1914’ten 2014’e uzanan bir yolculuktur sinema Türkiye’de. Susuz Yaz’dan Al Yazmalım’a, Mahmut Hoca’dan Muhsin Bey’e, Ayhan Işık’tan Ediz Hun’a kadar süren yüz yıllık bir serüven.Filmimizi biraz geri saralım ve geçmişe doğru uzun bir yolculuğa çıkalım. Uzun diyoruz çünkü bu, yüz yıllık bir serüvenin hikâyesi. Takvimler 1896’yı gösteriyor. Sinemanın mucidi sayılan Lumiere Kardeşler’in tarihin ilk filmini göstermesinin üzerinden bir yıl geçmiştir. Osmanlı halkı da sinemayla o yıl tanışır. İlk gösterimler Yıldız Sarayı’nda Padişah 2. Abdülhamid ve hanedan üyelerine yapılır. Gün geçtikçe İstanbul’un bazı semtlerinde halka açık sinemalar da oluşturulur. 1905’te o dönem Osmanlı tebaasından Makedonyalı Manaki Kardeşler ilk filmlerini çekerler. Hatta Sultan Reşad’ın Manastır ve Selanik ziyaretinin belgeselini bile yaparlar. Ancak Münaki Kardeşler farklı bir millete mensup görüldüğünden nedense eserleri de Türk sinemasına ait sayılmaz. Genel görüş her ne olursa olsun hakları teslim edilmeli diye düşündüğümüz Manaki Kardeşler’i de böylece analım istedik.Ve o önemli gün; 14 Kasım 1914. Osmanlı 1. Dünya Savaşı’na girdiğinde Ayestefanos’taki (Yeşilköy) Rus Abidesi’nin Yıkılışı Fuat Uzkınay tarafından film olarak kaydedilir. 150 metrelik bu tarihi belgesel ilk Türk filmi olarak kabul ediliyor. Ancak film daha sonra ortadan kaybolur. 1915’e gelindiğinde Türkiye’nin ilk yerli sinema kurumu, dönemin Harbiye Nazırı Enver Paşa’nın emriyle MOSD (Merkez Ordu Sinema Dairesi) adıyla açılır.İlk filmlerin çekildiği günlerde bir yönetmen dikkatleri üzerine çeker. 1922’den 1939’a kadar sinemayı omuzlarında tek başına taşıyan bu isim şüphesiz Muhsin Ertuğrul’dur. İlk profesyonel yönetmen olarak anılan Ertuğrul’un arkasından Metin Erksan, Memduh Ün, Atıf Yılmaz ve Ömer Lütfi Akad gibi ustaların yer aldığı ‘Yönetmenler Kuşağı‘ başlar.1950’lilerden sonra hem Yeşilçam’ın temelleri atılmış olur hem de sinema merakı giderek artar.Taşlar yerine oturmaya başladıkça Türk sineması da kendini geliştirir. Öyle ki ilk uluslararası başarısını da kazanır. Başrollerini Hülya Koçyiğit ve Erol Taş’ın paylaştığı Susuz Yaz, 1964 Berlin Film Festivali’nde Altın Ayı ödülüne layık görülür. Dünyaya bu sayede ilk kez kendini tanıtma fırsatı yakalayan Türk sineması, on yedi yıl sonra bunu bir de Cannes’da gerçekleştirir. 1982’de Yılmaz Güney’in yazıp, Şerif Gören’le birlikte yönettiği Yol filmi, Altın Palmiye alır. Ancak ne gariptir ki bu ödüllü iki film de Türkiye’den yasa dışı yollarla kaçırılıp yarışmaya katılmıştır.Ülke olarak bayılıyoruz güldürü filmlerine. Hele bir de izlediğimiz Yeşilçam komedisi ise değmeyin keyfimize. Hepimizin TV ekranlarında birçok kez seyrettiği ama her seferinde sanki hiç izlememiş gibi kumandayı elinden düşürmediği filmler… Komedinin ilk denemeleri Şadi Fikret Karagözoğlu’nun Charlie Chaplin’in Şarlo’sunu hatırlatan 1921 yapımı kısa komedileriyle başladı. Başrolünü oynadığı Bican Efendi serisi, Türk sinema tarihinin ilk gülmece filmleri olarak görülüyor. Türkiye’de özellikle 60’lardan sonra komedi hız kazanır. “Spark, bize dört çay çek ama demli olsun.” sözlerini hâlâ hatırladığımız ‘Turist Ömer’ ile Sadri Alışık çıkar sahneye. Tabii bir de o yılların Adanalı Tayfur’u Öztürk Serengil. Tarihler 1970’leri gösterdiğinde Yeşilçam filmlerine bambaşka boyut kazandıracak bir isimle tanışırız: Ertem Eğilmez. Aynı sofralarda yemeklerin yenildiği, aile içi ilişkilerin güçlü olduğu, samimiyetin ve doğallığın komedisine çevirir kamerasını Eğilmez. Onun filmleriyle ‘Arzu Film Ekolü’ de beraberinde yükselir. Oyuncular aynı, filmler farklı. Kemal Sunal, Adile Naşit, Münir Özkul, Ayşen Gruda, Halit Akçatepe, Şener Şen ve Metin Akpınar-Zeki Alasya ikilisi… Bu filmlerin bıraktığı tat yıllar geçmesine rağmen hiç değişmiyor. Ne Yaşar Usta’nın fabrikatör Saim Bey’e “Bak beyim, sana iki çift lafım var.” diyerek verdiği ayarı, Ne Hüsamettin Paşa’nın “Seni hiç sevmedim süt oğlan” demesini, ne de Hababam Sınıfı’na göz açtırmayan Mahmut Hoca’yı veyahut Almanya’da aslan avına çıkan Ziya’yı unuttuk.Bir taraftan güldürürken diğer taraftan da ağlattı bizleri filmler. Sevip de kavuşamayanları mı ararsınız yoksa annesini babasını yıllarca görmeyenleri mi? “N’ayır n’olamaz”lardan bilirdik bir ayrılığın geleceğini. Masum bir çocuğun gözyaşları olurdu “Senin annen bir melekti yavrum” nidaları. Kimi zaman Erol Taş’tan kaçarken Ediz Hun’un kucağına atlayan Sezercik’in imdadına yetişirdi “Size baba diyebilir miyim amca?” cümlesi. Bir de Cüneyt Arkın’lı Malkoçoğulları, Battal Gazileri vardı ki tarihi surların arasında uzun uzun atlamalar yapan hatta havada parendeler bile atan.Ve sene 1996. O yıl Yavuz Turgul, Türk sinemasının can suyu olarak nitelendirilen ‘Eşkıya’ filmini çeker. Şener Şen ve Uğur Yücel’in başrollerini oynadığı film gişede büyük bir başarı yakalar. Arkasından Reha Erdem’in A Ay filmi yeni Türk sinemasını başlatan yapım olarak boy gösterir. 2000’lerde ise birçok yönetmen elde ettikleri başarılarla isimlerini duyurur. Nuri Bilge Ceylan, Zeki Demirkubuz, Reha Erdem, Derviş Zaim, Yeşim Ustaoğlu, Ahmet Uluçay ve daha nicesi. Cannes’da, Berlin’de ve Saraybosna’da önemli başarılar kazanılır. Bu yıl Nuri Bilge Ceylan’ın ‘Kış Uykusu’ yapımı 32 yıl sonra Altın Palmiye’yi kucakladı. Son olarak da Kaan Müjdeci’ye ait ‘Sivas’ filmi Venedik Film Festivali’nden Jüri Özel Ödülü’nü aldı. İster Türk sineması denilsin isterse Türkiye sineması el birliğiyle bugüne dek sürdürülen bu serüven daha nice yıllara ulaşsın.
↧