Dilek Yeşilbaş’ı Hakkarili gençlere umut olmasıyla tanıdık. Mecburi hizmet için gittiği şehirde yöre halkıyla ve gençlerle kurduğu sıcak ilişkiler Samsunlu doktorun hayatını değiştirdi, Hakkarililerin de... Yeşilbaş, yaşadıklarını anlattığı hikâyesiyle ödül aldı. Şimdi sokaklarından tank geçen kentte yaşadıklarını kitaplaştırıyor.Dilek Yeşilbaş, Karadeniz’de büyümüş Samsunlu bir doktor. Üniversiteden mezun olduktan sonra mecburi hizmet sebebiyle gitmiş Hakkâri’ye. Hastaneye gelenleri muayene etmekle yetinmemiş Sümbül Dağı’nın Samsunlu doktoru. Kâh çocuklar için dernek kurup yetenek avcılığı yapmış, kâh kaldırım taşlarını boyamış şehrin siyah beyaz sokaklarında. Vizontele’nin memleketine sinema getirmek de onun faaliyet alanı içinde. Onu bu topraklara bağlayan memuriyet değil şüphesiz. Yamacında büyüdükleri dağlara kapılıp giden gençlere elini uzatmak veya patlayan mayınlara bacağını kurban veren körpe bedenlere dert ortağı olmak hayatın gayesine dönüşmüş onun için.Dilek Yeşilbaş, geliştirdiği sosyal projeler sebebiyle ‘doktor’ olmaktan çok ‘Dilek Abla’ olarak tanınıyor Hakkâri’de. “Karamsar görünen tabloya bakmayın.” diyor. “Umut dağların ardında ise senin vazifen ‘neden bu dağlar var, ben neden buradayım?’ diyerek umutsuzluğa düşmek yerine ‘bu dağları nasıl aşarım?’ sorusuna cevap bulmaktır.” cümleleriyle özetliyor, bakış açısını.Güvenlik gerekçesiyle Hakkâri’den ayrılmak zorunda kalan Doktor Dilek Yeşilbaş, Hakkâri’de yaşadıklarını “Sokaklarında tanklar gezen şehirden, Hakkâri’den…” başlığıyla kaleme aldı geçtiğimiz günlerde. Kişisel serüvenden ziyade bölge gerçeklerini gözler önüne seren hikâye, Türkiye Psikiyatri Derneği’nin düzenlediği yarışmada üçüncü seçildi.Yeşilbaş, mecburi hizmet kapsamında Hakkâri’ye doğru yola çıkmasından bugüne kadar yaşadıklarını kâğıda dökmüş gönül diliyle.Batıdan ‘mecburi hizmet’ kapsamında gönderilen hemen her memurun benzer hikâyeleri vardır şüphesiz. Yeşilbaş’ı herkesten ayıran nokta, bölge gerçeklerini gördükten sonra sırtını çevirip dönmemesi. Doktor Yeşilbaş’tan, ‘Dilek Abla’ya dönüşmesi yani… “Buradan nasıl kurtulabilirim?” çırpınışları yerine, Hakkâri’yi güller yetişen verimli bir ovaya dönüştürme hayali…Kendisini ‘konuk’ olarak gördüğü ilk iki yılda yaptıklarını şöyle anlatıyor: “Vizontele’nin memleketinde sinema yoktu. 26 yıl önce varmış ve kapanmış. Atıl durumda olan kültür merkezi salonlarından birini düzenledik. Böylece Hakkâri’nin sineması oldu. Çocuklar ilk kez sinemaya gitti. Üniversiteye hazırlanan gençleri tercih yaparken yönlendirecek kimse yoktu. İstanbul’daki öğretmen arkadaşlarımla görüştüm. Yaz tatilinde gelip gençlere gönüllü tercih rehberliği yaptılar. ‘Futbol okulu açsak mı acaba?’ dedik. İlk gün 500’den fazla çocuk kayıt için sıraya girdi. Almanya’daki U-11 ELBTAL CUP Futbol Turnuvası’na gittik. 10-11 yaşlarındaki Hakkârili çocuklar Türkiye’yi temsil etti ve ikinci oldu.”Doktor Dilek Yeşilbaş, kendisiyle aynı üniversiteden mezun olan meslektaşı Sare Davutluoğlu’dan büyük destek görmüş. Başbakan Ahmet Davutoğlu’nun eşi olan Dr. Sare Davutoğlu, Hakkâri’deki meslektaşının projelerine sahip çıkmış.*** YARIŞMADA ÖDÜL ALAN HİKÂYE ***SOKAKLARINDA TANKLAR GEZEN ŞEHİRDEN…İlk an… Hakkâri'ye gideceğimi öğrendiğim o ilk an, tüm vücudumu saran bir sıcaklık, beynimde çakan şimşekler. Sevdiğim kitapları, sevdiğim eşyaları almak istemedim. Havaalanına kimsenin gelmesini istemedim. Dostlarım geldiler. Acıyarak bakan gözleri hep fark ettim. Fark ettikçe kaçırdım gözlerimi, gözleri kaçırmak kolay da insanın "hakikat"ten kaçamayacağını da bu yolculukta öğrendim. Uçakla Van'a gidersin önce. Van'dan karayoluyla mecburi istikamet Hakkâri'dir. Ve yol boyunca yapılan kimlik kontrolleri insana başka bir ülkeye gidiyormuşsun hissi verir. Arka koltuktaki adam, küçük oğluna "bak oğlum, biz Kürt olduğumuz için bunlar kontrol ediyor kimliklerimizi, olmasak etmezlerdi" diyordu. Ben öyle sinmiştim ki, dönüp "ben Türk'üm ama benimkini de kontrol ediyorlar" bile diyemedim. Kimlikler üzerinden yapılan hayat okumaları bana hemen kapatılması gereken konular gibi gelmiştir. Hayata hiç o pencereden bakmadığımı, ilk fark ettiğim an, o andır. İtiraf ediyorum, "Doktor Hanım, yoksa sen bizim çocuklarımızı asimile mi etmeye çalışıyorsun?" sorusuna muhatap olana dek asimilasyon kelimesinin anlamını dahi bilmiyordum. Öğrenecektim. Tek eğlencemiz TV ve internetken elektrikler de kesildi mi, al sana ızdırap. Günler böyle geçecek. Psikiyatri odası, şehrin kanalizasyonu gibiydi. Yılların irini akıyordu. Çocuklar, lisan bilmeden anlaştığımız "yaşlı kadınlar". Oynamak için çıktıkları açık alanda patlayan mayından el kol kaybeden çocuklar, olaya şahit olan travmatik diğer çocuklar. Hakkâri'de çocuklara mayından nasıl korunacaklarını öğretmek için kurulmuş bir dernek olduğunu öğrendiğim gün, "mayın" kelimesinin hayatıma kaç yaşımda girdiğini düşündüm. Köyünden zorla çıkarılan, oysa ahir ömrünü köyünde geçirmek isteyen depresyondaki "Zeynep teyze"ye sarılmak dışında bir şey yapamıyordum.Kış geldi... Hakkâri'de kar başladı mı günlerce yağar. Bir yılbaşı gecesiydi. Yürüyüşe çıkmıştık. Şehrin merkezinde, karşıdan bir tank geliyordu. Korkudan kalbim duracak sandım. Evet. Sokaklarında tanklar gezen şehirdi burası.Bir gün okul demirlerini eğip büktüler diye karşılarında önce polisi, sonra savcıyı sonra da beni bulan, ceza ehliyeti sorulan 12-13 yaşlarında korkudan titreyen çocukları gördüğümde, buradaki çocukların basit bir yaramazlık yapmaya bile haklarının olmadığını anladım. Bu suçu ben işlemiş olsaydım -ki belki çok daha fazlasını işlediğim olmuştur-, ya tek ayaküstünde dururdum ya da müdüre giderdim en fazla. … Ben şehri, şehir beni tanıdı. Tanıştıkça birbirimizi zaaflarımızla, fazla ve eksik yanlarımızla kabullendik, sevdik. Ben şehri sevdikçe o bana sırlarını açtı. Sokaklarında dolaştım. İnsanlarıyla halleştim. "Ne yapalım? Ne istersiniz?" dedim. "Bu şehrin sineması yok" dediler. "Vizontele"nin şehrinin sineması yoktu. Tam 26 yıldır. Hadi dedik. "Olmaz Doktor Hanım, bir vali yardımcısı iki yıldır uğraşıyor, olmuyor" dediler. "Biz çaba gösterelim de olmazsa olmasın" dedim. Sinemanın açılışı Hakkâri'nin o gayretli insanları sayesinde 15 günü buldu. Ve 26 yıl sonra "şehre bir film geldi". Sevindik. Açılışta ilk kez belediye başkanı ile vali yan yana gelmişti.Şehrin tek bir radyo kanalı vardı. DJ'lik değişik bir ilişki biçimi. Ufak bir girişimle radyonun internet üzerinden tüm Türkiye'de dinlenmesini sağlamayı başardık. Sonra şehrin internet haber sitesinden köşe yazarlığı teklifi geldi. Orada şehre dair fikirlerimi paylaştığım bir köşem oldu. Yazdım. Fakat benim bir pabuç, bir top sevdam hâlâ yerinde duruyordu. Bir dernek kurduk. Kurucularının tamamı kadın olan bir dernek. İstanbul'a sık gelip gitmeye başladım. Bir pabuç, bir top için çıktığımız yol, bizi Almanya'da uluslararası bir çocuk futbol turnuvasında ikinciliğe götürdü. Bir gün baktım, hastanenin önünde çocuklarını bize teslim etmeye getiren ailelerin kuyruğu vardı. Bir gün hastane çıkışı "Dilek Abla" diye eteğime yapışan çocuklar… Leyla, içime düşen ateş. Hâlâ andıkça harlanan bir kor. Gözleri kömür karası. 15 yaşında bir ergen. Çok sabıkalı. "Molotof bile yapıyor Doktor Hanım, yalnız görüşmeyin" dedi, görüşmeyi yalnız yapmak istediğimi ısrarla söylediğim güvenlik görevlisi. O da haklı tabii, görevini yapıyor. "Leyla" dedim, "Çok güzelsin, bak sen bu taşı attıkça buraya doktor gelmez, öğretmen gelmez. Söyle bakayım, sen aslında bu taşı kime atıyorsun?" Gelen yüzlerce çocuğa bıkmadan söyledim bu cümleleri. Düşündü. "Galiba kendime hocam" dedi. Sonra Leyla, beni ziyaretlere geldi. Arkadaşım oldu. Bir gün duydum ki, Hakkâri Lisesi'nden 10-15 genç dağa çıkmış. İçim yandı. Hâlâ yanar. Hâlâ düşünürüm, acaba biraz daha erken gitseydim Leyla için bir şey yapabilir miydim? Birbirimize geç kalmıştık. Leyla ne yapar? Ne yer, ne içer? Üşüyor mudur kış geceleri? Biz halay da çekmiştik, biliyor musunuz? Biz yaslanacağı dağ olamayınca, dağa çıkmıştı Leyla. Üniversite sınavı için tercih konusunda rehbere ihtiyacımız var dediler. Birkaç öğretmen arkadaşıma rica ettim. Kırmadılar. Ve o yıl Hakkâri'de geçmiş yıllara oranla en çok tıp fakültesine girilen, en yüksek puanlı yerlere yerleşilen yıl oldu. Bir gün arkadaşım Rojda'nın evine gittim. Evlerinin balkonu askeriyenin çocuk parkına bakıyordu. Annesi çok arif, çok müşfikti. Beni kızı gibi koruyup kollamış, misafir olduğum duygusunu hiç yaşatmamıştı. "Dilek Hanım bak" dedi, perdeyi aralayarak. Gösterdiği manzarada lojman bahçesindeki oyun parkında salıncakta, kaydırakta oynayan çocuklara demir kapının ardından bakan "öteki" Hakkârili çocuklar vardı. Yerden topladıkları taşları oynayan çocuklara atmaya çalışıyorlardı. Asker de o "taş atan çocukları" silahlarıyla korkutup dağıtmaya çalışıyordu. "Yazık değil mi? Ya bu parkı buraya yapmasınlar ya da 'ötekiler' de oynasınlar." Kalbimden giren bir bıçak beynimden çıktı sanki. İşte o gün bu gündür ne zaman boş oyun parkı görsem, o acıyı yaşarım.Sonra dağlara yakılan türküleri, uzun kış gecelerinde 3-4 gün ardı arkası kesilmeden yağan karlarını seyrederken baharda dağlarında açacağı hayaliyle ters lalesini, sümbülünü, haziranda dahi kayak yapılan Berçelan Yaylası'nı sevdim. Hayatımda ilk kez elime tenis raketi ve topu alırken, tenis hocası Fatih Bey'in bizden kazandığı paralarla çocuklara top ve raket alıp onlara ücretsiz ders verme fedakârlığının altında ezildim. Ben burada her kıyıda köşede kalbi ile yaşayan, kalbi ile konuşan insanlar gördüm. Ve bu kadar çok gönül insanının rengine boyandım. Ben Hakkâri'yi sevdim. Şemmame öğrendim. "Uçkun" yedim, ekşi tadını çok sevdim. Van-Hakkâri arası Kürtçe türküler dinleyerek gelirken, arabamızı durdurup "süsen" topladım. Hakkâri'ye ilk gelenlere hep söylenir; "Buraya ağlaya ağlaya gelinir, ağlaya ağlaya gidilir." Öyle de olmuştu. Şimdi bütün bunları neden yazdım. Mecburi hizmete gidecek arkadaşlar endişelenmesinler. Hayat çok sürprizli, dünya çok enteresan bir yer. Ve sevginin gücü dünyadaki tüm güçlerin üzerinde. Sevginin dili tüm dillerden daha güçlü, çoğu zaman kelimesiz. Kıyıda köşede Leyla'lar var, Zeynep teyzeler var sizi bekleyen. Dünya İstanbul'dan, alışveriş merkezlerinden ibaret değilmiş. Mekânın anlamı insanmış…
↧