1970’li yılların başı; okumanın-yazmanın dünyasına yelken açtığımız ilkokulun o başlangıç günlerindeyiz.Neden giydiğimizi bir türlü kavrayamadığımız, kuzguni siyah önlüklerimizi dengelemeye yeminli plastik beyazı yakalarımızla, bayrak törenlerinde ekin tarlalarına inmiş kargalar gibi göründüğümüz günler, hafızamızdan asla silinmemiştir. Kırlangıç fırtınasının gelişini ezbere bilen bizler, Saatli Maarif Takvimi’nde yer alan yemekleri, annemize, neden yapmadığını sorardık. Bugün doğan çocuklara verilecek isimlere bakardık. Ne yaparsak yapalım zamanı yakalayamayacağımızı ve her 24 saatin bir takvim yaprağına karşılık geldiğini hep o günlerde öğrenmiştik. Takvimler, doğaya ve başka dünyalara açılan penceresiydi evlerin. Bazen Pamukkale’nin rüyalardan çıkma görüntüsü, bazen Yıldız Parkı’na yağan kar, Rumelihisarı’nda erguvanların şiiri, kırmızı fon önünde Ankara kedisi, ıssız İshakpaşa Sarayı, görkemli Ağrı Dağı, Kuşadası’nda batan ve Nemrut’un yalnız kralları üzerinden doğan güneş ya da Sultanahmet Camii’nin üzerinde yıkanan uhrevi yaz ışığı… O günler, yoksullukla insanlığın birbiriyle sarmaş dolaş olduğu, bakılan fotoğrafların insanların içini umutla doldurduğu, asla gidemeyecekleri yerlere ve bulunamayacakları coğrafyalara onların yerine giden fotoğraf makineli insanlara büyük saygının duyulduğu, sonuçta seçilip gelen görüntülerin bir hipnoz nesnesi gibi yüceltildiği, hatta totemleştirildiği tuhaf bir döneme karşılık gelecekti. Çok az sayıda fotoğrafçı, o günlerde Türkiye’yi sistematik bir biçimde saptayabilmek için daha sonradan turizm merkezine dönüşecek ve ciddi bir iç turizmi başlatacak bölgeleri daha vakitli hissederek yola koyulmuşlardı. Ardından da turizm, yayıncılık ve reklamcılık sektörlerinin ilerlemesiyle; kitap, kartpostal, takvim, afiş, broşür ve ansiklopediler için gereksinim duyulan fotoğraflar üzerinden profesyonel fotoğrafçılık yeni bir meslek dalı olarak ortaya çıkmıştı.
↧