28 Şubat döneminde kamuda çalışan bir inceleme elemanıydım. O dönem askerlerin devletin üst düzey birimlerine verdiği brifingleri hatırlıyorum. Bu brifingler doğrultusunda yeşil sermaye olarak adlandırılan kesim üzerine gidilmeye çalışıldı ancak bürokratların duruşu sayesinde bu plan sınırlı olarak işledi. Buna rağmen o incelemeler ekonomide kırılganlığı artırmış ve 2001-2002 krizlerinin yaşanmasına sebep olmuştu. AKP zamanında devlet gücünün muhalifler üzerinde kullanılması ise çok daha yaygın oldu. Başbakan’ın aleyhinde konuşma hatta onun çizgisinde durmama ile incelemeye alınma ve işinden kovulma arasında çok sağlam bir sebep-sonuç ilişkisi kurulmuş durumda. İşsiz kalan gazeteciler, bilim adamları, incelenen Aydın Doğan, Koç, TÜSİAD ve TUSKON üyesi firmalar bunun en bariz örnekleri. Anlaşılan 2001’den hiç ders almamışız.Bu yaklaşımın 1940’lardaki ‘varlık vergisi’ ile bir benzerliği var mı? Kesinlikle var. Aynı devletçi uygulamayı 1942’de, Türkiye Cumhuriyeti devleti tarihinde kara bir leke olan, varlık vergisi uygulamasında da görüyoruz. Normalde eşitlik ilkesine uygun olarak herkesten alınan vergi, o dönemde insanların inanç ve etnik kimliklerine göre alınmış. Ermeniler yüzde 232, Yahudiler yüzde 179, Rumlar yüzde 156 oranında vergilemeye tabi olurken, Müslümanlardan yüzde 5 oranında vergi alınmış. Günümüzde de belirli bir kesim üzerine adaletsizce, partizanca gidiliyor. İnsanlar hizaya alınmak için ekonomik yıkımla tehdit ediliyor. Üstelik bu icraat, 1930’lu yılların CHP’sini eleştiren bir parti tarafından, uzun yıllar kendisine oy veren bir kitleye karşı yapılıyor.İncelenmesi istenen firmaların bir kısmı faaliyet bile göstermiyor. Bundan incelenecek firmaların ortaklarından hareketle belirlendiğini anlıyoruz. İncelemelerin objektif kriterlere göre yapılması gerekmiyor mu?Elbette. Vergi Denetim Kurulu (VDK) da bu işleri yapacak müfettişlere işleri bir an önce bitirmeleri için sürekli baskı yapıldığını duydum. Maliye, önceki aylarda uzun süredir hazırlanmaya çalışılan listelerde yer alan firmaları incelemeye aldı. Bu firmaların en önemli özelliği, hükümetle ters düşen cemaatlere ait veya yakın olmaları. İki-üç yıldır herhangi bir alışı-satışı olmayan firmalar, sırf ortaklarının cemaate yakınlığı sebebiyle incelemeye sevk edilmiş durumda. Acil işlerini bırakıp bu incelemeleri yapmaları istenen müfettişlerin mesaisi de böyle verimsiz işlerle doldurulmuş oluyor. Fakat şu unutulmamalı ki, ilk önce hukuksuzluğa ortak olan memurlar yargılanır.Sınırlı sayıdaki vergi müfettişleri bu tür siyasi ve taraflı işlerle meşgul ediliyor…Maliye ve Gelir İdaresi’nin birinci önceliği kayıt dışı çalışan mükellefleri kayıt altına almak olmalı. Ancak bu işlemleri yapmak yerine bir şirketin geriye yönelik beş yılının tekrar tekrar incelendiğini, hatta henüz kayıtları yapılmamış 2014 yılının dahi incelendiğini görüyoruz. Aynı işlemleri yapan yandaş müteahhit ve gazetelerin ise hiçbir şekilde incelenmediği ortaya çıkıyor. Ne hikmetse bilgisayarlara yaptırıldığı söylenen risk analiz çalışmalarında yandaş mükellefler riskli olarak öne çıkmıyor. Zaten VDK’da illerdeki gruplarda muhtemel bir olumsuzluk olur ve yandaş mükellefler incelemeye alınır korkusuyla, tüm incelemelerin Ankara merkezden onaylanması sistemine geçildi. Bu merkezileşme merakı yüzünden iade bekleyen mükelleflerin de incelemelerine başlanamıyor.Tüm bunların evrensel hukuk ilkelerine aykırı olduğu ortada. Bu durum yabancı yatırımcıların ürkütülmesi ve yerli yatırımcıların ülkeyi terk etmesine neden olmaz mı?Hukuk devleti, vatandaşlarına hukuki güvenlik sağlamalıdır. Bunun birinci gereği de ‘belirlilik’ ilkesidir. Yani vergi inceleme kriterleri, dönemleri ve yöntemlerinin net olması ve kanunlarla düzenlenmesi gerekir. Hukuki güvenliğin ikinci gereği; hukuki istikrar, son gereği ise öngörülebilirlik ilkesidir. Eğer bu şartların sağlanamayacağı öngörülüyorsa yerli veya yabancı müteşebbis tabii olarak yatırım yapıp yapmamakta tereddüt yaşar.Şirketlerden bilgilerin neden istendiği sorulmalıŞirket yetkililerinin gerek inceleme sürecinde, gerekse sonrasında nelere dikkat etmesini tavsiye edersiniz?Mükellefler kesin surette profesyonel destek almalı. Şirket sahipleri hatta bazı muhasebe departmanı sorumluları inceleme sürecini bilmedikleri için iletişim hataları yapabiliyor. Müfettişin inceleme konusu için istediği bilgiler kanunların belirlediği yasal süreler içinde verilmeli. İnceleme konusu dışındaki bilgilerin neden istendiği sorgulanmalı. Ayrıca her aşamada müfettişle yazılı olarak iletişim kurmaya gayret edilmeli. Yani müfettişin taleplerini yazılı olarak vermesi sağlanmalı, verilen cevaplar da yazı ekinde verilmeli. Vergi kanunları mükelleflere önemli haklar tanıyor. Süreci germeden bu hakların kullanılmasını tavsiye ederim.Peki, bu incelemeleri yapacak elemanların yaklaşımı nasıl olmalı?Öncelikle şahsi ve mesleki onurlarını korumalarını tavsiye ederim. Maliye, SPK, BDDK ve DPT gibi teknik kurumlar her zaman bağımsız çalışmayı ve objektif davranmayı başarmak zorundadır. Gerek siyasi iradeyi temsil eden bakanın gerekse üst düzey yöneticilerin bir süre sonra değişeceğini ama müfettişlerin yazdığı hatalı ve taraflı raporların kalıcı olacağı ve imzalarının bulunacağı unutulmamalı.

Ziyaretine geldiysem var bir sebebi!

$
0
0
Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan, göreve geldiğinde ilk yurtdışı gezisini Kıbrıs’a gerçekleştirdi. Türkiye’nin ‘yavru vatan’a ziyareti bir teamül. Peki, diğer ülke liderleri göreve başladıklarında ilk olarak hangi ülkeyi ziyaret ediyor ve bunun anlamı ne?Türkiye’nin 12. Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan, geçtiğimiz hafta göreve başladı ve devlet teamülleri gereği olarak ilk resmi ziyaretini 1 Eylül’de yavru vatan Kıbrıs’a gerçekleştirdi. Yine teamüller çerçevesinde, 3 Eylül’deki ikinci gezisini Azerbaycan’a düzenledi. Erdoğan’ın Kıbrıs’taki, “Ana ile yavrunun buluşması ne kadar anlamlıysa buradaki buluşmamız da o kadar anlamlıdır.” cümlesi dikkat çekiciydi. Bir önceki Cumhurbaşkanı Abdullah Gül de 28 Ağustos 2007’de göreve başladığında, ilk resmi ziyaretini 18 Eylül’de KKTC’ye, ikincisini ise 6 Kasım’da Azerbaycan’a yapmıştı.Bir teamül olmasa da önceki yıllarda Türkiye’nin ilk ziyaret ettiği ülkeler arasında Pakistan da bulunuyordu. Hatta iki ülke karşılıklı olarak bu ziyaretleri gerçekleştiriyordu. Ancak bu uygulama sonraki yıllarda kaldırıldı. KKTC ve Azerbaycan’ın bağımsızlığını ilan etmesiyle öncelik bu iki ülkeye verildi. Pakistan’da kargaşa ve kaos ortamının olması ve ülkedeki istikrarsızlık da ziyaretin yapılmamasının sebeplerinden. 8. Cumhurbaşkanı Turgut Özal ve sonraki liderlerin Orta Asya Türk Cumhuriyetleri ülkelerini ziyaret ettiği fakat AK Parti döneminde önceliklerin değişmesi sebebiyle bu rutin gezilerin kaldırıldığını söylemek de mümkün.Objektifi diğer ülkelere çevirdiğimizde benzer bir tabloyla karşılaşıyoruz. Tarihsel ya da etnik yakınlık, komşuluk ilişkileri, ticari, askeri anlaşmalar gibi etkenler ülkelerin dış politikadaki tutumlarına yansıyor. Tabii böyle teamüllerin olmadığı ülkeler de var.Ziyaretler, ülkeye verilen değerin en büyük göstergesiDeniz Bölükbaşı (Emekli diplomat): Cumhurbaşkanı veya başbakanlar göreve geldiklerinde bazı ülkelere yurtdışı seyahatlerinde bulunurlar, bu bir teamüldür. Türkiye de yıllardır ‘yavru vatan’ olarak adlandırılan Kıbrıs’a ziyaret gerçekleştiriyor. Bu durum o ülkeye verilen önemin en büyük göstergesidir. Ülkelerin tercih sebepleri arasında komşu olmaları, ekonomik ya da dini sebepler, geçmişe dayanan tarihsel birliktelik ilk sıralarda yer alıyor. AmerikaÖncelik Kanada'yaABD’nin son dört başkanı seçildikten sonra ilk yurtdışı gezileri genelde Kanada’ya oldu. Bu konuda tek istisna George W. Bush. Oğul Bush’un ilk yurtdışı gezisi Meksika’ya gerçekleşti. Zira Bush, Latin Amerika özellikle de Meksika ile ticaretin artırılmasına çok önem veriyordu. Başkanların önceliğinin Kanada olmasının sebebi; ülkeyle olan komşuluk ilişkileri kadar ekonomik, sosyal ve kültürel açıdan iç içe geçmiş ilişkilerinin olması. Mesela ABD vatandaşlarıyla Kanada vatandaşları birbirlerinin ülkelerini ziyaret ederken sınırı geçişlerinde yalnızca kimliklerini gösteriyor.Azerbaycanİlk sırada Türkiye varAzerbaycan, ilk yurtdışı ziyaretini ülkemize gerçekleştiriyor. Azerbaycan Cumhurbaşkanı İlham Aliyev, seçim sonrası ilk yurtdışı gezisini eski Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün davetiyle 12 Kasım 2013’te ülkemize yapmıştı. Diğer Orta Asya Türk cumhuriyetleri olan Kazakistan, Özbekistan, Kırgızistan, Özbekistan’da ise böyle bir teamül bulunmuyor.MısırUmre ziyareti yapılıyorÜlkede 30 yıl boyunca Hüsnü Mübarek görev aldı ve her seçildiği dönemde ilk yaptığı iş, Suudi Arabistan’a umreye gitmekti. Sonra da kralla bir görüşme yapıyordu. Mısır’da seçimle ilk defa başa gelen Muhammed Mursi de bu teamüle uydu ve ilk dış ziyaretini kutsal topraklara gerçekleştirdi. Ardından Cidde’de Kral Abdullah ile bir araya geldi. Darbeyle başa gelen Sisi de geleneği bozmayarak, önceki liderlerin yolundan gitti. Mısır, ikinci ziyaretini ise daima Sudan’a gerçekleştiriyor.HindistanKomşulardan başlıyorlarHindistan başbakan ve cumhurbaşkanının ilk yurtdışı ziyaretiyle ilgili özel bir ülke yok. Genellikle komşulardan başlamaya dikkat ediyorlar. Mesela mevcut Cumhurbaşkanı Pranab Mukherjee, 2012’de göreve başlayınca Bangladeş’i, mevcut başbakan Narendra Modi ise 2014 Mayıs’ında Bhutan’ı ziyaret etmişti. Aralarında husumet olan Pakistan, ziyaret edilen komşu ülkelerin dışında kalıyor.Almanyaİkinci Dünya Savaşı’nın izleri…Almanya’daki liderlerin ilk ziyaretleri 1951’den bu yana değişmiyor ve ilk sırayı batı komşusu Fransa alıyor. Fransa’yı ise doğudaki komşu Polonya takip ediyor. Alman başbakan ve devlet başkanları Fransa’yı ziyaretleriyle İkinci Dünya Savaşı sonrasında yaraları sarmak, işbirliğini ve ortaklığı derinleştirme amacını güdüyor. Polonya’nın tercih edilmesi de savaşta ilk saldırılan ülke olan ve çok kayıp veren Polonya ile tekrar barış ortamını sağlamaya verilen önemi gösteriyor.İngiltereCameron’un ilk gezisi ABD’yeİngiltere’de liderlerin göreve geldiklerinde yurtdışı gezileri için bir teamüllerinin olduğunu söylemek pek mümkün değil. Zira İngiltere Başbakanı David Cameron göreve gelişi sonrası ilk resmi ziyaretini 20 Temmuz 2010’da ABD’ye gerçekleştirmişti. Cameron’dan bir önceki Başbakan Gordon Brown ise ilk yurtdışı seyahatini 16 Temmuz 2007’de Almanya’ya yaparak Başbakan Angela Merkel ile bir araya gelmişti.FransaFransa-Almanya birlikteliğiFransa Cumhurbaşkanı François Hollande, cumhurbaşkanlığı koltuğuna oturduğu 15 Mayıs 2012’den sonra ilk ziyaretini Almanya’ya gerçekleştirdi. Selefi Nicolas Sarkozy gibi ilk resmi ziyaret için Almanya’yı tercih eden Hollande’ın bu tercihi, o dönem medyaya, ‘Almanya-Fransa ikili ilişkilerine verdiği değerin sembolik bir göstergesi’ olarak yansımıştı.Norveç - DanimarkaRutin programa uyuluyorLiderlerin göreve geldiklerinde spesifik olarak gittikleri bir ülke yok. Geziler daha çok rutin programa göre düzenleniyor. Bir diğer İskandinav ülkesi olan Danimarka’da da herhangi bir teamül bulunmuyor.RusyaTüm rejimlerle görüşen tek ülkeRusya, dış ülkelerle olabildiğince şeffaf bir politika uyguluyor. Herhangi bir ülkeye karşı “gitmeyelim ya da ambargo uygulayalım” gibi bir anlayış yok. Hatta genellikle tersi bir durum yaşanıyor. Bazı programlara, zirvelere davet edilmediği zamanlar oluyor. Rusya, tüm ülke ve rejimlerle her zaman olumlu temas halinde. Mesela Suriye Cumhurbaşkanı Beşşar Esed ya da Kuzey Kore lideri Kim Jong-Un ile görüşen tek ülke.G. Koreİlk ziyaret ‘kurtarıcı’yaÜlkede ilk ziyaretler Amerika’ya, ikinci ziyaretler ise Çin’e oluyor. Amerika’ya ziyaretin sebebi, aralarındaki askeri anlaşma. Mesela Güney Kore genelkurmay başkanı hiçbir zaman tek başına karar alamıyor zira Amerika’ya bağlı. İkinci sırada Çin’in olmasının tek sebebi ise komşu olmaları.

Kemaneyi konuşturan adam

$
0
0
Göktuğ Çelik ülkemizin önde gelen kabak kemane icracılarından. Çokları onun için ‘kemaneyi konuşturan adam' sözünü kullanıyor. Çelik, Dreams & Colours (Düşler ve Renkler) isimli albümünü yayınladı.Çalışmasında Ermeni, Yunan, Azeri, Anadolu, Balkan, Zazaca, Yahudi ve İran eserlerini yorumluyor. Ayrıca Mikis Theodarakis, Eleni Karaindrou, Khachatur Avedisyan, Rauf Haciyev, Jak Esim, Sayat Nova gibi ünlü bestecilerin eserlerine de yer vermiş.Göktuğ Çelik, Düşler ve Renkler, Ahenk Müzik***Cengiz Kurtoğlu'ndan Saklı DüşlerMüzik dünyasının nevi şahsına münhasır isimlerinden Cengiz Kurtoğlu, Saklı Düşler isimli yeni albümüyle müzikseverlerin karşısına çıktı. Hayranlarının ‘yaşayan efsane' olarak isimlendirdiği müzisyen bu albümde, yeni şarkılarla birlikte eski şarkıları da yorumlamış. Serdar Ortaç ve Ali Tekintüre-Rıfat Şanlıel'in şarkılarını da kendine has yorumuyla seslendirmiş. İlerleyen yaşına rağmen Cengiz Kurtoğlu'nun şarkıları güçlü bir şekilde yorumladığının altını çizmek gerek. Saklı Düşler, kendisinden yeni çalışmalar geleceğinin bir kanıtı.Cengiz Kurtoğlu, Saklı Düşler, Esen Müzik***Sonny Rollins arşivine devamDünyadaki sayılı tenor saksafon virtüözlerinden Grammy ödüllü caz efsanesi Sonny Rollins'in ünlü canlı performans albüm serisinin yeni albümü Road Shows Vol. 3 müzikseverlerle buluştu. Altı eserden oluşan serinin üçüncüsü Rollins'in 2001 ve 2012 yılları arasında Japonya ve Fransa'da kaydedilen performanslarından oluşurken, müzisyenin kendi eseri, sahnede ilk kez çaldığı haliyle yer alıyor. Çalışma cazseverlerin arşivinde bulunmalı.Sonny Rollins, Road Shows Vol. 3, Sony Müzik

Yayınevine değil yazara saygı gösterilmesini istiyorum

$
0
0
Can Öz, babası Erdal Öz’ün ölümünün ardından genç yaşta Can Yayınları’nın başına geçti. Yayınevi ile özdeşleşen beyaz kapakları değiştirerek büyük bir değişim yapan Öz ile yayıncılıktan, yazarlara desteğe kadar birçok şeyi konuştuk.Can Öz, 34 yaşında. Sekiz yıldır Türkiye'nin en büyük yayınevlerinden Can Yayınları'nı yönetiyor. Babası Erdal Öz'den boşalan koltuğa oturduktan sonra birçok önemli işe imza attı. Son olarak yayıneviyle özdeşleşen kapakları değiştirerek adeta bir devrim gerçekleştirdi. Öz, düşündüklerini korkmadan dile getiren bir isim. Can Öz ile yayıncılıktan kapak değişimine, son günlerin en tartışmalı konusu yazarlara devlet desteğine kadar birçok şeyi konuştuk.Çok genç bir yaşta yayınevinin başına geçtiniz...Yayınevini yönetmek gibi bir düşüncem hiç olmadı. Çünkü bunu öyle mükemmel bir adam yapıyordu ki aklımdan bile geçmedi. 25 yaşımdaydım ve bir gün yayınevini yöneten muhteşem insanı yani babamı kaybettim. O sadece babam değil, müthiş bir yazar, bir fikir adamı ve mükemmel bir editördü. Yayınevi, yazarlar ve ailemle kalakaldım. Benden başka sorumluluk alacak kimse yoktu. Yayınevi ve etrafımdaki insanları koruma içgüdüsü oluştu. Yapabilir miyim diye hiç düşünmedim.Zor olmadı mı?Hayır. Bir şeyin farkındaydım. Benim burada yüksek söz sahibi ve karakter otoritesi olmam gibi bir durum söz konusu değildi. Yapabileceğim tek şey özverili olmak ve işini iyi yapmaktı. Ukalalık yapmayıp etrafa saygı duyunca hayat çok kolaylaşıyor.Yayınevinde varlığınız yadırgandı mı?Beni yadırgamadılar ama Erdal Öz'ün yokluğu çok yadırgandı. Ben zaten baskın ve otoriter yöneticiliği sevmem. O yüzden beni yadırgadıklarını düşünmüyorum.Siz yadırgadınız mı peki?Ben o koltuğu doldurduğumu hiçbir zaman düşünmedim, düşünmeyeceğim. O koltuk babamın koltuğu. Benim işim de o koltuğu onun koltuğu olarak tutmak. Ne olursa olsun, Türkiye ne kadar değişirse değişsin burası Erdal Öz'ün Can Yayınları olarak kalmak zorunda. Burayı Erdal Öz'ün Can Yayınları olarak teslim etmezsem mutsuz öleceğim.Kitapların kapaklarını değiştirmeniz okurda ve yayın dünyasında büyük yankı uyandırdı. Neden böyle bir değişikliğe gittiniz?Gerekiyordu. Can Yayınları kapakları çok fiyakalı bir kavram. Yayınevi çok biliniyor ve insanlar saygı duyuyor. Bu güzel bir şey ama benim istediğim şey bu değil. Yayınevinin tanıtması gereken şey öncelikli olarak yazarlar ve kitaplar. Ben bu saygınlığı yazarlara aktarmak niyetindeyim. Okurlar, ‘Kapaklar değişti, kitabevinde Can Yayınları'nı tanıyamıyorum artık.’ diye yazıyor. Beyaz kitap tembelliğinden daha kolay yollar var. Kitapçıya sorarsanız size Can Yayınları kitaplarını gösterir. Ben okurun yayınevine saygı göstermesini değil, yazara saygı duyulmasını istiyorum.Beyaz kapak rol mü çalıyor yani?Aynen öyle. Yazarın ve kitabın görünürlüğünü çalıp yayınevine koyuyor. Beyaz kapaklar kendi çıktığı dönemde doğru bir seçimdi ama bugün hiç doğru değil. Babam da iki kez değiştirmek istedi ama çok tepki gelince başaramadı. Bugün yazarlar geride kalıyor bu yüzden. On yıldır yayınevindeyim. Bu süre zarfında beyaz kapaklarla çıkan yazarların kendini gösteremediği ve kabul ettiremediğini gördüm. Bu kabul edilebilir bir şey değil. Çünkü ben bunu yazara izah etmek zorundayım. ‘Sen fark edilmedin ama Can Yayınları fark ediliyor.’ diyemem. Buna devam etseydim sonunda yazarlarımı kaybedecektim.Peki insanlar neden bu kadar yadırgadı? Bunu neye bağlıyorsunuz?Bunu Erdal Öz'e bağlıyorum. Burada gerçek bir adam var ve o adamın kendi kişiliği sayesinde her şeyiyle oluşturduğu gerçek bir yayınevi var. Türkiye'nin en sıkıntılı zamanlarında yazarları korumuş, muhalif yazarlar linç edilirken onların kitaplarını yayınlamış, onlar için hapis yatmış bir adamdan bahsediyoruz. Bu işte onu ve onun yaptıklarını gerçek kılıyor. Okurlar da buna sahip çıkmış. Can Yayınları'nı Can Yayınları yapan ne beyaz kapağı, ne kitapların hangi dünya edebiyatından çıktığı. Can Yayınları'nı Can Yayınları yapan yazarları ve insanları zor durumdayken kollamasıdır. Bunu yaptığı sürece ayakta kalacak.Bu kapak konusunda geri dönüş yok diyorsunuz yani…Kesinlikle yok. Bu iş böyle gidecek. Bundan sonra babamın kitapları dışında beyaz kapaklı bir şey çıkmayacak. Ama 2016'nın 6 Mayıs'ı babamın 10. ölüm yıldönümü. O gün Erdal Öz dizisi diye bir dizi yayınlanmaya başlayacak. O dizide Can Yayınları ile özdeşleşmiş kitaplar aynı anda beyaz kapaklarıyla da yayınlanmaya başlayacak. Bunu yapmak için bu kavga bitsin, artık beyaz kapağa dönüş olmayacağını insanlar anlasın istiyorum.Sosyal medya tribün biz de seyirciyizSosyal medyada zaman zaman çok sert açıklamalar yapıyorsunuz...Dayanamıyorum. Orası bir tribün. Üzerine yorum yazdıklarımız sahada oynayan futbolcular, biz de tribündeki seyircileriz. Kalabalık olmanın verdiği rahatlıkla karşı karşıya söylemediğiniz şeyleri söylüyorsunuz.En çok nelerden rahatsız oluyorsunuz?Gelecekle ilgili belirsizlikten. İyi ya da kötü ne olacağını bilmiyoruz. Dünyada gerçek sorunlarımız var. Açlık, susuzluk, küresel ısınma gibi. Yakında hepimiz ölebiliriz. Bütün bunlar varken şu an dünyada verdiğimiz kavgalar o kadar anlamsız ki. Çok benciliz ve kendimizle meşgulüz. Her gün yanlış konuları tartışıyoruz.Devlet, edebiyata şekil vermeye çalışıyorDevlet insanlara güven vermeli. Ortada birçok laf dolaşıyor ama hepimizin bugün bildiği bir gerçek var. Devlet güvenilmez. Devlet, topluma şekil vermek için her yolu deniyor. Edebiyat dünyasına da böyle bir şey yapmaya kalkıştığı çok açık. Gizlilikten bunu anlıyoruz. Sorun aslında gizlilik ve ahlakî prensipler değil. Bu devleti tanıyor ve ne yapmaya çalıştığını gayet iyi anlıyoruz. Hiçbirimiz aptal değiliz. Bunu yazarlar üstünden yapmasına da yazarlar tabii ki büyük tepki göstereceklerdir. İnsanlar devlet tarafından tehdit edildiklerini hissediyor. Ayrıca kimin devletten ne kadar destek aldığı hiç mühim değil. Destek alan yazarların üstüne gidilmesini doğru bulmuyorum. Reddetseler daha güzel olurdu ama kabul etmeleri bunun sorumlusu oldukları anlamına gelmiyor.
Viewing all 3284 articles
Browse latest View live