Muhammet Uzuner, hayli yoğun bu sezon. ‘Dolanma' filmi gösterime girdi, ‘Muhteşem Yüzyıl Kösem' ile ekranda, tiyatro ve eğitmenlik devam ediyor. Uzuner, bu yoğun arada zaman bulup bir de aile orkestrası kurmuş.
‘Dolanma', modern bir Habil Kabil hikâyesi. Bildik hikâyeden farkı nedir?
İki kardeşin hikâyesi. Dağ, orman köyünde bir evde yaşayan, annelerini kaybetmiş, babaları çoktan ölmüş iki kardeş… Oralı değiller. Dışarıya kapalı yaşayıp geçimlerini zar zor sağlıyorlar. Zor hayat koşullarında sürekli şehre gidip geliyor biri. Orada bir kadını tanıyor. Başka erkeklerle de beraber olan bir kadın… Onunla ilgileniyor, çaresizlik ve ortaklık hissediyor. Nereye gideceğini bilmeyen kadını alıp eve getiriyor. Üçü birlikte yaşamaya başlıyor. Annenin küçük kardeş üzerinde çok büyük etkisi olduğu için annelik duygusuyla kadına yaklaşıyor ve aralarında tam anlamıyla bir dolanma başlıyor.
Bu ‘dolanma'nın cezbedici tarafı ne?
Çaresizlik duygusu beni her zaman cezbediyor. Hele ki haklı çaresizlik. Doğru dürüst bir şeyler yapmaya çalışmak, sonunda mutlu mesut bir hayata kavuşamıyor olmak... Bu da öyle bir şey. Bu karakter de çaresiz kalıyor. Senaryonun yazılış biçimi, ima ettiği edebi ayrıntılar da cezbedici. Ayrıca çok sevdiğim oyuncu arkadaşım Defne Halman ile oynayacaktım. Yıllar öncesinden öğrencim olan Şükrü Babacan ile çalıştım. Oyunculuk mezunu ama sektörden hoşlanmadığı için yıllardır oynamıyordu. İlk defa bu filmle kamera karşısına geçti. Dolayısıyla çok heyecan vericiydi.
Nasıl bir deneyimdi?
Çok duygusal... Çok güzel anlarımız var. Film bittiğinde birbirimize sarılıp maneviyatlı, duygusal anlar yaşadık. Artık öğrencim değil, meslektaşım. Güzeldi.
Karadeniz hikâyesi ama çekimler Bolu'da yapıldı...
Evet, Aladağlar'ın eteğinde bir evde çektik. İşin özel tarafı; ev yönetmen tarafından Bolu Belediyesi desteğiyle film için yapıldı. Kamera açıları hesaplanarak… Bunun çok lüksünü yaşadık. Ev platoydu aslında. Hatta bir ara bu evde yaşayalım diye düşündük ama yakın bir mesafede konakladığımız için olmadı. Her sabah oraya çıktığımızda yeniden doğmuş gibi oluyorduk çünkü ormanın tam içinde. O açıdan çok zevkliydi. Yönetmenin ilk filmi olması, büyük paralarla çekilmiyor olmasından kaynaklı birtakım sıkıntılar vardı elbet ama olsun. Normal kabul ediyoruz böyle şeyleri.
Doğadan şehre dönmek zor oldu mu?
Bu yaz iki buçuk ay Datça'daydım, kim İstanbul'a gidecek diye düşündüm. Hayatımın belki de dönüm noktasıdır. Belli bir yaştan sonra İstanbul'da yaşamamaya belki ilk kez karar verdim. Bunda Bolu'nun da etkisi var tabii. Büyük şehri her zaman seviyorum (trafik falan dert değil) ama insan faktörü biraz yorucu ve yıpratıcı olabiliyor. Samimi davranışlarla karşılaşmamak insanı neredeyse kendine döndürüyor.
Sizi şehre bağlayan ne?
İş hayatım. Oyuncuyum. Dizide, sinemada, tiyatroda oynuyorum; ders veriyorum. Bütün bunları yapabilmem için burada olmam gerekiyor diye düşünüyorum. İstanbul'u çok seviyorum ama kaçma fikri oluştu gibi, hemen değil tabii. Benimki hayal değil artık, 5-10 yıl içinde bunu yapabilirim. Eşim de sektörden, o da aynı fikirde.
Filme dönersek... Dolanma'daki karakterin önceki rollerinizden farkı nedir?
Şimdiye kadar hiç oynamadığım türden bir karakter. Çok daha sert, kaba bir adam. Bunu çalışmaktan önce çok korktum. Oynamam, dedim önce. Sonra düşündüm, neden risk almıyorum. Kendimi genişletme çalışması olacak. Risk alacaksın, sonuç kötü de olabilir. Bir işi de sonuç olarak kötü yapmış olayım, süreç olarak bana yine faydası olacaktır diye düşündüm. Böyle bir cezbedicilikle de oynamayı kabul ettim.
İzlediniz mi? Kendinizi izlerken nasıl bir hissiyatınız oluyor?
İzledim. Zor bir hissiyat. (Gülüyor) Denemelerimi gördüm. Neye çabaladığımı teyit ettim. Sonuca seyirci karar verecek ama benim açımdan iyi bir süreç, oyunculuk çalışması açısından iyi bir çalışma deneyimi.
‘Çocuklar gibi şenim'
Kösem Sultan, tiyatro, eğitmenlik, sinema… Hayli yoğun bir temponun içindesiniz...
Sezonun başlamasıyla ritim biraz yükseldi. Haftada üç gün Sadri Alışık Kültür Merkezi'nde ders veriyorum, iki-üç gün sete gidiyorum, geçen sezondan Tiyatro Pera'da devam eden oyunum var. Yazın yeni bir filme başlayacağım. Bir ay kadar İstanbul ile Çanakkale arasında mekik dokuyacağım. Yoğun ama oluyor bir şekilde. Ne diyeyim.
Dinlenmek için neler yapıyorsunuz?
Bu aralar bir aile orkestrası kurduk. Çalamayanlar orkestrası… Şartımız şu: Herkes bilmek istediği bir enstrümanı edinip öğrenmeye başlayacak. Bir-iki parça belirliyoruz, onları evin içinde çalacağız. Buna zaman ayırabiliyorum çok da güzel oluyor. Bir insanın dinlenmek için boş boş uzanacağı bir şarkının notalarını çözmeye çalışması, çalmaya çalışması daha mantıklı, keyifli geliyor.
Sizin enstrümanınız ne?
Piyano çocukluğumdan beri hevesimdir. Şimdi ona döndüm. Çocuklar gibi şenim. Eşim kanuna meraklı, ben kulakla piyano çalıyorum. Arada klarnete meraklı arkadaşımız geliyor, keman öğrenmeye çalışan var. Evimiz müzik deposu gibi. Arada buluşup tıngırdatıyoruz. Kursa gidenimiz var, bayağı ciddiyiz. Ben de programım rahatladığında tekrar kursa başlayabilirim.
Başucu yazarı, sevdiği şehir, mutfak, dostu…
Yazar: “Hiçbir konuda saplantılarım olmadı.” diyor. Onun için sabit bir yazar yok: “İdolüm olan bir yazar, oyuncu yok. Şu müzik türünü severim diyemiyorum. Güzel olan, bende bir şeyleri kışkırtan her şey başucumda olabilir.”
Şehir: İstanbul'u haritadan silersek hangi şehre yerleşmek ister? Düşünmeden söylüyor: Datça. Sakin, havası çok güzel, kendi gibi psikolojik olarak da yarımada gibi. Sakin başka bir şehir de olmaz değil.
Yemek: Yemekle kimse onu kandıramaz. Kendi deyimiyle damak tadı yok. Ne olsa yerim diyenlerden. Bir-iki günü bir simitle geçirebilir. Ona göre insanın en büyük cezalarından biri günde iki-üç defa yemek yemek zorunda olması.
Dostu: Eşi. Konuşmadıkları hiçbir konu yok. Sıkıntılı dönemlerde birbirilerinin doktoru olduklarını söylüyor. Ekleyeyim: Yakın arkadaşlarının çoğu sektör dışından.
‘Anadilin ne olduğunu öğrendim'
‘Light Years' adlı bir filmde oynadınız. Neden izleyemedik?
Tamamen İngiltere'de çekilen, bağımsız bir film. Vizyona girmeyecek burada. Venedik Film Festivali'nde gösterildi, Londra'daki festivale davet edildi. Sonra ne oldu bilmiyorum. Bir aile dramını anlatıyor film. Her şey mutlu mesut ilerlerken eşinin genetik bir hastalığı olduğunu öğreniyor baba. Çocuklarından saklıyor. Anne bakımevinde olunca aile zamanla çöküyor. Hikâyeyi derinlikli bir psikolojiyle anlatıyoruz. Ben de babayı oynuyordum.
İngiliz yapımı. Dile o kadar hâkim misiniz?
Aslında değilim. İngilizce konuşamam diye projeyi reddettim. Sonra eşim niye ürkek davranıyorsun, dedi. Düşündüm, çalışalım dedim. Çok az lafım olmasına rağmen replikleri deli danalar gibi çalıştım. Orada da konuştum. Demek ki çalışınca oluyormuş.
Hâkim olmadığınız bir dilde oynamak nasıl bir deneyim?
Anadil denen şeyin ne olduğunu tam olarak orada hissettim. Bir dilde söyleyince onun çağrışımları geliyor. Sosyolojik, psikoloji, anılar… İngilizcede bir kelime söyleyince bunlar yok. Dolayısıyla kelime ağızdan İngilizce çıkıyor ama backgroundda Türkçe düşünmek gibi bir şey oluyor. En azından bende öyle oldu. Çok zordu ama güzeldi.