‘Şair sözü yalandır’ dediklerine bakmayın, divan şairleri arasında doğruyu söyleyip dokuz köyden kovulanların sayısı hiç az değil. Onlara sadece ‘saray şairi’ diyenleri yalanlarcasına, sarayı da yaşadıkları toplumu da keskin dilleriyle yerden yere vurmuşlar.
Klasik Türk edebiyatı şairlerini, genelde medhiyeleriyle biliriz. Öyle ya, geleneğe göre divanlar önce Allah’ı, ardından Habibullah’ı (aleyhissalatü vesselam), padişahları ve devlet adamlarını övgüyle anarak başlar. Lakin sivri dilli şairlerden bazıları, divanlarında bu kurala uysalar da, sarayda ve âvânelerinde ya da içtimai hayatta gördükleri olumsuzlukları söylemekten, hicvetmekten geri duramaz. Hatta kendisi için “Nef’î; diliyle uğradı Hakk’ın belâsına” mısrâı söylenen Nef’î; gibi bunun bedelini başıyla ödeyenler bile olur. Madem günümüz demokrasisinde sarayı eleştiren saray şairleri bulamıyoruz, biz de geçmişte saray dostu hâmî;leri olmadan şairlik yapmaları mümkün olmayan bu cesur divan şairlerini analım o vakit…
Bozuk düzene ‘yuf’ çekenler
İnsanın makam mansıpla imtihanı bitmediğinden, her dönemde olduğu gibi Osmanlı’da da devlet yönetiminde veya toplumda bozulmalar, kokuşmalar baş göstermiş. Kendi devrinde gördüklerine kayıtsız kalamayan bazı şairler ise ‘yuf’ redifli şiirleriyle hicivlerini düzmüş. Bunlardan biri Cem Sultan’ın padişah olmasını istediği için II. Bayezid ve onun kurduğu düzene karşı duran Aynî;. Şair, devletin bütün imkânlarının hak etmeyenlere sunulmasını şu mısralarla hicvediyor:
“Âb-ı devletden hayatın her hasisün tazeler
Rismânına anun delvine vü çahına yuf”
(Devletin imkânlarını hayat bağışlayıcı bir su kuyusu gibi alçaklara sunan bu zamanın ipine de kovasına da kuyusuna da yuh olsun!)
Kânunî; dönemi şairlerinden Bağdatlı Rûhî; ise, taşrada yaşayan şairlerdendir. Şair, oralarda gördüğü çarpıklıkların suçunu para karşılığı makam alıp satanlarda bulur. Onları yuhaladıktan sonra âriflerin kadrinin bilmemelerinden şöyle yakınır:
“Ârif ki ola müdbir ü nâdân ola mükbil
İkbâline yuf âlemin idbarına hem yuf”
(Arifler hor görüldüğü, cahiller el üstünde tutulduğu bu dünyanın talihine de talihsizliğine de yuh olsun!)
Dünya makam ve mansıplarının ne kadar aldatıcı olduğunu anlatan bir başka şair de, klasik şiirin geldiği en üst seviye kabul edilen Şeyh Galib’dir. Zira yaşadığı dönem 18. yüzyıl olduğundan Osmanlı bürokrasisi de toplumu da ciddi bir çözülme içindedir. İşte şair bu kötü gidişe, insanların mevki sahibi olabilmek için yaptığı hokkabazlıklara yuh çeker:
“Billah yuf bu şu’bede-i hiç-kâra yuf
Yuf kadr-i câh u tantana-i iştihara yuf”
(Bu dünyada oynanan boş oyunlara billahi yuh olsun! O kıymetli makamlara, şöhretin göz alıcılığına, lüksüne yuh olsun!)
Selamı rüşvet değil diye alınmayan şair
Fuzulî;’nin, Kânunî; döneminin en meşhur şairlerinden olduğunu bilmeyen yoktur. Osmanlı’nın bu en şaşaalı günleri, aslında yozlaşmaların da bir tümör gibi yayılmaya başladığı dönemdir. Bürokrasideki arızalara, rüşvetçiliğe, haksızlıklara şahit olan Fuzulî;, Nişancı Celalzâde Mustafa Çelebi’ye bir mektup yazar. Devlet yönetiminin kötü işlediğini, memuriyet ve makamın adeta parayla satıldığını anlatır. Şikayetnâme adıyla bilinen bu mensur eser, secileri, iç kafiyeleri sebebiyle şiir gibidir. Topluma mâl olmuş bir kısmı ise, bugün bile kulaklarımızı çınlatıyor:
“Selam verdim, rüşvet değildir diye almadılar
Hüküm gösterdim, faydasızdır diye iltifat etmediler
Gerçi görünürde itaat eder gibi
davrandılar ama
Bütün sorduklarıma hal diliyle
karşılık verdiler.”
Nefretini kazanmadığı devlet erkânı kalmadı
Sadece 17. yüzyılın değil, belki tüm Osmanlı’nın en iyi hiciv şairi desek yeri Nef’î; için. Siham-ı Kaza (Kaderin okları) başlığında topladığı hicviyeleri, şairin başına açmadık bela bırakmaz. Dönemin birçok devlet adamının nefretini üzerinde toplar. Bunlardan biri Şeyhülislam Yahya Efendi’dir. Nef’î;’yi överken aynı zamanda onun kâfir olduğunu ima eden bir dörtlük yazar Yahya Efendi. Nef’î;’nin bu tekfire cevabı ise ağır olur:
“Bize kâfir demiş Müftî; Efendi
Tutalum ben diyem ana müselmân
Varıldıkda yarın rûz-ı cezâya
İkimüz de çıkaruz anda yalan”
(Müftü Efendi bize kâfir demiş, ben de ona Müslüman diyeyim. Ama mahşer günü ikimiz de yalancı çıkarız. Çünkü ne ben kâfirim ne o Müslüman.)
Yukarıdaki dizeler ağır bir itham içerse de şairin ‘ok’larından nasibini alan herkes üslup noktasında Şeyhülislam Yahya Efendi kadar şanslı değildir. Zira IV. Murad zamanında sadrazamlığa getirilen Gürcü Mehmet Paşa, Nef’î;’nin ‘a köpek’ redifine muhatap olur. Küfürlerle dolu bu şiir, zehir zemberek hakaretler içerir. Köpek mevzuuyla ilgili başı ağrıyan başka biri de Tahir Efendi’dir. Nef’î;’ye ‘boşboğaz köpek’ diyen Tahir Efendi’ye bakalım şair ne demiş:
“Tahir Efendi bana kelp demiş
İltifatı bu sözde zahirdir
Maliki mezhebim benim zira
İtikadımca kelp tahirdir”
(Tahir kelime manası olarak ‘temiz’dir. Şair bu kelimeyi iki anlama gelecek şekilde, yani “Benim inancıma göre köpek temizdir/Tahir Efendi’dir.” anlamlarıyla kullanır.)
‘Devletin sözünde durduğunu kim görmüş?’
Genelde nasihatname örnekleriyle tanınan 17. yüzyıl şairi Nâbî; de, dönemin yolsuzluklarına, devletin düştüğü hale duyarsız kalamaz. Hicvedici mısralar da kaleme alır. Fakat bunu Nef’î; gibi direkt kişileri hedef alarak değil, genel olarak devleti ve makam sahiplerini eleştirerek yapar. Örneğin devletin hiçbir zaman sözünde durmadığını anlatmak için şu beyti söyler:
“Var mı görmiş kim ile
eylese akd-ı peyvend
Turdığın ahdine
devlet didigün gaddarun”
(Devlet denilen gaddarın biri ile sözleştiğinde sözünde durduğunu gören var mıdır?)
Yine bu dönemde devlet düzenindeki bozulmalar ve uzun yıllar süren savaşlar devletin masraflarını artırır. Haliyle bu masraflar, fakir halkın ödemek zorunda olduğu vergilere yüklenir. Giderek fakirleşen ve devlet tarafından sömürülen fukaranın durumunu mizahi bir dille anlatan Nâbî;, fakir halkı balığa, devleti de onu önce soyup sonra ateşe atan insana teşbih eder:
“Halkun emvâlin alıp sonra teselli vermek
Füls-i mâhî;yi soyup yağda pişirmek gibidir”
(Halkın mallarını alıp sonra teselli vermek balığın pulunu soyup sonra onu yağda pişirmeye benzer.)
‘İstemem ben Fatiha, tek çalmasınlar taşımı’
Osmanlı’nın son dönem şairlerinden Şair Eşref’in dili son derece keskin, hatta küfürlüdür. Şahit olduğu yolsuzlukları, çürümüş düzeni, toplumun yozlaşmasını sert bir dille hicveder. Toplumun geldiği halden öylesine yılar ki vasiyetname gibi şu dörtlüğü yazar:
“Kabrimi kimse ziyaret etmesin Allah için
Gelmesin reddeylerim, billahi öz kardeşimi
Gözlerim ebnâ-yi âdemden o kadar yıldı ki
İstemem ben Fatiha, tek çalmasınlar taşımı”
Şairin insanlardan umutsuzluğu onlardan bir Fatiha bile beklemeyecek derecededir. Lakin “El-hak, şair haklıymış.” demeden edemiyoruz. Zira Eşref’in korktuğu başına gelir, mezar taşı bu yazdıklarına rağmen çalınır…