Gündüz Vassaf, 12 Eylül sonrası bireyselliği keşfeden Türkiye’de henüz hakiki ‘ben’in oluşamadığını söylüyor. Mağduriyetlerin ön plana çıktığı, otoritenin toplumu edilgenleştirdiği bir dönemde Vassaf'a göre çok katmanlı bir süreç bu; mahallenin yıkılmasından, demokrasinin yok olmasına uzanan.Gündüz Vassaf’ın raflarda yerini alan kitabı “İstanbul’da Kedi”, kentin tarihiyle özdeşleşmiş kediler üzerinden kapsamlı bir okuma. Yüzyıllar içinde insan eliyle değişenlere dokunan Vassaf’a göre, kentsel dönüşümle beraber kedilere de artık yer yok. Geleneksellikten modernleşmeye, otoriteden mağduriyete bir sohbeti kedilerin izinde sürdük. Kitap yalnızca kedileri anlatmıyor. Onlardan hareketle bir sürü yere varıyoruz... Ancak kediler kedileri yazabilir, onların da öyle bir derdi yok. İnsanın insana düşkünlüğü kadar kedilerin, köpeklerin, baykuşların kendilerine düşkünlüğü yok. Anlam vermeye çalışan, metaforlarla konuşan, benzeten, ‘gibi’ diyen insan. Gibi, çok tuhaf değil mi? Ayça gibi, Gündüz gibi, Gül kokuyormuş gibi. Gibi olur mu? Ama böyle bir kelime var. Kedi İstanbul’da yüzyıllardır var ama bir sektör haline gelmesi bu yüzyıla denk geliyor. Maması, barınakları, tarakları, şampuanları vs. Bu başka bir değişimi de gösteriyor mu? İnsan türünün yarattığı sınıflı toplumu bir anlamda kedilerimize de yansıttık. Şimdi oturduğum evde yaşayan bir kedi var. Evin kedisi ama adada da dolaşıyor. Büyük bir cam var bahçeye açılan, ev kedisi benim kucağımda, mutlu. Tam camın öbür tarafında hava soğuk, akşam vakti, başka bir kedi bekliyor. Onu eve almıyorum. Bir akrabam evini satmak zorunda kaldı kedilerine bakmak için. Sınıfsız toplum yaratayım, bütün kedileri alayım deseniz o da mümkün değil. Çünkü kediler şehirlerde artık avcı değil, beslemek zorundasınız. Balıkçıların yanında azıcık besleniyorlar. Sokak kedisinin yaşam ortalaması 2 buçuk 3 yıl. Evde yaşayan kedinin ortalaması 15 yıl. Aynı sınıflı toplumdaki eşitsizliği, merhametsizliği, görmemeyi kedilerle de yaptık. Şehir güvensiz bir hale gelince kilitli kapılar arkasında yaşamaya başladık, kediler de ona mahkûm oldu. Kontrol altına aldığımız şeyden de büyük memnuniyet duymuyoruz. Alerjilerimize, koltuklarımıza uygun kedilerimiz oldu... Bitkilerde GDO yaptık ve ondan şikâyetçiyiz şimdi. Çünkü bizi öldürecek, kıtlığa yol açacak belki. Atomu parçaladık, şimdi dünyanın sonunu biz getireceğiz diye düşünüyoruz. Yaptığımız her şeyle felaket getiriyor türümüz. Biz bu dünyayı ne hale getirdik diye 40 yıl önce farkına varmaya başladık. Kırsal kesim daha önce farkındaydı. Bu dönemi atlatabilirse türümüz, biz de doğayla barışık yaşayabiliriz. Neden kedilerle başladınız? Google’da arama yaptım, Gündüz Vassaf+Kedi diye. Radikal’de yazdığım bir hikayeyi buldum. Mizansene uygun hayvan kediydi. Çocuklar kedi istiyor, anneler babalar çoğu zaman ‘evet’ diyor. Sorumluluk vermek için de kullanıyoruz hayvanları. Benim de öyle bir kedim olmuştu. Ama sorumsuzluğum şuradan belli, komşumuz kanser araştırmaları yapan Perihan Çambel’di. O bana iki tane laboratuvar faresi hediye etmişti. 7-8 yaşındayım. Evde hem kedi hem fare var. Kedi farelerin peşinde ama ben farelerden de hoşlanıyorum. O zaman su deposu tuvaletlerde yukarıdaydı. Fareleri oraya koydum. Beslemeyi unutunca öldüler. Çocuklara eğlence olsun derken o çocuğu katil de yapabiliyorsunuz. Evin ilk kedisi öyle oldu. Artık kedim demiyorum. Çocuk için de çocuk sahibiyim de asla diyemiyorum. İstanbul, kedileriyle anılan bir şehir. Her mahallede kedilerle karşılaşabiliyorsunuz... İstanbul kurulduğundan beri kedili bir şehir. Ehlileştirilmiş kedilerin ilk ortaya çıkışı bu bölgelerde. O günden beri bu bölgenin her şehrinde kediler var. Modernleşmeyle beraber hastalıklardan korktuğumuz için kediler, köpekler sokaklarda itlaf edildi. Fakat İstanbul’da, Kahire’de, Asya şehirlerinde hâlâ kediler var. Onlar bir anlamda Avrupa şehirleri gibi “çağdaşlaşamadılar.” Ama o kültürü de koruyoruz hâlâ. İstanbul’da bir Paris’teki gibi kediler yok edilmedi. Türkiye’de böyle bir şey dense, eminim birçok kişi isyan eder. Neden? Kedileri İstanbul’un ormanlarından, parklarından, eski evlerinden daha dokunulmaz kılan ne? Sivriada’daki köpek hikâyesini biliyorsunuz, değil mi? 1910’da İstanbul’da sokak köpeği, sokak kedisi var. İstanbul’da köpek sürüleri dolaşıyor. O zaman artık Londra’da, Stockholm’de köpek yok. Bizde Batılılaşalım diye köpekleri toplayıp Sivriada’ya götürüyorlar. Hayvanlar aç biilaç kalıyorlar. Birbirlerini yemeye başlıyorlar. Bu sefer Batı gazetelerine yine “Barbar Türkler” diye manşet olunuyor, kaş yaparken göz çıkarılıyor. Modernleşmekten neyi kastettiğimize bağlı. Türkiye’nin modernleşmesi Tanrı’ya inanmakla beraber gitti. O yüzden kediler yerini korudu. Berlin’de, Paris’te böyle işlemedi. Şimdi Türkiye Müslümanlarında Protestan adetleri var. Bir suçluluk hissi yaşanıyor. Paylar eşit olsun istiyorlar. Anadolu kültüründe böyle bir şey yok ki. Aç olan daha çok yer. Eşit pay etmek Protestan kültürüne ait bir şey. Siz gündelik hayatta yaşanan değişimleri nesneler üzerinden de değerlendiriyorsunuz. Gözünüze bu hızlı değişim içinde neler çarpıyor? Boğaziçi’nde ders verirken 12 Eylül’den sonra ilk giren öğrencilerle, son sınıf öğrencilerini kapsayan bir anket yaptım. ‘Ben mi başkaları mı?’ sorusu üzerinden. Daha birinci kuşak yani Özal kuşağı diyebiliriz, ‘ben’ diye yanıt verdi. Sonuncu sınıf öğrencileri ‘biz’ diyordu. 12 Eylül Türkiye’yi müthiş değiştirdi. Zihniyet bağlamında bizden bene dönüştü. Ama oradan da bir “ben” çıkmadı. O edilgen bir “ben”e dönüştü. Sesler sansürden kısılmadı, o ‘ben’in sessizliğinden kısıldı bir anlamda. Ta ki Gezi’de patlayana kadar. İstidadı mı yoktu o ‘ben’in? Çok faktör vardı, galiba anne babaların yetiştirme biçimiyle de ilgili. Kendi başlarına gelenleri çocuklarından sakınmak istedi ebeveynler. Korumacı bir anne babalık geldi. Sıkıyönetim epey uzun sürdü. Öğretmenler kitap tavsiye edemez oldu. Sessizlik geldi. Bence sesler korkudan kısıldı. İdeoloji sonrası bir dünyaya girdik. Küçük aidiyetler kurulmaya başlandı. Kadınlar, eşcinseller, ekolojistler. Daha adil bir toplum için bizi biz yapanlar parçalara bölündü. Çok küçük sesler oluştu. Birbirleriyle rekabet haline girmeye başladı. Her grup başka bir hak buldu. Kedi severlerden tutun bilmem kime kadar. Düzen açısından böl ve yönet oldu. “Şöyle bir dünyada yaşamak istiyoruz.” diyen ses kısıldı. Nihayet babadan azar işiten çocuklara döndük. Bir toplumun çocuk-baba ilişkisi içinde yaşaması sorunlu değil mi? 3. Reich döneminde Almanya öyle oldu. Stalin döneminde Sovyetler öyle oldu, Franco döneminde İspanya, Mao, Salazar… Güçlü bir lider, baskın bir karakter, edilgen bir toplum yaratıyor. Bir baba figürü oluşuyor ve toplum ‘Biz onsuz ne yapacağız?’ diye düşünmeye başlıyor. Toplum ne olursa olsun; ister Almanya, ister Çin, ister Türkiye. Güçlü bir lider yerleşti mi, o bizim babamız oluyor. Şiddet bile kullansa. Onun için ABD, İngiltere çözümü güçlü liderlerin çıktığını görüp 8 yıl koşulu koydu. O otoriter figür çıkmasın diye. Thatcher gücünün doruğundayken, partisi tarafından görevden alındı. Churchill savaş kahramanı olmasına rağmen başbakan olamadı. Güçlü lider istemiyor Avrupalılar artık, çok çektiler çünkü. Yargının özellikle bağımsız olmadığı toplumlarda, Türkiye Rusya gibi, çıkıyor yine uzun süreli lider. Edilgenlik yaratıyor bu da. Kedi gibi olsak böyle olmazdı. Bir taraftan da her kesimden kendi mağduriyeti üzerinden bir itiraz yükseliyor, değil mi? İslam da sol da Türkiye’de mağduriyetleri üzerinden bir aitlik kavramı çıkardı. Türkiye göçmen toplumu. Biz annelerimizden, babalarımızdan ağladıklarını duymadık. Hepsi bir yerden, birçok acılar yaşayıp gelmişti. Bunun edebiyatı da yoktu. Romanları olmadı, filmi olmadı. Cumhuriyet heyecanıyla yeni bir toplum kuruldu. Modernleşmeyle birlikte aitliği keşfedip, ağlamaya başladık. Türkiye mağduriyet abartmasına girdi. Ürdün’de, Mısır’da, Suriye’de, Yunanistan’da, İtalya’da yaşananlara bakın. Yunanistan iç savaşında binlerce insan öldü, İtalya’da solcuların başına gelmeyen kalmadı. Türk solu bölgeye göre çok kolay atlattı, yine de hâlâ 12 Mart’ı, 12 Eylül’ü anlatır. İslam da aynı şeyi yaptı. Sanki Sovyetler Birliği’nde yaşayan Müslümanlar kadar acı çekildi. Sol da bunu İslâm ağzından tekrarladı. Alıştığı sol mağduriyetini İslâmcılara aktardı. “Çok mağduriyet aitlikleri” döneminden geçiyoruz Türkiye’de. Seçimlerin farklı sonuç verdiğini de göremediği için mağduriyetler üzerinden yaşıyoruz. Mağduriyetlerden bahsetmek yaşanan travmaların şiddetini azaltıyor mu sizce? ‘Bir şey yaptım’ hissi veriyor. Travmanızı duyuruyorsunuz artık, sessiz kalmıyorsunuz. Bu bir huzur sağlıyor. Kendinize saygınlığınız artıyor. “Bunun için yürüdüm” diyebiliyorsunuz. O da bir aitlik yaşatıyor size. Ama şahsiyet bu değil. Hakikaten ben olabilmek, başkalarına ters gelebilecek olan, kendimi ait hissettiğim gruba ters gelecek şeyleri söyleyebilmem ki, mahalle baskısı duymayalım. İstanbul bir taraftan kentsel dönüşümle mücadele ediyor. Kediler bu mücadelenin neresine düşer? Avrupa yolundayız. 10 katlı bir apartman, site içinde, tenis kortlu, güvenlik görevlisi var kapıda. Güvenlik görevlileri beslemeyecek kedileri. Kapılar açık kalsa kediler içeri gelse site sakinleri şikâyet edecek, “Biz mahalleden kaçtık, buraya geldik, burada da istemeyiz.” diyecek. Siteler mahalleyi bitiriyor, bu da demokrasiden uzaklaşmak demek. Ne kadar az komşunla konuşuyorsan, ne kadar az kahveye gidiyorsan, ne kadar az esnaftan haberdarsan, o kadar politikadan uzaklaşıyorsun. Mahalle bakkalıyla politika konuşulur. Süpermarkette arkanda 10 kişi beklerken, konuşamazsın. Sahte bir gülücükle teşekkür ederim dersin. Çağdaş şehirlerde sahte gülücükler başlıyor zaten.
↧