Oğlunun yönettiği ‘Yaktın Beni' filminde rol alan Uğur Yücel, birbirlerini iyi tanıyor olmanın avantajlarını yaşadıklarını söylüyor: “Beni iyi tanıdığı için hatalarımı pervasızca gösteriyor. Bu da hoşuma gidiyor.”
Uğur Yücel, ‘Yaktın Beni' filmiyle seyircinin karşısında. Film, Yücel'in kariyerinde özel yere sahip. Beyazperdede rol aldığı ilk komedi filmi. Yönetmen koltuğunda oğlu Can (30) oturuyor. Baba-oğulun yönetmen ve oyuncu olarak sete indikleri ilk proje.
Yücel ailesinin hikâyesi itfaiyeci üzerine kurulu. Özetle şöyle: Ailesini kaybettikten sonra yalnız yaşamaya başlayan itfaiye eri Selam Kuloğlu'nun (Sarp Apak) hayatı, yıllardır görmediği dayısı Macit ile tesadüf eseri karşılaşmasıyla değişir. Sevdiği kız İpek ile (Sinem Kobal) evlenmek isteyen Selam'ın yanına dayısı taşınır, ikilinin hayatı o günden sonra birbirinden komik olaylara sahne olur. Uğur Yücel, itfaiyecinin babası Macit rolünde.
Baba-oğulun perdeye sunduğu ilk film diyoruz ama hikâyenin köklü bir geçmişi var. Daha önce üç filmin setinde beraber çalışmışlar. Yedi yıldır setteler… Yücel, oğlunun ‘hadi bir şansımı deneyeyim' diyerek birden bire yönetmen olmadığını anlatıyor. Altı yaşında kamera varmış elinde. Babasının yanında yıllarca bir taş gibi işlenmiş. Müziğe sarmış bir dönem, sonra Bilgi Üniversitesi'nde sinema bölümünü yarıda bırakıp alaylı olarak sinema macerasına devam etmiş. Yaktın Beni, ilk göz ağrısı.
İkili, gündelik hayatta iki sıkı dost. Birbirilerini dinleyen, anlayan, yönlendiren arkadaş... Bu uyum doğal olarak sete yansıyor. Sette birbirilerine ‘hocam' diye hitap ettiklerini özellikle vurguluyorlar. Yönetmen-oğul dengesini nasıl kurduklarını şöyle anlatıyor baba: “Set ve yaşam iç içe gidiyor. Uzun zamandır birlikte çalışıyoruz. Setin yöneteni o. Onun peşinden gidiyoruz. Set bitince kolkolayız.” Birbirini iyi tanıyor olmanın artıları kadar eksileri de var: “Sizi her şeyiyle bilen birine kendinizi teslim etmek çok keyifli. O fazla iyi tanıyor. Bu durum zaman zaman olumsuz da çalışabilir. Çünkü kimse farketmese bile o benim huzursuz ya da gergin olduğumu görüyor. Hatalarımı gösteriyor hem de pervasızca. Bu da hoşuma gidiyor. Çok dobra bir adam.”
Uğur Yücel, performans anksiyetesi (başaramama kaygısı) olan bir oyuncu. Onun için bir dönem oyunculuğu bırakmayı bile denemişti. Role hazırlık süreci keyifli olduğu kadar zor da geçiyor. Oğluyla çalışırken bu kaygıları daha rahat aşmış olduğu için mutlu: “Bu anksiyetenin ne boyutta ciddi olduğu konusunda emin değilim. Bazen her şey durabiliyor. Geçen akşam kamera karşısında konuşamadım bir program için. Bunu karşıdakine izah etmek zor. Şaşırıp kaldılar ama konuşamadım işte… Can bunu hafifletiyor tabii ki. Hatta küçümsüyor bu endişeyi. Haklı!”
İşin gerçeği Uğur Yücel'den komediden ziyade Yazı Tura, Soğuk gibi sert, derdi büyük hikâyeler bekliyorduk. Heybeden komedi çıktı. Bu bir soluk araması mı? Bu konuda şunu söylüyor: “Doğrusu bundan sonrasında ne yapmak istediğime birkaç hafta içinde cevap bulacağım. Çünkü her yeni iş yepyeni bakış açısı ve tecrübe getiriyor.”
Kariyerinde Yaktın Beni'yi koyduğu yeri ise film vizyondan kalktıktan sonra belirleyebileceğini aktarıyor: “Ya ders alıp yön değiştiririz, başkalarını deneriz ya da bu yola devam ederiz. Yeni projeler yavaş yavaş masa üstüne yatacak, bakacağız.”
Şimdi bir tosbağa gibiyim
“Dizilerde oynamadan, komediler yapmadan; sadece yazmak ve çekmek isterdim, hiç görünmeden ama beceremedim.” diyordu bir dönem Uğur Yücel. Hâlâ öyle mi düşünüyor? Sektörde görünmeden var olmak ne kadar mümkün? Tercihlerinin onu bu yola ittiğini anlatıyor: “Senaryo yazarı ve edebiyatçı olarak yürüseydim istediğim sükûneti bulabilirdim. Ancak pek şikâyetçi değilim böyle olmaktan. Diğeri tercihimdi tabii ki…” Onda arkalara çekilme isteği uyandıran sebepler, daha içe dönük yaşama arzusundan kaynaklanıyor. Ama bu dönüklük coşkusuz bir kapanma değil. Oradan ruhsal haz duyabileceği esinler bulabilme isteği. Görünür olmaktan haz duymadığını anlatıyor, hissettiyor her daim. Çektiği filmin, yazdığı öykünün, oynadığı karakterin üzerine konuşmayı pek sevmiyor. Ancak konuşmak, görünmek işin bir parçası. Görünür olmaktan mutlu olmadığı, meşhur olmadığı dönemlerde keşfettiğini aktarıyor. “Çocukken sportmendim. Düzgün bir fiziğim vardı. Vücudum dikti, kafam da dikti. Kasıntı dediler. Öyle demesinler diye kamburumu çıkarıp yürüdüm. Şimdi tosbağa gibiyim.”
Sadece denizin üstünde dinleniyorum
‘Dağılmış pazar yerlerine memleket. Gelmiyor içimden hüzünlenmek bile' diyor Edip Cansever. Bu kanlı pazarda kimsenin içinden yazmak, film çekmek gelmiyor. Uğur Yücel, sanata sığınarak soluk alıp verdiğini söylüyor: “Kendimi bir çığlık tablosu gibi hissediyorum. Sinemaya bu nedenle sığınıyorum belki. Yeni şeyler yazdırıyor her trajedi.” Peki nasıl arınıyor, üzerindeki yükü atıyor? Suyla, dalga sesiyle: “Sadece denizin üstünde dinlenebiliyorum. Boğaz' da doğdum büyüdüm. Yazlarım adalarda, su kenarında geçti. Su adamıyım yani. Bütün boğazlılar uzun uzun akıntılı sulara bakar, iç ferahlatır. Su akar, deli bakar.” Böyle dönemlerde seyircinin yüzünü güldürmek elbette daha zor. Kan kokusu üzerimize bu kadar sinmişken. Bu konuda ümitvar konuşuyor: “İnsan ne kadar karanlıkta olursa olsun bir ışık buluyor.”