Mustafa Canbaz
Kıbrıs’ta dedemin korumasını hissettim
Tarih 25 Nisan 1915… Çanakkale Cephesi’nde 9. Tümen’e bağlı, 26. Alay bölgeyi savunuyor. Çıkarma yapan 2 bin 500 kişilik düşman tümenine karşı 63 kişilik kahraman takımımız Ezineli Yahya Çavuş komutasında akşama kadar mücadele veriyor. Ezineli Yahya Çavuş, bölük komutanı şehit olduktan sonra komutayı ele alıp 63 askeriyle tarihe geçecek mücadeleyi başlatıyor. Ertuğrul Koyu Harekâtı’nın 2’nci gününde Yahya Çavuş bacağından yaralanıyor ancak hayatta kalarak geri çekilmeyi başarıyor. Başarılı asker Yahya Çavuş’un, Kıbrıs Barış Harekâtı’nda gazi olan torunu Mustafa Canbaz olayları şöyle anlatıyor: “Dedem ayağından yaralanmış. Kırık bacağını çekip tüfeğin kayışıyla bağlamış. 4 arkadaşıyla birlikte 7 kilometre geri çekilmeyi sürdürmüş. Sargı çadırına gidip ayağını gösterdiğinde doktor, istirahat etmesi gerektiğini söylese de onun gönlü yatmaya razı gelmemiş.
‘Arkadaşlar savaşırken benim yatmam yersiz olur.’ demiş. Bir müddet daha savaşmış ve hücum emri verdiği anda eli havada öylece kalakalmış ve şehadete ermiş.” Torun Canbaz, “Dedemin malı mülkü yoktu. Adını bıraktı, o da bize yeter.” diye ifade ediyor duygularını. Çanakkale Merkez’den 52 kilometre uzaklıktaki Geyikli kasabasında yaşayan Kıbrıs gazisi Mustafa Canbaz, kardeşi Fatma Helva ile madalyalarını gururla gösteriyor. Canbaz, “Savaşta dedemi yanımda hissettim. Kıbrıs’a askere gitmeden önce Çanakkale’yi ziyaret ettim. Bu şehrin toprakları çok farklı. Belki bizim dedemiz yaşıyor diye bu kadar duygusal oluyoruz ama gururlanmamak elde değil. Kıbrıs’ta savaşta dedemin kanatları altında olduğumu hissettim. Önüme büyük mermiler düşüyor, sıcaklığı yüzüme vuruyor ama bana isabet etmiyordu. Savaşa, bayrama gidiyor gibi gittik. Çanakkale Savaşı’na gidenler ne diyorsa, onu 59 yıl sonra ben de tecrübe etmiş oldum. Bu vatanı savunmak böyle bir hismiş demek ki.” diyor.
Gülizar Ünver
Yedi köy gezen cenaze
O yıllarda bir evden yalnızca bir er alınma kuralı olmasına rağmen Karabük’ün Eskipazar ilçesinden Osmanoğlu Hasan ailesinin üç çocuğu da askere gitmiş. Hikâyeyi bize anlatan Şehit Hasan’ın ismini gururla taşıyan torununun çocuğu Hasan Ünver ve annesi Gülizar Ünver.
Üçüncü kuşaktan torun Hasan Ünver, aile meclislerinde sıkça anlatılan dedesinin anılarını şöyle paylaşıyor: “Gülsüm Ana’nın oğulları askerden gelmeyince cepheden dönen Halit Er’in evine gider. Her yeri sargı içinde olan Halit Er’in anlattığına göre dedem Hasan ile cephede karşılaşmışlar. Hasan ona ‘Herkese selam söyle. Haklarını helal etsinler. İki kardeşim şehit oldu. Benim de buradan kurtuluşum yok.’ demiş. Bunu duyan Gülsüm Ana, yüreği yanarak evin yolunu tutmuş ve gelinlerine, ‘Ağlanacak bir şey yok. Ben şehit anası oldum, siz de şehit hanımları.’ demiş.” Ünver, şehit Hasan’ın ölen bebeğini defnedecek bir erkek bile bulunamayışını şöyle anlatıyor: “Osman isimli bebek, bakımsızlıktan vefat etmiş. Gülsüm Ana torununu kucağına alarak köyde cenaze işlerini yerine getirecek bir erkek aramaya başlamış. En büyük erkeğin 5-6 yaşlarında çocuklardan ibaret olduğu köyden umudunu kesen Gülsüm Ana yedi köy gezmiş ancak torununu yıkayacak, cenaze namazını kılacak kimseyi bulamamış. En sonunda Çayeli köyünden geçerken çadırlarda yaşayan ve askerlikten muaf olan muhacirlere seslenmiş: ‘Ağalar, beyler kimse yok mu?’ demiş. Oradan biri, ‘Buyur ana ne derdin var?’ diye sormuş. Gülsüm Ana: ‘Erkeklerimiz şehit oldu, bebelerden birisi öldü, gömecek kimsemiz yok. Biz kadınız, yapamayız. Bize yardım edin.’ demiş. Oradaki erkekler hemen Gülsüm Ana’nın yardımına koşmuş.”
Ulviye Balkan
Denizaltıyı vuran Müstecip Onbaşı
Müstecip Onbaşı, Balıkesir acemi birliğinde askerliğini yaparken gönüllü olarak katılır Çanakkale Muharebesi’ne. Sevdikleri Bursa’nın Orhaniye köyünde onu beklerken, o daha da uzaklara gider ve sekiz sene harp meydanında kalarak deniz muharebesinin kahramanlarından biri olur. Savaş devam ederken düşman kuvvetler Çanakkale’nin o dar ve kıvrımlı boğazından geçeceğine inanarak buraya yönelir. Birçok gemi ve denizaltı savaşa dâhil edilir. Ancak o dönemde ileri bir teknolojiye sahip olmayan denizaltıların sık sık yüzeye çıkarak yön tayini ve oksijen dolumu yapması gerekir. Bu durum ise Çanakkale Boğazı’nın geçilmesini engellemek için çeşitli yerlere yerleştirilen Türk topçularına yarar, Müstecip Onbaşı, Fransız ‘Turquoise’ (Turkuaz) adlı denizaltını vuran topçulardan biri olur. Müstecip Onbaşı’yı bize kızı Ulviye Balkan ve torunu Kenan Balkan şöyle anlattı: “Babam, topçu olarak nöbet yerinde beklerken Fransız ‘Turquoise’ adlı denizaltını görüyor. Ateş emri gelmeden de top atamazlarmış. Babam o an yalnızmış ve denizaltını gördüğü gibi topuna sarılmış, hemen ateş etmiş. İlkinde başarılı olamamış. İkincisinde denizaltını periskobundan vurmuş.” Torun Kenan Balkan, şöyle anlatıyor devamını: “O zaman fazla mühimmat olmadığından top mermisi dedem için çok kıymetliymiş. ‘O benim canım’ dermiş. Periskobu delinen Fransız denizaltısı su yüzeyine çıkınca mürettebatı askerlerimiz tarafından esir alınmış. Denizaltına daha sonra Müstecip Onbaşı’nın ismi verilmiş. Dedemin denizaltına attığı o top Balıkesir’de müzede sergiye konulmuş.” Müstecip Onbaşı’nın kızı Ulviye Balkan, babasının elinin hasta olduğunu ve ‘Conkbayırı çürüttü beni’ diye kendi eline vurduğu o anları hiç unutmadığını söylüyor. Balkan, “Babam harpten döndükten sonra uzun bir süre çiftçilik yaptı. Bir gün devlet, babama bir miktar hibe vermeyi teklif etti. Ancak babam o parayı kabul etmedi. ‘Benim yiyecek ekmeğim var ama bu ülkenin yiyecek ekmeği kalmadı. Onun için ben bu parayı kabul edemem. Ülkemin benden daha fazla ihtiyacı var.’ dedi.”,
Bahadır Gürer
Eşinin tanıyamadığı asker
Takvimler 8 Ağustos 1915 Pazar gününü gösterdiğinde İstanbul’dan Çanakkale’ye gitmekte olan Barbaros Hayrettin Zırhlısı, İngiliz denizaltısı tarafından Gelibolu ile Bolayır arasında torpille vurularak batırılır. Gemide bulunan 71’i subay, bin 200’e yakın personel can mücadelesi vermeye başlar. Orta bölümünden torpillenen gemi, su alarak yan yatar. Gemide çalışan mürettebat güverteye çıkar ama bir kısmı tutunamayarak denize yuvarlanır. Denize düşenler ne yazık ki geminin alabora olmasıyla çalışmakta olan uskurlara takılıp şehit olur. Tecrübeli subaylar tehlikeyi fark eder ve atlayarak kurtulur. Bu şekilde hayatta kalanlardan biri de Minkaliyeli Mahmut Bey...
Minkaliyeli Mahmut Bey’in torunu Avukat Bahadır Gürer, Barbaros zırhlısından sağ kurtulan dedesinin yaşadıklarını şöyle anlatıyor: “Dedem yüzerek hayatını kurtarmış. Sandallarla gelen askerler, denize atlayıp sağ kalanları, şehit olanları toplamaya başlamış. Pantolon ve atletlerle denize atlayan askerler soğuktan titriyormuş. Askerlere hemen battaniye verilmiş. Bu yolculuk yaklaşık 2-3 gün sürmüş. Dedem ve kurtulan arkadaşları Eminönü’nde bırakılmış ama hepsi bitkin ve pejmürde haldeymiş. Sandalla Kasımpaşa’ya geçmiş. Dik yokuşu tırmanarak evinin yolunu tutmuş. Hasret kaldığı eşini görecek olmanın heyecanı içinde adımlamış yolları. Kapının önüne geldiğinde hava iyice kararmış. Kapıyı çalmış, eşi kapıyı açmış ve karşısında saçı sakalı birbirine karışmış birini görünce, ‘Allah versin’ diyerek kapıyı yüzüne kapatmış. Sonra tekrar açmış ve eşler birbirine kavuşmanın heyecanıyla sarılıp, ağlamışlar.”
Harun Efendi
Gazinin sekiz yıl sonra evine dönüşü
Gazeteci-yazar Selahattin Duman’ın dedesi Harun Efendi, Çanakkale ve Kurtuluş Savaşı’nda gazi olanlardan biri. Medrese eğitimi alan Harun Efendi, sekiz yıl askerlik yapmış. 1915’te cephede kolundan yaralanması sebebiyle hava değişikliği için memleketine gönderilmiş. Duman, savaşa meraklı bir çocukluk geçirdiğini ifade ederek dedesinin anılarını şöyle anlatıyor: “Dedem bu mevzuları sadece benimle paylaşırdı. Uzun süre askerlik yapan dedem yaralanıp eve gelince akrabaları tarafından babaannemle evlendirilmiş. Dedem tekrar askerliğe çağrılmış. Askerdeyken de babam dünyaya gelmiş. Askerlik bitip geri döndüğünde eşinin doğumda vefat ettiğini öğrenince yıkılmış. Oğlu yani babam 7-8 yaşlarında okul çağına gelmiş bir çocuk olarak karşısına çıkmış.”
Ankara’nın Haymana ilçesinde yaşayan Kürtlerden Şeyhbızın aşiretine mensup olduklarını söyleyen Duman, dedesi Harun Efendi’nin askerlikte başından geçen ilginç olayı şöyle anlatıyor: “Dedem, asker arkadaşı Mevlut Efendi ile Çanakkale’de tanışır. Daha sonra Suriye Cephesi’ndeki 5. Ordu’ya gönderilirler ve orada Arapların eline esir düşerler. Araplar o dönemde Kürtleri, Arnavutları, Çerkezleri çok fazla taciz etmiyormuş ama Türklere zulmediyormuş. Esir kampındayken dedem, arkadaşına Kürtçe öğretmiş. Mevlut Efendi sorgusunda Kürtçe konuşup ‘Ben Kürt’üm’ demiş ve işkenceden kurtulmuş.”
Ahmet Muhteşem Ağıldere
Sıralar boş kaldı, mevziler tıklım tıklım
Halkın maddî-manevî tüm imkânlarını seferber ettiği Çanakkale Savaşları, bir dönemin okumuş, eğitim almış neslinin de kaybolmasına neden oldu. 250 binden fazla kayıp verilen cephede, yaklaşık 10 bin üniversiteli ve 70 bin ortaöğretim öğrencisi şehit düştü. Sivas Lisesi, 1915 yılında hiç mezun vermedi. 27. Alay’da komutan olarak görev yapan Asteğmen İbradalı Hayrettin, eğitimini yarıda bırakan civanmertlerden yalnızca biri… Hukuk fakültesi 4. sınıfta okurken her şeyi bırakıp Gelibolu’ya gelen İbradalı Hayrettin, Anafartalar’da kara çıkarmaları sırasında silah arkadaşlarıyla gösterdikleri kahramanlıkla tarihe adını yazdırdı. İbradalı Hayrettin’in torunu Prof. Dr. Ahmet Muhteşem Ağıldere, babasını küçük yaşta kaybetmiş. Dedesi hakkında tüm bilgileri amcasından ve şehidin harp meydanında tuttuğu anılardan öğrendiğini söyleyen Ağıldere, savaşa gidenlerin dünya tarihine mesaj verdiğini düşünüyor. “Menfaat beklemeden herkes her şeyini geride bırakıp gitti. Günümüzde hemen hiç kimse menfaati olmadan iş yapmıyor ama Çanakkale ruhu öyle değildi. Bu bizim için ders olmalı.”
Ağıldere, dedesiyle ilgili bir anekdotu da şöyle paylaşıyor: “25 Nisan sabahı nöbet tutan asker, gece karanlığında dedemin yanına gelmiş. Düşman birliklerinin teknelerle yaklaştığını söylemiş. Silahların menzili kısa, cephane kısıtlıymış. Belli süre beklemişler ve o kanlı savaşlar başlamış. Dedemin notlarından anladığımız, birliklerimizin makineli tüfeği de yok. Dedem İbradalı Hayrettin, notlarında şunu kaydediyor: ‘Bizim cephanemiz ve imanımız vardı.’ Dedem bu savaşlar sırasında iki kez ağır yara almış. Omzu, dizi ve ayağından yaralanmış, iki kez gazi unvanı şerefini kazanmış.”
Mehmet Tosun
Dedesinden kalan eserleri yakmak zorunda kalmış
Çanakkale’nin Bigalı köyünden savaşa katılan Mehmet oğlu Mehmet, Gelibolu Yarımadası’nın güney bölgesinde bulunan 9. Tümen’in 27. Alay’ında görevli bir asker. Köyünden ve ailesinden uzakta Yarbay Şefik Bey’in komutasındaki 27. Alay’ın birliğinde çatışan Mehmet oğlu Mehmet, savaş devam ederken yaralanır ve cephe gerisindeki bir sargı yerine götürülür. Sargı yerinden yolunu bularak evine giden Mehmet Bey’in hikâyesini torununun torunu, Bigalı köyünde hem anne tarafından hem de baba tarafından şehit torunu olan Mehmet Tosun aktarıyor.
“Dedem ilk çıkarma anlarında düşmana kurşun sıkanlardan biriymiş. Büyük dedem ve aynı zamanda büyük dedemin yanında gelen yakın köylüleri anneme şunu anlatmış: “Mehmet Bey savaş sırasında yaralandığı bir anda sargı yerlerine götürülmüş. Sargı yerinde bir süre kaldıktan sonra buraya gelen komutan ‘Anadolu’da yakın erlerden kim var?’ diye sormuş. Dedem de kendisinin olduğunu söylemiş. Çanakkale savaşlarında yiyecek, erzak ve bilhassa hayvanların yiyeceği çok az geldiği için zayıflayan hayvanları Anadolu’ya götürürlermiş, onlara da oradaki insanlar bakarmış beslensin diye. Dedeme de “Bana uğrayın. Sizinle birlikte bu hasta ve zayıf hayvanlar karşıya geçer.” denmiş. Görevlendirilen kişilerle birlikte dedemler bulundukları bölgeden karşıya geçmiş. Dedem hayvanları bakım için bir yere ulaştırdıktan sonra yolunu bulmuş, 100 kilometre yayan giderek köyümüze ulaşmış. Dedem evine varınca babası çok kızmış. ‘Komutandan izin aldın mı?’ diye sormuş. Dedem, izin almadım deyince, ‘Peki niye geldin?’ diye sitem etmiş. “Sabah kalktığımda seni burada görürsem döve döve teslim ederim.” demiş. Dedem de gece tekrar yola çıkarak birliğine teslim olmuş. Bir daha da gittiği yerden dönmemiş.”
Çanakkale’nin aslında Türkiye’nin önsözü olduğunu söyleyen Tosun, dedesinden kalan birçok mektup, anı ve hatıranın 1980 yılında yapılan ihtilalden sonra Osmanlıca, Arapça eserlerin yasak denilerek yakıldığını ve o döneme ait çoğu tarihi belgelerin de kaybolup gittiğini üzülerek anlatıyor. Geriye kalan hatıralara, özellikle de dedesinin giymiş olduğu çarıklara değer veren Tosun, müzede özel bir yer ayırmış. Çarıklar, Tosun tarafından şöyle anlatılıyor: “Dedemin giymiş olduğu bu çarıklar, manda derisinden yapılmış ve o zamanın en iyi ayakkabıları. ‘Güneş vardır çarığı sıkar, çarık ayağı sıkar, ayak canı sıkar, can da insanı sıkar.’ Böyle anlatılır bu çarıklar. Çok ıslanır öyle giyilir. Giyildikten sonra güneş vurduğu zaman da sertleşir ve ayağı sıkar. Acaba bu ayakkabıları nasıl giydiler diye soruyorum çoğu zaman.”
Serdar Halis Ataksor
Korkar, kalleşlik yaparsam beni vurun
Binbaşı Halis Bey, nam-ı diğer Kör Halis, Çanakkale ve İstiklal savaşlarında gazilik unvanı alan başarılı komutanlardan biriydi. Balkan Harbi’nde gözüne isabet eden şarapnel parçasıyla ağır yaralanmış ve yüzde 50 görme kaybına uğramıştı. O günden sonra lakabı Kör Halis olarak kalan gazi, atandığı 27. Alay’ın 3 taburunda görev almıştı. Kendi komutası altındaki erler tarafından cesaret timsali olarak adlandırılırdı. Torunu Serdar Halis Ataksor anlatıyor: “Karaya çıkan düşmanı karşılayan askerlerin komutanı olan dedem hakkında bilgilerin çoğunu babaannem ve cephede tuttuğu elyazması günlüklerden alıyoruz. Dedem, savaşın en çetin geçtiği günlerde Seddülbahir’de 20-30 kişilik İngiliz askeri ön keşif için karaya çıkmış. Dedem Halis Bey, erlerinin yanına gitmiş ve şu konuşmayı yapmış: ‘Burada görevimiz düşmanın karaya ayak basmasına engel olmaktır. Bir kişi dahi çıkarsa sizi vururum, ben de herhangi bir kalleşlik yaparsam siz de beni vurun.’ demiş.”
Binbaşı Halis Bey’in nadiren siper içine girdiğini anlatan torunu Ataksor, “Dedem kolundan, iki ayağından bir mermi almış. Komutası altındaki askerler yaralı haline rağmen dedemin, ‘Düşman mutlaka denize dökülecektir’ dediğini ifade ediyor. Askerlerden biri dedemin hareketlerinin yavaşladığını fark edince ‘sıhhiye çavuşu’ diye bağırmış ancak dedem askerin morali bozulmasın diye susturmuş. Kan kaybından halsiz düşünce askerlerin yardımıyla cephe gerisine gitmiş. Dedem hastaneye götürülünce koluna hemen müdahale etmişler. Çok kan kaybediyormuş. Hemşireler üstünü çıkartmaya başlayınca çizmesine sıra gelmiş. Meğer ayağını da bir mermi sıyırmış. Kan orada çizmeyle derisi arasında sıkışıp beton etkisi yapmış ve çizme ancak kesilerek çıkartılabilmiş. Dedem onun acısını hissedememiş bile.”
Aydoğan Helvacı
Kopan parmağını fark etmedi
Hikâyesine kulak verdiğimiz ailelerden biri de Helvacı ailesi. Dedeleri Halil Çavuş, Anzakları Arıburnu’nda ilk karşılayan 27. Alay’da mücadele verenlerden biri. Dokuz yıl boyunca askerlik yapmış Halil Çavuş. Torunu Aydoğan Helvacı, dedesinden sıkça dinlediği bir anıyı paylaşıyor: “Askerler siperde karşı taarruza başlamış. Dedem o esnada tüfeğinin patlamadığını fark edince yüzbaşının yanına giderek ‘Yüzbaşım benim tüfeğim patlamıyor’ demiş. Yüzbaşı bir tüfeğe bakmış bir Halil Çavuş’un yüzüne. Şaşkınlıkla, ‘Ne patlamaması, senin parmağın kopmuş.’ demiş. Dedem ancak o zaman kopan parmağının acısını hissetmiş.”
Torun Helvacı’nın dedesiyle ilgili anılarından biri de şehitlerle koyun koyuna uyudukları geceye ait: “Halil Çavuş bir grup askerle o kadar yorgundur ki uyumak için gösterilen bir barakaya girerler. İçerde uyuyanları rahatsız etmemek için boş buldukları yere sessizce yatarlar. Uyandıklarında ise şehitlerle koyun koyuna yattıklarını görürler.”
Timsal Karabekir
Kur’anları kalplerinin üzerinde taşımışlar
Çanakkale Muharebesi’ne yarbay olarak katılan Kazım Karabekir Paşa, Çanakkale’de Kerevizdere mevkiinde Fransızlarla çarpışır. Çadırına düşen bir bombanın hikâyesini Kazım Karabekir Paşa’nın üçüncü kızı olan Timsal Karabekir anlatıyor: “Kerevizdere’den su değil, kan akıyormuş. Karakedi denilen şarapnel parçası Kazım Karabekir’in çadırına düşmüş. Kendisi çadırın içinde olmadığı için kurtulmuş. Bombanın üzerinde onlarca delik varmış. Mehmetçik bomba havadayken nişan almış, delikler de onların kurşun izleri. Ben çocukken bunları gösterirdi. O insanlar hem savaştı hem tarihi yaptı hem de yazdılar. Askerler, kalplerinin üzerinde Kur’an-ı Kerim’lerini taşımış. Allah aşkı yüreklerinden eksik olmamış.”
Hasan Hüseyin Maltepe
Söyle bana Ömer’im kabahatim ne?
Çanakkale üzerine birçok kitap yazan Hasan Hüseyin Maltepe, savaşın canlı tanıklarıyla görüşmüş. En çok etkilendiği hikâyelerden birini şöyle anlatıyor: “Niğde’ye gittiğimde emekli öğretmen Ömer isimli birisiyle tanıştım. Ömer, halasının yaşadığı hikâyeyi bana şöyle aktardı: ‘Benim bir Hatı halam vardı. Okulu bitirip öğretmen olduktan sonra yanına gittim. ‘Ömer’im büyümüşsün, öğretmen olmuşsun. Sana bir şey soracaktım. Onun sırası geldi. ‘Ömer’im beni önce evin büyüğüyle evlendirdiler. Askere gitti gelmedi, beni ortancaya verdiler. Onu da aldılar askere, o da gitti gelmedi. Küçüğüne kaldım. Onu da aldılar askere, o da gitti dönmedi. Bir gün kaynanam da bana ‘Ey uğursuz kadın, bütün erkeklerimi senin yüzünden kaybettim. Terk et bu evi.’ dedi. ‘Söyle bana Ömer’im. Adına Çanakkale derlermiş. ‘Bu işte benim kabahatim var mı?’ dedi. Kaynanasının o sözü yüreğine oturmuş ve ömür boyu yüreğinden çıkmamış Hatı halamın.”
]]