Güneydoğu'da çatışmaların durdurulmasına katkıda bulunmak için farklı kesimlerden birçok aydın ve yazar, Barış İsteyenler Grubu'nu kurdu. İki hafta önce Diyarbakır'da hem halkla görüşen hem de devlet yetkilileriyle soruna çözüm arayan grubun gözlemlerini Ömer Faruk Gergerlioğlu ile konuştuk.
‘Barışı İstiyoruz Grubu', 10 gün önce Diyarbakır'daydı. Ne gördünüz, neler yaptınız?
106 kişi Diyarbakır'a gidip Sur ilçesinde barikatların önünde bir açıklama yaptık. Çok farklı kesimden insanlar oraya toplanmıştık ve tek taraflı bir çağrı yapmadık. Her iki tarafa hem devletin hem PKK'nın çatışmaları durdurması yönünde bir açıklamaydı.
Güvenlik güçleri zaman zaman hendekleri temizliyoruz, bölgeyi ele geçirdik gibi açıklamalar yapıyor. Sahadaki durum nasıl?
Siz orayı ele geçirdiğinizi zannediyorsunuz, sonrasında bir bakıyorsunuz o hendekler yine oluşmuş. Onların biraz daha arkasında PKK'nın, YDG-H'nin ileri gelenleri var. Ama sokaktaki çocuklar adeta ergenliğin de eşlik ettiği bir isyanla o hendek barikatların karşısında devlete karşı mevzi almış durumda. Orada bir bakıma o sokağın çocuklarıyla çatışılıyor. Orada büyüyen çocukların ruh hali, o barikatların başında durmaya itiyor onları.
Çocuklarla konuşma imkânınız oldu mu?
İki ay önce gittiğimde çevrili alana girebilmiştim. Çok büyük bir trajediyle karşılaştık. 12 yaşındaki Helin Şen, biz gitmeden bir gün önce ölmüştü orada. Fırına ekmek almaya giderken kafasına bir kurşun geliyor. İki-üç saat cenazesi alınamıyor yerden. Bir gün sonra gittiğimizde yerde hâlâ kanı vardı. Sokaktaki çocuklar bunu çok normal bir hadise gibi anlattı bize. Yedi-sekiz yaşlarındaki arkadaşları, ‘Amca bak Helin'i şurada vurdular. Kurşun şöyle geldi, kafasını parçalayıp çıktı ve bak şu elektrik direğine saplandı.' dedi. Şok olmuştum. Batıdaki insanların anlamadığı şeye geliyorum; insanlar diyor ki, ‘Devlettir, vurur, barikatı ezer geçer ve bitirir bu işi.' Ama iş böyle değil. Sen o barikatı ezip geçerken oradaki çocuklar korkunç görüntülere şahit oluyor. Bu tür çatışmacılık formülüyle yola çıkarsanız bir yere varamazsınız. Oradaki çocukları PKK'ya katmaktan, yerdeki cenazeleri de kaldıramayacak kadar otorite zafiyetine düşmekten başka bir şeye yaramaz bu iş. Batıdaki bölünmekten korkanlara da sesleniyorum. Burada halk duygusal olarak zaten bölünüyor, sınırlar bölünse ne olacak. Bölünmek istemiyorsak Güneydoğu'ya sahip çıkmalıyız.
Peki hendek kazanların hiç mi suçu yok?
Tamam, birileri hendek kazmış, bunu devlet kabul edemez. Biz gittiğimizde onları da eleştirdik. Koca devletin ortasında hendek kaz, ‘Ben orayı ele geçirdim.' ne demek? Ama onlara karşı farklı çözüm yolları denenebilirdi. Barikatları yıkarak bir başarı elde edilmiş olmayacak. Çünkü sahada PKK'ya girecek militanları artırmış oluyorsun. O gençler sizinle bir çatışmaya girdiği zaman onların öfkesi daha da artarak PKK'ya gitme ihtimali yükselecek. Orada hendeklerde çocuk çok. Öldürerek mi bitireceksiniz onları?
‘Çocuklar ölmesin' diyerek Beyaz Show'u arayan Ayşe Çelik hakkında suç duyurusu yapıldı. Benzer durumları siz de yaşıyor musunuz?
Bu da benim şahsen önemli bir yaram. Olayın şu anda siyasî; bir yönü olmadığını, insanî; bir durumun bulunduğunu söylüyoruz. Şu anda çok kutuplaşmış bir durumdayız. İnsanî; bir şey söylediğiniz zaman tamamen siyasî; bir mevzi alınıyor. Mesela Taybet Ana, kan revan içinde yerde kaldı, 23 gün sonra toprağa verilen bir anamızı anlatıyorsunuz. Bu kadın çıkmış evinden, birisi ateş etmiş ölmüş yani… Ve bunlar siyasî; tarafı olmayan şeyler. Üç aylık bebek hangi siyasî; taraf? Bak bebek ölmüş diyorsun, ‘Ya kardeşim bak sen devleti eleştiriyorsun.' diyor. Ben sadece diyorum ki ‘bebek ölmüş!' Ayşe Çelik, PKK'lı muamelesi görüyor ama aslında Diyarbakır'ın sesiydi o. Bir siyaset programını aramıyor. En çok izlenen bir program bulmaya çalışmış. ‘Siz orada eğlenirken biz burada ölüyoruz.' diyor. Aslında çok büyük bir fırsattı bize bu telefon konuşması. Bir hamile kadın gecenin yarısında kalkıp bir eğlence programını arıyor, feryadı figan ediyorsa bu toplumda bıçak kemiğe dayanmıştır. Biz bunu görüp toplum olarak izinden gidelim diyebilirdik.
Ayşe Çelik benzeri eleştirilere karşı şehit cenazeleri, yetim kalan asker çocukları hatırlatılıyor. Ya da insanlar devlete karşı taraf olmakla itham ediliyor…
Hepsine bizim içimiz kanıyor. Orada o yetim çocuğun cenaze töreninde babasının fotoğrafına bakıp, ‘Bakın bu benim babam' demesi içimizi acıtıyor. Ama bu, devletin irade göstererek durdurması gereken bir durum. Sen-ben meselesi değil ve orada yaşanan insanî; bir felaket var. Ben kimden isteyeceğim ki ölümleri durdurmasını. Diyarbakır'a gittiğimde örgütün genel karargâhına sormuyorum, ‘Diyarbakır'ın durumu nedir?' diye. Valiye gidiyorum, ‘Ey vali, şehrin durumu nasıl çözeceğiz?' diyorum. İnsanlarımız insaf, merhamet duygusunu kaybetmiş maalesef.
Siyasilerle konuşarak bir adım atılabildiğini gördük
Çok farklı kesimlerden sivil inisiyatifler oluştu bu süreçte. Çatışmanın durmasına yönelik siyasilerle görüşmeleriniz sonuç veriyor mu?
Diyarbakır valisini ziyaret ettikten sonra ‘Barışı İsteyenler' heyetimiz CHP, HDP ve Başbakanlık ziyaretleri gerçekleştirdi. Orada da sivil toplumun olaya müdahilliğinin faydasını gördük. Biz sivil inisiyatifler olarak boğulmakta olan bünyenin ufak nefesleriyiz. Ama o ufak nefeslerin bile gayretinin ne kadar önemli olduğunu fark ettik. Siyasilerle konuşarak bir adım atılabildiğini de gördük. Hükümetin de aslında bir çözüm arayışı içinde olduğunu, çözüme açılacak bir kanal varsa oradan gitme niyetinin olduğunu ama bunu açıkça izhar edemediğini düşünüyorum. Görüşme iyidir, konuşma iyidir… En umutsuz durumda bile ‘Bir yol bulabilir miyiz sayın başbakanım?' diyerek STK'lar daha çok harekete geçmeli. Ne kadar mümkün olacak göreceğiz ama olumlu sinyaller alıyoruz.
Barış için akademisyenler platformunun imza metnini ve sonrasında yaşananları nasıl yorumluyorsunuz?
Barış için akademisyenler belki farklı ve benim katılmadığım bir metnin altına imza attılar. Akademisyen olsam ben imza atmazdım çünkü iki tarafı da hakkaniyetli eleştirmediğini düşünüyorum. Ama onları bu denli şeytanlaştırmaya, hedef göstermeye kimsenin hakkı yok. Bu insanlar sonuçta bilim insanı, yıllarını ilme vermiş kişiler. İfade özgürlüğü zaten katılmadığımız fikirler için gereklidir. Toplumun da bu olgunluğa ulaşması gerekiyor. Tam da ifade özgürlüğünü yakalamamız gereken yerden onu kısıtlamak ve toplumu kutuplaştırmada kullanmak çok tehlikeli. Akademisyenlerin kapılarına yazılar asılması, ölüm tehditleri almaları, hain ilan edilmeleri tam bir cadı avı. Akademisyenlerin gözaltına alınması Mc Carthy dönemini aratmayacak uygulamalar. Kimileri imzasını geri çekti bu süreçte. Onlar hain olmaktan çıktı mı o zaman bu insanlara göre? Burada resmen kutuplaştırma üzerinden güç gösterisi yapılıyor.