Peri Gazozu, Ercan Kesal’ın ilk hikâye kitabı… Köşe yazılarına yenilerini ekleyerek oluşturduğu kitap, çocukluğunun ‘Perili’ günlerinden, darbe yıllarına ve baba ocağının sıcaklığına kadar uzanıyor. Anadolu insanlarının güncesini tutan hekim ve hikâyeci Kesal, yine aynı sayfalarda babasıyla vedalaşan bir evlat hüviyetinde.Hikâyeleriniz yaşanmışlıklardan yola çıkıyor. Yeni bir kurmaca oluşturmak yerine hatıralarınızı nakletmek daha mı kolay?Kitabın sunuşunda Bergman’dan bir alıntı yapmak istedim. Diyor ki Bergman: “İnsan çocukluğundan beslenerek yazar. Yazın yolculuğu, bir böcek gibi yaprağa yerleşip o yaprağı yiyerek büyümek ve olgunlaşmaktır.” Ona katılıyorum diyerek kitaba başladım. Hakikaten geriye dönüp baktığınızda en canlı anılar, sizi bugüne taşıyan en güçlü sebepler, insanın çocukluğunda yatıyor. Bu, nörolojik de bir şey. İnsan hafızasına en son giren, en önce çıkarmış. Yani dün yaşadığınız bir şey, en çabuk unuttuğumuz bir şey oluyor. Belleğin kendine ait tuhaf bir mekanizması var. Çocukluk anıları çok güçlü, renkli ve canlı; beni biçimleyen, belirleyen tanımlayan bir şey. Radikal gazetesi, formatı önüme koyduğunda, 6 bin vuruşla derdimi anlatmam gerekiyordu. Sıradan bir köşe yazısı, öykü olmamalıydı. Ne olmalı dediğimde, ortak metaforlar üzerinden öykü anlatma fikri oluştu.Metaforların, imgelerin etrafında doğuyor bütün hikâyeleriniz.Basit gibi gözükse de çocukluğumdan bugüne hayatımı belirleyen çok güçlü metaforlar olduğunu fark ettim. Mesela mühür diye bir şey var. Annem, iç çamaşırımı, arkasında Kayseri Şeker Fabrikası yazan şeker çuvalından yaptırmış. Yıkamakla geçmiyor. Mecburen beden eğitimi derslerinde eşofmanları tuvalette giyiyorsunuz. Mühür hayatımdan hiç çıkmıyor. Sağlık ocağında hekimlik yaparken ‘adliye mührü’ diye bir şey vardır. Sol kolu mühürlü olarak gönderirler, ‘şahsın muayenesi’ diye de bir yazıyla geri gelir. 12 Eylül’de idam edilen gençlerin cesedini tabuta koymuşlar, mühürlemişler. Açıp bakamazsın demişler. Mührün ortak bir duyguyu taşıdığını, hayatımızın içerisinde çok acayip bir yerde durduğunu fark edince hikâyelerimi onlar üzerinden kurmaya başladım.Umut hikâyeleri daha az yer alıyor kitabınızda. Anadolu, umudun olmadığı bir yer mi?Kasaba ruhu biraz öyle değil mi? Oradaki ümitsizlik duygusu bir kasaba bürokratı gözüyle olan bir şey. Uzun yıllardır orada hekimlik yapınca ortaya çıkan bir şey bendeki. Bir süre sonra ‘Hep burada kalacağım ve burada öleceğim.’ demeye başlıyorsun. Çünkü her şey kendisini tekrarlıyor. Zamanla kasabalıya benzemeye başlıyorsun. Onlar gibi giyindiğinizi, hareket ettiğinizi, yemek yediğinizi, onları değiştirmek yerine onların sizi değiştirdiğini görüyorsunuz. Bu içinizi yakıyor. Neticede İzmir’den okudum, Anadolu’daki hayatım her ne kadar beni memnun etse de kafamda başka idealler vardı. Hep orada kalacağım duygusu beni giderek derin bir ümitsizliğe sevk etmeye başlamıştı. Ümitsizlik bence oradan.Hekim olmanın ötesinde hastalarınızın sır kâtipliğini yapmışsınız. Sadece hastalıklarını değil onların dünyalarını da anlamaya çalışmışsınız.Soğukkanlı bir hekim gibi davranmak yerine hastalarımın dert ortağı gibi davranmayı tercih ettim. Hasta olmadıklarını bildiğim halde sadece derdini, sıkıntısını anlatmak için gelen o kadar çok hastam olurdu ki. Onları dinliyordum. Yeryüzüne sadece kendi hastalığıyla ilgili bir mevzuyu çözmek için gönderildiğimi düşünenler oluyordu. Şimdi bakınca hikâyeler çok da değişmemiş gibi. Yani 1990’lı yıllarda Çehov kitaplarındaki acı çeken sıkıntılı çaresiz köylülerle (mujik), 1980’li yılların orta Anadolu’daki köylülerin bir farkı yok. Bürokrasi ile olan ilişkileri, çaresizlikleri, kavgaları, kurnazlıkları, üçkâğıtçılıkları çok benziyor. Bu hep böyle miydi bilmiyorum ama ben bunları gördüm.Uzun süre sinemayla uğraşınca bir yerden sonra hayatı film karesi gibi görmeye başlar insan. Bu bakış açısı, yazınıza yansımış olmalı.Anlatmak yerine göstermeyi tercih ettim, yani aradan çekildim. Kendi cüssem, hikâyelerin üzerini gölgelemesin istedim. Yaşananlara kamerayı tuttum, gördüğümü okuyucuya da gösterdim. Metinlerimde edebi metnin olmazsa olmazı yok. Yazılarımın altı bin vuruşu geçmemesi gerektiği için deneyimlerim yazıma egemen oldu, başkalarının pek fazla kullanmadığı, belki de bilmediği bir şeyi ortaya çıkardı. Onun için samimi, etkileyici ve rahat okunuyor. Sonraları başkalarının deneyip denemediğine baktım. Bilinç akışı diye tarif edilen bir yazı şekliymiş. James Joyce, Faulkner, Yusuf Atılgan ve Oğuz Atay’dan bahsediyorlar. Teknik olsun diye değil, biraz el yordamıyla bulup yaptığım bir şey.Üslubunuzu Çehov dışında etkileyen başka yazarlar var mı?Çok sevdiğim başucu yazarlarım var: Refik Halit, Sabahattin Ali, Necati Cumalı, M. Şevket Esendal, Kemal Tahir… Üslubuma ne kadar yön verdiklerini bilmiyorum. Okumalarım eskiden çok da disiplinli değildi. Bütün Kerime Nadir’leri, Muazzez Tahsin Berkand’ları niye okursun ki, halk kütüphanesinde onlar vardır da ondan.Hikâyelerinizde yakın bir tarihte kaybettiğiniz babanızla ilgili çok fazla ayrıntı var. Satır aralarında vedalaşma duygusu seziliyor.Garip bir tesadüfle babamın vefatından hemen sonra gazetede yazmaya başladım. Genelde arkadaşlarım anneme çok düşkün olduğumu söyler. Onunla olan hikâyelerim yazdıklarımda, sohbetlerimde öne çıkar. Fakat giderek babamla ilgili bir şeyler yazmaya başladım. Hakikaten bir helalleşme, bir hesaplaşmaymış. O dönemde ben de yeni baba olmuştum. Bütün bunların hepsi bir baba-oğul meselesini yazılarıma taşıdı.Bu kayıp, annenizle olan ilişkinizi nasıl etkiledi?Annem yazdıklarımın bir numaralı kaynağıdır. Bizimle birlikte yaşıyoruz. Yazının sıkıştığı yerlerde annemi kaldırıyor, ‘Ya anne şu Kuşadası’ndan gelirken arabada şunlar mı olmuştu?’ diye soruyorum. Öyle değil, diye başlıyor. Anlattıklarını sıcağı sıcağına kaydediyorum. Hikâyelerimdeki diyalogların çoğu gerçek hayattan alınmış sahici diyaloglardır. Başka türlü sahiciliği yakalayamam. Her pazar ilk işim yazıyı anneme okutturmak. Okuma-yazması yok çünkü. Bazen okurken ağlamaya başlıyor, dayanamıyorum, üst kata çıkıyorum. Nazan (eşi) teatral bir şekilde okuyor. Sonra soruyor bana: “Kuzum bunların hepsini nasıl aklında tutuyorsun? Sen küçüksün, nereden biliyorsun?” Hâlbuki kendisi anlatmış, unutmuş.
↧