Çağdaş Alman edebiyatının önemli yazarlarından Günter Grass, geçtiğimiz hafta hayatını kaybetti. İlk romanı Teneke Trampet’te Almanya’yı ve savaşı ağır bir dille eleştiren yazarın gençliğinde Nazi eğilimi taşıdığını itiraf etmesi elbette şaşırtıcıydı...
Sene 1992… Anadolu liselerine sınavla girilen yıllar. Giriş sınavı ise neredeyse üniversite imtihanı kadar mühim… Normal şartlarda koleje gidemeyecek ailelerin çocuklarının bir yabancı dili erken yaşta öğrenmesini mümkün kılması bakımından kıymetli. Hasbelkader eğitim dili Almanca da olsa bir Anadolu lisesine girişim, ailede müthiş bir övünç havası estiriyor. Evden doktor çıkmış gibi, şans bize de gülmüş gibi… Bütün dünyada olduğu üzere İngilizcenin aşırı popüler olduğu yıllar. Almancanın yüzüne bakan yok. Özal’ın çağrısıyla kesin dönüş yapan gurbetçi ailelerin çocuklarını ve Alman ekolüne meyilli beyaz Türk ailelerin çocuklarını saymazsak. Bir de biz varız işte. İngilizce eğitim veren bir Anadolu lisesine puanı yetmediği için Almanca ile zoraki tanışanlar. İlk yıllar, ders kitaplarındaki diyalogların kahramanları Hans’lar Peter’lerle karşılaşılan zamanlar. İlerleyen yıllar, Hans’ların meşhur olanlarını duymaya başladığımız seneler… ‘Kültür öğrenilmeden dil öğrenilmez’ sözü beynimize kazınmış gibi. Öğretmenlerin birinden mi duyduğum yoksa ders kitaplarından mı okuduğumu hatırlamadığım bölük pörçük bir anının kahramanı Günter Grass. Muhtemelen Teneke Trampet de var işin içinde. Kitabın çocuk aklımla hatırımda kalmasının eğlenceli bir oyunu çağrıştıran bu isme sahip olmasından başka bir açıklaması olamaz.
Mecburiyet bitip de gönüllü olarak Almancaya döndüğüm zamanlar, kitapçılarda ayaklarımın beni Alman yazarlara götürdüğü anlara tekabül ediyor. Gözüm Günter Grass’tan önce Teneke Trampet yazısına takılıyor. Onu değil de aslında Grass’ın kitapları arasında daha az bilinen ‘Yengeç Yürüyüşü’nü seçiyorum kendime. “Günter Grass, savaş suçlusu olarak damgalanan Almanların acılar çekmiş bir ulus olduğunu vurgularken, yurdundan sürülen ve unutulan insanların yazgılarını toplumsal belleğin yüzeyine çıkarıyor.” şeklindeki arka kapak yazısı ilgimi çekiyor olmalı. İkinci Dünya Savaşı’na, genel eğilimin aksine Hitler’in peşinden giden Alman halkının tarafından bakan bir roman oluşu ve bunun Almanya’nın Nazi geçmişiyle yüzleşmesi gerektiğini defalarca dile getiren sosyal demokrat bir yazar tarafından yazılmış olması ‘objektif mi, değil mi’ sorusunu anlamsız kılıyor. Kitabı hemen alıyor, bir çırpıda okuyorum. Sorunun gerçekten anlamsız olduğunu bir kere daha fark ediyorum.
‘Bazen akıllılığımdan usanıyorum’
II. Dünya Savaşı sonunda, içinde Sovyet ordularından kaçan Almanların olduğu Gustloff gemisinin Sovyetler tarafından bombalanması gibi tabu bir konuyu ele alması Yengeç Yürüyüşü’nü ‘cesur’ bir roman yaparken, Grass’ın Nazilerle herhangi bir bağı olabileceği akıllara bile gelmiyor. Tâ ki 2006’ya kadar. Grass, o yıl katıldığı bir televizyon programında gençliğinde Nazi eğilimi taşıdığını ve gönüllü olarak Nazi ordusuna yazıldığını itiraf edince Almanya’da yer yerinden oynuyor. Yazarın Nobel ödülünün elinden alınıp alınmaması bile tartışılıyor.
Grass, Nazilerin Wölflingen teşkilatına katıldığında sekiz yaşında bir çocuk. ‘Savaşın sonuna kadar Hitler’in son zafer tezine inandım’ sözü ise kendisine ait. Hiçbir zaman pişmanlık duymadığını söylerken sığındığı şey hiçbir öldürme olayına katılmamasıdır. Gerçi bunu söyledikten hemen sonra ‘iki-üç yaş daha büyük olsaydım birini öldürmüş olur muydum, garanti veremem’ der. Ama bir şekilde kandırıldığını bilir ve bu gerçek ona hayatı boyunca olaylara eleştirel bakma, doğru diye sunulan şeyleri sorgulama gibi bir özellik hediye etmiştir. Kafadan Doğumlular adlı kitabında ‘Bazen akıllılığımdan usanıyorum’ demesi bu özelliğini sevip sevmediği konusunda şüphe uyandırır. Üstüne üstlük onu dünyada büyük üne kavuşturan ilk romanı Teneke Trampet’te de (De Blechtrommel) büyümek istemeyen Oscar adlı bir çocuk-adam karakteri vardır. Müthiş bir ‘Almanya’ ve ‘savaş eleştirisi’ sayılan kitabın kahramanı, Grass’ın kendisi midir bilinmez ama hayatı boyunca birbiriyle çelişkili gibi görünen demeçleri ve en azından kendi ülkesinde konuşulmaktan kaçınılan konuları korkusuzca gündeme getirmesi rastlantı değildir.
2012 yılına gelindiğinde Almanya için tabu sayılabilecek bir başka konuda da yine Grass dikkatlerin odağındadır. Yazar, Nazi geçmişine yönelik itiraflarına dair tartışmalar henüz tamamen kapanmamışken bu kez İsrail’in bölgedeki politikalarını eleştiren bir şiiriyle gündeme gelir. ‘Antisemitist damgası yer miyim’ diye bir an olsun düşünmeden şiirinde İsrail’i ‘dünya barışı için tehlike’ olarak tanımlar ve İsrail tarafından istenmeyen adam ilan edilir.
‘Başörtüsü yasağı beni öfkelendiriyor’
Türkiye gündeminden de çok uzak değildir Günter Grass. Yaşar Kemal ile yakın dostluğu da etkilidir bunda, Almanya’da sayıları 3 milyonu geçen Türklerin varlığı da. Ezber bozan yaklaşımlarını zaman zaman Türkiye ve Türkler söz konusu olduğunda da dile getirir. 2010’da Yasemin Çongar’a verdiği röportajda başörtüsü yasağını eleştirir, ‘Başörtüsü meselesi beni çok öfkelendiriyor’ diyerek. Avrupa’da bir minareli cami yapılması için zamanın çoktan geldiğini söyler sonra. Çok sevdiği yakın arkadaşı Yaşar Kemal’in ardından ‘çok iyi bir romancının yanı sıra güvenilir bir dostumu, engin yürekli bir yol arkadaşımı kaybettim’ diye yazar.
Ve sene 2015… Yaşar Kemal’in ölümünün ardından henüz bir buçuk ay geçmiş. Konu nasıl oraya geldi tam hatırlamıyorum ama bir arkadaşımla konuşurken Günter Grass’tan da bahsediyorum. Sanırım evde çok sevdiklerim dışında kitap tutmama planımı açıyorum kendisine. ‘Onlar da toplasan 30 kitap etmez’ diyerek… ‘Arasında mutlaka Günter Grass olur’ diyorum muhtemelen. Aradan iki saat geçiyor geçmiyor arkadaşım telefonuna bakıp Günter Grass ölmüş diyor. İlkokuldan henüz çıkmış bir çocuğun sebepsiz yere Alman edebiyatının bu en ünlü yazarıyla karşılaşmasına dair o bölük pörçük anı canlanıyor zihnimde ve başlıyorum yazmaya: “Sene 1992. Anadolu liselerine sınavla girilen yıllar…”