Gazeteci Filiz Yavuz, “Beni Akkuyular’da Merdivensiz Bıraktın” adlı kitabında Türkiye’nin 40 yıllık nükleer enerji serüvenini masaya yatırıyor. Yavuz’a göre Türkiye’deki birçok şey gibi nükleer meselesi de siyasî; ve bu konu üzerinden üretilen siyaset, nükleer santrallerin hayata değen kısmını görmemizi engelliyor.
Neden nükleer meselesi her zamankinden daha hararetli bir şekilde yeniden tartışılıyor?
2000’de dönemin başbakanı Bülent Ecevit, nükleer karşıtlarının baskısı ve çok pahalı olduğu gerekçesiyle Akkuyu nükleer santral projesini iptal etti ve Türkiye’de nükleer santral kurma işini 15-20 sene sonra konuşmak üzere rafa kaldırdı. 2002’de AKP başa geldikten sonra dönemin enerji bakanı Hilmi Güler, ilk zamanlarda yenilenebilir enerjiden söz ederken 2004’te bir baktık ki nükleer demeye başlamış. Nükleer endüstrinin “nükleer rönesans” diye anıldığı daha güvenilir olma iddiasındaki dönemdi, bu dönem. Türkiye’nin yeniden nükleere yüzünü dönmesinde nükleer rönesans denen bu PR atağının etkisi büyük. 2006’da nükleer ciddi ciddi tartışılır oldu ve o zamandan bu zamana da hükümetin nükleer ısrarı artarak sürdü. Israr arttıkça tartışma da hararetlendi.
Bir de kitapta ‘nükleer prestij’den bahsediyorsunuz. Bunu biraz açabilir misiniz?
Nükleer santrale sahip olmanın prestijli bir durum olduğu düşünülüyor. Söylemde nükleer santralle nükleer silah arasında doğrudan ilişki kuruluyor, nükleer santralim olursa her an nükleer silah yapabilirim, algısı yaratılıyor. Aba altından sopa göstermek gibi bir şey nükleer santrale sahip olmak. Hem Ortadoğu’da bir güç gösterisi hem de iç kamuoyuna ‘güçlüyüz’ mesajı bu. ‘Ortadoğu’da nükleer silaha sahip olan ülke olmak’ fikri bile iktidarların çok hoşuna gidiyor. Fakat bilim insanları nükleer silah ve nükleer santral konularının arasında böylesi bir ilişkinin olmadığını söylüyor. Nükleer silah yapmak için ille de nükleer santral sahibi olmanıza gerek yok. Örneğin İsrail’in nükleer santrali yok ama silahı var. Ya da nükleer santrali olup da silahı olmayan birçok ülke sayabiliriz.
Nükleer enerji konusunda endişelenmemiz için illa Çernobil gibi büyük çaplı bir kaza mı olması gerekiyor, yoksa karşı çıkmamız için başka sebepler de var mı?
Nükleer atık son derece ciddi bir mesele. Çünkü sürekli atık çıkaran bir mekanizmadan bahsediyoruz. Bazı izotopların yarılanma ömrü 250 bin yıl. Yani 250 bin yıl boyunca tehlike saçacaklar demek bu. Düşünün! 250 yıl değil, 2500 yıl değil, 250 bin yıl. Ve dünyada hiçbir ülke atık meselesine çözüm bulabilmiş değil. Örneğin Almanya, atıkları tuz madenlerinin içine gömmek istiyor. 1970’lerin başından beri bunun için çalışmalar sürüyor. Fakat hâlâ hükümetin istediği gibi 500 yıl boyunca bu atıkların doğadan izole edilebileceği ve 500 yıl sonra istendiği takdirde bu atıkların bulundukları yerden sorunsuz bir biçimde çıkarılabileceğine dair garanti verilemiyor. Atık sorunu aynı zamanda etik bir sorun. Örneğin 2000 yıl sonra dünyada yaşayacak insanlar seçme şansları olmadan sizin atıklarınızla uğraşmak zorunda kalacaklar. Bir de her ne kadar teorisyenler yalanlasa da rutin radyasyon salımından bahsediyor nükleer karşıtları. Yani düzenli olarak nükleer santralin düşük dozda radyasyon saldığından ve süreçler şeffaf olmadığı için açıklanmayan ufak kazalardan. Ki sürekli olarak düşük dozda radyasyona maruz kalmak hastalık oranlarını artırıyor.
Kitapta sadece nükleeri savunan politikacılara ya da şirket sahiplerine değil, nükleer karşıtlarına da eleştirileriniz var. Nükleer karşıtı hareket nerede hata yapıyor?
Öncelikle şunu vurgulamak isterim, ben nükleere karşıyım, ama bu kitap nükleer karşıtı bir propaganda kitabı değil. Öyle bir kitap yazmak istemedim. Zaten mesele şeffaf bir şekilde ortaya koyulduğunda insanların neye karşı çıkıp neye karşı çıkmayacaklarına rahatlıkla kendilerinin karar verebileceğine inanıyorum. Tam da bu yüzden kitapta nükleer karşıtlarına da eleştiri var. Hemen söyleyeyim, nükleer santrali olmayan bir memlekette nükleere karşı kırk yıldır mücadele eden bu hareketi çok önemsiyorum. Fakat nükleer karşıtlarının iktidarın çizdiği sınırlar içinde, onun diliyle muhalefet ettiğini düşünüyorum. “İstihdam”, “dışa bağımlılık”, “ucuz enerji” gibi argümanlarla nükleeri tartışan iktidar, nükleer karşıtlarına da kendi kurduğu dille bu argümanları tartıştırıyor. Bir bakıyorsunuz nükleer karşıtları da sadece bu tartışmalardan siyaset üretmeye başlamış, meselenin yaşama değen noktalarını es geçmiş. Elbette bu argümanlar üzerine de kafa yorulsun, lakin nükleer karşıtı hareketin yönünü iktidarın ortaya attığı bu argümanlar belirlemesin. İktidarın bu durumdan memnun olduğunu düşünüyorum, zira bu kısır tartışma kendisine yarıyor.
Bu kısır döngü nasıl aşılır?
Kitap tam olarak bunu öngörüyor aslında. Diyor ki, bu argümanları bir kenara bırakalım, nükleeri yaşam üzerinden tartışalım. Öne sürülen argümanlar yaşama değmiyor çünkü. Bu yüzden nükleer konusu, yurttaşların anlayamayacağı teknik bir mesele olarak algılanıyor. O kadar ki; kitabın içinde formüllerin falan olduğunu düşünenler olmuş. Hayır, nükleer teknik ya da teknolojik bir mesele değildir, sizin yaşamınızla ilgili bir kararın ta kendisidir oysa.
Bahsettiğiniz yaşama değen kısım ne?
Bu argümanların hepsi doğru olsun diyelim. Velev ki nükleer santral istihdam yaratacak, enerji ucuzlayacak, dışa bağımlılık azalacak. Santralde ya da geçici atık depolama merkezlerinde bir kaza olduğunda ve bu kaza bütün ülkeyi, komşu ülkeleri etkilediğinde bunların hiçbir önemi kalmayacak. Dolayısıyla nükleeri kaza riski, atık meselesi ve demokrasinin olmazsa olmazı olan katılımcılık üzerinden tartışalım diyorum ben.