Sözlük anlamı… Maalesef veremiyorum çünkü Türk Dil Kurumu sözlüğünde tanımlanmış bir sözcük değil henüz. Ama kavramın İngilizcesi olan “sexism” kelimesini sözlüklerde aradığımızda karşımıza şu tanım çıkıyor: “Prejudice, stereotyping, or discrimination, typically against women, on the basis of sex.” Yani çoğunlukla kadınlara karşı yapılan, cinsiyet temelli önyargı, tektipleştirme veya ayrımcılık. Kelimenin eş anlamlıları olarak ise şunları görüyoruz: şovenizm, ayrımcılık, önyargı, tarafgirlik. Daha basit bir dille ifade edecek olursak bir cinsiyetin diğer cinsiyete üstün olarak görülmesi, cinsiyet üzerinden insanlara ayrımcılık yapılması, bir cinsiyete mensup insanlara dair genellikle olumsuz bir biçimde genelleme ve tektipleştirme yapılması.
Bizde cinsiyetçilik y(ç)oktur!
Cinsiyetçilik kelimesinin Türkçe sözlüğünde tanımının olmayışı, iyimser bir biçimde “bizde cinsiyetçilik yok ki tanımı olsun” şeklinde savunulabilir belki. Oysaki tam tersine, bir şeyin tanımlanmamış olması onun havaya karışmış bir gaz gibi her yerde solunduğunu gösteriyor; tıpkı karbonmonoksit gibi renksiz, kokusuz, farkına varılamayan bir zehir. Cinsiyetçilik soluduğumuz havaya öyle teneffüs etmiş ki, varlığının farkına varıp da tanımlamamışız bile.
Sokakta cinsiyetçilik
Özellikle karanlık çöktükten sonra kadınların sokakta yürürken tedirginlik hissetmeye başlaması ve saat ilerledikçe bu tedirginliğin daha da had safhaya ulaşması, sokağın genel itibariyle ama özellikle gece vakti erkeklere ayrıldığı ve o saatte sokakta olan bir kadının yanlış bir şey yapıyor olduğu algısının yaygınlığından kaynaklanıyor. Sokağın erkeğe ait olarak görülmesinin bir diğer tezahürü de kadının sokağa hangi hallerde ve hangi giyimle çıkabileceğinin yine erkekler tarafından belirlenmeye çalışılması. İster mini etek olsun, ister burka, kadının sokak kıyafeti o sokağın “hakiki sahibi” olan erkekler tarafından onaylanmadıkça, sokak kadın için hiçbir zaman güvenli olmayacaktır.
Okulda cinsiyetçilik
Kız ve oğlan çocuklarının cinsiyet rollerini aile dışında ilk defa öğrendikleri ve edindikleri yer okulları oluyor. Ders kitaplarından tutun da defter, kalem, kitap, çanta gibi kırtasiye malzemelerine kadar her iki cinsiyeti belli kalıplara hapseden söylemlerle cinsiyet kimlikleri şekilleniyor. Bu söylemlerde, kız çocuklarına narin prenses ve erkek çocuklarına güçlü kahraman rolleri biçiliyor ve bu roller büyüdükleri zaman kırılgan, narin ve korunmaya muhtaç anne ve güçlü, otoriter, koruyucu ve evin idarecisi olan baba şeklinde kalıplaşıyor. Dahası, erkek-egemen anlayışın hakim olduğu bir toplumda kız çocukları okula gitme şansı bulsa bile onlara verilen eğitim kendilerini ileride iyi birer anne ve evhanımı, en iyi ihtimalle de kadınların fıtratına uygun olduğu düşünülen öğretmen ya da hemşire yapmaya yönelik oluyor.
Ailede cinsiyetçilik
Çoğu ailede görülen kız ve erkek çocuklarına yönelik çifte standart neticesinde, erkeklerin kadınlardan daha önemli, daha güçlü, daha saygıdeğer, daha imtiyazlı vs. olduğu algısı yerleşir. “Erkek adam”dır, dışarıda ne yaptığı sorulmaz, kadın ise ailenin namusudur. Erkeğin başına gelebilecek kötü bir şey, sadece kötü bir şey olarak kalırken, kadının başına gelen kötü bir şey aile için, hatta mahalle için bir felaket olur. Ve kadın düşünür durur, çevresindekiler tarafından bedenine verilen bu önem çok değerli olduğu için mi yoksa çok değersiz olduğu için midir diye.
Medyada cinsiyetçilik
Kadın bedeninin değerli mi yoksa değersiz mi olduğunun sorgulandığı en önemli alan aslında medyadır. Bir yandan kadın bedenine sayısız güzellemeler yapılırken, aynı beden bir yandan da alakalı alakasız her türlü metanın pazarlanmasında bir altın tepside erkeklere sunulmaktadır. Güzellik olgusunu kadın bedenine indirgeyen bir medya yaklaşımı, aynı zamanda kadını da güzelliğe indirgerken, kadın yine bir ikilem içerisindedir: kıymet gören bedeni midir yoksa kendisi midir? Bu da yetmezmiş gibi, kadını ev içi ve hizmet rollerine hapseden reklamlar dönüp durur ekranlarda. Deterjanlar, çamaşır bulaşık makineleri, yemek pişirme malzemeleri, çocuk bakım malzemeleri hep kadınlara pazarlanmaya çalışılır.
İş hayatında cinsiyetçilik
Kadınların yemek, temizlik, çocuk bakımı ve erkekleri hoşnut etmek gibi vazifelerle tanımlandığı bir toplumda, bir kadının iş hayatında var olması da hep bir mücadeleyle geçer. İş hayatı kadına genellikle iki seçenek sunar: Alabildiğine dişi olmak, ya da alabildiğine erkekleşmek. Çünkü orası erkeklere ait bir alandır, kadın erkeğin gözünde bir işgalcidir. Ya dişileşip kendini o erkeğin arzularının hizmetine sunmalı, ya da maskülenlik dozunu arttırarak, veya dişiliğini görünmez kılarak, oranın sahibi olan erkeklerle eşit hale gelmelidir.
Siyasette cinsiyetçilik
İş hayatı nasıl erkeklere ait bir alan ise, siyaset bundan daha fazla erkek-egemendir. Başarılı bir kadın siyasetçi “erkeklik sadece cinsiyetle olmaz” dedirtendir; yani siyasette erdem olan, övülen yine erkekliktir. Siyasetin zor olduğu ve bununla baş edebilmek için erkek olmak gerektiği neredeyse tartışılmaz bir hakikattir. Bu nedenledir ki, kadınların parlamentoda yer alabilmeleri için kendilerine özel bir kota ayrılması gerekmektedir.
Dilimizdeki cinsiyetçilik
Bütün bu cinsiyetçi anlayış ve uygulamaların belki de en temel sebebi kullandığımız dilin kendisinin cinsiyetçi oluşu. Dilimize pelesenk olmuş atasözleri ve deyimler, bize ısrarla kadınların erkeklerden değersiz olduğunu (Oğlan doğuran övünsün, kız doğuran dövünsün), kadınlara şiddet uygulanabileceğini (kızını dövmeyen dizini döver), ve kadınların alınıp satılabilecek bir nesne olduğunu (tarlayı düz al kadını kız al) söyletiyor.
*Fatih Üniversitesi Sosoyoloji Bölümü, Yard. Doç. Dr
]]