Yeni sezonda vizyona girecek filmlerden biri Aşk-ı Suzan. Yönetmen Murat Tüter, ana teması dünyevi bir aşktan İlahi aşkı bulmak olan filminde, çok tüketilen iki kavramı ‘aşkı' ve ‘tasavvufu' alışılmışın dışında bir şekilde anlatıyor.Yaz bitiyor ve yeni filmler yavaş yavaş görücüye çıkıyor. Sessiz sedasız çekilen, gösterime girmek için uygun takvimi bekleyen bir hayli film var. Onlardan biri Murat Tüter'in yönettiği Aşk-ı Suzan. Film, bir derviş ile Musevi kızın aşk hikâyesini anlatıyor. Tasavvuf dilinde "Rüya-yı Sadıka" denen bir rüyayla başlıyor hikâye. Halveti dervişi rüyasında sürekli aynı kadını görüyordur. Bir gün konuyu şeyhine açar. Şeyh, "Rüyanda gördüğün kızın peşinden git, Allah aşkının nasıl bir şey olduğunu anlamak istiyorsan, o kızdan geçiyor.” der; derviş, kızın peşine düşer ama onu sürprizler karşılar. Kız hem farklı bir inanca sahip, hem de gebedir. Derviş, çıkmaz sokakta doğru yolu bulmaya çalışır.İki farklı zamanda geçiyor hikâye. Bugün ve 20 yıl öncesinde. Musevi kızın dünyaya gelen oğlunun gözünden aktarılıyor her şey. Travmalarla boğuşan çocuk bir gün annesinin odasında bir fotoğraf buluyor, onu babası zannedip bıçaklıyor, sonradan işin aslını öğreniyor. Makara 20 yıl öncesine sarıyor ve yukarıda değindiğimiz aşk hikâyesi gün yüzüne çıkıyor. Flashbacklerle geçmişe gidip gelen seyirci, bugünlerde su ve ekmek gibi ihtiyaç duyduğumuz iki farklı kültürün beraber yaşama azmine, hoşgörüsüne tanıklık ediyor.İnsanlar kendilerini iyi hissettiren her şeye aşk diyorYönetmen Murat Tüter'in yıllar evvel ziyaret ettiği bir tekkede film fikri aklına düşmüş. Bir şeyhin dervişine, “Bir kadına âşık olmayı bilmeyen Allah aşkını bilemez.” dediğini, bunu tasavvufla açıklayıp menkıbelerle desteklediğini duymuş. Bu söz çok hoşuna gitmiş Tüter'in. Mecazi aşkın İlahi aşka yelken açmakta önemli bir vesile olduğunu düşünerek filmi kurgulamış. Onu kamera arkasına sürükleyen iki neden var: Birincisi toplumun farklı kutuplarını birleştiren ve beraber yaşamaya teşvik eden umut dolu hikâyelerin azlığı. İkincisi aşk kavramının içinin boşaltılması: “İnsanlar kendilerini iyi hissettiren her şeye ‘aşk' diyor. Bunu çok kolay tüketiyoruz. Mum ışığında yemek yemek, tek taş yüzük almak vb. dayatılan, gelip geçici şeyler. Hâlbuki aşk böyle olmamalıydı. Mesnevi'de, tasavvuf kitaplarında geçen aşk böyle değil. Bu kadar basit olmamalı. Bu algıyı sinema filmiyle sorgulatmak istedim. Toplumu ayrıştıran değil, birleştiren bir hikâye üzerinden yapmak çok anlamlıydı.”TEKKE BULMAK KOLAY OLMADIFilmin başrolünde çok kültürlülüğün başkenti İstanbul var. Hikâye iki farklı zamanda ilerlediği için mekân tercihleri de ona göre yapılmış. Malum, İstanbul çok çabuk değişen bir şehir, 20 yıl öncesi atmosferini oluşturmak kolay değil. Bunun için İstanbul'un hiç değişmeyen mekânlarını kullanmış Tüter: “Karagümrük, Edirnekapı, Balat'ın taşlı sokaklarına girdiğinde bile yine bir çanak antenle karşılaşıyorsun. Dönem atmosferini oluşturacak mekânları bulup kullandık. Doku, fon olarak bir sıkıntı yaşamadık. Ömer Hayyam, Yıldız Parkı, Taksim, Cihangir'de çekimleri yaptık.” Film, dervişin hayatına odaklandığı için onun yaşadığı atmosferi yakalamak için bir hayli çaba sarf edilmiş. Ekibi en çok zorlayan derviş ve şeyhinin sahnelerini çekecek tekkeyi bulmak olmuş. Bunun için bir hayli mesai harcamışlar: “Tekkeler müze olduğu için çekim yeri sıkıntısı yaşadık. Vakıf üniversitesinin yerleşkesinde olan Yenikapı Mevlevihanesi'nde çekim yaptık. 23 Nisan'a ve hafta sonuna denk getirdik ki rahat çalışalım. Diğer türlü o da mümkün olmayacaktı. Dervişlerin olduğu hücrelere giremedik. Çok basıktı ve ışığı iyi değildi.
↧