Dua etmeyi bilmediğinde bile ilk duası hakikat olan Ayşe Şasa’dan bize hakikat kaldı. Arayışıyla ömre kefil, telefon sohbetiyle mesafelere talip, kederi sabırla taşımasıyla bir vesile. Biliyoruz, huzursuzluğu layığıyla yaşayan her fani için ölüm bir saadet...“İlk mürşidim Kemal Tahir” demiş... Aklıyla gönlü arasında bitimsiz sorgulamalara düştüğü günlerden birinde ziyaretine gittiği Kemal Tahir hasta. Yıllardır ahbaplık ettiği Ayşe’nin uzun süredir gelmeyişini 12 Mart’a, baskıya, kaygılara, korkulara bağlıyor. Ayşe Şasa kendini anlatmak derdinde ama yorgun... Nihayet bir anda yüzündeki kaygı, korku, gerilim yazara şu sözleri söyletiveriyor: “Dünya çilesinden kaçamazsın, hayatın meşakkatinden kurtulamazsın! İstersen dünyanın en zengin adamının kızı ol, servet insanı çileden korumaz. Biz bu dünyaya çile çekmeye ve pişmeye geldik.” Ayşe Şasa o sıralar 30’lu yaşlarının başında. Buhranlar içinde geçen çocukluk, yükselmesine ve düşmesine tanıklık ettiği Yeşilçam kulisleri ve “Halka ulaşmalıyız” gayesiyle çıkılan siyaset yollarında aşılamayan çelişkiler... İlk gençliğinden yorgun bir miras bırakmış. Nöbetler, sanrılar, hastaneler arasında geçen günler... Peki kimdir bu kadın? Baştan alalım. Genç Cumhuriyet’in II. Dünya Savaşı gölgesinde bir karar bulmaya çalıştığı yıllardan biri, 1941. Ayşe dünyaya geliyor. Sonrasında ne zaman kendisiyle ilgili bir bahis açılsa üzüntüyle anılacak çocukluk yılları. Yahudi ve Alman mürebbiyelerin despot ellerinde yeşertilmeye çalışılan bir yeni nesil fidesi. Kendisi olamamış, eskiye dair ne varsa hoyratça elinin tersiyle atmış cumhuriyetin en seçkin ailelerinden birinin derdini kimseye anlatamayan küçük kızı. Bahsin arasında bir bahis daha… Dayısı Rauf Orbay. Kurtuluş mücadelesine en ön saflardan omuz verip, hemen bitiminde uğradığı iftira yüzünden ömrünün son gününe kadar susmak çilesiyle mükellef bir insan. Yıllar sonra dayısından miras koltuğunda çile dolduran Ayşe Hanım, kendi tabiriyle “çiğ çiğ solculuk numaraları” yaptığı dervişane tavırlı dayısını anacak; o kendisine 18 yaşında Kur’an-ı Kerim hediye eden insan. Çiftehavuzlar’da göz alabildiğine yeşil bir bahçenin ortasında yapayalnız kaldığı günlerde sokakla tek irtibatı olan demir kapının önünde bekliyor. Oradan geçen koz helvacı onun dışarıya dair tek tesellisi. Başka bir hayat var ve o hayatı bir gün elbette bulacaktır. Yıllar sonra, Mürşid’inin dizi dibinde otururken onun kendisine hitaben “O koz helvacı bendim.” demesi manevi yolculuğunun cismanileşmiş hali. Dünyanın yükünü sırtlamış görünen Ayşe, ilkokulda herkesin ‘deli’ gözüyle baktığı, doğum gününe kimselerin gelmediği; ortaokulda okul birinciliği mertebesine yükselen; Almanca, Türkçe, İngilizce arasında bölünen bir hayatı toparlamaya çalışan bir küçük çocuk. Yedi yaşında “Ben çok yalnız bir çocuğum, bu şişeyi bulan lütfen beni arasın!” yazacak, 16 yaşında La Paix Hastanesi’nin önünden geçerken ağzından dua etmeyi bilmeden şu cümle dökülecek. Bu “Gönlünüzden ne geçirdiğinize dikkat edin” meselesine de önemli bir misal: “Hakikate vasıl olmama vesile olacaksa, yolumun bu hastaneden geçmesine razıyım.” demiştim içimden; niyet tutar gibi. ‘Hakikat’ kelimesine aşırı bir ilgim, abartılı bir merakım var.” Zengin ailesinin imkânları onu pekâlâ sosyeteye katacakken, sorgulamaktan bir an bile vazgeçmeyen aklıyla her zaman bulunduğu yerin yabancısı, bir türlü intibak edemeyen, intibak edemedikçe şaşıran, şaşırdıkça üzülen mutsuz bir genç. Ben gibi çokları için başyapıt olan ‘Ah Güzel İstanbul’ filmi de dahil nice eserin isimsiz senaristi. Yaptığı işle asla yetinmiyor, onu eleştirmekte müdanasız: “Senaryolarımı birbiri ardına gelen ‘utanç’ belgeleri gibi değerlendiriyorum, ‘Ah Güzel İstanbul’ gibi filmler… Hepsi birbirinin benzeri serüvenler dolanıyor kafamda; ama bilhassa ‘Ah Güzel İstanbul’… Safa Önal ile müşterek yaptığımız bir çalışmadır; Safa bir hikâye getiriyor, tretman ve diyaloglarını yazarak senaryo haline getiriyorum. Oldukça farklı bir adaptasyona tâbi tutuyorum. Fakat büyük bir şüphe taşıyorum yaptığım işler konusunda, marazî korkularım var. ‘Ah Güzel İstanbul’u çok kifayetsiz bulduğum için imzamı bile atmıyorum.”‘Hayatımın ilk yarısı korku filmi gibi geçti’Çocukluk ve gençlik kamburları dur durak bilmeyen kaygılar içinde incecik bir dal gibi salınan bu genç kadını nihayet çökertecek, 10 yıllık bir karanlık önüne açılacak… Dinginliğe hasret, fırtınalı bir on yıl: “Hayatımın ilk yarısı korku filmi gibi geçti... Varoluşuna sahih bir neden bulamayan insan, bilsin yahut bilmesin korku, endişe ve vehim içindedir. Ben bu marazî hali, bir imtihandan geçiyor gibi ve en ağır derecelerde yaşadım... Allah hepimizi ve özellikle yeni nesilleri böylesi azaplardan esirgesin...” Neden kendisini anarken hep o sıkıntılı yıllarından dem vuruyoruz? Geldiği yolun acılı olmasının bize öğrettiklerine tutkumuzdan mı, “Aramakla bulunmaz ama bulanlar ancak arayanlardır.” sözüne sahici bir dayanak olduğu için mi? Şimdi, onu yine anarken, haksızlık hissinden kurtulamıyorum. Ayşe Hanım geçirdiği sınavları bir bir verdikten sonra bizlere bu üzüntüleri kabuklarından soyarak adeta bir meyve gibi sundu... Ömrünce onu bir gölge gibi izleyen ölüm korkusunu Mürşid’inin “Ölüm var ya ölüm... Hımmm... Çok tatlı bir şey ölüm!” sözüyle bir kenara koyarken, umudu tavsiye etmekten geri durmayacaktı: “Hz. İbni Arabî’nin çok güzel bir sözü var... ‘Mucizeler bir kere başladı mı bitmek bilmez!’ Hayatımın ikinci yarısı benim açımdan mucizelerle dolu... Çok mucizevî bir şey var bu insanların kişiliklerinde, çok özel bir şey var. Önceki hayatımda, çocukluğumda, gençliğimde her zaman büyük bir hayal kırıklığı içinde ‘İnsan denilen mahlûk bu mu, hayat denilen şey bu mu?’ diye içten içe sorup dururken cevabımı aldım. İşte insan! İşte hayat! İşte gerçek hayat!” Onu uğurluyoruz. Artık “Ben Ayşe...” diye başlayan telefonlar yok. Gayrettepe üzerinden Hırka-i Şerif’e bakarak edilen şükürler, ıztırâr dilinden dualar yok. “Bir hayatı, ısmarlama bir hayatı bırakıyorum/ Görenler üstünde iyi duruyor derdi her bakışta” diye aldığı bir yolun sonuna geldik. Şahidiz. Fatih Camii’nde Derviş Ayşe Hanım niyetine saf tutuluyor. “Herhâlde, gerçek sona vâsıl olduğumuz zaman da, orada yeni bir hayata doğuyoruz.” diyen Ayşe Şasa dünyadan giderken sevdiğine varıyor: “Ölüm, bir köprü gibidir. Sevgiliyi sevgiliye kavuşturur.” İnna lillâhi ve innâ ileyhi raciûn…
↧