Son dönem festivallerde izlediğimiz sektördeki yeni yönetmenlerin yerli yapım filmleri akıllara tek bir soru işaretini getiriyor: Türk sineması nereye gidiyor?Türkiye Sineması’nın bir asrı geride bırakmak üzere olduğu günleri yaşıyoruz. Festivallerle, etkinliklerle ve sergilerle sinemanın 100. yıldönümü dolu dolu geçirilmeye çalışıldı. Bu sürede çekilen filmler yeniden gösterildi, vefat eden sinema emekçileri anılırken diğer taraftan Yeşilçam oyuncuları ile halk buluşturuldu. Bir de bu yıl gerek Cannes’da gerek Venedik’te elde ettiğimiz başarılar bu kutlamaları taçlandırdı.Her şey yolunda gidiyor gibi gözükürken son zamanlarda yapılan filmler dikkatimizi çekiyor. Daha doğrusu bu sektörde yeni olan yönetmenler ve onların yapımları kafamızdaki soru işaretlerinin sahipleri. Bilindiği gibi 90’larda uzun yıllar ara verilen yönetmenler kuşağı, yeniden atılım yapmış ve günümüzdeki birçok başarılı yönetmen de o akımla yetişmişti. Ardından her biri kendi tarzlarını bularak bunları birer imza haline getirdi. Hatta bu tarzlar, izlerken bize yönetmenin ismini doğru tahmin ettirebilecek kadar başarılı bile olabiliyordu. Ancak son zamanlarda yapılmış ve birçoğunu festivaller aracılığıyla izleme şansı yakaladığımız bazı filmlerin ortak noktaları giderek artıyor. Birinin yönetmenini diğerinden ayırt edemeyeceğimiz ne yazık ki özgünlüğünü de bu şekilde yitirmekte olan yapımlar henüz sektörün çiçeği burnunda yönetmenleri tarafından çekiliyor.Nereden başlasak demeye kalmadan en fazla takıldığımız sahne geliyor gözümüzün önüne. Uzun uzun süren, şapır şupur seslerin bir türlü kesilmediği ve sürekli karşılaşma ihtimalimizin olduğu yemek sahneleri. Amacının hikâyeye hizmet etmediğini bizim kadar yönetmeninin de çok iyi bildiği sahnelerden biri şüphesiz bu sofraların kadrajları doldurduğu anlar. Diyaloglar yok denecek kadar az, hikâyeden bağımsız ve estetik kaygısı da bulunmuyor. Kabul edelim ki sadece süre doldursun diye kullanılan yemek sahneleri filmi uzatıyor fakat izleyenleri de tabiri caizse sıkıntıdan öldürüyor.Geçelim filmlerin kasvetli havasına. Başlıyoruz izlemeye ama bizleri bir buhran bir sıkıntı alıp götürüyor. Ne taşrada değişiyor bu hava ne de kentlerde. İstanbul’da çekildiyse şayet film durum daha da fena demektir. Sebebiyse olayların Beyoğlu ya da Kadıköy’ün dar ve karmaşık sokaklarında geçmesi. Bu durum yapımı daha da karanlık hale getiriyor. Filmlerin hikayelerinden ziyade mekanlar ve karakterler kasveti taşıyor. Taşraya yönelseler buhran, Anadolu’nun bir kentine çevirseler kameralarını başka buhran. Her daim karmaşa, koşuşturmaca, sıkıntılar ve asla gülmeyen suratlar… Hiç mi güneş doğmaz oralara hep mi karanlığa çıkar sokaklar ya da gülmez mi oradaki insanlar bir lahza da olsun? Birine tamam desek diğerine takılmamak ne mümkün. Filmlerin ortak noktalarından biri de hikâyelerinin çıkışsız karakterleri anlatıyor olması. Senaryoların çoğu hayata karşı duruşu olmayan, yaşamının her anı sıkıntılı, gelecekten umutsuz gittiği yerlerde tutunamamış olan insanlardan bahsediyor. Özellikle erkek karakterler sorumluluk almaktan kaçan, hayatı ikilemler arasında kalan ve bir türlü seçim yapamayan öykülerden besleniyor. Tüm bunlar filmin aynı eksende dönmesine ve karakterlerin bir sonuca ulaşamamasına neden oluyor. Yapımların kasvetli havasını üzerinden atamamasının sebepleri arasında bu içi doldurulamamış karakterlerin de etkisi büyük.Film süreleri uzun mu uzun, izlemeden sanıyoruz ki bu durum hikâyeden kaynaklanıyor. Ama öyle olmadığını bazen dakikalarca sürebilen geniş plan doğa çekimlerini izleyince anlıyoruz. Yönetmen kimi zaman Karadeniz’in yemyeşil dumanlı dağlarını kimi zaman İç Anadolu’nun geniş ovalarını yahut İstanbul’un tepeden görünüşünü seçiyor. İşte biz bu seçimlerle film boyunca sık sık karşılaşıyoruz. An oluyor bu sahneler bize bir başka yönetmenden etkilenilmiş hissi de veriyor. Etkilenmenin ötesine geçilince yapılan da anlamsızlaşıyor. Bunların yanı sıra uzayıp giden yürüyüş ve sigara içme sahnelerinin bu manzara çekimlerinden hiç mi hiç farkı yok. Efkârlı bir karakter oluşturup onu üstesinden gelemediği sorunlarla baş başa bırakınca o alabildiğine yürüyor zaten. Bazen de karakter alıyor eline bir sigara ya her taraf karanlık ya da kararmak üzere. Seyirci de haklı olarak. başlıyor oflamaya puflamaya.
↧