Avrupa’daki krize inat ülkemizin refah seviyesi son yıllarda bir hayli yükseldi. Bu gelişme herkesin daha çok harcama cesaretini artırdı. Ama uzun süredir devam eden, ‘zenginiz, tüketiyoruz’ fikri son dönemlerde yerini, ‘artık tasarruf etmeliyiz, olmuyor böyle’ye bıraktı.Zira ekonomi yönetimindeki uzmanlar Türkiye’nin çok harcadığını, artık kendini dizginlemesi gerektiğini söylüyordu.Bu politikanın ürünü olan kampanyalarda ise dikkatimizi çeken bir takım gariplikler var. Zira bu faaliyetler çerçevesinde yapılan bütün reklam, eğitim ve seminerlerde hedef kitle toplumun zaten zor geçinen kesimi.‘Enerji Hanım’ şehir şehir gezerek kadınlara tasarruf dersi veriyor. Ancak bu kadınlar zaten ay sonunda faturayı daha düşük görebilmek için neredeyse akan sudan elektrik üretebilecek durumda. Hükümet ise öteleyemediği ihtiyaçları karşılamak için kredi kartına sarılan dar gelirliye hafiften sitem ediyor. Ya da ekonomik alışverişin sembolü haline gelen ‘ekonominin sultanı Ayşe Hanım’ en ucuz marketten, en ucuz deterjanı alıyor. Devlet okullarında çocuklar harçlıklarını en tasarruflu şekilde kullanmayı öğreniyor…Halka tasarrufu öğretmeyi hedefleyen faaliyetlerden biri de İstanbul genelinde düzenlenen ‘Finansal okuryazarlık kursları’. Burada elbette faydalı bilgiler verilliyor. Ancak bizim dikkatimizi çeken, ‘para biriktirmiyorsan, yanlış yoldasın’ zihniyetine sürükleyen söylemler. Kursiyerler arasından kadınları sahneye davet ederek canlandırma yapan eğitmenin bir elinde biber, bir elinde çikolata var. Birçoğu bin liradan az maaşla geçinmeye çalışan kadınlara önce birer ev alma hedefi veriliyor. Hedefi gerçekleştirmek için ise bazı ipuçları veriyor! Bunlar arasında en çok dikkatimizi çeken, alınması planlanan ev için kadının her akşam eşinin ‘başının etini yemesi’. Olur da ev için kenara para konulamazsa bunun için kendini cezalandırması...Ünlü eğitmenin kursiyerlere bir de sitemi var: “Ayağınızı yorganınıza göre uzatın. Gücünüzün yetmeyeceği evlere yerleşip fazla kira veriyorsunuz. Bu rakam 400 TL’yi geçmemeli.” Oturulabilecek durumda ve merkezlere yakın evlerin 600 TL’den başladığı İstanbul’da bu sözler salonda hafiften mırıldanmalara sebep oluyor. Bütün meşguliyeti bankacılık işlemleri olan bir ‘uzman’ın eğitimi bu.Yıldız Teknik Üniversitesi Sosyoloji Bölüm Başkanı Prof. Dr. Bedri Gencer, bu tür faaliyetleri, “Kapitalizmin farklı süreçleri ve sektörleri arasındaki çelişkiden kaynaklanan çarpıklıklar dizisinin bir sonucu.” olarak tanımlıyor. Çünkü kapitalizm reklam yoluyla gelir seviyesi ne olursa olsun insanları alabildiğine tüketime teşvik ediyor. Finans sektörü ise kendi çarkını işletebilmek, paradan para kazanabilmek için birikime yöneltiyor. Zaten sınırlı bir gelirle sürekli tüketime teşvik edilen insanların nasıl tasarruf edeceği ise merak konusu. Tasarruf biriktirmek değil, israf etmemektirModern iktisat, ekonomiyi sınırsız ihtiyaçların, sınırlı kaynaklarla yönetilmesi olarak tanımlar. Bütün dünya ekonomisi bu tanımlama üzerine kuruludur. Reklamlar, bankacılık işlemleri, üretim ve tüketim politikaları... Kampanyalar satın alma iştiyakını var gücüyle artırırken, bankalar reklamların cazibesine dayanamayan ‘sınırsız ihtiyaç sahiplerine’ kredi kartı dağıtır. İnsanoğlunu asla gözü doymayacak varlık olarak gören üretici ise her dönem en gereksiz modasını bile güvenle sunar piyasaya. Prof. Dr. Gencer’e göre, böyle bir ortamda daha da vahim çarpıklık ise ‘tasarruf’ kelimesinden çıkardığımız anlam. Türkçe tasarruf kelimesi “bir malı ölçülü kullanmak, boşa harcamamak, zayi olmaktan kurtarmak” anlamına geliyor. Örneğin bir kişinin eşyasına iyi bakarak daha uzun süre kullanabilmesi ya da başkasının faydası için bağışlaması. Kelimenin İngilizcedeki karşılığı ise ‘to save money’ yani ‘para tutmak’.Gelir dağılımındaki eşitsizlik önemli bir sorunTürkiye, her ne kadar zenginleşse de gelir dağılımındaki farkı bir türlü azaltamayan ülkelerden. Nitekim geçtiğimiz aylarda Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü’nün (OECD) yayınladığı rapora göre Türkiye, gelir dağılımı adaletsizliğinde Çin ve ABD ile ilk üç sırayı paylaşıyor. Diğer iki ülkenin bu sorunu yaşaması dağınık coğrafi yapısından ileri geliyor. Türkiye’nin ise diğer iki ülkeye göre kaynaklarını eşit dağıtabilecek kadar sınırları dar.Türkiye İstatistik Kurumu’nda yer alan 2011 yılına ait veriler de bu eşitsizliği doğruluyor. Nitekim nüfusun yüzde 60,2’si haftada üç kez et ürünü tüketemiyor. Isınma gibi hayati bir ihtiyacı düzgün şekilde karşılayamayanların oranı bile yüzde 35’in üzerinde. Yüzde 80,3’ü eskimiş mobilyalarını değiştiremiyor. Yüzde 86,5’inin tatil yapma imkânı yok. Beklenmedik harcamaları karşılayamayanların oranı yüzde 67,6. Bütün bu rakamlar, toplam nüfusun yüzde 20’sini oluşturan en alt gelir grubunda ise çok daha vahim noktalara ulaşıyor.Böyle bir tabloda lüksten de lüks yaşamak için israfı günden güne artan üst gelir grubu, büyüyen ülke ekonomisinin mesut yüzleri. Tasarruf politikaları deyince akla ay sonunu zor getirenlerin gelmesi de ahlaki bir tutum olarak görülmüyor haliyle. Prof. Dr. Gencer’e göre, her ülkede asıl kaynağı tüketen kesim fiilen ‘kayıt dışı’ kabul ediliyor. Bu sebeple tasarruf teşviki ya da vergilendirme dar gelirli kesime kalıyor. Bu anlayış, ‘zenginden alamıyoruz, onun yerine diğerlerinden daha çok alalım’ mantığıyla baskının hedefi haline geliyor.Çalışmak saadet vesilesiBediüzzaman Said Nursi’nin iktisat hakkındaki görüşleri de malın ve servetin Allah tarafından verilmiş bir emanet olarak telakki edilmesi gerektiği yönünde. Sermayenin belirli ellerde toplanmasından ziyade herkesin refahına hizmet edecek şekilde dağılması gerekir. Bediüzzaman, çalışmanın dünyevi saadet vesilesi olup tembelliğin işsizliğe, işsizliğin de ızdıraba sebep olduğunu söyler. Sosyal tabakalaşmanın önlenip bencilliğin yerine diğerkamlığın gelmesini savunur. İdeal toplum tanımında hırsa karşı kanaatin, tüketim toplumu yerine ubudiyet ve şükür toplumu öne çıkarılır. Helal ve haram hassasiyetlerinin gözetildiği, israfın yasaklandığı bir toplum görüşünü benimser.
↧