Şam yakınlarında yaşayan silahsız sivillerin kundaktaki bebeklere varıncaya kadar üzerine hunharca demeyeceğim, alçakça atılan kimyasal gazların semeresini hepimiz ekranlarda gözyaşları içinde izledik. Dünya izliyor ama bir şey yapmıyor, yapamıyor.Oysa ölenler insan. Hayır, insan değil, ‘Müslüman’, yani öteki onlar. Eğer Batılının anladığı manada ‘insan’ olsalardı çoktan müdahale edip kurtarma yoluna girmişlerdi. Öte yandan çuvaldızı kendimize batırmak babında ifade etmeliyiz ki, neden hemen bütün katliamlar İslam dünyasında meydana geliyor ve dünya izliyor. Onları izledikleri için kınayarak avunmayalım, biz neden bu durumdayız? Bunu da sorgulayalım.Sorgulayalım, lakin isterseniz burada duralım ve konuyu güncel köşelere havale ederek tarihimizin acı sayfalarına, Osmanlı’nın sonunu getiren o ağır yenilgileri aldığımız Suriye cephesindeki son günlerimize bakalım.Bakalım bugün kanlı olayların yaşandığı Suriye’nin güneyden kuzeye doğru Dera, Şam, Humus, Hama ve Halep civarında bundan 95 yıl önce neler yaşanmış? Suriye uğruna İngilizler ve Fransızlarla nasıl savaşmışız? Ve yaklaşık 500 kilometre uzunluğundaki anavatan topraklarımızdan bir ay içinde nasıl çekilmişiz?Resmi tarihe bakarsanız 1918’in Eylül-Ekim aylarına rastlayan bu hezimetin tek bir anlamı vardır: Araplarla olan bağımızı kopardık, asıl ‘Türk’ olan alanı korumaya aldık, yani Anadolu topraklarını. Oraları savunmanın bir anlamı yoktu zaten, daha en başta kuvvetlerimizi heder etmeden Anadolu’ya çekilmeli ve savunmamızı Adana’dan başlatmalıydık.Bu tuzu kuru sava karşı iki şey söylemek gerekir:1) Zaten İngiliz-Fransız koalisyonunun Anadolu’ya ilerlemek gibi bir planları yoktu, General Allenby’nin başlangıçtaki hedefi bir sınıra ulaşmak değil, karşısındaki Osmanlı ordularını mahvetmekti. Savunmasız kalan topraklarda yapılacaklar daha sonra görüşülecekti. Halep’e girmeyi bile ekim sonlarına doğru planladığını biliyoruz.2) Eğer en baştan kaçarcasına Adana’ya veya tamamen Toroslar’a çekilseydik yenilgi halinde sonraki çekilme hatlarımız nereler olacaktı? a) Konya? b) Eskişehir? c) İstanbul? d) Hiçbiri?Viyana’ya kadar niye gittik?Tarih hakkında konuşur veya yazarken biraz mantık kitabı da okusak iyi olacak. Sık sık duyarsınız: Viyana’da, Budin’de, Girit’te ne işimiz vardı? Anadolu çocuklarını bozuk para gibi harcadık ‘hiç alakamız olmayan’ cephelerde? Üstelik bunu söyleyenler de sokaktaki cahiller değil, ‘üst düzey’ yetkililer!Yahu siz hiç mi güvenlik çemberi diye bir şey okumadınız? Uluslararası hukukun ve BM’nin icat edilmediği bir dönemde kim hangi toprağı işgal ederse onun yanına kâr kalıyordu. Eğer o tarihte sınırlarınızı dışarıda kurmazsanız ve ‘Yurtta sulh, cihanda sulh’ politikasını tutturursanız başka milletler size acıyıp topraklarınıza girmez sanıyorsanız aldanıyorsunuz.Siz saldırmazsanız size saldıracak ülkeler düzineyleydi. O devirde geçerli strateji ‘En iyi savunma hücumdur’ şeklinde özetlenebilir ve bu sert realitenin gereği olarak ecdadımız “tâ Viyana’ya kadar” gitmişti. (“Tâ Viyana’ya kadar”ı tırnak içine alışımın sebebi, Viyana’nın İstanbul’a Van’dan çok daha yakın olmasıdır. İstanbul merkezli bir dünyada Viyana’ya gitmek Erzurum’a gitmek gibi bir şeydir de, geçerken hatırlatayım istedim.) Tarihimiz ortada: Balkanlar’ı 400 yıl feda ede ede Anadolu’yu kurtarabilmiştik. Meriç’ten öteye geçmeseydik nerede durduracaktık sahi? sorusu üzerinde azıcık düşünmek gerekmez mi?Suriye’den nasıl geri çekildik?İngiliz kuvvetleri Şam’da Meydan-ı Merce’den geçerken. Arkada Sultan II. Abdülhamid’in diktirdiği telgraf abidesi eski günleri özlüyor gibi...Eylül’ün 18’ini 19’una bağlayan gece sabaha doğru ordularımız müthiş bir hücumla uyandılar. Allenby’nin kuvvetleri beklenen saldırıyı başlatmışlardı ama savaş tarihine geçecek üstün bir taktik izlemişti. (Anlatıldığına göre tarihe çok meraklıydı ve MÖ 1480 yılında yine aynı yerde Mısırlıların uyguladığı taktiği aynen kopya etmişti.)Buna göre karşısındaki kolorduya 14 kat üstün bir kuvvetle darbe indirilecek ve daha önce telsiz haberleşmesini kestiği ordularımızın bilgi boşluğundan yararlanarak süvari birliklerini arkamıza düşürecek, böylece kaçış yolunu tutacaktı. Nitekim 8. Ordu ile 7. Ordu’nun kaçış yolları başarıyla tutuldu. Eylül’ün 20’sinde Nablus’ta bir meydan muharebesi yapıldı, sonuçta 8. Ordu büyük ölçüde dağılmış, 7. Ordu ise savaşmadan geri çekilmişti; Şeria nehrinden zorlukla karşıya geçerek Dera üzerinden Şam’a doğru hasar ala ala ilerledi. Daha sonra yenilgiler çorap söküğü gibi geldi. Kayıplarımıza Lawrence’in idare ettiği Arapların yaptıkları tuz biber ekiyordu.Suriye’de Türk ordusunun aldığı yenilgide payı olan İngiliz casusu Lawrence, ünlü Rolls-Royce’uyla Şam sokaklarında. Şehirde birkaç gün içinde Arapların zafer çığlıklarını bitiren bir darbe yapacak veİngiliz bayrağını dalgalandıracaktı.25-26 Eylül 1918 gecesi ordu komutanları toplantı halindedir. Yıldırım Orduları tarafından Cemal Paşa’ya geriye kalan birlikleri alarak Şam’a gitmesi ve savunmasını Şam önlerinde kurması emredildi. Mustafa Kemal Paşa ise Rayak’a gidecekti. 7. Ordu kuvvetlerini başka bir ordu komutanına devretmesinden Liman von Sanders’in Cemal Paşa’ya daha çok güvendiği sonucunu çıkaran Mustafa Kemal gücendi ama görevine devam etti.Şam’ı da savunmak mümkün olamadı. 1 Ekim’de Şam düştü, bir hafta sonra ise Beyrut. Sırada Hama, Humus ve Halep vardı. Fahri Belen anlatıyor bundan sonrasını: “Arapların doğudan, İngiliz motorlu birliklerinin batıdan ilerlemeleri üzerine 24-25 Ekim gecesi Halep boşaltıldı. İskenderun güneyinden ve Halep’in 5 km kuzeyinden geçen bir mevzi tutuldu. İngilizler yeni mevzie taarruz etmediler.”Neden Halep’ten sonra taarruz etmediler sahi? Cevaplanması gereken bir sorudur ve yazımızın başında Adana’ya çekilip orada kalmamızı öğütleyenlerin bu bilgiden haberleri var mıdır? (İskenderun civarına kadar gelmeleri ise denizden iaşe sağlamaktı.)Grainger’in dikkatimizi çektiği bir husus bizim kitaplarımızda geçmez. Özetle şöyle yazar:Mustafa Kemal’in Halep’ten ayrılmasıyla Türklerin Arap topraklarıyla bağı kesilmiş oluyordu. Ekim sonlarında Mustafa Kemal yeni bir İngiliz saldırısını püskürtecek kadar askere ve Anadolu’dan yeterli gıda maddesine kavuşmuştu. İngiliz ordusu fazla dağılmıştı, bir haftaya kadar toparlanamadı. Bu arada Mustafa Kemal’in kuvvetleri iki üç katına çıkarılmıştı. Çok sayıda makineli tüfeğe sahipti ve silahların arkası geliyordu. Ekim sonlarında büyük bir savaş bekleniyordu İngilizlerle. Osmanlı yapacağı tahkimatı yapmıştı. Hatta savaşa yardım etmesi için yapılan Amanos tünelini bile bitirmiş, artık trenle Anadolu’dan ikmal kolaylaşmıştı. İşte Mondros Mütarekesi’nin imzalandığı haberi tam böyle bir ortamda geldi. Rauf Bey ile Amiral Calthorpe anlaşmışlardı.Suriye gitmiş, kavga bitmiş miydi?
↧