Yeni Asya Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Kazım Güleçyüz, Süleyman Demirel ile Köprü Dergisi için yaptığı tarihî; mülâkatları ‘İslam, Demokrasi, Laiklik' adıyla kitaplaştırdı. 30 yıldır gazetecilik mesleğini icra eden Güleçyüz, AK Parti iktidarı döneminde muhalif medyaya tahakkümün zirve yaptığını söylüyor.
Kitap ile başlayacak olursak… “Bütün söylediklerimin arkasındayım” diyen bir Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel. Kendisi ile yıllar önce Köprü Dergisi için yaptığınız mülakatları kitap haline getirdiniz. Sizde nasıl bir intiba bıraktı 9. Cumhurbaşkanı?
Süleyman Demirel, cumhuriyet ve demokrasi tarihinde önemli yeri olan bir isim. Başbakanlık yapmış, cumhurbaşkanı olmuş, muhalefet yapmış ve siyasetin usta isimlerinden. Bu mülakatların çoğunu 12 Eylül'ün koyduğu yasakların içinde yaptık. Ağırlıklı olarak güncel siyasetin dışında temel meselelerle ilgiliydi. Demirel'in fikri yapısı, dünya görüşü noktasında bizim için aydınlatıcı olmuştu. Mesela temel düşüncelerde devirlere göre değişmesi söz konusu değil. Israrlı, kararlı bir şekilde en zor zamanlarda bile arkasında duran bir yapısı var.
2008 yılında hakkında kapatılma davası açılan AKP'in savunmasında Demirel'in, ‘İslam, Demokrasi, Laiklik' kitabında yer alan sözlerini referans göstererek kapatılmaktan kurtulduğunu söylüyorsunuz. Bu nasıl olmuştu?
AKP, laiklik aleyhtarı faaliyetlerin odağı olmakla suçlanıyordu. Laiklik konusunda Demirel'in yapmış olduğu tarifler, ifadeler AKP için de bir referans idi. Daha evvel Demirel de benzer suçlamalara muhatap olmuştu. ‘Devlet laik olur, kişi laik olmaz' demiş, laikliğin din ve vicdan hürriyeti üzerinde baskı aracı olarak kullanılmaması gerektiğini' söylemişti. Bu minvalde, kitabı da doküman şeklinde savunma dosyasının içine koyup verdiler. AKP kendisini savunurken Demirel'in bu kitaptaki görüşlerine değer verdi kısacası.
O günün AK Parti'si ile bugünkü arasında ne gibi farklar var?
Şu ifade özetliyor meseleyi: Dünün mağduru, bugünün mağruru. İktidar ‘bozar' denir. O gerçeğin bir kez daha tecelli ettiğini görüyoruz. Milli Güvenlik kararıyla, siyaset belgeleriyle hedef olarak gösterilen ve takip altında tutulan bir kadro bugün aynı belgeleri kullanarak kendisine yeni tehdit olarak gördüğü camiaya karşı operasyon yürütüyor. Kabulü imkânsız. Onlardan, muhaliflere operasyon yapmak yerine ABD gibi demokrasinin kemaliyle işlediği ülkelerdeki uygulamaya uyduracak bir demokratik anlayışla hareket etmesi beklenirdi. Maalesef eski rejimle bütünleşip, onun refleksleri sahiplenildi. Şimdi ise camiayı hedefe koydu. Şu anda hukukun en temel prensiplerini ayaklar altına alan bir anlayışla işi cadı avına dönüştürdü. Bu hiçbir şekilde kabul edilemez, buna mutlaka karşı çıkılması, dizginlenmesi lazım.
BALYOZCULARIN DARBECİ OLDUĞUNU KENDİLERİ DE SÖYLÜYOR
O zaman bunun adını ‘derin devlet operasyonu' koyabilir miyiz?
Muhakkak. Ben o işareti çok önce fark ettim. AKP'nin statükoyla bütünleşme işareti vermeye başladığını yazdım, birkaç yıl önce. Önceden, ‘Tek başına iktidarız ama Çankaya bizde değil' diyorlardı. Abdullah Gül geldi, o engel de kalktı. Bu sefer başka kurumlar üzerinden birtakım bahaneler uydurmaya başladılar. Bahanenin kalmadığı yerde de o statükonun reflekslerini sahiplenerek onlar gibi davranmaya başladılar. Ergenekon ve Balyoz gibi darbe davaları için ‘bu davaların savcılarıyız' ifadeleri kullanılırken, ‘Bu da paralelin bir oyunuymuş, aldatılmışız' denildi. Ardından yapılan yasal düzenlemelerle tutukluların tümünün serbest kaldığı bir süreci başlattılar. Bunların içinde darbeci zihniyete sahip birtakım insanların bulunduğunu AKP'nin içinden de çok söyleyenler var. Mesela İnsan Hakları İnceleme Komisyonu eski Başkanı Ayhan Sefer Üstün'ün daha yakınlarda bir beyanı olmuştu: 15-20 tanesi bal gibi darbeciydi. Ama hepsi serbest şu an. Bu operasyon, Fethullah Hoca ve cemaati ile sınırlı değil bence. Bütün cemaatleri tehdit olarak görüyorlar. İmkân ve fırsatını bulurlarsa belli bir strateji çerçevesinde tüm cemaatleri aynı şekilde operasyonlara muhatap kılmayı düşündüklerinden kimsenin şüphesi olmasın. Doğu Perinçek, Silivri'den çıkar çıkmaz, “Bütün cemaatlerin, tarikatların kökünü kazıyacağız.” demişti.
Medyaya baskının zirve yaptığı bir dönemdeyiz
Medyaya baskının arttığı günleri yaşıyoruz. Bu süreçte sizin gazete baskıya maruz kaldı mı?
Başından beri hep dışlanan konumundayız. Kamu reklamları da almadık doğru dürüst. Risale-i Nur'a bandrol engeli getirilerek bize başka bir sıkıntı daha çıkarttılar. Tehditler, sosyal medyadan bize karşı yürütülen psikolojik operasyonlar söz konusu. İçimizi karıştırmaya çalışıyorlar. Bütün cemaatlerde de gördüğüm kadarıyla benzer şeyler yaşanıyor. Kendilerinden yana olanlar ve olmayanlar şeklinde bir fitneyi tüm cemaatlerin içine de atıyorlar. Bizim inancımıza göre zulüm devam etmez. Hadis-i şerifte öyle buyruluyor. Önemli olan, Üstad'ın ‘müspet hareket prensibiyle' mücadeleyi devam ettirmek.
Cezaevinde 30'dan fazla gazeteci var. İktidarın basın özgürlüğü konusundaki tavrını nasıl buluyorsunuz?
İktidar kanalları, RTÜK'ün uyguladığı cezalara tepki gösteriyorlar. Lakin öbür taraftan muhalif olarak gördüklerine ‘ya bendensin ya da düşmanımsın' diye baskı yapıyorlar. Kayyımlar, gasplar, şirketlere el koymalar ve gazetelerin yazı işlerine gidip arama yapmak, hiçbir devirde görülmemiş uygulamalar. Birçok hukuk ihlali maalesef bu dönemde peş peşe yaşandı. Medya özgürlüğünü, sadece benden olanlar özgür, beni eleştirenler özgür değil gibi bir noktaya taşırsanız artık demokrasi olmaktan çıkarsınız.
Fahri Korutürk'ün cumhurbaşkanı olduğu tarihten beri gazetecilik yapıyorsunuz. Yani 7 farklı cumhurbaşkanı gördünüz. Bu dönemlerin geneline bakacak olursak, medyaya en baskıcı dönem hangisi idi?
12 Eylül döneminde 470 gün kapatıldı gazetemiz. Askeri idareyi eleştirdiğimiz için. Başörtüsü ile ilgili Kenan Evren'in beyanlarını eleştirdik, 1 ay kapattılar. Bunlar çok ağır şeylerdi. Bizim açımızdan medya tarihinde de pek örneği olmayan baskı idi. Birçok gazetede de o zaman benzer baskılar oldu. Cumhuriyet Gazetesi de dâhil. Mesela İlhan Selçuk, ‘Türkiye muz cumhuriyeti midir?' diye bir yazı yazmıştı. Ondan dolayı Selimiye Kışlası'na çağrılmıştı. Buna benzer baskılar değişik medya organlarına yapıldı. Şimdi demokrasiden söz ettiğimiz bir dönemde referandum astarıyla operasyonlar yapılıyor. Ekranlar karartılıyor. Bunlar ağır hak ihlalleridir. Genel değerlendirecek olursak, medyaya yapılan baskı bu dönemde zirve yaptı. Eğer normale dönersek, bunların her biri hukuk önünde hesabı sorulacak olan tasarılardır.
Savrulmalar Nur talebesine yakışmaz
Malum Risale-i Nurlara bandrol engeli ve devlet tekeli var. Bu husus ne durumda?
Şu anda devlet tekelini getiren düzenlemeyi Anayasa Mahkemesi iptal etti. Onun ardından Danıştay İdari Dava Daireleri Genel Kurulu, iptal edilen bu karar için ‘yasal dayanaktan yoksundur ve bu kararname hukuka aykırıdır' dedi. Kısa bir zaman sonra resmi prosedür tamamlanınca ilgili bürokratlarla görüşerek iptal kararını beklemeden bizden istedikleri muvafakatnameleri sunarak bandrolümüzü alacağız.
Özellikle sosyal medyada, 17-25 Aralık operasyonlarından sonra ‘Hizmet Hareketi' ile birlikte hareket ettiğiniz yönünde görüşler hakim. Gerçekten de böyle mi?
Biz başından beri hak hukuk özgürlük diyoruz. Şimdi de aynı çizgideyiz. Kime haksızlık yapılıyorsa ona karşı çıkıyoruz. Mesela AKP'ye karşı açılan kapatma davasına da karşı çıkmıştık. Eğer demokrasiden, hukuktan söz ediyorsak bunun kurallarının işlemesi lazım. Fethullah Hoca'nın çizgisiyle bizim örtüştüğümüz yerler mevcut. Bunları da her zaman ifade ettik. Ama hiçbir zaman eleştirilerimizi dile getirirken ‘haşhaşi, sahte peygamber' demedik. Daha evvel ‘Fethullah Hoca aldı başını gidiyor, hizmetini dünyanın her tarafına ulaştırdı, siz hâlâ yerinizde sayıyorsunuz' diyen abiler bugün bizi paralelcilikle itham ediyorlar. Asıl değişen onlar. Diğer Nur cemaatindeki ağabeyler önceleri Fethullah Hoca'ya toz kondurmazken, şimdi yerin dibine batırıyorlar. Bu ifrat tefrit savrulması Nur talebesine yakışmaz.