
İstanbul Film Festivali’nde dünya sinemasının öne çıkan filmleri seyirciyle buluştu. Tanrılarla Konuşmalar’da Yılmaz Erdoğan, Bahman Ghobadi ile yeniden sette. Hitler’e Suikast’ta ise esrarengiz bir aktivistin hikâyesi anlatılıyor.
Tanrılarla Konuşmalar, Taksi, Hasret, Hitler’e Suikast… Çoğu uluslararası festivallerde ödüller alan filmler, bu hafta İKSV’nin düzenlediği İstanbul Film Festivali’nde görücüye çıktı. Filmlerin konuları, oyuncu performansları, tartışma yaratacak tercihleri ilerleyen günlerde çok konuşulacağa benziyor.
Yılmaz Erdoğan, Kelebeğin Rüyası’ndan sonra konuk oyunculuk yapmaya başladı. Çoğunluğu BKM yapımı projelerde mini roller canlandırdı veya sesiyle destek verdi. Burak Aksak’ın ilk göz ağrısı Bana Masal Anlatma’da masal anlatıcılığına soyundu, Vizontele serisinde yol arkadaşlığı yapan Ömer Faruk Sorak’ın 8 Saniye’sinde dervişi canlandırdı. Erdoğan şimdilerde yine mini bir rolle karşımızda. Tanrılarla Konuşmalar, farklı coğrafya ve inanç sistemlerinden dokuz ünlü yönetmenin bir araya gelerek oluşturduğu özel bir proje. Hıristiyanlıktan ateizme, İslam’dan Hinduizm’e yönetmenlerin kendi kültürlerine yakın duran inançlar üzerinden kıssalar anlattığı bir yapım. Projede Gergedan Mevsimi filminde sete inen Bahman Ghobadi ile Erdoğan yine beraber. Ünlü oyuncu, 15 dakikalık kısa filmde bedenleri birbirine yapışık iki kardeşten birini canlandırıyor.
Erdoğan, Vizontele ile başlayan sinema kariyerinde büyüdüğü coğrafyanın hikâyelerini, dertlerini perdeye taşıdı. Kendi deyimiyle ‘sözün hükmünün kalmadığı’ bölgenin sıcak sorunu hakkında konuşurken taraf görünmemek için özel çaba sarf etti, kimliğini net olarak koymadı ortaya. Erdoğan’ın Kürt kimliğiyle en net göründüğü film, Tanrılarla Konuşmalar. İlk kez Kürtçe konuşuyor. Yapışık ikizlerin yaratılışları üzerinden kader tartışmalarına yoğunlaşıyor film. Biri inançlı, şükür ediyor; diğeri durumunda şikâyetçi. Akılda kalan sahne şu: Yapışık kardeşler camiye gidiyor. İnançlı olan namaz kılıyor, diğeri mecburiyetten diğerine eşlik ediyor. Sonrasında kaderi tartışıyorlar, gündelik ama felsefi bir altyapısı olan bir dille. Filmin ilerleyen günlerde gündem oluşturabilecek bir yönü var. Hikâyenin tamamı Mardin’de geçmesine rağmen Irak Kürdistan’ı olarak sunuluyor. Bu projenin fikir babası Guillermo Arriaga’nın tercihi mi, Ghobadi’nin mi isteği bilinmez ama Kürt meselesi konusunda ince eleyip sık dokuyan Erdoğan’ın farklı bir çizgide değerlendirileceği kesin.
Öteki İstanbul’a bakış
Ben Hopkins ne bizden biri ne de yabancı… Bu sayede bir hikâye anlattığı zaman iki farklı bakış açısıyla bakabiliyor. İstanbul’u anlatan belgeseli Hasret’e bu çerçeveden bakılabilir. Makyajlı bir şehri görüntülemek için yola çıkan, öteki İstanbul’u kayıt altına alan bir belgesel… Çarpık yapılaşmaya, plansız kentsel dönüşüme, göçmen işçilerin sorunlarına kulak veriyor. Altın Lale Uluslararası yarışmada jüri karşısına çıkan Hasret, geçmişin ve ölülerin de bir şehri olduğunu gösteriyor.
13 dakika farkla insanlık öldü!
Düşüş’le Nazi diktatörlüğünün son günlerine mercek tutan Oliver Hirschbiegel yine bir Hitler filmiyle karşımızda. Konusu oldukça enteresan. Georg Esler adında bir aktivist, Führer’in konuşma yapacağı salona bomba yerleştirir. Ancak Hitler 8 Kasım 1939’da olay yerinden erken ayrılır. Mekândan 13 dakika geç ayrılsa belki İkinci Dünya Savaşı olmayacak, 55 milyon insan ölmeyecekti. Yönetmenimiz ‘Hitler’e Suikast’ filmiyle bu aktivistin gerçek hikâyesine odaklanıyor, yakalandıktan sonra yaşadıklarını irdeliyor. Keşkelerle, gerçekleşmeyen bir suikasta tanıklık etmek farklı bir deneyim. Kimine göre Georg Esler bir ajandı, kimine göre aktivist. Film diyor ki: “İnsandı. İnsanlığı karanlık bir kuyuya iten bir insancığı öldürmeye çalışan bir insan.”
Yüz değişir ama ruh?
Yine Almanya, yine aynı dönem. Karakterler değişse de, yaşanan acılar aynı. Yeni bir bakış açısıyla yeni bir hikâye anlatılamaz diyenleri boşa çıkaracak bir film, Yüzündeki Sır. Yön: Christian Petzold. Konu: Toplama kampına alınan genç bir şarkıcının işkenceden yüzü tanınmaz hale gelir. Zorunlu estetikle kendisinin bir benzerine dönüşür. Günler sonra evine döner ve karanlık dakikalar başlar. Kendisini tanımayan kocası parası için mi evini ona açmıştır, yoksa sevdiği için mi? Savaş çığırtkanlığı yapanlara tokat gibi bir cevap. Ne diyordu Brecht? “Savaş istiyoruz! İlk vuruldu bunu yazan.” Silahın namlusu bu kez vicdanımızın üzerinde.
Yönetmen, taksi şoförü olursa…
Almanya Film Festivali’nden Altın Ayı’yla dönen Taksi filminde Cafer Penahi sarı taksinin şoför koltuğuna oturup Tahran sokaklarını turluyor, müşterilerle sohbet ediyor. Abbas Kiarostami’nin Ten ve Kirazın Tadı filmleriyle birebir benzer bir mantık. Bütün film arabada geçiyor. Yeni olan sadece hikâyeler… Arabaya ülkede yasaklı filmleri satan korsan CD satıcısı biniyor, yönetmenlik öğrencisi konu sıkıntısı çeken bir genç, trafik kazası geçirdikten sonra son nefesinde miras paylaşımı yapan bir çift… Toplum hakkında sosyolojik analizler yapmamıza imkân sağlayan, mizahı bol, gerçek hikâyeler… Penahi’yle ortak çalışmak isteyen korsan CD satıcısıyla diyalogları bir hayli eğlenceli.
Kapı komşum Madame Bovary
Sırtını edebiyata yaslayan filmlerden ön plana çıkan Posy Simmonds’un aynı adlı resimli romanından uyarlanan Aşkın Dili. Anne Fontaine’in yönettiği film, başarılı bir komedi, drama. Başkarakterimiz Fransa’da mini bir kasabada heyecansız bir hayat süren Martin Joubert. Yeni komşuları genç çiftlerin evlerine yerleşmesiyle hayatı birden renklenir. Güzel kadın Martin’e hayranı olduğu Madame Bovary romanını hatırlatmaktadır. Martin yerinde durur mu, genç kadının her adımını dedektif gibi takip eder, başına beklenmedik işler açar. Film, damakta okunmuş iyi bir roman tadı bırakıyor.