“St. Petersburg en çok masalı olan şehirdir.” der, Dostoyevski. Üç yüz yıldır bir çivi bile çakılmayan şehir masal gibidir, Neva'nın ılık ve dingin suyu masal, Puşkin'le karşılıklı oturup kahve yudumlamak, müzelerinde soluk alıp vermek, sakin taş sokaklarında kaybolmak masal…
”Petro'nun şehri, seni seviyorum. Senin sert ve zarif görünüşünü seviyorum. Neva'nın kocaman yatağını, kıyıların granitini, duvarların demir parmaklıklarını, melankolik gecelerin açık fecirlerini… Ay olmadığı halde odamda lambasız okuyup yazabildiğim bu ışığı seviyorum. Senin ıssız sokaklarının uykuya dalan yığınlarını ve amiralliğin kıvılcım saçan direğini seviyorum.” Böyle anlatır Petersburg'a olan aşkını Puşkin. Ne gariptir ki, kelimeleriyle resmini zihnimize çizen yazarın şehri bugün aynı ruhla yaşıyor. Şehir yine zarif, güneşin ayla nöbet değiştirdiği saatler melankolik, sokaklar sessiz, sakin… Bu dizelerin yazılmasının ardından 300 yüz yıl geçmesine rağmen.
‘İmparatorluk Rusyası'nın temellerini atan ‘bizim deli, dünyanın dâhi' dediği Petro'nun Baltık Denizi'nin kenarındaki 42 adadan oluşan bataklığı kurutarak devasa sütunlar üzerine inşa ettiği bir şehir Petersburg. Vakti zamanında cihan imparatorluğu olmaya aday Rusya'nın Batı'ya açılan modern yüzü. Dünyanın en eski ‘yeni' şehri… İnşa edildiği ilk günkü gibi. Sokaklar aynı, köprüler, binalar, parklar… Yüz yıl önceki bir şehir fotoğrafıyla bugünkünü kıyaslayınca aradaki tek fark, ağaçlardaki yaprak sayıları. O da normal değil mi!
Nevski Caddesi, Petersburg'un can damarı. Şehri ikiye bölen, başka bir açıdan iki yakasını bağlayan en gözde cadde. Restoranlar, tiyatro salonları, kafeler, katedraller, müzelerle süslü bir vitrin. El cepte, dudakta ıslık insan yüz yıl turlayabilir bu yolu. Bir görünüp bir kaybolan Dostoyevski, Puşkin karakterleri adres sormak için birebir. Ne diyor Gogol, ‘yaya kaldırımları ne kadar süpürülüp paklansa da pek çok kişinin ayak izi kalmıştır orada.' Raskolnikov'un ayak izlerine basmak tarifsiz bir duygu...
Rusların Shakespeare'i Puşkin, bir gün, bir delikanlının deli gibi âşık olduğu karısı Natalya'ya mektup yazıp, kur yaptığını öğrenir. Çıldırır, gümüşlerini satıp silahlanır ve Kara Dere'nin köşesinde düelloya davet eder genci. Öncesinde Nevski Caddesi'nde bir kafeye oturup, planlar yapar. Düelloda yaralandıktan üç gün sonra, 37 yaşında, hayata gözlerini yumar. O mekân Nevski Caddesi'ndeki Literaturniy Cafe. Bugün hâlâ aynı yerde hizmet veriyor. Son oturduğu masa özel bir köşeye çevrilmiş, Puşkin'in balmumu heykeli planlarına devam ediyor. Akşam yemeğinde piyano sesini süsleyen aryaları dinlerken ustanın iç sıkıntısına ortak olmak tarifsiz bir acı, anlamsız keyif. Anlatıl(a)maz.
Dünyanın en büyük müzelerinden biri Ermitaj Müzesi. Çariçe II. Katerina'nın önayak olduğu mekânın kapısı 250 yıldan beri açık. Ev sahipliği yaptığı eser sayısı 3 milyondan fazla, dile kolay. Antik dönemden modern ressamlara büyüleyici bir koleksiyon… Bugüne kadar gördüğünüz, duyduğunuz bütün ustaların orijinal tablolarını görmek mümkün. Neva Nehri'nin hemen kıyısındaki sarayı adamakıllı gezmek insanın en az bir gününü alır. Sabah 09.00'da girdiğim bilet sırasında, 10.30'da kapılar açıldığında neredeyse bir kilometre kuyruk vardı. Mübalağa yapmıyorum.
TOP, TÜFEK VE SANAT...
Ermitaj Müzesi'nin hemen arkasında futbol sahası büyüklüğünde geniş bir meydan var. Sırtını müzeye verince genelkurmay binası enfes bir görüntü sunuyor. Saray gibi bir bina, üzerinde göz alıcı işlemeler, heykeller, masmavi ve çırılçıplak bir gökyüzü… Meydandaki devasa anıtın altındaki bakır dökmeler Osmanlı ganimetlerinden. Biz kendi tarihimizi yok ederken, Rusların savaşırken kullandığı topu, tüfeği sanat eseri inşasında kullanması ne anlamlı. Anlayana...
Şehrin her köşesi parklarla dolu. Yayla gibi geniş, yeşil; kütüphane gibi sessiz, sakin… İstanbul sakini biri için tarifi zor atmosfer. Ayaklar çime, baş mavi gökyüzüne değerken şarkı mırıldanmayalı nice olmuştu.
Petersburg; Puşkin, Dostoyevski, Gogol gibi dünya edebiyatının yazarlarının doğduğu şehir. Onlar eserlerinde şehri yaşatıyor, şehir ruhunda onları… Edebiyat dünyasına armağan ettiği onlarca yazar olduğu için her yazara eşit mesafede (Tabii ki Rus edebiyatının kurucusu Puşkin'in yeri herkesin gönlünde başka) yaklaşıyor. Prag'da olduğu gibi her köşe başında Kafka'nın resimlerini görmezsiniz. Daha tok, olgun bir şehir. Yazarların evleri müze haline getirilmiş, anıları yaşatılıyor ama bir turizm figürü olarak kullanılmıyor. Dostoyevski, Puşkin'in kitapları her yerde bulunsa da, isimlerini ön plana çıkaran hediyelik eşyaları (müze dışında) bulmak mümkün değil.
Yazarların müze evleri içinde ön plana çıkan elbette Dostoyevski... Doğduğu ev Moskova'da olsa da İnsancıklar ile başladığı yazın serüveninde bütün eserlerini bu şehirde yazdı. Bu şehrin beyaz gecelerinde âşık oldu hayalperest, Nastenka'ya; bu şehirde Raskolnikov cinayete bulaştı, Öteki'de Golyadkin karakter bölünmesi yaşadı, Prens Muşkin Budala'lığa doymadı… Yazarın son eseri Karamazov Kardeşler'i yazdığı ve hayata gözlerini yumduğu ev, şu an müze. Tarihi bir binanın ikinci katı. Ahşap yeşil örtülü çalışma masası aynen yerinde, altın işlemeli beyaz porselenlerin dizildiği krem rengi yemek masası, kahverengi kitaplığında ciltli kitapları, ikinci eşi Anna'nın eşinin eserlerinin son kontrollerini yaptığı masası, çocuklarının oyuncakları… Yazarla beraber nefes alıp vermek insanı şehirdeki bütün şekerlere sahip olan çocuk gibi mutlu ediyor.
NARGİLE, ÇAY, SICAK EKMEK KOKUSU
Petersburg salt yazar değil, dünya kültürüne saygın müzisyenler de armağan etti. En çok öne çıkan isim Pyotr İlyiç Çaykovski usta. Daha önce müziklerini bestelediği Kuğu Gölü ile Fındıkkıran balelerini Moskova kökenli bir gruptan izleme şansım olmuştu. Eseri tekrar ana yurdunda görmek daha keyifli olabilirdi ama bilet bulmak ne mümkün. Turizm mevsimi olduğu için yüksek ücrete rağmen bütün gösteriler kapalı gişe oynuyor. Nevski Caddesi'ndeki Komedi Tiyatrosu'nda operet izledim. Keyif verici bir deneyimdi. Ortam Anna Karenina romanındaki seyir sahnesi gibi... Localarda iyi giyimli burjuvazi, asil, tertipli, düzenli. Sahnede devasa dekorlar, alımlı kostümler, görkemli bir performans… Bugünün kostümlerini salondan çıkarınca insan 18.yy'da gözünü açabilir.
Opera ve bale deyince şehirde akla ilk gelen sahne Mariinsky Tiyatrosu. Moskova'daki Bolşoy Tiyatrosu'nu andıran tiyatro, 150. yaşını çoktan devirdi. Şöyle anlatayım: Yıldız Sarayı'ndaki tiyatronun 8-10 katı büyüklüğünde. 5 kat loca, kraliyet ailesinin misafir edildiği balkon, altın rengi motiflerle süslü, göz alıcı ve bir o kadar estetik bir dekorasyon. İnsanda tarifsiz bir hayranlık bırakan bir mimariye sahip.
Petersburg, müze kültürüyle Viyana'yı hatırlatıyor. Oradakine çok benzer bir çikolata müzesi var, balmumu heykelleri, savaş, ekmek müzesi… Toplumsal belleği yarınlara taşıyacak değerli müzeler. Hepsi de tarihi binalarda, en merkezî; yerlerde. Damakta çikolata erirken Charlie'nin çikolata müzesinde tatlı bir yolculuğa çıkmak bütün yorgunluğunu alıyor insanın.
Şehri saran nehirleriyle Venedik, mimarisiyle Paris'i andırıyor. Pedro, yanına İtalyan bir mimarı alıp şehri inşa ettirirken bu iki şehre benzemesini özellikle istiyor. Doğulu ve Asya mimarisinin sınırların içine girmesini yasaklıyor. Ta ki 1881'de nihilistlerce öldürülen Çar II. Aleksandr'ın hatırasına Kanlı Kilise yaptırılana kadar. Dünden bugüne üç büyük sel felaketi oldu ama şehir eski kimliğine sadık kalınarak yeniden ayaklandırıldı. Şehri bir ahtapot gibi saran nehirlerinde yapılan tekne turları insanı masal tadında bir yolculuğa çıkarıyor. Güvertede yüzüncü defa anlattığı hikâyeyi ilk heyecanla paylaşan rehber, Neva'nın ılık ve dingin suyu, gri bir gökyüzü ve her daim tebessüm eden bir tarih. Kulakta bir Çaykovski müziği varsa ne âlâ.
Kafelerinde nargileler tüten, pastanelerinin kapısında sıcak ekmek kokularının nöbet tuttuğu, satıcıların soru sormadan konuşmaya yeminli olduğu, sert mizaçlı insanların dokununca iyilik meleğine dönüştüğü bir şehir Petersburg. Edebiyatseverlerin ellerinde kitaplarla yazarların hikâyelerindeki karakterlerin izini sürdüğü bir dünya... Masallar tatlıdır, kulak vermek gerek.