Hükümet yetkilileri ‘yeni Türkiye’ retoriğinin ısrarla üzerinde dururken, son günlerde yaşanan olaylar ‘90’lara mı dönüyoruz?’ söylemini beraberinde getirdi. Yeni Türkiye’yi ete kemiğe büründürmenin yolu geçmişe çizgi çekmekten geçse de, o günleri bir daha yaşamamak için sadece üzerine ‘çizgi çekmek’ yetiyor mu?Bir süredir eskiye duyulan özlemden kaynaklı bir nostalji rüzgârı esiyor sosyal medyada ve televizyonda. 80’li ve 90’lı yılları anlatan diziler çekiliyor, o yıllarda popüler olan şeyler paylaşılıyor. Geriye dönüp baktığımızda 90’lı yıllara dair nostalji yapacağımız pek çok unsur var, tabii bir o kadar da hatırlamak istemediğimiz kâbuslar... O yıllar genelde suikastlar, koalisyonlar, pop furyası, açılan özel kanallarla anılıyor. Her gün yeni bir faili meçhul cinayet yaşanırken, terör ayyuka çıkmış, haber bültenleri karakol baskınları, çatışma, ekonomik çöküş, ambulans gelmediği için ölen insanlar, hastane kuyrukları haberlerinden geçilmiyordu. Çinlilerin meşhur “İlginç zamanlarda yaşarsın” ahını almışız gibi, yaşayarak geçti 90’lar. Ve görünen o ki, Türkiye bu bedduanın etkisini hâlâ üzerinden atabilmiş değil. Bir süredir dillerden düşmeyen “90’lara mı dönüyoruz?” sorusunun cevabını son zamanlarda yaşananlar veriyor. Şimdi beraber bakalım ‘yeni Türkiye’ iddiaları üzerinde ısrarla durulurken, 2014 yılında 90’ları nasıl yaşadığımıza, hangi unsurların, olayların bizi geriye ve ‘eski Türkiye’ye götürdüğüne ve götüreceğine.Cinayetlerin faili hâlâ meçhul mü?1990’lar günlük ölüm, infaz, katliam haberlerinin normalleştiği bir döneme işaret ediyor. Devlet terörünün ayyuka çıktığı, bilhassa Kürtlerin gece vakti kapılarının kırılıp evinden alındığı ve bir daha dönemediği, hâkim sınıfların tam bir yönetme krizi içerisine girdiği bir dönem. 90’lar Muammer Aksoy, Çetin Emeç, Bahriye Üçok suikastlarıyla başladı, Uğur Mumcu suikastıyla sürdü ve Ahmet Taner Kışlalı suikastıyla tamamlandı. Bolu-Düzce-Hereke üçgeninde işlenen cinayetler ve Susurluk olayıyla akıllarda kaldı. Bugün ise bu suikastlara benzer faili meçhuller yaşanıyor. Adana’da Kürtçe Azadiya Welat ve Özgür Gündem gazetesini dağıtan 46 yaşındaki Kadir Bağdu’nun ensesine kurşun sıkılarak öldürülmesi. HÜDA PAR üyesi Fethi Yalçın’ın Bingöl’ün Karlıova ilçesinde kendisini takip eden araçtan açılan ateş sonucu öldürülmesi. Yine Bingöl’ün Serpmekaya köyünde HÜDA PAR üyesi Cengiz Tiryaki’nin evinin taranması sonucu ölmesi. Van’da HÜDA PAR’a yakın olduğu belirtilen Muhammed Latif Şener’in öldürülmesi. Suruç’ta aynı güzergâhta bir saat arayla eski Belediye Başkanı Salih Tekinalp ve oğlu Sinan Tekinalp’in infaz edilmesi. MİT’in kendisini ajanlıkla suçladığını söyleyen Lübnanlı gazeteci Serana Shim’in trafik kazasında ölmesi 90’lı yılların faili meçhul cinayetlerini hatırlatıyor.2014’te sokağa çıkma yasağı mı?Güneydoğu’da terörün en azılı olduğu yıllar 90’lara tekabül ederken, bölgede olağanüstü hal ilan edilmesi, sokağa çıkma yasakları ve sıkıyönetim halleri rutin haline gelmişti. Bugün ise Kobani’deki IŞİD saldırılarını protesto etmek için başlayan şiddet eylemlerinden sonra Diyarbakır, Batman, Mardin, Van, Siirt ve Muş’ta sokağa çıkma yasağı ilan edildi. Sokağa çıkma yasağı en son olağanüstü halin devam ettiği 22 yıl önce bu kadar geniş kapsamlı ilan edilmişti. 21 Mart 1992’de Nevruz kutlamalarında çıkan olaylarda 38 kişinin hayatının kaybetmesinin ardından 4 ili kapsayan sokağa çıkma yasağı uygulanmıştı.Kürt fobisi hortlarsa…‘En iyi Kürt ölü Kürt’tür’, Kenan Evren’den kalan ‘Kürt yoktur, karda kart, kurt sesi vardır’ söylemlerinin kol gezdiği o yıllardan bugüne görünen o ki Kürt fobisi yeniden hortladı. Türkiye’nin Kürt korkusu o yıllarda hem iç hem de bölge siyasetinde de elini kolunu bağlamıştı. Anlaşılan ‘Sevr sendromu’ bir türlü Türkiye’nin yakasını bırakmıyor. Devleti saran bu korku aynıyla vatandaşa da sirayet ediyor. Bugüne gelindiğinde aynı sendrom küçük bir ateşin fitillenmesinde yangına dönüşebiliyor. IŞİD’in Türkmenlerden sonra Kobani’de yaptığı saldırıların ve vahşetin bazı sosyal medya kullanıcıları tarafından desteklenmesi hayli ilginçti. Zorda kalındığında çıkarılan teklifsiz kanunlar, kendi çıkarına zarar getirmemek adına yapılan keyfi tutuklamalar, gözaltılar demokratik bir hukuk devleti olduğu söylenen Türkiye’de aradan geçen 24 yıla rağmen devam ediyor. MİT mensubuna adam öldürme yetkisi bile verilen MİT Yasası kabul edildi. Yeni yasal düzenlemeler güvenlik güçlerine geniş yetkiler verirken, ‘Hükümete karşı suç’ gibi, her yere çekilebilecek, çok tehlikeli bir suç cinsi literatüre giriyor. Polise artık savcı izni olmaksızın amirinin onayıyla istediği kişiyi 24 saat gözaltına alma yetkisi veren İç Güvenlik Reform Paketi onay bekliyor. Torba torba, paket paket keyfi kanunlarla öngörülebilir hukuk yok ediliyor.Misliyle karşılık verilirOlayları körükleyen, topluma daha çok nefret ve kin saçan siyasetçi söylemleri yıllar geçse de etkisinden bir şey kaybetmiyor. Kobani eylemlerinde yakıp yıkan, olay çıkaranları sakinleştirmesi gereken devlet aklı yine şaşırtmadı. İçişleri Bakanı Efkan Ala ‘şiddetle bir şeyin çözülemeyeceği, eğer bu şekilde devam ederse misliyle karşılık bulacağı’ şeklinde bir açıklama yaptı. Demokratik hukuk devletlerinde polisin görevi “misliyle karşılık vermek değil, suçluları ve suç delillerini yakalayıp adalete teslim etmek” olduğunun hâlâ içselleştirilemediğinin göstergesiydi bu ifade. AK Parti Genel Başkan Yardımcısı ve Parti Sözcüsü Beşir Atalay, hazırlanan iç güvenlik reformunun ne kadar cici bir paket olduğunu anlatırken, hedeflerinin Türkiye’yi normalleştirmek, sivilleştirmek olduğunu, vatandaşların hayatını kolaylaştıran ama bireysel özgürlükleri daha çok garanti altına alan bir çalışma gerçekleştirildiğini belirtiyor. Akabinde “Bu bir geri adım değil, 2004’te yine kendimizin yaptığı düzenlemeye geri dönülüyor.” diyor. Doğrusu Atalay, Meclis’e sevk edilen yeni yargı paketi ile ilgili eleştirileri cevaplarken itiraf niteliğindeki bu açıklamasıyla 2004 MGK kararlarındaki imzaları uygulayacak yasalar yaptıklarını mı itiraf ediyor merak konusu.Birileri ‘Şehit gelmiyor mu?’ demiştiTerörün tırmandığı 90’lı yıllarda her gün gelen şehit haberleri o kara günleri yaşayanların malumu. 2012 yılından beri çözüm süreci ile beraber ‘Bakın hiç şehit gelmiyor, evlere ateşler düşmüyor, anaların yüreği yanmıyor’ diyen hükümet yetkililerinin nedense şu aralar art arda gelen şehit haberleri karşısında sesi çıkmıyor. Geçen haftalarda Bingöl İl Emniyet Müdürü Atalay Ürker’e şehir merkezinde yürürken silahlı saldırı düzenlendi. Saldırıda Ürker yaralanırken, yanındaki İl Emniyet Müdür Yardımcısı Atıf Şahin ve Komiser Hüseyin Hatipoğlu şehit oldu. Hakkâri’de karakola elektrik malzemesi almak için çarşıya çıkan 3 asker yüzleri maskeli 3 teröristin saldırısına uğradı. Yüksekova’daki hain saldırıda, paltolarının altından Kalaşnikofları çıkartan PKK’lılar arkalarından ateş açtı ve üç asker de şehit oldu. Bu olayın ardından gelen “Hemen cezalandırıldılar” açıklaması, hukuktan bihaber üstün devlet aklının göstergesiydi. Daha sonra cezalandırıldılar denilen kişilerin, askerleri vuranlar olmadığının ortaya çıkması ‘Ancak Türkiye’de olur’ dedirtiyordu. Diyarbakır’da ise hava astsubay Üstçavuş Nejdet Aydoğdu da hamile eşiyle pazarda meyve alırken maskeli iki kişinin silahlı saldırısı sonucu şehit oldu.‘Ölüm, işçiliğin fıtratında var’Zonguldak Kozlu Madeni’nde 200’e yakın işçinin patlamada öldüğü 92 yılını herkes unutsa da eşini, evladını, babasını kaybedenler unutmaz. Tıpkı bugün meydana gelen işçi ölümlerinin unutulmayacağı gibi. Esenyurt’ta bir AVM yapımında çalışan 11 işçi yanarak can verdi. Soma’da 301 işçi madende, Torunlar Center şantiyesinde 10 işçi asansör denetimsizliğinin sonucunda katledildi. Hâlâ akıbeti belli olmayan 18 işçiden sadece ikisinin günler sonra çıkarıldığı Ermenek maden faciası ve işçilerin durumu belirsizliğini korumaya devam ediyor. 2014’ün ilk dört ayında en az 396 işçi sorumsuz yönetimler yüzünden ölürken, ne yazık ki bu sayı artmaya devam ediyor.Dün irtica, bugün cemaatler90’lı yılların henüz başında Hava Kuvvetleri’ne bağlı 15 subay, astsubay irticai faaliyetler sebebiyle ordudan uzaklaştırılırken 28 Şubat MGK’sıyla cemaatler, dini hayatını yaşamaya çalışanlar itinayla Kırmızı Kitap’a alınıp fişlenmişti. Bugün 28 Şubat’takinden daha uzun süren bir MGK’yla, cemaatleri Kırmızı Kitap’a almaya çalışan derin devlet aklı yine devrede.‘Sus, yoksa ölürsün’90’lı yıllara damgasını vuran ölümlerden biri de gazetecilerin ölümleriydi. Baskılara aldırış etmeden gazetecilik yapmaya çalışanların sonu hep aynıydı. Hürriyet Gazetesi yazarı Çetin Emeç, silahlı saldırı sonucu öldü. Cumhuriyet Gazetesi yazarı Uğur Mumcu, arabasına konulan bomba ile öldürüldü. Evrensel Gazetesi’nin yazarı Metin Göktepe, Ümraniye Cezaevi’nde öldürülen Rıza Boybaş ile Orhan Özen’in Alibeyköy’de cenaze törenlerini izlerken gözaltına alındı sonra polisler tarafından dövülerek öldürüldü. Kürt milliyetçisi gazeteci-yazar Musa Anter, bir suikast sonucu öldürüldü. Bugün benzer gazeteci ölümleri olmasa da, baskıyla yıldırılmaya çalışılan, yılmadığında ölüm tehdidi alan, ifade özgürlüğü kısıtlanmaya çalışılan gazeteciler var. Merkez medyada muhalif ya da AKP’ye mesafeli olmayı sürdüren gazetecilerin başlarına bir şeyler geleceği alenen yazılıyor, havuz medyasının tetikçi yazarlarıyla bu isimler ikaz ediliyor. Geçen haftalarda Taraf Gazetesi yazarı Murat Belge ve Cumhuriyet Gazetesi yazarı Aydın Engin’e yönelik suikast ihbarı bu sebeple hiç kimseyi şaşırtmadı.
↧