Hacettepe Üniversitesi Göç ve Siyaset Araştırmaları Merkezi’nin araştırmasına göre Türk toplumunun Suriyelileri kabul düzeyi çok yüksek. Ancak bu kabul, ‘Suriyelilerin misafir olmadığı’ anlaşılınca azalabilir. Merkezin Müdürü Doç. Dr. Murat Erdoğan, “Süreç şeffaf yürütülmeli, Türklerin endişesi giderilmeli.” diyor.Doç. Dr. Murat Erdoğan, genel olarak yurtdışındaki Türkiye kökenliler konusunda çalışmalar yapan bir akademisyen. Erdoğan’ın müdürlüğünü yaptığı Hacettepe Üniversitesi Göç ve Siyaset Araştırmaları Merkezi (HUGO) yakın zamanda Türkiye’deki Suriyelilerle ilgili yaptığı bir araştırmanın sonuçlarını yayınladı. ‘Türkiye’deki Suriyeliler: Toplumsal Kabul ve Uyum’ başlığını taşıyan araştırmaya göre Türk toplumunun Suriyelileri kabul düzeyi oldukça yüksek. Aynı zamanda bu insanlara yönelik yoğun bir ötekileştirme de söz konusu.Suriyelilerin işlerini elinden alacaklarını ve ekonomiye yük olduklarını düşünenlerin oranı az değil. Murat Erdoğan, 3,5 yıldır Türkiye’de yaşayan Suriyelileri Almanya’daki Türk göçmenlerle kıyaslamanın zor olduğunu söylemekle birlikte, deneyimleri konusunda şaşırtıcı benzerlikler olduğunu ifade ediyor. Yurtdışındaki Türklerle ilgili en çok rahatsız olunan kavramlardan birinin misafirlik kavramı olduğunu hatırlatan Erdoğan, ekliyor: “Elli yıldır Türkler yurtdışındalar ve bu kişilere Almanya’da hâlâ gastarbeiter (misafir) deniliyor. Aynı şeyi Türkler Suriyeliler için diyor.” Erdoğan, raporda sık sık Türklerin Suriye’ye gösterdiği misafirperverliğin ‘bu kişilerin misafir olmadığı’ tam olarak algılandığında düşmanlığa ve nefrete dönüşebileceğini belirtiyor ve devletin bu süreci mümkün olduğunca şeffaf yürütmesi gerektiğini anlatıyor.Daha çok yurtdışına giden Türkler ile ilgili araştırmaları olan birisiniz. Bu kez ev sahibinin Türkler olduğu bir göç sürecini araştırmanıza konu edindiniz. Suriyelilerle ilgili araştırmanızda yurtdışındaki Türk göçmenlerin tecrübelerinden de yararlanıldığından bahsediyorsunuz. Ne gibi benzerliklerle karşılaştınız?Yurtdışındaki Türkler davet üzerine ve anlaşmalarla gittiler. O insanlarla Suriye’deki savaştan kaçıp Türkiye’ye sığınmış insanları aynı kefeye koymak zor bir şey ama insanlar bir toplumun içinde yaşamaya başladıktan sonraki benzerlikler çok artıyor. Çünkü ortak yaşam başlıyor. Ortak yaşamla birlikte itirazları ve toplumun ilişkilerini görüyorsunuz. O anlamda müthiş benzerlikler var. Mesela yurtdışındaki Türklerle ilgili en çok rahatsız olduğumuz kavramlardan biri misafirlik kavramıdır. Türkler 50 yıldır yurtdışındalar ve bu kişilere Almanya’da hâlâ ‘gastarbeiter’ (misafir) deniliyor. Aynı şeyi Türkler Suriyeliler için diyor.Başka neler var?Türklerin Suriyelileri ötekileştirmesi de enteresan. Suriyeliler bizim komşumuz, kültürleri çok yakın. Aynı dindeniz. Gelenlerin büyük kısmı Sünni Araplar. Türkçe konuşanlar var. Buna rağmen ‘Suriyelilerle benzer kültüre sahibiz’ önermesine karşı çıkan büyük bir kitle var. Bu, en çok şaşırdığım sonuçlardan biri oldu. Bir Alman’ın Türk’ü ötekileştirmesinden çok daha fazla Türkler Suriyelileri ötekileştiriyor.Batılıları eleştirirken nasıl oluyor da onlarla aynı duruma düşebiliyoruz?Mesela insanlarda ‘Suriyeliler bizim işimizi elimizden alacaklar’ korkusu var. Çünkü Suriyeliler çok daha ucuza çalıştırılabiliyor. Kitlesel göç hareketlerinin en temel özelliklerinden birisidir bu. İnsanlar işlerini kaybedecekleri duygusuna kapıldıklarında çok daha agresif olabiliyor. Bu çok insanî bir şey. Ama ırkçılığa ve nefret söylemine dönüşmesi sıkıntılı. Şöyle bir örnek vereyim: Mesela bir Türk plakalı araç sağa döndüğünde kimsenin dikkatini çekmiyor ama Arap plakalı bir araç sinyal vermeden dönerse ‘Bak görüyor musun neler yapıyorlar’ diyorlar. Bölgede Türklerin Araplara, Suriyelilere karşı söylediği şeylerin neredeyse aynısını Avrupa’da Türklere karşı duyuyoruz.Türkler ‘Suriyelilerin kalıcı olduğunu’ idrak edemedi mi?Türkler gerçekten misafirperver. Ama ‘misafirlik bir gün, iki gün, bir hafta, iki hafta’. Ondan sonra misafirlik kavramının değişmesi gerekiyor. Çünkü karşıdakine misafir dediğinde ona bir sınır çiziyorsun. Sen misafirsin, sınırını bileceksin. Ertuğrul Özkök’ün ‘Arkadaş misafirsen misafirliğini bil’ başlığıyla vahim bir yazısı vardı. Onun söylediği aslında Türk toplumunun büyük kısmı tarafından kabul edilen bir şey. Belirli bir sürenin sonrasında gelen kitleyi misafir olarak algılamak mümkün değil.Raporda sık sık ‘misafirperverlik nefret söylemine dönüşebilir’ derken bunu mu kastediyordunuz?Evet. Öyle köyler var ki. Adam Suriyeliye acıyor; evindeki battaniyeyi getiriyor, yemek veriyor. Ardından bir yardım organizasyonu geliyor ve o kişilere battaniye veriyor mesela. Sonra ev sahibi diyor ki ‘Bana da ver, ben de yoksulum’. Genelde böyledir. Çünkü herkes mağdur ve dışarıdan gelen yardıma açık. Hele ki Doğu, Güneydoğu düşünüldüğünde. Bu nefret söyleminde, yabancı düşmanlığında önemli olan mevzulardan birisi.Suriyelilerle ilgili bu kaygıların gerçeklik payı var mı?Kilis Valisi bize enteresan bir rakam verdi. Hastanelerde Suriyeliler yüzünden tedavi göremediklerini söyleyen vatandaşların çok fazla şikâyeti olduğu için hastaneye ne kadar Suriyeli geldiğinin araştırılmasını istemiş ve sonuç sadece yüzde üç. Gelenler daha çok acil servise geliyor. Hastaneye bir giriyorsun senin dilinden konuşmayan, farklı gördüğün insanlar servisleri doldurmuş. Hatta insanlar ‘Bize baksınlar diye Suriyeli taklidi yapıyoruz’ diyorlardı. Bu gerçekten nefreti körükleyebilecek bir şey.Abartılan başka şeyler de var mı?İstanbul’da 330 bin Suriyeli var. Suriyeli denince insanın aklına sadece dilenciler geliyor. Oysa dilencilerin yüzde 99’u belki daha önce Suriye’de de dilencilik yapanlar. Onun dışında iki hayat kadınıyla görüşme imkânımız da oldu İstanbul’da. Savaş sonrasında gelmişler. Onlara özellikle sorduk, ‘Daha önce orada yapıyorduk.’ dediler. ‘Peki buraya geldikten sonra hayat kadınlığı yapan birilerini gördünüz mü?’ diye sorduk. Hayır dediler. Bu konuda abartılan noktalar da var. Adamlar geldiler, yoksullaştılar, çocuklarını üçüncü kuma olarak veriyorlar vs.Bir de devletin ‘800 lira maaş verdiği’ iddiası var...Belli bir kimlik kartları var. Türk devletinin hem de BM’nin yüklediği bir para var kişi başı 100 lira. Aileler çok büyük. Çoğunda altı çocuk var. Altı çocuk, bir de anne-baba olunca aylık 800 lira oluyor. Ama bu kartla nakit para alamıyorlar, gıda ihtiyaçlarını karşılayabiliyorlar. Lüks tüketim malları değil de günlük ihtiyaçlarını karşılayacak bir şey.Türkleri başka neler rahatsız ediyor?Sosyal hakları, eğitim hakları rahatsız ediyor. Ciddi bir eğitim sorunu var. Suriye’den gelenlerin yüzde 53’ünden fazlası 18 yaş altı. Türkiye’deki okullaşma oranları yüzde 15 civarında, oldukça düşük. Bir ara YÖK gençlerin üniversitelerde üstelik sadece bölgedeki üniversitelerde özel öğrenci statüsünde öğrenim görmesine yönelik bir düzenleme yaptı, kıyamet koptu. Çünkü Türkiye’de insanların üniversiteye girmesi çok kolay değil. İnsanlar tedirgin, üniversitedeki yerini, işini hatta eşini kaybedeceği hissi var.Eşlerini kaybetme korkusu derken?Bölge kadınları inanılmaz derecede tedirgin. Bir berberle mülakat yapmıştım. Bana, “Hocam ben bu Suriyelileri çok seviyorum. İyi ki geldiler.” dedi. Nedenini sorduğumda şöyle cevap verdi: “Hanım bana çok iyi davranıyor.” Çünkü bölgedeki erkekler kadınlarına ‘Bak orada gencecik kızlar var. Ne başlık parası vereceğim ne kaynana dırdırı çekeceğim.’ diyerek baskı yapıyorlarmış. Bu çok sık olmuyor ama oradaki kadınların yeterince depresyona girmesine yol açıyor.Devletin bu süreci yönetmede güçlü olduğu ve zayıf kaldığı taraflar nelerdi?Bu, dünyanın gördüğü en büyük insanî krizlerden birisi. Ve bazı istisnalar dışında Türkiye’de büyük olaylar çıkmaması önemli. Bazı kriminal olaylardan sonra çeşitli gösteriler vs. oldu ‘Suriyelileri istemiyoruz’ şeklinde ama bunlar küçük şeyler. Bu biraz da bölgede hizmet veren bürokratların olağanüstü gayretinden kaynaklandı. Gecelerini gündüzlerine katarak Suriyelilerle ilgileniyorlar. Yerel halkın tedirgin olmaması için uğraşıyorlar. Bu önemli bir şey ama ne kadar sürdürülebilir ona bakmak lazım.Devletin zayıf kaldığı noktalar neler oldu ve bundan sonra neler yapılması lazım?Bu zamana kadarki politikamız ‘Esed yarın gidecek ve bunlar da evlerine dönecek’ şeklinde idi. Böyle bir politikadan hareket ederseniz, ‘Bunların eğitim almasına, sağlıklı koşullarda bulunmasına gerek yok. Hatta kayıt altına alınmasına bile gerek yok’ diyebilirsiniz. Ama aradan üç buçuk sene geçti ve bu insanlar her geçen sene kalıcı hale geliyorlar. Kalıcı hale gelmeleriyle birlikte insanların bunları kayıtlı olarak algılama ihtimali daha da artacak. Dolayısıyla bu sürecin çok şeffaf bir biçimde, toplumla paylaşılarak yürütülmesi lazım. Bu, zor bir süreç. Bazıları araştırmamızın sonuçlarına bakıp tam tersi okuyabilir ama ben öyle okumuyorum. Türkiye’deki toplumsal kabul düzeyi olağanüstü yüksek. Hiçbir ülke 1,5 milyon insanı alıp hiçbir şey olmamış gibi hayatına devam edemez. Anormal bir durum var.Toplumsal kabul düzeyinin yüksek olduğunu söylüyorsunuz ama aynı zamanda çok büyük bir ötekileştirme olduğu sonucu da çıkmış araştırmadan. Bu bir çelişki değil mi?Bence çelişki değil. Grafiği nereden okuduğunuza bağlı. ‘Savaş varsa bile bunları geri gönderelim’ önermesine yüzde 30’u evet diyor. Bu vahim bir tablo. İnsanlar savaş da olsa ne yapalım ölsünler diyor. Böyle de okuyabiliriz. Ama yüzde yetmişi ‘Hayır’ diyor. Ben oradan umut alıyorum. Ya da yüzde 45 ‘Çalışma hakları vermeyelim’ diyor ama yüzde 55 diyor ki ‘Bunların çalışması lazım’. Çarpıcı bir durum var. Çalışınca ‘İşimizi elimizden alıyorsunuz’, çalışmayınca ‘Siz asalaksınız, benim sayemde yaşıyorsun’ deniyor. Bütün evrensel göç olaylarında olduğu gibi çok hassas ve çatışmalı bir durum. İnsanlar bunlara vatandaşlık verilmesini istemiyor, ekonomik olarak yük olduklarını düşünüyor. Yüzde 6 ‘asalak’ diyor mesela. Bu önemli bir rakam ama yine de genel kitlenin insanî noktada durduğu görülmeli. Ve bu Türk milleti için iyi bir şey.
↧