Quantcast
Channel: ZAMAN-PAZAR
Viewing all 3284 articles
Browse latest View live

Diş tellerine alternatif Şeffaf plak

$
0
0

Çarpık, seyrek ya da sıkışık dişler birçok insanın ortak derdi. Ancak estetik ve psikolojik açıdan sorun çıkaran tellere mahkum değilsiniz. Şeffaf plak, diş tedavisinde yeni bir çığır açacak.

Diş problemlerini tedavi etmede en başarılı ve en çok tercih edilen yöntem olan teller, hem fiziksel hem de psikolojik açıdan hastayı olumsuz yönde etkileyebiliyor. Bu durum da tedaviye çok ihtiyaç duyan bazı hastaları ortodontik tedaviye başlamaktan alıkoyabiliyor. Tam da bu noktada hastanın yüzünü güldüren hem de estetik ve sağlıklı dişlere kavuşmasını sağlayan çeşitli tedavi yöntemleri mümkün. İşte bu yöntemlerden birisi de şeffaf plak tedavisi. Bu yöntem ile özellikle ön dişlerdeki çapraşıklık ve seyreklik gibi mevcut sorunların büyük kısmı giderilebiliyor. Ayrıca hastaya yeni ve estetik bir görünüm de kazandırılabiliyor. Prof. Dr. Serdar Üşümez, Ağız Diş Sağlığı Haftası sebebiyle şeffaf plak tedavisi hakkında bilinmesi gerekenleri ve uygulama yöntemlerini anlattı.

Sindirim sistemine bile etkisi var

Diş çarpıklıkları, seyrek veya sıkışık dişler gibi problemleri düzeltme tedavisinde uygulanan yeni teknoloji şeffaf plak, ortodontik bir tedavi yöntemi. Ortodonti dünyasında yaşanan teknolojik bir devrim olarak adlandırılan şeffaf plak sayesinde hasta diş teli kullanmak zorunda kalmaz ve dişleri olması gereken düzgün bir pozisyona kavuşabilir.

Ortodontik tedavi ile dişlerin düzeltilmesi hastalara sadece daha estetik bir gülümseme sağlamaz. Hasta bu tedavi yöntemi ile hem çene üzerinde düzgün dizilen dişlere sahip olur hem de daha kolay temizleme işlemi ile çok daha iyi çiğneme fonksiyonuna kavuşur. Dişlerin kolay temizlenebilmesi renklenme, diş çürüğü, dişeti kanaması ve ağız kokusu gibi pek çok problemin engellenmesine yardımcı olur. Dişlerin daha iyi çiğnemesi ise sindirim sistemi üzerindeki yükü azaltarak vücut sağlığına olumlu etki yapar.

Dijital kamerayla diş kalıbı çıkarılıyor

Şeffaf plak yöntemi için öncelikle hastanın diş kalıbı alınarak dijitalize edilir veya dijital ağız içi kamera ile dişlerin görüntüsü alınır. Hasta bu işlemler esnasında hiçbir ağrı veya acı hissetmez. Elde edilen görüntüler bilgisayara aktarılır ve özel bir yazılım üzerinde ortodonti uzmanı tarafından hastanın istekleri de dikkate alınarak bir tedavi simülasyonu yapılır.

Simülasyon tedaviyi yürütecek olan ortodonti uzmanı tarafından onaylandıktan sonra dişlerin kademeli bir şekilde hareketini sağlamak üzere ağza takıldığında görülmeyen ancak dişlere hafif hafif kuvvet veren şeffaf plaklar uygulanır. Bazı özel diş hareketlerini elde etmek için dişlerin üzerine yine görünmeyen estetik kompozit çıkıntılar yerleştirilebilir. Ya da bazı form bozukluğu gösteren dişlerin ara yüzeylerinden şekillendirme yapılması gerekebilir. Çarpıklığın şiddetine ve tedavinin gidişatına göre de bu şeffaf plaklar 2-3 haftada bir değiştirilir. Toplam tedavi süresi ise yine bozukluğun şiddeti ve hastanın beklentisine göre değişiklik gösterebilir.

Özel günlerde çıkartmak mümkün

Şeffaf plak, her yaştaki kişiye uygulanabilir. Bu plak, kişinin ihtiyacına göre yapıldığından yemek sırasında ya da özel gün ve zamanlarda rahatlıkla çıkarılabilir. Plakların yemek sırasında çıkartılabilmesi sabit ortodontik tedavi süresince uyulması gereken beslenme kısıtlamalarını da azaltır. Plaklar ayrıca ağız ve diş bakımı sırasında da çıkarılabilir. Böylece iyi bir bakımla tedavi sırasında oluşabilecek diş ve dişeti problemlerinin de önüne geçilebilir. Ancak gün içerisinde ve uykuda ne kadar sık kullanılırsa tedavi süresinin de o kadar kısaldığı unutulmamalıdır. Plak ayrıca hastanın sesine ve konuşmasına da etki etmez. Şeffaf plak tedavisi hastaya sağladığı konfor ve kolaylık sayesinde birçok kişinin ilk tercihi.


Dünya futbolunun yeni yıldızı: Belçika

$
0
0

Dünya futboluna kazandırdığı futbolcularla adından sıkça söz ettiren bir ülke Belçika. FIFA dünya sıralamasına göre Kırmızı Şeytanlar, dünyanın yeni 1 numarası oldu. 11 milyonluk bu Avrupa ülkesi, futbolun süper güçlerinden biri olma aşamasına nasıl geldi?

2016 Avrupa Şampiyonası yaklaşırken, herkes kafasında bir favori belirmeye başladı. Kiminin favorisi son yıllarda Avrupa futboluna damga vuran İspanya ya da ev sahibi Fransa. Türkiye'yi potaya sokanların sayısı da az değil. Lakin geçtiğimiz günlerde açıklanan kasım ayı verilerine göre FIFA dünya sıralamasında ilk sıraya oturan ve tarihinde bir ilki yaşayan Belçika'yı da unutmamak gerek…

Bugün dünya futbolunun zirvesinde yer alan Belçika, 1980'li yıllarda da başarılarıyla dikkat çekiyordu. 1980 Avrupa Futbol Şampiyonası'nda ikinci, Meksika'nın ev sahipliği yaptığı 1986 Dünya Kupası'nda ise dördüncü olmuşlardı. Eric Gerets, Jan Ceulemans, Jean-Marie Pfaff, Enzo Scifo ve Franky Vercauteren Belçika dendiğinde ilk akla gelen isimlerden… Euro 2000 Belçika futbolunun dibi gördüğü organizasyondu. Hollanda ile birlikte kupaya ev sahipliği yapan Kırmızı Şeytanlar, Türkiye'ye karşı 2-0 yenilerek turnuvaya veda etmişti. Euro 2016'ya ise direkt katılan ülkelerden biri oldu.

Belçika'nın bünyesinde iki farklı kültür ve dil mevcut. Hollanda sınırındaki Flamanlar Felemenkçe, Fransa sınırında yer alan Valon bölgesindekiler ise Fransızca konuşuyor. Bu etnik yapı, futbola da yansımış. Anderlecht ve Club Brugge, Flamanların takımı olarak ön plana çıktı, Standard Liege ise Valonların. Bu takımlar arasındaki ayrım, millî; takıma da yansıdı uzun süre. Yetiştirdikleri önemli oyuncuları birer birer Fransa ve Hollanda gibi ülkelere kaptırmaya başladıkları bir dönemde, Belçika Futbol Federasyonu Futbol Direktörü Michel Sablon, kimsenin cesaret edemeyeceği bir projeyle ortaya çıktı.

Her şey bir not defteri ile başladı

1986 Meksika, 1990 İtalya ve 1994 ABD dünya kupaları teknik ekibinde de yer almış bir isim, Sablon. “Her şey bir not defteri ile başladı.” diyen Sablon, kafasındaki tüm fikirleri bir deftere not ederek başlamış. Ardından, kendilerine göre futbol kültürü daha fazla olan komşuları Fransa ve Hollanda'nın sistematiğini incelemiş. Almanya olmadan olmaz, tabii ki. En sonunda kendi doğrularını çıkaran Sablon, kurtuluş reçetesini başta federasyon olmak üzere tüm kulüp yetkilileriyle paylaştı. “Profesyonel kulüplerimiz başarısız oluyordu ve milli takım seviyesinde de kötü sonuçlar alıyorduk. İspanya ve Fransa gibi dev ülkelerle baş edemiyorduk… Teknik departmandan bir grup olarak kafa kafaya verdik ve üç hedef gruba yönelik bir plan hazırladık: Kulüpler, milli takım ve altyapı hocaları. Önce kulüplere gittik ve U18 ve daha alt yaş grubu takımlarında iki kanat oyunculu, üç orta sahalı ve dörtlü bir savunmadan oluşan 4-3-3 oynamalarını istedik.” Sablon'un, Sportsmail'e verdiği röportajda söyledikleri bu şekildeydi.

Yapılan köklü değişiklikler meyvesini 2007 senesinde vermeye başladı: Eden Hazard ve Christian Benteke'nin bulunduğu U17 takımı Avrupa Şampiyonası'nda son dörde kalmıştı. Bir sene sonra Vincent Kompany ve Marouane Fellaini'yi kadrosunda bulunduran U23 takımı iyi bir Olimpiyat geçirdi. Şu an Kırmızı Şeytanların kadrosunda bulunan 23 milli futbolcudan 12'si Premier Lig'de oynuyor.

Belçika futbolunda dikkat çeken bir başka husus da ligde yabancı sınırının bulunmaması. Belçika'nın yayıncı kuruluşu Telenet'in yorumcusu Frank Van Laeken, bu kuralı şöyle yorumluyor: “Ligde yabancı sınırı yok. Ama ilk 18'de 6 altyapı oyuncusu kuralı var. 21 yaşına kadar en az 3 yıl Belçika'da eğitim görmüş altyapı oyuncusu da genelde vatandaş oluyor zaten.”

Kadroda kimler yok ki!

Chelsea'nin kaleyi emanet ettiği Thibaut Courtois, Manchester City'nin kaptanı Vincent Kompany, Tottenham'ın tecrübeli savunmacısı Jan Vertonghen, Barcelona'da savunmanın önemli isimlerinden Thomas Vermaelen, Everton'ı sırtlayan Romelu Lukaku, Premier Lig'de iki sezon önce ‘yılın en iyi genç oyuncusu', geçen sezon da ‘yılın en iyi futbolcusu' seçilen Eden Hazard, Manchester United'ın yıldız orta sahası Marouane Fellaini, bu sezon başında 46,50 milyon Euro'ya Liverpool'un yolunu tutan Christian Benteke ve 24 yaşında 74 milyon Euro'ya Manchester City'ye transfer olan Kevin de Bruyne diye uzayıp giden bir liste bu.

Uğur Meleke: Altın nesil

Belçika, altın bir nesil yakaladı. Yarısı nitelikli altyapı yatırımı, yarısı da şans. Evet, Courtois'nın, De Bruyne'ün, Lukaku'nun, Kompany'nin aynı nesle denk gelmesini herhangi bir bilimsel gerekçeyle açıklamak akıllıca olmaz. Ancak şunu da not etmek gerek: Belçika, üst üste 4 büyük turnuvayı (2004-2006-2008 ve 2010) pas geçince kaybeden nesline neşter vurdu. Eylül 2010'da Saracoğlu'nda Türkiye'ye konuk olan Belçika Milli Takımı, tecrübeli aslarına teşekkür etmiş, 17 yaşındaki santrfor Lukaku ve 23 yaş altı 7 futbolcuyla (Alderweireld, Verthongen, Fellaini, Dembele, Hazard, Witsel, Mirallas'la) oynamıştı. Evet, şimdi bu oyuncuların her biri birer süper yıldız. Ama o gün değillerdi!

Kural değişmez, başarı ‘cezasız' kalmaz!

$
0
0

Hamza Hamzaoğlu'nun ortada bir başarısızlık yokken; aksine geçen yılı 3 kupayla kapatmasına rağmen Galatasaray'dan gönderilmesi ‘hiçbir başarının cezasız kalmayacağı'nın son örneği oldu. Bu durum, Galatasaray'a özgü de değil. Türk futbolunda birçok antrenör bu kaderi yaşadı.

Aslında Hamza Hamzaoğlu'nun ‘kovulacağı' ya da istifa edeceğinin sinyalleri verilmeye başlanmıştı. Türk futbolunun hastalıklı bir geleneğidir çünkü, bir teknik adamın manşetler üzerinden koltuğunu sallamak; hatta onu itibarsızlaştırmak. Yine aynı senaryo işleme konuldu ve Galatasaray Kulübü başarılı bir hocayla yollarını ayırdı. Oysa geçen yıl 10. haftada Cesare Prandelli'nin yerine getirilen Hamzaoğlu, Sarı-Kırmızılı ekipte hem futbolcu hem teknik patron olarak şampiyonluk yaşayan ilk isim olmuştu. Üstüne bir de aynı sezon Türkiye Kupası'nı kazanması aynı ilkliği devam ettirdi. Süper Kupa'yı da kazanan Hamzaoğlu, bir sezonda üç kupa toplamayı başardı. Ancak Başkan Dursun Özbek ile yaşanan tartışma, yerli teknik adam için önceden döşenen yolların sonunu gösterdi.

‘Hocayı istemezük!'

Ersun Yanal, 2013-2014 sezonunda bir yıllığına kendisini Fenerbahçe teknik direktörü yapan imzayı atarken; sezon sonu gideceğini biliyor muydu acaba? Takımı açık ara şampiyon yapmasına ve bunu nisan ayında gerçekleştirmiş olmasına rağmen. Sezonu zorlamadan şampiyon bitiren Fenerbahçe, Ersun Yanal'la bu kez 2 yıllık sözleşme imzaladı. Ancak futbolcuların koro halinde hocalarını imalarla istememelerini beyan etmeleri ve Aziz Yıldırım'ın ‘Bu kadroyla kim olsa takımı şampiyon yapar' düşüncesi birleşince Yanal sezon başlamadan kulübe veda etmek zorunda kaldı.

Türkiye'nin yetiştirdiği en başarılı teknik direktörlerden biri olan Fatih Terim de bu kaderi yaşadı. 2011-2012 ve 2012-2013 sezonunda, Sarı-Kırmızılı ekiple iki kez şampiyonluğu göğüsleyen Fatih Hoca, Abdullah Avcı'nın istifası üzerine Millî; Takım'ın kalan dört maçı için TFF'nin teklifine ‘evet' demişti. Sarı-Kırmızılı kulüp, Terim'in görev süresini iki yıl uzattığını söylese de Ünal Aysal'ın ‘Galatasaray'ın elemanı' olarak hitap ettiği Terim'le yollar 6. haftada ayrıldı. Üstelik yönetim bu kararı oybirliğiyle aldı.

2013'ün bir başka istifa haberi de Aykut Kocaman'dan gelmişti. 2010-2011 sezonunda Sarı-Lacivertli takımın dümenine geçen Kocaman, Fenerbahçe'ye en çok maç kazandıran çalıştırıcı oldu. 39 maçın 30'undan galip gelen bir takım meydana getiren Kocaman, 2012'de Bursaspor'u yenerek Fenerbahçe'nin 28 yıllık Türkiye Kupası hasretine son verdi. 2012-2013 sezonunda UEFA Avrupa Ligi'nde takımın yarı finale çıkması da kulüp tarihinin en büyük Avrupa rekoru idi. Ancak Aziz Yıldırım faktörü yine gündeme geldi ve Aykut Kocaman ‘fiziksel ve mental olarak yorgun' olduğunu söyleyerek istifa etti.

Rumen tenik adam Mircea Lucescu, Fatih Terim sonrası 2000 yılında Galatasaray'a Süper Kupa'yı kazandırdı. Bir yıl sonra sarı kırmızıları şampiyon yapan ve Avrupa'da önemli başarılar yaşatan Lucescu'nun işine, Terim'in yeniden takımın başına gelmesi için son verildi. 2003'te Beşiktaş'ın 100. yıl şampiyonluğunda yine onun imzası vardı.

‘Ertuğrul Hoca sonsuza kadar'dı sözde!

16 Mayıs 2010 tarihi, Türk futbol tarihi için dönüm noktalarındandı kuşkusuz. Çünkü 26 yıl aradan sonra şampiyonluk kupası İstanbul dışına çıkmış, Bursaspor, tarihinde ilk kez şampiyon olmuştu. Başta Teksas olmak üzere tribünler ‘Ertuğrul Sağlam sonsuza kadar' tezahüratlarıyla inlemeye başlamıştı. Genç çalıştırıcı şampiyonlukla yetinmemiş, Yeşil-Beyazlıları Türkiye Kupası'nda finale de çıkarmıştı. Sağlam, Bursaspor'da çıtayı öylesine yükseltmişti ki artık ilk 5'e girse bile başarılı kabul edilmez olmuştu. Nitekim bir süre sonra da kulüple yollarını ayırmak zorunda kalmıştı.

Hoşçakal sevgili arkadaşım!

$
0
0

Samanyolu Yayın Grubu'na bağlı 13 kanal, herhangi bir hukuki gerekçe olmaksızın Türksat uydusundan çıkarıldı. Reklam verene yapılan baskılar sonucu reklam geliri de düşen kanal, daralmaya giderek çoğunluğu gazeteci yaklaşık 600 personelini işten çıkarmak zorunda kaldı.

İşsiz kalan çalışanlar, 15 Kasım günü, gece yapılan karartmanın ardından son kez binaya geldi. Her sabah yaptıkları gibi yayın toplantılarını yapıp haber akışını belirlediler. Haber merkezinde büyük bir sessizlik hâkimdi. Yıllardır emek verdikleri kanalın yayından düşürülmesini izlemek üzmüştü onları. Eşyalarını topladılar, helallik aldılar, bir de son kez hatıra fotoğrafı çektirdiler. Ardından poşetlere koydukları eşyalarıyla ayrıldılar binadan. Mesai saatinde yoğun iş trafiği olan ofisler ve reji odaları bir anda boş kaldı. En büyük hareketlilik danışmada yaşandı. Samanyolu izleyicileri kanala nasıl ulaşabilecekleri hakkında bilgi almak istiyordu. Yetkililer, karasaldan ve Hotbird uydusundan izlenebileceği bilgisini aktardı. Haber merkezi ve teknik ekipten yaklaşık 40 personelle ayrıca internet üzerinden de yayın hayatına devam edeceklerini belirttiler.

NASA'ya nasıl girebilirim abi?

$
0
0

Dr. Umut Yıldız, NASA'da görev yapan bir bilim adamı. Memleketini soranlara “Aslen Orduluyum” diyor. Türk öğrencilerin bitip tükenmez sorularını cevaplamaktan usanmayan Yıldız, NASA'da çalışmak için fen bilimleri okumanın şart olmadığını söylüyor.

Konferansa gittiği üniversitelerde pop star gibi karşılanıyor; öğrencilerin uzayla ilgili bitmek bilmeyen sorularına tek tek cevap veriyor. Yetmiyor, NASA'da çalıştığı enstitüyü cep telefonu ile çekip Periscope'tan canlı yayın yaparak Türk öğrencilere gezdiriyor… Bütün bunları yapan kişi, NASA'da çalışan Türk astro-fizikçi Dr. Umut Yıldız. Türkiye'nin çok farklı şehirlerinden kendisine ulaşan mektupları okuyup cevap verdiği videoları da var. Gelen mektupların, soru soranların hikâyeleri farklı olsa da hepsinin ortak sevinci, çoğu kişinin hayalini gerçekleştirmeyi başaran insana seslerini duyurmuş olmaları. “Uzaylılar var mı gerçekten?” diye soran da var, “Abi kaç para alıyorsun.” diye merak eden de. Ama en çok sorulan soru, “Biz de NASA'da çalışabilir miyiz, nasıl girebiliriz NASA'ya?” oluyor.

Umut Yıldız, Türkiye ile bağlarını koparmamış bir isim. Birçok üniversite sık sık kendisini konferans vermek üzere davet ediyor, o da deneyimlerini, gözlemlerini öğrencilerle paylaşmaktan hiç çekinmiyor. Yine bir dizi konferans vermek üzere Türkiye'ye gelen Yıldız'ı İstanbul Aydın Üniversitesi'nde bulduk ve kendisini bir de biz soru yağmuruna tutalım dedik. Ama önce onu kısaca tanıyalım... Babasının mesleği dolayısıyla birçok şehir gezmiş olsa da “Nerelisin abi?” sorusuna, “Aslen Orduluyum” diye cevap vermesi ile şimdilerde “NASA'da çalışan Ordulu fizikçi” diye bile anılıyor. Hemen her çocuk gibi uzaya meraklı biri. Bir gün NASA'da çalışacağı hiç aklına gelmemişse de uzayla ilgili bir şeyler yapma hayali hep var. Bu yüzden liseden sonraki durağı Ankara Üniversitesi Astronomi bölümü olmuş. Mezun olduktan sonra ise yurtdışı macerası başlamış Yıldız'ın. 2 sene kadar Londra'da, ardından Hollanda'da akademik kariyerine devam etmiş.

Aslında onun dünyanın en önemli uzay araştırma kurumunda çalışmaya başlaması da burada çalışan başka birine “Acaba benim de NASA'da çalışma imkânım var mı?' diye sormasıyla olmuş. Yani bugün ona yüzlerce gencin sorduğu gibi. Fakat bir farkla. O da Yıldız'ın üzerinde çalıştığı ve NASA tarafından değerli bulunan araştırma konusu. Türk fizikçinin ‘Yıldızların oluşumunda oksijen molekülü bulunup bulunmadığına' ilişkin araştırması ona uzun vadede NASA'nın kapılarını açmış. Süreci şöyle anlatıyor: “Doktora yaparken beraber çalıştığımız bir hocam vardı. Kendisi NASA'da çalışıyordu o sırada. Yaklaşık 3 sene boyunca beraber bir makale yazdık. Makale, yıldız oluşumunda oksijen moleküllerinin keşfedilememesi üzerineydi. Makale bitti, doktora bitti, sonra hocama ‘Sizin oralarda doktora sonrası çalışabilir miyim?' diye sordum. Ardından 15 sayfalık proje önerisini sundum NASA'ya ve kabul edildim.” Yıldız, “NASA'da aslında isteyen herkes çalışabilir, yeter ki araştırılmaya değer orijinal bir fikriniz olsun.” deyip ekliyor: “Almak istedikleri cevap şu; ‘Ben bu projeyi sadece NASA'da yapabilirim, başka bir yerde yapamam'. Sunduğunuz proje karşısında adamlar size ‘Bu projeyi başka bir yerde yapabiliyorsanız gidin orada yapın, bizi meşgul etmeyin' diyebilir.”

“NASA'dan önce 10 yere başvurdum, hepsi reddetti”

Bu arada Yıldız, NASA'dan önce 10 farklı kuruma başvurmuş ve hepsinden ret cevabı almış. Yıldız'ın çalıştığı NASA kuruluşu Caltech olarak bilinen Kaliforniya Teknoloji Enstitüsü. Şu anda NASA'da çalışan toplam Türk sayısının 6 olduğunu söylerken eklemeyi de ihmal etmiyor: “Bu sayı artsa ve ben normal sıradan bir insan olsam, o zaman daha mutlu olacağım. Bakın burada bana ne kadar teveccüh gösteriliyor. Neden? Çünkü çok az kişi var. Burada bir bakıyorsunuz 40 tane Fransız, 60 tane İspanyol var. Onlar NASA'da çalışan Fransız muhabbeti yapmıyorlar çünkü bu sıradan bir şey.” Yıldız'ın bu söyledikleri “Size gelen bu kadar soruya sabırla ve heyecanla cevap veriyorsunuz. Nasıl başarıyorsunuz?” sorusunun da yanıtı. Hatta fazlası var, kendisi anlatsın: “En çok da ‘Abi NASA'ya nasıl girerim?' tarzında sorular geliyor. Ben bu soruları Türkiye'de bir uzay kültürü oluşması açısından çok kıymetli buluyorum.” Bu arada Yıldız'ın Türk öğrencilerle bir araya geldiği her ortamda mutlaka söylediği bir şey var: “NASA'da çalışmak ya da uzay araştırmaları kurumlarında çalışmak için illa astronomi, mühendislik, fen bilimleri okumanız gerekmiyor. NASA 2035'te Mars'a ilk insanlı yolculuk yapmayı planlıyor. Bu, yeni bir dönem demek. Ve beraberinde uzay hukuku, uzay tıbbı, hatta uzay psikolojisi gibi çeşitli uzmanlık alanlarını getirecek. Bu, sadece astronomi ile sınırlı olmadığının bir göstergesi. Mesela Türkiye'de uzay tıbbı ile ilgilenen bir kişi bile yok.”

Türkiye'nin hükümetler üstü bir uzay politikasına ihtiyacı var

Şöyle bir durum var ki, belirtmekte fayda olabilir; Umut Yıldız, Türkiye'de bulunduğu zamanlarda bir öğrenci kolonisi ile geziyor adeta. Fotoğraf çektirmek isteyenler, ayak üstü soru soranlar… Öğrencilerin gitmesini beklemenin anlamsız olduğunu fark edince röportajı birkaç gencin eşliğinde yapmak durumunda kalıyoruz. ‘Türkiye uzay araştırmalarında neden bu kadar geç kaldı?' sorumuza Umut hocadan önce öğrencilerden biri cevap veriyor mesela: “Aslında eskiden böyle değilmiş. Astronomi bölümünün puanı bir zamanlar tıp ile eşdeğermiş.” Bunu söyleyen kişi de astronomi okurken vazgeçip mühendislik bölümüne geçiş yapmış biri. Hızını alamayıp devam ediyor: “İsmi lazım değil, bir partinin seçim söylemiydi. Uzay araştırmaları merkezi kurduk dediler. Halbuki yapılan şey, yıkılan İstanbul Üniversitesi astronomi bölümü binasının yeniden inşa edilmesiydi.” Bıraksak daha anlatacakları var ama biz Umut hocaya dönüyoruz. Ona göre de uzay araştırmalarında bu kadar geç kalmamızın sebebi bir uzay politikamızın olmaması. Yani hükümetlere göre değişmeyen ciddi bir politika. Çünkü politikayla beraber belli bir bütçe olur. Yazılı bir politika olması lazım ki hükümetler üstü olsun. Ulaştırma Bakanlığı'nı düşünün, hükümet değişince isim değişiyor ama bakanlık kalıyor. “Yani Türk Uzay Ajansı kurulsa insanlar değişse bile kurum kalmak zorunda.” Türk Uzay Ajansı kurulsa çalışmak isteyip istemeyeceğini soruyoruz. “Uzay politikası olursa çalışırım” cevabını veriyor Türk fizikçi. Ve bir örnek veriyor: “ABD'de 300 bin kişi aktif olarak uzayla ilgili işlerde çalışıyor. Türkiye'de uzay komünitesi toplasan bin kişi etmez. Bunların hepsi de aktif değil üstelik.”

Uzay çağının daha en başındayız

Son olarak ‘ABD, Rusya, Çin ve Avrupa'nın dışında çok daha fazla ülke uzay araştırmalarına ağırlık verseydi bugün uzayla ilgili çok daha fazla gelişme yaşıyor olur muyduk?' diye soruyoruz. Yıldız'ın cevabı şöyle oluyor: “Zaten olay o. Yetişmiş insan olmadığından bir yere kadar gidilebiliyor. Türkiye'de neden ilerlemiyor, çünkü insan yok.”

Uzay araştırmalarında dünyanın geldiği noktayı ise şu örnekle açıklıyor Türk astro-fizikçi: “Biz şu anda uzay çağının daha en başındayız. Wright kardeşlerin uçağı ilk keşfettiği zamanları düşünün. Şimdi rahatlıkla uçağa binip her yere gidebiliyoruz. İlk keşfedildiğinde bu bir hayaldi. Uçaklar yakıtını alıyor, tekrar uçuyor. Roketler öyle değil. Bir tane fırlatılıyor, bir sürü parçası atılıyor, ondan sonra yeniden yapılması gerekiyor. Ne zaman ki uzaya rahatlıkla inip çıkarız, dolaşırız, döneriz o zaman işte bugünkü uçak teknolojisinin geldiği noktaya geliriz uzay açısından.”

İlham veren ışıklar İstanbul'u aydınlatıyor

$
0
0

Işığın kendi içinde sunduğu ilhamı keşfeden yirmi iki uluslararası sanatçı, çalışmalarını İstanbul'a getirdi. Mahiyeti itibarıyla bir ilk olan Işık Festivali, sanat üzerinden derin manalar sunuyor.

İstanbul Zorlu Center'da tertiplenen Işık Festivali'ne doğru gidiyorduk. Tam da bu sırada Yahya Kemal'in “O Taraf” adlı şiiriyle karşılaşmanın verdiği bir sersemlik hissi vardı üzerimizde. Henüz onu üzerimizden atamamışken, bu olsa olsa nurun alâmeti diye yorduk. Yani, insanlığın üzerine abanan bu karanlığın uhrevi bir tarafı, nura giden bir yolu olmalı diye düşünüyorduk… Sonra ışık dolu satırlara yeniden döndük. Şair-i azam, ahiret yurduna göçenlerin su içtiği bir nur çeşmesinden bahsediyordu mısralarında. Nihad Sami Banarlı'nın tabiriyle Yahya Kemal, “Her tarafından ziya akan hayâlî; bir çeşmenden bir tas ziyâ alıp” içen vücutları düşündürüyordu bize. Ve yine onun ışıkları ki, “döküldüğü kabın şeklini alan su gibi ilahî; nur”u mısralarına aksettirmişti: Düşde gördüm gece endâmını pî;râhensiz / Nûrdan rûh-ı musaffa idi gûyâ tensiz”. Bu herkesin yetişemeyeceği bahsi örttükten sonra, her zaman gözümüzün önünde olup da fark edemediğimiz ışıktan bahsedelim biraz.

Kadim zamanlardan bu yana dikkat çeken iki zıt unsurdur aydınlık ve karanlık. Eski ismiyle ziya ve zulmet… Öteden beri hak ile bâtılın amansız mücadelesinde tarafları tarif etmekte kullanılır. Işık daima haklı olanların köşesinden doğar. Veya öyle zannolunur. Herkes kendini hakikat membaının başını tutmuş, onu kendine mahsus bir mal zannederken, aslında o tekel altına alınmayacak kadar kuvvetlidir ve tüm ufukları kaplamıştır. Ama her ne hikmetse, kendi zaviyesinden gelen ışıkla herkes kendini haklı gördüğü için nihayetinde ışık herkesin malıdır. Karanlık ise çeşitli hile ve desiselerle tuzağa düşürerek boğmak ister onu. Gelin görün ki, işin hakikatinde başka gerçekler yatar. Evvela, karanlık diye bir şey yoktur. Nasıl yoktur diyeceksiniz: Evet ışık yoktur, çünkü karanlığın varlık ve tasavvuru ışığın yokluğuyla bilinir. Bu yüzden o “mevcud-u bilğayr”dir. Başka bir ifadeyle, o aslında bize görünmez ama yokluğu ile malum olur. Karanlığın varlığı ışığın noksanlığından vücut bulunca, ışık bir perdenin arkasına gizlenip yüzünü göstermiyor ve orada bir nursuzluk kaynak bulup, vücut alemine doğuyor demektir. İşte tam bu sebeple, karanlık yokluğuyla daima zayıf düşerken, ufacık bir kıvılcım dahi ışığın kudretinden aldığı ilhamla kuvvet sahibi gibi görünen karanlığı yırtar ve geçer.

Festivalin ilhamı

Bu mülahazaların bir yere gizlendiği festival başta da işaret ettiğimiz gibi bugünlerde İstanbul'da gösteriliyor. Zincirlikuyu'da bulunan Zorlu Eğlence Alışveriş Merkezi'nin muhtelif yerlerine serpiştirilen ışık oyunları, dünyanın çeşitli ülkelerinden yaptığı ışık sunumlarını bir araya toplanan yirmi iki sanatçının eserleri. Eserlerinin yanında, çeşitli sunum ve takdimlerde bulunacak olan sanatçılar, burayı modern sanat hayranları için bir cazibe noktası haline çevirmiş. Birleşmiş Milletler bünyesinde tertip edilen Işık Yılı münasebetleri ile dünyanın pek çok ülkesini dolaşan bu yirmi üç eserin arasında iki de Türk sanatçının eseri mevcut bulunuyor. Akşam saat altıda başlayan gösteriler, 29 Kasım tarihine kadar devam edecek.

Bireysel özgürlükleri sınırlanan insanların sesi olacağız

$
0
0

Türkiye, geçtiğimiz salı günü yayın hayatına başlayan Özgür Düşünce Gazetesi ile buluştu. Kayyım tarafından hukuksuzca el konulan Bugün Gazetesi ekibinin çıkardığı gazete, kendi kulvarındaki diğer gazetelere kalite katma ve örnek olma konusunda hayli iddialı. Yaşananları ‘rahmet' olarak değerlendiren Genel Yayın Yönetmeni Mehmet Yılmaz ile Özgür Düşünce'nin hikâyesini konuştuk.

Kayyım görevlilerinin polis eşliğinde Koza-İpek Medyası'na hukuksuz el koymasının ardından Bugün Gazetesi'ndeki görevinizden alındınız. Şimdi yeni bir gazete kurarak, genel yayın yönetmeni oldunuz. Bu sizde, ‘Başıma bela aldım galiba' hissiyatı uyandırıyor mu?

Şu anda bunun bir bela ve musibet olduğunu düşünmüyorum. Çünkü bu Cenab-ı Hakk'ın bir rahmeti. Hadiseler farklı şekilde cereyan edebilir. İnsanlar mallarını, makamlarını, mesleklerini kaybedebilir. Lakin bir mümin bela gibi gözüken bu afetleri Allah'ın kendisine rahmeti olduğuna inanır. Biz böyle iman ediyoruz. Şu anda mesleğimizi, işyerimizi kaybetmiş gibi görünebiliriz. Bu bizim onurumuzu kaybettiğimiz anlamına gelmez. Meslek onurumuzu koruduk. Hırsızlık, yolsuzluk gibi kötü bir fiilde bulunduğumuz için oradan kayyım kararıyla dışarı çıkarılmadık. Tam tersine yayın politikamız siyasi iktidarın görüşleriyle aynı düşüncede olmadığı için. Bu bir kayıp değil. Esas kaybedenler o kararı alanlardır. O karar sonrasında bizim bıraktığımız koltuklara oturanlardır. Onlar düşünsünler bela ve musibet olup olmadığını…

Gelelim, yeni yayın hayatına başlayan gazetenin ismine. Neden, Özgür Düşünce?

Günümüzde, en çok ihtiyaç duyulan kelime; özgür. Osmanlı'nın son döneminden, bugünlere kadar her dönem ortaya çıkmış. Devlet, sistematik olarak muhalif gördüğü gruplara zaman zaman sert müdahalelerde bulunmuş. Buna karşılık her dönemde de özgürlük türküleri çığırılmış. Özgürlük insanın tabiatına ve ruhuna uygun bir şeydir. Fikren, kalben özgür olmak bir yere bağımlı olmamak anlamına geliyor. Türkiye'de insanlar duygularını özgürce ifade edemiyor. Özgürce paylaşma olduğunda bu ifadeler hakarete sokuluyor. Soruşturmalar açılıyor. Gözaltılar söz konusu. Hatta tutuklamalar meydana geliyor. İnsanlar farklı inanç ve düşüncelere sahip olabilir. Önemli olan ‘insanlık' ortak paydasında buluşabilmeyi becermemiz gerekiyor. Biz, Özgür Düşünce ile bu platformu tekrar ikame etmeye çalışıyoruz. Türkiye'de demokrasinin nefes darlığı çektiği, hukukun ayaklar altına alındığı, yargı bağımsızlığının darmadağın edildiği atmosferde insanların geleceğe güvenle bakabilmeleri için farklı renklerle beraber yeni bir Türkiye'ye ihtiyaç olduğunu düşünüyoruz.

Okuru, nasıl bir gazete bekliyor, peki?

Özgür Düşünce gazetesi için, prematüre doğmuş bir bebek denilebilir. Yaşamaya çalışıyor. 16 sayfalık bir gazete. İçerik olarak; magazin ve sağlık sayfasının yanı sıra ekonomi, dış haber, siyaset ve spor sayfalarımız olacak. Teknik imkânlarımız sınırlı. Fiziksel şartlarımız da çok uygun değil. Bu gazetenin varlığı bile bir anlam ifade ediyor. İleride bu gazete demokratların sığındığı bir liman olabilir. Demokrasiye sahip çıkanlar için burası akvaryum olabilir. Her renkten, her düşünceden insanın Özgür Düşünce çatısı altında görüşlerini ifade edebilmesini sağlamak istiyoruz. Hukuk karşısında ezilen, horlanan, bireysel özgürlükleri sınırlanan, haklarını ve hukuklarını aramakta zorluk çeken insanlar için de ses ve soluk olmasını arzu ediyoruz.

Özgür Düşünce hakkında özgür düşünen gazeteciler için ‘can suyu' olacak diyebilir miyiz?

Can suyu olmasını arzu ediyoruz. ‘Özgür Medya Susturulamaz' diye bir motto türedi. Özgür medyanın olabilmesi için Türkiye'de özgür bir ortamının olması lazım. Biz de, Özgür Düşünce ile en azından varlık gösterme çabasındayız. Şu an Türkiye'de varlık gösterme bile bir anlam ifade ediyor. Çünkü bundan bile rahatsız olan insanlar olabilir. Gazete ayakta kaldığı sürece özgür düşüncenin merkez üssü olmasını temenni ediyoruz.

Sizce, toplumun ‘Özgür Düşünce' gibi bir gazeteye ihtiyacı var mıydı?

Aslında, böyle bir gazeteye ihtiyaç yoktur toplumda. Demokrasi özlemi varsa gazeteye ihtiyaç vardır. Türkiye'nin geleceğini düşünen, Anadolu insanının refah seviyesinin yükselmesini arzu eden, kısacası bu topraklarda yaşayan insanların, birlikte ağlayıp birlikte güldüğünü ve bu güzel tablonun sırf siyasi hesaplar için ötekileştirerek, düşmanlaştırarak bu birliğin bozulmaya başladığı bir dönemde Özgür Düşünce gazetesi olarak ortaya çıkmak bile bir anlamda bunun cevabıdır. Yaşadığımız bu topraklar bizim başkasını ötekileştirmeyi, onu küçümsemeyi ve dışlamayı hiçbir zaman affetmez. Bu hassasiyetlerle yola çıkan bir avuç gazeteci olarak, belki demokrasi tarihinde bu renkliliği sağlamak adına ileride destan olarak anılacaktır.

Satış geliriyle ayakta duracağız

Kaç kişilik bir ekiple çıkarıyorsunuz gazeteyi?

Başlangıçta 8-10 kişiyle yola çıktık. Uzun vadede 60 kişiyi bulacağımızı tahmin ediyorum. İşten ayrılan, gönüllü arkadaşlarımızla yaklaşık 3 haftadır olağanüstü şartlarda yaşıyoruz. Yorgunluk, uykusuzluk, stres ve istikbal kaygısının da ağır bastığı bir atmosferde arkadaşlarımız çok büyük fedakârlıklarda bulunuyorlar. Bu atmosfer içerisinde gazetecilik refleksi göstermeye çalışıyorlar.

Peki, herhangi bir destek alıyor musunuz?

Şu anda arkamızda herhangi bir sermaye grubu yok. Sadece satış geliriyle ayakta kalmaya çalışıyoruz. Reklam gelirimiz de yok. İnsan kaynaklarının getirdiği masrafların yanı sıra kâğıt ve matbaa masraflarını da satış geliriyle karşılıyoruz. Ne kadar insana ulaşabilirsek, ancak bu çarkı döndürebiliriz.

İnsanlar neden Özgür Düşünce alıp okusun?

Çok bir farkımız olduğunu iddia edemem. Okurun, gazete alması için ekstra bir gazetecilik refleksi gösterememiş olabiliriz. Ama bu gazetenin basılması, Türkiye'de demokrasi mücadelesi verenler için güvenli bir liman olarak ortaya çıkması bile yeterlidir. Nazlı Ilıcak'ın, Ergun Babahan'ın, Orhan Kemal Cengiz'in, Yavuz Baydar'ın, Erhan Başyurt'un, Tarık Toros'un köşe yazarlığı yapması bile yeterlidir.

Aslında gazete çıkarmak çılgınlık

Türk basını, tarihinin en karanlık dönemlerinden birini yaşıyor adeta. Sansür, sindirme, gözdağı ve el koyma ne isterseniz hepsi mevcut. Böyle bir ortamda yeni bir gazete çıkarmak ne kadar mantıklı? Ya tutmazsa kaygıları var mı?

Tek kelime ile çılgınlık. Aklı başında bir insan gazete çıkarmaz. Evini, eşini, çocuklarını, istikbalini düşünür. ‘Niye ben devletle mücadele edeyim, bana mı kaldı demokrasi mücadelesi?' diyebilir. Türkiye'deki suskunluğu dikkate alırsanız bunun da böyle olduğunu görebilirsiniz. Bunu ülkemiz adına yapıyoruz. Ahmet Altan'ın dediği gibi, ‘Bu ülke bizim ülkemiz…' Gerektiğinde hapishaneleriyle de bizim ülkemiz. Bu ülkeyi seven insanlar olarak hak ve hakikati duyurmak adına Özgür Düşünce olarak nefes borusu olmaya azmettik. Vakti zamanında ‘Şu Çılgın Türkler' diye kitap yazanlar olmuştu. Bu çılgınlığı da yapabilecek insanlar varmış demek ki.

Abone sisteminiz olacak mı?

Yaysat ile anlaştık. Türkiye'deki bütün bayilerde satışa çıktı. Cihan Medya Dağıtım ile de anlaşma yaptık. Özgür Düşünce'yi okumak isteyenler de abone olarak okuyabilirler. Şu anda yeni olduğumuz için satış rakamları tam net değil. Ancak, 30-50 bin bandına oturacağımızı tahmin ediyorum. Hedefimiz ilk etapta 50 bin, birkaç ay içinde 100 bin net satış.

Gazete'nin 1 TL'ye satılıyor olması, okuyucuya ulaşması açısından sorun teşkil etmez mi? Malum diğer gazetelere göre pahalı bir meblağ…

Türkiye'nin en pahalı gazetelerinden biriyiz. Başka gazetelerin sayfaları bizimkinden fazla olduğu halde 1 TL'nin altında satılıyor. Bu durum bizim için bir dezavantaj gibi gözüküyor. Okurlarımızın bizi anlayışla karşılayacaklarını umuyorum. Bu gazetenin gelir kaynağı sadece ve sadece satış. Dağıtım, baskı maliyeti, çalışanların maaşları gibi gider kalemlerini topladığımızda kimseye muhtaç olmadan çevirebilmemiz için bu gazetenin en az 1 TL olması gerekiyordu. 16 sayfaya bu meblağ pahalı. Ancak gazetenin yaşayıp yaşamayacağı da okurlarımızın bize vereceği desteğe bağlı.

Haftanın albümleri

$
0
0

Ceyl'an Ertem ‘Yuh' çekiyor

Ceyl'an Ertem tamamı cover şarkılardan oluşan ‘Yuh' isimli albümünü yayınladı. Müzisyen; Ahmet Kaya'dan Bergen'e, Tülay German'den Sezen Aksu'ya, Bulutsuzluk Özlemi'nden Mehmet Güreli'ye dek sevdiği ve saydığı birçok değerli sanatçının unutulmayan eserlerini yeniden yorumladı. Hepimizin bildiği Haydar Haydar, Odam Kireçtir Benim ve Yuh Yuh gibi parçalar ilk kez duyacağımız bir müzikal formda sunulmuş. Ceyl'an Ertem'e; Cenk Erdoğan, Can Güngör, Ercüment Orkut, Engin Recepoğulları, Cihan Mürtezaoğlu gibi önemli müzisyenler eşlik ediyor. Yuh, farklı müzikal altyapıları, Ertem'in güçlü ve özgün yorumuyla dikkat çekiyor.

Bir düet albüm: Aşkın Dansı

Canan Sezgin Ceylan ve Yahya Geylan, ‘Aşkın Dansı' isimli albümde bir araya geldi. Albüm, geleneksel Türk müziği eserlerinin Devrim Demir Yeşilpınar tarafından caz müziğiyle harmanlandığı bir çalışma. İkili, bu düet albümle Türk müziğini gerek ülkemizde gerekse yurtdışındaki müzikseverlere duyurmayı hedefliyor. Çalışma, 60'lı yıllardan 80'li yılların ortalarına kadar damgasını vuran analog masa ve tüplü mikrofon tekniği kullanılarak akustik çalgıların aynı anda canlı icralarıyla kayda alınmış. Aşkın Dansı, klasik Türk müziği şarkılarından tangoya, türküden yeni bestelere birçok formda eserden oluşan bir repertuvara sahip.

Joker'den Mikrofon şov

Joker, son dönemde dikkat çeken rap müzisyenlerinden biri. Geçtiğimiz aylarda Ayben'in eşlik ettiği çıkış parçası ‘Microphone Show' adlı tekli ile dikkat çeken Joker'in, ilk albümü yayınlandı. Microphone Show isimli albümde 17 şarkı var. Ayben, Defkhan, Ados, No.1, Dilkeş gibi birçok ismin eşlik ettiği albümün altyapılarında başta hakim olan elektronik unsurlar sona yaklaştıkça yerini canlı davul setlerine, akustik gitarlara, yan flütlere bıraksa da saz, keman gibi baskın etnik enstrümanlar belli bir duygu akışı dengesi sağlanarak harmanlanmış.


YouTube'da nasıl fenomen oldum?

$
0
0

Ömer Şanlı, her ne kadar başlıktaki ifadeyi sevmese de bir YouTube fenomeni. Gediz Üniversitesi Mimarlık bölümünde okurken, buranın ne kadar pahalı ve meşakkatli bir bölüm olduğunu fark edip videolar çekmeye başladı. Üniversite hayatını ve mimarlığı esprili bir dille anlattığı videolar çok sevilince, bazı firmalar kendisine reklam filmi bile çekti.

Gediz Üniversitesi Mimarlık bölümü öğrencisi olan Ömer Şanlı, ‘Ağır Mimar' adıyla üniversite hayatını ve mimarlık eğitiminde karşılaştığı absürtlükleri anlattığı bir kanal açar. İlk birkaç ayda kanal, 2 bin aboneye ulaşır. Ağır Mimar'ı YouTube'da arama motoruna ‘mimarlık' yazınca ilk çıkan video olmaya getiren süreç ise mimarlık alanında en yetkin yayınlardan biri olan Arkitera'nın kendisini İstanbul'a davet etmesiyle başlar. Arkitera mimarlık konusunda bir etkinlik yapacağını söyleyerek Ağır Mimar'dan da burada bir konuşma yapmasını ister. Yine aynı sıralarda YouTube'da fenomen olmuş kanalların yapımcısı olan Mediakraft ekibinden de bir teklif gelir. Şöhrete giden yolda basamakları birer birer değil, ikişer ikişer çıkmaya başlar böylece Şanlı.

Mimarlar neden egoisttir?

Arkitera'dan kendisine teklif geldiğinde çok heyecanlanmış Ömer Şanlı: “Ben ne anlatacağım ki mimarlıkla ilgili, daha birinci sınıftaydım o sıralar, bir şey bilmiyordum diye düşünmeye başladım. Videolarda ne yapıyor, ne anlatıyorsam onları anlatmamı söylediler. Kalabalığı görünce çok heyecanlandım ama her şey yolunda gitti.” Şanlı'nın ‘videolarda anlattığım şeyler' dediği; öğrencilik, mimarlık, dersler, gündelik hayat vs. gibi konular.

‘Okul çantamda ne var?', ‘Mimarlıkta bir gün', ‘Şehir dışında okumak', ‘Mimarlar neden egoisttir?' Ağır Mimar'ın 30'dan fazla videosundan birkaç tanesinin başlığı. Hatırlamışken kendisine soruyoruz, ‘Hakikaten mimar egosu diye bir şey var mıdır?' diye. Bütün samimiyetiyle cevap veriyor: “Mimarlık dediğiniz zaman ‘biraz ulaşılmaz karizması olan insan' geliyor akıllara. Mimar egosu dediğimiz bir şey de var. Zamanla bende de oluşacak bu belki. Çünkü çok zorlu bir eğitimden geçiyorsunuz. Mimar, mühendislik eğitimi de alıyor sanat eğitimi de.”

Videolarında el kol hareketlerini kullanarak anlattığı şekliyle ise şöyle: “Mimarlık okuyan kişi dört sene geçirdiği evrimle beraber müzikten, tarihten, felsefeden, fizikten, matematikten oradan da spora her konudan bahsedebilir bir hale gelir. Kısaca kafayı kırar. Artık ailesiyle, dostlarıyla oturup tek bir konudan bahsedemeyecek duruma geldiği için de kendini bir şey sanır. Ama bu onun değil mesleğin suçudur.” Şanlı'nın özellikle dikkat çektiği bir başka konu da mimarlık okumanın çok pahalı olması. Birçok videoda konunun dönüp dolaşıp kırtasiye masraflarına gelmesi ondan. “Normal bir insan kırtasiyeye gittiği zaman en fazla ne kadar harcar?” diye soruyor Ağır Mimar. 10 lira? 20 lira? 50 lira? diye devam ediyor ve cevabı kendisi veriyor gözlerini kocaman açarak: “Tam 90 lira” Bu durum rutin haline gelmiş bile. Bu arada Ağır Mimar çekimlerini odasında yapıyor. Bilgisayar, kamera ve iki tane de ışık kaynağı tüm ekipmanı. Evde çekim yaparken ilginç şeyler oluyormuş tabii. Mesela balkonlu oda kendisinin olduğu için bazen çekim yaparken annesi elinde çamaşır sepetiyle kameranın önünden geçebiliyormuş. Bir de bahçede besledikleri köpek ve evdeki papağanın sürekli çekime dahil olan sesleri var. Bir çekimin yaklaşık 40 dakika, montajının da bir-bir buçuk saat sürdüğünü anlatıyor. Öte yandan Şanlı, çekim öncesi hiçbir hazırlık yapmıyor, ne konuşup ne anlatacağını tamamen kameranın karşısına geçince belirliyormuş.

‘Ağır Mimar' adıyla mimarlık ofisi açalım sana!

Peki okul bitince ne olacak? Mimarlığın hayatında hep olacağını söylüyor üçüncü sınıf öğrencisi Ömer Şanlı. Ama küçük çaplı bu oyunculuk denemelerini de çok seviyor. Bu sebeple ‘youtuber' kariyeri de devam edecek. “Belki iş hayatına girince mimarlığı öğrenci olarak değil meslek sahibi olarak anlatmaya devam ederim.” diyor. Ailesi okul bitince kendisine ‘Ağır Mimar' adıyla bir ofis açma teklifinde bulunmuş. Şanlı ise ‘Ağır Mimar'ın bir mimarlık ofisi için doğru isim olup olmadığı konusunda emin değil. Şanlı, YouTube kanalından ufak ufak da olsa para kazanmaya başlamış. Ağır Mimar'ın olduğu bazı videoların izlenme sayısının bir milyonu aştığını fark eden büyük şirketler, kendisini reklam filmlerinde oynatıyor. Sırada birkaç büyük şirket daha var. Aldığı para da büyük ihtimalle okul masraflarına gidiyordur.

İstanbul bu yapılaşmayı kaldıramayacak

İstanbul başta olmak üzere Türkiye'de son yılların en önemli gündem maddelerinden biri olan kentsel dönüşümden konu açıyoruz. “Böyle bir ortamda mimarlık yapacak olmak korkutmuyor mu sizi?” sorumuza uzun bir cevabı var Ağır Mimar'ın: “Başka bir ülkeye gittiğinizde şehir planlaması anlamında her şey bir düzen içinde. Ancak özellikle İstanbul'a baktığınızda her şey her şeyin içinde ve tamamen birbirinden alakasız bir yapılaşma var. Bir yerde gecekondu hemen yanında gökdelen. Evet bu bir süre daha böyle gidecek farkındayım ama İstanbul artık bunu kaldıramayacak ve o zaman bu yapı çökecek. Yeniden yapılması gerekecek. Bu olumsuzluk mimarlar adına bir şans olacak aslında.”

Sosyal medyanın yeni gözdesi: Gelin evleri

$
0
0

Kocişimle gezmeler, oğluşumla yaramazlıklar, elticanla kahve keyfi gibi akımlardan sonra gelin adaylarının evlerini sergilemesi de moda oldu. Eski gelinler de bu akıma katılmakta gecikmedi!

Gelin adayları, deli gibi para biriktiriyor, “Aman canım bir kere evleniyorum” şeklindeki tılsımlı cümlenin etkisiyle eşyaların en güzelini istiyor. Düğün dernek yapılıyor ve hayali kurulan o yuvaya kavuşuluyor. Şimdi sırada evin her ayrıntısını sosyal medyada paylaşma telaşı var!

Odalara sığmayan ihtişamlı koltuklar, varaklı aynalar ve abartılı masaları görünce ‘Muhteşem Yüzyıl burada çekilecek herhalde' zannına kapılıyorsunuz. (Gelin hanım ‘bizim malikane' diye de not düşmeyi ihmal etmemiş. Nitekim uzun zamandır tüm evler malikane!) Yahut her yer pembe, her yer kelebek… Barbie evine benzeyen salonu ve oturma odasını görünce, “Erkeğe yönelik dekorasyon yok mu hanım apla?” sorusu zihninizde beliriyor. “Damat bu evde yaşıyor mu, eşyalar alınırken neredeydi?” şeklindeki sorgulamalarınız devam ediyor.

Örneğin, beş günlük evli bir hanımefendi, fırsatını bulup köşe bucak evini fotoğraflamış ve hevesle sosyal medyada paylaşmış. “Kırıcı yorumlar yapmayın lütfen” diye de not düşmüş, iltifat beklediği aşikar.

Çok geçmeden yorumlar sıralanıvermiş: “Şekerim yaşın kaç, tarzın çok yaşlı. Evin çok kalabalık görünüyor, ortadaki sehpayı kaldır. Halıların bir ton daha açık olsaymış…” Evet, bir salona yüzlerce yorum yağıyor.

(‘İsimsiz yayınlar mısınız lütfen' ricası da bu sayfalarda baştacı.) Derken bir başka isimsiz gelinin paylaşımına uğruyorsunuz. ‘Perdeler duvara uydu mu? Halı koltuklarla uyumlu mu?' soruları arasında koridora boylu boyunca serilmiş halının fotoğrafını görüyorsunuz. “Bu halıyı böyle cazip kılan uçması mı yoksa?” diye düşünseniz de yok, değil. Bildiğiniz dümdüz halı… Gelinimiz, halının renginden emin olamamış, onlarca kişi, “Ne biçim halı. Çok zevksiz.” yorumlarını yapıştırmış. Peki, gelin, bu yorumlardan etkilenerek halısını değiştiriyor mu? Bilen yok.

Bir başka isimsiz gelin, banyo kapısına astığı bol dantelli havlusundan bahsediyor, “Melekler abdest aldığında kullansın diye astım” esprisi de şirinlik muskası. Ancak havluya da beş yüz tane kulp takılıyor.

Bir nevi kişisel sergi olan evler, pek rağbet görüyor. Öyle ki ‘yeni gelin evleri' diye bir program ekranlarda boy gösterirse şaşmayın. Zira bu sayfaların olumlu yanı olduğunu düşünen çok. Birbiriyle fikir alışverişinde bulunmanızı sağlıyor. “X elektrik süpürgesi hiç iyi değil, Y marka bulaşık makinesi harika, Z mobilyacı kazıklıyor...” şeklindeki beyanlar eşya tercihinizde belirleyici oluyor.

Yeni damat evleri konusunu ele alacak olsak, malzeme sıfır. Zira kredi kartının limitleri zorlanmış, gelecek olan altınlarla borcun ne kadarını kapatabileceğini hesaplamakla meşguller.

ESKİ GELİNLER GERİ KALMADI

Yeni gelinler atağa kalkar da eski gelinler boş durur mu? Facebook'ta yer alan ‘eski gelin evleri' adlı hesap ‘yeni gelin evleri' akımına tepki olarak doğmuş. Yer sofrasındaki çorba dolu çiçekli tenceresini, balkonun köşesindeki çalı süpürgesini, soba borusuna kurutmak için astığı çorapları gösteren gelinler; plazmaları dantelle süslüyor, klozeti el örgüsü kılıfla kaplıyor, dolabın içindeki yüklüğü sere serpe paylaşıyor. Kocişleriyle maceraları, kaynana-eltileriyle çekişmeli ilişkileri, doğal ev dekorasyonları bir hayli güldürüyor.

Dantellerle kaplı bir doğalgaz kutusu paylaşılıyor ve “İrem hanımcımın tatlış doğalgaz kutusu. Kızlar kapıdaki doğalgaz kutum hep tozlanıyordu, ben de böyle bir çözüm buldum. Belki fikir olur, öptüm canikolar.” yorumu yapılıyor.

Dolaptaki son supangeleyi yiyen kocişinin yakalanışını temsili bir fotoğrafla paylaşan da var, makarna yiyen oğluşunu gösteren de... Örneğin “Çisem Hanımcımdan banyo takımımı yeniledim. Tuvalet fırçamın sapının rengi çok mu sırıtmış?” yazan kişiye, “Canım altın rengi bir sap daha şık durabilirdi.” şeklinde görüş beyan eden var. “Takipçilerimizden Nur Hanımın kendi elleriyle ördüğü ve duşakabin ile kombin yapmayı planladığı tatlış banyo seti. Ve bize soruyor duşakabinim ne renk olsun?” sorusuna duş perdesi örmesini öneren oluyor. Bu sefer perdenin hangi tür iplikten örüleceği tartışma konusu oluyor.

Hasılı eski-yeni gelin evleri teşhir-merak döngüsü içinde hızla paylaşımlarına devam ediyor.

Medya kuşatma altında: Ya Bizdensin Ya da Yok Olmalısın

$
0
0

Gezi sürecinden itibaren işten çıkarılan gazetecilerle görüşerek ‘Ya Bizdensin Ya da...' kitabını çıkaran gazeteci Tuluhan Tekelioğlu, “Bu kitap, medya kuşatma altındayken yazıldı. Baskıya giderken bile bir gazeteye kayyım atandı.” diyerek tarihe notunu düşüyor.

Türkiye, artık her gün onlarca gazetecinin işsiz kalabildiği bir ülke. Kışın ortasında, tazminatları bile ödenmeden sokağa atılan basın emekçileri evine nasıl ekmek götüreceğini düşünürken, İpek Medya Grubu'na atanan kayyım önceki gün 140 kişiyi daha işsiz bıraktı. İşten çıkarılan gazetecilerle görüşerek “Ya Bizdensin Ya Da…” isimli kitap yayımlayan Tuluhan Tekelioğlu, bunun tam anlamıyla bir yok ediş operasyonu olduğunu söyledi. “O işsiz gazeteci ailenin annesi, babası... Başka meslek yapamazlar çünkü öyle bir şey değil gazetecilik. Yok ediyorsunuz.” dedi. Medyanın kuşatma altında olduğunu belirten Tekelioğlu, “Medya özgür değildi ama artık patron da özgür değil. Tek kanallı döneme geri dönüyoruz. Birçok kanal var ama tek zihniyet! İletişim fakülteleri kapanmalı bence.” diye konuştu.


Kitap, daha önce çektiğiniz ‘Persona non grada' belgeselinin geniş içerikli versiyonu. Belgeselde gazetecileri işten çıkaran isimlerin de görüşlerine yer verdiğiniz için eleştirilmiştiniz.

Bana getirilen eleştiri neden Aydın Doğan ile görüştüğüm çünkü Aydın Doğan, Türkiye'nin en büyük medya patronu. Çünkü biz patron medyasında çalışıyoruz. Merkez medya dediğimiz, birçok insanın görev aldığı ve kamuoyuna ulaştığı yer patron medyası. Patron olmadan, patronla konuşmadan bu sektörün analizi eksik kalırdı. Hem onunla konuşmak her zaman, her gazeteci için haber değil midir? Ona, ‘Penguen belgeselini neden gösterdiniz?' diye sormak bir gazetecinin sorusu olmamalı mı? Soru sormak aslında hep eleştiriliyordu Türkiye'de. Ben de Aydın Doğan'a soru sorduğum için eleştirildim. Ve burada kendiyle yüzleşmesi var. Onun buradaki açıklamaları önemli. İnsanların vergilerle sıkıştırıldığı için ekonomik olarak tasfiye yoluyla gittiğini anlatıyor.

‘Ya Bizdensin Ya Da...' kitabında 700 bin dolarlık evinden bahseden Derya Sazak da var, işten çıkarılınca Adana'ya ailesinin yanına gitmek zorunda kalan Fatih Yağmur da. İkisinin mağduriyetini aynı kefeye koymak anlamına mı geliyor bu?

Hayır tabii ki! Bu filmin farklı bileşenleri bir araya geldi sadece. Tezatları görmek lazım. Bu hiyerarşik yapılanmada patronlar da var, medya eliti olan yöneticiler de. Onların birbiriyle ilişkileri, zaaflardan nasıl nemalandıklarını görmek açısından bu kişileri dinlemek önemli. Yok ediş operasyonunda yer aldıktan sonra kendi mağduriyetlerini nasıl tarif ettiğini görüyoruz. Aslında bir emekçi muhabirin nasıl daha beter bir durumda olduğunu gösteriyorum. Örneğin Fatih Yağmur. Silah taşıyan MİT TIR'larını durduran savcı ve askerlere terörist dendi. Bu haberi ilk duyuran adliye muhabiri Fatih, gazetesinden atıldı. Açtığı Twitter hesabı kapandı. Sektörden atıldı ve Adana'da yaşamak zorunda kaldı. Ve Fatih Yağmur, Türkiye'nin en iyi adliye muhabirlerinden biridir. O, bu kitabın kahramanlarından biri. Kitabın çıktığı gün ne yazık ki gözaltına alındı.

Türkiye'nin en büyük medya patronunun yüzleşmesinden size yansıyanlar ne oldu peki?

Aydın Doğan da sıkıştırılmış bir medya patronu. Onun burada yalan söyleyip söylemediğine okuyucu karar verecek. Çünkü bir yandan, ‘Siyasî; baskı yüzünden kimseyi atmadım.' derken, mağdur olan muhabirlerden birinin Radikal'den atılma sürecini görüyoruz. Yani burada kim ak koyun, kim kara koyun benim meselem değil. Buna okuyucu karar versin. Ben gazeteciyim, soru sorarım. Ve iyi ki Aydın Doğan benimle konuşmaya evet dedi. Büyük bir özeleştiri yapıyor kitapta. Fakat onun yaptığı özeleştiriyi kendi kurumları yapmadı. İktidarın patronlarını nasıl sıkıştırdığını anlatan belgeseli Doğan Medya Grubu yayınlamadı. Çünkü Aydın Doğan, etkisiz yetkili konumunda. Bu yüzden onun konuştuğu kitapla ilgili olarak hiçbir yayın kuruluşu haber yapmadı.

YAŞAYAN BİR KİTAP OLDU

Bugün TV'ye kayyım atandığında ve STV karartıldığı anlarda buna yer vermeyen haber kanalları oldu. Doğan Medya da bu konuda eleştiriliyor.

Çünkü medya kuşatma altında. Bu kanallar kapatılamaz. Asıl önemli olan, dayanışma. Bu zulme karşı dayanışma. Türkiye, bu açıdan da bir kırılma noktası yaşıyor. Üzerimizde siyasî; iktidarın inanılmaz bir baskısı var.

Sizin kitabınızda İpek Medya'dan bir ismin neden yer almadığı da sorulabilir. Baskıya mı yetişmedi?

Kitap baskıya gittiği anda oldu kayyım atanması olayı. Ben en azından önsözü güncelledim ama görüşme fırsatı yoktu. Bu kitap, yaşayan bir kitap oldu. Sürekli güncellemeler yapıldı. Kitap baskıdan önce okunurken Hürriyet'e saldırı oldu, Ahmet Hakan dövüldü, kayyım atandı vs... Kitap tam basıldığı sırada STV'nin Türksat'tan çıkarılacağı konuşuluyordu. Yani o kadar çok güncelledim ki kitabı, artık yapacak bir şey kalmadı.

ÇOĞU EKMEK PARASI İÇİN ORADA

‘Havuz medyası' diye tabir edilen merkez medya çalışanları ne durumda. Gözlemleme şansınız oldu mu?

Korkuyorlar. Korkunca da gazetecilik yapamıyorlar. Otosansür uyguluyor, kendilerine sunulan haberi sorgulamadan yapıyorlar. Şu an merkez medyada çalışan arkadaşlarımın hiçbirinin mutlu olduğunu sanmıyorum. Bana söyledikleri şey ise ekmek parası, ne yapalım! Ben aç kalma pahasına asla biat etmem. Ama onlara da saygı duyarım. Biliyorum ki benim gibi düşünen çok insan var merkez medyada. Evlerini geçindirmek istedikleri için oradalar.

Diğer tarafta da iktidar sözcüsü gibi diğer gazetecileri tehdit eden gazeteciler var…

Cem Küçük geliyor akla tabii. Ama onu ne zamandır tanıyoruz. Önceden var mıydı? Bu insanlara karşı bir soruşturma başlamadı. Oysa kendi görüşünü ortaya koyan bir sürü gazeteci cumhurbaşkanına hakaretten dolayı yargılanıyor. Sadece 2015 yılında tutuklanan gazeteci sayısı 18. Şu an Davutoğlu'nun ‘Basın, kırmızı çizgimizdir' dediği Türkiye'de 19 kanal bir gün içinde karartıldı. Sekiz yüz küsur insan işsiz bırakıldı. Kitabımı tanıttığım gün ilk, Samanyolu Haber Radyo'ya davet edilmiştim. Çok üzülerek gittim. Çünkü o sırada o kadar farklı insanların anlattıklarına tanık oldum ki... Bir arkadaşımız eşiyle çalışıyormuş o grupta. Ve dört aylık hamile. Eşiyle birlikte aynı anda işsiz kalıyor.

Artık patron da özgür değil

Bugün yaşananlardan, kitaptaki röportajlarınızdan yola çıkarak basının yakın geleceğinde ne görüyorsunuz?

Basın hep patron medyasıydı ve özgür değildi ama bu dönemin medyasında patron da özgür değil. Zannediyorum tek kanallı döneme geri dönüyoruz. Birçok kanal var ama tek zihniyet! TRT de Saray TV olarak karşımıza çıkar artık. İletişim fakülteleri kapanmalı bence çünkü sektör bitti. Bu sektöre insan yetiştiren iletişim fakültelerinde şu an en zor durumda olanlar öğrenciler. Çünkü sektör çok daraldı ve hiç umut kalmadı. Mesleğinde çok başarılı olan gazeteciler bile dışarıdayken... Yaklaşık 83 iletişim fakültesi var bu ülkede ve binlerce yeni mezun oluyor. Kurumlara ait gazetecilikten kurtulmak lazım belki de. Bağımsız gazetecilik yapılmalı. Belki internet gazeteciliği doğacak. Çok haber sitesi var ama başka türlü platformlar doğacak.

Baskılar sosyal medyayı daha da güçlendirecek

Yok ediş operasyonu sürecinde bazı sosyal medya hesapları güvenilirlik açısından ana akım medyanın önüne geçti diyebilir miyiz? Siz de sosyal medyada oldukça aktifsiniz...

Evet, gazetecilik böyle bir şey çünkü. Bugün çalıştığı kurumdan çıkarılmış ama binlerce takipçisi olan gazeteciler var Twitter'da. Sosyal medyayı kullanma oranı da giderek artıyor, özellikle gençler arasında. Çünkü onlar sorguluyor. Bu baskılar sosyal medyayı daha da güçlendirecek. Türkiye, şu an bir kırılma noktasında ama dünya basını da bir kırılma noktası yaşıyor aslında. Her şey internet üzerinden işliyor. Yurttaş gazeteciliği büyüyor. Paris'teki olaylarda insanların amatör kameralarla Periscope'ta canlı yayın yaptığını gördük. Bu durum haber alma ve verme özgürlüğünün de şeffaflaştığını gösteriyor.

Gazeteciler aileleriyle beraber kıyıma uğradı

‘Medyada hiçbir zaman birliktelik yoktu ama en azından diğer gazetelerden arkadaşlarımız vardı. Bir gazeteci işsiz kaldığında başka gazetelere gidebiliyordu.' diyorsunuz kitapta. Bugünü dünden ayıran ne size göre?

Bugün tamamıyla bir yok ediş operasyonu var. Bu operasyonda sadece gazeteciler değil, onların aileleri de kıyıma uğradı. Bu, şu demek: 2003'ten bu yana işsiz bırakılan gazetecilerin sayısı dokuz kat arttı. Sadece bugün bini geçti işsiz gazetecilerin sayısı. Burada gazeteciler susturuldu falan diyoruz. İşin o tarafına bakmasak. O işsiz gazeteci ailenin annesi, babası... Siz bunları gazetelerden atarsanız, başka bir meslek yapamazlar gazeteciler çünkü öyle bir şey değil gazetecilik...

Duygusal mı, savaşçı mı?

$
0
0

Karanlık gelecek kavramını didikleyen distopik filmlerin son örneklerinden biri de Açlık Oyunları serisiydi. Serinin son filminde Katniss Everdeen, duygusallıkla savaşçılık arasında tercihini yapıyor!

Savaş, kıtlık ve konformizmin artmasıyla insanlığın süregelen yaşamı değişmiştir. Geriye kalanlar despot otoritenin yönetimine maruz kalmıştır. Açlık Oyunları filmindeki Panem bölgesinin hikayesinden bahsediyoruz. İnsanlar burada ilginç bir gelenek edinir, her yıl genç bir erkek ve kız çocuğu ‘Açlık Oyunları'nda yarışmaya zorlanır. Amaç, bir yandan açlıkla mücadele ederken diğer yandan bütün rakiplerini öldürüp hayatta kalmayı başarabilmektir. Kulağa bir nevi Survivor çağrışımı yapan film, Suzanne Collins'in aynı adlı romanından uyarlandı. Collins, serisinin ilk kitabı Açlık Oyunları'nı 2008'de yayınladı. Babası Vietnam Savaşı sırasında Hava Kuvvetleri'nde subay olan yazar, kitabını kaleme alırken babasının anlattıklarından etkilenir. Sonuçta ortada bir savaş ve geride kalan gözü yaşlı insanlar vardır tıpkı kitabında olduğu gibi. The New York Times'ın en çok satanlar listesine 60 hafta aralıksız giren Açlık Oyunları 26 dile çevrildi.

Açlık Oyunları serisi, yönetmen Gary Ross'un, çocuklarının elinden düşürmediği kitabı görünce merak edip karıştırmasıyla başlıyor. Ross'un yolu, ardından romanın haklarını satın alan yapımcı Nina Jacobson ile kesişir. Böylece başrolünde Jennifer Lawrence ve Josh Hutcherson'ın oynadığı ilk film 2012'de çekilir.Kimilerine hikâyede geçenler Yunan mitoloji efsanelerini hatırlatsa da yönetmen Ross'a göre olaylar Eski Roma'ya ve günümüz TV reality showlarına benziyor. Filmin dünya çapında yankısı da büyük oldu. Öldürme sahnelerinin çok kullanılmadığı hatta yönetmenin çocuk kategorisine de hitap etmesi için hareketli kamera kullandığı ilk film, İngiltere'de sansüre uğradı. 2014'te ise Tayland'da gerçekleşen darbeyi protesto eden direnişçiler, seride isyancıların yaptığı el işaretini sembol olarak kullandı.

Serinin ilk yapımından sonra yönetmen Ross, projeden çekildi. Yerine Alfonso Cuarón, David Cronenberg, Bennett Miller ve Tomas Alfredson gibi birçok ismin adı geçse de yönetmenlik koltuğunu Francis Lawrence devraldı. Devam filmleri Ateşi Yakalamak (2013), Alaycı Kuş 1 (2014) ve Alaycı Kuş 2 (2015)'yi çekti. Filmin görsel tasarım aşamasında Oscar'lı görüntü yönetmeni Tom Stern ile çalışıldı.

İnadına dublörsüz çekimler

Olabildiğince yapaylıktan kaçınılan serinin su altı sahnelerinde dublör kullanmayan oyunculara profesyonel dalgıçlar yardım etti. Elinden okunu ve yayını düşürmeyen Katniss Everdeen yani Jennifer Lawrence, çekimler sırasında 15 kiloluk yay kitiyle neredeyse suda boğuluyormuş. Philip Seymour Hoffman'ı unutmayalım. Bilindiği gibi Hoffman Alaycı Kuş 2'nin çekimleri sırasında ölmüştü. Ekip senaryoda ufak tefek değişiklikler ve dijital teknolojilerle ünlü aktörü filmde tutma kararı almıştı. Hoffman, bu filmle son kez beyazperdede olacak.

Açlık Oyunları'nın elde ettiği başarıda Jennifer Lawrance'un payı büyük. Ama rol için ilk Emma Roberts, Chloë Grace Moretz, Emily Browning ve Shailene Woodley gibi isimler düşünülmüş. Nasip işte...Julianne Moore'un projeye dahil olmasını da romana hayran olan çocukları istemiş.

Sadece bu kadar mı? Gerçekliğini korumak isteyen seride ayağını burkanlar da geçici duyma kaybı yaşayanlar da olmuş. Yaralı bereli derken en nihayetinde son film ‘Alaycı Kuş 2' vizyona girmeyi başardı.

Yayınlandığı günden itibaren yüksek gişe hasılatıyla gündemden düşmeyen seriyi sevenler kadar sevmeyenler de oldu. Eleştiriler de kaçınılmazdı. Adı üstünde arenadaki onca gün süren açlığa rağmen yarışçıların o dik duruşlarından taviz vermemeleri takdire şayandı doğrusu! Yola çıkarken despot sisteme bir eleştiri getirme kaygısı güden filmde seyircinin çoğu zaman kendini bir romantik film izliyormuş gibi hissetmesiyse tuzu biberi… Merak edenler için müjdeyi verelim, duygusal ve savaşçı kimliği arasında gidip gelen Katniss Everdeen son filmde seçimini yapıyor ve kamu spotu tadındaki mesajını veriyor.

Sinemada yeni bir dil Aramice

$
0
0

Unutulan dil ‘Aramice', Hüddam filmiyle ilk defa sinemada yer buluyor. Kutsal kitaplarda yasaklanmış gizli bir öğretiyi konu edinen filmde Arapça, İbranice, Aramice konuşuluyor.

Hüddam filmi bu hafta gösterime girdi. Hz. Süleyman'ın ölümüyle onun hizmetinden çıkıp iblisin hizmetine giren Hüddam adlı bir cinin Ege'nin ıssız bir köyünde masum bir aileye yaşattığı korkunç olayları konu ediniyor. Yaşanmış olayları referans gösteriyor, tarihî; olaylar üzerine kurulu iddiasında. Hikâye, türdeşlerinden ayrılan özelliklere sahip: “Alışageldik Anadolu folklorik büyüleri yerine, geçmişi çok tanrılı dinlere kadar dayanan, sonrasında gelen dinlerce kabul görmüş ve en sonunda Kur'an-ı Kerim tarafından yasaklanmış gizli bir öğretiyi konu alıyor. Filmde ilk defa Antik Aramice dili kullanılıyor. Oyuncular Arapça, İbranice, Aramice konuşuyor.”

Hüddam'da farklı dillere yer verilmesinin sebebi, hikâyenin İslamiyet öncesi dönemden başlaması. Bahsi geçen eski bir cin kabilesi. Hz. Süleyman'ın tahtından kovulmuş bir kabilenin dünden bugüne dönüşüm hikâyesine yer verildiği için farklı zamanlarda kullanılan dillere de yer veriliyor: Aramice, İbranice, Arapça… Peki Aramice nasıl bir dil ve filme nasıl taşınmış? En eski kaynaklara göre M.Ö. 2. binyıl başlarında Suriye'de bulunmuş. Zamanla Mezopotamya'da Akkadça yerine egemen dil olarak kullanılmış, Perslerin resmi diline dönüşmüş. Yahudiler tarafından İbranice yerine günlük konuşma ve yazma dili olarak kullanıldıktan sonra İslamiyet'in yayılmasıyla beraber yerini Arapçaya bırakmış. Şimdilerde Urfa lehçesiyle yaşadığı biliniyor. Ondan türeyen Süryani alfabesiyle yazılan lehçesine Süryanice deniyor. Dili, filmin içine kimlerin desteğiyle aktardıklarını yönetmen Utku Uçar şöyle anlatıyor: “Aramice çeviri için oldukça zorlandığımızı söyleyebilirim. Çünkü çok az sayıda kişi artık bu dili biliyor ve kullanıyor. Ancak tesadüfen Diyarbakır'da yaşayan Saliba Açış, bize bu konuda destek oldu. Bütün çevirilerimizi, telaffuzlarıyla birlikte kaydederek bize aktardı ve oyuncularla uzun bir süre dil üzerine çalışma fırsatımız oluştu.”

Filmin merkezinde musallata uğrayan bir kadın yer alıyor. Bir sabah yatağından kalkıp Arapça-Aramice-İbranice konuşmaya başlıyor. Kadın ve ona yardım etmeye çalışan adam, bu dilleri konuşarak anlaşıyor. Bunun için dile hayli sahip olmak durumundalar. İşin perde arkasını Uçar'dan dinleyelim: “Bu tarz konuşmalar başka filmlerce de kullanıldı ama telaffuzların gerçekçi olması bizim için çok önemliydi. Çünkü çok zor diller. Bunun için okuma provalarına bir hoca davet ettik. Bize üç ay boyunca Arapça-Aramice ve İbranice telaffuz, vurgu konularında yardımcı oldu. Başlarda epey sıkıntılıydı ama günler geçtikçe oyuncuların aksanları dahi biraz bozuldu diyebilirim. Normalde bir oyuncunun bu kadar yabancı dili içeren bir filmde rol alması zordur. Risklidir çünkü. Güzel konuşamazsanız komik durur. Okuma provalarında birebir hoca eşliğinde, daha sonra hoca tarafından kaydedilen konuşmaları evde kendileri kulaklıkla günlerce dinleyerek, bu zorluğun altından kalkmayı başardılar.”

Tarihin zengin, tozlu dünyasında arkeolojik kazı yaparak unutulan bir dili yeniden hatırlatmak güzel. Umarız bir gün James Cameron'un Avatar'da yaptığı gibi yeni dil inşa ederiz. Neden olmasın...

Dil Kuşu uçmaya başladı!

Destar Tiyatro, geçtiğimiz yıl anadilin önemini vurgulayan ‘dil oyunları' projesine başlamıştı. İlk iki oyun ‘Merheba' ve ‘Çêna Dengizî;'ydi. Mirza Metin'in tasarımıyla, Galisyalı yazar Sèchu Sende'nin ‘Rüyalarımda Bile Dilimi Kaybetmeyeceğim' adlı öykü kitabından hareketle başlanan projenin üçüncü oyunu sahnelenmeye başladı. Pelin Temur'un yazdığı ‘Dil Kuşu' adlı oyunu Ayşenil Şamlıoğlu yönetiyor. Başrol oyuncusu bugünlerde Kösem Sultan ile ekranlarda olan Tulin Özen. Tek kişilik oyun masal dünyasında geçiyor. Sesle ve dille derdi büyük bir dünyanın içinden anlatılan dil kuşunun masalı… Oyun; masal gibi sıcak, etkileyici, estetik. Kostüm tasarımından oyunculuğa sahnede büyük bir emek var. Özen'in başarılı performansını kaçırmayın.

Toplantılar gökyüzüne taşındı

$
0
0

Havayolu şirketleri artık uçakta telefon konuşmasına, internet ve faks kullanımına izin veriyor. First class uçuşlarda iş ortamı için gerekli birçok ihtiyaç sunuluyor.

İşadamlarının çalışma ofisi şeklinde kullandığı iş jetlerinden sonra, yolcu uçaklarında da benzer manzaralar yaşanmaya başladı. Gelişen teknolojiyle birlikte telefon, internet ve faks gibi çalışma ortamı için gerekli altyapıya kavuşan yolcu uçaklarında, işadamlarının gerçekleştirdiği toplantıların yanı sıra diğer yolcular da teknolojinin nimetlerinden yararlanmaya başladı. Özellikle Emirates, Etihad, Katar, Delta, Lufthansa, British ve THY gibi havayolu şirketleri, havalimanı ve uçaklarda sunduğu teknolojik altyapı hizmetiyle her yıl milyonlarca dolar ek gelir elde ediyor.

Havayolu şirketleri, yolcu memnuniyetini artırmak amacıyla teknolojinin tüm imkânlarını henüz uçuşa başlamadan önce sunmaya çalışıyor. Telefonla bilet satın alma, rezervasyon, check-in ve yemek siparişi gibi pek çok hizmeti yolcularına sağlayan havayolu şirketleri, havalimanlarındaki son derece lüks ve konforlu dinlenme salonlarıyla da dikkat çekiyor. Salonlardaki telefon ve internetin yanı sıra faks, scanner ve fotokopi hizmeti de yolculara büyük kolaylık sağlıyor. Şirketler, yolculardan gelen talepler üzerine pek çok hizmeti uçaklarda da sunuyor. İş görüşmesi veya toplantıya gidenler, uçuş öncesi dinlenme salonlarında gerçekleştirdikleri son hazırlıklarına, sunulan teknolojik hizmetler sayesinde uçakta da devam edebiliyor.

Uçakta roman yazan da var

Uçaklarda internet hizmeti sunulmuyor hatta uçuş emniyeti nedeniyle dizüstü bilgisayarların açılmasına dahi izin verilmiyordu. Ancak artan talep üzerine yolcuların uçakta da internet kullanmasına ve telefonla konuşmasına izin verildiğini ifade eden yetkililer, havayolu şirketlerinin de milyon dolarlık altyapı yatırımına giderek uçaklarda teknolojik altyapı oluşturduğunu belirtiyor. Kabin memurları da, özellikle işadamlarının uçuş boyunca gidecekleri görüşmeye hazırlandığını anlatarak, bu sebeple yoğun çalışma nedeniyle bazı yolcuların ikram servisinden dahi faydalanmak istemediğini söylüyor. Uçakta bilgisayarına roman yazan yolculara rastladıklarını anlatan kabin memurları, gökyüzünde şiir veya şarkı sözü yazanların yanı sıra reklam sloganı bulanlarla yeni projeler konusunda parlak fikir üretenlerle de sıkça karşılaştıklarını dile getiriyor.

Airbus 380 ve Boeing 787 gibi geniş gövdeli uçaklarda yolculara çalışma ofisi ortamında özel bölümler de oluşturuluyor. Yolculara özellikle first class uçuşlarda, iş ortamı için gereken telefon, internet ve faks gibi tüm ihtiyaçlar sunuluyor. Çalışma ortamından uzaklaşmak isteyenler için de zengin uçuş içi eğlenme sistemleri ve ikram hizmetinin yanı sıra duş almak isteyenler için özel kabinler de yer alıyor.

İş jetleri sınırları aştı!

Teknolojik altyapısıyla uçuş güvenliğinin ön planda tutulduğu iş jetleri (uzun menzil-geniş kabin, orta üstü sınıf ile orta ve diğer küçük sınıflar), aynı zamanda konforuyla da dikkat çekiyor. Sık seyahat eden işadamları, özellikle havalimanlarındaki kuyruklarda beklemek ya da rötarlara takılmamak için iş jetlerini tercih ediyor. İşadamları satın aldıkları uçaklara ise genellikle milyon dolar seviyesinde modifikasyon işlemi de yaptırıyor. Çehresi tamamen değişen bu uçaklarda, birbirinden ilginç özel tasarımlar da dikkat çekiyor. Kabinde, genel olarak yolcuların mahremiyetini sağlamak üzere, iş ya da dinlenme amaçlı özel kamaralar yer alıyor. Aynı zamanda kabin ekibinin dinlenme alanı, bar ve mutfağı bulunan iş jetlerinde, eğlence sistemlerinin yanı sıra sessiz, ferah ve lüks kabinde özel tasarım koltuklar bulunuyor. İyileştirilmiş ses geçirmezlik sistemi ile aerodinamik gürültü ortadan kalkıyor. Böylece son derece güzel bir uçuş için her türlü imkân sağlanmış oluyor.

Valizler kilitlenmeyecek

Sivil Havacılık Genel Müdürlüğü, uçak altına verilen valizlerin kilitlenmesi halinde ‘uçuş güvenliği nedeniyle' açılıp aranacağı konusunda uyardı. Twitter üzerinden yapılan açıklamada, valizlerin güvenlik ekipleri tarafından aranacağı ve bu nedenle bagajların kilitlenmemesi gerektiği belirtildi. Açılan bagajların aranmasının ardından bagajlara not bırakılacağı ifade edilerek, kilitli bagajların ise gerektiğinde güvenlik birimlerince kilitleri kırılarak aranacağı kaydedildi.

Pegasus, en dijital ulaştırma şirketi

Pegasus Hava Yolları, ‘Accenture Dijitalleşme Endeksi'ne göre Türkiye'nin en dijital ulaştırma şirketi gösterildi. Çalışmada, 17 sektörün öncü şirketlerinin dijital karnesi çıkarıldı ve sektörlerin dijitalleşme alanındaki liderleri belirlendi. Şirketlerin dijitalleşme oranı ortalama yüzde 60, Pegasus'un dijitalleşme skoru ise yüzde 79 şeklinde açıklandı.

Kaza yapan uçak satışa çıkarıldı

Antalya Havalimanı'na 10 Ekim 2011'de inişi sırasında lastiğin patlaması nedeniyle kaza yapan SKY Havayolları'nın Boeing 737-400 tipi uçağı satışa çıkarıldı. Şirketin 2013'te iflas etmesi nedeniyle borcundan dolayı Antalya 6'ncı İcra Müdürlüğü tarafından 1,5 milyon lira muhammen bedelle satışa çıkarılan uçağın ihalesi 18 Aralık'ta yapılacak.

Gökyüzünde ışıkların dansı!

$
0
0

Dünyanın renkleri, bunları görmeye hasret kalanlara ancak bu işi kendine amaç edinen fotoğrafçıların objektifinden yansıyor. Tıpkı kuzey ışıklarında olduğu gibi.

Kanadalı fotoğrafçı Neil Zeller kentsel bir alanın genel görünümünden uzaktaki dağlara, gökyüzünün gece görünümüne kadar her şeyi fotoğraflıyor. Silüet manzarasının üzerindeki göz kırpan yıldızlar, Samanyolu'nun parlak yıldızları ve gökyüzündeki doğal ışık görüntüleri ile insan yapımı işaretler fotoğrafçının göz kamaştırıcı görüntülerinde dikkat çekiyor. Fotoğrafçı, her çektiği her karede kuzeyin yeni ve harikulade görüntüleriyle Zeller'in fotoğrafları evrenin güzelliğini bizlere gösteriyor.

Zeller, mesleğine ve özellikle de karanlık gökyüzündeki kuzey ışıklarına olan tutkusu şöyle özetliyor: “Fotoğraf benim ruhumu temizlediğim, özümü beslediğim her yerde ve ben böyle çok mutluyum. Etrafımdaki dünyayı 4x6 kutunun içinde görüyorum. Gözlerim geniş açıyla ilginç köşeleri, ışık demetlerini ve uzaktaki her şeyi görüyor. Hedefim, gözlerimin size anlatamadığı şeyleri kameramla gözler önüne sermek.”


Bu kareyi çekebilmek için 6 yıl uğraştı

$
0
0

Yalıçapkını kuşunun etrafa tek bir su damlası bile sıçratmadan suya dalışını görüntüleyebilmek 6 yıl uğraşarak toplam 720 bin kez deklanşöre bastı.

2009 yılından bu yana vahşi yaşam fotoğrafçılığıyla uğraşan Alan McFadyen, 6 yıl uğraştıktan sonra bu mükemmel kareyi çekebildi. Sayabildiği kadarıyla yalıçapkını kuşunun tek bir su damlası bile sıçratmadan suya dalışını görüntüleyebilmek için 4 bin 200 saat boyunca 720 bin kez deklanşöre bastı.

Fotoğrafı çektiği yere sık sık gittiğini ve her seferinde 600 fotoğraf çektiğini onlardan hiçbirinin iyi fotoğraf olmadığını söyleyen McFadyen, geri dönüp tek bir kare için çektiği binlerce fotoğrafa bakınca bunu elde ermek için ne kadar çok uğraştığını anladığını belirtti.

Doğa ve vahşi yaşam tutkusunu büyükbabasından aldığını belirten McFadyen, küçükken büyükbabasının kendisini yalıçapkını yuvalarına götürdüğünü, bu sebeple de fotoğraf çekmeye başladığında yalıçapkınlarını fotoğraflamak için aynı noktaya dödüğünü belirtti. Fotoğrafçı çektiği kareyle ilgili olarak da "Mükemmel dalışı fotoğrafladığım bu kare için sadece benim doğru yerde olmam değil, şanslı bir fotoğraftı ve aynı zamanda kuş için de mükemmel bir dalıştı." dedi.

‘Bir Türk kadar güçlü' takımlar!

$
0
0

Geçtiğimiz 10 Kasım'da Deportivo de La Coruna taraftarları Atatürk'ü andı. Onların bu jesti, Avrupa'nın diğer Türk hikâyeli takımlarını akla getirdi. İşte onlardan bir seçki...

Türk takımları ve o takımların taraftarları için Avrupa kulüpleriyle yapılan maçlar, ‘millî; maç' kıvamındadır. Ve kazanma istatistiği genelde düşüktür; lakin ara ara elde edilen galibiyetler, her daim ‘şanlı mazi'mize göndermelerle renklendirilir. Bu hal, bazen “Viyana düştü” olarak yer eder gazete sayfalarında, bazen “Fatih'in aslanları” olarak... Sözün özü, Edward Said'in o meşhur aforizmasını değiştirerek; mevzuu kotaralım: “Batı, Türklerin ebedî; travmasıdır.” Ne zamandan beri sorarsanız, bir başka haberin konusu olmak şartıyla havale edelim, “1683 Viyana bozgunundan bu yana...” Ama madalyonun bir de şu yüzü var ki, zaten biz de ondan bahsedeceğiz. Çok değil geçtiğimiz 10 Kasım'da, aslında her 10 Kasım'da olduğu üzere, Deportivo de La Coruna taraftarları maç öncesi açtıkları Türk bayrağıyla Cumhuriyet'in kurucusu Gazi Mustafa Kemal'i andı. Onların bu jesti yeni değil, belirttiğimiz gibi. Peki, bu İspanyol taraftarlarının Türk sevgisinin kökeni nereden geliyor? Anlatalım: 16. yüzyıl, Avrupa'nın Osmanlı İmparatorluğu karşısında daima mağlup olduğu bir devre tesadüf eder. Akdeniz, Barbaros Hayreddin Paşa ve kardeşleri Oruç ve Hızır reisler olmak üzere bir ‘Türk gölü' haline dönüşür. Yeni yeni sömürge arayışlarına giren ve bu düşüncelerini ‘coğrafî; keşifler'le temellendiren İspanyollar, Osmanlı'nın hasmıdır, Osmanlı da onların. İşte, böyle kanlı bıçaklı bir ortamda Galiçya özerk bölgesi, destek haklarını Barbaros Hayreddin Paşa'dan yana kullanır. Bu durum, haliyle tepki çeker. Onlar, İspanyol tarih yazıcılığında ‘Los Turcos' yani ‘Türkler' diye anılmaya başlanır. 1906'da kurulan Deportivo futbol kulübü, bu şanla anılmaya devam ederler. Onlar da bu ‘Büyük Türk' imajından memnun olacaklar ki ‘El Turco'luğu devam ettirirler. Mesela güneydeki komşu şehir Vigo ile ezelî; rakiptirler ve aralarında oynanan müsabakalar ‘Galiçya derbisi' olarak adlandırılır. ‘Vigo ne alâka?' derseniz Deportivo'ya ‘Türkler' lakabını takan onlar. Mavi-beyazlı ekibin stadı Estadio Riazor'da devasa bir Türk bayrağı her daim asılı. Bizim ulus devlet inşasında tıpkı Ermenistan gibi ‘düşman' gördüğümüz ‘Yunanistan', Deportivo'lu taraftarların da ‘düşman'ı. Mesela Avrupa maçlarında Yunan ekiplerinden biri geldi mi İstiklâl Marşı okumaları gelenekleri var. Her Celta Vigo maçında ise zaten Türk ulusal marşını hep bir ağızdan okumak onlar adına bir motivasyon kaynağı.

‘Ay-yıldız'lı ekipler!

İngiltere futbolunun kadî;m kulüplerinden Portsmouth'un da kökeninde Osmanlı izleri söz konusu. Şimdilerde Premier Lig'de mücadele etmeseler de şöhretleri oldukça yaygın. 1898 yılında kurulan kulübün armasında ay-yıldız bulunuyor. Bunun hikmetini, Sultan Hamid'in destekleriyle kurulmuş olmasına dayandıranlar var. Bu teze göre, II. Abdülhamid Han, İngilizlerin iç sorunu addedilen İrlandalılara el altından yardım eder. İngiltere'de bir ada üzerinde tek şehir olma hüviyetini barındıran Portsmouth'un gemilerle ihtiyaçlarını karşılar. Nüfusunun çoğunluğunu İrlandalıların oluşturduğu Portsmouth'ta, futbol takımı görünümüyle Büyük Britanya'dan istihbarat toplama gayesi vardır bu yardımların altında. Söz konusu strateji iş görmüş müdür, bunu I. Dünya Savaşı'nın asıl kazananını gördükçe anlıyoruz.

İrlanda'nın liman şehri Drogheda United takımının ambleminde de ‘ay-yıldız' bulunuyor. 1847'de baş gösteren ‘Büyük Açlık Dönemi'nde 31. Osmanlı padişahı Abdülmecid Han, İrlanda halkına içi gıda dolu beş gemilik yardımda bulunur. Onlar da bu vefalarını Türklüğün sembollerinden ay-yıldızı kulüp arması yaparak gösterir. Bu arada İrlandalı asilzadelerin Abdülmecid Han'a yolladıkları şükran mektupları Topkapı Sarayı arşivlerinde. 1931'de kurulan Belçika ekiplerinden Faymonville'nin de arması ay-yıldızdan müteşekkil. Almanya sınırına yakın Arden dağları eteklerindeki bu şehrin hikâyesi ise II. Viyana Savaşı öncesine uzanıyor. Kutsal Roma-Germen İmparatorluğu'nun ittifakına asker yollamazlar. Bu yüzden ‘Türk' olarak yaftalanırlar. Bu imajın ekmeğini II. Dünya Savaşı esnasında da yerler. Nazi askerleri her yeri işgal ederken, ay-yıldız bayrakların donatıldığı bu köye dokunmazlar, söylence bu. İngiltere'nin çok tanınmayan kulüplerinden Fordingbridge de Türk takımlarından. Kuruluşu, 1868 yılına dayanan kulübün ay-yıldızlı amblemi bir rivayete göre Plevne Savunması efsanesiyle Avrupa'da adından söz ettiren Gazi Osman Paşa'ya teveccühten mülhem. Maçlardaki tezahüratları ise ‘Come on Turks' yani ‘Haydi Türkler!' Bu tür güzel hikâyeler, lezzetler bırakıyor. Lakin şunu da not edelim, bu takımların öyle kayda değer bir başarıları yok maalesef.

[Kuş Bakışı] Promosyonlu bilette işler karıştı!

$
0
0

Araştırmalara göre yolcular, havayollarından en çok ucuz bilet istiyor. Hele en düşük fiyata sahip promosyonlu biletle uçmak gibisi yok. Ancak promosyonlu bilet bulmak çok zor. Çünkü her uçuşta en fazla 5-10 promosyonlu bilet satışa sunuluyor.

Uçuştan vazgeçtiğinizde ise kurallar gereği satın aldığınız biletler için ödediğiniz parayı geri alamıyorsunuz. Bu konuda yapılan şikayetler geçen haftaya kadar sonuçsuz kalıyordu. Datça Tüketici İlçe Hakem Heyeti yapılan bir itirazı haklı bularak promosyon bilet mağduru yolcu lehine verdiği kararla yeni bir tartışmayı başlatmış oldu.

Datça'da yaşayan Orhan Keskinsoy, internetten İstanbul aktarmalı Samsun'a 306,98 TL ödeyerek promosyonlu bilet satın aldı. Ancak bileti yasal sürede iptal etmek isteyen Keskinsoy'a, 32 TL iade yapıldı. Bunun üzerine Keskinsoy, Datça Kaymakamlığı Tüketici Sorunları Hakem Heyeti'ne başvurdu. İtirazı haklı bulan Hakem Heyeti ‘şirket tarafından haksız yere alınan 274 TL'nin iade edilmesine' karar verdi. Kararda, bilet satışının ‘Mesafeli Sözleşmeler Yönetmeliği'ne göre cayma hakkı kapsamı içinde olduğu' belirtildi. Tüketici Sözleşmeleri'ndeki Haksız Şartlar Yönetmeliği'nin ilgili maddelerine göre havayolu şirketlerinin ‘iadesiz' bilet satmasının ‘haksız şart' olduğu belirtilen kararda, tüketicinin 14 gün içinde cayma hakkını kullandığından, fazladan alınan 274 TL'nin ödenmesi gerektiğine hükmedildi.

ŞİRKETLER DE HAKKINI ARAYACAK

Havayolu şirketleri ise Datça'da yaşanan olayla ilgili en küçük bir endişe taşımıyor. Şirket yetkilileri, promosyonlu biletlerle ilgili satışın uluslararası kurallar doğrultusunda gerçekleştirildiğini ve yolcuların bu şartları kabul ederek bilet aldığını ifade ediyor. Kararın emsal teşkil etmemesi gerektiğini dile getiren yetkililer, Tüketici Sorunları Hakem Heyeti'nin vereceği emsal kararlarla ilgili yasal yollara başvuracaklarını belirtiyor. Bu konuda havayolu şirketlerini haklı bulan avukatlar da, Hakem Heyeti tarafından verilecek benzer kararların yargıdan döneceğini söylüyor. Bilet satışının, şirketlerle yolcular arasında yapılan anlaşma ile gerçekleştirildiğine dikkat çeken avukatlar, her iki tarafın da uyması gereken yükümlülükler bulunduğunu kaydediyor.

Hakem Heyetleri'nin verecekleri benzer kararları ve havayolu şirketlerinin hamlesini bekleyip göreceğiz. Ancak promosyonlu bilet bulamasanız dahi ucuza uçmanın her zaman mümkün olduğunu unutmayın. Şirketleri, kış sezonu nedeniyle şu anda düşük fiyattan seyahat imkanı sunsa da, yolcu sayısını artırmak amacıyla yaz-kış demeden kampanyaları ihmal etmiyor. Eğer düzenlenen kampanyaları kaçırmak istemiyorsanız, şirketlerin web sitelerinin yanı sıra sosyal medyadan yapılan duyuruları takibe alın. Daha sonra da, vakit geçirmeden rezervasyon yaptırın. Ayrıca bilet satış acentelerini ziyaret etmeyi unutmayın. Acenteler de, size alternatif uçuşlar sunacaktır.

ESNEK DAVRANIN

Uçuş saati konusunda esnek davranarak da ucuza seyahat edebilirsiniz. Havayollarının az tercih edilen uçuş saatleri genellikle daha uygun fiyatlıdır. Bu yüzden uçuş saatleri dışında, gideceğiniz havaalanı destinasyonu konusunda da esnek şekilde tasarruf edebilirsiniz. Birden fazla havayoluna sahip şehirlerin daha az tercih edilen havaalanlarına uçuşlar, genellikle yoğun havaalanlarına göre daha ucuzdur. Ancak mutlaka en ucuz bilet için erken rezervasyonun şart olduğunu aklınızdan çıkarmayın.

Hangi uçuş daha ucuz?

Ulaştırma, Denizcilik ve Haberleşme Bakanlığı, seyahat severlere büyük kolaylık sağlayacak seyahat sitesini hizmete sundu. Kara ulaşımından hava, deniz ve tren ulaşımına kadar tüm detayları toplayan Bakanlık, seyahatle ilgili hem fiyat hem de güzergahla ilgili hazırladığı analizi siteden paylaşıyor. Ulasim.gov.tr adındaki siteyle, yurtiçindeki tüm şehirlere ulaşmanın alternatifli yolun yanı sıra ulaşıma ilişkin detayları da açıklayan bakanlık, yol durumuyla ilgili bilgileri de buradan aktarıyor.

Atlasglobal Kayseri'ye uçacak

Atlasglobal Havayolları, İstanbul'dan Kayseri'ye uçuşlara başlıyor. 14 Aralık'tan itibaren gerçekleşecek seferler, her şey dahil 49 TL'den başlayan fiyatlarla düzenlenecek. Yolcular, kayak ekipmanlarını ücretsiz taşıma hakkına da sahip olacak. İki şehir arasındaki ulaşım ağını güçlendirecek Kayseri-İstanbul seferi ile yolcular, bağlantılı şekilde Düsseldorf, Paris, Londra, Amsterdam, Ercan, Zaporijya ve Lviv'e uçuş gerçekleştirebilecek.

[Öğrenci Mutfağı] Cipsli tavuk

$
0
0

Film izlerken, ders çalışırken, internette takılırken öğrenciye eşlik eden değişmez lezzet nedir? Hadi biraz ipucu verelim.

Hani o nezih öğrenci evlerine girdiğinizde, hele de ortam havasızsa, “Piiiyy, ne yediniz siz böyle?” dedirtecek kokusuyla sarıverir etrafı. Bazıları sade sever, bazıları baharatlı, peynirli ve hatta ketçaplı... Cevabımız tahmin edebileceğiniz üzere cips. Hadi bu cipsleri tavukla birleştirip damağımıza layık bir yemek yapalım.

Malzemeler:

6-8 tavuk fileto

1 paket büyük boy cips (hangisini seviyorsanız)

Yarım çay bardağı sıvı yağ

Yarım çay bardağı süt

Tuz, karabiber (ve istediğiniz baharatlar)

Yağlı fırın kâğıdı

Hazırlanışı:

Tavukları bir kabın içinde yağ, süt, tuz ve baharatlarla marine edip iyice özdeşleştirelim.

Başka bir kapta da cipslerimizi ellerimizin içinde ufalayalım. Tamamen toz olması gerekmez. (Dikkat, bu iş stres attırır!)

Fırın tepsisine yağlı kâğıdı serin. (Evde bu kâğıttan yoksa tavukların yapışmaması için biraz yağ döküp elinizle tepsiye yayabilirsiniz.)

Tavukların her tarafını cipse bulayıp tepsiye yerleştirin.

180 derecede kızarana kadar pişirin. (Davul fırın da olur, arada kontrol ederek pişer, merak etmeyin.)

Hadi afiyet olsun!

[Haftanın Albümleri]

$
0
0

Candan Erçetin'den 20. yıl albümü Hemen hepimizin sevdiği bir Candan Erçetin şarkısı vardır desek abartmış olmayız. 1995 yılında Hazırım isimli albümle karşımıza çıkan sanatçı, bu kez yirminci yıl özel albümünü yayınladı.

Aslında o, geride bıraktığı her beş yıl için bir hatıra albümü hazırlıyordu. 20. sanat yılı anısına, dinlemeyi ve söylemeyi çok sevdiği Türk sanat müziği ve türkü formunda eserlerden oluşan yeni bir albüm ekledi: Ah Bu Şarkıların Gözü Kör Olsun. Erçetin, Silemezler Gönlümden, Avuçlarımda Hâlâ Sıcaklığın Var, Ben Gamlı Hazan, Ölürsem Yazıktır, Karam, Bilal Oğlan, Vardar Ovası gibi klasikleşmiş şarkıları kendine has üslubuyla yeniden yorumlamış. Albümün arşivlik bir çalışma olduğunu ve sevenlerinde mutlaka olması gerektiğini söylemeliyiz.

Ah Bu Şarkıların Gözü Kör Olsun

Candan Erçetin - Pasaj Müzik

Şenlendirici'den Hüsn-ü Avare

Hüsnü Şenlendirici, üçüncü solo albümü Hüsn-ü Avare'yi yayınladı. Müzisyen, ünlü isimlerin klasikleşmiş eserlerini kendi tarzında yeniden yorumlamış. Albümde Sezen Aksu'dan Beni Yak ve Tuana şarkısından, Şükrü Tunar'ın bestesi Hicazkar Oyun Havası'na, Thomaso Albinoni'nin bestesi Adagio gibi yerli ve yabancı eserler yer alıyor. Albümün sürprizi ise Hüsnü Şenlendirici'nin ilk kez kendi albümünde vokalist olarak karşımıza çıkması. Bu konuda da müzisyenin başarılı olduğunu söyleyebiliriz. Müzisyene İsmail Tunçbilek, Aytaç Doğan, Ceyhun Çelikten, Serhan Yasdıman gibi usta isimler eşlik ediyor. Enstrümantal müzik dinleyicilerine tavsiye edilir.

Hüsn-ü Avare

Hüsnü Şenlendirici - Sony Müzik

Kerem Görsev'den yeni besteler

Kerem Görsev, ülkemizin önemli caz sanatçılarından biri. Yaptığı çalışmalarla gerek yurtiçi gerekse yurtdışında adından sıkça söz ettiriyor. Ayrıca oldukça üretken bir isim. Yeni albümü Four Days'i müzikleverlerle buluşturan Görsev, önemli müzisyenlerle çalışmış. Bir önceki çalışması ‘Emirgan' albümünde birlikte yol aldığı Grammy ödüllü Ernie Watts ile Kağan Yıldız ve Ferit Odman ile isimlerini görüyoruz. Müzisyenler, mayıs ayında gerçekleştirdiği turne sonrası tekrar stüdyoya girip Kerem Görsev'in 94-97 arasında bestelediği bu albümü oluşturmuş.

Four Days

Kerem Görsev - Rec By Saatchi

Viewing all 3284 articles
Browse latest View live