Quantcast
Channel: ZAMAN-PAZAR
Viewing all 3284 articles
Browse latest View live

Kalemin muhteşem dönüşü

$
0
0

Tüfengin icadı eğri kılıcın paslanmasına yol açsa da yazı aleti kalemi hiçbir şey tahtından indiremiyor. Yazıları dijital ortama aktaran akıllı kalemler, bunun en güzel örnekleri.

Bazı eşyalar var ki teknoloji ne kadar ilerlerse ilerlesin yerini hiçbir şey tutmuyor. Çıkan muadilleri de yine onlara benziyor. Klavyenin keşfini göz ardı edersek kalem bu nesnelerden biri. Her ne kadar bugün dolmakalem kullanan biri görüldüğünde antika tutkunu sanılsa ya da hâlâ bilgisayar kullanmayıp el yazısı ile yazanlara ‘nesli tükenmiş' gibi bakılsa da teknoloji firmaları bunun böyle olmadığını ispatlayan ürünler geliştiriyor. Bunlardan biri bildiğimiz kâğıtla ve bildiğimiz kalemle yazılanları dijital ortama aktaran akıllı kalem. Telefona ve tablete not tutmak için iki baş parmağınızı ekran üzerinde gezdirmeye son veren kalemler bunlar.

Oree firmasının geliştirdiği stylegrophie adlı kalem, bunun en iyi örneklerinden biri. Kâğıda alınan notları dijital ortama aktaran kalem, deri kaplamalı A5 boyutunda not defteri ile birlikte satılıyor. Zaten bu defterde yer alan özel kâğıtlar kullanılmadan yazılanları kaydetmek mümkün değil. Defter, kalemin yaptığı hareketlerin kaydedilmesine imkan sağlıyor.

Apple da pazarı fark etti

Telefona veya tablete not tutmak ve bu notları bulutta saklamak her yerden erişim açısından büyük kolaylık sağlıyor. Ancak her zaman bu cihazlara ulaşım sağlanamayabiliyor ve doğrusunu söylemek gerekirse kâğıda not almak çok daha kolay oluyor. Orée Stylograph adı verilen kalem, kâğıda alınan notları dijital ortama aktararak kullanıcıların hayatını büyük ölçüde kolaylaştırıyor. Yazıları isterseniz eşzamanlı isterseniz sonradan Bluetooth aracılığıyla iOS veya Android cihazda bulunan kendi uygulamasına aktarabiliyorsunuz. 0.7 mm uca sahip kalem, arka kısmındaki usb girişi ile şarj edilebiliyor ve pil ömrü en kötü iki gün. Üstelik yazılanları bu süre içinde kendi hafızasında saklıyor.

Apple geç de olsa bu pazarı fark etti ve geçtiğimiz aylarda bir kalem tanıttı. Apple Pencil'ın iddiası en ince detaylı çizimlerin bile rahatlıkla yapılacak olması. Özellikle grafik tasarımcıların dikkatini çekecek olan kalem, tutuş şekli ve uygulanan baskıya göre yazım özelliklerine sahip. iPad'ler için tasarlanan şarjlı kalemin iPhone'larda da çalışması bekleniyor.


Ve AVM, semt pazarını keşfeder...

$
0
0

AVM'ler son zamanlarda semt pazarının renkliliğini keşfediyor. Açık otoparklarında ya da zemin katlarda kurulan pazar tezgâhları hem AVM'lerin soğuk yüzüne iyi geliyor hem ziyaretçilere.

Şehrin her yanında yükselen AVM'lerin alışveriş alışkanlıklarını değiştirdiği doğrudur. İhtiyaçlarını almak için evinden çıkan şehir insanı doğruca alışveriş merkezinin yolunu tutar. Ne semtindeki kıyafet mağazasına gözü ilişir ne de köşe başındaki ayakkabıcıya. Ancak değiştiremediği bir alışkanlığı var ki o da semt pazarlarının tabiri caizse altını üstüne getirmek. Domates tezgâhının önünde ‘seçmece yok abla' diye seslenen pazarcıya rağmen hızlıca ve ustalıkla en güzel domatesleri kese kağıtlarına doldurmak, sebzelerin albenisine dayanamayıp poşetler dolusu maydanoz, marul, roka ve bilimum yeşillik almak...

Semt pazarlarının cazibesini bazı AVM yöneticileri keşfetmiş olacak ki son dönemlerde AVM'lerin alt katlarında semt pazarını andıran organik pazarlar kuruluyor. Aslında AVM ruhuna aykırı duran konseptten müşteriler memnun görünüyor. Tıpkı semt pazarı gibi, mağazalardan bağımsız alanlara yerleştirilen sebze meyve tezgâhları ve organik kuru gıdalar neredeyse mağazalardan daha çok ilgi çekiyor. Arenapark'ın açık otopazarında kurulan organik pazar, AVM'nin ziyaretçi sayısını bile arttırmış. Buğday Ekolojik Yaşamı Destekleme Derneği'nin desteklediği pazarda 200 tezgâh var. Bu da alanın en az bir semt pazarı kadar geniş olduğunu gösteriyor. Alışveriş seçenekleri arasına pazar ekleyen AVM'lerden biri de Ataköy'de yer alan Airport. ‘Yüzde yüz ekolojik' iddiasıyla hizmet vermeye başlayan pazar da azımsanmayacak ölçüde ilgi görüyor. Haftanın bir günü kurulan ekolojik pazar için de diğer AVM'lerde olduğu gibi otopark alanı seçilmiş. Tezgâhlarda sergilenen kuru gıdalar, organik sebze ve meyveler diğer semt pazarlarına nisbeten çok daha düzenli ve temiz. Ayrıca burada pazarcıların bağırış çağırışı da yok. Gelen ziyaretçilerin birçoğu zaten devamlı müşteri. Her şeyin en doğalını almaya dikkat eden ekolojik pazar müdavimleri, meyve sebzenin yanı sıra temizlik malzemelerini de bu pazardan temin ediyor. İstanbul Esentepe'deki Astoria da pazar kuranlardan. Salı günleri belirlenen bir alanda tezgâhları açtıran AVM yöneticisinin hedef kitlesi ise diğerlerinden biraz farklı. Etrafı evden çok iş merkezleri ve plazalarla çevrelenen AVM de haliyle çalışanlara yönelik bir pazar düşünmüş. Astoria Genel Müdürü Ümit Teoman, “Ziyaretçilerin ihtiyaç duyduğu doğal ve organik ürünleri pazarımızda satışa sunuyor, talep edildiği takdirde istenilen adrese gönderimlerini de gerçekleştiriyoruz.” diyor.

AVM'nin yeme-içme katında kurulan organik pazarda; meyve sebzeden tuz ve şekere, bebek ürünlerinden kişisel bakım ürünlerine kadar birçok organik ürün tezgâhlarda yerini alıyor. Pazarda ekolojik sertifikalı ürünlerin satıldığını anlatan Teoman, “AVM'nin kendine özgü atmosferini de korumaya çalışarak ziyaretçi kitlemize yeni alternatifler sunuyoruz. Tezgâhlarımızın başında ise organik ürünler konusunda tecrübeli satış uzmanları bulunuyor.” diyor.

Öğrencileri için takla bile atarlar!

$
0
0

Aktif Eğitim Sendikası'nın düzenlediği ‘Okula Can Veren Öğretmenler' yarışmasında dereceye giren eğitim emekçileri 24 Kasım'da ödüllerini aldı. Bize de onlarınn başarı hikâyelerini aktarmak kaldı.

Aktif Eğitim-Sen'in yarışmasında internet üzerinden yapılan oylama sonuçlarına göre dereceye giren Ahmet Naç ve İbrahim Taş öğretmenlerin hikâyesi aslında meslektaşlarına ders verir nitelikte. Zira ikisinin de tek cümlede özetlediği hissiyat şu minvalde: “Bu işte çok çalışan, sistemin dışına çıkıp yenilikçi projeler üreten öğretmenler takdir almaz, aksine daha fazla zorlukla karşılaşır. Ama öğrencinin yüzünde gördüğün mutululuk ve onun başarısı her şeyin önüne geçer.”

Oylama sonucunda birinci seçilen Ahmet Naç, İstanbul'da bir ilköğretim öğretmeni. Onu daha önce öğrencileriyle birlikte tasarladığı üç boyutlu sınıfıyla tanımıştık. Ancak Naç'ın tek projesi haberlere konu olan rengarenk sınıfı değil. İkinci sınıf öğrencileriyle birlikte kurduğu radyo, okuma-yazma alışkanlığı konusunda birinci sınıflarıyla uyguladığı başka bir proje ve daha bir sürü anma ve yıldönümü etkinliği...

Konu eğitim olduğunda ‘bu bir sistem sorunu' deyip işin içinden çıkanlar çoğunlukta. Biz de yeni şeyler yapmanın işine nasıl yansıdığını soruyoruz genç öğretmene, “Belki de velileriyle ve okul idaresiyle en çok sorun yaşayan öğretmenlerden biriyim. Çünkü veliye ne yapmaya çalıştığımı anlatmak zaman alıyor, korkuyor. Çoğu zaman benim yaptığım şeyin onun çocuğunun iyiliğine olduğunu anlayamıyor. Eleştiriler alıyorum ama ne olursa olsun sonuç beni mutlu ediyor.” diyor.

Birinci sınıftan itibaren eğitim verdiği çocuklarda onu en çok üzen şey ise ailelerin, çocuklarının birey olmalarına izin vermemesi. Ona göre çocuklar yedi yaşlarındayken anne-babalarına gereğinden fazla bağımlı olarak okula başlıyor. Henüz hiçbir sorumluluk alacak veya çözüm üretecek yeterlilikte olmadıkları için Ahmet hocanın onlara bunu öğretmesi biraz zaman alıyor. Onun öğrencileri, çantalarını akşam kendisi hazırlamalı, ihtiyacı olan kitabı, kırtasiye malzemesini kendisi bilmeli. Bunlar basit şeyler gibi gözükse de çocuğun birey olmasında hayati önem taşıyor. Naç, “Ailesine bağımlı bir çocuğa hayatını planlamalısın, ders çalışmalısın diye öğüt verdiğimizde, ben neden düşüneceğim ki benim yerime annem-babam düşünüyor, dediği için biz çok zorlanıyoruz.” diyor. Bu yüzden de işe anne eğitiminden başlıyor; çocuğun çantalarını taşımayı, yerleştirmeyi, ödevlerini çocuğun yerine kendilerinin not almasını yasaklıyor.

Bütün bu tabuları yıkarken ve yeni yeni projeler üretirken bazı ailelerin ve tabii ki çevredeki sabit zihniyetli insanların direnciyle karşılaşıyor. Ama onun için bu büyük bir sorun değil, öğrencilerinde gözlemlediği değişim ve başarı, Ahmet hocayı motive etmeye yetiyor: “Bu memlekette çok çalışırsanız size akıl verenler artar, daha çok engeller çıkar. Mükâfatı başka yerde aramak lazım. Öğrencilerde gördüğüm bana en büyük ödül. Harika şeyler yaşadım onlarla, bunları hiçbir şeye değişmem.”

39 bin öğrencisi olan öğretmen

Okula can veren öğretmenlerden biri de oylamada üçüncü seçilen matematik öğretmeni İbrahim Taş. Denizli'deki okulda 120 öğrenciye matematik öğreten Taş'ın aslında tam 39 bin öğrencisi var. Nasıl mı? Genç öğretmen, okuldaki mesailerinden arta kalan vakitlerde YouTube üzerinden canlı matematik dersi veriyor. Türkiye'nin dört bir yanından öğrencilerin dinlediği İbrahim öğretmen, tıpkı okulda olduğu gibi burada da çocukların matematik korkusuna karşı savaşıyor. Onlara bu dersi sevdirmek için canla başla çalışan, kendi deyimiyle sınıfta türlü hallere giren Taş, “Rasyonel sayıları öğretirken sayının nasıl takla atacağını kendim takla atarak gösterdim. Adım ‘takla atan hoca'ya bile çıktı.” diyor. Bilgisayarın diğer ucundaki tanımadığı çocuklardan gelen mesajların bu konudaki azmini daha da artırdığını anlatan Taş, şöyle devam ediyor: “Çocukların olumlu yorumları mutlu ediyor beni. Şırnak'tan çocuk yazıyor. Hocam, Allah razı olsun diyor, ben burada düzelttim derslerimi diyor. Belki sokakta görsek tanımayız birbirimizi. Bu, paradan daha önemli benim için.” Taş'ın öğrencileri arasında, “Hocam siz bu işi parayla yapın, zengin olursunuz.” diyen de var, “Keşke sizi daha erken tanısaydım, matematiğimi daha önce düzeltmiş olurdum diyen de.” Bu sözlerle azmi daha da artan Taş, Türkiye'nin her yanındaki öğrencilerinin taleplerini tek tek yerine getirmeye çalışıyor.

Ceyl'an Ertem: Yuh insan öldürene, yuh kardeşi kardeşe düşürene

$
0
0

Ceyl'an Ertem, dünyaya ve topluma kayıtsız kalmayıp gördüğü sorunları yüksek perdeden seslendiren bir müzisyen. Bugüne kadar kendi şarkılarıyla tanıdığımız sanatçı, ‘Yuh' isimli cover bir albümle karşımıza çıktı.

Siz hep kendi şarkılarınızı söylerdiniz. Yuh bir cover albümü. Hikâyesi nedir?

Aklımda böyle bir albüm yoktu aslında. Hep orijinal ve yeni şarkılar üretip kaydetmek istiyorum. Yeniden yorumları da konserlerde canım istedikçe icra ediyorum. Ancak Ada Müzik ile birlikte çalışırken Levent Bey, benim yeniden bir yorum albümü ama protest bir çalışma yapmamı istedi. Yavaş yavaş bir repertuvar oluşturduk. Bu albümü ‘Amansız Gücenik' kaydedilmeden önce stüdyoya girip iki günde hücum kayıt olarak kaydettik. O albümü çıkartmayı düşünürken Sony Müzik ile anlaştım. Orijinal şarkılarım için daha heyecanlı olduğumdan Amansız Gücenik yayınlandı önce. Bu albümden Sony müziğe bahsedince çok heyecanlandılar. Hiç planlamamışken çıkmış olmuş.

Yuh'taki şarkıları neye göre seçtiniz?

Dünya ve memleket meselelerine dertlenen bir albüm. Mesela kadına şiddet mevzusu. Bunu kimin şarkısıyla anlatabilirdim; tabii ki Bergen. Çünkü o ülkemizde kadına şiddetin en önemli simgelerinden. Bu memlekette idealist bir müzisyensen neler yaşarsın neler çekersin? Bunu da en iyi temsil eden isim Yavuz Çetin. Kimsenin kimseye karışmaması gerektiğini Haydar Haydar'dan daha iyi anlatan şarkı var mı? Benim en çok dertlendiğim bir konu da kardeşi kardeşe düşürme meselesi. Bunu da Ahmet Kaya ve Âşık Mahsuni Şerif anlatıyor.

Yani anlatmak istediklerinizi önceki şarkıların sesi ve soluğuyla bir kere daha anlattınız...

Aynen. Özellikle bu isimleri seçtik. Bulutsuzluk Özlemi, Tülay German, Kul Nesimi, Sezen Aksu. Hepsi bilinçli seçimdi. Şarkıları dinledikten sonra aslında bugün yaşadığımız sorunların eskiden de yaşandığını fakat bugün biraz daha katlandığını hissediyoruz. Asıl sorunumuz insanın tabiatında olan kötülükle ilgili.

Şarkıların yeni düzenlemeleri çok farklı. Bu anlamda nasıl bir çalışma oldu sizin için?

‘Bir Erkek Yüzünden'de de ‘Amansız Gücenik'te de Can Güngör emeği var. Albümde en güzel solo Bulgar müzisyen Tamer Karaoğlu'na ait. ‘Uçurtma'yı Cihan Mürtezaoğlu ile yaptık. ‘Odam Kireç Tutmuyor'da Cihan Mürtezaoğlu'nun emeği var. Bu üç şarkı dışında geri kalan yedi şarkının düzenlemeleri Cenk Erdoğan'a ait. Aslında bu albümde biraz daha grup müziği öne çıkıyor. Her şey akustik bir de canlı olsun istedik.

Albümün adı ‘Yuh'. Nelere yuh diyorsunuz?

İnsanların birbirine düşmesine, kendisini diğerinden üstün görmeye çalışmasına, birbirini ötekileştirmesine yuh diyorum. Mesela politikacılarımıza en çok kimi seviyorsunuz diye sorsak, Neşet Ertaş, Âşık Veysel der. O zaman şunu söylemek gerekiyor. Yahu siz bu ozanların söylediklerinden hiç mi bir şey anlamadınız, ders çıkartmadınız? Bütün inançlarda ve öğretilerde ‘öldürmeyeceksin' diyor. Benim en çok yuh dediğim politik oyunlar uğruna kardeşi kardeşe düşürmek.

Bugüne kadar hep protest tavrınızla ön plandaydınız. Sizin eleştirdiklerinize ses çıkarmayan meslektaşlarınıza ne diyorsunuz?

Kimse bunu yapmak zorunda değil. Kimse konserlerinde bunlardan bahsetmek ve bunlar üzerine şarkılar yazmak zorunda değil. Ama mutlaka tavrını ve duruşunu korumak zorunda. Şifreli bile olsa şarkılarında bunu söylemeli. Mesela Barış Manço. ‘Hemşerim Memleket Nire? Bu dünya bizim memleket' diyor. Kardeşlik bundan daha iyi anlatabilir mi? Kimse politik olmak zorunda değil.

Siz niye böylesiniz peki?

Bilmiyorum. İnsanlar bana ‘Bir sus bir konuşma, seninle aynı düşünmeyenler seni dinlemeyecek.' diyor. Ama ben dinleyicilerimi kaybedeceğim duygusuyla yaşayabilecek bir müzisyen değilim. Ben birinden, bir partiden, bir politikacılardan yana değilim. İyilikten yanayım. Tek derdim bu, bunu da söyleyeceğim.

Kendi kendinize bu işlere artık girme, çok para kazan dediğiniz olmadı mı hiç?

Menajerim bana beş yıllık planlarımı sormuştu. Ben de ona canım çektiğinde gidip pasta alabileyim bu bana yeter, demiştim. Bir beklentim yok. Konserlerimiz iptal edilip bizi susturmadıklarında kiramı ödüyor, kedilerimi besleyebiliyorum. Ev, araba alayım gibi hırslarım yok. Böyle beklentim olmadığı için derdim de yok.

Bizi televizyonda gördükleri şovmenlerle karıştırmasınlar

Konserlerimizi iptal etmedikleri sürece sıkıntı yok dediniz. Her üzücü olayda müziğin susmasını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Ben her yere karayoluyla gidiyorum. Taşkın abi diye bir şoförümüz var, tonmaisterimiz Berk var, müzisyen arkadaşlarım var. Bana ‘Ceyl'an üç konser iptal etsen ne olacak?' diyorlar. Bana konser yapma dediğinde bu insanlara evine ekmek götürme, çoluğunu çocuğunu geçindirme diyorsun. Peki benden bunu isteyenler işlerine gitmiyor mu? Ankara'da yüzü aşkın vatandaşımız katledildi. Hadi kapatın bütün dükkânları, diziler yayınlanmasın. Siyah kurdele taktığınızda bu iş halloluyor mu? Ekrana terörü lanetliyoruz yazıp program yapan Seda Sayan'ı alkışlıyorsun da beni neden yuhluyorsun? Ne kadar ikiyüzlüsün. Ne kadar günah ve ayıp.

İşin bir de manevî; tarafı var…

Evet, konser iptal et dendiğinde aylardır o turneyi bekleyen bilet almış insanlar üzülüyor. Memlekette üzülecek çok şey var. Biz sahnede şifa buluyoruz. Bizi televizyonlarda gördükleri müzisyen diyemediğim şovmenlerle karıştırıyorlar.

Fransa'daki saldırı, konser salonuna yapıldı. Çoğu kişi bunun aynı zamanda müziğe bir saldırı olduğunu söyledi. Siz ne düşünüyorsunuz?

Çok doğru. Korkalım istiyorlar. Peki sonra ne olacak? İnsanlar korkacak. Politikacılar emir verecek, bir yerler bombalanacak. Maalesef üzüldüğümüz ve yuh dediğimiz o kadar çok olay var ki...

Kıymetiniz ölmeden bilinsin diye!..

$
0
0

Jeoloji profesörü Celal Şengör'ün geçtiğimiz günlerde verdiği röportaj çok konuşuldu. Şengör'ün skandal sözlerinden yola çıkarak genç dehalar için ‘Ölmeden önce kıymetinizin anlaşılması için yapılması gerekenler' listesi hazırladık.

Celal Şengör, boynundan hiç çıkarmadığı papyonu, “Bakın ben profesörüm.” diye bağıran gözlükleri ve sakalıyla isminden ziyade cismi akılda kalanlardan. Ancak onu artık sözleriyle de hatırlayacağız. Zira jeoloji profesörü, geçtiğimiz günlerde Armağan Çağlayan'a verdiği röportajda deprem etkisi yapan cümleler sarf etti. 12 Eylül döneminden bahsederken “Goriller de dışkısını yiyor, zararlı değil.” diye dışkı yedirmenin işkence olmadığını söylemesi mi dersiniz, dönemin mimarlarından “Kenan Evren'in her yaptığını onaylıyorum.” deyişi mi yoksa kendini Türkiye'deki üç elitten biri olarak sayması mı… Sonrasında sözlerinden dolayı özür dilese de, bazılarınca bu özrün algılanışı ‘kıvırmak'tan öteye gidemedi. Sonrasında hocanın odasına içi dışkı dolu kap bırakanlar bile oldu. Sonuç ne olursa olsun ortada bir gerçek var. Hani hep şikayet ederiz ya millet olarak, büyük dehaların, bilim adamlarının kıymeti ölmeden anlaşılmıyor, kimse onları tanımıyor diye. İşte Celal Şengör, bu konuda bir istisna oldu. Biz de Şengör'ün skandal sözlerinden yola çıkarak “Aman ne uğraşacağım ya!” diyerek kolay yolu tercih edecek genç dehalar için ‘Ölmeden önce kıymetinizin anlaşılması için yapılması gerekenler' listesi hazırladık.

Yazdığınız kitapların ismini ‘Bizden adam olmaz' mantığıyla seçin: Fizik, kimya, biyoloji hatta kozmetik-güzellik ya da moda bile olur. Yazdığınız kitabın içeriği ne olursa olsun, ismi herhangi bir bilim adamının neden Türk olmadığını sorgulasın. Ne bileyim bir Edison, bir Tesla, bir Galilei neden Türk değil mesela? Neden? Çünkü cahiliz. Cahil demişken kitabın önsözüne de Türk halkının ne kadar cahil olduğu sosundan serpiştirmeyi ihmal etmiyoruz tabii.

Atatürk'ü Hitler'e benzetmekten çekinmeyin ama klişeleri yıkın: Atatürk, Türk milletinin çoğunun sevdiği bir lider. Yine de röportajlarınızda kendisini azılı bir diktatör olan Hitler'e benzetmekten çekinmeyin. Ama diye de ekleyin ve Hitler'in Almanlığı kutsayarak Almanları birleştirdiğinden, zor olanı başardığından filan söz ederek kendisini övmeyi ihmal etmeyin. Kafanız karıştı değil mi? Böylelikle Atatürk'ü de övmüş olacaksınız. Ne şiş yansın ne kebap…

Demokrasi çok hoştur ama bana ne?: Devletimizin de yönetim biçimi olan demokrasi şimdi tabii ki hoş bir şey ama bizim neyimize! İsviçre'de filan olsun ama bize uygun değil. Bizi bu saatten sonra elitlerin iktidarına dayanan aristokrasi paklar. Buna inanın ya da en azından inanıyormuş gibi yapın.

Kronik ‘Halkı aşağılamazsa ölecek hastalığı'na yakalanın ve asla iyileşmeyin: Halkı köylü, cahil, pis insanların toplamı olarak görün. Alakalı alakasız ne konuda size mikrofon uzatılsa bu konudan dem vurun. Onlarla aynı havayı solumanın günden güne üstün dehanızı nasıl erittiğinden filan söz edin sürekli. Aysun Kayacı'nın “Benim oyumla çobanın oyu bir mi?” söylemini devam ettirin ama bunu yaparken Aysun Kayacı'yı aşağılamayı da unutmayın.

Halk yetmez tüm insanlıktan iğrenin: Sadece bulunduğunuz toplumu aşağılamakla yetinmeyin. Bu nefretinizi tüm insanlığa taşıyın. Asla insan canlılarının bulunduğu ortamlara girmeyin. Alışveriş, sinema, restoran filan… Öyle bakkala gidip ekmek almak da yok bundan sonra. Ne o öyle köylü gibi! İlle de dışarı çıkacaksanız Viyana'ya gidip opera filan izleyin. En azından kendiniz gibi elit insanlarla aynı oksijeni solumuş olursunuz.

Doğal afetlerin güzelliğinden dem vurun: Deprem olmuş binlerce insan ölmüş, ortalığı sel almış yüzlerce yaralı varmış filan. Böyle ufak(!) detaylarla güzel beyninizi meşgul edip hassas kalbinizi üzmeyin. Onun yerine “Deprem olunca fay ne güzel kırılmış.”, “Sel olabilir ama o dalgaların köpürtme sesi…” filan gibi şiirsel konulara odaklanın. Hem size ne canım?

Yakın tarihteki trajedilere ışık tutmak yerine dışkının yenebilir, idrarın içilebilir olduğunu ispatlayan mönüler oluşturun: Mümkün olduğunca haklının değil güçlünün yanında yer alın. Size ne canım darbeymiş, işkenceymiş filan. Yaşandı bitti saygısızca… “Hem ne olmuş yani goriller de dışkısını yiyor, valla bak.” gibi cümleleri basına verdiğiniz demeçlerde eksik etmeyin. Cahil halkınız yine de ikna olmazsa ispat etmekten çekinmeyin. Afiyet olsun!

Hanimiş benim paşam?: Kendinize mutlaka hayran olup tüm yaptıklarını onaylayacağınız bir paşa seçin. Paşa derken Zeki Müren'i kastetmiyoruz tabii. Zaten siz hiç yerli müzik dinlemezsiniz hep yabancı… Ne diyorduk? Yakın tarihten eli kanlı bir paşayı idol seçin ve her yaptığını onaylayın. Artık işkence olur, katliam olur, darbe olur orası sizin bileceğiniz iş. Soran olursa silahlı kuvvetlerin özünde ne kadar elit olduğundan filan bahsedersiniz.

En çok ben elitim, onlar değil ben, ben, ben: Egonuzu mümkün olduğunca şişirin, korkmayın hiçbir cahil patlatamaz. Sürekli “Eski elitlerden kim kaldı azizim?” vurgusu yapıp, bir elin parmaklarını geçmediklerinden filan yakının. Bu isimleri saymanız istenirse mutlaka kendi adınızı araya bir yere sıkıştırın. Elit olmadığını düşündüğünüz insanlarla asla aynı havayı solumayın, gerekirse oksijen maskesi kullanın.

Zor olanı seviyor insan her defa: Tüm bu listeleri eksiksiz uygularsanız siz de yarın öbür gün gündeme oturan bilim adamları arasına adınızı altın harflerle yazdırabilirsiniz. Ha tabii bunun bir yolu daha var ama zor. Hücrelerin hasar gören DNA'ları nasıl onardığını anlatan araştırmalarıyla Nobel kimya ödülüne layık görülen Aziz Sancar gibi. Yabancı basına verdiği röportajlarda -muhtemelen öyle olmadığı halde- Güneydoğu'da nasıl da iyi şartlarda okuduğunu, nasıl da güzel öğretmenlere sahip olduğunu anlatması gibi. Ama boş verin ya, kim uğraşacak değil mi?

Can dostum

$
0
0

Gazete sayfalarında ya da haber bültenlerinde dikkatimizi çekmiştir “minik bebeği ölümden kurtardı” ya da “ölen sahibinin mezarı başından günlerce ayrılmadı” haberleri.

Kimi zaman dostlarımızla kuramadığımız bağı köpeğimizle ya da muhabbet kuşumuzla kurmuşuzdur. Ölümüyle derinden üzülmüşüzdür. Onun için mezar yaptıranlarımız bile olmuştur. Günlerce muhabbet kuşunun “anne” ya da “babacım” demesi için uğraşan teyzeleri duymuşuzdur. Bu sevgi ilerleyen zamanlarda benzerliğe bile dönüştürülür. Adı Body ya da Fıstık olsun, o artık evin bir üyesi haline gelir, hatta kimlik kartı çıkartılır.

Küçüklüğümden aklımda kalan en taze anılardan birisi evimizin etrafında geceleri bekçilik yapan Sezar. Bir Alman kurdu olan Sezar, gündüzleri kulübesinde uyurken bile postacıların korkulu rüyasıydı. En büyük zevki top oynamak ve arabanın ön koltuğunda oturmaktı. Sabahları patisiyle kapıyı tekmeler ve susadığını anlatmaya çalışırdı. Mahalle bakkalına ekmek almaya gittiğimizde bekçilik yapar, market önünde kendisine vereceğimiz pötibör bisküviyi heyecanla beklerdi. Sezar öldüğünde mahallenin bütün çocukları üzülmüştü. Mezarı olarak da bir kavak ağacının yanı seçilmişti.

Suriye'nin ‘kayıp Türkler'i

$
0
0

Bayırbucaklılar, son günlerin ismi sıklıkla duyulan ‘kayıp Türkler'i. Suriye'deki iç savaş dördüncü yılını geride bırakırken onların trajedisi yeniden gündeme geldi.

Bayırbucak Türkmenleri, son günlerin en çok duyulan ismi. Suriye'deki savaş, dördüncü yılını geçti. Esed rejiminin kendi halkına uyguladığı kavmiyetçi politika ortada. Çok parçalı Suriye Devleti'nin dikkat çeken ve aslında unutulan; ama iç savaşla yeniden gündeme gelen halkı ise Bayırbucak Türkmenleri kuşkusuz. Peki, kim bu son zamanlarda kıyıma uğrayan sınırdaşındaki Türkler, ne zamandan beri oradalar? Bu ve benzeri sorular hafta içinde cevabını buldu; lakin biz yine de kenarda kalmış bilgilerle ‘kayıp Türkler'in izini sürelim.

1918'e kadar Osmanlı'ya bağlıydılar

Suriye'deki Türklerin varlığı 7. yüzyıldan itibaren Oğuz boyları akıncılarının Irak ve Suriye'de görünmesiyle başlıyor. 10. yüzyılda Tolonoğulları'nın bu coğrafyada varlıklarını kabul ettirmesiyle de Türklerin yerleşimi devam eder. Buradaki Türk boylarının ilk sahneye çıkışı ise 1096'da vuku bulan Haçlı ittifakına karşı, Selahaddin Eyyubî;'nin yanında Müslüman ordusunda yer almasıyla tarihlenir. 1516'da da dokuzuncu Osmanlı padişahı Yavuz Sultan Selim'in Memlüklüleri yenmesi sonrası Mısır'la beraber Suriye de imparatorluğa bağlanmış, böylece oradaki Türkler, Osmanlı olmuş olur. Bölge, 1918'e kadar yani 402 yıl kesintisiz olarak Osmanlı hâkimiyetinde kalır. Bu dönemde, Suriye'de Türkmen yerleşimi artarak devam eder ve bölgede önemli bir Türk nüfusu oluşur. Birinci Dünya Savaşı sonunda Suriye'deki Türk idaresi sona erer. Ancak Türkiye'nin Suriye'ye olan ilgisi Kurtuluş Savaşı esnasında da devam eder. Osmanlı'nın çekilmesiyle Suriye Türkmenleri, kendi millî; mücadelelerini başlatır. Ahmet Nabğalı liderliğindeki Suriye Türkmenleri, Atatürk'ün de ilgisini çeker. Şunu da not düşelim: O tarihlerden bu yana Suriye Türkmenleri henüz lider çıkaramamıştır. Türkiye ile Fransa arasında 20 Ekim 1921 tarihinde imzalanan Ankara Anlaşması'nın 7. maddesi, “Suriye'deki Türkmenlerin resmî; dillerinin Türkçe olmasını ve tüm kültürel sosyal haklarının korunmasını” içeriyor. Dolayısıyla Ankara Anlaşması Suriye Türkmenleri konusunda Türkiye'ye garantörlük hakkı veriyor.

Kökenleri Karamanoğulları'na dayanıyor

Ortadoğu tarihi uzmanı Erol Çalı'nın verdiği bilgiler şöyle: Bayırbucak, Hatay sınırlarından başlayıp Lazkiye sınırlarına kadar uzanan 60 km kadar, coğrafî; yapısı itibarıyla Amanos Dağları'nın devamı olan bölgenin adıdır. Hatay'ın Yayladağı ilçesi dâhil olmak üzere Lazkiye'ye kadar uzanan bölgede tamamıyla Bayırbucak Türkmenlerinin yaşadığını söyleyen Çalı, “Bayırbucak Türkmenlerinin soyu Karamanoğlu'ndan gelir. Ve Osmanlı döneminde İç Anadolu ve Akdeniz bölgelerinden getirilip yerleştirilmişlerdir. Suriye'nin Akdeniz kıyılarında, başta Lazkiye şehir merkezindeki Ali Cemmel Haresi (Türkmen Mahallesi) olmak üzere Basit, Bayır, Kesap nahiye ve köylerinde yaşamaktadırlar. Türkmen köylerinin arasında Arap köyü bulunmuyor. Bayırbucak Türkmenleri, çoğunlukla çiftçilik, rençperlik ve tarımla uğraşır. Lazkiye'deki Türkmen yerleşim yerleri; Bayır, Bucak, Burç İslam ve Sılayip Türkmen beldeleri ve köylerden mürekkeptir.” diye konuşuyor.

Esed ailesi Türkmenler içinde büyüdü

Esed ailesinin Türkmenler içinde büyüdüğünü söyleyen Erol Çalı, Türkmenlerin bugüne kadar mezhepsel mesafe ve gerginliğin dışında ciddî; sorunlar yaşamadığına dikkat çekiyor, “1970 sonrası rejime hâkim olan Nusayriler, Türkmenlere karşı sindirme politikası uyguladı. Göstermelik olarak devletin üst kademelerine Türkmenler getirildi ama Baas rejimi menfaatleri dışına çıkamadı.” Bugün Suriye topraklarında üç buçuk milyon Türkmen var. Bayırbucak'ta ise iki yüz bin kadar Türkmen varlığından söz ediliyor. Ancak dört yıldır verilen mücadele ve göçler nedeniyle bu sayı oldukça düştü. Çalı'ya göre, bilinçli yapılan bu nüfus azaltma operasyonları, yeni çizilecek haritalara altyapı teşkil ediyor.

Hac kervanlarına güvenlik koridoru oluşturdular

Erol Çalı'ya göre, Bayırbucaklılar Abbasî;, Selçuklu, Zengî; ve Eyyubî; dönemlerinde ordunun bel kemiğini oluşturuyordu. “Ön karakol görevi şeklinde yerleştirilen Türkmenler, Moğol ve Haçlı saldırıları karşısında İslâm dünyasının kalbi olan Mekke ve Medine'ye gelebilecek tehlikelere Suriye'de siper olmuşlardır.” diye konuşan Çalı, 1516'dan sonra I. Selim döneminde ‘şenlendirme politikası'yla İç Anadolu'dan getirilen Türk ailelerin bu bölgelere yerleştirildiğini belirterek; Türkmenlerin sürre alayı ve hac kervanlarına güvenlik koridoru oluşturduğunu hatırlatıyor. Bayırbucak bölgesi, Osmanlı'da İskenderun'a bağlıdır. 1937-39 arası Hatay, önce bağımsız devlet, sonra Türkiye Cumhuriyeti'ne dâhil olur. Bayırbucak bölgesi ise Suriye sınırları içindeki Lazkiye'de kalır.

Çocuğumu sağ alıp ölü verdiler

$
0
0

15 yaşında bir çocuk, Bahçecik Cezaevi'nde intihar etti 12 gün önce. Türkiye'nin yoğun gündemi arasında kendisine yer bulamadı hikâyesi. Son 6 yılda 10 çocuğun hayatını kaybettiği çocuk cezaevleri sorunu, kangren haline gelmiş durumda. Çocuk hakları savunucularına göre çözüm, çocuk adalet sistemini değiştirmek.

Trabzon Bahçecik E Tipi Kapalı Ceza ve İnfaz Kurumu'nda tutuklu bulunan 15 yaşındaki E.N., 16 Kasım'da intihar etti. Türkiye'nin hallaç pamuğuna dönen gündemi içerisinde ayrı bir gündem oluşturmadı onun hikâyesi. Ancak 22 Sivil Toplum Kuruluşu (STK) 20 Kasım Dünya Çocuk Hakları Günü'nde bir kez daha haykırdı; “Çocuk tutukluluğuna hayır” diye…

‘Çocuk Cezaevleri Kapatılsın Girişimi, E.N.'nin hayatını kaybetmesinden dolayı Adalet Bakanlığı, Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürlüğü ve Trabzon Cezaevi idaresi hakkında suç duyurusunda bulundu. Girişimin genç üyesi Alper Yalçın, son 6 yılda hak ihlallerinden ve ihmallerden dolayı cezaevlerinde 10 çocuğun hayatını kaybettiğini ifade ediyor. Adalet Bakanlığı'nın eylül sonu verilerine göre 2 bin 435 çocuğun hapiste olduğuna dikkat çeken Yalçın, çocukların içeride neler yaşadığını anlatıyor: “Çocuklar, hapishane yönetimi tarafından verilen 3 öğün yemek dışında, içecekleri su dâhil, tüm temel ihtiyaçlarını kantinden satın almak zorunda. Parası olmayan suyu musluktan içiyor. Aydınlatma dışındaki elektrik masrafını ödemeye de mecburlar. Ailelerini aramaları için 3 lira, mektup gönderebilmeleri için 1.25 kuruşa sahip olmaları gerekiyor. Kapalı görüşlerde aradaki camdan ötürü ailelerine sarılamıyorlar, ki çoğunun ailesi parasızlıktan dolayı ziyarete gelemiyor. Hapishane kurallarına uymadıkları takdirde günde 21 saat olmak üzere 5 gün boyunca odaya kapatma gibi disiplin cezası alıyorlar. Çıplak aramalara maruz kalıyorlar.”

Cezaevleri suçu önlemiyor

Alper Yalçın, 18 yaş altı çocukların yüzde 68'inin tahliye olduktan bir yıl sonra adalet sistemine yeniden dâhil olduğunu aktarıyor. Nitekim bu veriler, çocuk adalet sistemindeki başarısızlığın açık göstergesi. Türkiye'de Çocuk Koruma Yasası'nın 2005'te çıkarıldığını düşündüğümüzde ise sonuç olağan!

Peki diğer ülkelerde gidişat nasıl? Örneğin 1923'ten beri çocukların korunmasını benimseyen Almanya çok daha iyisine ulaşmak gayretiyle yasalarını tam 8 kez değiştirmiş. Çocukların gelişimini ve eğitimini temel alan Almanya, bu yönde bir adalet sistemi inşa etmiş. Hollanda, suça sürüklenen çocukların sürekli adalet sistemine girmesini bir kriz olarak görmüş, onları sosyal hizmet uzmanları ve psikologlarla destekleyerek rehabilite olmalarını hedefleyen bir sistem kurmuş. Üstelik bu ülkeler hala en iyi sisteme ulaşma çabasını sürdürüyor. Darısı Türkiye'nin başına.

Genç aktivist Yalçın'a göre, çocukların maruz kaldığı uygulamalar ve psiko-sosyal destek veren personelin azlığı, iyileştirme iddialarının gerçekçi olmadığını ortaya koyuyor. İnfaz koruma memurlarının sayısı 38 bin civarında iken psiko-sosyal görevlisinin sayısı bin 300 civarında. 170 binin üzerinde mahkûm var, bin 300 kişi 170 bin kişi için ne yapabilir? Çocuklar ile en çok infaz koruma memurları iletişim kuruyor ve bu iletişim bir uzmanlığı gerektiriyor. Uzman sayısının az olması infaz koruma memurlarını da zor durumda bırakıyor.

Çocuk Hakları Savunucuları hapishane inşa ederek çocukları cezalandırmak yerine, buraların kapatılarak, çocukları koruyan ve destekleyen yöntemlerin temel alındığı bir çocuk adalet sisteminin mümkün olduğuna inanıyor.

İHD: Devlet eliyle suça yöneltiliyorlar!

İnsan Hakları Derneği Çocuk Komisyonu da çocuğa dokunan hemen her konuyla ilgileniyor. Mülteci çocuklar, çocuk işçiler, istismara uğrayanlar… Komisyondan Ruken Kaya, Selahattin Okçuoğlu, Zale Karademir ve çocuk üye Serhas Şahin ağırlıyor bizi. Mahpus çocukların mağduriyetleri de ilk gündemleri arasında yer alıyor. Ruken Kaya, “Çocuklar devlet eliyle suça yöneltiliyor. Sanki eğitim görüyorlar, çıktıklarında bambaşka bir halde buluyoruz. Baklava çaldığı için kelepçelenen o çocuk ne halde?” diye soruyor. Sözü alan Selahattin Okçuoğlu da “Küçük bir suçtan içeri giren çocuk mafyavari bir şekilde dışarı çıkıyor. Topluma kazandırılması gerekirken iyice suça bulaşıyor. Yeni cezaevleri açmak da yeni toplama kampları inşa etmek anlamına geliyor. Bu çocuklar, psikolog gözetiminde ve eğitimle rehabilite edilmeli.” şeklinde konuşuyor. Zale Karademir de çocukların en temel haklarından dahi mahrum bırakıldığına dikkat çekiyor ve onlarla ilgili yasanın kâğıt üzerinde kaldığını ifade ediyor. Çocuk üye Serhas Şahin, Türkiye'de çocuk olmanın hiç de normal olmadığını söylüyor. Sıraya girdiklerinde diğerleri hep önüne geçmeye çalışıyormuş. Serhas da onlara engel olarak hakkını savunuyor ve arkadaşlarına haklarını öğretmeye uğraşıyormuş.

Mektupları ücretsiz göndersinler

Ceza İnfaz Sisteminde Sivil Toplum Derneği, 12-18 yaş arası mahpus çocukların ücretsiz mektuplaşabilmesini istiyor. Hapishanelerde dışarıya mektup göndermek ücrete tabi. Yani PTT pulu almanız gerekiyor. En az gramdaki mektup bile 1,25 TL ücretle gönderiliyor. Dernek, hapishanedeki çocukların aile ve arkadaşlarına mektup yollamasının ücretli olmasını anlamsız buluyor ve “Çocuk mahpuslardan pul ücreti alınmasın.” diyor.

‘Benim çocuğum yaşamı seven bir çocuktu'

Çocuk hakları savunucusu avukat Tülay Bingöl, cezaevinde intihar eden 15 yaşındaki E.N.'nin annesiyle görüşmüş. Anne Sema O. konuşmasına, ‘Benim çocuğum yaşamı seven bir çocuktu' diyerek başlamış ve cevap bekleyen soruları bir bir sıralamış. Avukat Bingöl, hikâyenin gerisini annenin ağzından anlatıyor:

Bir gün eve polisler gelmiş ve ‘parmak izi alacağız' diyerek çocuğu götürmüşler. Anne Sema O. iki gün boyunca evladından haber alamayınca polisleri aramış ve onun tutuklandığını öğrenmiş! Oğlunun kapalı yerlerde duramadığını anlatan Sema O. onun ‘Anne her gün yanıma gel' isteğini de yerine getirmeye çalışmış. Ancak cezaevi yönetimi ‘1 hafta sonra gelin, bugün müsait değil' diyerek çoğu zaman anneyi geri yollamış. Oğlunu görme imkânına kavuştuğu ilk anda “Neden bu kadar zayıfladın?” diye sormuş, E.N. “Burada bize 1 dilim ekmek veriyorlar, kantinden bir şey alırsam da diğer büyük çocuklar elimden alıyor. Tuvaleti temizletiyorlar, çamaşırlarımızı kendimiz yıkayıp asıyoruz, bardak-tabakları yıkıyoruz.” şeklinde cevap vermiş.

Ve bir sabah saat 9 civarında cezaevinden telefon gelmiş. Annesi ‘başka çocuklarla kavga etti herhalde, kolu bacağı kırıldı' diye düşünmüş. Çok geçmeden de acı gerçekle yüzleşmiş. “Çocuğumu sağ aldılar, ölü geri verdiler.” diyen anne, gerçekleri bilmek istiyor ve soruyor: “Dayıları kamera kayıtlarını görmek istemiş ancak göstermemişler. Kolumda gençliğimden kalma bileziklerim vardı, cezaevine girerken çıkarmam gerekiyordu. Çıkaramayınca bilezikleri kestiler. İçeri bileziklerimle bile giremiyorsam cezaevinde çamaşır ipinin işi ne? Benim çocuğumun ruhsal durumunu biliyorlar. Orda bıçağın, çatalın işi ne? Neden herhangi bir tedbir almadılar? Her şeyi bilmek istiyorum!”

‘Bir çocuğun saç teli bile zarar görmesin artık!'

Avukat Tülay Bingöl, çocukları hapsetmenin kamusal ve bireysel menfaatleri korumadığına dikkat çekiyor. Hapishanelerin şiddet ürettiğini, yeni sorunların katlanarak karşımıza çıktığını anlatan Bingöl, “Bir çocuğun saç teli bile zarar görmesin artık.” diye haykırıyor ve çocuk cezaevlerinin kapatılması gerektiğini savunuyor. Alternatif modellere başvuran ülkelerde çocuk suçlarının azaldığını ifade eden Bingöl, ilkel yöntemlerde ısrar edildiğini söylüyor.

İntihar, Meclis gündemine taşındı

CHP İstanbul Milletvekili Mahmut Tanal, Trabzon Bahçecik Cezaevi'nde intihar eden 15 yaşındaki E.N.'nin ölümünü Meclis gündemine taşıdı. Hem de 20 Kasım Dünya Çocuk Hakları Günü'nde… Sorularına henüz cevap alamayan Tanal, “Kimlerin kusuru var, bu olay gerçekten intihar mı?” diyor ve olayın takipçisi olacağını belirtiyor. Çocuk cezaevlerinin de çocukları ıslah etmekten uzak olduğunu vurgulayan Tanal, “Buralar adeta suç üretme merkezine dönüşmüş durumda. Çocuklar örgüt üyesi lideriymiş gibi yetiştiriliyor. Yasaya göre aynı yaş ortalamasına sahip çocuklar bir arada kalabilir ama buna dikkat edilmiyor. Bu şekilde kanunun amacına ters uygulamalar var. Bunların değişmesi için mücadele edeceğim.” diyor.


Müslümanlar, bu kez Charlie Hebdo'daki gibi ‘ama'lı cümle kurmuyor

$
0
0

IŞİD'in Fransa'da yaptığı katliam sonrası Müslümanlar da mağdur oldu. Katliamın etkilerini ve Fransa'daki Müslümanların durumunu, göçmenler konusunda en yetkin isimlerden biri olan Strasbourg Üniversitesi'nden Prof. Dr. Samim Akgönül'e sorduk.

Saldırının etkisiyle Fransa'daki ve dolayısıyla Avrupa'daki Müslümanları nasıl bir gelecek bekliyor?

Normal hayatlarını yaşayan yüzlerce insan siyasî; kimliklerinden bağımsız olarak öldürüldü, parçalandı. Ve bu ‘İslam adına' yapıldı. Kim ne derse desin, istendiği kadar ‘gerçek İslam bu değil' densin, bu cinayetleri işleyenler ‘gerçek İslam bu, sizinki gerçek İslam değil' diyor. Bu açıdan bakıldığında günlük hayatlarında inançlı ve davranışlarında samimi olan Müslümanlar toplumsal algıda potansiyel radikal olarak konumlandırılabilir ve bundan bir toplumsal ayrımcılık doğabilir. Ancak genel anlamda Fransa'da Müslümanlara karşı bir ‘nefret söylemi' doğduğunu da söylemek haksızlık olur. Bu açıdan bakıldığında Fransa sisteminin bu saldırılara da direnç göstereceğini umabiliriz. Ama hep bir ‘ama' var. Örneğin seküler değerlere karşı keskin bir söylem geliştirilen camiler kapatılıyor, birkaç imam ev hapsinde. Bu uygulamalar yanlış. Bu tip gruplara ya da bireylere sempati duyduğumdan değil, bu uygulamaların hınç ve intikam duygularını körükleyeceğini düşündüğümden...

Tıpkı Fransız devriminde ya da öğrenci hareketlerinin başlangıcında olduğu gibi Paris'ten tüm dünyaya ‘Müslümanlara' karşı bir hareket başlayabilir mi?

Hayır. ‘Medeniyetler çatışması' çılgınlığını ne olursa olsun bunu önlemek gerek. Fransa'daki siyasî; otoriteler bu çılgınlığı körükleyecek açıklamalar yapmıyor ayrıca Türkiye'nin aksine Fransa'da hâlâ etkili olan aydınlar da bu konuya dikkat çekiyor. Fransa'nın 2001 sonrası ABD'de olduğu gibi, yeni bir ‘haçlı seferi'nin öncülüğünü yapacağına inanmıyorum. Bu olaylar seçimlerde milliyetçi ve ırkçı sağın oylarını artırabilir ancak Fransa'da köklü siyasal kurumlar ve toplumsal algılar var, bunlar bir günden diğerine o kadar çabuk değişemez. Kaldı ki, Paris saldırılarında İslam adına katledilenler, Müslümanlara en sıcak bakan, en kültürcü, sol değerlere inanan insanlardı. En azından o mahalle İstanbul'un Cihangir'ine benzeyen bir mahalle. Eşini kaybeden Fransız'ın dediği gibi, bu şiddet yanlısı Müslümanlar, Fransa kamuoyunun nefretini kazanmayı başaramayacak.

Sizin birebir görüştüğünüz Fransız öğrencilerin ya da dostlarınızın olaya bakışını örneklerle anlatabilir misiniz?

İki cevabım var. Bu bir-iki haftada hem yukarının (siyasi otoriteler, Birleşmiş Milletler yetkilileri) hem de aşağının (camiler, Müslüman dernekleri, öğrenciler, Müslüman mahallelerindeki gençler) nabzını tutma imkânım oldu. Özellikle Müslümanların yoğunlukta olduğu mahallelerde gençlerle görüşmem için çok talep oldu. Buralarda faaliyet gösteren sivil toplum örgütleri oldukça endişeli ve bu endişeyi iyiye işaret olarak görüyorum zira genelde söylediklerim ve yazdıklarımla oraya dokunmam zor. İkinci gözlemim daha önemli. Ocak 2015'teki Charlie Hebdo toplu cinayetlerinden sonra genç Müslümanlarda hep bir ‘ama' vardı. ‘Üzüldük ama onlar da...' vs. 13 Kasım saldırılarından sonra bu ‘ama'yı kullanmıyorlar. Herkes samimi bir şekilde acıyı paylaşıyor zira hedeflerin öldürülmesini meşrulaştıran bir söylem bulmak çok zor.

Gazetecilerin ikinci adresi adliyeler oldu

$
0
0

Türkiye'de iktidarın sözcüsü olmayan gazetelerin yayın yönetmenleri ya da yazarlarının yolu bir şekilde adliyeyle kesişiyor. Bunun son örneği Cumhuriyet Yayın Yönetmeni Can Dündar ve Ankara Temsilcisi Erdem Gül'ün tutuklanması. Son bir yıla göz attığımızda ise onların kaderini yaşayan pek çok gazeteci var. İşte onlardan bazıları.

Senaryo yüzünden bir yıldır cezaevinde olan Samanyolu TV Grubu Genel Yayın Yönetmeni Hidayet Karaca. Herhangi bir delil gösterilmeksizin bir yılı aşkın süredir cezaevinde yatıyor. Bir televizyon yöneticisine yapılan suçlama ise dizi senaryosunda geçen bazı ifadeler ve olmayan bir telefon konuşması!

Öyle bırakılmayacak gazeteci Can Dündar

Cumhuriyet Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Can Dündar, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın muhatap alarak, “öyle bırakmayacağım onu” dediği gazetecilerden. Can Dündar ve Ankara Temsilcisi Erdem Gül, 29 Mayıs ve 19 Haziran'da Hatay'dan Suriye'ye silah taşıyan MİT TIR'larını haberleştirdikleri için yargılanıyor. Yöneltilen suçlama ise devlet güvenliğine ilişkin bilgileri temin etmek, siyasal ve askerî; casusluk, suç işlemek amacıyla örgüt oluşturmak ve adil yargılamayı engellemeye teşebbüs etmek. Perşembe günü savcılığa giderek suçlamayla ilgili ifade veren Dündar ve Gül, tutuklanarak Silivri Cezaevi'ne gönderildi.

Gazete haberi yüzünden ifade verdi

Türkiye'de adaletin nasıl işlediğinin göstergelerinden biri de bazı medya temsilcileri olsa gerek. Kendini iktidar gibi gören, ona buna parmak sallayan gazetecilerin sayısı gittikçe artıyor. Bu kişiler ekranlara çıkıp “sizi ezeriz, sizi bitireceğiz” diye tehditler savurabiliyor. Gazeteci Ahmet Altan da Bugün Televizyonu'nda yaptığı bir mülakattan sonra havuz medyasının hedef gösteren haberi nedeniyle ifadeye çağrıldı. Adliye çıkışında durumu değerlendiren Altan, “Ben havuz medyası olarak tabir edilen Sabah gazetesinin çarpıtılmış haberine göre mi yargılanacağım? Artık bu ülkede adaletin, hukukun dayandığı ve güvendiği belge ve kanıt Sabah Gazetesi midir?” ifadelerini kullandı.

ABDÜLHAMİT BİLİCİ VE SEDEF KABAŞ

Abdülhamit Bilici, GYY görevini mahkeme önünde devraldı

Gazeteci Sedef Kabaş, İstanbul Cumhuriyet Başsavcısı Hadi Salihoğlu hakkındaki tweet ile muhatabını terör örgütüne hedef gösterdiği ve tehdit ettiği iddiasıyla yargılandığı davada beraat etti. Bu haberi mahkeme önünde sevinçle karşılayanlardan biri de Zaman Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Abdülhamit Bilici oldu. İfade hürriyetine destek amacıyla bulunan Bilici, GYY görevini Ekrem Dumanlı'dan devraldığı ilk günkü mesaisini mahkeme önünde yaparken duygularını şöyle ifade etmişti: “Kendimle ilgili bir beraat kararı gibi mutlu oldum. Bu kadar baskı ortamında, savcının beraat talep etmesi ve hakimlerin de bu yönde karar vermesi gerçekten beni çok mutlu etti.”

Hürriyet taşlandı, Sedat Ergin hakkında soruşturma açıldı

Son dönemlerde her türlü kötü gidişin müsebbibi olarak görülen muhalif medya yalnız sözlü tacizlere değil, şiddetle gelen taşkınlıkların da hedefi. İnternet sitesindeki bir haberi beğenmeyen bir grup, Hürriyet Gazetesi'nin İkitelli'deki merkezini bastı ve sert cisimlerle bina girişindeki camı kırdı. Taşkın kalabalığın arasında attığı nutukla galeyana getiren dönemin milletvekili ve AK Parti Gençlik Kolları Başkanı Abdurrahim Boynukalın'ın da olması dikkat çekmişti. Hürriyet yönetimi, can ve mal güvencesinin temin edilmediği gerekçesiyle bu mevzuyu mahkemeye taşırken, birkaç hafta sonra beklenen adeta başa geldi. Gazetenin yazarı Ahmet Hakan, evinin yakınlarında şiddet ve darba maruz kaldı. GYY Sedat Ergin, ayrıca Cumhurbaşkanı'na hakaret etmekten dolayı hakkında soruşturma açılan gazeteciler arasında bulunuyor.

Sessizce Nokta'lanan dergi

Daha önce hakkında çıkarılan soruşturmalar sebebiyle toplatılan Nokta Dergisi, seçim sonrası ilk operasyonun hedefi oldu. Dergi polis tarafından basılırken yöneticileri Cevheri Güven ve Murat Çapan tutuklandı.

BÜLENT KENEŞ

Bülent Keneş'e tweet soruşturması

Türkiye'nin İngilizce dilinde haber yapan günlük gazetesi Today's Zaman'ın Genel Yayın Yönetmeni Bülent Keneş de geçtiğimiz ay çalışma ofisinden alınarak tutuklanmıştı. Birkaç gün tutuklu kaldıktan sonra serbest bırakılan gazetecinin alıkonulma sebebi ise atılan tweet'leri paylaşmak suretiyle Cumhurbaşkanı'na hakaret etmek. İddianameyi hazırlayan Savcı Hasan Yılmaz, 14 tweet'i hakaret sayarak Keneş hakkında 8 yıl hapis cezası istedi.

EKREM DUMANLI VE HİDAYET KARACA

Ekrem Dumanlı'ya yakalama kararı

Zaman Gazetesi eski genel yayın yönetmeni Ekrem Dumanlı, 14 Aralık 2014 günü Tahşiye soruşturması kapsamında gözaltına alınmış ve serbest bırakılmıştı. Hakkında delil olmadığı için ismi iddianameye bile konmayan Dumanlı'nın adı bu kez de Selam Tevhid soruşturmasına eklendi. İstanbul Cumhuriyet Başsavcı Vekili İrfan Fidan'ın talebiyle İstanbul 2. Sulh Ceza Mahkemesi, Dumanlı için yakalama kararı çıkardı.

CENGİZ ÇANDAR

Adliye koridorlarını arşınlayan gazeteciler bunlarla sınırlı değil. Geçtiğimiz günlerde Cengiz Çandar ve Hasan Cemal de ifade vermişti. Taraf, Birgün, Sözcü ve Türk Solu gibi gazetelerin yöneticileri ve yazarları mesailerinin bir bölümünü adliye koridorlarında geçirmek zorunda kalıyor.

Cep telefonundan sanat da çıkar!

$
0
0

Fotoğrafçılıkta analogdan dijitale geçildiği ilk zamanları hatırlayın. ‘Öyle fotoğrafçılık mı olur' deyip burun kıvıranlar arasında belki siz de vardınız. Bugün ise bambaşka bir kavramdan bahsediyoruz: Mobil fotoğrafçılık. Sadece cep telefonu kullanarak sanatsal değeri hiç de fena olmayan fotoğrafları çeken insanlar var.

İnsan nisyandan gelirmiş, bir de rahata çabuk alışırmış… Eskiler böyle söylemiş. Yalan da sayılmaz hani. Aksi halde fotoğraf çekmenin aşırı zahmetli olduğu yılları, 36'lık bir filmi tab ettirmek için fotoğrafçıların yolunu aşındırdığımız zamanları bu kadar çabuk unutmazdık. Karanlık odada saatlerini geçiren profesyonelleri hiç saymıyoruz bile. Bu rahatlık kuşkusuz analogdan dijitale geçişle başladı. Deklanşöre basar basmaz ne çektiğimizi görebilmek, film bitecek derdi olmadan sınırsız fotoğraf çekebilmek ve çektiğimiz fotoğrafları bastırmadan saklayabilmek zaten yeterince konforlu iken işin daha da kolaylaşacağını nereden bilebilirdik?

Bu kolaylık, hayatında eline makine almamış kişilere dahi günde 5-10 kare fotoğraf çektiren cep telefonu ile mümkün oldu. Ve biz bugün analog, dijital derken fotoğrafçılıkta yeni bir dönemden bahseder hale geldik: “Mobil fotoğrafçılık”. Mobil fotoğrafçılık, akıllı telefonların kamera özelliği yardımıyla çekilen her fotoğrafı kapsıyor. Hatta dünyada yavaş yavaş bir sanat akımı olarak kabul edilmeye bile başlandı. Yetmedi ‘iphonegraphy' gibi özelleştirilmiş alt akımların doğmasını da beraberinde getirdi. Bugün bütün dünyada sadece cep telefonları ile çektiği fotoğrafları sosyal paylaşım sitelerinde yayınlayarak adını duyuran kişiler var.

Bir yıl önce hayata geçirilen H-Art Collective de bu alanda Türkiye'de kurulan ilk oluşum. H-Art Collective'in ortaya çıkışı cep telefonu ile sanatsal ve estetik değeri yüksek olan fotoğraflar çeken 4 kişinin bir araya gelmesi ile olmuş… Sevil Alkan, İlknur Can, Emrullah Eyvallah ve Hakan Çınar… Sevil Alkan hariç hepsinin analog ya da profesyonel dijital makineler kullandıkları bir fotoğrafçılık geçmişleri var. Fakat özel projeler haricinde şimdilerde yoğun olarak akıllı telefonlarını kullanıyorlar fotoğraf çekmek için. Sevil Alkan ise kendi ifadesiyle ‘fotoğraf çekmeye cep telefonu ile başlayan' biri. Mobil fotoğrafçılığı o kadar ilerletmişler ki geçtiğimiz hafta cep telefonu ile çektikleri sokak fotoğraflarından bir sergi açtılar. 16 Aralık'a kadar İstanbul Fotoğraf Galerisi'nde görülebilecek fotoğrafların cep telefonu ile çekildiğini anlamak profesyonel bir göz gerektiriyor. Sergi vesilesiyle H-Art Collectiv ekibiyle mobil fotoğrafçılığı konuştuk.

Reklam hariç her yerde var

‘Mobil fotoğrafçılık nereye doğru gidiyor?' sorumuzun cevabı İlknur Can'da. Reklam sektörü hariç fotoğrafçılığın dahil olduğu her alanda mobil aygıtlarla çekilen karelerin yer almaya başladığını anlatıyor Can. Çok yeni bir örnek de veriyor: “Mesela daha birkaç hafta önce National Geographic dergisinin kapağında cep telefonu ile çekilmiş bir fotoğraf vardı. Ve bunun cep telefonu ile çekildiği özellikle belirtilmiyordu.” Ona göre belki bir gün gelecek ve mobil fotoğrafçılık sözcüğü hiç kullanılmayacak bile. Türkiye'de de durum farklı değil.

Sevil Alkan, hemen Instagram kullanımında dünyada ilk sıralarda olduğumuz bilgisini hatırlatıyor. Instagram, mobil fotoğrafçılığın hayat bulduğu en önemli mecralardan biri. Tabii burada paylaşılan fotoğrafların ne derece kaliteli olduğu tartışılır. Fakat Alkan, son zamanlarda sadece cep telefonları ile çekim yaparak çok iyi iş çıkaranlar olduğunu söylüyor. Hatta onlara göre bu ayrım zamanla azalacak. Özellikle baskı teknolojisinin ilerlemesiyle. İlknur Can son yıllarda Türkiye'deki festivallerde mobil işlere de yer verilmeye başlandığını ifade ediyor. Emrullah Eyvallah, kendi sergilerinden örnek veriyor: “Mobil kısmını atsak ve buradaki fotoğrafları ‘bir kolektifin sergisi' olarak lanse etsek kimse ‘Cep telefonu ile mi çekilmiş?' filan demeyecek. Onlara göre önemli olan ortaya çıkan sonuç ve cep telefonları ya da makineler sadece birer araç.

Cep telefonu ile çekim yapmayı geleneksel fotoğrafçılık ile kıyaslamalarını istiyoruz. Sevil Alkan, “Profesyonel makineyi birine doğrulttuğunuzdaki tepkiyle cep telefonunu doğrulttuğunuzdaki tepki çok farklı oluyor.” diyor. Cep telefonunun kolaylığı bu noktada tartışılmaz. Bir de ‘en iyi fotoğraf makinesi yanınızdaki makinedir' sözünü hatırlatıyor Alkan ve ekliyor: “Fotoğraf çekmek için illa hazırlık yapıp dışarı çıkmak zorunda değilsin. İşe giderken, markete giderken, gezerken, birini ziyarete giderken karşınıza bir şey çıkabilir ve siz o an onu kaçırmamış olursunuz.” İlknur Can da ‘Makine ne kadar küçükse o kadar görünmez oluyorsunuz' diyerek Alkan'a destek veriyor.

Mobil Sevil gelmiş!

Mobil fotoğrafçılığın zorluklarına gelince üç sanatçı da hep bir ağızdan ‘ciddiye alınmamak olabilir' diye cevap veriyor. Sevil Alkan kendisinden örnek veriyor: “Bir belgesel projem var. Birkaç fotoğrafçı arkadaşla çalışıyoruz. Onların hiç mobil fotoğrafçılık deneyimi yok, yıllardır profesyonel makinelerle çekim yapıyorlar. Benim yaptığım işlere kıymet veriyorlar o ayrı ama bazen yanlarına gittiğimde ‘Mobil Sevil gelmiş' diye dalga geçiyorlar.”

Emrullah Eyvallah her ne kadar kendisini ‘fotoğrafçıyım' diye lanse etmediğini söylese de Instagram'da takip eden insanlarla bir ortamda yüz yüze karşılaştığında mutlaka şu soruyla karşılaştığını anlatıyor: “Ne makine kullanıyorsunuz?” Devamını kendisi anlatsın: “Cebimden çıkartıp telefonumu gösteriyorum ve bazen bir burun bükme, bir aşağılama durumu oluyor tabii.”

Önemli olan fotoğraf, istersen çamaşır makinesiyle çek!

Emrullah Eyvallah, uzun yıllar profesyonel makinelerle çekim yapmış biri olarak kendi durumunu şu sözlerle anlatıyor: “Cep telefonuna döndüm demek biraz ukalalık olur ama fotoğraf makinesini bir aksesuar olarak taşıyanlar da var. Ekipmandan çok fotoğrafa yönelen insanlar içinse neyle çektiğinin önemi yok. İstersen çamaşır makinesiyle çek. Kaldı ki Magnum fotoğrafçılar arasında da Instagram'da sadece cep telefonundan çektiklerini paylaşanlar var.”

Mobil fotoğrafçılıkla ilgili eleştirilerin başında uygulamalar yoluyla fotoğrafa çok fazla müdahale edilmesi geliyor. ‘Photoshop'ta ve efekt kullanımında bir sınır var mı?' diye soruyoruz. İlknur Can, ‘Hiçbir sınır yok ama kullanıcı kendi sınırını belirleyebilir' diye cevap veriyor ve ekliyor: “Biz kendi adımıza manipüle olarak adlandırılabilecek bir müdahalede bulunmuyoruz. Yani fotoğrafta olmayan bir şeyi kareye eklemek gibi bir durum yok. Bu sergide sokak fotoğrafları var mesela. Sokak zaten yeterince renkli ve değişken.”

Hayır, bir terslik yok!

$
0
0

Son zamanlarda adeta bir ‘klişe' haline gelen ‘ters evler' dünyanın en çok ilgi gören yerler arasında. Birçok ülkede inşa edilen bu evler turistlerin odak noktası haline geldi.

Yeniden oluşturulan iç ve dış tasarım, alt üst edilmiş mobilyalar, antre ve pencereler dikkat çekici. Bu evler dünyanın her yerinde lunaparkın bir parçası ya da turist çekim merkezlerinde bulunabiliyor.

İşte en iyi görünen baş aşağı evlerden bazıları:

'Metro'dan daha fazlası

$
0
0

Stockholm, dar sokakları, tarihi yapıları, su yollarıyla sanki güzel değilmiş gibi, ziyaret edilebilecek 110 kilometrelik bir mekana daha kavuştu: Metro istasyonları.

Stockholm metro sistemi, şehrin içinde bir yerden başka bir noktaya ulaşmaktan daha fazlasını veriyor. Metro, 110 kilometre uzunluğuyla dünyanın en uzun sanat sergisi. Stockholm metrosundaki 90 ile 100'ün üzerinde metro istasyonu 150'nin üzerinde sanatçı tarafından yapılan heykeller, mozaikler, tablolar ve enstalasyonlarla dekore edilmiş. KungsträdgÂrden metro istasyonu arkeolojik bir kazı alanı gibi görünüyor.

Giy-çık parçalar tercih sebebi

$
0
0

Pardösünün mevsimi yok lakin kış aylarında daha rahat kullanıldığı bir gerçek. Muhafazakâr giyimin tanınmış markalarından Selam Giyim, 2015 kış koleksiyonunu genel merkezinde bir lansmanla görücüye çıkardı.

Koleksiyonun en dikkat çeken ve üzerinde en çok çalışılmış parçalarını tabii ki pardesüler oluşturuyordu. Lansmanda bir pardösünün bütün hazırlık çalışmalarını sanatsal bir biçimde anlatan kısa film de gösterildi. Basın mensupları, bloggerlar, MÜSİAD, AKİKAD gibi derneklerden girişimci kadınların bir araya geldiği davette en çok konuşulan konuysa muhafazakâr giyimde bir türlü aşılamayan kombinleme sorunu oldu.

Sadece Türkiye'de değil global pazarlarda da adını daha fazla ülkede duyurmayı hedefleyen Selam Giyim, ilk kez bir lansman düzenleyerek kış koleksiyonunu tanıttı. Manto, kaban, kap ve tunik gibi temel dış giyim parçalarından oluşan koleksiyon, kalıp ve kumaş kalitesiyle davetlilerden tam not aldı. Çelik örme kaplar, kazayağı desenler ve şişme uzun kışlık mantolar gibi gençlerin ilgisini çeken parçalarda ince işçilik fark ediliyordu. Anlaşılan Selam Giyim de muhafazakâr genç kitleye kulak vermiş. Yöneticilerden Tahir Metin, markanın yola çıktığı 1990 yılından bugüne gelene kadar geçirdiği sürecin hikâyesini anlatırken marka olarak gençlerden gelen talepleri dinleyerek tasarımları şekillendirmek istediklerini, bunu yaparken de marka ilkelerine sadık kalmayı hedeflediklerini söyledi. Bundan sonra da Selam Giyim olarak genç kesimlerle iletişim kurmaya devam edeceklerinin sözünü verdi.

Pardösü yerine trençkot derseniz…

Katılımcıların çoğu gençlerden oluşunca muhafazakâr giyimin bitmek bilmez sorunları da konuşulmadan olmazdı elbette. Tesettürlü davetlilerin çoğu, aldıkları kıyafetleri kombinleyemediklerinden yakındı. Ceket bir yerden, pantolon başka yerden, gömlek apayrı, şal ya da eşarba değinmiyoruz bile… Tüm parçaları bir arada bulamamak ortak dert. Hal böyle olunca da bir kombin için dört-beş farklı mağaza geziliyor bu da hem zaman hem enerji hem de para kaybı demek. Bu nedenle markaların ürettikleri ürünü doğru kombin alternatifleriyle sunmaları şart. Başka problemse ürünlerdeki isim sorunu. Son yıllarda ara boy ya da diz altı pardösüler nam-ı diğer kaplar oldukça revaçta. Kadın katılımcıların bir kısmı yeni neslin pardesüye soğuk bakarken adına trençkot ya da kap denilince bu önyargıların kırıldığı konusunda hemfikirdi.

Alahijab ile dünyaya açılıyor

Selam Giyim 2015 Kış davetine katılan alahijab.com kurucu ortaklarından Franka Soeria Semin, muhafazakâr giyim pazarının dünyadaki durumundan bahsetti. Bu alanda dünyadaki firmaları aynı çatı altında toplayarak sektöre öncülük eden alahijab.com'un partneri olan Selam Giyim'in ürünlerinin Uzakdoğu'dan Amerika'ya birçok ülke satın almacılarının ilgisini çektiğini ve bu ilginin güzel işbirliği kapılarını açacağına inandığını ifade etti. Semin, dizilerinin de etkisiyle Türk markalara ve muhafazakâr Türk giyim tarzına ilginin çok yüksek olduğunu, Selam'ın da bu anlamda Malezya'da çokça ilgi gördüğünü aktardı.

Reçelli milföy

$
0
0

“Yemek yemek üzerine ne düşünürsünüz bilmem ama kahvaltının mutlulukla bir ilgisi olmalı” diyor ya şair, biz de ona küçük bir ekleme yapalım: “Tatlının da mutlulukla bir ilgisi olduğu muhakkak.” O zaman kahvaltı için tatlı bir şeyler yapmak bu mutluluğu ikiye katlayacak demektir.

Malzemeler

4-5 tane milföy hamuru

Reçel (Çeşidi size kalmış, belki portakal belki vişne belki birkaç çeşit)

1 yumurta (isteğe bağlı)

Yağlı fırın kâğıdı

Hazırlanışı:

Milföyleri dizip hepsini dörder şerit halinde kesin.

Ekmeği yağlar gibi milföy şeritlerine reçelleri bir güzel sürün.

Reçelli parçaları yuvarlayarak rulolar yapın. Biraz yapıştırın ki ‘salyangoz'larınız açılıp bozulmasın. (Teşbihte hata olmaz)

Hazırladığınız bu minik hamurları reçelli kısımları üste gelecek şekilde tepsiye yerleştirin.

Eğer fırından çıktığında daha parlak görünmelerini istiyorsanız, bir yumurtayı çırparak fırça veya el yardımıyla hamurlu kısımlara sürün.

180 derecede kızarana kadar pişirin.

Hadi afiyet olsun!


Yalnızlık hasta ediyor

$
0
0

“Yalnızlık, hastalıkların üreyebileceği en uygun ortamdır.” diyor Irvin Yalom, 'Nietzsche Ağladığında' adlı kitabında. Bu cümle neye dayandırılarak kurulmuş bilinmez ama geçtiğimiz günlerde Chicago Üniversitesi aynı konuyu bilimsel olarak ispatladı.

Yalnızlık sadece bir histen ibaret değil, özellikle yaşlı insanlar için maruz kaldıkları durum büyük sağlık riski taşıyor. Hatta erken ölme riskini yüzde 14 artırıyor. Bu bilgiler akademik bir araştırmadan. Araştırmaya göre yalnızlık, hücre yapılarını bozup hastalığa yol açıyor. Yalnızlığın sağlığı etkilediği çoktandır biliniyordu fakat hücresel mekanizmaları bu denli nasıl etkilediğinden haberdar değildik. Chicago Üniversitesi'nden bir grup araştırmacı ve yalnızlık uzmanı John Cacioppo, yalnızlığın fizyolojimizi nasıl etkilediğini araştırdı. Sonuçlara göre yalnızlık 'savaş ya da kaç' sinyalini veriyor. Bu sinyal bedenin algıladığı tehdit sinyalleri karşısında korku hissi sağlayarak kaçarak ya da savaşarak onunla baş etmesine yol açan ikilem. Yani vücut her şartta olumsuz bir tepki veriyor. Bu da vücudu bulaşıcı hastalıklar ve yabancı maddelere karşı koruyan akyuvarların üretimini azaltıyor.

Yalnız insanların bağışıklık sistemi daha zayıf

2002'de 58-60 yaş grubu insanlar üzerinde başlatılan araştırmada yalnızlık ile 'Güçlüğe Karşı Korunmuş Transkripsiyonel Tepki' (CTRA) olarak bilinen olgu arasında bağlantı tespit edilmişti. Buna göre yalnızlık, iltihaplanma ile ilgili genleri artırırken virüs önleyici genleri azaltıyordu. Böylece yalnız insanlar yalnız olmayan insanlara oranla daha zayıf bağışıklık sistemine sahip oluyordu. Yani yalnızlık ve bağışıklık sistemi arasında doğrudan bir bağlantı var.

Aynı ekibin son araştırmasında, akyuvarlardaki gen ifadesini ve vücudu bakteriler ile virüslere karşı koruyan bağışıklık sitemi hücrelerini (akyuvarlar) inceledi. Beklenildiği gibi, yalnız insanların ve maymunların akyuvarlarında CTRA-iltihaplanma ile ilgili genlerin artışı ve virüs önleme ile ilgili genlerin azalması tespit edildi. Diğer bir deyişle akyuvar gen ifadesi ve yalnızlık arasında birinin diğerini türettiği çift taraflı bir ilişki olduğu gözlemlendi.

Bir sonraki aşamada ise araştırma ekibi, makak maymunlarının sosyal deneyimi ile CTRA gen ifadesi arasındaki ilişkiyi araştırdı. Gen ifadesi yüksek çıktı. Tıpkı yalnız insanlardaki gibi yalnız maymunlarda da CTRA aktivitesi yüksek değerler gösterdi. Hem yalnız insanların hem de yalnız maymunların kanlarında yüksek seviyelerde 'tek akyuvar' tespit edildi. Maymunların akyuvarları üzerinde yapılan daha detaylı çalışmalar, ortam değişikliğinde ya da kafese konulan başka bir arkadaşıyla akyuvar havuzunun genişlediğini ortaya koydu.

Son olarak araştırmacılar, bu tek akyuvar bağlantılı CTRA değişiminin sağlık için ciddi sonuçlar oluşturduğu kararına vardı. Yalnızlık durumunda bozulmuş virüs önleyici gen ifadesinin hem kanda hem de beyinde daha hızlı büyüdüğünü ve 'maymun bağışıklık yetmezliği'ne yol açtığı tespit edildi.

Tüm bu bulgular yalnızlığın, gelişmemiş tek akyuvarların üretimini artıran, enfeksiyonel gen alıcılarının artmasına ve bozulmuş virüs önleyici tepkilere neden olan 'savaş ya da kaç' stres sinyaline sebep olduğu bir modeli destekliyor. Beyinde yalnızlık sonucu oluşturulan tehlike sinyalleri akyuvar üretimini en üst seviyede etkiliyor. Tek akyuvar üretimindeki değişiklik, yalnızlığın artması ve buna bağlı olarak oluşan sağlık risklerinin oluşmasıyla sonuçlanıyor. Araştırma ekibi araştırmalarına yalnızlığın etkilerinin ileri yaşlarda nasıl önlenebileceği konularıyla devam etmeyi planlıyor.

Örücülerin kapısı var çırağı yok

$
0
0

Örücülük denilince kazak dokuyan hanımefendiler gelmesin aklınıza. Sayıları bir elin parmaklarını geçmese de vaktiyle dükkânlarının önünde kuyruklar olurmuş. Kapalıçarşı Örücüler Kapısı'nın son temsilcisi Metin Çubuk, mesleğin izzetini korumaya çalışıyor.

Kapalıçarşı'nın renk cümbüşü içinde tabela takip ediyoruz. Yorgancılar, halıcılar, iplikçiler ve nihayet Örücüler Kapısı'na varıyoruz. “Nice usta vardır bu sokakta.” diye düşünüyoruz içimizden. Çok geçmeden yanıldığımızı fark diyoruz. “Örücülerin kapısı var, ustası tek.” diyen esnaf, taş avluyu işaret ediyor. Şadırvanda abdest alanları rahatsız etmeden küçük depoya giriyoruz. Hayal ettiğimizden epey farklı bir yerle karşı karşıyayız. Usta Metin Çubuk (65), gülümseyerek iskemle uzatıyor. Konuşacakları uzun... Balık istifi çanta, nalın, fesle dolu odaya göz gezdiriyoruz. Hayretimizi fark edince meraklandırmadan anlatmaya başlıyor. Ustanın vurduğu yerde güllerin bittiği yıllarda mesleği öğrenmiş Çubuk. Bir zamanlar sur içinde onlarca örücü olduğuna, o söyleyince ikna oluyoruz. Takvimler altmışların başını, bilemediniz ortasını gösterirken mesleğin piri Örücü Şükrü Bey imiş. Pirinin biricik kızıyla hayatını birleştirmiş. Bu evlilik iğne ve büyüteçle tanıştırmış onu.

Polyester çıktı

mertlik bozuldu

Kırk yılda neler görmüş neler. Şimdi bizim gibi onu arayıp bulan pek azalmış. Sebebini şöyle anlatıyor: “Polyester çıktı, mertlik bozuldu. Önceden bir kazak alırdı müşterimiz, halis yün. Atmaya kıyılmaz. Haliyle tamir ettiriyordu ama şimdi polyester, sentetik sektöre hakim..”Kendisi kayınpederinin çırağı olarak işi kavrasa da şimdi onun çırağı yok. Yeterince kazanamadığını utana sıkıla itiraf ediyor: “Birkaç sene evvel çarşıda iyi konumda dükkânım vardı. Altı aylık iş yığılırdı. Sonra işler azaldı, baktım olmuyor dükkândan vazgeçtim. Arkadaş bana deposunu açtı sağ olsun, burada ekmeğimi kazanıyorum.” Bazen günde bir bazen hiç iş çıkmıyor. Geçimini nasıl sağladığını sual edince emekli maaşı için şükrediyor. Biraz sitemkâr biraz muzip hatıralara dalıyor: “Vaktiyle ünlülerin paltolarını Nişantaşı'ndaki bir örücü bana getirirdi. Meğer onlara ‘ben yaparım.' diyormuş. Sonradan öğrendim. Bana elli deyip kendisi üç yüz lira kâr etmiş.”

Onu iğne ve iplikle işini yaparken gören laboratuvarda çalıştığını zannedebilir. Dakikalarca söküğü inceliyor zira. Küçük depoda bazen uzun saatler harcamak zorunda kalıyor. En uzun süren işinde yirmi dört saati minik ışığın altında geçirmiş. Hiç yerinden kalkmadan değil elbette. Küçük molalarla işini tamamlamış. Zaten bu meslekte saatlerce hardal tanesinden küçük düğümlere bakıldığından biraz soluklanmak elzem.

Çubuk'u bulmuşken mesleğin son ustalarının da halini merak ediyoruz. “Türkiye'de toplasan beş usta kalmadı.” diyor. Her ne kadar sermaye gerekmese de bu işi seçmek gençlere cazip gelmiyor. ‘Neden?' derseniz, on beş yıldan önce tamir kavranamıyor. Artık yün, kaşmir, keçe de pahalı bulunuyor. Örücü dediğimiz ise bu kaliteli kumaşları tamir ediyor. Kendisi gibi birkaç kişi daha iğneyi elinden bıraktığında paltolarımızı atmak zorunda kalacağız demek oluyor.

Tamiri bulamıyorlar gösterince ‘belli oluyor' diyorlar

Delik, yırtık diyerek küçümsemeyin. Bir daha giyilemeyecek hale getirir canım elbiseyi, paltoyu. Her yiğidin kârı değil tamir. Metin Çubuk'a işin sırrını soruyoruz. Sırasıyla anlatıyor: “Tahrip olan kıyafet, kendi ipliğinden yoksa ipek ipliklerle yeniden dokunuyor. Bunun için önce zararın tespitini yapıyorum. Sonra ağır ağır aynı şekilde örüyorum.” Her dokumanın düğümü, ipliği, usulü farklı; önce bunu kavramak gerekiyor. Asla yama yapılamaz. Kırk yıldır en sık karşılaştığı durum, tamirden sonra söküğün bulunamaması. O da her defasında nezaketen işçilik olan bölgeyi zar zor bulup müşteriye gösteriyor. Gösterdiğine bin pişman oluyor. Muhatabı hemen atılıyor: “İyi de bu belli oluyor.”

Sigara yasağının mesleğe zararı büyük!

Örücü Metin Çubuk, tamir fiyatlarını bilerek makul tutmaya çalışıyor. “Bir gariban sırtına palto alabildiyse, memur maaşıyla bir yün kazak alabildiyse yırtık mı giysin?” diyor. Kumaştaki zarara göre 20-50 lira arasında değişiyor örücülük ücreti. Ama yine de, fahiş bulan, yaptırmaktan vazgeçen çıkmıyor değil. Kamusal alanda sigara yasağını sonuna kadar destekliyor usta. Gel gör ki, yasak örücülerin belini biraz daha bükmüş onun kanaatince. Gülerek şöyle diyor: “Vapurda, trende ya da restoranda beyefendilerin elbiseleri delinirdi sigara yüzünden. Şimdi olmuyor. Sağlıkları yerinde olsun da biz alın teriyle çalışır geçiniriz.”

Stresin de ‘ikinci el'i varmış

$
0
0

Önümüz arkamız, sağımız solumuz stres! Rahatlıkta, “Dünya yansa umurumda değil” seviyesinde olsak da, etrafımızdan bulaşan ikinci el stres, bir şekilde hayatımızı etkiliyor. Bazen ofise hızlı adımlarla giren müdürle, bazen yakın bir arkadaşımızla, bazen de ana haber bültenleriyle…

Karşımızda esneyen birini gördüğümüzde esnemeye başlıyoruz. Bunun sağlığımıza aksi bir etkisi yok tabii. Yanımızda sigara içen biri olduğunda, pasif içiciler olarak onlardan daha çok zarar gördüğümüz yıllardır biliniyor. Peki, sadece kötü alışkanlıkları olan yakınlarımız mı bizi olumsuz tesir altında bırakıyor? Şöyle bir çevremizi yoklayalım. Sürekli stres altında yaşayan, öfkeli, kaygılı arkadaşlarla birlikteyken onların ruh haline bürünmemek oldukça zor. Hadi arkadaşlarımız da son derece pozitif olsun. Sürekli korna çalan bir taksiciye, dramlara doyamayan dizilere, ofis ortamında yaşanan tartışmalara maruz kalıp da 'İçim şişti!' dememek, durduk yere strese girmemek işten değil. ‘İkinci el stres' olarak adlandırılan bu ruh hali, içimizdeki Heidileri veya Pollyannaları bile bunalımlara sürükleyebilir.

İnsan beyni duygusal buluşmaya meyyal olduğundan, karşısındakinin ruh halinden etkilenmeye de çok müsait. Başkalarının ne hissettiğini beyinlerimizdeki ‘ayna nöronlar' sayesinde anlayabiliyoruz. Buna bir çeşit empati de denebilir. Karşılıklı esneme, birinin yorgunluğunu mimiklerinden anlama gibi… Fakat empati alanımız sadece dinçlik veya yorgunluktan ibaret değil. Acıbadem Ankara Hastanesi psikoloğu M. Bülent Baykal, yakın çevremizde yaşanan stresin, olumsuzlukların, kararsızlıkların da bizi manen sigara içen birinin yanında duman altı olmuş gibi etkileyebileceğini söylüyor.

Ömrümüzü kısaltıyor

California Üniversitesi'nde yapılan bir araştırmaya göre, yakın çevremizde bulunan endişeli ve aşırı tepkisel insanlar duygularını bize de geçiriyor ve bu durum zihinsel aktivite performansımızı düşürüyor. Çünkü işte veya evde birinin stresine şahit olmak –doğrudan bizimle alakası olmasa da- sinir sistemimizde negatif bir uyarana sebep oluyor. Başka bir araştırma, bu tür bir strese maruz kalındığında stres hormonu olan kortizolün her 100 kişiden 26'sında aşırı yükseldiğini gösteriyor. Hele de stresine ortak olduğumuz kişiyle aramızda duygusal bir bağ da mevcutsa bu oran yüzde 40'a kadar çıkabiliyor. Bundan da ötesi, yapılan bir çalışmada birbirine yabancı kişilerden oluşan bir gruba televizyonda stresli bir olay izletildiğinde bile, bu kişilerin yüzde 24'ü aşırı stres belirtileri gösteriyor.

Bilimsel araştırmaları bırakıp günlük hayatımıza bakalım desek, globalleşen dünyada ikinci el stresle karşılaşmamak adeta mucize. Zira görsel ya da yazılı medyada gördüklerimizle hem sözel hem de sözel olmayan stresli davranışlarla karşılaşıyoruz. Bu tip olumsuz duygular, bir bulaşıcı hastalık gibi hızla yayılıyor. Sürekli kaygı satın almak bizi de mutsuz, hayattan zevk almayan, insan ilişkileri bozuk bir kişiye dönüştürüyor. Dahası, etrafımıza bu negatif ruh halini yansıtarak biz de bir şekilde ikinci el strese katkıda bulunmuş oluyoruz. İşte bu sebeple ikinci el stresin üzerimizde büyük etkileri olabileceğini vurgulayan psikolog Baykal, bu tür strese uzun süre maruz kalınca hücresel düzeyde de gerçekleşen olumsuzlukların yaşamımızı kısaltabileceğini belirtiyor.

İkinci el stresten nasıl arınırız?

Stresi bir tehdit unsuru olarak algıladığımız zaman vücudumuz ve beynimiz onun olumlu olabilecek etkilerini es geçiyor. Bu yüzden stresle ilgili pozitif düşünce geliştirip onunla kavga etmekten vazgeçmeliyiz. Stresi kontrol altına aldığımızda zihinsel sağlamlık, yeni perspektifleri görebilme, farkındalığımızın artması, hayatın değerini daha fazla fark etme gibi güzel sonuçlarla karşılaşabiliriz.

Etrafımızda bize stres bulaştıran insanlar hep olacak. Bunlarla kavga ederek sukut-u hayale uğrayıp moral bozmaktansa, onları sevecenliğimizi ve şefkatimizi hissettirecek bir fırsat olarak görüp, daha pozitif olmalarını sağlamaya çalışabiliriz. Bu ‘enerjimizi soğuran' insanların kaygılı tavırlarına karşı aynı şekilde tepki vermek yerine gülümseyerek veya onu anladığımızı ve desteklediğimizi ifade eden bir yaklaşımla ortamı yumuşatmış ve anksiyeteyi azaltmış oluruz.

Eğer stres yaşayacağımızı düşündüğümüz bir ortama gireceksek, güne başlamadan bağışıklık sistemimizi güçlendirecek birtakım davranış ve düşüncelere yönelmeliyiz. Psikolog Bülent Baykal; duygusal bağışıklığımızı sağlamlaştıracak faaliyetlere örnek olarak bunalmaya başladığımızı hissedersek minnettar veya müteşekkir olduğumuz o an aklımıza gelen üç şeyi bir kâğıda yazmak ve bunları birkaç dakika gözden geçirmek, daha evvel deneyimlediğimiz pozitif bir olaya odaklanarak iki dakika için sadece onu düşünmek, fırsat olursa çıkıp bir yürüyüş yapmak gibi tedbirleri sıralıyor.

Ailemle ‘çalamayanlar orkestrası' kurduk

$
0
0

Muhammet Uzuner, hayli yoğun bu sezon. ‘Dolanma' filmi gösterime girdi, ‘Muhteşem Yüzyıl Kösem' ile ekranda, tiyatro ve eğitmenlik devam ediyor. Uzuner, bu yoğun arada zaman bulup bir de aile orkestrası kurmuş.

‘Dolanma', modern bir Habil Kabil hikâyesi. Bildik hikâyeden farkı nedir?

İki kardeşin hikâyesi. Dağ, orman köyünde bir evde yaşayan, annelerini kaybetmiş, babaları çoktan ölmüş iki kardeş… Oralı değiller. Dışarıya kapalı yaşayıp geçimlerini zar zor sağlıyorlar. Zor hayat koşullarında sürekli şehre gidip geliyor biri. Orada bir kadını tanıyor. Başka erkeklerle de beraber olan bir kadın… Onunla ilgileniyor, çaresizlik ve ortaklık hissediyor. Nereye gideceğini bilmeyen kadını alıp eve getiriyor. Üçü birlikte yaşamaya başlıyor. Annenin küçük kardeş üzerinde çok büyük etkisi olduğu için annelik duygusuyla kadına yaklaşıyor ve aralarında tam anlamıyla bir dolanma başlıyor.

Bu ‘dolanma'nın cezbedici tarafı ne?

Çaresizlik duygusu beni her zaman cezbediyor. Hele ki haklı çaresizlik. Doğru dürüst bir şeyler yapmaya çalışmak, sonunda mutlu mesut bir hayata kavuşamıyor olmak... Bu da öyle bir şey. Bu karakter de çaresiz kalıyor. Senaryonun yazılış biçimi, ima ettiği edebi ayrıntılar da cezbedici. Ayrıca çok sevdiğim oyuncu arkadaşım Defne Halman ile oynayacaktım. Yıllar öncesinden öğrencim olan Şükrü Babacan ile çalıştım. Oyunculuk mezunu ama sektörden hoşlanmadığı için yıllardır oynamıyordu. İlk defa bu filmle kamera karşısına geçti. Dolayısıyla çok heyecan vericiydi.

Nasıl bir deneyimdi?

Çok duygusal... Çok güzel anlarımız var. Film bittiğinde birbirimize sarılıp maneviyatlı, duygusal anlar yaşadık. Artık öğrencim değil, meslektaşım. Güzeldi.

Karadeniz hikâyesi ama çekimler Bolu'da yapıldı...

Evet, Aladağlar'ın eteğinde bir evde çektik. İşin özel tarafı; ev yönetmen tarafından Bolu Belediyesi desteğiyle film için yapıldı. Kamera açıları hesaplanarak… Bunun çok lüksünü yaşadık. Ev platoydu aslında. Hatta bir ara bu evde yaşayalım diye düşündük ama yakın bir mesafede konakladığımız için olmadı. Her sabah oraya çıktığımızda yeniden doğmuş gibi oluyorduk çünkü ormanın tam içinde. O açıdan çok zevkliydi. Yönetmenin ilk filmi olması, büyük paralarla çekilmiyor olmasından kaynaklı birtakım sıkıntılar vardı elbet ama olsun. Normal kabul ediyoruz böyle şeyleri.

Doğadan şehre dönmek zor oldu mu?

Bu yaz iki buçuk ay Datça'daydım, kim İstanbul'a gidecek diye düşündüm. Hayatımın belki de dönüm noktasıdır. Belli bir yaştan sonra İstanbul'da yaşamamaya belki ilk kez karar verdim. Bunda Bolu'nun da etkisi var tabii. Büyük şehri her zaman seviyorum (trafik falan dert değil) ama insan faktörü biraz yorucu ve yıpratıcı olabiliyor. Samimi davranışlarla karşılaşmamak insanı neredeyse kendine döndürüyor.

Sizi şehre bağlayan ne?

İş hayatım. Oyuncuyum. Dizide, sinemada, tiyatroda oynuyorum; ders veriyorum. Bütün bunları yapabilmem için burada olmam gerekiyor diye düşünüyorum. İstanbul'u çok seviyorum ama kaçma fikri oluştu gibi, hemen değil tabii. Benimki hayal değil artık, 5-10 yıl içinde bunu yapabilirim. Eşim de sektörden, o da aynı fikirde.

Filme dönersek... Dolanma'daki karakterin önceki rollerinizden farkı nedir?

Şimdiye kadar hiç oynamadığım türden bir karakter. Çok daha sert, kaba bir adam. Bunu çalışmaktan önce çok korktum. Oynamam, dedim önce. Sonra düşündüm, neden risk almıyorum. Kendimi genişletme çalışması olacak. Risk alacaksın, sonuç kötü de olabilir. Bir işi de sonuç olarak kötü yapmış olayım, süreç olarak bana yine faydası olacaktır diye düşündüm. Böyle bir cezbedicilikle de oynamayı kabul ettim.

İzlediniz mi? Kendinizi izlerken nasıl bir hissiyatınız oluyor?

İzledim. Zor bir hissiyat. (Gülüyor) Denemelerimi gördüm. Neye çabaladığımı teyit ettim. Sonuca seyirci karar verecek ama benim açımdan iyi bir süreç, oyunculuk çalışması açısından iyi bir çalışma deneyimi.

‘Çocuklar gibi şenim'

Kösem Sultan, tiyatro, eğitmenlik, sinema… Hayli yoğun bir temponun içindesiniz...

Sezonun başlamasıyla ritim biraz yükseldi. Haftada üç gün Sadri Alışık Kültür Merkezi'nde ders veriyorum, iki-üç gün sete gidiyorum, geçen sezondan Tiyatro Pera'da devam eden oyunum var. Yazın yeni bir filme başlayacağım. Bir ay kadar İstanbul ile Çanakkale arasında mekik dokuyacağım. Yoğun ama oluyor bir şekilde. Ne diyeyim.

Dinlenmek için neler yapıyorsunuz?

Bu aralar bir aile orkestrası kurduk. Çalamayanlar orkestrası… Şartımız şu: Herkes bilmek istediği bir enstrümanı edinip öğrenmeye başlayacak. Bir-iki parça belirliyoruz, onları evin içinde çalacağız. Buna zaman ayırabiliyorum çok da güzel oluyor. Bir insanın dinlenmek için boş boş uzanacağı bir şarkının notalarını çözmeye çalışması, çalmaya çalışması daha mantıklı, keyifli geliyor.

Sizin enstrümanınız ne?

Piyano çocukluğumdan beri hevesimdir. Şimdi ona döndüm. Çocuklar gibi şenim. Eşim kanuna meraklı, ben kulakla piyano çalıyorum. Arada klarnete meraklı arkadaşımız geliyor, keman öğrenmeye çalışan var. Evimiz müzik deposu gibi. Arada buluşup tıngırdatıyoruz. Kursa gidenimiz var, bayağı ciddiyiz. Ben de programım rahatladığında tekrar kursa başlayabilirim.

Başucu yazarı, sevdiği şehir, mutfak, dostu…

Yazar: “Hiçbir konuda saplantılarım olmadı.” diyor. Onun için sabit bir yazar yok: “İdolüm olan bir yazar, oyuncu yok. Şu müzik türünü severim diyemiyorum. Güzel olan, bende bir şeyleri kışkırtan her şey başucumda olabilir.”

Şehir: İstanbul'u haritadan silersek hangi şehre yerleşmek ister? Düşünmeden söylüyor: Datça. Sakin, havası çok güzel, kendi gibi psikolojik olarak da yarımada gibi. Sakin başka bir şehir de olmaz değil.

Yemek: Yemekle kimse onu kandıramaz. Kendi deyimiyle damak tadı yok. Ne olsa yerim diyenlerden. Bir-iki günü bir simitle geçirebilir. Ona göre insanın en büyük cezalarından biri günde iki-üç defa yemek yemek zorunda olması.

Dostu: Eşi. Konuşmadıkları hiçbir konu yok. Sıkıntılı dönemlerde birbirilerinin doktoru olduklarını söylüyor. Ekleyeyim: Yakın arkadaşlarının çoğu sektör dışından.

‘Anadilin ne olduğunu öğrendim'

‘Light Years' adlı bir filmde oynadınız. Neden izleyemedik?

Tamamen İngiltere'de çekilen, bağımsız bir film. Vizyona girmeyecek burada. Venedik Film Festivali'nde gösterildi, Londra'daki festivale davet edildi. Sonra ne oldu bilmiyorum. Bir aile dramını anlatıyor film. Her şey mutlu mesut ilerlerken eşinin genetik bir hastalığı olduğunu öğreniyor baba. Çocuklarından saklıyor. Anne bakımevinde olunca aile zamanla çöküyor. Hikâyeyi derinlikli bir psikolojiyle anlatıyoruz. Ben de babayı oynuyordum.

İngiliz yapımı. Dile o kadar hâkim misiniz?

Aslında değilim. İngilizce konuşamam diye projeyi reddettim. Sonra eşim niye ürkek davranıyorsun, dedi. Düşündüm, çalışalım dedim. Çok az lafım olmasına rağmen replikleri deli danalar gibi çalıştım. Orada da konuştum. Demek ki çalışınca oluyormuş.

Hâkim olmadığınız bir dilde oynamak nasıl bir deneyim?

Anadil denen şeyin ne olduğunu tam olarak orada hissettim. Bir dilde söyleyince onun çağrışımları geliyor. Sosyolojik, psikoloji, anılar… İngilizcede bir kelime söyleyince bunlar yok. Dolayısıyla kelime ağızdan İngilizce çıkıyor ama backgroundda Türkçe düşünmek gibi bir şey oluyor. En azından bende öyle oldu. Çok zordu ama güzeldi.

Bu bir mutluluk projesi!

$
0
0

Bunca kötülük ve olumsuz olaylar içinde, “Dünya iyilerin hürmetine ayakta duruyor.” dedirtecek insanlar çıkıyor karşımıza. Bunlardan biri de onkoloji servislerinde yatan çocukları mutlu etmek için çalışan ‘Mutlu Çocuklarla Umutlu Yarınlar Grubu'.

Bir çocuğu mutlu etmek dünyanın en güzel şeylerinden biraz daha güzeldir. Günlerini hastane odalarında geçiren çocukları mutlu etmekteki sırrı ise ancak bunun farkında olanlar anlatabilir. Üç yıldır vaktinin büyük kısmını onkoloji servislerinde çocuklarla birlikte geçiren Öznur Onur, bu değerin farkında olanlardan. Hastane koridorlarında umutsuz, mutsuz yüzler arasında tedavisi süren çocukları bir nebze olsun neşelendirebilmek için onlara palyaçolar, illüzyonistler getiriyor; oyuncaklar, doğum günü kutlamaları derken bir günlerini mutlulukla geride bırakmaları için çabalıyor. Tedavi sürecinde bin bir zorlukla mücadele eden çocukların biricik Öznur ablası olarak onların her anında yanlarında oluyor.

Onun ‘mutluluk abla' olma hikâyesi ilik bekleyen çocuklara yardım etmesiyle başlıyor. Donör bulma ve kan testlerinin analiz sürecindeki aksaklıkları dile getirmek için hastanede bolca vakit geçiren Onur, zamanla buradaki çocuklarla arkadaş olur. Onları mutlu etmek için neler yapabileceği üzerine planlar yapar. Üç yıl önce tek başına çıktığı bu yolculukta bugün yanında birçok farklı şehirden gönüllüler var. Onur ve ilk destekçileri olan üç arkadaşıyla birlikte kurdukları ‘Mutlu Çocuklarla Umutlu Yarınlar Grubu' ile sosyal medya üzerinden gönüllü halkasını giderek genişletiyor. Amaçları kimi kanserle mücadele eden, kimi farklı kronolojik hastalıklardan dolayı hastanede yatmak zorunda kalan çocukların dikkatini tedavi sürecinin dışına çekmek. Hedefleri ise Türkiye'deki üniversite ve devlet hastanelerinde tedavi gören tüm çocuklara ulaşabilmek.

Hiçbir derneğe bağlı değiller. Ancak resmiyet gerektiren bazı projelerde derneklerle birlikte çalışabiliyorlar. Zamanla kardeş gibi oldukları ailelerin maddî; ihtiyaçlarını da gözeten gönüllüler grubu, birçok zaman erzak yardımında da bulunuyor. Çocukların ve ailelerinin maddî; bir şey beklemediklerinin altını çizen Onur, “Onların asıl ihtiyacı ‘bizi anlayan, içimizi rahatlatmak için burada olan birileri var.' hissini yaşamak.” diyor. Çocuklar bu hissi tatmış olacak ki gecenin bir vaktinde bile Öznur ablalarını arayıp, “Moralim çok bozuk, hadi hastaneye gel.” diyebiliyor. Ya da bir başka çocuk arayıp, “Bugün ne oldu biliyor musun kan değerlerim yükseldi.” diye bu iyi haberi onunla paylaşabiliyor.

‘Hastanede haftada iki akşam etkinlik düzenleyeceğiz'

Tedavi süreçlerinde onların vesilesiyle neşelenen çocukların birçoğu iyileştikten sonra Mutlu Çocuklarla Umutlu Yarınlar ekibine katılmayı hayal ediyor. Hastanelere gidip, ‘Bak ben de buradaydım, iyileştim.' diyerek hastaların ümidini artırmak istiyor. Zaten projenin adının da bu sebeple ‘Mutlu Umutlu' olduğunu anlatan Öznur Onur, şöyle devam ediyor: “Tüm hastanelerde çocuklara hastalığını biraz olsun unutturacak imkân yok. Zaten her koşulda orada olduklarının farkındalar. Ama etkinlik yapılması çocukları çok mutlu ediyor. Bundan sonra haftada iki gün belirleyip oyun gecesi düzenleyeceğiz. Çocuk hastaneye yattığında bilecek ki yine yattım ama en azından oyun gecesi. Ya da yarın gece oyun var diyecek. Bazen etkinlik oluyor, Facebook sayfamızda paylaşıyorum. Görenler arasında ‘keşke değerlerim düşseydi de bugün ben de hastanede olsaydım.' diyenler çıkıyor. Oradaki illüzyon gösterisi, palyaço ve hediyeler onları mutlu etmeye yetiyor. Hediye verirken de rastgele alıp getirmiyoruz. Hepsini tanıyor ve onlara hitap eden hediyeler seçiyoruz.”

‘En iyi savaşçı annem'

‘Mutlu Çocuklarla Umutlu Yarınlar Grubu' ile hastanedeki günlerine neşe gelen çocuklardan biri de Beytullah. Aplastik anemi hastası Beytullah, 15 yaşında ve on yıldır trombosit yüklemesi yapılıyor. Vaktinin büyük kısmın çocuklarla geçiren Öznur Onur, bugünlerde Beytullah için acil çözüm aradıklarını söylüyor: “Doktorlar, ailesine beş-altı ay içinde ilik bulmaları gerektiğini söyledi. Bunca tedavi, ilaç ve trombosit yüklemesine vücudu daha fazla dayanamaz dediler. Okula hiç gidemedi. Uzaktan eğitim okuyor. Karnesini eve getiriyorlar genelde ya da annesi gidip alıyor. Okumayı ve araştırmayı çok seviyor hatta ansiklopediler elinden düşmüyor.”

Günlerinin büyük kısmını hastanede geçiren Beytullah için Öznur ablası artık aileden biri gibi. Ona yılın savaşçısı ödülü verdiklerinde Beytullah, “Bu ödülü annem hak ediyor. O benden daha çok savaşçı.” deyince herkes duygulanmış.

Doğum gününde oyuncaklarıyla birlikte evine gittiklerinde oynayamadan hastaneye gitmek zorunda kalmışlar. Onur ve arkadaşları da hediyeleri hastaneye götürmüş. Beytullah, iki saat sonra Öznur ablasını arayıp, “Öznur abla, oyuncaklarımı getirdiniz ama yanımdaki çocukların yok onlara da bir şey alabilir miyiz? Şimdi beraber oynuyoruz ama ben bunları alıp eve gideceğim.” demiş. Bu telefondan sonra Mutlu Çocuklarla Umutlu Yarınlar Grubu tekrar yollara düşmüş ve Beytullah'ın oda arkadaşına da oyuncak getirmiş.

Viewing all 3284 articles
Browse latest View live