Ünlü davaların avukatı Mehmet Gün, ‘Bozkır’dan Dünyaya… Avukat Olmak’ kitabında bir avukatın portresini sunmakla kalmıyor, yıllar öncesine dayanan olayların perde arkasını sunuyor okura.“Çocukken tarlada ‘bir şey yapmalı, bu dağ başından çıkmalı, ağaçlı ve gölge bir yere gitmeliyim’ dedim ve o vakitler bunu başardım. Şimdilerde memleketin hali beni öyle rahatsız ediyor ki, geldiğim yerde yine güneş tepemde, üstelik artık daha yaşlıyım.” Bu sözler, adını önemli davalarla duyuran avukat Mehmet Gün’e ait. Gün ile hayatını konu alan ‘Bozkır’dan Dünyaya… Avukat Olmak’ kitabı hakkında konuştuk.68 kuşağında çocuktunuz. Bu dönem hukuk fakültesini seçmenizde etkili oldu mu?Köyde ilkokulu bitirdikten sonra Çanakkale Öğretmen Lisesi’ne gittim. Oradan İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ne… 68 kuşağı diye adlandırılan dönemde sekiz yaşında çocuktum. Aklımda kalan tek şey ‘kavga’ idi. Üniversiteye giderken yine olaylar devam ediyor, birçok dersi takip edemiyordum. Çocukluğumda Fransızca ya da Fransız ekolü baskındı ama ben Alman ya da Fransız değil, hukukta Türk ekolünü inşa etmeye gayret ettim. Hayatta rol modelim hiç tanımadığım babam oldu. Belki de tek amacım onun gibi ardından ‘çok iyi insan’ diye yâd edilmek.Hukuk fakültesini bitirdikten sonra İstanbul Üniversitesi Fransız Filolojisi’ne başlama sebebiniz neydi?25 yaşından sonra dil öğrenmeye başladım. İlkokuldayken bile bir dil öğrenme aşkım vardı. Bulunduğum yerin dışında dünyalar olduğunu o yıllarda fark etmiştim. O zamanlardan kalan bu istekle artık mesleği elinde bir genç avukatken tekrar üniversite sınavına girip Fransız Filolojisi’ni kazandım. Prof. Dr. Fadlullah Cerrahoğlu ile tanıştım. Onun etkisiyle İngilizce öğrenmeli ve mesleğimle dünyaya böyle açılmalıyım diye karar verdim. İngilizceyi kursun yanında gazete kuponları biriktirerek aldığım kasetlerle öğrendim.Yıllar önce bir işçinin hakkını alabilmesi için verdiğiniz emeği anlatıyor kitap. Bugün 301 maden işçisi hakkını arasa bulur mu?Soma ve Torunlar İnşaat’tan tutun da son dönemdeki iş kazalarındaki eksikler kanun ve kurallarda değil, uygulamada. Asıl sorun devlet görevlilerinde. Herhangi bir alanda 300 ya da 500 kişi çalışıyor, devlet görevlileri bu işçilerin güvenliğini denetlemek zorunda. Biz bu görevlilere bu yüzden maaş veriyoruz. Ama maalesef devlet görevlileri bu vazifelerini iyi yapmıyor. Neden yapmıyorlar? Çünkü devlet görevlilerine hukuk işlemiyor. Bu kadar işçi ölümleri, devlet görevlilerinin vazifesini yapmamasından kaynaklanıyor. Yargı görevlileri de hesap verebilmeli ama yargı, hükümete hesap veriyor. Burada yargı bağımsızlığından bahsetmek mümkün değil. Soma’da ölen bir maden işçisinin yakını davasının peşine düşşe belki 15 sene sonra hakkını alabilir. Anayasa Mahkemesi’nde olmasa da İnsan Hakları Mahkemesi’nde hakkını alacağına inanıyorum.Fatih Altaylı’nın hakkınızda yazdıklarıyla medya korkusunu anladığınızı söylüyorsunuz...Basın özgürlüğü olmalı ama keyfî olarak herkese saldırabilme hakkı olmamalı. Medya, kamuoyunu bilgilendirme görevini yerine getirmiyor hatta sadece manipülasyon yapıyor. Bazen ‘gazeteci hapiste olmaz’ deniliyor ama bir kısım gazeteci için geçerli. Medyada da durum aynı ‘güçlü gazeteci hapiste olmaz.’ Türkiye her bakımdan güçsüzün kaybedeceği bir yer. Hakimlerin, savcıların çoğu çalışkan Anadolu çocuklarıdır. Onları medya korkutur. Medyanın yanlı olması herkesi korkutur.Ünlü davalarınızdan biri, Haliç’in Temizlenme Davası. Haliç’i kim temizledi gerçekten?O dönemde Bedrettin Dalan, İstanbul belediye başkanıydı ve Haliç’i temizlemek gibi bir hedefi vardı. Fakat Haliç etrafında konuşlanmış olan işyerlerini taşımak gibi bir dolu hukuki süreç sorunu vardı. Bu işyerleri oradan kaldırılmadan temizleme işlemine başlamak mümkün değildi. Haliç’i o dönemde birçok kişi temizledi. Ama bunun mimarı ve başlatan kişi, Kenan Evren’den izin alan, son noktaya kadar getiren Bedrettin Dalan’dır. Haliç’in dibinden pompayla pisliği çıkartan, o sistemi kuran ‘adam’ hatta patent hakkını almayan adam da temizledi. Kusura bakmasınlar temizlenme süreci Erdoğan zamanında bitti ama hakkını vermek gerekirse Dalan, başlatan ve süreci sonuna yaklaştırandı.TÜBİTAK’ın bilirkişi raporları ya da Münevver Karabulut davasındaki ‘bilirkişi’ çıkmazıyla bu kavramdan haberdar olduk. Sahi kimdir ‘bilirkişi’?Hakimlerin iş yükünü azaltmak için bilirkişi vardır. Ama bilirkişi bilen kişi değil, ‘Sen bu konuda nasıl karar vermemizi tavsiye edersin?’ diye soru sorulan, hakimin yerine geçip karar vermeye başlayan kişiler oldu ama işini titizlikle yapan bilirkişiler de var.Kitapta söz ettiğiniz Süleyman Demirel’e verilen dilekçenin içeriği neydi?Dönemin Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel idi. Anayasada tahkimle alakalı bir karar konuşuluyordu. Demirel sonuna kadar dikkatle takip etti toplantıyı. Bana göre yurtdışından firmaların Türkiye’ye yatırım yapmamasının bir nedeni de hukuk istemine karşı güven olmamasıydı. Buna dair Süleyman Demirel’e 18 sayfa dilekçe yazdım. Demirel, toplantı sonrası, ‘Sorunlarınızı bana iletin’ demişti. Ben de ilettim ve bu husus dikkate alınmıştı. Türkiye de bir gün 500 kişilik avukat bürolarına ulaşır sizce?Kanunlar izin verse Gün Avukatlık Büromuz ve Türkiye’deki birçok büro birkaç senede 500’ün üzerine çıkabilir. Bu sayılara ulaşırsak yurtdışına açılabiliriz. Şimdiki kanunlarla bu mümkün olmuyor ve aksi bir durum söz konusu; yabancı avukatlar Türkiye’de.Asil Nadir beni gördü ve ‘Türk avukata gerek yok’ dediKıbrıslı Türk işadamı Asil Nadir’in İngiliz Polly Peck firmasıyla 90’larda Türkiye hatta dünya basınının ilgisini çeken bir davası vardı. Asil Nadir davasında karşı tarafın avukatı olan Mehmet Gün o günleri şöyle anlatıyor: “Bulgaristan devlet firması davasını kazandıktan sonra hakkı olanın peşine düşmeye karar vermiştim. Asil Nadir ile birlikte anladım ki işadamından kahraman olmaz. Savaşta mıyız? İşadamı iyi hesap kitap yapan biri sadece. Bir kahraman gibi yaklaşılmasını o gün de bugün de anlamıyorum. İngiliz firma yetkilileri ve Asil Nadir ile ilk toplantımızda hiç unutamadığım cümlesi, ‘Türk avukata ihtiyaç yok.’ idi. Davayı kazanmıştık, ben İngiliz firmayı temsil ediyor ve haklı olanın kazanmasını sağlıyordum. Yıllar sonra Nermin Bezmen’in Turkuaz’a Dönüş kitabında kendisine karşı yazdıklarını ise şöyle değerlendiriyor: “Ben bu durumu Anadolu çocukları ile yalılarından içkilerini yudumlayanların savaşı gibi gördüm. Bir süre sonra o şartlarda gerçekleri, hayatı fark edemediklerini anlayıp irdelemekten vazgeçtim.” Sonraları yine avukatı olduğu firmalarda şahit olduğu ünlü davalardan biri için şunu anlatıyor: “Mesela Uzanlar davasında yargı işlevini gösteriyor ama başka şirketlerin davasında yargı işlevini göstermiyor. Bunun dosyalarca incelenip karşılaştırılması istenilmeli, günümüzde söz konusu olan firmalar için.”Bolu Tüneli’nden geçerken mutlu oluyorumBolu Tüneli’nden geçerken asıl milliyetçiği nasıl sorguladığını şöyle anlatıyor Mehmet Gün: “Bolu Tüneli inşaatı hasar gördükten sonra İtalya firmasının avukatı oldum. Firma, sigortada hasara karşı büyük miktarda para alacaktı. Paranın Karayolları’na ödenmesini sağladım. Bolu Tüneli’nden geçerken mutlu oluyorum. Asıl milliyetçilik, işini iyi yapmaktır. Hayatım çok dolu geçti. Geçmişe dair çocuklarıma çok vakit ayıramamak dışında pişmanlığım yok. Kuşadası’nda bir çay bahçesinde 12 yaşımda çaycılık yapmaya başladım. O vakitten beri çalışıyorum.Bulgaristan devletine ait firmanın avukatı oldum!1988’de silahlanıp Bulgaristan’a saldırmak istediğimiz bir dönemde Bulgaristan devletinin bir firması Türkiye’ye karşı bir dava açıyor ve bana teklif geliyor. O dönemde büyük endişelerle kabul ettim davayı. Tasavvuf ehli yaşlı bir amca vardı. O süreçte karşılaştığımda bana, ‘Hak kiminse ona verilmeli ve sen git onu al’ dedi. Bu cümle karar vermemde etkili oldu. Millet, adam ya da insan kayırmak değil, hak kiminse ona verilmeli. İşadamı Ünal Sağra da tıpkı o yaşlı amca gibi yaklaşmıştı konuya. Evimde herkes Galatasaraylı ama Galatasaray’a karşı davayı kazanmıştım. O davada da hakkı aramış ve başarmıştım.
↧