Sean Penn’in canlandırdığı karakterler, cenazesinde bir araya gelse birbirlerini tanımaz. Tetikçi, zihinsel engelli baba, caz gitaristi, eşcinsel vekilin ortak ne noktası olabilir ki... Bu buluşma, The Gunman filmiyle yeniden beyazperdede misafir ettiğimiz yıldız oyuncunun yelpazesinin ne kadar geniş olduğunun kanıtı.
Javier Bardem’e “Rollerinizi neye göre seçiyorsunuz?” diye sorulduğunda şöyle der: “Öldükten sonra canlandırdığım bütün karakterler cenazemde bir araya gelsin, ancak birbirlerini tanımasınlar istiyorum. Bu düşünceyle senaryo okuyorum, tercih yapıyorum.” Birbirine yabancı onlarca kişinin buluşmasına Bardem’in cenazesinde tanıklık etmeyiz belki ama Sean Penn’inkinde karşılaşma olasılığımız bir hayli yüksek. Çünkü yıldız oyuncunun rol yelpazesi epey geniş. Kimler yok ki? Engelli baba, sıradan bir market sahibi, uluslararası şöhrete sahip caz gitaristi, matematik profesörü, tetikçi… Farklı sınıflardan, farklı insanlar. Tek ortak noktaları Sean Penn’in süzgecinden geçip unutulmayanlar listesine yazılmış olmaları. Aksiyon ve dramalardaki bazı karakterler cenazede birbirlerine dikkatli baktıklarında tanıdık çıkabilir ama yakasına ödül takmış bu karakterlerin tanıma ihtimali pek yok.
Zihinsel engelli baba
Sean Penn’in çoğu ödüllü akılda kalan onlarca rolü olsa da zihin defterini karıştırınca ilk karşımıza çıkan Benim Adım Sam (2001) filmindeki engelli baba karakteri… Engelliden ziyade ‘zekâ seviyesi’ düşük desek daha doğru olur sanırım. Baba, ellisine merdiven dayamasına rağmen zekâ yaşı yedi yaşındaki bir çocukla denktir. Kızıyla yedi yaşına gelene kadar arkadaş gibi geçinir; ancak kızı babasının farklı olduğunu idrak etmeye başladığı zaman asıl sorun başlar. Engellilerin hayatına baba-kız ilişkisi üzerinden çarpıcı bir bakış açısı getiren filmde Sean Penn, Daniel Day’ın Sol Ayak’ındaki gibi parmak ısırtan bir engelli portresi çıkarıyor. Beden formundan konuşma müziğine bütün ayrıntılarıyla tasarlanan duygu yüklü bir karakter… Akademinin en iyi erkek oyuncu kategorisinde aday gösterilen performansı ödülünü ortaçağ arena kültürünü perdede yeniden canlandıran Gladyatör’e (Russell Crowe) kaptırsa da o hâlâ gönüllerin en iyisi.
Mahkûm
Mahkûm ama sıradan bir suçtan içeride yatan biri değil. Üçüncü sayfa haberlerinden tanıdığımız bir sima. Bir kadına tecavüz edip öldüren, sonrasında idama mahkûm edilen sözde kader kurbanı. Mahkûmun son dakikalarını mercek altına alan Ölüm Yolunda (1995), onu anlamaya çalışan ‘manevi akıl hocası’ bir rahibe üzerinden bedel ödemenin sınırlarını sorgulatıyor. Baştan sona merak dürtüsünü diri tutan, çok katmanlı, oyuncu performansları yüksek, eleştirel bir yapım… Sean Penn, oluşturduğu karakter abartıdan uzak, dingin, derinlikli ve oldukça gerçekçi. Oyuncu, karakteri öyle bir yorumluyor ki, seyirciyle duygusal olarak hiçbir ilişki kurmadan (nefret etme, acıma) ‘iyilik ve kötülük’ üzerine düşünmeye itiyor. Salt filmden bahsediyor olsaydık rahibe Susan Sarandon’a ayrı bir parantez açardık; çünkü dikkate değer başarılı bir takım oyunu var.
Caz gitaristi
Hep ağır dramalar, suçlu hikâyeleriyle anacak değiliz ya yıldız oyuncuyu, biraz da mizahla hatırlayalım. Woody Allen’in müzikal-komedisi Tatlı ve Kirli’de (1999) dünyanın saygın caz gitaristlerinden Emmet Ray ile çıkıyor karşımıza. Kariyerinde oldukça başarılı, özel hayatı çalkantılı, sansasyonel olaylarla dolu bir rolle... Allen’in bildik mizahına Sean Penn’in renkli oyunculuğu eklenince tatlı mı tatlı biyografik bir yapım çıkıyor ortaya. Mevzu bahis bir müzisyenin hikâyesi olunca insan Sean Penn’den oyunculuğunun farklı yönlerini göstermesini beklemiyor değil. Mesela şarkı söylemesi, enstrümanlar çalması, dans etmesi… Bu beklentide olanlar hayal kırıklığı yaşayabilir. Zira Hugh Jackman müzikal kökenli bir aktör değil, şaşırtmıyor izleyiciyi. Filmde yalnızca tatlı tatlı gitar çalıyor o kadar.
Eşcinsel vekil
Sean Penn, Hollywood’un muhalif oyuncularından biri. Beyaz Saray’ın politikalarını sürekli eleştiriyor, İran-Irak gibi ülkelerde araştırmalar yapıp devlet politikaları hakkında halkı bilinçlendiriyor. Arap Baharı Mısır’a uğradığında Tahrir Meydanı’na inen ilk isimlerden biriydi, varın siz gerisini tahmin edin. Duruşu rol tercihlerinde de etkili olduğu için ‘öteki’ye çoğu zaman kulak veriyor. Sınırı Geçmek (2009) göçmen sorunlarına, terörizm ve kültür çatışmasını anlatıyor mesela. Amerika’da eşcinselliğini saklamadan devlet kadrosunda üst düzey yöneticiliğe seçilen ilk kişi Harvey Milk’in hikâyesini anlatan Milk’e (2009) bu pencereden bakabiliriz. Sean Penn’e ikinci Oscar’ını kazandıran, aynı zamanda en özgün senaryo ödülüne sahip hikâye tartışılsa da herkesin hemfikir olduğu konu; yıldız oyuncunun çok başarılı bir performans sergilediği.
Market işletmecisi
Sıradan bir karakteri oynamak mı kolaydır, yoksa sıradışı bir karakteri mi? İkisinin de artı ve eksileri fazla muhakkak. Ancak sıradışı olan oyuncuya tutunacağı argümanlar verirken, sıradan karakterin sıradan görünme riski var her daim. Sean Penn, Gizemli Nehir’de (2003) sıradanlığın tuzağına düşmeden akılda kalan bir karakter oluşturmayı başarıyor. Usta oyuncu, bu filmde sıradan bir market işletmecisi rolünde. Bir gün gizemli bir şekilde gençliğinin baharındaki kızı öldürülür ve baba, cinayetin öcünü almak için yola koyulur. Olayı aydınlatmakla görevli çocukluk arkadaşı elini daha çabuk tutmaya çalışır. Çünkü kendisinden önce suçluyu bulursa yeni bir cinayet işlenebilir. Akademi Ödülleri’nde temel kategorilerin hepsinde Oscar’a aday gösterilip bütün dikkatleri üzerinde toplayan filmde Sean Penn’in en iyi erkek oyuncu ödülüne layık görülmesi tesadüf değil.