Emine Eroğlu, yirmi yıl süren yayıncılığı “Başkalarının eserlerine adanmış bir gençlik.” diye özetliyor. Şimdi ise bir ömür biriktirdiklerini okuyucusuyla paylaşma vakti. Köşe yazarı Emine Eroğlu ile hayatının yeni evresini, entelektüel dünyanın sınavdan geçtiği siyasi süreci konuştuk.
Şu an kendinizi hayatınızın hangi evresinde hissediyorsunuz?
Galiba, bu hayatımın dördüncü evresi. Birincisinde çocukluğum, gençliğim, üniversite de dahil eğitimim vardı. Bir arayış dönemi. İkinci dönem, aradığım hakikati Risale-i Nur'larla buluş dönemim. Bu dönemin iki aşaması var. Bir süre hayatın kıyısına çekilip kitap okuduğum, ibadetle, ilim ve tahsille meşgul olduğum ilk evre üç yıllık bir dönem. Ben ona hayatımın mağara dönemi diyorum. Onun tamamlayıcısı bir Dağıstan hicreti var. O da üç yıllık bir zaman dilimi. Bu üç artı üç yıl çok merkezi bir yer işgal eder hayatımda.
Sizin için mühim kılan nedir bu inziva yıllarını?
İlim ve ibadette derinleşmeye hasredilmiş bir üç yıldı çünkü. Uzlet ve halvet dönemi. Üzerine hicret tecrübesi eklendi. Sonra geri dönüş seyri.
Yani üçüncü evre…
Üçüncü evrede uzun süren bir yayıncılık dönemim var. Editör ve yayın yönetmeni olarak hizmet verdiğim 15 yıllık bir dönem.
Şimdi de hayatımın yeni, yani dördüncü evresi başlıyor. Rakamlandırmak ne kadar doğru bilmiyorum ama hayatımın umumuna baktığımda, belki ömrümün en önemli safhası yeni başlıyor. Onun heyecanını duyuyorum.
Bir röportajınızda, bilinçli bir tercihle yazmaktan uzak durduğunuzu söylüyorsunuz. Yayıncılıktan köşe yazarlığına geçiş nasıl oldu?
Yazmaktan bilerek uzak durdum, çünkü yayıncı olarak “yazmak,” yazar ile yayın yönetmenini -ya da editörü- aynı paydada eşitlediği için tercih edilen bir durum değildir. Siz yayıncısınız; yazardan farklı bir yerde durmanız ve emeğinizi yayımladığınız eserlere sarf etmeniz gerekir. Benim yazı yazmaya başlamam tümüyle bir cebr-i lutfî;dir. Zor bir zamanda yaşıyoruz. Hakikat adına söyleyecek sözü olanların susamayacağı kadar zor. Allah bizi bazı vazifelere sevk ediyor, yönlendiriyor. Hayatımda böyle bir dönem başladı. Bu kırılmayı çok kuvvetle hissettim. İlginç bir tevafukla başladı benim Zaman'da yazma serüvenim.
Böyle bir dönemde Zaman'da köşe yazarı olmaktan çekinmediniz mi?
Bilakis, böyle bir dönemde söyleyecek sözüm olduğu ve onu söyleyebileceğim bir mecra bulduğum için şükrediyorum. Sesime kulak veren okurların varlığına da... Bunu anlatmak zor. Bir yayıncı olarak yaşadım hayatımın önemli bir bölümünü. Yazarlardan daima entelektüel bir duruş bekledim. Göze alan, ezilenin yanında saf tutan bir duruş. Hakikati haykıran, eğilip bükülmeyen, dünyaya şahsi menfaatler üzerinden bakmayan bir duruş… Bu konuda ciddi hayal kırıklıkları yaşadım. Ortam bu duruşu zorlaştırdı evet, fakat daha da kıymetli hale getirdi. Düşünsenize bunca yıl şahsi menfaatlerim için değil inandığım için yayıncılık yapmışım. Sünnet çizgisinden ayrılmamak bütün hayatımın gayesi olmuş. Yazıya bir değer izafe etmişim. Sonra…
Yayıncılık sona erdi…
Bunu gerçekleştirmediğim bir ortamda yayıncılığı bırakmış oldum. O da bir cebirle oldu, ama böyle… Hayatım boyunca savunduğum, dillendirdiğim değerleri yaşama, tecrübe etme fırsatı bu benim için. Bir ihlas sınavı. Genellikle sözleriyle eylemleri arasındaki boşluklara yuvarlanır insanlar. Çünkü özellikle yazan ve başkalarına konuşanların kelimeleri büyüktür. Arkasında durmak yürek ister. Benim çevrem bir kültür ortamıydı ve düşünceye yön veren isimlerin söylemlerini hayata geçirmediklerini görmek amelde tutarlılık arayışında olan insanlar için içten içe ya da aşikar ama sürekli bir rahatsızlık vesilesiydi. Fırtına çıkınca kaçınılmaz olarak elenmeler oldu. Dökülmeler, saçılmalar oldu. Kendi adıma bundan Allah'a sığınıyorum. Bu çok kuvvetli bir iltica sebebidir benim için. Hayatım boyunca Rabb'ime iltica ederek yaşadım.
Yazarken üslubunuzu belirleyen nedir peki?
Ben bir siyaset bilimci değilim. Dolayısıyla siyasetin dilini bilmiyorum. O dili istesem de konuşamam. Benim dilim hakikatin dili. Ben konuşmayı, bütün samimiyetimle söylemek istiyorum, Bediüzzaman Hazretleri'nden öğrendim. Kalbimin dili Risalelerle çözüldü. Sonra Hocaefendi'nin sohbetleri o dile tercüman olmaya devam ediyor. Sebeb-i vücudum olan o kaynaklarla düşünüyorum, konuşuyorum. O kaynakların aydınlığında tüm Allah dostlarının birikimlerinden istifade etmeye çalışıyorum.
Basın özgürlüğünün daha sık tartışıldığı bir dönemde yazmaya başladınız. Oto sansür uyguluyor musunuz?
Evet bir otosansür mekanizmam var. Elbette olması da lazım. Benim kalbime geliyor yazacaklarım ve öyle yazıyorum. Sonra aklımın süzgecinden geçiriyorum. ‘Bunun içerisinde birilerini rencide edecek bir şey var mı?' diye bakıyorum. Bir iki arkadaşıma okutuyorum öyle yayınlıyorum. İnsan kendisinden neşet eden bir yazıya kör olabilir.
Zulme ‘dur!' demesi gerekenlerin ‘boyun eğin' çağrısı kahredici
Köşe yazılarınızdan birinde Kur'an'dan hareketle herkesi haksızlığa, zulme itiraza davet ettiniz. Ben bunda bir kırgınlık da görüyorum. Vaktiyle birlikte çalıştığınız yazarlara, aydınlara sessizliklerinden ötürü kırgın mısınız?
Biz insanız ve kalbimizle yaşıyoruz. Gönlümüzden başka sermayemiz yok. İster istemez kırılıyoruz. Normal bir vasatın içinde yaşamıyoruz. Hadler aşıldı, ölçüler tarumar edildi. İnsaniyet ölçüleri de ahlak ölçüleri de tarumar edildi. Kul hakkına tecavüz edildi. Peygamber hakkına, Allah hakkına girildi. Ne fıkhın, ne itikadın ne tasavvufun ölçülerine riayet edildi. Böyle bir ortamda vasati bir düzlemde sergilenmesi gereken tavırların bile sergilenmemesi ister istemez kırgınlığa sebebiyet veriyor. Hakikati söylemesi gerekenlerin suskunluğu gönülleri yaralıyor. Zulme ‘dur!' demesi gerekenlerin boyun eğmeye çağrıları, tarafgirliğe çağrıları, körlüğe ve sağırlığa çağrıları kahredici, en hafif tabirle rencide edici. İlişkilerimiz, dostluklarımız adına değil sadece, insaniyet adına esef verici.
Allah ne güzel vekilse, ümitsiz olacak hiçbir şey görmüyorum
Yaşanan süreçte sadece Hizmet Hareketi'nin değil bütün cemaatlerin, tarikatların hedef alındığı kanaatini nasıl yorumluyorsunuz?
Sadece onlar değil muhalif olan bütün seslerin susturulmaya çalışıldığını görüyorum. Tarikat ve cemaatlerin biata zorlanması onlara yönelik bir operasyondur. Biat edenlere tanınan ayrıcalıklar. Alevi ve Bektaşilerin teslim edilmeyen hakları. Yükselen menfi milliyetçilik vs.
Biat etmekte zorlananlarda bir kaçış isteği söz konusu. Siz de böyle bir hisse kapılıyor musunuz?
Hayır, kaçmak isteği duymuyorum. Şahsi gözlemim bu isteğin en fazla biat edenlerde olduğudur. Terkle kaçışı birbirine karıştırmamak gerek. Terk tasavvufun en temel kavramlarından biri. Hizmetin de temel dinamiklerinden. Bir hizmet annesinin evladını dünyanın öteki ucuna göndermesi terktir. Allah için terktir. Mal, melal, makam, mansıp, evlad u ıyal terk edildiği gibi yurt da terk edilebilir. Peygamber Efendimiz'in (sas) Mekke'yi terk ettiği gibi. Şehre dönüp “Beni senden çıkarmasalardı billahi senden çıkmazdım.” der Efendimiz. Kaçış duygusu sorunlarla baş edememekten kaynaklanır. Allah'ın inayeti ile başa çıkılamayacak hangi problem olabilir?
Kaçma isteği duymadığınız gibi ümidinizi de diri tuttuğunuzu görüyorum. Bunu nasıl başarıyorsunuz?
Âli Imran Suresi 173. ayette, “Onlar öyle kimselerdir ki halk kendilerine ‘Düşmanlarınız olan insanlar size karşı ordu hazırladılar, aman onlardan kendinizi koruyun'” dediklerinde, bu tehdit onların imanlarını artırmış ve ‘Hasbunallah ve ni'me'l-vekil' ‘Allah bize yeter. O ne güzel vekildir!' demişlerdir.” deniliyor. Bunu söylemek ümit için insana yeter. Bediüzzaman Hazretleri bu virdi risale-i Nur talebelerine akşam ve yatsı namazları arasında her gece çektiriyor. Evet bizim aleyhimize ittifak etmiş olabilirler. Bize “İşler bildiğiniz gibi değil, korkun!” diyebilirler. Komplolar kurabilirler...”Hasbunallahu ve ni'mel vekil”diyebilenler için gam yoktur. Allah ne güzel vekilse, ümitsiz olacak hiçbir şey görmüyorum ben.